Sovyetler Refah Devleti Olduğu İçin Dağıldı
Ahmet
Açan
1985 yılında Gorbaçov’un
açılım hamleleri batıda karşılık bulur ve ABD’den Moskova’ya üç otobüs dolusu
kız gelir. Moskova’da öğrenci olarak okuyan gençler kızlarla sohbet etmek için
Kosmos Oteline gider. Gençlerle kızlar arasında şöyle bir diyalog oluşur:
– Nereden geliyorsunuz?
– Özgürlük Ülkesinden
– İyi de o ülkenin adı ne?
– Özgürlük Ülkesi
– Peki, resmi bir adı yok
mu? Bizim coğrafya bilgimiz fena değildir, atlaslarda özgürlük ülkesi diye bir
yer görmedik.
– Var.
– Pasaportunuzda ülke adı
özgürlük ülkesi diye mi geçiyor?
– Pasaportta adı Yu Es Ey
diye geçiyor, yani insanların özgür olduğu ülke…
– Peki, başka ülkelerde
insanlar özgür değil mi? Bakın burada da insanlar özgür mesela.
– Hayır, burası
diktatörlükle yönetiliyor. İnsanlar özgür değil.
– Nasıl özgür olmaz? Bakın
herkes istediği gibi dolaşıyor, alışveriş yapıyor, öpüşüyor, gülümsüyor,
sinemaya gidiyor…
– Hayır, burası bir
diktatörlük! Bütün insanlar çizgili elbise giyer, aynı yemeği yer, aynı anda
yatar, aynı anda uyanır ve herkes köle gibi diktatör devlet hesabına çalışır.
– Öyle saçma şey olur mu?
Etrafa bakın, milyonlarca insan içinde aynı giyinen iki kişi var mı? Veya
restorana gidelim bakın aynı yemeği yiyen kaç kişi var?
– Evet, öyle görünüyor.
Çünkü KGB bizim geleceğimizi biliyordu ve biz gerçeği görmeyelim diye insanlara
normal elbiseler giydirmişler!!!
Ebleh gibi görünmüyorlardı,
hatta epey sempatiktiler, ama masumiyet derecesinde embesil beyinli bu
kızlar “Özgürlük Ülkesinden” yüz elli kız gelecek diye, KGB’nin on beş
milyon nüfuslu Moskova halkını normal giydirmiş ve sokağa salmış olduğuna
inanıyordu.
(Semir Aslanyürek, Rüya Gibi, sf: 268-269)
Bu üçüncü yazıda yaygın
kanının aksine Sovyetler Birliği’nin negatif anlamda fazla özgür ve fazla refah
devleti olduğu için dağıldığını öne süreceğim. Semir Aslanyürek 1979-1986
yıllarını Moskova’da dünyanın en büyük sinema okulu VGİK’de geçirdi ve
yaşadıklarını 2013 yılında yayımlanan “Rüya Gibi” adlı kitabında anlattı.
Özgürlük
Tartışması
“Bir gün yine toplanmış
biralarımızı içiyoruz. Aramıza Saad Wald adında Moritanyalı bir arkadaş
katıldı. Saad’ın bir ayağı dizinden bileğe kadar alçılıydı. Her gün içer, buzlu
yollarda kayıp bir tarafını kırardı. Bundan dolayı arkadaşlar onunla dalga
geçmeye başladı.
– Memlekette özgürlük var
kardeşim! İstediğim zaman içerim, istediğim zaman düşerim. Kırmışsam kendi
bacağımı kırmışım, başkasına zararım dokundu mu? Hiç kimseye… Bu bacak
iyileşsin ötekini de kıracağım. Hastane bedava, doktor bedava, votka da
istemediğin kadar… Oh be! Özgürlük bu işte!
Çekoslovakyalı öğrenci Ferro
Frantişek:
– Özgürlük mü? Burada mı? Ha
ha…
– Siktir lan! Sovyetlerde
özgürlük yok diyene bakın, dedi Cezayirli Calul. – Baban Merkez Komite üyesi
değil miydi?
-E, ne olmuş?
– Oğlum sosyalizmin bütün
nimetlerinden yararlanıyorsun, hem de herkesten çok. Yani sen şimdi burada
özgür değil misin?
