9 Ekim 2022 Pazar

Eylem Kılavuzu Olarak Marksizm

Ufuk Akkuş

Siyaset Marksizm’in tek gerçekleşme biçimidir. Marksist düşüncenin gelişiminin nasıl ilerleyeceği, hangi alanlara yöneleceği, ne tür yenilikler ve özgünlükler taşıyacağı konusundaki esas belirleyici, siyaset ve siyasal mücadeledir.

“Marksizm’in devrimci bir biçimde, yani özüne uygun olarak yorumlanması ve böylece ülkedeki sınıf mücadelesine ışık tutması için çok boyutlu bir etkinlik gerekiyor. Bu ise doğrudan doğruya Marksizm’in Türkiye topraklarında kök salmasına ve devrimci mücadelenin yol göstereni olmasına katkı sunacak kuramsal ve pratik çalışmanın örgütlenmesini anlatıyor. Buna “Devrimci Marksizm” demeyi tercih ediyorum.”

Can Soyer

Marksizm, kapitalist sistemin işleyişini anlamak ve onu dönüştürmek için önemli bir kılavuzdur. Sınıf mücadeleleri vasıtasıyla gelişen toplumsal yapıların dönüşümünü analiz ederek, içinde bulunduğumuz kapitalist sistemin insana ve doğaya aykırı yapısını ortaya koyarak sistemin iç çelişkileri nedeniyle yıkılmaya mahkum olduğunun altını çizer. Ancak Marksizm salt kuramsal bir kılavuz değildir. Gücünü ve dönüştürücü etkisini ancak siyaset dolayımı ile yani toplumsal öznelerin müdahalesi ile realize edebilir. Can Soyer, “Marksizm ve Siyaset: Yöntem, Kuram, Eylem” kitabında Marksizm’in siyaset ile ilişkisine odaklanarak onun aynı zamanda bir eylem kılavuzu olduğunun altını çiziyor. Soyer; kitabını Yöntem, Kuram, Eylem’den oluşan üç başlık halinde sunuyor ve Marksizm’in aynı zamanda ve aynı düzeyde bunların hepsi olduğunu vurguluyor. Sonuç bölümünde de Marksist düşüncenin Türkiye topraklarındaki gelişimini, hayat bulmasını ve siyaset ile ilişkilenme tarzlarını ortaya çıkaran konuları işliyor. Soyer’e göre siyaset Marksizm’in tek gerçekleşme biçimi olup onun aynı zamanda canlılığının, gücünün ve sürekli gelişmesinin de koşuludur. Marksizm sadece bir düşünce akımı olarak görülemez. O öncelikle eylem felsefesi olarak okunmalı, düşünülmeli ve pratiğe geçirilmelidir. Kapitalizmin yarattığı vahşet kendiliğinden yok olmayacaktır. Onu ancak işçi sınıfının siyasal eylemi sonlandırabilir.

Marksist yöntemin özünü oluşturan diyalektik; Hegel ve Feuerbach gibi klasik Alman felsefecilerinden esinle inşa edilmiştir. Hegel’in diyalektiği ile Feuerbach’ın materyalizmi özgün bir biçimde sentezlenmiş ve diyalektik materyalizm diye de anılan Marksist yöntem bu yolla doğmuştur. Marksist yöntemin ayırt edici yanlarından biri, insan bilinci dışındaki gerçekliğin sadece duyularla algılanabilen nesnelerden oluşmadığını öne sürmesidir. Bu gerçeklik hem duyularla algılanabilen hem de algılanamayan maddelerden, maddi ilişki ve süreçlerden oluşur.

Marks, somuttan yola çıkar, daha sonra birtakım soyutlamalar ve düşünme süreçleri ile somutu yeniden üretir. Bu, düşüncede yeniden üretilmiş somut, gerçeğin içsel yapısını ortaya çıkardığı için artık bilgi statüsü kazanır. Soyer’in yerinde vurgusuyla bu bilgi, yani düşüncede üretilen şey, gerçekliğin kendisi değil, gerçekliğe dair bilgidir. Somuttan soyuta, soyuttan tekrar somuta giden bu süreç, Marksist yöntemin temelini oluşturur. Marks’ın yönteminin ampirizm ve pozitivizmden farkı da burada ortaya çıkar. Bu akımlar; gerçekliği, insan duyularına sunduğu biçimlerle tanımlarken Marksizm, gerçekliğin bilgisinin bu basit algıların ötesinde yattığını öne sürer. Marksist yöntemde öz ile görüngü arasındaki farkı ve çelişkiyi saptamak ilk adımdır. Sonraki adım da öz ile görüngü arasındaki özgül belirlenimi ortaya çıkarmaktır. Yani, özün neden o görüngüye büründüğünü ortaya çıkarmak gerekir. Hem öz hem de görüngü gerçektir ve gerçekliğin bir parçasıdır. Hegel felsefesinde olduğu gibi görüngü özün yansıması değildir. Marks’a göre öz de görüngü de tek bir kaynaktan doğar. Bu da insan pratiğidir. İnsan pratiği tektir ve bölünmez. Doğal olarak, özü yaratan pratikler, görüngüyü yaratan pratikler şeklinde ayrıştırılamaz. Öz ile görüngü arasındaki ilişki de ancak soyutlama işlemi sayesinde kavranabilir. Soyutlama yoluyla ulaşılan açıklama da olguları birbirine değil, aralarındaki ilişkiye indirger. Bu anlamda indirgeme vazgeçilmez uğraktır. Ancak indirgemecilik olarak adlandırılan basitleştirilmiş sınıflandırma şemalarının Marks’ın düşüncesinde yeri yoktur.

