Mahmut Üstün
Devlet aygıtı ve bu aygıtın bel kemiği asker/sivil bürokrasi de sevmez
solu/sosyal demokrasiyi. Zira emek lehine düzenlemelere dayalı bir
politika, klasik devlet aygıtında da bazı önemli rötuşlar icap ettirir.
Avrupa'nın sosyal korporatist modeli üzerinde şekillenen sosyal devleti,
tümüyle solun zorlamasıyla ve kapitalistlerin el mecbur tavizleriyle -yani bu anlamda
kapitalistlere ve bürokrasiye rağmen- oluşmuş üstyapısal bir "denge"dir.
Kapitalizmi kendi başına bırakırsanız, yani bir karşı tepki ve mücadele
olmazsa, onun ekonomide varacağı yer acımasız bir piyasa düzeni, üretim
sürecinde varacağı yer emeği atomize eden bir "Japonizasyon",
siyasette varacağı en demokratik yer de birbirinden ufak nüansları olan iki
partili bir sistem, yani bir "Amerikanizasyon"dur.
Sosyal Demokrasi Neyin Ürünü?
Uzun uzadıya Marx'tan, Bernstein'e, Kautsky'e uzanan serüveni anlatmaya
gerek yok. Özü şudur: Sosyal demokrasi emeği ve altsınıfları kollama özelliğini
sürdüren ama ihtilalciliği ve enternasyonalizmi kırpılmış bir Marksizm'dir.
Türkiye'de ise sosyal demokrasi Kemalizm'in devamıdır. Ama Kemalizm'in
çağdaş gelişmeler ve evrensel sol değerler ekseninde ilerletilmiş ve yeniden
üretilmiş biçimi olarak. Kemalizm'in 6 Ok'unu oluşturan devletçilik, halkçılık,
cumhuriyetçilik, laiklik, milliyetçilik ve devrimcilik 60’ların sonu ve 70'lerin
CHP'si tarafından sol ve emek prizmasından geçirilerek yeniden yorumlanmıştır.
Altın Çağ...
Peki, kapitalizmin sevmediği sosyal demokrasinin yıldızı -tam da kapitalizm
koşullarında- nasıl parlamıştı? Ne olmuştu da 2. Büyük Savaş ile 70'li yıllar
arasında sosyal demokrasi bir "altın çağ" yaşamıştı? Hangi koşullar altında
sosyal demokrasi -bütün çabalara rağmen hala tasfiyesi başarılamamış-
"Sosyal Avrupa"nım mimarı olabilmişti?
Bu Avrupa'yı da saran devrim dalgası karşısında tamamen yok olmaktan
kurtulmak için alt sınıflara taviz vermeye rıza gösteren kapitalizm ile emeğe
yönelik tavizler karşılığında kapitalizmin genel sınırları içinde kalmaya rıza
gösteren sosyal demokrat emek partileri arasındaki bir "tarihsel
uzlaşma"nın, bir dengenin ürünüydü.
Yıllardır bir kenarda bekleyen, o güne kadar kimsenin pek de itibar
etmediği Keynes'in "Genel Teori"si ise, bu "tarihsel
uzlaşma"ya bir ekonomik program sağlamıştı.
"Tarihsel Uzlaşma"yı kalıcı sanmak...
Sosyal demokrasinin daha sonraki yıllardaki değişimler karşısında
hazırlıksız yakalanmasına ve siyasal krize girmesine yol açan en büyük hatası,
işte bu tarihsel/siyasal dengeyi ve bu dengenin ürünü olan
"uzlaşmayı" kalıcı sanması ve kapitalizmin ekonomik ve siyasal manada
artık değiştiğini, kalıcı bir "sosyal kapitalizm"e ulaşıldığını
düşünmeye başlamasıydı.
Bu koşullar altında sosyal demokrasi, düşünsel varoluş kaynağı olan ve bütünsel/
stratejik bir perspektif sunan Marksizm'le bağlarını iyice gevşetti. Kendini
dönemsel/spesifik bir teori üzerinden "Keynesyen" ya da "sol
Keynesyen" olarak tanımlamayı seçti.
"Tarihsel uzlaşma"nın kendi dışındaki solun varlığıyla da kuvvetli
bir nedenselliğe sahip olduğu gerçeğine de gözlerini kapadı. Tam aksine diğer
solu, bu uzlaşmaya bir tehdit gibi algıladı.
Nitekim SSCB'deki çöküşün ardından sosyal demokrasinin duayeni Wiily Brand
"bu çöküş sosyal demokrasinin tarihsel haklılığının ve geleceğin sosyal
demokrasiye ait olduğunun kanıtıdır" içerikli bir değerlendirme yapmıştı.