– Seni beni boş ver. Halk
özgür mü?
– Özgür tabii! Hem
özgürlükten ne anladığına bağlı… Eğer çalmayı, çırpmayı, her türlü cinayeti
veya güçlünün zayıfı ezmesini özgürlük diye adlandırıyorsan özgür değil. Bu
ülkede okuyamayan veya tedavi olamayan biri var mı? Evi olmayan, iş bulamayan,
aç olan kimse gördün mü? Ben görmedim…
– Komünistler senin beynini
yıkamış anlaşılan. Bana sorarsan ahırdaki hayvanların da evi var, aç değiller,
hastalandıklarında tedavi oluyorlar… Sen buna özgürlük mü diyorsun?
– Tabii ki özgürlük ulan
yavşak! Cezayir’de buradaki hayvanların olanaklarından mahrum binlerce insan
var. Ayrıca burada tiyatroya, konsere, sinemaya gitmeyen yok! İnsanların kültür
düzeyi hiçbir ülkeyle kıyaslanamaz. En basit vatandaşın evinde mutlaka piyano
vardır, raflar kitapla dolu… Ha Amerikan blucin mi yok? O başka mesele…
(sf: 110-111)
Foto: Nikolai Surovtsev-TASS Arşivi |
1980 yılında Moskova’da bir
mikro dalga fırın alabilirdiniz. Ancak çiklet ve blucin gibi bazı tüketim
malları ya bulunamıyordu ya da kalitesinde sorun vardı. Ayrıca Doğu Blok’u
ülkelerinde görülen mal çeşitliliği nedense sosyalizmin ana ülkesinde yoktu.
Semir Aslanyürek Budapeşte’deyken ilginç bir anısını aktarır:
“Budapeşte’de dolaşırken
Svetlana adında Rus bir kızla tanıştım. (…) bir mağazada dolaşırken Macar
kızlardan biri Rusya’yı özlediğini söyleyen Svetlana’ya:
– Sveta, baksana biz de ne
güzel şeyler var. Herkes istediği şeyi alır, hiçbir şeyin sıkıntısı yok. Bizde
adi sayılan bir şey Moskova’da satışa çıktı mı insanlar kuyruğa giriyorlar.
Neden sizin mağazalarınızda bir şey yok? – diye sordu.
Sveta’ya baktım. Yüzünde acı
bir gülümseme belirmişti. Sveta bir an durup aynı gülümsemeyle Macar kıza kısa
bir süre baktıktan sonra şöyle dedi.
– O halde beni iyi dinle! Siz
de her şey olduğu için bizde bir şey yok anladın mı!?
Svetlana çok haklıydı. Akşam
eve gidince bu olayı Peter’e anlattım. Çok sinirlendi ve Macar kıza okkalı bir
küfür savurdu. Peter geç saatlere kadar Ekonomik Yardımlaşma Sovyeti’nin yanlış
politikalarını, Sovyetler’in başta Polonya ve Bulgaristan olmak üzere diğer
sosyalist ülkelerin bütçe açıklarını nasıl kapattığını anlattı. (Sf: 46)
Sovyetler
Birliği emperyalist miydi?
Yıllarca özellikle Maocu
kökenli solculardan ABD ve Sovyetler’in iki emperyalist güç olduğu, aslında
özünde birbirlerinden hiç de farklı olmadığı masallarını dinledik. Hâlbuki
Sovyetler bırakın emperyalist olmayı, çeperini kendi halkının mahrumiyeti
pahasına besliyordu. Yeter ki sosyalizmden uzaklaşmasınlardı. Aslanyürek
Bakü’de bir Azeri gazeteciyle polemiğe girer:
– Öz vetenimizde esir
gibiyik. Oroslar olmasa idi, her bir şey yahşi olurdu – diye yakındı gazeteci.
– Valla Ruslar olmasaydı,
bence çok daha pis olurdu, – dedim.
– Bu hiç düz (doğru)
değildir balam, Oroslar bizi mahvedip. Bizde Saudovskaya Arabiya’dan fazla neft
(petrol) var. Azerbaycan neftini biz satsak, her bir kişi milyoner olurdu.
