Marksist Araştırmalar [MAR] | Komünizm: Tarihin Çözülen Bilmecesi
Evrim Açısından Devrim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Evrim Açısından Devrim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Temmuz 2013 Salı

[ANTİ-ARSLANOĞLU (‘Evrim Açısından Devrim’: Teorisizliğin Sefaleti) -II - Mahmut Boyuneğmez]

5. Marksizm’e ilişkin düşünceleri

“Ama geleceği iyi öngörmek ve bunun felsefesini, siyasetini kurmak ne derece ‘işçi sınıfı’ niteliğinden kaynaklanır ve bu görüşe ‘işçi sınıfı görüşü’ demek ne derecede doğrudur; o tartışılır.” (s. 84)

Marksist teori ile işçi sınıfı arasındaki bağa dair sığ ve ampirik bir kavrayışı bulunduğunu anlıyoruz. İşçi sınıfının sıradan üyelerinin Marksizm’i üretmediği ve ona katkı yapmadığını yazmanın bir anlamı yok. İşçi sınıfı çağımızın devrimci kapasiteye sahip sınıfıdır ve Marksizm, bu sınıfın var olduğu ve mücadeleye koyulduğu bir dönemde şekillenmiştir. Marksizm’in ilk oluşumunda belirleyici olan görüşler, bilgiler ve dolayısıyla bunların üretiminin gerçekleştiği tarihsel-toplumsal süreçler bugüne değin incelenmiş bulunmaktadır. Fakat teorik düşüncelerle toplumsal pratikler arasındaki ilişki dolayımlar, ara kademeler üzerinden gerçekleşen etkileşimlerle karmaşıklaşır. İşçilerin doğrudan bilinci değildir Marksist teori, fakat işçi sınıfının varlığı ve mücadelesi onun ilk oluşumunda olmazsa olmaz bir belirleyen durumundadır. Biz geleceği, işçi sınıfının farklı ülkelerde burjuvaziye karşı mücadelelerinin oluşturduğu tarihsel deneyimlerden çıkarsadığımız sonuçlarla öngörüyoruz. Farklı toplumsal mücadelelerin öğrettiklerini de göz önüne alıyoruz. Toplumsal ilişkileri anlamada, siyasal analizlerimizde, bir ülkedeki üstyapısal öğeleri kavramada, siyasal doğrultumuzu belirlemede bu teorik öğretiden, Marksizm’den yararlanıyor, onu kullanıyoruz.

“Bu felsefe sisteminin bilimsel sosyalizm etiketini hak ettiğine de inanıyorum, cidden bilimselliğe en yakın, en yatkın düşünce sistemi.” (s.84)

Marksizm’in bütününde bir felsefe sistemi olarak nitelenmesi mümkün değildir. “Bilimsellik”ten ne anlaşıldığıysa önemlidir. Marksizm’in bilimsel yanı da, felsefi yanı da vardır, fakat bunları net çizgilerle ayrıştırmak olanaklı görünmemektedir. Örneğin çok yaygınlaşan ama sağlam gerekçelere dayandırılmayan bir iddia tarihsel materyalizmin bir bilimsel görüş olduğudur. Oysa materyalist tarih anlayışının, bir felsefi bakış olarak görülmesi uygundur. Fakat devlet teorisi, sınıflar arasındaki mücadele ve siyaset teorisi, iktisadi eleştiri gibi alanlarda, bu teorik sistemin toplum bilimsel düzleme geçiş yaptığını düşünebiliriz. Elbette toplum bilimlerinin, doğa bilimlerinin çalışma yöntemini, araçlarını kullanmadığı; inceleme konusunun öznelliği, eylemliliği içerdiği ve incelediği gerçekliğe siyaset aracılığıyla müdahale edilebildiği; ulaşılan sonuçların, öngörülerin, yapılan saptamaların ideolojik motif ve değer yargılarıyla kaynaşmışlığı dikkate alınmalıdır. Bana göre, Marksizm’i bilimsellikle anmak yerine realist bir teorik sistem olarak görmek daha uygundur. Realizmle neyi anlatmak istediğimi, daha önceki makalelerimde ortaya koyduğum için, burada tekrar açıklamıyorum.

“Marksizm işçi sınıfının kuramı değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Biz onu işçi sınıfının kuramı haline getirme mücadelesi veriyoruz, durum budur.” (s. 87)

Arslanoğlu böyle buyurmuş. Oysa bu düşünceler sağlıklı değil. Biz Marksizm’i işçi sınıfının kuramı haline getirmeye çalışmıyoruz ve çalışmadık. Marksizm’i politik mücadelede kılavuz bir araç olarak kullanıyoruz. İşçi sınıfını çağımızın devrimci sınıfı olarak değerlendiriyoruz. Marksizm işçi sınıfının devrimci kapasitesini vurgulayan bir teoridir. Bu teorik sisteme katkılarını sunanların işçi olup olmamasının hiçbir önemi yok. Yeni siyasal deneyimlerden süzülüp soyutlananlar ve yeni bilimsel, felsefi gelişmelerin yorumlanıp içselleştirilmesiyle Marksist teorik sistemin geliştirilmesiyse devam ediyor...

Arslanoğlu neredeyse teorik bakışı ve kavrayışı nafile bir uğraşı olarak görüyor. Sosyalist ideolojinin çeşitli aktüel desenleriyle, teorik tezleri, saptamaları birbirine karıştırıyor. Bakın ne diyor:

“Bizim kavramlarımızın, söylemlerimizin hayatta gerçek karşılığı bulunmuyorsa, başkalarını nasıl ikna edeceğiz, kendimizi nasıl ikna edeceğiz. Hayatta gerçek karşılığı bulunmayan kavramlarla düşünmek insanın aklını koflaştırır, inancının da içini boşaltır.” (s. 87)

Günlük hayatta propaganda çalışmasında, sohbetlerde, işyerinde, okulda ya da mahallede teoriyi insanlara anlatmıyoruz ki… Sosyalist ideolojik motif ve desenler, eleştirilerimiz hep aktüel konular üzerinden, sade ve anlaşılır bir dille gerçekleşiyor. Fakat bu teorik üretimi, toplumsal gelişmelerin teorik kavranışını bir kenara bırakacağımız anlamına gelmiyor. Teorik kavrayışınız yoksa politik yön duygunuz yiter, pusulasız kalırsınız.