Marksist yöntemin bir diğer kurucu kavramı da bütünlüktür. Bütünlük, kendini oluşturan parçaları önceler. Bütünlüğü oluşturan parçalar, ancak bütünlük dolayımıyla, bütünlükle kurdukları ilişkiler aracılığı ile kavranabilir. Bütünlük sürekli hareket halindedir ama bu hareket dışsal bir odaktan ya da parçaların kendi aralarındaki ilişkilerden değil, bütünlüğün kendine içsel çelişkilerinden kaynaklanmaktadır. Hegel’in bütünlüğü özdeşlik ilkesine dayanmasına karşın, Marks’ın bütünlüğü birlik ilkesine dayanır. Marks için bütünlük kendini oluşturan parçalarla özdeş değildir, tıpkı parçaların da içinde yer aldıkları bütünle özdeş olmaması gibi. Bütünlük diyalektik birliğinin zorunlu sonucu kendini özne ile yapının ya da öznenin eylemlilik tarzı ile nesnelliğin koşullarının birliğinde kendini gösterir.

Soyer, Marksist kuramı dünyayı değiştirmenin bir aracı olarak görür ve ekler: “Marksist kuramın salınımlarına bir yön, ağırlık ve kararlılık katan şey siyasi mücadelelerdir.” Marksist kuramın ayrıcalıklı kavramlarından olan üretim tarzı; üretici güçler ile üretim ilişkilerinin özgül birliğini dile getirir. Üretim tarzı ile toplumsal formasyon arasındaki ayrıma vurgu yapan Soyer’e göre; üretim tarzı kuramsal bir bilgi nesnesi olarak zihinde var olur. Toplumsal formasyon ise ampirik bir oluş niteliğiyle gerçekliği ifade eder. Toplumsal formasyon kavramı, bir ülke kapitalizminin daha önceki üretim tarzından nasıl doğup geliştiğini anlatır. Aynı zamanda sermaye egemenliğinin ve sınıf mücadelesinin o ülkede biriktirdiği deneyimlerin özgüllüğünü kavramayı sağlar. Toplum biçimlerinin tarihselliğini ortaya koymayı amaçlayan üretim tarzını ya da ekonomik yasaları toplumsal nitelikleriyle tanımlamak Marks’ı burjuva ekonomi politiğinden ayıran en radikal tutumlardan biridir. Marksist görüşün avantajı, proletaryanın ekonomideki temel rolünü siyasetteki temel rolüyle bütünleştirmesidir.

Kuram bölümünde Soyer, radikal demokrasi görüşünü dillendiren Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un yanı sıra proletarya kavramı yerine “Çokluk” kelimesini kullanan Hardt ve Negri’yi eleştirir. Laclau’ya göre gerçek dünyada sınıf mücadelesi değil, popüler demokratik mücadele, sınıf çelişkisi değil, halk-iktidar bloku çelişkisi söz konusudur. Hardt ve Negri’nin proletarya yerine kullandıkları ve daha kapsayıcı olduğunu ifade ettikleri “Çokluk” kavramı Soyer’in yerinde saptamasıyla belirsizliklerle doludur. Çokluğun bir sınıf mı yoksa yeni tür bir toplumsal olguya mı ait olduğu konusundaki belirsizliğin yanı sıra  bu yeni kavramsallaştırmanın kuram ve eyleme ne kazandırdığı gibi sorular da cevaplarını beklemektedir.

Soyer, Marksizm’de siyasetin özel bir önem ve işleve sahip olduğunu söyler. Hatta siyaset Marksizm’in tek gerçekleşme biçimidir. Marksist düşüncenin gelişiminin nasıl ilerleyeceği, hangi alanlara yöneleceği, ne tür yenilikler ve özgünlükler taşıyacağı konusundaki esas belirleyici, siyaset ve siyasal mücadeledir. Marksizm’e göre siyaset, bir kuramın yerleşmesi gereken soyutlama düzeyine çıkmayan bir pratiktir. Siyaset bir kavram olarak soyutlanmalıdır. Bu soyutlamaya kuramsal temellerini sağlayan pratik ise siyasetin doğası değil, sınıf mücadeleleri kuramıdır. Marksist düşünceye hem devrimci niteliğini hem de zenginleşme eğilimini veren, onun siyaseti hep özgül bağlamlarda kavramasıdır.