– Azerbaycan neftini siz
satsanız herkesle bölüşeceklerini mi sanıyorsun? Hem nefti nasıl
çıkaracaksınız? Hem Rusların size ne zararı var, nasıl mahvedip? Allah aşkına
söyle, Azerbaycan’da kim caddeleri süpürüyor?
– Oroslar
– Evleri, binaları,
fabrikaları kim inşa ediyor?
– Oroslar
– Nefti kim çıkarıyor?
– Oroslar
– Metroyu kim yaptı?
– Oroslar
– Fabrikada kimler çalışıyor?
– Oroslar
– Sizler kimi
beceriyorsunuz?
– Oros kızlarını.
– Bak o halde! Eğer ki,
Ruslar değil de Amerikalılar burada olsa, bütün bu işleri Azeriler yapacak,
Amerikalılar da Azeri kızlarını becerecekti… (sf: 247)
Komünizm
mezalimi altında inleyen Türkler!
Ülkemizdeki tüm bir “Türkler
komünizm mezalimi altında inim inim inliyor” propagandasına karşın 1991
referandumunda başta Azeriler olmak üzere tüm Türkî cumhuriyetleri %90’ın
üzerinde Sovyetler’in devamı yönünde oy kullanmıştı. 17 Mart referandumu
hakikaten belki de Sovyetlerin en demokratik uygulamalarından biriydi. Merkezi
otorite seçimleri manipüle edebilecek durumda değildi, medyanın çoğu Yeltsin
destekçilerinin elindeydi ve marketler bomboştu; Gorbaçov’a güven yoktu.
Referandumda 148 milyon kişi oy verdi ve tüm olumsuzluklara rağmen tüm ülkede
%76,4 Sovyetler devam etsin oyu çıktı. Yeltsin referandum sonuçlarını
uygulamadı.
Sovyetler’de yaşayan
insanlar sosyalizmin başarılarını biliyorlardı. Sovyetler Birliğinde Türkî
cumhuriyetler de dâhil hepsinde ağır sanayi, otoyol ağı, enerji santralleri ve
gelişmiş demiryolu hatları vardı. Nüfusu bir milyonu geçen şehirlerin çoğunda
metro inşa edilmişti. Dünyanın ilk sağlık bakanlığını kurmak da hiçbir
kapitalist ülkenin değil, Lenin’in aklına gelmişti! Örneğin Ekim Devrimi
olduğunda Kazan’ın nüfusu 179 bindi ve hemen hiç hastane bulunmuyordu.
Sosyalizmde 20 tane büyük hastane ve sanatoryum yapıldı. Daha önce insanlar tifüsten
kırılırken 1932 yılında Kazan’da herkes aşılanarak tifüs tamamen yok edildi.
(Kızıl Tıp, Sovyet Rusya’da Toplumsallaştırılmış Sağlık, sf: 30) Devrim sonrası
konut sorunu da hızla çözülmeye başlandı, mesleğe göre tahsis edilen konut
alanlarında, kira konut bedeline göre değil, ailenin gelirine göre
belirleniyordu.
Müslüman bir Başkurt olan
Ahmet Zeki Velidi Togan, 1934 yılında yazdığı 17 Kumaltı Şehri ve Sadri Maksudi Bey adlı kitabında “kendi içine
kapalı Tatar ve Başkurtların SSCB’nin beş yıllık planları ile bütün Rusya’ya
açıldığını, artık Tatar münevverlerin sadece elbise satmadığını, eskiden maddi
hayat mücadelesini Ruslara terk ederek maneviyata sarılmış olan Türklerin şimdi
Sovyetlerin bütün iktisadi ve sosyal alanlarında varlık göstermeye başladığını,
Türkistan’ın pamuk üretiminde ABD ile yarıştığını, kendi ürettiği pamuk ve yünü
kendi tekstil fabrikalarında işlediğini, petrolünü, madenlerini ve kömürünü
kendisi işleyerek sanayi ülkesi olmaya doğru gittiğini, yeni yapılan yollarla,
hava yolları ile, telefon, telgraf, radyo şebekeleriyle bütün dünyaya
bağlandığını, artık mühendislikten gazeteciliğe, müzikten spora Türk
gençlerinin her alanda var olduğunu” vb. anlatır. (Aktaran Emel Akal, Müslüman Komünistler, İletişim, sf: 393)
Türkmenistan'daki bir kolektif çiftlikte zorunlu aşılama |
Amerikalı antikomünist
sovyetologların Amerikan kongresine verdikleri rapora göre 1971 yılına
gelindiğinde Sovyetler Birliği’nde her üç aileden birinden biraz fazlası
buzdolabına ve beş aileden üçü televizyon setine ve çamaşır makinesine sahipti.