6. Diğer düşünceleri

“Değindiğim sorunlara, umudu hayallere değil, gerçeklere dayanarak, akılcı biçimde yeşertmek ereğiyle yaklaştım. Kendi umut kavrayışım doğrultusunda.” (s.98)

Teorik bakanlar için umutsuzluk gelip geçici uğraklar olabilir ancak. Karamsarlığınızı, yenilgilerinizi, sıkıntılı anlarınızı geride bırakmanın denenmiş yolları var. Okumak, müzik dinlemek, yürüyüş yapmak gibi… Politik mücadelede teorik kavrayışınızı geliştiriyor ve derinleşiyorsanız, karamsarlığınızın kalıcı olması mümkün değil. Benim kanım bu.

“Halkın gönlünü ve aklını fethetmeye yarayacak yöntemler geliştirme” (örneğin s. 98) çabasından bahsediyor, Arslanoğlu. Bu düşüncesine katılıyorum, fakat tarihsel-toplumsal süreçlerin evrimsel bir boyutu olduğunu da belirterek… Başka bir yerde, solun “halka yaklaşmada, halkı kazanmada başarısızlığı” (s. 164)’ndan bahsediyor Arslanoğlu… Ne bekliyordu, bilmiyorum. “Başarı” denilen şey, sihirbazın şapkasından mı çıkacaktı?..

“Kuramda geliştirici ve özgün çıkışlar yaratma gerekliliği” (örneğin s. 98). Kuran’daki ayetler gibi bir cümle… Evet katılıyorum ve teorik gelişimde yeni siyasi deneyimlerin yanı sıra yapılan incelemeler, yeni bilgi ve görüşlerin eleştirilmesi, değerlendirilmesi ve içselleştirilmesi yoluyla da bir ilerleme sağlanabileceğini düşünüyorum.

“TKP bildirileri, yayınları, söylemi daha çok ve ağırlıkla içe seslenir.” (s. 105). Bu genellemeye ben varamıyorum. Örneğin soL haber portalı, içe mi sesleniyor?.. Ya bildiriler?.. Sanmıyorum. Ancak elbette basılı soL’un, Komünist’in ve Gelenek’in ağırlıkla içe ve solun içine seslendiği söylenebilir. Bir de Arslanoğlu, TKP’yi Stalinist şeklinde yaftalıyor: “kendini Stalinist olarak tanımlayan parti” (s. 165)... Ne Stalinizm diye bir anlayış vardır, ne de TKP Stalinisttir, bana göre. Sahte, anlamsız bir nitelemedir, bu.

“Devrim yapamayan devrimci başarısız devrimcidir” (s. 116). “Devrimcinin görevi devrim yapmaktır” (s. 151). Oysa devrimi yapan kitlelerdir. Günlük hayatın diliyle ama sığ ve anlamsız biçimde yazıyor yine…

Arslanoğlu devletin sönümlenmesi meselesine de değiniyor… Fakat Marksizm’i hiç anlamadığını gösteriyor. Bakın şöyle:

“Devletin sönümlenmesi, sınıfların bütünüyle yok edilmesi gibi hayale dayanan tezleri ve olmayacak duaya âmin demek anlamına gelecek ayağı yere basmayan hedefler doğrultusunda enerji harcanmasını, kavga edilmesini önler. (…) devletin baskıcı düzeneklerini gevşetecektir kuşkusuz. Ama eşitsizliğin tam olarak ortadan kalkması, hiyerarşinin yok edilmesi, sosyalist ülkelerde kaçınılmaz biçimde oluşan sosyalizme özgü sınıfsal ayrımların ortadan kalkması mümkün olmayacaktır.” (s. 161)

Adeta gündüz vakti rüya gören Arslanoğlu’nun “sosyalizme özgü sınıflar”ı bir uydurmadır. İnsanların bireysel farklılıkları, özürleri vb.’nin komünizmde de ortadan kalkmayacağı çok açık. Fakat koşullarda ve olanaklarda eşitliğin sağlanması, herkesin gereksinimlerinin bolluk içerisinde karşılanması mümkün olacaktır. Dünyada bunu sağlayacak teknoloji, bilimsel bilgi düzeyi, insan kaynağı ve doğal zenginlikler bugünden oluşmuştur veya bulunmaktadır. Komünizmde devlet, toplumsal örgütlülüklerle kaynaşıp onlar arasında eriyip gidecektir. Sınıflarla birlikte, devletin sınıfsal belirlenimi ortadan kalkacaktır. Sınıflar niye mi ortadan kalkacak?.. Üretilen artık-ürünlerin bazı ayrıcalıklı insanların elinde birikmesi olmayacak, özel mülkiyet ortadan kaldırılmış olacak da, ondan. Marksizm’in abc’si… Biz gelecek öngörülerimizde realistiz. Bize “hayalci” diyenlere, “olmayacak duaya âmin” diyorsunuz diyenlere, ideolojik mücadele içerisinde zaten karşılık veriyoruz. Fakat Arslanoğlu okur-yazar olduğundan, Marx ve Engels’in eserlerini tekrar okumasını öneriyoruz. Okuduklarını hiç anlamamış olduğu görülüyor. Burada bu kadarıyla ona yardım edebiliyorum. Fakat Marksizm konusunda “uçuşa geçenlere”, “uyduranlara”, MAR’ı takip etmelerini de tavsiye ediyorum…

Arslanoğlu uyduruk iddialarına “gerçekler” diyor. “İnsanın birdenbire hidayete ermesi gibi ufuk açıcı, rahatlatıcı, aydınlatıcı bir duygudur bu. Sosyalist liderlerin bu gerçeği bilmeleri şarttır.” (s. 162). Evet, gerçekten ortada düşünsel açıdan bir “hidayete erme” var; bunun adını çok net koymak gerekiyor. Düşünsel döneklik ve anti-komünizm… Altını çiziyorum, “düşünsel” düzlemde… Arslanoğlu’nun yaşam seyrini izlemek ilginç olacaktır. Şu anda fiilen bir solcu/komünist olan Arslanoğlu, düşünceleriyle fiili durumu arasındaki geniş yarıkla, ne yapacak, gelecekte hangi konuma ulaşacak?.. Bu ilginç durumu hakikaten izlemek gerekiyor.

