Marksist Araştırmalar [MAR] | Komünizm: Tarihin Çözülen Bilmecesi
SSCB etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SSCB etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Nisan 2025 Çarşamba

Sovyet Yolculuğu


"Bu kanalda sizlere Sovyetler ve dünya sosyalist hareketiyle ilişkili tarih, politika, bilim, felsefe, kültür, ekonomi, toplum, hukuk, kişi vb. gibi pek çok konuda hazırladığımız içerikler ve Sovyetleri konu alan film, belgesel, dizilerin Türkçe sürümlerini sunmaktayım.

Sovyet tarihinin tüm dünya tarihini etkilemesi ve kapsamının geniş olması sebebiyle tarihi olaylar, politik konular, kavramlar, kültürel temalar, sanatsal faaliyetler, kuruluşlar gibi yüzlerce konu başlığı kanalımızın içerik konusu olabilir.

Belgesel içeriklerimizde kullanılan kaynaklar videoların açıklama kısımlarındadır."

Bağlantılar

TikTok

tiktok.com/@sovyetyolculugu

 

X

x.com/sovyetyolculugu

 

Instagram

instagram.com/sovyetyolculugu

 

Spotify

open.spotify.com/show/1sbsd65S3hfvQBBWhVIVn7


10 Mart 2025 Pazartesi

Stalin Üzerine Yalanlar | Prof. Grover Furr'le mülakat

Eylül-Kasım 2010'da Gürcistan'da çıkmakta olan The Georgian Times adlı gazetede, özellikle Stalin dönemi Sovyetler Birliği tarihi üzerine Rusça orijinal kaynaklara dayalı bilimsel çalışmalarıyla ünlü Prof. Grover Furr ile kapsamlı bir mülakat yayınlandı. Dört bölüm halinde (20 Eylül 2010, 11 Ekim 2010, 19 Ekim 2010 ve 9 Kasım 2010) yayınlanan mülakatı Jozef Stalin'in büyük torunu Yakob Çugaşvili gerçekleştirdi. Aşağıda bu mülakatın, The Georgian Times'ta yayımlanan İngilizce versiyonundan yapılan çevirisini bulacaksınız.

Prof. Furr’un internet sitesine şu adresten erişilebilir:

http://chss.montclair.edu/english/furr/

Çeviren: Garbis Altınoğlu

Dr. Grover Furr: ‘Çok Gizli Raporlar Sızdırıldı’

The Georgian Times, 20 Eylül 2010

Yakob Çugaşvili geçenlerde ABD New Jersey’deki Montclair Eyalet Üniversitesinde profesör olan Dr. Grover Furr ile bir mülakat gerçekleştirdi.

G. Times: Dr. Furr, mülakata, SSCB tarihini araştırmaya ilişkin yaklaşımınızı betimlemenizi sorarak başlamak istiyorum.

G. Furr: Sözlerime, her şeyden önce, bütün araştırmalarımda objektif olmaya çalıştığımı söyleyerek başlamak isterim. Ben, elde bulunan en geçerli kanıtlara ve en doğru yorumlara dayanarak hakikati ortaya çıkarmak için elimden gelen çabayı harcarım.

İyi öğretmenlerim vardı; onlar, bir orta çağ tarihi uzmanı olan bana objektif olmayı öğrettiler. Biz, fiziksel bilimler alanındaki öğrenciler gibi, konuya ilişkin tüm kanıtları toplamayı ve tümdengelim ve vargılarımızı bu kanıtlara dayandırmayı öğrendik. Ben, kendi yerleşik düşüncelerimi doğrulamaya çalışmak ya da akademik ya da siyasal bakımdan “revaçta olanı” yinelemek yerine kendi önyargılarımı sorgulamanın ve neyin doğru ve neyin yanlış olduğuna kanıtları esas alarak karar vermenin ne denli önemli olduğunu öğrendim.

Benim ABD’de lisansüstü eğitim gördüğüm dönemde Vietnam Savaşı tüm hızıyla sürüyordu. Yavaş yavaş, komünist hareket hakkında bana öğretilenlerin objektif olmadığını, doğru olmadığını öğrenmeye başladım. Bu anlatılanlar, araştırma kılığına bürünmüş anti-komünist propagandadan başka bir şey değildi. Kanıtlar ya çarpıtılmış ya da büyük ölçüde görmezden gelinmişti. Soğuk Savaş sırasında; komünizm, Sovyetler Birliği ve Stalin üzerine yapılan araştırmalar aşırı derecede önyargılıydı ve objektiflikten tümüyle yoksundu. Soğuk Savaş çoktan bitmiş olmasına rağmen durum hala aynıdır. Veriler, tüm “anaakım” ve “saygıdeğer” bilim insanlarının bu konular hakkında yazdıklarının hemen hemen tümünün bilim kılığına bürünmüş anti-komünist propaganda olduğunu kanıtlamaktadır.

Antistalinskaia podlost/Anti-Stalinist Alçaklık (Moskova: Algoritm, 2007) adlı ilk kitabımda, Stalin ile onun sağ kolu sayılan Gürcü komünist Lavrenti Beria hakkındaki sözüm ona “açığa çıkarmaların” tümünün yanlış olduğunu kanıtlayabildim. Konuya ilişkin tüm kanıtları ya kitabımda ya da internette web sayfası adreslerini vererek yeniden sundum.

Bugün aynı çabayı sürdürüyorum; yani en geçerli kanıtlara dayanarak hakikati keşfetmeye ve bunu neyin “kabul edilebilir” ya da “siyasal bakımdan doğru” olduğuna bakmaksızın yapmaya çalışıyorum. Bu hoş, hatta eğlenceli bir çaba. Ve inanılmaz sonuçlar veriyor.

G. Times: Aralarında birçok Gürcü’nün de bulunduğu çok sayıda akademik ve siyasal kişi, 23 Ağustos 1939’da Molotov-Ribbentrop Paktı’nı imzalamak suretiyle SSCB’nin, Hitler Almayasıyla birlikte Polonya’yı işgal etmeyi kabul ettiğini ileri sürüyor ve dolayısıyla SSCB’yi saldırgan sayıyorlar. Bu böyle mi?

G. Furr: Hayır. 1939’da dünyada hiçbir ülke SSCB’yi saldırgan saymadı. Bağlaşıkların hepsi ve (BM’nin önceli olan ve Türkçe literatürde daha çok Cemiyet-i Akvam olarak anılan- G. A.) Uluslar Ligası, Sovyetler Birliği’nin sınırlarını savunmakta olduğu ve Almanya-Polonya savaşı sırasında tarafsız kaldığı yolundaki savını kabul ettiler. Polonya’yı ve Polonya halkını yüzüstü bırakanlar, bu ülkenin siyasal ve askeri liderleriydi.

Sovyet hükümetinin tutumu, Polonya devletinin çöktüğü yönündeydi. Ancak, bu özgül tutum reddedilse bile Sovyetlerin hukuksal konumu gene de sağlamdı. 1958’de, yani Soğuk Savaşın en hararetli döneminde, SSCB’ye sempati duymayan, ama -bugün olduğu gibi o zaman da ender rastlanan- objektif bir bilim insanı olan George Ginsberg adlı bir Amerikan Uluslararası Hukuk uzmanı, Sovyetlerin eylemlerinin uluslararası hukuka aykırı olmadığını belirledi (American Journal of International Law/ Amerikan Hukuk Dergisi, Ocak 1958).

SSCB’nin Polonya’ya askeri birlik göndermeye hakkı olmadığını ileri sürenler, edimsel olarak Sovyetler’in Alman ordusunun ta 1939 öncesi sınırlara kadar ilerlemesine izin vermesi gerektiğini söylemiş olmaktadırlar. Ne dünyada herhangi bir devlet böyle davranırdı, ne de uluslararası hukuk bunu gerektirirdi.

Yineliyorum: Sovyetler Birliği Polonya’ya karşı saldırgan bir tutum almamıştır. İlgili okurların 2009 tarihli ve http://www.tinyurl.com/furr-mlg09 adresinde bulabilecekleri “Did the Soviet Union Invade Poland in September 1939” / “Sovyetler Birliği Eylül 1939’da Polonya’yı İşgal Etti mi?” başlıklı yazıma bakmalarını öneririm.

G. Times: Peki ya Moskova Duruşmaları? Hemen hemen tüm bilim insanları Stalin’in Moskova Duruşmalarında ve “Tuhaçevski Olayı”nda masum sanıklara karşı uydurma suçlamalar getirdiğine inanıyorlar.

G. Furr: Elde bulunan kanıtların hepsi de bunun tam tersini, yani sanıkların en azından itiraf ettikleri suçları işlediklerini gösteriyor. “Kanıtların büyük çoğunluğu” değil, TÜMÜ sanıkların suçlu olduklarını gösteriyor.

Aralarında Trotskist araştırmacıların da bulunduğu “anaakım” bilim insanları, sanıkların masum olduğu varsayımından yola çıkıyorlar. Bunun nedeni onların, siyasal önyargılarını araştırmalarına zorla dayatmalarıdır. Onlar bu vargılarını kanıtlara dayandırmıyorlar. Rus yetkilileri, Moskova Duruşmaları sanıklarının soruşturma raporlarını hala “çok gizli” konumunda tutuyorlar. Fakat zaman içinde hayli bilgi sızdı. Mart 1938 Moskova Duruşmasının baş sanığı Nikolay Buharin hakkında ve yüksek rütbeli askeri komutanların “Tuhaçevski Olayı” diye bilinen davası hakkında sanıkların gerçekten de suçlu olduklarını gösteren yeterinden de fazla kanıt var. Moskova’da oturan meslektaşım Vladimir L. Bobrov ile ben önümüzdeki yıl içinde, Gorbaçov dönemi Sovyet yetkililerinin, Buharin’i “masum” ilan eden Şubat 1988 tarihli “rehabilitasyon” raporunun kasıtlı olarak çarpıtılmış olduğunu gösteren bir kitap yayımlayacağız. Bu raporun kendisinin o zaman gizli olduğunu söylediği, ama şimdi erişilebilir hale gelen kanıtların ta kendisi, Buharin’in suçlu olduğunu ve Sovyet yetkililerinin bunu bilmelerine rağmen durumu örtbas ettiklerini göstermektedir.

Bu arada okuyucularınıza, 2007’de Rus bilimsel dergisi Klio’da (St. Petersburg) yayımlanan (Rusça- G. A.) makalemize (http://tinyurl.com/bukharin) bakmalarını öneriyorum.

Leon Trotski Moskova Duruşmalarının üçünde de yokluğunda yargılanan sanık konumundaydı. O, ‘terör’le –Stalin’i ve diğer Sovyet liderlerini öldürtmek için komplo kurmak- ve SSCB’nde iktidarı ele geçirmek için Nazi Almanya’sı ve militarist Japonya’yla iş birliği yapmakla suçlanmıştı. Ben Nisan 2010’da “Evidence of Leon Trotsky’s Collaboration with Germany and Japan” / “Leon Trotski’nin Almanya ve Japonya ile İşbirliğinin Kanıtları” başlıklı yazımı yayınladım (http://clogic.eserver.org/2009/Furr.pdf). Ele geçen kanıtlardan çıkarılabilecek bir tek sonuç var: Trotski suçluydu.

G. Times: Peki, ya Aralık 1934’te Leningrad Parti lideri Sergey Kirov’un öldürülmesi? Herhalde bu eylemi Stalin’in kendisinin planladığından ya da tek başına hareket eden çıldırmış bir silahlı kişinin eylemini siyasal düşmanlarından kurtulmak için sinik bir biçimde kullandığından kuşku duyulamaz?