1974 yılında ücretlerde %46 oranında bir artış olmuş, buna karşılık tüketim
malları fiyatları hiç değişmemişti. 1987’ye gelindiğinde bile kiralar,
havagazı, elektrik, doğalgaz vb aile bütçesinin yalnızca %3’ünü oluşturuyordu.
Dünyada kiraların en düşük olduğu ülke Sovyetler Birliğiydi. Sovyetlerde birçok
kurumun çalışanları günde 8 saat yerine 12 saat çalışıp ertesi gün işe gelmez,
yani bir gün 12 saat ertesi gün boş şeklinde çalışırlar. Ağır işlerde
çalışanlar işin ağırlığına göre günde 4 saat 6 saat veya 8 saat çalışırlar.
İnsanı çabuk yıpratan ağır işlerde çalışan işçiler çok yüksek maaş aldıkları
gibi günde 4 saat çalışır ve 6 yıl 8 yıl gibi kısa sürelerde emekliliği hak
ederlerdi. 1988 yılında Gorbaçov şunlardan şikâyet ediyordu: “Ülkemde işsizlik
diye bir şey yok. Devlet herkese iş bulma işini üstlenmiş. Bir kişi
tembelliğinden ya da çalışma disiplinini ihlal ettiği için işten çıkarılsa bile
ona başka bir iş bulma zorunluluğu var. Ayrıca ücret eşitliği günlük
yaşamımızın olağan bir özelliği haline gelmiş. Kişi kötü bir işçi de olsa yine
de oldukça konforlu bir yaşam sürdürebiliyor. Bir asalağın çocukları kaderin
merhametine terk edilmiyor. İnsanların mali yardımlar gördükleri sosyal
fonlarda muazzam miktarlarda paralar birikmiş durumda. Aynı fonlardan çocuk
yuvalarına, yetimhanelere, Genç Öncü evlerine ve çocukların yaratıcılık ve
sporları ile ilgili diğer kurumlara yardımlar yapılıyor. Sağlık hizmetleri
bedava… Eğitim de öyle. Eğer bir yönetici sendikanın onayını almadan bir işçiyi
işten çıkarırsa, mahkeme otomatik olarak, hiçbir müzakereye girişmeden sendikanın
fikri alınmadı diye bu kararı geçersiz sayar.” (Mihail Gorbaçov, Perestroyka)
Çalışan anneler bebeklerini kreşlere bırakırdı |
1987 yılına geldiğimizde
doğan her on beş çocuktan on dördü devrimden sonra doğmuştu. Bugün canlı doğası
“bencil gibi davranır” diyen mikro biyologları çürütmek için solcular
çırpınadursun, bizzat Sovyetlerin geldiği son nokta bu tezi doğrulamaktadır.
Çünkü tüm sıkıntılar sona erip rahata erildiğinde insanlar sistemi suiistimal
etmeye başladılar!
İnançlı bir komünist olarak
Moskova’ya ayak basan Semir Aslanyürek’in arkadaşları arasındaki lakabı Prens
Mişkin’dir. Hani şu Dostoyevski’nin ünlü romanı Budala’nın kahramanı olan Mişkin. Bir gün ona şu soruyu sorarlar:
Sen Sovyetler Birliğindeki sosyalizmin 6 kuralını biliyor musun? Hiç duymamıştır
Aslanyürek. Sayarlar:
1) Bizde işsizlik yoktur ama
kimse çalışmaz.
2) Kimse çalışmaz ama 5
yıllık planlar yerine getirilir.
3) 5 yıllık planlar yerine
getirilir ama mağazalar bomboştur.
4) Mağazalar bomboştur ama
herkesin evinde her şey vardır.