İnsanlara “aptal” demek, bunu insan gerçeği saymak… Teorik bakışı sıfırlanmış, benim düşünsel bir çözülüş yaşadığını düşündüğüm Arslanoğlu, cehaletinden memnun durumda görünüyor. Hayatta karşılaştığı insanlardan bıkmış, usanmış olmalı diye düşünüyorum. Bakın neler yazıyor:

“Yığınların sosyalist fikirleri benimsemesi neden zordur.” (s. 163)

“(…) insan gerçeğini (insan doğasını) kavrayan birisi, giderek böyle pek ‘derin’ kuramsal savları komik bulmaya, ‘Marksist’, ‘sosyalist’ üst düzey teorik çalışmalara yabancılaşmaya başlar. Benim bir ölçüde yabancılaştığım gibi.” (s. 163)

Bunlar birer dışavurum ya da itiraftır. Teorisizliğin getirdiği ve cehaletinden duyduğu mutluluğu, düşünsel çözülüşünü dışa vuruyor bana göre… Egemen ideolojinin insanlar tarafından günlük hayatta bolca karşılaşılan yeniden üretimi, sağ fikirlerin yaygınlığı ve baskınlığı karşısında bir gerileme (regresyon)… Sosyalist fikirlerin yaygın olarak benimsendiği ve her an yeniden üretildiği toplum, sosyalist toplumdur. Bugün için sosyalist mücadelenin fikirlerini, sosyalist ideolojiyi yaymaya çalışmak, örgütlülüğü artırmak içindir. Sosyalist ideolojinin desenlerini ve temalarını, toplumdaki davranış, düşünce ve duygu kalıplarıyla eklemlemek, onlara biçim vermeye çalışmak gereklidir. Toplumsal dokuda gerici, muhafazakâr düşüncelerin ağırlıkta oluşu ve her gün yeniden ve yeniden üretilmesi olağandır. Egemen ideolojinin dağılması, çözülmesi olağan dönemlerde zordur. Fakat tarihsel ilerlemede çelişkilerin yoğunlaştığı ve algılanmalarında belirgin sıçramaların yaşandığı kesitler de olur. Önemli olan bu tür uğraklara hazırlıklı ve belirli bir ön birikimle girmektir.

Ampirik gözlemlerini genelleyen Arslanoğlu’nun geçmişte kazanılmış, soyutlanmış sağlam düşünceleri bir yana bıraktığını ya da reddettiğini görüyoruz. Bakın bir sıradan gözlemi nasıl genelliyor ve bu gözlemi ne kadar çok önemsiyor:

“İnsanın her hareketi, her tepkisi, bunların sonucu ve toplamı olarak aldığı konumlar, kuramsal temelli, inceden inceye düşünülmüş değildir. İnsan bir lira için cinayet işleyip tüm hayatını mahvedebilen ‘mantıksız’ bir canlıdır.” (s.163-4)

Oysa hemen akla şu getirilebilirdi. İnsanlar eşsiz sanatsal yaratımlara, muhteşem kültürel zenginliklere de sahip değil midir?.. Bunları üretenler kim?.. Ampirik gözlemleriniz üzerinden bir “insan teorisi” geliştiremezsiniz. Bunu yaptığınızda varacağınız sonuçlar, kişisel kurgular olacaktır, bilimsel/realist değerlendirmeler değil.

İnsanı ve siyaseti sorunlu bulan Arslanoğlu, ampirik gözlemlerini genelleyerek sonuçlara ulaşıyor. Onun gözünde, ne toplumsal sistemler var, ne de tarihsel gelişim. Adeta “dünya hep böyleydi” diyor. Sanki dünyanın değişmeyeceğine inanıyor. Sosyalizmi ahlakçı bir bakışla kavrıyor. Doğal değil mi?.. Toplumsal ilişkilerin, somut koşulların incelenmesi dikkate alınmıyorsa, emperyalizm, sınıfların mücadelesi, tarihsellik gibi konular görme alanınıza girmiyorsa, sosyalizmi nasıl benimsersiniz? Ahlakçı bakışla… Alıntılıyorum:

“Dünya haksızlıklarla dolu. İnsan hiçe sayılıyor. Bu koşullarda sonunda ideal olsun veya olmasın bir sosyalizm fikri kurtuluş olarak görülüyorsa (…)” (s. 164)

Bu ahlakçı bakışa biraz ileride tekrar değineceğim. O yüzden geçelim…

Arslanoğlu solun bazı özelliklerinden yakınıyor. Bunlara değindik. Fakat örneğin “(…) ‘doğru tek tiptir yaklaşımı… Kuramsal yetersizlik, entelektüel anlamda mevcutla yetinme” (s. 165); bunlardan da yakınıyor ve herhalde kendisinin bunların aşılması doğrultusunda katkılar yaptığını düşünüyor olmalı. Traji-komik mi, hazin bir durum mu?.. Bilmiyorum, okur karar versin.