G. Furr: Hruşçov, Stalin’in Kirov’u öldürttüğünü “kanıtlamak” istedi. Kendisine bağlı sahtekâr araştırmacılar bunu başaramayınca “tek başına hareket eden silahlı kişi” teorisini uydurdular ve Stalin’in Kirov’un öldürülmesini, sinik bir biçimde siyasal düşmanlarına “çamur atmak” –onları haksız yere suçlamak- ve infaz etmek için “kullandığını” ileri sürdüler. Bu bütünüyle yanlış. Elimizde bulunan kanıtlar sadece ve sadece, Kirov’un gerçekten de mensuplarının duruşmada ve –şimdi bir bölümüne ulaşabildiğimiz- gizli ön duruşma soruşturmalarında itiraf ettikleri gibi yeraltı muhalefeti tarafından öldürüldüğü hipoteziyle bağdaşmaktadır.

G. Times: 1937-38’in “Büyük Terör”ünde hemen hemen 700,000 kişi infaz edildi. Bunların hepsi de bir “suç” işlemiş miydi? Eğer değillerse, böylesi bir kıyım nasıl açıklanabilir?

G. Furr: 2005’te “Stalin and the Struggle for Democratic Reform” / “Stalin ve Demokratik Reform Savaşımı” (http://clogic.eserver.org/2005/furr.html ve http://eserver.org/clogic/2005/furr2.html) başlıklı ve iki bölümden oluşan denememi yayımladım.

O günden bu yana, (bazan Robert Conquest’in, hiç de dürüst olmayan ama etkili kitabının adına izafeten “Büyük Terör” olarak anılan) “Yejovşina” hakkında çok daha fazla kanıta ulaşmış bulunuyoruz.

Şimdi okurlarınıza, kanıtlara ulaşabilecekleri linklerle (http://tinyurl.com/ezhovshchina) bu vargıların İngilizce özetine (“The Moscow Trials and the ‘Great Terror’ of 1937-1938: What the Evidence Shows” / “Moskova Yargılamaları ve 1937-1938’in ‘Büyük Terör’ü: Kanıtlar Neyi Gösteriyor?”) bakmalarını önerebilirim.

Yeni elde edilen kanıtlar, NKVD’nin 1936’dan 1938’in sonlarına kadar şefi olan Nikolay Yejov’un Almanlarla da kumpas kurduğunu doğrulamaktadır. Sağ(cı)lar ve Trotskistlerin yaptığı gibi Yejov ve onun NKVD içindeki üst düzey adamları Almanya’nın, Japonya’nın ya da bir başka büyük kapitalist ülkenin işgaline bel bağlamışlardı. Onlar, kurşuna dizilmelerini sağlamak için işkence yaptıkları çok sayıda masum kişiyi, idamı gerektirecek suçlar itiraf etmeye zorladılar. Ve daha pek çok insanı da çarpıtılmış gerekçelerle ya da herhangi bir gerekçe olmaksızın infaz ettiler.

Yejov, çok sayıda masum insanın kitlesel olarak öldürülmesinin Sovyet halkının geniş bir bölümünün hükümete karşı tutum almaya itmesini umuyordu. Bu, bir Alman ya da Japon saldırısı sırasında Sovyet hükümetine karşı iç isyanların gerçekleşmesi için bir zemin oluşturacaktı. Yejov bu ve benzer konularda Stalin’e, Parti ve hükümet liderlerine yalan söyledi. 1937-38’de hemen hemen 680,000 kişinin bu korkunç kitlesel kıyımı, Yejov ve onun üst düzey adamlarının, Sovyet halkı arasında hoşnutsuzluk tohumları ekmek için gerçekleştirdikleri esas itibariyle haksız infazlardan oluşuyordu.

G. Times: Son soru: Sevelim ya da sevmeyelim, Jozef Stalin tarihte gelmiş geçmiş en büyük Gürcü. Stalin’e ilişkin değerlendirmenizi kısaca söyler misiniz?

G. Furr: Stalin’i, kendisinin de kabul ettiği standartla yargılamamızı öneriyorum. Stalin, Lenin’in öğrencisi olmaya çalıştı. O, sosyalizmi inşa etmek ve ardından sömürünün olmadığı, emekçi halk tarafından yönetilen ve onlara hizmet eden bir komünist toplum kurmak için uğraştı. Peki, ne ölçüde başarılı oldu?

Benim görüşüme göre Stalin, Lenin’in sadık bir öğrencisiydi. O, ilkeli bir insandı; çok zeki ve son derece çalışkan biriydi. Stalin, Bolşeviklerin niteliklerinin en iyileriyle donanmıştı. Ancak, Stalin ve onunla birlikte savaşan ve çalışan insanlar, uğruna bu denli uğraş verdikleri komünist toplumu kurmayı başaramadılar.

Bence, Lenin’in yaşamış ya da SSCB’nin başında Trotski, Zinovyev ya da başka birisinin olmuş olması halinde sonuç pek de farklı olmazdı. Başarısızlığın nedeni, Stalin’in, Bolşeviklerin ve Sovyet emekçi halkının yeterince çaba harcamamış olmaları değildi. Kusur, onların sosyalizmi inşa etmeye ve ardından komünizm yolunda ilerlemeye ilişkin anlayışlarındaydı. Bu kuşağa ya da gelecekteki kuşaklara düşen görev, Stalin de içinde olmak üzere Bolşeviklerin başarılarından ve başarısızlıklarından öğrenmek ve onların ulaşmak için bu denli kahramanca uğraştıkları amaçlar doğrultusunda daha da ileri gitmektir.

‘Anti-Stalinizm’- Mit mi yoksa Gerçeklik mi?

The Georgian Times, 11 Ekim 2010

The Georgian Times, ABD’nin New Jersey eyaletindeki Montclair Eyalet Üniversitesi’nde profesör olan Dr. Grover Furr ile yaptığı özel mülakatı yayımlamayı sürdürüyor.

“Anti-Stalinizm”i tartışmak için önce “Stalinizm”i tartışmamız gerekir. “Leninizm” teriminin kullanıma girmesi, “Stalinizm” sözcüğünün kullanılmasını kaçınılmaz kıldı. Stalin, “Trotskizm” terimini 19 Kasım 1924 gibi erken bir tarihte kullandı. “Stalinizm” sözcüğünün kullanımı da aşağı yukarı bu döneme dayanır. “Stalinizm” sözcüğünün Trotski tarafından icat edildiği sanılıyor. O bu terimi, 28 Haziran 1917’de G. Evdokimov ile birlikte yaptığı ortak açıklamada kullandı.

İlk başlarda “Stalinizm” sadece, Stalin’in liderliğiyle bağlantılı politikalar anlamına geliyordu. Sabık Alman komünisti Arthur Rosenberg Temmuz 1927’de bu terimi, dünya devriminin eli kulağında olmadığının kabulü anlamında kullanmıştı. Trotski “Stalinizm”i, Stalin’in politikalarının “Leninizm”le karşıtlık içinde olduğunu göstermek amacıyla kullandı ve Stalin de “Trotskizm”i aynı amaçla kullandı.

Fakat zamanla “Stalinizm” terimi, gerçeklerden tamamen kopuk bir anlam kazandı. İşte bazı “Stalinizm” tanımları:

“Stalinizm”, 1930-50’ler arası dönemde SSCB’nde meydana gelen ve J. V. Stalin’in yaptıklarıyla –toplumsal yaşamın her yanının denetimi anlamında kişisel iktidar rejimi, kitlesel baskı vb.- bağlantılı olaylar” – Kuznetsov’un Açıklamalı Rus Dili Sözlüğü.

Dmitriy Pospiyelovski, “Restalinizasyon ya da Destalinizasyon” adlı kitabında şöyle diyor: “Stalinizmin formel bir tanımı şöyle yapılabilir: tek bir diktatörün keyfi bir biçimde ve herhangi bir parti organı tarafından denetlenmeksizin yönettiği, Marksist-Leninist dogmanın biricik yorumcusu olduğu ve etrafının kendi kişiliğine tapınmayla çevrili olduğu tek kişi diktatörlüğü.” (Russian Review 27, No. 3 (Temmuz 1968), s. 307-320, s. 309)

Stalinizm tanımlarının büyük çoğunluğu bu iki tanımda olduğu gibidir.

Bu tanımların en önemli yanı, ayrıntılarına varana değin yanlış olmalarıdır. Stalin tanım gereği hiçbir zaman “diktatör” olmamıştı. Parti liderleri onun görüşlerini kabul etmeyebiliyor ve (zaman zaman- G. A.) da kabul etmiyorlardı. SSCB’de hiçbir zaman “toplumsal yaşamın her yanının sıkı sıkıya denetimi” söz konusu değildi.

Bir dizi teorisyen ve zamanın Sovyet liderliğinin çoğunluğu, onun Marksizm-Leninizm yorumuna katılmıyordu.

Stalin kişisel olarak “tapınma”ya karşı çıktı ve onu “zararlı” olarak niteledi. O, diğer liderler öyle davranmasını dayattıkları için buna katlandı. Hatta Malenkov, Stalin’in ölümünden kısa bir süre sonra bunu itiraf etti.

“Anti-Stalinizm”, Stalin dönemi SSCB’nin tarihinin çarpıtılması anlamına gelmektedir. Bu, yukardaki türden ve daha pek çok tarihsel uydurmalara, yalanlara dayanır. Bu tarihsel uydurmaların serpilmesinin nedeni, onların anti-komünizmin çıkarlarına hizmet etmeleridir. “Anti-Stalinizm”, anti-komünizmin bir biçimidir. Benim görüşüme göre, “anti-Stalinist” uydurmaların üç ana kaynağı ya da “akımı” var: Leon Trotski, Nikita Hruşçov ve Mihail Gorbaçov.

“Anti-Stalinist” uydurmaların ilk kaynakları arasında Leon Trotski en önemlisidir. Kendi etkinliklerine, Stalin’e ve kendi dönemindeki Sovyetler Birliği’ne ilişkin korkunç yalanları; onu her renkten anti-komünistler arasında son derece popüler hale getirdi. Uydurmalarını “sol” bir kılığa büründürdüğü için bazı dürüst insanları da kendi örgütlerine çekebildi. Kapitalistler de ona, kendi uydurmalarını yaymakta yardımcı oldular.

Dürüst eleştiri, her alanda son derece yararlıdır. Lenin’in zamanında çok miktarda dürüst eleştiri ve görüş ayrılığı vardı. Trotski’nin –sosyalizmin tek bir azgelişmiş ülkede, yani SSCB’de zafere ulaşamayacağı yolundaki- görüşünü, içlerinde Lenin’in de olduğu başka birçok kişi kısmen paylaşıyordu. Trotski’nin (ve diğerlerinin) bu ve benzer eleştirileri tartışılmayı hak ediyordu.

Trotski’nin komünist hareket içinde olumsuz ve yıkıcı bir rol oynamış olmasının nedeni onun, sosyalizmin inşasının yolu konusunda Stalin’le anlaşamamış olması değil, devasa ölçekte bir çarpıtıcı olmasıydı. Trotski, dürüst olmadığı için zararlı ve gerici bir rol oynadı.

Trotski kendi çıkarlarının ve siyasal iktidarın peşindeydi. O, kolektif tarzda çalışma yetisinden yoksun bir bireyciler şahıydı. Önerileri 1920’lerdeki tartışmalarda yenilgiye uğradığında asla çoğunluğa boyun eğememiş ve Parti çizgisini izlemeyi kabul edememişti. Tersine o, gizlice ve dürüst olmayan bir biçimde çeşitli entrikalara girişti. Böyle davrandığı için sürgüne gönderildiğinde Trotski’nin uydurmaları ve yalanları giderek daha da rezil bir nitelik kazanmaya başladı. O günden bu yana tüm anti-komünist propagandacılar ve “bilginler” büyük ölçüde Trotski’nin Stalin’e ve SSCB’ne ilişkin uydurmalarından yararlanmışlardır.