5) Herkesin evinde her şey
vardır ama kimse memnun değildir.
6) Kimse memnun değildir ama
seçimlerde herkes evet oyu verir!
80’lerde büyüme %1’in altına
inmişti. Herkes refah devletini sömürmeye başlamıştı. Aslanyürek Tatar
Reis isimli ilginç bir arkadaşından bahseder: “Reis’i tanıdım tanıyalı bol
keseden harcıyordu. Hatta günün birinde bana iyi bir dürbün, Zenit marka son
model bir fotoğraf makinesi, 20 mm. objektif, Lubitel marka başka bir fotoğraf makinesi
ve Krokus marka bir agrandizör hediye etmişti. Kabul etmek istemedim. Nerden
baksan 400 ruble harcamış olmalı. Reis nasılsa bu parayı harcamak zorunda
olduğunu söyledi. Ben de bir şey anlamıyordum. Ailesinden bir kuruş destek
almadığını işitmiştim. Üstelik bir yerde çalışmıyordu. Oysa Sovyetlerde
öğrenci, emekli veya özürlü değilse her vatandaş yılda en az sekiz ay
çalışmak zorundadır. Çünkü asgari ücret alan bir vatandaş yılda sekiz ay
çalışırsa bir yıl iyi kötü geçinebilir. Aksi takdirde başkalarını sömürdüğü
gerekçesiyle hakkında soruşturma açılır, hatta cezai müeyyidelere tabii
tutulur. Aklıma bin bir şey gelmeye başladı.
– Reis bir yerde
çalışmıyorsun, ailenden destek almadığını da biliyorum. Bu parayı nerden
buluyorsun? – diye sordum. Reis güldü.
– Çalışmadığımı kim söyledi?
Çalışmasam hapse atarlar.
– Nerede çalışıyorsun? Hemen
her gün bizimlesin.
– Her gün alışveriş
yaptığınız şu karşıdaki market var ya? İşte orada çalışıyorum. İnanmıyorsan
çalışma karnemi göstereyim, dedi.
– Dalga mı geçiyorsun? Seni
orada bir kez gördüğümü hatırlamıyorum. Ayrıca orada çalışan birinin bu kadar
parası olmaz, diye itiraz ettim. Reis tekrar güldü ve nihayet durumu izah etmek
zorunda kaldı.
– Orada çalışıyor
görünüyorum yani, dedi. – Market müdürüyle anlaştım. “Beni burada çalışıyor
göster, maaşımı sen al” dedim, kabul etti. Her ay karneme mührü basıyor, ben de
serbest çalışıyorum.
– Nasıl serbest?
– Fotoğraf çekiyorum ve
fotoğraftan Sibirya’daki bir maden işçisinin iki katı kadar para kazanıyorum.
Reis doğru söylüyordu.
Moskova’da yüzlerce okul vardı. Okullara gidip öğrencilerin fotoğraflarını
çekip kendisi basıyor ve onları yarımşar rubleye dağıtıyordu. Günde iki yüz, üç
yüz fotoğraf bastığı olurdu. İki yüz fotoğraf ellişer kopekten yüz ruble eder.
Bunun sermayesi neredeyse sıfır. 300 metrelik sinema filmi alıp fotoğraf makinesi
makaralarına sarıyor. Oysa marketten alacağı maaş ayda en fazla 140 ruble.
– İyi de bu kadar parayı
böyle çarçur edeceğine biriktir, bir bankaya yatır. İlerde çok işine
yarayabilir.
– Azizim, anlaşılan sen bura
kanunlarını bilmiyorsun. Ayda iki bin, üç bin ruble kazandığım olur. Ama ayda
bankaya en fazla yüz ruble yatırabiliyorum. Çünkü marketten alacağım maaş 140
ruble. 40 rubleyle geçinsem, demek yüz ruble biriktirebilirim. Daha fazlasını
yatırsam “nereden geliyor bu değirmenin suyu” diye sorarlar…
Bir başka arkadaşı Leonid’le
tartışır:
– (…) Bence sen düzenbazın
önde gidenisin. Öğrencilere sattığın Kodak negatifleri, araç gereçleri
Mosfilmden çalmıyor musun?