Bana göre örneğin şu türden sorular çocuksudur: “Lenin gelse ne yapardı? (…) Cevap şu: Somut koşulların somut çözümlemesini yapardı ve sosyalist eylemin gücünü artıracak cesaretli kararlar alırdı.” (s. 166). Stalin’e hayır, Lenin’e evet diyor. Her iki değerlendirmesi de kişi fetişizmi olarak nitelenebilir. Bireylere onlarda olmayan güçler atfediyor. Bizden uzak dursun, bu tür yaklaşımlar.

Bizden uzak durması gereken bir başka yaklaşımı, Kojin Karatani’nin düşünceleri oluşturuyor. Hiçbir bilgi sunmadan, sadece Marksist kuramcı ve siyasi lider sayısı çoktur diyerek, “Marksizmin bir bunalım yaşadığı açık.” (s. 171) cümlesini yazan Arslanoğlu, Karatani’yi de “Marksizm’e geliştirici katkılar sunan” bir “kuramcı” olarak tanıtıyor. Arslanoğlu bu konuda da yakınıyor; “Kitap felsefe veMarksist kuram üstüne iddialı bir kitap. Ama ne bir felsefeciden ses çıkıyor, ne herhangi bir Marksist kuramcıdan.” (s. 172). Sürüsüne bereket bu tür “kuramcılar”; keşke hepsine yetişecek kadar bol vaktimiz olsa!.. Üstelik uçuk iddiaları, aklına gelen ipe sapa gelmez tezleri yazan her “kuramcı” ya da yazarı eleştirmek, gerekli midir? Yaygın bir etkisi olmadıkça… Arslanoğlu, Karatani’yi eleştirse de şu ifadeleri kullanmaktan da kaçınmıyor: “Karatani’nin kitabı, böyle bir tartışma ve şu sıralarda ihmal edilmekte olan bir alan için şevk yaratacaksa bu bile tek başına çok yararlıdır.” (s. 247). Burada “tüketim eksenli mücadele”nin ihmal edildiğini kastediyor. Şevk yaratmak mı?.. Kafa karıştırıcı olmasın da. Bu konuyu tartışmak için Karatani’ye başvurmaya kanımca gerek de yok.

Arslanoğlu, Karatani’den bol bol ve uzun alıntılar yapıyor, onun düşüncelerindeki yanlışlıkları gösteriyor. Fakat “tüketim eksenli mücadeleye önem verilmesi” gerektiğini tek bir cümleyle açımlıyor. Şaka yapmıyorum, hakikaten böyle. İşte o cümle: “Tüketim boykotlarıyla sistemi sersemletip bayıltabiliriz.” (s.173). Başka hiçbir destekleyici, dayanak oluşturan açıklaması yok. Öte yandan şu saptamasına katılıyorum. Çünkü doğru…

“Tüketim boykotlarından bahsediyorum. Bununla sistemi yıkmak ve sosyalizmi o yolla kurmak mümkün değildir. İşte bu anlamda üretim ekseninin başatlığından söz edilebilir. Ama üretim eksenli mücadelelerdeki sakat nokta, gelirden biraz pay alma amaçlı sendikal mücadeleleri bizim üretim eksenli mücadele sanmamızdır.” (s. 173)

Kitaptaki ender sağlıklı ve anlamlı saptamalardan biri, bu… Siyasal içeriği sağlam biçimde örülmüş ve örgütlenmeye yarayacak bir “tüketim boykotu”nun anlamlı olacağı söylenebilir. Bunlarla hiç kimseyi “bayıltıp ayıltamayacağınız”sa açıktır. Fakat bir kampanya süresince deşifrasyona, ideolojik mücadeleye ve örgütlenmeye hizmet edecek bir boykot, bu sürede yapılacak eylemlerle, etkinliklerle, propaganda çalışmalarıyla ve sonuçtaki örgütsel kazanımlarıyla anlamlı olabilir. Burada önemli olan, bu kampanya sürecinin içerik açısından sağlıklı örülmesidir. Boykot kampanyalarının, bir süre boyunca, kazanımlara yol açabilecek bir araç olarak kullanılması dışında, başkaca önemsenebilir bir işlevi yoktur, kanımca.

Geçelim… İşte üzerinde yeterince düşünülmemiş bir saptama daha: “(…) sendikal mücadeleler devrim açısından sadece bir okul işlevi görürler.” (s. 174). Peki, nerde kaldı “somut durumun somut tahlili”… Her ülkede ve her zaman geçerli bir saptama değildir, bu. Örneğin ülkemize ve sendikaların bugünkü durumuna bakılsın. Ancak elbette sendikaların bugünkü her bakımdan “geri” durumu değişebilir/değiştirilebilir.

Arslanoğlu, iyi bilinen bir ifade üzerinde de duruyor. Karatani’nin bir iddiası varmış. Marx’ın dolaşım sürecini, üretim süreciyle aynı değerde gördüğünü iddia ediyormuş. Bu iddiayı Marx’ın şu ifadelerine dayandırıyormuş: “O halde sermayenin dolaşımdan doğması olanaksız olduğu gibi, dolaşımdan ayrı olarak oluşması da aynı ölçüde olanaksızdır. Sermayenin kökeni aynı zamanda hem dolaşımın içinde, hem de dışında olmak gerekir.” (s. 177) Metin Çulhaoğlu’nun, Marx’ın bu ifadesi üzerinde, yanlış hatırlamıyorsam Tarih Türkiye Sosyalizm adlı kitabında durduğunu ve “diyalektik” akıl yürütme olmadan bu ifadenin anlaşılamayacağını yazdığını belirtmeliyim. Bu ifadenin anlamı şudur; artık-değer, üretim sürecinde oluşur, fakat metaların satışının gerçekleştiği dolaşım alanında realize olur. Üretim ve dolaşım arasında bu noktada bir bütünlük ve ilişki bulunur. İşte bu kadar!.. Oysa Arslanoğlu Marx’ın bu ifadesini “yoruma açık tek cümle” (s. 181) olarak niteliyor ve Karatani’nin fikrini sayfalar boyunca çürütmeye çabalıyor ve bunun için bol ve uzun alıntılara başvuruyor.