“Anti-Stalinizm”in ikinci büyük kaynağı Nikita Hruşçov’du. Hruşçov, Stalin ve Sovyet tarihi hakkında gerçekten de devasa ölçekte yalanlar imal etmeye koyuldu. Bunların bir bölümünü Anti-Stalinist Alçaklık (=Antistalinskaia podlost) adlı kitabımda yazdım. Hruşçov’un yalanları ve onun yazdırdığı yalanlar üzerine bir dizi denemem daha çok geçmeden yayınlanacak.

Anti-Stalin yalanların üç ana “ırmağı”ndan ikisi, Trotski ile Hruşçov’dur. Aleksandr Orlov gibi diğerleri hem kendileri yalanlar uydurmuş hem de bu ikisinden kopya çekmişlerdir.

“Anti-Stalinizm”in üçüncü büyük kaynağı, Gorbaçov döneminde ve onun rejimi tarafından uydurulan ve yayılan uydurmalardır. Gorbaçov dönemi “tarihçileri”, Trotski’den ve özellikle Hruşçov’dan yararlandılar ve bunlara kendi çarpıtmalarını eklediler. Gorbaçov dönemi çarpıtmaları Yeltsin döneminde sürdürüldü ve bugün de sürüyor. Moskovalı meslektaşım Vladimir L. Bobrov ve ben çok yakında Yauza tarafından yayımlanacak olan “1937 god. Pravosudie Stalina” adlı kitabımızda, bu Gorbaçov dönemi çarpıtmalarının bir bölümünü daha irdeliyoruz.

G. Times: Hruşçov’un, Şubat 1956’daki 20. Parti Kongresi’nde yaptığı konuşma, Sovyet halkının birbirini izleyen üç kuşağının zihinlerini güçlü bir biçimde etkiledi. Bu konuşma, SSCB’ni değişikliğe uğrattı ve komünist hareketi dünya ölçeğinde baltaladı. Siz, Hruşçov’un konuşmasında yer alan 61 yalanı sergilediniz. Hruşçov’un en ölçüsüz yalanlarından birkaçına kısaca değinebilir misiniz?

G. Furr: Aslına bakılırsa, Hruşçov’un Stalin’e ve Lavrenti Beria’ya yönelik “açığa vurma” ve suçlamalarının tek tek hepsi yanlıştır. Birkaç örnek: “Kişiye tapınma”. Stalin buna karşı çıkıyordu; fakat Hruşçov bu iğrenç “tapınma”yı ateşli bir biçimde teşvik ediyordu. Hruşçov Stalin’in, “kendisine muhalefet eden liderleri ahlaksal ve fiziksel olarak yok ettiğini” ileri sürüyordu. Aslına bakılırsa, böyle bir şey hiç, tek bir kez bile olmadı. Hruşçov, bu konuşma sırasında alıntıladığı bütün belgeleri kasıtlı olarak çarpıttı: Pavel Postişev’in Şubat 1937 Merkez Komitesi plenumundaki sözleri; sözüm ona Ocak 1939 tarihli “işkence telgrafı”; Robert Eikhe’nin mektubu buna örnektir.

Bu yalanlar arasında en rezilce olanı hangisiydi? Büyük olasılıkla Hruşçov’un göndermede bulunduğu sahte “rehabilitasyon raporları!” Bunların birçoğu 2000 yılında yayımlandı. Hepsi de düzmece. Bu raporların hiçbiri, “rehabilite edilen” kişilerin masum olduğunu kanıtlamıyor. Bunların bir bölümünü kitabımda ele alıyorum.

Bu konuşmadan sonra Hruşçov ve ona bağlı olarak çalışanlar yalan söylemeye –örneğin Moskova Duruşmaları ve Tuhaçevski Olayı sanıkları hakkında- devam ettiler. Onlar, 1961’deki 22. Parti Kongresi’nde yalan söylemeye devam ettiler. Hruşçov’un adamlarının sağladığı sahte verilere dayandıklarından, Hruşçov dönemi kitaplarında yayımlanan “açığa vurmalar”ın da hemen hemen hepsi yalandır. Bunun böyle olmasının çok önemli sonuçları olacaktır.

Sovyet tarihinin, Gorbaçov döneminden bu yana günümüzdeki çarpıtıcıları, hala Stalin dönemine ilişkin Hruşçov dönemi uydurmalarını esas alıyorlar. Onlar, buna ek olarak yeni çarpıtmalar da uyduruyorlar.

SSCB’deki Kolektivizasyon Çok Sayıda Avrupalı’nın Yaşamını Kurtardı

The Georgian Times, 19 Ekim 2010

Ben, uzun süredir kolektivizasyon ve kıtlık (Holodomor) konularına ilgi duymaktayım.

Ben yıllardır, Sovyetler’deki kıtlıklar konusunda dünyanın en iyi araştırmacısı olan West Virginia Üniversitesi profesörü Dr. Mark Tauger ile iletişim halindeyim. Ne anti-komünist ve ne de pro-Stalin ya da pro-komünist olan Tauger, diğer araştırmacılardan farklı olarak tümüyle objektif bir araştırmacıdır. O sadece gerçeği keşfetmeye çalışmaktadır.

Tauger’e göre Rusya tarihinde, yaklaşık her iki ya da üç yılda bir olmak üzere yüzlerce kıtlık yaşanmıştır. 1920-21’de, 1924’te, 1927’de ve 1928’de de ciddi kıtlıklar yaşandı.

G. Times: Neden bazı tarihçiler kolektivizasyonun ve sanayileşmenin Stalin’in ve Bolşeviklerin en büyük hataları olduğunu düşünüyorlar?

G. Furr: Tauger 2001’de, 1928 kıtlığı üzerine, “Tahıl krizi mi yoksa kıtlık mı?” başlıklı bir makale yayımladı. 1920-21 yıllarının “Volga kıtlığı”nı kısmen, yaşanan acıları gözler önüne seren dehşet verici fotoğraflar çekmiş olan Nansen yardım komisyonundan ötürü iyi biliyoruz. Ancak, 1924 ve 1927-28 kıtlıkları büyük ölçüde görmezden gelindi. Görmezden gelmedikleri durumlarda anti-komünist araştırmacılar bunların “kıtlık” olduğunu reddediyor ve onları “bölgesel ve yerel sorunlar” olarak adlandırıyorlar.

Onlar, Rusya’da büyük ya da küçük boyutlarda kıtlıkların çok sık meydana geldiği olgusunu gizlemek için böyle davranıyorlar. Anti-komünist yazarlar insanları, böylesi kıtlıkların kolektivizasyona kadar olan dönemde seyrek olduğuna inandırmaya çalışırlar. Fakat aslında, kıtlıklar yaygındı ve kolektivizasyon esas itibariyle, durmadan yinelenen bu sorunu çözme girişimiydi.

Churchill, İkinci Dünya Savaşı dönemi anılarını anlattığı Hinge of Fate adlı kitabında yer alan ünlü bir pasajda Stalin’in ellerini havaya kaldırarak şu sözleri söylediğini aktarır:

“On milyon. Korkunç bir şeydi. Dört yıl sürdü. Periyodik kıtlıklardan sakınmak için toprağı traktörlerle sürebilmek mutlak bir gereklilikti.”

Churchill bu ciltleri yıllarca sonra yazdı ve o sıralar belleği büyük olasılıkla kusursuz olmaktan uzaktı. Fakat hiç kimse Churchill’in “periyodik kıtlıklardan sakınma”ya ilişkin bu pasajı uydurduğunu ileri sürmedi. Gerçekten de bu (Churchill’in kıtlıklar hakkında söyledikleri- G. A.) doğruydu.

Tauger halihazırda, daha eski tarihlerde meydana gelen kıtlıklar üzerinde çalışıyor.

Dolayısıyla, sanayileşmeyi finanse etmek için gerçekten de zorunlu olmakla birlikte, kolektivizasyona sadece bu amaçla girişilmemişti. O, çok sayıda insanın yaşamını yitirmesine yol açan periyodik kıtlıklara son vermek için de zorunluydu.

Ve 1932-33 kıtlığı, temel nedeni savaşın yol açtığı devasa yıkım olan 1946-47 savaş sonrası kıtlığı sayılmazsa, son kıtlık oldu. 1932-33 kıtlığı tartışmalarında bu olgu hep gözlerden saklanır.

Kolektivizasyon tabii ki ölümlere yol açtı! Bunu hiç kimse yadsımadığı gibi ben de yadsımıyorum.

Kolektivizasyona gitmemek de ölümlere yol açacaktı. Statüko, kıtlıklar nedeniyle ölümlere yol açıyordu… Yeni Ekonomik Politikayı (=NEP) sürdürmek de kıtlık kaynaklı ölümlere yol açacaktı.

Demek ki, eldeki bütün seçenekler ölümlere yol açacaktı. Bu konuya iki tarzda yaklaşılabilir: Birincisi kimler ölecekti? Ve ikincisi ne kadar insan ölecekti?

Kolektivizasyon, köylere egemen olan zengin köylüleri (“kulak”) hedef alıyordu. Statüko esas dikkati, en yoksulların çektiği acı üzerine yoğunlaştırıyor. Statüko, yoksullara karşı zenginleri gözetiyordu. Kolektivizasyon, zenginlere karşı yoksulları gözetti. Aslına bakılırsa, yiyecek maddelerini satın alıp daha sonra fiyatları yükseltebildikleri için zenginler kıtlıklar sırasında daha da zenginleşiyorlardı.

Kolektivizasyon olmasaydı kaç kişi ölürdü? Burada bir sürü olasılık var. İşte bir tanesi. Savaş – Bolşevikler, Avrupa devletlerinin içinde yer aldığı ve belki Japonya’nın da katılacağı şu ya da bu bağlaşmanın er ya da geç SSCB’yi işgal edeceğini düşünüyorlardı. Bu aynen gerçekleşti.

Kolektivizasyon sayesinde sanayileşme sağlandı. Sanayileşme olmaksızın SSCB modern bir ordu kuramazdı.

Beklentilere uygun olarak, tümüyle masum 28 milyon Sovyet yurttaşını öldüren Naziler neredeyse SSCB’yi ele geçireceklerdi.

G. Times: Modernleştirilmiş bir Kızıl Ordu olmuş olmasa ve Naziler SSCB’yi ele geçirmiş olsaydı?

G. Furr: Eğer Naziler SSCB’yi ele geçirmiş olsalardı, çok daha fazla sayıda Sovyet yurttaşı öldürülecekti. Hitler’in planı böyleydi. İki cephede birden savaşma kaygısı olmayan ve SSCB’nin bütün kaynaklarını elinin altında bulunduran bir Hitler, Bağlaşıklar açısından çok daha tehlikeli bir düşman olurdu. Almanlar ve –aralarında Ukrayna milliyetçilerinin ve 14. Waffen-SS Tümeni olarak da bilinen Ukrayna Asi Ordusu’nun da bulunduğu- bağlaşıkları yüzbinlerce, belki de milyonlarca daha fazla Bağlaşık askeri ve yurttaşını öldürebilirlerdi.

Hitler’in Britanya adalarını işgale ilişkin ciddi planları vardı. O bunu yapabilirdi! Ne kadar çok Birleşik Krallık yurttaşı yaşamını yitirirdi? Pek çok insan!

Japonlar Uzakdoğu’da Bağlaşıklara karşı çok daha güçlü hale gelmiş olurlardı. Onlar, Nazilerden insan ve materyal desteği ve işgal edilmiş olan SSCB’nden Sahalin (adası- G. A.) petrolünü alabilirlerdi. Bu durumda onlar, çok daha fazla İngiliz, Fransız, Hollandalı, Çinli, Vietnamlı ve Amerikalı öldürürlerdi.

Ve Yahudileri de unutmayalım. Daha işin başında Britanya ve Fransa ordularının işini bitirmiş olan Hitler, ellerini kollarını sallayarak dolaştığı Avrupa’da daha da fazlasını yapardı.