Soyer, Marksizm’in kitleselleşmesini başkalaşım olarak görür ve bunda da anahtar rolü siyasete verir. Siyaset aracılığı ile Marksizm’in evrensel nitelikleri özgül bir bağlamdaki çatışmalarla etkileşime sokulur, sınıf mücadelesinin gündemleri bütünsellik içerisine yerleştirilir ve toplumsal kaynaklar devrim hedefiyle uyumlu bir rotada tutulur. Bir ülkede işçi sınıfının iktidarını amaçlayan sosyalist hareket, o ülkenin özgül koşulları ve olanaklarıyla yaratıcı bir bağ kurmadan kitleselleşemez ve Marksizm’i de siyasallaştıramaz.

Sosyalist strateji tartışmaları da kitabın önemli bölümünü oluşturur. Soyer’e göre sosyalist hareket uzunca bir süredir, kendisi dışında bir şeyi temsil edemeyen siyaset alanının araç ve olanaklarını kullanma becerisini kaybetmiş, topluma gerçekçi bir siyasal kurtuluş programı yerine ülküselleştirilmiş komünizm tasavvurlarını anlatan bir konuma sıkışmıştır. Soyer’in saptamasıyla bu sıkışma içinde iki tarz güçlenmiştir. İlki, siyaset alanında devrimci bir girişkenlik sergilemekten uzak duran “radikal pasifizm”, diğeri ise “politik doğruculuktur”. “Radikal pasifizm”, en sol söylemlerle en sağ ve pasifist tutumları haklı göstermek anlamına gelir. Bu anlayışa göre;  parlamenter sistemle faşizm arasında bir fark olmadığını, dolayısıyla faşizme karşı demokratik haklar için yürütülecek mücadelenin anlamsız olduğu savunulur. Ya da belli bir ülkedeki siyasal iktidarın güncel hamlelerine karşı direniş göstermenin düzen içi tavır olduğu ileri sürülebilir. “Politik doğruculuk” ise, siyasette hakikatin yerini bilginin işgal etmesi biçiminde tanımlanabilir. Politik doğruculuğun bir türevi olarak görülebilecek “duyarlılık aktivizmi” ise mikro düzlemlerde sergilenen bireysel ya da kolektif performanslar sayesinde duyarlılık oluşturma ve bu duyarlılıklar üzerinden bir taraflaşma yaratma çabasıdır. Duyarlılık aktivizmi, toplumsal hareketlerin taşıması gereken dayanışma ve kolektif eylem gibi özelliklerinden sıyrılarak, ayrımların radikalleşip tikel kimliklerin yüceltildiği ritüele dönüşmektedir. Soyer; radikal pasifizm ve duyarlılık aktivizminin sosyalist hareket üzerindeki bozucu etkilerinin engellenmesi için siyasi iktidarın ele geçirilmesini amaçlayan hedefler, talepler, araçlar ve yordamlar bütününü içeren stratejilerin oluşturulmasını hayata geçirmeyi önerir.

Yöntem, kuram ve siyaset açısından Marksizm’i inceleyen Soyer, kitabının son bölümünde Marksizm’in Türkiye’deki gelişimine ve siyaset yapma tarzına değinir. Sosyalist hareketin sahip olduğu diriliğin siyasete tahvil edilmesi ve buradan edinilen deneyimin, Marksist düşünce ile ilişkisinin kurulması çabasını en akılcı çözüm olarak görür. Gezi direnişi ile başlayan sürecin, Türkiye sosyalist hareketini bir eşiğe getirdiğini öne süren Soyer, Marksizm’in kitleselleşme yönünde ilerlemesi ve yeniden inşa faaliyetinin kurulması üzerinde durur. Nihai kurtuluş ile güncel mücadeleler arasında bağın kurulması, bu yeniden inşa faaliyetinin merkezinde durmaktadır. İşçi sınıfını tüm toplumun temsilcisi, işçi sınıfının çıkarını tüm toplumun çıkarı haline dönüştüren sınıf mücadelesine siyasal bir veçhe kazandıran ve bunu toplum çapında pratiğe dökebilen bir inşa faaliyetinden söz edilir. Kuram ile siyaset arasında bir boşluk vardır ve bu boşluğun da tarihsellik tarafından sürekli güncellenerek doldurulması gerekir. Soyer, halkçılığı sosyalizm düşüncesinin ve mücadelesinin etkileşime girebileceği en geniş zemin olarak değerlendirir ve 20. yüzyıldan bu yana varlığını sürdüren halkçı damarı, sosyalizmin kapsaması ve devrimcileştirmesi gereken bir “politika altı bilinç” olarak görür. Güçlü, yaygın ve inatçı bir halk direnişinin mevcut olması, sosyalist hareketin örgütlenme ve kitleselleşme olanaklarını yakalayarak toplumsal bir güce dönüşmesi ve eşik atlama olanağı yaratmaktadır.

Oldukça güçlü bir teorik ve pratik birikimin ürünü olan Can Soyer’in kitabı, Marksist teoriye ve siyasal mücadele alanına katkı niteliğinde bir eser olarak Türkiye’nin siyasi geleceği hakkında düşünen, bilgi üreten ve geleceği kurma mücadelesinin içindeki okurlar için kılavuz olma özelliği taşıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.