Karatani’nin Türkçeye çevrilmiş Transkritik adlı kitabını okuduğumu ve bu kitapta önemsenebilir bir teze rastlamadığımı da belirtmek istiyorum. Bu arada Arslanoğlu’nun bolca yaptığı uzun alıntılar arasında Çulhaoğlu’nun kitaplarından yaptığı alıntılar da bulunuyor. Kendi eleştirisine Çulhaoğlu’ndan “otör” desteği almaya çalışan Arslanoğlu’nun, bazı alıntıları yersiz ve uygun da değil (örneğin s. 187’den başlayıp birkaç sayfa devam eden alıntı). Arslanoğlu böbürlenerek Çulhaoğlu’ndan yaptığı alıntılar için şunu belirtmeden edemiyor: “Benim ana kolanlara (Marksizmin “ana kolonlarına” –MB) eleştirel yaklaşımım, aşağı yukarı örnekteki radikallikte ve cesarettedir.” (s. 187). Verdiği örnek Çulhaoğlu’ndan. Tuhaf değil mi?.. Çulhaoğlu’nun düşünceleri, bu şekilde de kullanılabiliyormuş… Ne diyelim, “hayırlı traşlar” (!)..

Başka bir saptamaya geçelim… “Dünya toplamında hesaplandığında, Batı’daki işçilerin en azından bir bölümünün artı-değer sömürüsünden kurtulmuş olduğu ya da ihmal edilebilir düşük oranlarda artı-değer sömürüsüne maruz kaldıkları bulunabilir.” (s. 212). Yeni bir terimin icadıyla karşı karşıyayız (!).. “Artı-değer sömürüsü” bu terimin adı. Ücretli emekçiler için sömürü hep vardır. Emek-gücü üretken olmasa da, artık-değer üretimine doğrudan değil de, dolaylı olarak katılsa da, sömürülür. Üretken olmayan emek-güçleri, “kolektif işçi”nin bileşenleri olarak görülebilir. Devam edelim…

“Emperyalizm (…) Bir yandan Vietnam’da, Irak’taki gibi doğrudan işgalle oradaki pazara ve doğal zenginliklere el koyar, öte yandan Şili, Türkiye, Ukrayna, Gürcistan’da yaptığı gibi darbeler yoluyla. Bir yandan kredi kartları aracılığıyla bireyleri borçlandırarak köleleştirir, öte yandan borç vererek devletleri…” (s. 212)

“Darbeler yoluyla pazara ve doğal zenginliklere el koyulması” ifadesinin naifliği açık olmalı. Kredi kartlarının emperyalizmin bir enstrümanı sayılmasına ne demeli?.. “Essah mı ağam, bizim habarımız yoğ” desek, olmaz mı?..

“Üretim tarzlarını ekonomiyi açıklamakta başat sayıyor.” (s. 176) Burada Marx’tan bahsediyor, Arslanoğlu... Kalem sürçmesi sayalım bunu. Üzerinde durmayalım.

“Kapitalizmin emperyalizm evresini Lenin ilk kez ortaya koydu (…)” (s. 212) Buharin ve Hilferding’i tamam yok sayıyoruz, fakat “ortaya koydu” ne demek?.. Lenin’in Emperyalizm çözümlemesinin değerini hepimiz zaten biliyoruz…

“Marx’ın özellikle Kapital’de çok kullandığı soyutlama yöntemi de bir bilimsel yöntem olarak diyalektikten ayrı, diyalektiğe karşıt bir yöntem değildir.” (s. 224). Oysa soyutlama yöntemi, diyalektik akıl yürütmeyi zaten içerir. Gerçekliğin “yaşam” süreci soyutlanırken, onda bulunan ilişkiler, etkileşim biçimleri, karşıtlıklar, değişim eğilimi vb. dikkate alınır. Sonuçta ulaşılan saptamalarla, soyutlama sırasında kullanılan akıl yürütme yolu aynı değildir. Diyalektik akıl yürütmenin ilkeleri ya da desenleri, ulaşılan yasalar/eğilimlerle, saptamalarla karıştırılmamalıdır. Kanımca Arslanoğlu’nun bu konudaki görüşlerinde netleş(e)memiş olduğu söylenebilir. Yeri gelmişken belirtelim, Karatani’nin “paralaks bakış” adı verilen tekniği kullanmasının bir yenilik olmadığını Arslanoğlu’nun göstermesi, yerinde bir tutum olmuştur (bkz s. 231-232). Marx’ın eserlerinde, Ollmann’ın vurguladığı gibi “konumlanma noktaları”nın değiştirilmesi olarak adlandırılabilecek bir “teknik” zaten bulunmaktadır.

Arslanoğlu günümüzde yaşama geçirilecek bir kooperatifçiliği ilk başta doğrudan ve açıktan onaylamıyor. Yerel Mübadele Ticaret Sistemi (YMTS) adında (burada anlamı önemli olmadığından açıklamasına girmiyorum) bir uygulamayı da… Fakat bunları dikkate değer bulması bile başlı başına bir sorundur. Arslanoğlu şöyle yazıyor: “Kağıt üstünde iyi ve uygun bir model gibi duruyor?” (s. 250). Paranın, devletin ortadan kalkması, kapitalist bir dünyada mümkün değil. Anarşizan komün yaşam alanlarının kurulması, bu alanlarda ya da topluluklarda koopertifçilik, YMTS gibi uygulamaların savunulmasını önemsemek hata. Karatani’nin bu konulardaki görüşlerine işaret edilmesi, bunların üzerinde durulması da öyle… Bu tür arayışlar Marx’ın zamanından beri olageldi. Ütopik sosyalistlerin, Proudhon’un, anarşistlerin bir kısmının savunduğu düşüncelerin modern versiyonları olmuştur, olacaktır. Fakat bizim bunlara itibar etmememiz gerekiyor. Bu düşüncelerden bazılarını Marx ve Engels’in eleştirdiğini ve kendi düşüncelerinin oluşumunda bu eleştirilerin de bir payı olduğunu zaten biliyoruz. Ayrıca, komünler oluşturulmasını savunan yaklaşımların, anarşizan çabaların, sosyalizm mücadelesine hiçbir katkısının olmadığını ve yaşanan devrimlerde bu ütopik girişimlerin hiçbir yerinin olmadığını da görmeliyiz. Karatani’nin anarşizan “birlikler” oluşturma anlayışıyla, “temelden bir halk örgütlenmesi”nin (s. 252) oluşturulması düşüncesi aynı anlamalara da gelmiyor.