G. Times: Böyle bir durumda Hitler’in, öldürmüş olduğundan daha da fazla Yahudi öldürebileceğini düşünüyor musunuz?

G. Furr: Bence bu tartışma götürmez. Tabii ki o, çoğu Slav olmak üzere çok büyük sayıda “Untermenschen” (=alt-insan) ile birlikte daha da fazla Yahudi öldürürdü!

Bu bakımdan, son derece haklı olarak, SSCB’deki kolektivizasyonun sadece çok büyük sayıda Sovyet yurttaşının yaşamını kurtardığını söylemekle yetinemeyiz. Kolektivizasyon çok büyük sayıda Avrupalı, Çinli ve Amerikalıların, hatta Japon ve Almanların yaşamlarını da kurtardı. Savaşın daha fazla uzaması halinde, Eksen ülkelerinde de daha fazla asker ve yurttaş yaşamını yitirecekti.

Bu, yol açtığı iyi şeyler ve engellediği kötü şeyler hesaba katıldığında, eşlik ettiği sorunlar ve ölümlere rağmen kolektivizasyonun 20. yüzyılın en büyük zaferlerinden biri olduğu anlamına gelir.

Kolektivizasyonun tek alternatifi, Çarların yapmış olduğu gibi her 2-3 yılda bir kıtlıkların meydana gelmesine süresiz olarak katlanmak ve sanayileşmeden bütünüyle değilse de onlarca yıl süreyle vazgeçmekti. (Nazilere kalsaydı, onlar bütün Slavları eğitimden yoksun serflere dönüştüreceklerdi.)

Çok hızlı (“yoğunlaştırılmış”) sanayileşme olmaksızın Kızıl Ordu Nazi işgaline karşı savaşmaya hazır olamazdı.

Bolşeviklerin kolektivizasyon ve sanayileşme deneyimlerine göz atmak bizlere çok şey öğretir. Çin Komünistleri, Vietnam Komünistleri vb. bunu kesinlikle yaptılar! Onlar Sovyet örneğini kölece taklit etmemede kararlıydılar ve etmediler de.

Fakat Bolşevikler –ya da isterseniz “Stalin”- bir ilktiler. Onlar, edinilmiş deneyimin verdiği avantajdan yoksundular. Onların, hatalı olduğu daha sonra ortaya çıkan birçok karar almaları son derece doğaldı. Bu öncülerin değişmez yazgısıdır.

Kolektivizasyon sırasında Bolşevikler tonlarca hata yaptılar. Ama, bu işe hiç kalkışmamak ölçülemeyecek ölçüde daha büyük bir hata olurdu!

Ve sorun tam da bu. Bu hususlara değinmek rağbet görmüyor ve “siyasal bakımdan uygunsuz” sayılıyor. Doğu’da ve Batı’da, özellikle seçkinler arasında egemen olan anti-komünist ve özellikle anti-Stalinist ortodoksluk, bu düşüncelerin yayınlanmasını hemen hemen olanaksız hale getiriyor. Bu bir olgu, bu gerçeğin ta kendisi ama “onu söyleyemezsiniz.”

Stalin ve onun döneminin Bolşeviklerini “mazur göstermeye” çalışmıyorum. Onlar ellerinden geleni yaptılar.

Sahip oldukları bilgiler ve SSCB’de 1928’deki durum göz önüne alındığında onların, çok hızlı kolektivizasyon ve sanayileşme dışında bir seçenekleri yoktu.

Şimdiye kadar hiçbir tarihçi ya da iktisatçı Bolşeviklerin 1929’da benimseyebilecekleri geçerli bir alternatif plan önerememiştir. Tek bir kişi bile çıkmamıştır bunu yapacak! Birisinin böyle bir plan bulduğunu varsaymamız halinde bile onun, Bolşeviklerin –Stalin ya da başka birinin- bu planı 1928’de bilebileceğini kanıtlaması gerekecektir.

Bunun gerçekleştirilebileceğinden kuşkuluyum. Bugün, kolektivizasyonun çok sayıda can yitimine yol açtığını biliyoruz. Fakat bunu, geriye doğru bakabildiğimiz ve bu sürecin nasıl geliştiğini görebildiğimiz için biliyoruz. Stalin ve yoldaşları 1928’de bunu göremezlerdi. Onlar edinilmiş deneyimin verdiği avantajdan, kendi deneyimlerinden öğrenebilme olanağından yoksundular!

Biz bugün bu olanağa sahibiz. Buna rağmen hiç kimse ortaya uygulanabilir seçenek çıkaramamıştır. Dolayısıyla, tarihsel olarak söylemek gerekirse, böyle bir seçenek YOKTU.

Bu, anti-Stalinist, anti-komünist tarihçilere ve benzerlerine, ellerini ovuşturmaktan ve ahlak dersi vermekten vazgeçip kolektivizasyonun geçerli seçeneklerinin ne olduğunu açıklamaları için yapılmış nazikçe, ama doğrudan bir meydan okumadır.

Grover Furr: ‘Milliyetlerin Sürgünü Mazur Görülebilir Bir Önlemdi’

The Georgian Times, 9 Kasım 2010

G. Times: Profesör Furr, ya halkın savaş sırasındaki sürgün edilmesine ne buyrulur? Olup bitenler kabaca bilindiğine göre, yanıtlanması gereken esas soru şu: Böylesi sürgünler nasıl haklı çıkarılabilir? Bunlar bir tür jenosit değil miydi?

G. Furr: 25 Şubat 1956’da 20. Parti Kongresi’nde yaptığı gizli konuşmada Hruşçov bu sürgünlere üç noktada karşı çıktı: (1) “hiçbir istisna” yapılmamıştı; (2) bunları, “dayatan herhangi bir askeri gerekçe” yoktu, (3) “bireylerin ya da grupların düşmanca eylemleri nedeniyle uluslar bir bütün olarak” cezalandırılmışlardı.

Bu savların hiçbiri de doğru değildir. Koyu bir anti-Stalinist olan Rusya’nın önde gelen sürgün uzmanı N. Bugai, savaş gazileri ve onların ailelerinin sürgünlerinde bazı istisnalar yapıldığını belgelemiştir. Bugai şunu da söylemiştir: “… Önceliklerini cephe hattının gerisinde ve özellikle Kuzey Kafkasya’da düzeni sürdürme olarak saptayan Sovyet hükümeti, bu önceliklerin dağılımını esas itibariyle doğru bir biçimde yapmıştır.”

G. Times: Peki ama uluslar bir bütün olarak sürgün edilmeli miydi?

G. Furr: Bence bu soru, iki bölüm halinde yanıtlanabilir. Birincisi, bu isyanların ne ölçüde kitlesel bir nitelik taşıdığı ve ikincisi de jenosit sorunudur. Birbirlerine özgün bir dil, tarih ve kültürle sımsıkı bağlı insanlardan oluşan küçük bir ulusal grubu parçalara ayırmak, aslında onu yok etmek demektir.

Amerikalı anti-komünist Ann Applebaum, ünlü “GULAG” adlı kitabında kitlesel isyanlar ve askerden kaçmalar olduğunu yadsımaktadır. Ben, Antistalinskaia Podlost adlı kitabımda başka araştırmacıların ortaya çıkardığı ve bu pro-Nazi isyanların gerçekten de söz konusu etnik gruplardan halkın çoğunluğunu kapsadığını kanıtlayan olgulara değindim.

Örneğin, silah altına alınan Kırım Tatarları’nın yüzde 90’ı askerden kaçtılar. Alman kaynaklarına dayanan araştırmacı J. Otto Pohl, bunların hepsinin Nazi kuvvetlerine katılmadığını ileri sürmüştür. Bu görüşün doğru olması bir şeyi değiştirmez: Sovyetler bunun böyle olup olmadığını bilmedikleri gibi, kaçakların büyük çoğunluğu da anti-Sovyet partizan çetelerine ve haydut gruplarına katılmışlardı.

Aynı biçimde, 1942’de silah altına alınan Çeçen ve İnguş’ların yüzde 93’ü askerden kaçtılar, saklandılar, Nazilere katıldılar ya da asi ve haydut gruplarına katıldılar. Pro-Nazi Çeçen milliyetçileri Şubat 1943’te Nazi bayrağı altında büyük bir pro-Alman isyana önderlik ettiler.

Grigory Tokayev and Viyaçeslav Molotov, savaş sırasında bu bölgelerde büyük ölçekli anti-Sovyet isyanların meydana geldiğinde anlaşıyorlar.

Aralarındaki tek fark Tokayev’in bu isyanları haklı görmesinde yatmaktadır.

Tarihçi V. I. Zemskov, genel olarak sürgünler konusunda uzmanlaşmış bir kişidir. Onun tahminine göre, sürgüne gönderilen 151,720 Kırım Tatarının 191’i sürgün sırasında ölmüştür. Bu yüzde 0,13 demektir. Ne yüzde 13, ne de yüzde 1,3.

Bugai ile Gomov’a göre, “NKVD kayıtları, aynı dönemde yakalanan 493,269 Çeçen ve İnguş uyruklu kişiyi taşıyan 180 tren konvoyundan söz ediyor. Operasyon sırasında 50 kişi ve yolculuk sırasında da 1,272 kişi öldü.” Bu rakam, yüzde 0,27’ye, asilerin silahsızlandırılması vb. sırasında ölen 50 kişiyi saymazsak yüzde 0,26’ya denk düşüyor. Bu olayların kış koşullarında ve dünya tarihinde yaşanan en acımasız savaş sırasında meydana geldiği göz önüne alındığında, rakamın pek yüksek olmadığı görülür. Bu büyük olasılıkla, işgal koşullarındaki Sovyet sivillerinin verdiği kayıp oranlarının çok altındadır.

Çeçen-İnguşlar ve Kırım Tatarları’nın durumunda Nazilerle iş birliği, kitlesel boyutlardaydı ve nüfusun büyük çoğunluğunu kapsıyordu. “Sadece suçluları” izole etmeye ve cezalandırmaya çalışmak, söz konusu ulusları parçalamak anlamına gelecekti. Bu büyük olasılıkla, söz konusu ulusların yok edilmesine yol açacak ve sonuçta ortada genç kadınların evlenebileceği çok az genç erkek kalacaktı. Bunun yerine, (Sovyetler’in uyguladığı yöntem sayesinde- G. A.) ulusal gruplar bir arada tutuldular ve zamanla nüfusları yeniden arttı.

G. Times: Fakat, eğer ulusların sürgünü, tıpkı tarımın kolektivizasyonunda ve sözüm ona “Holodomor”da olduğu gibi basit bir biçimde mazur gösterilebilirse, dünyanın her yerindeki saygıdeğer tarihçilerin bu olayı eleştirmesini nasıl açıklarsınız?

G. Furr: Bunu anlamanın zor olduğunu sanmıyorum. Sovyet tarihinde ve özellikle Stalin döneminde yaşanan bu olaylar; aşırı işçi sınıfı düşmanı ve sağcı milliyetçi akımların yararına yanlış yorumlanmakta, çarpıtılmakta, yalanlara konu edilmektedir.

Yukarda ele almış olduğum sürgünler, Nazilerle yapılan büyük ölçekli iş birliğinin sonucunda meydana gelmişti. Nazilerle yapılan bu iş birliğini meşrulaştırmak ve bu grupların içindeki sağcı milliyetçiler yararına bir “görkemli geçmiş” yaratmak için Nazilerle yapılan bu iş birliğinin “haklı” ve sürgünlerin “haksız” olduğunun gösterilmesi gerekmektedir.

Yakob Cugaşvili ve Eka Buçukuri (The Georgian Times’ın Gürcüce basısından -İngilizceye- çevrilmiştir.)