– Ne münasebet? Onlar
ıskartaya ayrılan ve artık kullanılmayan şeyler. Negatifler de bazı filmlerden
artan birkaç kutuyu öğrencilere dağıtıyorum. Bunun nesi kötü? Sen de benden kaç
kutu negatif aldın?
– Ama bunları satıyorsun,
parayı da cebe indiriyorsun. Bu parayı cebe indirmeye hakkın var mı? Bunlar
herkesin malı değil mi?
– Bana bak dostum. Herkesin
olan hiç kimsenindir. Gel sana herkesin malı olan bir gemi dolusu inşaat
demirin nasıl çürümeye bırakıldığını göstereyim. Bu demir çürüyeceğine, biri
onu alıp satsa fena mı olur? Elimden gelse onu da satardım, heba olmamış olurdu
en azından. Ben de ülkeye zarar vermeden para kazanırdım. Ülke, mallarını
sahiplenen kimse çıkmadığı için batıyor kardeşim. Sen biliyor musun ki,
İskandinav ülkelerinin ekonomisi bizim ormancıların denize bıraktıkları
tomruklarla ayakta duruyor?
– Nasıl yani?
-Ormancılarımız kestikleri
tomrukları nehirlere atıyorlar, nehir onları denize kadar getiriyor. Sonra
onları denizden alıp gemilere yüklüyor ve götürecekleri yerlere götürüyorlar.
– İyi de niye nehre
atıyorlar?
– En kolay ve en ucuz taşıma
yolu. Nehir tomrukları denize kadar binlerce kilometre bedava taşıyor da ondan.
Ama bizim ayyaş İvan tomrukların ancak üç de birini yakalayabiliyor…
Gerçekten de umursamazlık
had safhadaydı ve vicdanı olan herkesi rahatsız ediyordu. (Sf: 114-117)
Tataristanlı Reis’in hikâyesinde
olduğu gibi pek çok insan kâğıt üzerinde çalışıyor görünüyor ve kendilerine kat
be kat para kazandıran karaborsa işler yapıyorlardı. Çalışıyor gösterilenlerin
maaşlarını da müdür ve birkaç kişi aralarında kırışıyordu. Çalışanların %30’su
işe gelmese, market müdürü ve şürekâsı nereden baksanız yirmi ve otuz maaşı
konumlarına göre kırışıyordu.
Aynı zamanda bir Yahudi olan
Leonid konuyu şöyle bağlar:
– Sovyetler Birliği bir
oportunist cennetidir. Burası akıllı bir insan için iyi yaşanacak ülkelerin
başında gelir. Sovyetlerde yalnızca SBKP’ye hiç dokunmayacaksın azizim. O
kadar! Onun haricinde ne yaparsan yap. Tabii git adam öldür, hırsızlık yap,
şunun bunun ırzına geç filan demiyorum. Onlar her yerde suç… (sf: 114)
Radyo fabrikası işçileri-Sovyetler Birliği, 1950'ler |
Her şeye rağmen Sovyetler
Birliği’nin bir sosyal refah devleti olduğu konusunda hiçbir kuşku duyulamaz.