“Karatani’nin ulus, devlet, sermaye üçlüsü yine de çok önemli.” (s. 254). Neden?.. Arslanoğlu, liberal “ulus-devletler ortadan kalkıyor” tezine karşı bir görüş olarak Karatani’nin görüşünü önemli görüyor. Oysa Karatani’nin görüşlerine hiç ihtiyacımız yok! Marksizm ve sosyalist ideoloji kendi zenginliğinde yeterlidir ve daha da zenginleşecektir.

“İnsanı düzeltme, eğitme çabasının bugünden yükseltilmesi gerektiği”ne vurgu yapan Arslanoğlu şunu yazıyor: “Değiştirme ve bugünün toplumunda yeniyi kurma çabası devrimden çok önceleri başlar oysa. O süreç ancak devrimle başarı şansı yakalar.” (s. 253). “Yeniyi” politik mücadele içerisinde ve politikayla kurarsınız. Siyasetin içerisinde insanlar “düzeltilir” ve “eğitilir”; komün tipi birlikler, “adacıklar” oluşturmak sosyalistlerin işi değildir.

Ve lafı bu kadar dolandırdıktan sonra net bir biçimde benimsediklerini yazıyor: “Daha üst bir ahlak kurma, ‘komünist metafiziğini’ örme, dayanışma, yardımlaşma kültürünü geliştirme, örgütlenme kültürünü kuvvetlendirme, siyasi partiler kurma, sendikalarda çalışma, kooperatifler veya birlikler tesis etme, derneklerle halka bitişme… hepsi hepsi bugünden başlatılıp, bugünden ciddiyetle ele alınacak başlıklardır. Bunlarsız devrim olmaz (…)” (s. 253-4)

Burada sağlıklı öğelerle sağlıksız öğeler yan yana yazılıyor. Biz “daha üst bir ahlak kurma”yı değil, mücadeleciliği, politik bilinçliliği, çalışkanlığı, örgütlenmeyi önemsemeliyiz. “Komünist metafiziği” değil, komünist fikirleri günlük yaşamın içerisinde üretebilmeli ve insanların sağlıklı düşünceleri, duyguları ve davranışlarıyla ilişkilendirebilmeliyiz. Politik bağı olmayan örgütlenmeler kurmak yerine, politikayla bağı iyi kurgulanmış ve politik içerikle donatılmış örgütlenmeler kurmalı ya da kurulanları dönüştürmeliyiz.

Arslanoğlu “komünist, sosyalist kuramcıların tümü (…) hayali bir insana göre mücadele reçetesi sunar.” (s. 250) diye buyuruyor. Oysa komünist partilerde bugüne kadar böylesi bir mücadele anlayışı hiç olmadı. “Teorisyen” komünistlerin de… Fakat Arslanoğlu ısrarcı: “(…) baskın komünist anlayış aslında insanı cidden hiç tanımaz, tanımak da istemez.” (s. 251). Ne diyelim, herhalde bir tek kendisi tanıyor şu “insan”ı… Kalkıp bir de şunu yazmasın mı; “bugüne kadarki bütün devrimler insan gerçeği üstüne şekillendi (…) yoksa ‘büyük yabancı kuramcılar’ın öngörü ve tavsiyelerine göre değil.” (s. 251). Gerçekten sorunlu bir algı ya da kavrayış var burada da. Nerdeyse “psiko-patalojik” sayılabilir. Biraz ileride şunu da yazıyor örneğin: “Doğu Avrupa’nın sosyalist devrimleri Kızıl Ordu’nun desteğiyle ve birkaç ülkede tamamen onun eliyle gerçekleşmiştir.” (s. 251). Burada yapılan tarih çarpıtması değilse nedir?.. Diyelim ve geçelim.

“Kafamızdaki hikâyeler” diyor Arslanoğlu… “İşçi sınıfı her koşulda başattır anlayışı yanlıştır.” (s. 252). Teorik referans çerçeveniz yoksa politikada savrulursunuz. Siyasette teori reddedilmeye gelmez. İşçi sınıfının, devrimci kapasitesi olan sınıf olduğunu söylemenin, “işçi fetişizmi”yle alakası yoktur. Ne demek “başat”?.. Her ülkenin somut/aktüel durumu, sınıf kompozisyonu, politik hareketlerin durumu, ideolojik haritası vb. vb. bunları dikkate almadan politika yapan bir sosyalist/komünist parti var mıdır ki, Arslanoğlu’nun uyarılarına hak verelim.

“Devrimci (…) üst insan mertebesine yükselmiştir.” (s. 254) “Devrim çılgınlıktır işin esası. Olağanüstü bir irade ve cesaret gerektirir.” (s. 254) “Eğer devlet sosyalistken halk yeterince bilinçlendirilip ahlaklı hale getirilemiyorsa (…)” (s. 254) “Halkın çoğunluğunu ahlaklı yapabilir miyiz? Yaparsak eğer sosyalizme de gerek yok ki! Sosyalizm fetişisti değiliz ki.” (s. 254)

Bu ifadelerde tarihsel bakışın zerresi yoktur. Bireyci ve ahlakçı bir bakışsa var. Bireylerin “irade ve cesareti” vardır, ama devrimleri bunlarla ilişkilendirmek, doğru mudur?.. Cesaret olmazsa, devrimler olmayacak mı?.. Komik. Tarihsel ve toplumsal koşullarla devrimler arasındaki bağ, buhar olup uçmuş sanki.