29 Ekim 2023 Pazar

SSCB'DE META ÜRETİMİ VE DEĞER YASASI – JOSEF STALİN

SSCB’DE SOSYALİZMİN EKONOMİK PROBLEMLERİ: META ÜRETİMİ VE DEĞER YASASI – JOSEF STALİN


1. Sosyalizmde Ekonomik Yasaların Karakteri Sorunu

Bazı yoldaşlar bilimin yasalarının, özellikle de sosyalizmde politik ekonominin yasalarının nesnel karakterini yadsıyorlar. Politik ekonominin yasalarının, insan iradesinden bağımsız olarak gerçekleşen süreçlerin yasalarını yansıttığını yadsıyorlar. Tarihin Sovyet devletine verdiği özel rol göz önüne alınarak, Sovyet devletinin, onun yöneticilerinin, politik ekonominin mevcut yasalarını ortadan kaldırabileceğini, yeni yasalar “koyabileceğini”, yeni yasalar “yaratabileceğini” düşünüyorlar.

Bu yoldaşlar temelden yanılıyor. Görüldüğü gibi bunlar, doğada veya toplumda, nesnel, insan iradesinden bağımsız olarak gerçekleşen süreçleri yansıtan bilimin yasalarıyla, insanların iradesine göre yaratılan ve yalnızca hukuki gücü bulunan, hükümetlerin çıkardığı yasaları birbirine karıştırıyorlar. Ama bunlar asla karıştırılmamalıdır.

Marksizm, bilimin yasalarını doğa bilimleri yasaları mı yoksa politik ekonominin yasaları mı olduğu hiç fark etmez, insan iradesinden bağımsız, nesnel olarak gerçekleşen, nesnel süreçlerin yansıması olarak kavrar. İnsanlar bu yasaları keşfedebilir, onları tanıyabilir, araştırabilir hareketlerinde onları dikkate alabilir, toplum yararına onları kullanabilirler, ama bu yasaları değiştiremezler veya ortadan kaldıramazlar. Bilimin yeni yasalarını koymaları veya yaratmaları ise hiç mümkün değildir. Bu örneğin, doğa yasalarının etkilerinin, doğa güçlerinin etkilerinin hiç önüne geçilemez olduğu, doğa güçlerinin yıkıcı etkilerinin her zaman ve her yerde, insanların etkide bulunamayacakları amansız bir güçle ortaya çıktıkları anlamına mı geliyor? Hayır, bu anlama gelmiyor. Gelişme yasalarını biliyor olsalar da, insan gücünün gerçekten etkide bulunamadığı astronomik, jeolojik ve diğer bazı benzer süreçler bir yana bırakıldığında, birçok başka durumda insanın gücü buna yeter ve doğa süreçlerine etkide bulunma olanağına tümüyle sahiptir. İnsanlar doğanın yasalarını kavradıklarında, onları göz önüne aldıklarında ve onlara dayandıklarında, beceriyle kullandıklarında, bütün bu örneklerde onların etkinlik alanını daraltacak, yıkıcı doğa güçlerine başka bir yön verecek, yıkıcı doğa güçlerini toplumun hizmetine sokacak durumdadırlar.

Çok sayıdaki örneklerden birini ele alalım. En eski çağlarda, büyük ırmakların su taşması, seller ve bununla bağıntılı olarak yerleşim yerlerinin ve tarlaların tahribi, insanların çaresiz kaldığı önüne geçilmez doğa felaketleri sayılıyordu. Ancak zamanla, insanların bilgisinin gelişimiyle birlikte, insanlar baraj ve hidroelektrik santralleri yapmayı öğrendiklerinde, eskiden önüne geçilmez gibi görünen sel felaketlerinden toplumu korumanın mümkün olduğu görüldü. Daha da ötesi, insanlar doğanın yıkıcı güçlerini dizginlemeyi, deyim yerindeyse ona gem vurmayı, suyun gücünü toplumun hizmetine sokmayı ve onu tarlaların sulanması, enerji kazanımı için kullanmayı öğrendiler.

Bu, insanların böylece, doğa yasalarını, bilimin yasalarını ortadan kaldırdıkları, yeni doğa yasaları, yeni bilim yasaları yarattıkları anlamına mı gelir? Hayır, bu anlama gelmez. Bütün bu suyun yıkıcı gücünün etkilerinin önüne geçilmesi ve toplumun yararına kullanılması sürecinin, bilim yasalarının herhangi bir biçimde çiğnenmesi, değiştirilmesi veya geçersiz kılınması olmaksızın, yeni bilim yasaları yaratılmaksızın gerçekleşmesi söz konusudur. Tersine, bütün bu işlem doğa yasalarının, bilim yasalarının hassas temelinde gerçekleştirilir, çünkü doğa yasalarına, ufak da olsa, her aykırılık, yalnızca her şeyin bozulmasına, işlemin sonuçsuz kalmasına yol açar.

İster kapitalizm dönemi, ister sosyalizm dönemi söz konusu olsun, aynı şey ekonomik gelişme yasaları, politik ekonominin yasaları için de söylenebilir. Ekonomik gelişmenin yasaları, aynı doğa bilimlerinde olduğu gibi, ekonomik gelişmenin, insan iradesinden bağımsız gerçekleşen süreçlerini yansıtan nesnel yasalardır. İnsanlar bu yasaları keşfedebilir, onları anlayabilir ve onlara dayanarak onları toplum yararına kullanabilir, bazı yasaların yıkıcı etkilerine başka bir yön verebilir, etkinlik alanlarını sınırlayabilir, açığa çıkmaya çalışan başka yasalara yol açabilir, ama onları feshedemezler veya yeni ekonomik yasalar yaratamazlar.

Politik ekonominin özelliklerinden biri, yasalarının, doğa bilimlerinin yasalarından farklı olarak uzun süreli olmaması, bu yasaların en azından çoğunun, belirli bir tarihsel dönem boyunca etkin olmaları, sonra yeni yasalara yer açmalarından ibarettir. Ama bu yasalar ortadan kaldırılamaz, tersine yeni ekonomik koşullar sonucunda güçlerini yitirirler ve insan iradesiyle yaratılmayan, tersine yeni ekonomik koşullar temelinde oluşan yeni yasalara yer açmak için sahneden çekildiler. Engels’in Anti Dühring’ine, insanların, kapitalizmin ortadan kaldırılması ve üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla, üretim araçları üzerinde egemenliğe ulaşacakları, toplumsal ekonomik ilişkilerin boyunduruğundan kurtularak toplumsal yaşamlarının “efendileri” haline gelecekleri formülüne dayanılıyor. Engels bu özgürlüğü “gerekliliğin anlaşılması” olarak adlandırıyor. Ama bu “gerekliğin anlaşılması” ne anlama gelebilir? Bu, insanların objektif yasaları (“gerekliliği”) anladıktan sonra, bunları tamamen bilinçli olarak toplumun yararına kullanacakları anlamına gelir. Tam da bu nedenden dolayı Engels aynı yerde:

“Şimdiye dek onlara yabancı, onlara egemen doğa yasaları olarak duran kendi toplumsal edimlerinin yasası, o zaman insanlar tarafından tam beceriyle ve böylece onlar üzerinde egemen olunacaktır.” (Friedrich Engels, Bay Eugen Dühring’in Bilimi Altüst Edişi (AntiDühring), Dietz Verlag, Berlin 1954. s. 351)

Görüldüğü gibi, Engels’in formülü, sosyalizmde mevcut ekonomik yasaların ortadan kaldırılabileceğini, yenilerinin yaratılabileceğini düşünenleri asla haklı çıkarmamaktadır. Tersine ekonomik yasaların feshini değil, onların anlaşılmasını ve beceriyle kullanılmasını gerektirir.

Ekonomik yasaların, körü körüne etkide bulunan doğa güçlerinin karakterine sahip olduğu, bu yasaların etkilerinin önüne geçilmez olduğu, toplumun bunlar karşısında çaresiz olduğu söyleniyor. Bu doğru değildir. Bu, yasaları fetiş haline getirmek, yasaların kölesi haline gelmek demektir. Toplumun yasalar karşısında çaresiz olmadığı, toplumun, eğer yasaları anlar ve onlara dayanırsa, yukarıda verilmiş olan büyük ırmakların taşması örneğinde olduğu gibi, doğa güçlerine ve yasalarına ilişkin olduğu gibi, bunların etkinlik alanlarını sınırlayacak, onları toplum yararına kullanacak ve “onlara gem vuracak” durumda olduğu kanıtlanmıştır.

Sosyalizmin inşasında, ekonomik gelişimin mevcut yasalarını feshetmeyi ve yenilerini “koymayı” sözüm ona mümkün kılan Sovyet iktidarının özel rolüne dayanılıyor. Bu da doğru değildir.

Sovyet iktidarının özel rolü, iki durumla açıklanır, birincisi, Sovyet iktidarının, önceki devrimlerde söz konusu olduğu gibi, sömürünün bir biçiminin yerine başkasını getirmek değil, tersine her türlü sömürüyü ortadan kaldırmak zorunda olmasıyla; ikincisi, ülkede sosyalist ekonominin hiçbir hazır nüvesi bulunmadığından, yeni, sosyalist ekonomi biçimlerini deyim yerindeyse “yoktan” yaratmak zorunda olmasıyla.

Bu kuşkusuz, benzeri bulunmayan zor ve karmaşık bir görevdir. Bununla beraber Sovyet iktidarı, bu görevi, onurla yerine getirdi. Ama bunu mevcut yasaları feshedip yenilerini “koyduğu” için değil, yalnızca, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin karakteriyle mutlak uyumu ekonomik yasasına dayandığı için yerine getirdi. Ülkemizin üretici güçleri, özellikle sanayide, toplumsal karaktere sahipti, buna karşılık mülkiyet biçimi özeldi, kapitalistti. Üretim ilişkileriyle üretici güçlerin karakterinin mutlak uyumu ekonomik yasasına dayanarak, Sovyet iktidarı, üretim araçlarını toplumsallaştırdı, tüm halkın mülkiyeti haline getirdi, böylece sömürü sistemini ortadan kaldırdı ve sosyalist ekonomi biçimleri yarattı. Eğer bu yasa olmasaydı ve Sovyet iktidarı ona dayanmasaydı, o zaman görevini yerine getirecek durumda olmazdı.

Üretim ilişkilerinin üretici güçlerin karakteriyle mutlak uyumu ekonomik yasası, kapitalist ülkelerde uzun süredir ortaya çıkmaya çalışıyor. Eğer hala ortaya çıkamadıysa ve hala yolu açılmadıysa, bunun nedeni, toplumun hala yaşayan güçlerinin en güçlü direnişine çarpmış olduğu içindir. Burada ekonomik yasaların başka bir özelliğiyle karşı karşıyayız. Yeni bir yasanın keşfi ve kullanılmasının az çok sorunsuz gerçekleştiği doğa bilimleri yasalarından farklı olarak ekonomik alanda, toplumun hayatta kalan güçlerinin çıkarlarını etkileyen yeni bir yasanın keşfi ve kullanımı, bu güçlerin en güçlü direnişine çarpar. Dolayısıyla, bu direnişin üstesinden gelebilecek bir güç, toplumsal bir güç gereklidir. Bizim ülkemizde böyle bir güç, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfıyla köylülüğün ittifakında bulundu. Böyle bir güç, diğer kapitalist ülkelerde henüz bulunmamıştır. Sovyet iktidarının toplumun eski güçlerini parçalamayı başarmasının ve üretim ilişkilerinin üretici güçlerin karakteriyle mutlak uyumu ekonomik yasasının yolunun bizde tümüyle açılmasının gizi burada yatar.