90’lara kadar sıradan bir işçinin hobileri için sahip olabildiği fotoğraf
ekipmanları, dalış takımları ve av malzemeleri gibi eşyaları ABD’de ancak üst
gelir grupları edinebilirdi. Ama çikolata gibi ithal ürünlerde sıkıntı
vardı. Mesela Sovyetler Birliğinde yerli veya yabancı öğrenciler tatil zamanı
eğer memleketlerine gitmek istemeyip tatil yapmak isterlerse Sovyetler Birliği
sınırları içerisinde belirli yerlerde, örneğin Karadeniz sahillerinde Yalta,
Kırım veya Soçi, Kuzey Kafkasya, Baykal Gölü, Baltık Cumhuriyetleri, Adler,
Pamir yaylası gibi orada tahsis edilmiş dinlenme evleri veya sanatoryumlardan
birine gidebilmekteydi. Öğrencinin uçak bileti, bir ay boyunca otel veya tatil
köyü ve günde üç öğün yemek devlet tarafından karşılanıyordu. Öyle ki
Gorbaçov’un ekonomi danışmanı Aganbegyan, 1987 yılında Agonyak dergisine
verdiği röportajda bankalarda insanların harcayamayacağı kadar paranın
biriktiğinden, oluşan talebe arzın yanıt veremediği için bankalarda 250 milyon
rublelik tasarruf mevduatının atıl olarak beklediğinden dert yanar (bkz; Yalçın
Küçük, Sovyetler Birliğinde Sosyalizmin
Çözülüşü, sf: 376-377). Kabaca bir hesap yapalım. Sıradan bir market
çalışanı ayda 140 ruble maaş alıyor, bunun 40 rublesini harcayıp 100 rublesini
bankaya yatırabiliyordu. Nasıl mı? Maaşın %3’ü ev kirası, elektrik, su, doğal
gaz… Yani 4,2 ruble! Ankesörlü telefon 2 kopek, gazete 3 kopek, bir kitap 50
kopek-2 ruble arası. Çocuğu öğrenci okul yemekhanesinden tıka basa yemek yese
80 kopek. Öğrenciye her türlü ulaşım aracına binebileceği aylık kart 5 ruble ki
zaten ayrıca ailenin yanında bile olsa her öğrenciye devlet 45 ruble
vermekteydi, yabancı öğrenciler ise 90 ruble+200 ruble her öğrenciye giyecek
yardımı yapılıyordu ve öğrencilerin yemek içmek, gazete, kitap, telefon, otobüs
ve metro dışında başka masrafları olmazdı. Ders kitaplarının tamamı ücretsiz
verilirdi. Moskova-Bakü uçak bileti (2,5 saat) öğrenciler için 18 rubleydi. Bir
kiloluk dünyanın en leziz ekmeği Borodinski 13 kopek! Yarım litre günlük süt 11
kopek. Bir sinema bileti 10-20 kopek. Bir kilo Macar salamı 3 ruble. Bir kilo
sosis 2 ruble. Eski kaşar kalitesine göre 2-3 ruble. Kemikli etin kilosu 1,80
ruble. (Sf: 36) Sürekli alay ettikleri 1990 yılında Mc Donalds kuyruğunu
belediyenin halk ekmek kuyruğu değildir! Ekonomist dergisinin haberine göre ilk
açıldığında Moskova’da tek şubesi olan Mc Donalds hamburgeri 6 Ruble yani 10
$’dı! O paraya normalde iki kilo Macar salamı da 3 kilo sosis de alınabiliyordu!
Tanzim satış mağazası kuyruğu değildi yani o kuyruk! Aslında Sovyet insanın
alım gücünün ne kadar yüksek olduğunu gösteren bir örnektir bu.
Moskova yakınlarındaki kırsal bölgelere giden gezici diş istasyonu |
Ancak insanlar çalışmayı
bırakmıştı! Bilimsel Komünizm dersinde hoca şöyle bir fotoğraf çeker: ABD’de
bir işçi ilk iki saatte sermayeyi kurtarır, ikinci iki saatte kendi ücretini,
kalan dört saatte patrona çalışır. Fakat gelinen noktada bir Sovyet işçisi yedi
saatte sermayeyi bile kurtaramamaktadır! Nereden nereye! Stalin döneminde, o
yokluklar içinde Sovyet işçisi dünyanın en verimli işçisi olup, 20 sene içinde
bir köylü ülkesini dünyanın ikinci en büyük ağır sanayi ülkesi haline
getirmişken, bu komünistlerin torunları refah döneminde sanki komünizme
geçilmiş, her şeyi robotlar yapıyor gibi çalışmamakta, hiçbir şeyin
sorumluluğunu üzerine almamaktadır. Bilimsel komünizm dersi hocası bir ülkenin
ne zaman gerçek anlamda sosyalist olabileceği sorusunu ortaya atar. Her kafadan
bir ses çıkar. Sonunda hoca kendi sorusunu kendi yanıtlar:
– Bir ülkede ne zaman ki
altı yaşındaki çocuklar uyandıklarında yataklarını kendileri toplayıp işi
annelerine bırakmazlarsa. Veya vatandaşlar yerde elli ruble görüp de onu almaya
tenezzül etmezse yahut her vatandaş kendi işinin denetçisi olursa vb vb bilmem
anlatabildim mi? Yani doğru olmak için yalnız doğruyu bilmek yetmez, doğruyu
uygulamak gerekir aynı zamanda… (sf: 215)
Revizyonist
oldukları için mi?
