13 Mart 2023 Pazartesi

SOSYAL DEMOKRASİ: SİL BAŞTAN BAŞLAMAK

Mahmut Üstün


En başta ve açık açık söylemek gerek: Kapitalizm "sol"u sevmez... Yalnızca sosyalist solu değil, sosyal demokrat solu da sevmez. Zira bilinen anlamıyla sosyal demokrasi, bir devrim peşinde koşmasa da, kapitalizmde alt sınıflar lehine düzeltmeler talep eden, kapitalizmi daha eşitlikçi kılmaya çalışan bir politik misyonun adıdır. Bu gelirin kapitalistler aleyhine yeniden dağıtımı demektir. Adı üstünde kapitalizm... Yani kapitalistlerin sistemi. Bu durum tabi ki kapitalizmin hoşuna gitmeyecektir.

Devlet aygıtı ve bu aygıtın bel kemiği asker/sivil bürokrasi de sevmez solu/sosyal demokrasiyi. Zira  emek lehine düzenlemelere dayalı bir politika, klasik devlet aygıtında da bazı önemli rötuşlar icap ettirir. Avrupa'nın sosyal korporatist modeli üzerinde şekillenen sosyal devleti, tümüyle solun zorlamasıyla ve kapitalistlerin el mecbur tavizleriyle -yani bu anlamda kapitalistlere ve bürokrasiye rağmen- oluşmuş üstyapısal bir "denge"dir.

Kapitalizmi kendi başına bırakırsanız, yani bir karşı tepki ve mücadele olmazsa, onun ekonomide varacağı yer acımasız bir piyasa düzeni, üretim sürecinde varacağı yer emeği atomize eden bir "Japonizasyon", siyasette varacağı en demokratik yer de birbirinden ufak nüansları olan iki partili bir sistem, yani bir "Amerikanizasyon"dur.

Sosyal Demokrasi Neyin Ürünü?

Uzun uzadıya Marx'tan, Bernstein'e, Kautsky'e uzanan serüveni anlatmaya gerek yok. Özü şudur: Sosyal demokrasi emeği ve altsınıfları kollama özelliğini sürdüren ama ihtilalciliği ve enternasyonalizmi kırpılmış bir Marksizm'dir. Türkiye'de ise sosyal demokrasi Kemalizm'in devamıdır. Ama Kemalizm'in çağdaş gelişmeler ve evrensel sol değerler ekseninde ilerletilmiş ve yeniden üretilmiş biçimi olarak. Kemalizm'in 6 Ok'unu oluşturan devletçilik, halkçılık, cumhuriyetçilik, laiklik, milliyetçilik ve devrimcilik 60’ların sonu ve 70'lerin CHP'si tarafından sol ve emek prizmasından geçirilerek yeniden yorumlanmıştır.

Altın Çağ...

Peki, kapitalizmin sevmediği sosyal demokrasinin yıldızı -tam da kapitalizm koşullarında- nasıl parlamıştı? Ne olmuştu da 2. Büyük Savaş ile 70'li yıllar arasında sosyal demokrasi bir "altın çağ" yaşamıştı? Hangi koşullar altında sosyal demokrasi -bütün çabalara rağmen hala tasfiyesi başarılamamış- "Sosyal Avrupa"nım mimarı olabilmişti?

Bu Avrupa'yı da saran devrim dalgası karşısında tamamen yok olmaktan kurtulmak için alt sınıflara taviz vermeye rıza gösteren kapitalizm ile emeğe yönelik tavizler karşılığında kapitalizmin genel sınırları içinde kalmaya rıza gösteren sosyal demokrat emek partileri arasındaki bir "tarihsel uzlaşma"nın, bir dengenin ürünüydü.

Yıllardır bir kenarda bekleyen, o güne kadar kimsenin pek de itibar etmediği Keynes'in "Genel Teori"si  ise,  bu "tarihsel uzlaşma"ya bir ekonomik program sağlamıştı.

"Tarihsel Uzlaşma"yı kalıcı sanmak...

Sosyal demokrasinin daha sonraki yıllardaki değişimler karşısında hazırlıksız yakalanmasına ve siyasal krize girmesine yol açan en büyük hatası, işte bu tarihsel/siyasal dengeyi ve bu dengenin ürünü olan "uzlaşmayı" kalıcı sanması ve kapitalizmin ekonomik ve siyasal manada artık değiştiğini, kalıcı bir "sosyal kapitalizm"e ulaşıldığını düşünmeye başlamasıydı.

Bu koşullar altında sosyal demokrasi, düşünsel varoluş kaynağı olan ve bütünsel/ stratejik bir perspektif sunan Marksizm'le bağlarını iyice gevşetti. Kendini dönemsel/spesifik bir teori üzerinden "Keynesyen" ya da "sol Keynesyen" olarak tanımlamayı seçti.

"Tarihsel uzlaşma"nın kendi dışındaki solun varlığıyla da kuvvetli bir nedenselliğe sahip olduğu gerçeğine de gözlerini kapadı. Tam aksine diğer solu, bu uzlaşmaya bir tehdit gibi algıladı.