Ülkemiz ekonomisinin planlı (orantılı) gelişiminin zorunluluğu Sovyet iktidarına, mevcut ekonomi yasalarını ortadan kaldırma ve yenilerini yaratma olanağını sağladığı söyleniyor. Bu tümüyle yanlıştır. Yıllık ve beş yıllık planlarımız ekonominin planlı, orantılı gelişiminin nesnel ekonomik yasalarıyla karıştırılmamalıdır. Ekonomik gelişimin planlı yasası, kapitalizmde rekabet ve üretim anarşisi yasasına denge olarak ortaya çıktı. Rekabet ve üretim anarşisi yasası gücünü yitirdikten sonra, üretim araçlarının toplumsallaştırılması temelinde ortaya çıktı. Etkin olabildi, çünkü sosyalist ekonomi yalnızca, ekonominin planlı gelişiminin ekonomik yasası temelinde yürütülebilir. Bu, ekonominin planlı gelişimi yasasının, bizim planlama organlarımıza, toplumsal üretimi doğru planlama olanağı verdiği anlamına geliyor. Ama olanak, gerçeklikle karıştırılmamalıdır. Bunlar iki ayrı şeydir. Bu olanağın gerçeklik olabilmesi için, bu ekonomik yasa araştırılmak, ona egemen olunmak, öğrenilmek, tam bir uzmanlıkla kullanılmak, bu yasanın gereklerini tamamen yansıtan planlar hazırlanmak zorundadır. Yıllık ve beş yıllık planlarımızın, bu ekonomik yasanın gereklerini tam olarak yansıttığı söylenemez.

Bizde, sosyalizmde etkin olan bazı ekonomik yasaların, bunların arasında değer yasasının da, planlı ekonomi temelinde “dönüştürülmüş”, hatta “kökten dönüştürülmüş” yasalar olduğu söyleniyor. Bu da doğru değildir. Yasalar “dönüştürülemez”, hele “kökten” hiç “dönüştürülemez”. Eğer yasalar dönüştürülebilseydi, o zaman ortadan kaldırılabilirler ya da yerlerine başkaları konabilirdi. Yasaların “dönüştürülmesi” tezi, yasaların “feshi” ve “düzenlenmesi” yanlış formülünün bir kalıntısıdır. Ekonomik yasaların dönüşümü formülü bizde uzun süredir kullanımda olmasına rağmen, hakikat için ondan vazgeçilmek zorunda kalınacaktır. Şu ya da bu ekonomik yasanın etki alanı sınırlanabilir, yıkıcı etkilerinin tabii eğer varsa önüne geçilebilir, ama bunlar “dönüştürülemez” ya da “ortadan kaldırılamaz.”

Dolayısıyla, doğa güçlerinin veya ekonomik güçlerin “yenilmesi”nden, onlar üzerinde “egemenlik”ten vs. söz edildiğinde, insanların bilim yasalarını “ortadan kaldırılabileceği” veya “düzenleyebileceği” asla söylenmek istenmiyor. Tersine, bununla yalnızca, insanların yasaları keşfedecek, anlayacak, onlara egemen olacak ve tam beceriyle kullanmayı öğrenecek, onlardan toplum yararına yararlanacak ve böylece onlar üzerinde egemenlik kazanmak için basamak olarak kullanacak durumda oldukları söylenmek isteniyor.

Böylece sosyalizmde politik ekonominin yasaları, ekonomik yasalar bizim irademizden bağımsız gerçekleşen süreçlerin yasalarını yansıtan nesnel yasalardır. Kim bu genel kuralı yadsırsa, aslında bilimi yadsımış olur, ama kim bilimi yadsırsa, böylece her türlü öngörü olanağını da yadsımış olur, ­dolayısıyla ekonomik yaşamı yönetme olanağını yadsımış olur.

Burada söylenenlerin doğru ve genelde bilinen şeyler olduğu, ama yeni bir şey içermediği ve dolayısıyla genelde bilinen gerçeklerin tekrarına zaman harcamaya değmeyeceği söylenebilir. Elbette, burada gerçekten yeni bir şey yok, ama bildiğimiz bazı gerçeklerin tekrarı için zaman harcamanın değmediğini sanmak yanlış olur. Bize, yönetici çekirdeğe her yıl, bize yardım etme isteğiyle yanıp tutuşan, kendini kanıtlama isteğiyle yanıp tutuşan, ama yeterli bir Marksist eğitime sahip olmayan, bizim çok iyi bildiğimiz gerçekleri tanımayan ve karanlıkta el yordamıyla ilerlemek zorunda olan binlerce yeni genç kadrolar katılıyor. Bunlar Sovyet iktidarının muazzam kazanımlarından çok etkilenmişler, Sovyet düzeninin olağanüstü başarılarıyla başları dönmüş ve Sovyet iktidarının “her şeyi yapabileceğini”, onun için “her şeyin kolay olduğunu”, onun, bilimin yasalarını ortadan kaldırıp yasalar koyabileceğini sanmaya başlıyorlar. Bu yoldaşlara karşı tavrımız ne olmalıdır? Bunlar Marksizm-Leninizm ruhuyla nasıl eğitilmelidir? Sözüm ona “genelde bilinen” gerçeklerin sistematik tekrarının ve bunların sabırla açıklanmasının, bu yoldaşların Marksist eğitiminin en iyi araçlarından biri olduğunu düşünüyorum.

2. Sosyalizmde Meta Üretimi Sorunu

Bazı yoldaşlar, Parti’nin iktidarı ele geçirdikten ve ülkemizde üretim araçlarının ulusallaştırılmasından sonra, meta üretimini korumakla yanlış yaptığını iddia ediyorlar. Parti’nin o zaman hemen meta üretimini ortadan kaldırması gerektiği görüşündeler. Burada Engels’e dayanıyorlar, Engels şöyle diyor:

“Üretim araçlarının toplumun eline geçmesiyle birlikte, meta üretimi ve böylece ürünün üretici üzerinde egemenliği ortadan kalkar.” (Bkz. Anti-Dühring) (a.g.e., s.351)

Bu yoldaşlar bütünüyle yanılıyor.

Engels’in formülünü inceleyelim. Engels’in formülü tamamen açık ve eksiksiz olarak tanımlanamaz, çünkü burada toplum tarafından tüm üretim araçlarına mı yoksa üretim araçlarının yalnızca bir bölümüne mi el konulduğu, yani tüm üretim araçlarının mı yoksa üretim araçlarının yalnızca bir bölümünün mü halkın mülkiyetine geçtiği konusunda hiçbir ipucu yoktur. Yani Engels’in bu formülü öyle de yorumlanabilir böyle de.

Anti-Dühring’in başka bir yerinde Engels, “tüm üretim araçları”nın ele geçirilmesinden, “üretim araçlarının bütününün” ele geçirilmesinden söz eder. Dolayısıyla Engels, formülünde, üretim araçlarının yani yalnızca sanayide değil, bilakis tarımda da üretim araçlarının genel halk mülkiyetine geçirilmesini göz önünde bulunduruyordu.

Burada Engels’in ülkenin tüm üretim araçlarını kamulaştırmak ve tüm halkın ortak mülkiyetine geçirmek için, yalnızca sanayide değil, bilakis tarımda da kapitalizmin yeterince geliştiği ve üretim yoğunlaşmasının yeterince ileri olduğu ülkeleri göz önünde bulundurduğu sonucu çıkar. Dolayısıyla Engels, bu tür ülkelerde, tüm üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla aynı zamanda meta üretiminin ortadan kaldırılabileceği görüşündedir. Ve bu tabii ki doğrudur.

Geçen yüzyılın sonunda, Anti-Dühring yayınlanırken, bu türden yalnızca bir ülke vardı; bu ülke, kapitalizmin gelişiminin ve üretimin yoğunlaşmasının, gerek sanayide, gerekse de tarımda, proletaryanın iktidarı ele geçirmesi durumunda, ülkede tüm üretim araçlarını genel halk mülkiyetine geçirmenin ve meta üretimini ortadan kaldırmanın mümkün olacağı bir dereceye ulaşmış olan İngiltere’ydi.

İngiliz ekonomisindeki dev payıyla dış ticaretin İngiltere için hangi öneme sahip olduğu sorusuna burada değinmiyorum. Ben bu soruna ilişkin, İngiltere’de proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ve tüm üretim araçlarının ulusallaştırılmasından sonra meta üretiminin kaderi sorununun araştırılmasının ardından karar verilebileceğini düşünüyorum.

Ayrıca yalnızca geçen yüzyılın sonunda değil, aynı zamanda bugün de henüz hiçbir ülke, İngiltere’de gözlemlediğimiz gibi kapitalizmin gelişmesinin ve tarımda üretimin yoğunlaşmasının bu aşamasına ulaşmamıştır. Başka ülkelere gelince, oralarda, köyde kapitalizmin gelişimi bir yana, hala sayısal olarak bir hayli çok küçük ve orta mülk sahibi üretici vardır, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi durumunda bunların kaderi hakkında karar alınmak zorundadır.

Ama şimdi şu sorun ortaya çıkıyor: Eğer şu ya da bu ülkede, bunlar arasında bizim ülkemizde de, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi ve kapitalizmin yıkılması için uygun koşullar mevcutsa, eğer kapitalizm sanayide üretim araçlarını kamulaştırabilecekleri ve toplumun mülkiyetine geçirecekleri ölçüde yoğunlaştırdıysa, ama kapitalizmin gelişimine rağmen tarım hala çok sayıda küçük ve orta mülk sahibi üreticiler olarak bölünmüşse, bu üreticilerin kamulaştırılması mümkün değilse, proletarya ve onun partisi nasıl davranmalıdır?

Bu soruya Engels’in formülü yanıt vermiyor. Ayrıca başka bir soru temelinde, tüm üretim araçlarının toplumsallaştırılmasından sonra meta üretiminin kaderinin ne olması gerektiği sorusu temelinde ortaya çıktığı için, bu soruyu yanıtlaması da gerekmiyor.

Fakat eğer tüm üretim araçlarının değil de, üretim araçlarının yalnızca bir bölümü toplumsallaştırılabilecek durumdaysa ve eğer iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesinin koşulları mevcutsa ne olmalıdır; proletarya iktidarı almalı mıdır ve bunun hemen sonrasında meta üretimi ortadan kaldırılmalı mıdır?

Tabii, bu koşullar altında iktidarı almaktan vazgeçmek ve kapitalizm milyonlarca küçük ve orta üreticiyi mahvetmeyi, onları tarım işçilerine dönüştürmeyi ve tarımda üretim araçlarını yoğunlaştırmayı başarana dek beklemek gerektiğini ve ancak ondan sonra iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi ve tüm üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını düşünen bazı sahte Marksistlerin anlayışı yanıt olarak tanımlanamaz. Eğer tamamen rezil olmak istemiyorlarsa, Marksistlerin böyle bir “çözüm”ü kabul edemeyecekleri açıktır.

İktidarın alınması ve köyde küçük ve orta üreticilerin kamulaştırılmasına ve bunların üretim araçlarının toplumsallaştırılmasına adım atma gerektiğini düşünen diğer sahte Marksistlerin anlayışı da yanıt olarak değerlendirilemez. Bu saçma ve canice yola da adım atamazlar, çünkü böyle bir yol, proleter devrimin zaferinin her türlü olanağını yok edecek, köylülüğü uzun süre için proletaryanın düşmanlarının kampına itecektir.

Bu soruya yanıtı Lenin, “Ayni Vergi” üzerine çalışmalarında ve ünlü “Kooperatif planı”nda verdi.

Lenin’in yanıtı, kısaca söylendiğinde, şu anlama geliyor:

a) İktidarı ele geçirmek için elverişli koşulların geçip gitmesine izin verilmemelidir, proletarya, sayıları milyonlarca olan küçük ve orta bireysel üreticileri kapitalizmin mahvedeceği anı beklemeksizin iktidarı ele geçirmelidir;

b) Sanayide üretim araçları kamulaştırılmalı ve genel halk mülkiyetine geçirilmelidir;

c) Küçük ve orta bireysel üreticilere gelince, bunlar yavaş yavaş üretim kooperatiflerinde, yani büyük tarımsal işletmelerde, kolektif iktisatlarda birleştirilmelidirler;

d) Sanayi her biçimde geliştirilmeli ve kolektif iktisatlar için, büyük üretimin modern bir teknik temeli yaratılmalıdır, bu arada bunlar kamulaştırılamayacak, tersine daha büyük ölçüde birinci sınıf traktör ve diğer makinelerle beslenecektir;

e) Kent ile kırın, sanayi ile tarımın ekonomik birliği için, köylülerin kentle ekonomik bağının kabul edilebilir tek biçimi olarak meta üretimi (satın alma ve satma yoluyla değiş tokuş) belirli bir süre için korunmalıdır ve Sovyet ticareti, devlet ve kooperatif kolektif iktisadi ticareti her biçimde geliştirilmelidir, bu arada tüm kapitalistler meta dolaşımından atılmalıdır.