Türkiye solunun büyük
kısmının Stalin sonrası Sovyetleri zaten “revizyonist” olarak nitelemesi
gerçekte sorunu yok saymaktır. 1961’de yazılan Nikitin’in Ekonomi Politik’inde değer yasasının ortadan kaldırılarak komünizme
geçilmesi planı net bir şekilde ortaya konmuştu. İddia edildiği gibi
komünizmden vazgeçilmiş falan değildi. Hruşçov ABD gezisinde halka, belki
çocuklarınız değil ama torunlarınız komünist olacak diye haykırıyordu.
Nikitin’in Ekonomi Politik’ine göre 2
on yıllık planla 1980’de bu hedefe ulaşılması öngörülmekteydi. Ancak
öngörülemeyen refah devletinin insanları tembelliğe itmesidir. Sovyet iktisadı
Stalin’in ölümünden sonra da sosyalist olmaya devam etti ve bu iktisat Sovyet
vatandaşlarına söz verdiği refah devletini kurmayı başarmıştır. Herhangi bir
mutlak gösterge açısından Sovyet sistemi başarısız değildi. Halkının bir
başkaldırısı yoktu, ekonomisi sınırlı da olsa yeterli ölçüde ürün sağlıyordu.
Eşitsizlik ve suç düzeyi gelişmiş kapitalist ülkelerdekinden daha düşüktü.
Sadece
refah devleti yeterli mi?
Ancak sosyalistlerin yok
saydığı gerçek, refah devleti eğer halkınız bilinçli değilse çürümeye, suiistimale
ve kullanılmaya yatkındır. Sovyet halkı hiçbir zaman sosyalizmin dağıtılması yönünde bir irade göstermedi ama olup bitenler karşısında da sessiz kaldı.
Viktor Pelevin P (Pepsi) kuşağı adlı kitabında şunları yazar: “70’li yılların
Sovyet çocukları Pepsi’yi seçti, tıpkı anne babalarının Brejnev’i seçtiği gibi.
Pek çok araştırmacıya göre dünya kültürünün gelişiminde bir dönüm noktası olan
bir Pepsi reklamı vardır. Buna göre iki maymundan birine önce “sıradan bir
kola” verilir. Bunu içen maymun küpler ve çubuklarla basit mantıksal işlevleri
yapar. Diğeri ise Pepsi Cola içer ve bir anda kendini feminist bikinili
kızlarla kucak kucağa, deniz kıyısı boyunca giden bir cipin içinde eğlenirken
bulur. Verilen mesaj şudur: Pepsi Cola içmek pahalı arabalar satın almanızı
sağlar. Klip Rusya’da manasızca hayat süren çok sayıda maymunun artık kızlarla
ciplere binme zamanının geldiğinin ilanı olmuştur.”
"Bugün canlı doğası “bencil gibi davranır” diyen mikro biyologları çürütmek için solcular çırpınadursun, bizzat Sovyetlerin geldiği son nokta bu tezi doğrulamaktadır. Çünkü tüm sıkıntılar sona erip rahata erildiğinde insanlar sistemi suiistimal etmeye başladılar!" Bu cümlelere katılmıyorum. İnsanın ve canlıların "bencil bir doğası" olduğu iddiası, doğru değil ve biyolojist bir yaklaşım, üstelik canlılara antropomorfik bir yakıştırma (insan biçimli). Yazarın şu cümleleri ise sağlıklı: "Torunları, konformizm ve bilinçsizlik yüzünden atalarının kanları pahasına kurdukları sosyalizmi savunmadılar (...)"; "refah devleti eğer halkınız bilinçli değilse çürümeye, suiistimale ve kullanılmaya yatkındır. Sovyet halkı hiçbir zaman sosyalizmin dağıtılmasına yönünde bir irade göstermedi ama olup bitenler karşısında da sessiz kaldı."; "öngörülemeyen refah devletinin insanları tembelliğe itmesidir."
YanıtlaSil