İşte ahlakçılık: “Yani kapitalizme karşı hareket etik ve ahlaki bir harekettir. Sömürüye, yabancılaşmaya, eşitsizliğe, çevrenin imhasına, ayrımcılığa vs. yönelik bütün karşı-eylemler, baştan aşağı etik ve ahlaki bir nitelik taşır.” (s. 255-6). Dikkat edilirse, kapitalizme karşı hareket, etik ve ahlak da oluşturur denmiyor. Bireylerin sosyalist olmasında etik değerlerin de rol oynadığını zaten gözlemliyoruz. Sosyalist ideolojinin ahlaki değerler içerdiğini de biliyoruz. Fakat sosyalizm, tarihsel bir sürecin ürünü olmuş ve olacaktır. Bunu göz ardı etmiyoruz, etmemeliyiz. Sosyalizm mücadelesinin “ağırlıkla iradi kararlara” bağlı olduğunu belirten ve bu kararlılık için “belli bir etik duruştan kaynaklandığı inkâr edilemez bir olgu” (s. 255) diyen Arslanoğlu, iradi kararlarla yapılan eylemlerin, örgütlenmelerin nesnel toplumsal süreçler içinde yer aldığını ve nesnel pratikler de olduğunu göremiyor. Sosyalizm mücadelesinin bir mücadele ahlakı doğurduğundan bahsedilmelidir, fakat bu mücadeleyi koşullayan temel faktör etik değildir. Etik değerler bu mücadele sürecine katılır ve mücadeleyi güçlendirir, zenginleştirir. Arslanoğlu’nun şu değerlendirmesi açıkça yanlıştır: “Sosyalizmin saiklerini ahlaktan aldığı açıktır.” (s. 256). Oysa sosyalizm, ahlakçılıkla özdeş değildir.

“Yakın bir zamanda nüfus patlaması sorunları, açlık, toplu göçler, iç savaş ve ülkelerarası savaşlar çıkacak, çıkması kuvvetle muhtemel. Çevre sorunları, iklim değişiklikleri, hastalık salgınları patlayacak ve küresel felaketler yaşanacak (…) sosyalistlerin önemli bir bölümü böyle şeyleri umursamıyor.” (s. 256)

Peki ne yapalım?.. Bu konularda önce sağlıklı bilgilere ve analizlere ihtiyaç var; bunun üzerine politika geliştirilebilir ancak. Tamam, fakat bir daha soralım; ne yapalım?.. Sosyalizm mücadelesini güçlendirmekten başka… Saydıklarının gerçeklik payı bulunuyorsa, bunlara dair sağlıklı fikirler üretip, sosyalizm mücadelesine içselleştirmek dışında yapacak bir şey var mı?.. Yok, eğer sosyalizme inanmıyorsanız, çevreci kulüplere, hayırsever dernek veya vakıflara gider, oralarda çalışırsınız. Başka bir yol var mı?..

7. Arslanoğlu’nun “Halka yaklaşım rehberi”

Onun seçtiği başlıklarda görüşlerini derli toplu bir biçimde hatırlatıp, ardından kendi görüşlerimi de özetle yazmak istiyorum...

LİDER: “Zaten siyasi başarılar çok büyük bir çoğunlukla liderlere dayanır.” (s. 261) Lider yönetimini şart sayan Arslanoğlu, bu görüşünü “kadim kabile”lerde şekillenmiş “insan doğası”na bağlıyor. “Nesnel koşulların uygun bulunması ve deha düzeyinde liderlik yetenekleri Her devrimin genel geçer formülü budur.” (s. 262) şeklinde buyuruyor. Bu “süper-man”ci yaklaşımı onaylamıyorum. Çünkü aslında “nesnel koşulları”, tarihsel süreçleri, kitlelerin harekete geçmesindeki nesnelliği tümüyle ihmal eden bir formüldür, bu. İnsanları biçimlendiren toplumsal ilişkilerdir ve bu biçimlenme değişir, gelişir.

BENCİLLİK ve BİRLİK: “İnsanda eşitlikçi ve ortaklaşmacı bir damar bulunur. Bu, on binlerce yıllık kabile yaşamından kalma genetik bir özelliktir.” (s. 262). Bu iddianın bilimsel dayanağı yoktur. “ ‘Kitlelerin talepleri’ denilen şey bencilliğin toplumsal ifadesidir (s. 262). Bencillik bireylere ait bir özellik olarak aile, okul ve çevre ilişkileriyle gelişen bir özelliktir. Kitlelerin çıkarlarından, özlemlerinden bahsedilebilir, fakat “bencilliğinden” bahsedilemez. “İnsan her koşulda kardeşlikten, birlikten, tek yürek olma düşüncelerinden hoşlanır.” (s. 262). Kardeşlik, birlik gibi kavramlar ya da değerlerin anlamı, kişiden kişiye değişir, farklı siyasi düşüncedeki insan grupları bu kavramları farklı anlamlandırır. Üstelik kardeşlik, özgürlük, eşitlik gibi bazı kavram, değer ya da ilkelerin tarihte ortaya çıkışı görece yenidir, yakın çağın ürünüdür. Koşullanmışlıkların ürünü olarak örneğin savaşlarda, “düşman”a karşı bu duygu ya da düşünceler oluşturulamamaktadır. Yeri gelmişken belirtelim; örneğin savaşları insanların psikolojileriyle (saldırganlık ya da savunma “dürtüsü”?) mi açıklayacağız, yoksa toplumsal tarihsel durum ve eğilimlerle mi?..