Sosyalist inşamızın tarihi, Lenin tarafından gösterilen bu gelişme yolunun kendisini tümüyle kanıtladığını gösteriyor.

Az çok kalabalık bir küçük ve orta üreticiler sınıfının bulunduğu tüm kapitalist ülkeler için bu gelişme yolunun, sosyalizmin zaferi için, tek olası ve amaca uygun yol olduğundan hiç kuşku yoktur.

Meta üretiminin yine de her koşul altında kapitalizme yol açmak zorunda olduğu ve mutlaka yol açtığı söyleniyor. Bu doğru değildir. Her zaman ve her koşul altında bu böyle değildir! Meta üretimi kapitalist üretimle eşitlenmemelidir. Bunlar iki ayrı şeydir. Kapitalist üretim, meta üretiminin en üst biçimidir. Meta üretimi yalnızca, eğer üretim araçlarının özel mülkiyeti mevcutsa, eğer işgücü, kapitalistin satın alabileceği ve üretim sürecinde sömürebileceği meta olarak pazara çıkarsa, eğer dolayısıyla ülkede ücretli işçilerin kapitalistler tarafından sömürüsü sistemi varsa, bu durumda kapitalizme yol açar. Kapitalist üretim, üretim araçlarının özel ellerde yoğunlaştığı ve üretim araçlarından zorla mahrum bırakılan işçiler işgüçlerini meta olarak satmaya zorlandıkları yerde başlar. Bu olmaksızın kapitalist üretim yoktur.

Ama eğer meta üretimini kapitalist üretime dönüştüren bu koşullar mevcut değilse, eğer üretim araçları artık özel değil, tersine sosyalist mülkiyetteyse, eğer ücretli işçi sistemi yoksa ve işgücü artık meta değilse, eğer sömürü sistemi çoktan ortadan kaldırılmışsa o zaman durum nedir? O zaman meta üretiminin yine de kapitalizme yol açtığı varsayılabilir mi? Hayır bu varsayılamaz. Bizim toplumumuz, üretim araçlarında özel mülkiyetin, ücretli iş sisteminin ve sömürü sisteminin artık çoktan beri var olmadığı tam da böyle bir toplumdur.

Meta üretimi, kendi kendine yeterli, onu çevreleyen ekonomik koşullardan bağımsız bir şey olarak değerlendirilmemelidir. Meta üretimi, kapitalist üretimden daha eskidir. Köleci düzende vardı ve ona hizmet etti, ancak kapitalizme yol açmadı. Feodalizmde vardı ve ona hizmet etti, ancak, kapitalist üretim için belirli önkoşullar yaratmış olmasına rağmen, kapitalizme yol açmadı. Meta üretiminin, neden kapitalizme yol açmaksızın belirli bir dönem için sosyalist toplumumuza da hizmet edemeyeceği sorusu, meta üretiminin bizde kapitalist koşullar altında olduğu gibi sınırsız ve kapsayıcı bir yaygınlığa sahip olmaması, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, ücretli iş sisteminin ortadan kaldırılması, sömürü sisteminin ortadan kaldırılması gibi belirleyici ekonomik koşullar sayesinde ona, kesin sınırlar çekildiği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, kendini dayatıyor?

Ülkemizde üretim araçları üzerindeki toplumsal mülkiyetin egemenliğinin kurulmasından, ücretli emek ve sömürü sisteminin ortadan kaldırılmasından sonra, meta üretiminin ortadan kaldırılması gerektiği söyleniyor.

Bu da doğru değildir. Şu anda bizde sosyalist üretimin iki temel biçimi mevcuttur: devlete, tüm halka ait olan üretim ve tüm halka ait olarak tanımlanamayacak kolektif çiftlik üretimi. Devlet işletmelerinde üretim araçları ve üretimin ürünleri genel halk mülkiyetindedir. Buna karşılık kolektif çiftlik işletmelerinde, üretim araçları (toprak, makineler) yine devlete ait olmasına rağmen, kolektif çiftliklerde gerek kendilerine ait emek, gerekse de kendilerine ait tohumluk tahıl söz konusu olduğundan, onlara süresiz kullanım için devredilmiş toprak üzerinde, ne satma, ne de satın alma, ne kiralama ne de hacze verme yetkileri olmamasına rağmen, fiilen kendi mülkiyetleriymiş gibi tasarruf sahibi olduklarından, üretim ürünleri tek tek kolektif çiftliklerin mülkiyetindedir.

Bu durum devletin, yalnızca devlet işletmelerinin ürünleri üzerinde tasarruf sahibi olabilmesine yol açar, buna karşılık kolektif çiftlik ürünleri üzerinde, yalnızca kolektif çiftlikler, kendi mülkleri olarak tasarruf hakkına sahiptir. Ama kolektif çiftlikler ürünlerini, gereksindikleri ve elde etmek istedikleri mallarla değiş tokuşu dışında başka bir biçimde elden çıkarmak istemiyorlar. Kentle meta ilişkileri dışında, satın alma ve satma dolayısıyla değiş tokuş dışında başka ekonomik bağlar şu anda kolektif çiftlikler için kabul edilebilir değildir. Bu nedenle bizde şu anda meta üretimi ve meta dolaşımı, örneğin otuz yıl önce, Lenin’in meta dolaşımının çok yönlü geliştirilmesi zorunluluğunu ilan ettiğinde olduğu gibi bir zorunluluktur.

İki temel üretim sektörünün, devlet ve kolektif çiftlik sektörünün yerine, ülkenin tüm tüketim malları üzerinde tasarruf hakkıyla genel kapsayıcı bir üretim sektörü geçtiğinde, o zaman tabii ki, “para ekonomisi” ile birlikte meta dolaşımı, ekonominin gereksiz bir unsuru olarak ortadan kalkacaktır. Ama bu söz konusu olmadığı sürece, iki temel üretim sektörü varlığını sürdürdüğü sürece, meta üretimi ve meta dolaşımı, ekonomimizin sisteminde gerekli ve çok yararlı unsurlar olarak kalacaktır. Bütünlüklü, birleşik bir sektörün hangi biçimde yaratılabileceği, kolektif çiftlik sektörünün devlet sektörü tarafından kolayca yutulması yoluyla mı - bu pek olası değildir (çünkü bu, kolektif çiftliklerin kamulaştırılması olarak algılanacaktır)- ya da tüm halkın (devlet sanayisinin ve kolektif çiftliklerin temsil edildiği) bütünlüklü ekonomik organının önce ülkenin tüm tüketim mallarının toparlanması ve zamanla, diyelim ki, ürün değiş tokuşu yoluyla ürünlerin dağılımı hakkına sahip olarak örgütlenmesi yoluyla mı olacağı ayrı ayrı ele alınmayı gerektiren özel bir sorundur.

Dolayısıyla bizim meta üretimimiz alışılmış bir meta üretimi değil, tersine özel türde bir meta üretimi, esas olarak birleşik sosyalist üreticilerin (devlet, kolektif iktisatlar ve kooperatifler) metalarıyla uğraşan, etkinlik alanı kişisel gereksinim maddeleriyle sınırlı olan, asla kapitalist üretim haline gelemeyeceği açık, “para ekonomisi” ile birlikte sosyalist üretimin gelişmesine, pekişmesine hizmet eden kapitalistsiz bir meta üretimidir.

Bu yüzden, sosyalist toplum üretimin meta biçimini ortadan kaldırmadığı için, bizde sözüm ona kapitalizme özgü tüm ekonomik kategorilerin, meta olarak işgücünün, artık değerin, sermayenin, sermaye kârının, ortalama kâr oranının vs. yeniden kurulmak zorunda olduğunu açıklayan yoldaşlar bütünüyle haksız durumdadır. Bu yoldaşlar, meta üretimini kapitalist üretimle karıştırıyorlar ve eğer meta üretimi varsa, kapitalist üretimin de olması gerektiğini varsayıyorlar. Bizim meta üretimimizin, kapitalizmdeki meta üretiminden temelde ayrıldığını kavramıyorlar.

Daha da ötesi, Marx’ın, kapitalizmin analiziyle uğraştığı ve yapay olarak bizim sosyalist ilişkilerimizle ilişkilendirilen, Kapital’inden alınmış başka bazı kavramların da örneğin “gerekli” emek ve “artık” emek, “gerekli” ürün ve “artık” ürün, “gerekli” çalışma zamanı ve “artık” çalışma zamanı gibi kavramların bir kenara bırakılması gerektiğini düşünüyorum. Marx, işçi sınıfının sömürüsünün kaynağını, artık değeri ortaya çıkarmak ve üretim araçları elinden zorla alınmış olan işçi sınıfına, kapitalizmin devrilmesi için düşünsel silahı vermek amacıyla kapitalizmi tahlil etti. Burada Marx’ın, kapitalist ilişkilere tümüyle uyan kavramlar (kategoriler) kullandığı açıktır. Ama iktidarın ve üretim araçlarının işçi sınıfının elinden yalnızca zorla alınmadığı değil, tersine, iktidarın onun elinde olduğu ve üretim araçlarına sahip bulunduğu günümüzde bu kavramlarla hareket etmek tuhaftan da öte bir şeydir. Şimdi, bizim düzenimizde, meta olarak işgücü, işçilerin “parayla çalıştırılması” sözcükleri oldukça saçma duyuluyor; sanki üretim araçlarına sahip olan işçi sınıfı, kendi kendisini ücretle çalıştırıyormuş ve işgücünü kendi kendisine satıyormuş gibi. Şimdi “gerekli” çalışma ve “artık” çalışmadan söz etmek de aynı şekilde tuhaftır; sanki bizim koşullarımız altında işçinin, toplum için sarf edilen ve üretimin artırılması, eğitimin geliştirilmesi, sağlığın korunması, savunmanın örgütlenmesi vs’ye yönelik çalışması, bugün iktidarda bulunan işçi sınıfı için, işçinin ve ailesinin kişisel gereksiniminin karşılanması için harcanan emek kadar gerekli değilmiş gibi.

Marx’ın, artık kapitalizmi değil, başka şeylerin yanı sıra komünist toplumun ilk safhasını araştırdığı Gotha Programının Eleştirisi adlı eserinde, toplum için sarf edilen ve üretimin artırılmasına, eğitime, sağlığın korunmasına, idari masraflara, rezervlerin oluşturulmasına vs. yönelik emeği, işçi sınıfının tüketim gereksiniminin karşılanması için harcanan emek kadar gerekli gördüğü belirtilmelidir.

Ekonomi bilimcilerimizin, eski kavramlarla sosyalist ülkemizde yeni hal ve durum arasındaki bu uygunsuzluğu ortadan kaldırmak ve eski kavramların yerine yeni, yeni duruma uygun olanları koymak zorunda olduklarını düşünüyorum.

Bu uygunsuzluğa belirli bir süre göz yumabildik, ama şimdi bunu kesin olarak ortadan kaldırmak zorunda olduğumuz zaman geldi.

3. Sosyalizmde Değer Yasası Sorunu

Bazen şu soru soruluyor: Bizde, sosyalist düzenimizde değer yasası var mıdır ve etkin midir?

Evet, vardır ve etkindir. Metanın ve meta üretiminin olduğu yerde, değer yasası da olmak zorundadır.