Nitekim SSCB'deki çöküşün ardından sosyal demokrasinin duayeni Wiily Brand "bu çöküş sosyal demokrasinin tarihsel haklılığının ve geleceğin sosyal demokrasiye ait olduğunun kanıtıdır" içerikli bir değerlendirme yapmıştı.

Ama tam da bu sözlerin edildiği günlerde, sosyal demokrasinin krizi kapıda hazır beklemekteydi.

Savrulma, Boşluk, Kriz...

Sosyal demokrasi gelen krizi öngöremediği, tarihsel/sınıfsal anlamını analiz edemediği için hazırlıksız yakalandı, hep savunmada kaldı, giderek de bir ideolojik boşluğa düştü. Siyasette temel kuraldır: Krizi öngörüp gerekli hazırlıkla krizi yeni bir sıçrama için fırsata çeviremezseniz, nicel ve nitel olarak geriler, bölünür, ciddi bir etki ve misyon kaybı yaşarsınız. Yine siyasette kuraldır: Süreci çözümleyip etkin müdahalede bulunamadığınızda   kaçınılmaz olarak dışınızdan gelen etkilere açık hale gelir ya da gelmemek için savunmacı bir içe kapanma yaşarsınız. Sosyal demokrasinin son otuz yıllık tarihi de böyledir.

Sosyal demokrasi sürece önce içe kapalı bir savunma göstermiş, içine düştüğü ideolojik boşluğu bazen kimlikçi liberalizme, bazen milliyetçi çizgiye tarihten başka kök arayışları ile telafiye yönelmiştir. Ama iki durumda da neo-liberal saldırıyı göğüsleyip topluma yeni ufuklar sunamamış; siyaseten, neo-liberalizmin belirlediği alana mahkûm olmuştur. Sistem tarafından da bilinçli operasyonlarla sosyal demokrat kimliğinden uzaklaştırılıp, Amerikanvari bir "Demokrat Parti" haline getirilmeye çalışılmıştır.

Sosyal Demokrat partilerde sınıf çizgisinin ve köklü değişim anlayışının zaten 60’lı yıllardan itibaren altı önemli biçimde boşaltılmıştı. Erken sosyalizmin çözülüşü ve neo-liberal küreselleşmenin hâkimiyet kurmayla birlikte artık sosyal devlet anlayışından da tümden uzaklaştılar. Sendikalar ile zaten zayıflamış olan bağlarını iyice kopardılar. Tipik bir liberal parti görünümü kazanmaya başladılar. Adına üçüncü yol denilen ve teorik referansı Antonny Gidens olan yeni yönelimle, sosyal demokrasi artık sınıf mücadelesi çizgisinin değil kültürel haklar mücadelesinin üzerinden politika yapmaya başlamıştır. Bu sürecin öncülüğünü de İngiltere’de Tony Blair, ABD’de Clinton yapmıştır.

Türkiye'de ikili sıkıştırma...

Zaten Türkiye’de çok kısa bir geçmişe sahip olan sosyal demokrasi, 12 Eylül faşist darbesi, erken sosyalizmin çöküşü ve neo-liberalizmin birleşik baskısı karşısında çok daha çabuk ve kolay biçimde ideolojik bir çöküş yaşadı. Ecevit, Baykal gibi liderler milliyetçi çizgiye ricat ederken, Kılıçdaroğlu döneminde egemen olansa, liberal merkezi tutmayı hedefleyen bir siyasi çizgi oldu.  Kısacası, Türkiye'de de sosyal demokrasi son otuz yıldır bir yandan liberal diskurlar bir yandan da Kemalizm'in en geri yorumunu araçsallaştıran tepkici/milliyetçi söylemler tarafından tasfiye edilmektedir. Bu çabalar sosyal demokrasiyi niteliksel deformasyona uğrattıkları gibi, niceliksel (oy oranı artışı) olarak da hiç bir işe yaramamışlardır. Aksine partinin tabanı kentli ve seküler “orta sınıf”ın dışına uzanamamış, dar ve katı bir tabana mahkûm kalmıştır.

Ezcümle...

Sistemi zorlamadan, tümüyle sistemin içinde kalan bir politika sosyal demokrat olamaz ve böyle bir politika herhangi bir farklılık yaratamaz. Kapitalizme duyulan güven ve bağlılık, sosyal demokrasinin karşılıksız bir aşkı, en büyük politik hatası olmuştur. Sosyal demokrasi politik varlığını ve başarısını kapitalizmle uyuma dayalı değil, kapitalizmin sınırlarını zorlamaya dayalı bir politik çizgiye borçludur. Sosyal demokrasi emek ve ezilenler hattından uzaklaştığında yalnızca kimliğini kaybetmekle kalmamakta, anlamlı ve kalıcı bir başarı olanağını da yitirmektedir.

1 yorum:

  1. Tek kelimeyle beyin açıcı olmuş... Anlaşılır, öğretici, kendin kasmayarak anlatan bir yazı bu... Aklına ve yöntemine sağlık Mahmut Üstün...

    YanıtlaSil

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.