Ama tam da bu sözlerin edildiği günlerde, sosyal demokrasinin krizi kapıda
hazır beklemekteydi.
Savrulma, Boşluk, Kriz...
Sosyal demokrasi gelen krizi öngöremediği, tarihsel/sınıfsal anlamını
analiz edemediği için hazırlıksız yakalandı, hep savunmada kaldı, giderek de
bir ideolojik boşluğa düştü. Siyasette temel kuraldır: Krizi öngörüp gerekli
hazırlıkla krizi yeni bir sıçrama için fırsata çeviremezseniz, nicel ve nitel
olarak geriler, bölünür, ciddi bir etki ve misyon kaybı yaşarsınız. Yine
siyasette kuraldır: Süreci çözümleyip etkin müdahalede
bulunamadığınızda kaçınılmaz olarak dışınızdan gelen etkilere açık
hale gelir ya da gelmemek için savunmacı bir içe kapanma yaşarsınız. Sosyal
demokrasinin son otuz yıllık tarihi de böyledir.
Sosyal demokrasi sürece önce içe kapalı bir savunma göstermiş, içine
düştüğü ideolojik boşluğu bazen kimlikçi liberalizme, bazen milliyetçi çizgiye tarihten
başka kök arayışları ile telafiye yönelmiştir. Ama iki durumda da neo-liberal
saldırıyı göğüsleyip topluma yeni ufuklar sunamamış; siyaseten, neo-liberalizmin
belirlediği alana mahkûm olmuştur. Sistem tarafından da bilinçli operasyonlarla
sosyal demokrat kimliğinden uzaklaştırılıp, Amerikanvari bir "Demokrat
Parti" haline getirilmeye çalışılmıştır.
Sosyal Demokrat partilerde sınıf çizgisinin ve köklü değişim anlayışının
zaten 60’lı yıllardan itibaren altı önemli biçimde boşaltılmıştı. Erken
sosyalizmin çözülüşü ve neo-liberal küreselleşmenin hâkimiyet kurmayla birlikte
artık sosyal devlet anlayışından da tümden uzaklaştılar. Sendikalar ile zaten
zayıflamış olan bağlarını iyice kopardılar. Tipik bir liberal parti görünümü
kazanmaya başladılar. Adına üçüncü yol denilen ve teorik referansı Antonny Gidens
olan yeni yönelimle, sosyal demokrasi artık sınıf mücadelesi çizgisinin değil
kültürel haklar mücadelesinin üzerinden politika yapmaya başlamıştır. Bu
sürecin öncülüğünü de İngiltere’de Tony Blair, ABD’de Clinton yapmıştır.
Türkiye'de ikili sıkıştırma...
Zaten Türkiye’de çok kısa bir geçmişe sahip olan sosyal demokrasi, 12 Eylül
faşist darbesi, erken sosyalizmin çöküşü ve neo-liberalizmin birleşik baskısı
karşısında çok daha çabuk ve kolay biçimde ideolojik bir çöküş yaşadı. Ecevit,
Baykal gibi liderler milliyetçi çizgiye ricat ederken, Kılıçdaroğlu döneminde
egemen olansa, liberal merkezi tutmayı hedefleyen bir siyasi çizgi oldu. Kısacası, Türkiye'de de sosyal demokrasi son
otuz yıldır bir yandan liberal diskurlar bir yandan da Kemalizm'in en geri
yorumunu araçsallaştıran tepkici/milliyetçi söylemler tarafından tasfiye
edilmektedir. Bu çabalar sosyal demokrasiyi niteliksel deformasyona
uğrattıkları gibi, niceliksel (oy oranı artışı) olarak da hiç bir işe yaramamışlardır.
Aksine partinin tabanı kentli ve seküler “orta sınıf”ın dışına uzanamamış, dar
ve katı bir tabana mahkûm kalmıştır.
Ezcümle...
Sistemi zorlamadan, tümüyle sistemin içinde kalan bir politika sosyal
demokrat olamaz ve böyle bir politika herhangi bir farklılık yaratamaz.
Kapitalizme duyulan güven ve bağlılık, sosyal demokrasinin karşılıksız bir
aşkı, en büyük politik hatası olmuştur. Sosyal demokrasi politik varlığını ve
başarısını kapitalizmle uyuma dayalı değil, kapitalizmin sınırlarını zorlamaya
dayalı bir politik çizgiye borçludur. Sosyal demokrasi emek ve ezilenler
hattından uzaklaştığında yalnızca kimliğini kaybetmekle kalmamakta, anlamlı ve
kalıcı bir başarı olanağını da yitirmektedir.
Tek kelimeyle beyin açıcı olmuş... Anlaşılır, öğretici, kendin kasmayarak anlatan bir yazı bu... Aklına ve yöntemine sağlık Mahmut Üstün...
YanıtlaSil