Bizde değer yasasının etkinlik alanı öncelikle meta dolaşımını, satın alma ve satma dolayısıyla meta değiş tokuşunu, temel olarak kişisel gereksinim mallarını kapsar. Burada, bu alanda değer yasası, tabii belli sınırlar içinde, bir düzenleyici rolünü üstlenir.

Ama değer yasasının etkileri yalnızca meta dolaşımı alanıyla sınırlı değildir. Üretimi de kapsar. Ne var ki, değer yasasının sosyalist üretimimizde düzenleyici rolü yoktur; ama yine de üretime etkide bulunur ve üretimin yönetiminde bu gözden uzak tutulmamalıdır. Şöyle ki: Üretim sürecinde işgücü sarfının karşılanması için gerekli olan tüketim malları, bizde değer yasasının etkisine tabii olan metalar olarak üretilmekte ve satılmaktadır. İşte tam da burada değer yasasının üretim üzerindeki etkisi kendisini göstermektedir. Bununla bağıntılı olarak işletmelerimizde, ekonomik muhasebe ve verimlilik, maliyet, fiyatlar ve benzeri şeyler aktüel öneme sahiptir. Bu yüzden işletmelerimiz değer yasasını göz ardı edemezler ve etmemeliler.

Bu iyi midir? Kötü değildir. Mevcut koşullarımızda bu gerçekten kötü değildir, çünkü bu durum ekonomistlerimizi rasyonel işletme yönetimi doğrultusunda eğitiyor ve onları disipline teşvik ediyor. Bu durum, ekonomistlerimize, üretim boyutlarını hesaplamayı, tam olarak hesaplamayı ve uydurulmuş. “tahmini veriler” üzerine gevezeliklerle uğraşmak yerine, üretimde gerçek şeyleri de bütünüyle hesaba katmayı öğrettiği için kötü değildir. Bu durum ekonomistlerimize, üretimde saklı olan rezervleri aramayı, bulmayı ve ayakları altında çiğnemek yerine onlardan yararlanmayı öğrettiği için kötü değildir. Bu durum ekonomistlerimize, üretim metotlarını sistematik olarak düzeltmeyi, üretimin maliyetini düşürmeyi, ekonomik muhasebeyi gerçekleştirmeyi ve işletmelerin verimliliğini sağlamayı öğrettiği için kötü değildir. Bu, ekonomik kadrolarımızın gelişimini şu anki gelişme aşamasında sosyalist üretimin gerçek yöneticileri haline gelmelerini hızlandıran iyi, pratik bir okuldur.

Kötü olan, değer yasasının üretimimizde etkili olması değildir, kötü olan, az sayıda istisna hariç, ekonomistlerimizin ve planlamacılarımızın, değer yasasının etkilerini pek tanımamaları, bunları incelememeleri ve bunları hesaplamalarında dikkate almayı bilmemeleridir. Fiyat politikası sorununda bizde hala egemen olan karışıklık da bununla açıklanabilir. Çok sayıda örnekten yalnızca biri: Bir süre önce, pamuk ile tahıl fiyatları arasındaki oranı pamuk ekimi yararına düzenleme, pamuk çiftçilerine satılan tahıl fiyatlarını daha titiz saptama ve devlete teslim edilen pamuk için fiyatları yükseltme kararı alındı. Bununla bağıntılı olarak ekonomistlerimiz ve planlamacılarımız, MK üyelerini yalnızca şaşkınlığa düşürebilecek bir öneri sundular; bu öneriye göre bir ton tahıl için bir ton pamukla aynı fiyat öneriliyordu, bu arada bir ton tahıl fiyatı, bir ton pişirilmiş ekmek fiyatıyla eşitleniyordu. MK üyelerinin, bir ton pişirilmiş ekmek fiyatının, unu öğütme ve pişirme için ek masraflar göz önüne alındığında, bir ton tahıl fiyatından yüksek olması gerektiği, pamuğun ise genelde tahıldan çok pahalı olduğu, bunu pamuğun ve tahılın dünya piyasa fiyatları da kanıtlıyor uyarısı üzerine, öneriyi kaleme alanlar akla uygun hiçbir şey söyleyemediler. Bunun sonucunda MK meseleyi ele almak, tahıl fiyatlarını indirmek ve pamuk fiyatlarını yükseltmek zorunda kaldı. Bu yoldaşların önerisi yasa gücü kazanmış olsaydı ne olurdu? Pamuk köylülerini mahvetmiş olurduk ve pamuksuz kalırdık.

Ancak bütün bunlar, değer yasasının etkilerinin bizde kapitalizmdeki aynı hareket serbestliğine sahip olduğu, değer yasasının bizde üretimin düzenleyicisi olduğu anlamına mı geliyor? Hayır, bu anlama gelmiyor. Gerçekte değer yasasının ekonomik düzenimizde etkinlik alanı kesinlikle sınırlıdır, bu etkinlik alanlarına bariyerler konmuştur. Bizim düzenimizde meta üretiminin etkinlik alanının sınırlanmış olduğu ve bariyerler konduğu daha önce söylendi. Aynı şey değer yasasının etkinlik alanı üzerine de söylenmelidir. Kuşkusuz üretim araçlarında özel mülkiyetin yokluğu ve üretim araçlarının toplumsallaştırılması, gerek kentte gerekse de kırda değer yasasının etkinlik alanını ve üretime etkisini sınırlamak zorundadır.

Rekabet ve üretim anarşisi yasasının yerini alan halk iktisadının planlı (orantılı) gelişme yasası, aynı yönde etki göstermektedir.

Yıllık ve beş yıllık planlarımız ve genel olarak, ekonominin planlı gelişimi yasasının gereklerine dayanan tüm iktisadi politikamız aynı doğrultuda etkide bulunur.

Bütün bunlar bir arada ele alındığında, değer yasasının etkinlik alanının bizde kesinlikle sınırlanmış olduğu ve değer yasasının bizim düzenimizde üretimin düzenleyicisi rolünü oynayamayacağı sonucu çıkar.

Sosyalist üretimimizin kesintisiz ve gözü pek gelişimine rağmen, bizde değer yasasının fazla üretim krizlerine yol açmaması “şaşırtıcı” gerçeği de bununla açıklanabilir, buna karşılık, kapitalizmde geniş bir etkinlik alanına sahip olan aynı değer yasası, kapitalist ülkelerde düşük büyüme hızı temposuna rağmen periyodik fazla üretim krizlerine yol açıyor.

Değer yasasının, sürekli bir yasa olduğu, tarihsel gelişimin tüm dönemleri için mutlak geçerliliğini koruduğu, komünist toplumun ikinci safhası döneminde değiş tokuş ilişkilerinin düzenleyicisi olarak gücünü yitirse de, gelişmenin bu safhasında üretimin çeşitli dalları arasında ilişkinin düzenleyicisi olarak, üretim dalları arasında emeğin dağılımının düzenleyicisi olarak yürürlükte kaldığı söyleniyor.

Bu tümüyle yanlıştır. Değer, aynı değer yasası gibi, meta üretiminin varlığıyla bağıntılı bir tarihsel kategoridir. Meta üretiminin ortadan kalkmasıyla, biçimleriyle birlikte değer ve değer yasası da ortadan kalkar.

Komünist toplumun ikinci safhasında, ürünün yapımı için harcanan emeğin miktarı meta üretiminde olduğu gibi dolaylı olarak, değerin ve onun biçimlerinin aracılığıyla ölçülmez, tersine doğrudan ve dolaysız ürünlerin yapımı için harcanan zaman miktarı, saat miktarı ile ölçülür. Emeğin dağılımına gelince, emeğin üretim dalları arasında dağılımı, bu dönemde gücünü yitirecek olan değer yasası tarafından değil, toplumun ürün gereksiniminin artmasıyla ayarlanacaktır. Bu, üretimin toplumun gereksinimleriyle ayarlanacağı ve toplumun gereksinimlerinin kavranmasının planlama organları için birinci dereceden önem kazanacağı bir toplum olacaktır.

Mevcut ekonomik düzenimizde, komünist toplumun gelişiminin ilk safhasında değer yasasının sözüm ona çeşitli üretim dalları arasında emeğin dağılımının “orantılarını” ayarladığı iddiası da tümüyle yanlıştır.

Eğer bu doğruysa, o zaman bizde en kârlı olan hafif sanayinin neden var gücüyle geliştirilmediği, çoğunlukla daha az kârlı ve şimdilik hiç kârlı olmayan ağır sanayiye göre ona öncelik verilmediği anlaşılmaz.

Eğer bu doğruysa o zaman ülkemizde, işçilerin emeğinin “gerekli sonucu” ortaya koyamadığı bir dizi, şimdilik hala kârlı olmayan ağır sanayi işletmesinin neden kapatılmadığı ve işçilerin emeğinin “daha büyük sonuç” ortaya koyabileceği, hafif sanayinin kuşkusuz kârlı yeni işletmelerinin neden açılmadığı anlaşılmaz.

Eğer bu doğruysa, o zaman bizde, işçilerin daha az kârlı ama ekonomi için çok gerekli işletmelerden, sözüm ona üretim dalları arasında emeğin dağılımı “orantısını” ayarlayan değer yasasıyla uyumlu halde daha kârlı işletmelere neden nakledilmedikleri anlaşılmaz.

Bu yoldaşların izinden gidersek, üretim araçlarının üretimi önceliğinden, tüketim maddelerinin üretimi yararına uzaklaşmak zorunda kalacağımız açıktır. Fakat üretim araçları önceliğinden kopmak ne anlama geliyor? Bu, kesintisiz gelişim olanağını ekonomimizin elinden almak anlamına geliyor, çünkü üretim araçlarının üretimine öncelik verilmeksizin, ekonominin kesintisiz gelişimini garantilemek olanaksızdır.

Bu yoldaşlar, değer yasasının yalnızca kapitalizmde, yalnızca üretim araçlarında özel mülkiyetin, rekabetin, üretim anarşisi, fazla üretim krizlerinin varlığı koşullarında üretim düzenleyicisi olabileceğini unutuyorlar. Bizde değer yasasının etkinlik alanının, üretim araçlarında toplumsal mülkiyetin varlığı, ekonominin planlı gelişimi yasasının etkisi dolayısıyla sınırlanmış olduğunu, dolayısıyla bu yasanın gereklerinin yaklaşık bir yansıması olan yıllık ve beş yıllık planlarımız dolayısıyla da sınırlandığını unutuyorlar.

Bazı yoldaşlar buradan, ekonominin planlı gelişimi yasasının ve ekonominin planlanmasının, üretimin verimliliği ilkesini ortadan kaldırdığı sonucunu çıkarıyorlar. Bu tümüyle yanlıştır. Mesele tam tersinedir. Eğer verimlilik, tek tek işletmeler veya üretim dalları açısından değerlendirilmez ve bir yıl gibi bir ölçü konmaz, tüm ekonomi açısından değerlendirilir ve yaklaşık 10-15 yıllık bir ölçü konursa (sorunun tek doğru konuş tarzı budur), o zaman tek tek işletmelerin veya üretim dallarının geçici ve istikrarsız verimliliği, ekonominin planlı gelişim yasasının ve ekonominin planlanmasının, bizi ekonomiyi sarsan ve topluma muazzam maddi zarar veren periyodik ekonomik krizlerden koruyarak ve ekonominin kesintisiz olağanüstü hızlı gelişimini garantileyerek, bize sağladıkları güvenli ve sürekli verimliliğin yüksek biçimiyle hiç karşılaştırılamaz.

Kısaca söylendiğinde, mevcut sosyalist üretim koşullarımız altında değer yasasının, çeşitli üretim dalları arası emeğin dağılımında “orantı düzenleyicisi” olamayacağına hiç kuşku yoktur.

[MAR] YOUTUBE KANALI

LİDER

Karl Marx - Kapital

Kısa Sovyet Film ve Belgeseller [Türkçe]