“Halka yönelik birleştirici iletiler önde görünmelidir” (s. 263) ifadesi sağlıklıdır. Bunu sosyalistler yapıyorlar zaten… Sermaye sınıfının üyelerini, burjuva politikacıları “bizden olmamak”la, “bize karşı” yaptıklarıyla eleştiriyor ve bir “biz” oluşturmaya çalışıyoruz, zaten. Arslanoğlu’nun şu ifadesine de katılıyorum: “Solun söylemlerinde de hâkim sınıflar için asalaklık, yabancılık, haksız ve fahiş para kazanma ve bunları millet zararına gasp edip kullanma, yozlaşmışlık temaları ağır basmalıdır.” (s. 263)

ULUS: “Ulus bilinci, kabile bilincinin günümüzdeki yansısıdır, ondan çok farklıdır, ama onun doğrudan, en kuvvetli uzantısıdır. Şu bilinsin ki, enternasyonalist bilinçle sol kolay bağdaşmaz. Acıdır, ama gerçektir. O yüzden sol, ulusa kendini hoş gösterir davranmak ve dahası ulusal çıkarların en atak savunucusu olmak zorunda.” (s. 264). “Enternasyonalist bilinç” diye bir bilinçlilik hali ya da türü yoktur. Ulus olma bilinci, ideolojik motiflerle, kültürel öğelerle, ahlaki değerlerle çeşitli pratikler üzerinden oluşturulur. “Kabile bilinci” kapsamında görülebilecek değerler, davranış-düşünce ve duygu kalıpları düşünüldüğünde, bunların “ulus kimliği”ni benimserkenki düşünce, değer ve duygulardan farklı olduğu saptanabilir. Bu bağın kurulmasının bir dayanağı yoktur. Sosyalistlerin ülkemiz ve halklarımızın çıkarını savunduğu ve savunması gerektiği doğrudur. Fakat “ulusal çıkarlar” kodlamasının dönüştürülmeden ve yeniden anlamlandırılmadan aynen benimsenip benimsenmeyeceği tartışmalı bir noktadır. Sosyalistlerin yaşadıkları topraklara kök salması, ülkelerinin değerleriyle eklemlenmesi, onları başkalaştırması ve dönüştürmesi, yeniden anlamlandırması gereklidir. Arslanoğlu Kürtlere ilişkin yorumundaysa, kendi özgün diliyle TKP’nin görüşlerini anlatmaktadır. Bunu “evrimci psikoloji rehberli devrimcilerin kabile ruhuna uygun tutumu” (s. 265) olarak niteleyerek…

DİN: “Din duygusu en az yüz bin yıllık bir evrimsel refleksten kaynaklanır (…) Yüz bin yıllık kökeni bulunur ve genetiğimize işlemiş durumdadır.” (s. 266). Bu iddiasının bilimsel dayanağı yoktur. Evet, dinsel düşünceler ve duygular, insanların zihinsel/ruhsal düzenekleriyle oluşturulur, fakat bu öznel düzenekleri belirleyen toplumsal, nesnel süreçler ve pratiklerdir. İnsanın genomunda “din” geni bulunmaz. Realist düşünceler ve davranışlar, “sağlıklı” birçok başka inanç, metafizik düşüncelerin üretimi son bulduğunda günlük hayatta başat olacaktır.

“Devrimciler laikliğin de kesin savunucuları olmalıdırlar.” (s. 266) “Dine, dindarlara asla sataşma”mak… (s. 267) Bunlara katılıyorum. Fakat sosyalizmde devletin dine yönelik bir politikasının olacağını da unutmamalı. Dinin, bireyin vicdani bir meselesi olması yönünde işleyecek aydınlanmacı kültürel dönüşümler, bu yönde çalışacak devlet politikaları gereklidir. Şuna da katılıyorum: “Dinlerin farklı yanları, farklı özellikleri bulunduğunu, çok çeşitli dindarlar bulunduğunu özellikle vurgulamalıyız.” (s. 267). Vurgulamalıyız, çünkü dine ilişkin “dışarıdan” bir bakışın filizlenmesine katkı sunabilir ya da en azından sofuluğun/softalığın yumuşamasına ve realist düşüncelere açık olmaya doğru bir yönseme oluşturabilir. Elbette kişilerin yaşayacağı deneyimlerin ve bilinçlerindeki kırılmaların önemli olduğunu da unutmamak gerekir.

Arslanoğlu dinci tarikat liderlerinin, sermayedarların ve politikacıların bohem hayatlarını, paragözlülüklerini, lüks düşkünlüklerini vb. topluma anlatmak gerekir derken de, benimle aynı şekilde düşünmektedir (bkz. s. 267-8). Fakat düştüğü bazı hatalar da var. Örneğin bu kişilerin “İslam’ın hiçbir olumlu özelliğini temsil etmeklerini” halka anlatmak, “Müslüman düşmanı haçlı zihniyetli emperyalist ırkçı güçlerle nasıl işbirliği yaptıklarını” anlatmak, “kutsal kitaplarda bunların yaptığı yoktur” (s. 268) gibi vurgularında yanılgı içindedir. Dinin meşruiyetini artıracak söylemler sağlıklı değildir. “Dinle barışık, dinsel rüzgârı da arkasına alan bir sola gereksinim duyuyoruz” (s. 268) şeklindeki değerlendirmesi de sağlıksızdır. Böyle bir gereksinim yoktur ve olamaz.

Yine yanılıyor: “temelde devrimci bir öz taşıyan tüm dinler” (s. 269) diye yazarken. Dinlerin başlangıçlarında yoksul, ezilen ve sömürülen kitlelerce benimsenmiş olması, onlara devrimci bir öz vermez. Bu nedenle Arslanoğlu’nun iddia ettiği gibi, bu “devrimci özü yeniden canlandırmak” diye bir ilgimiz ve meşgalemiz yoktur, olmamalıdır. Dinin yerine geçebilecek bir ideoloji olarak sosyalizmi görmekle, Arslanoğlu bir kez daha yanılıyor (bkz. s. 269). Dinlerin aksine sosyalist ideolojinin değerleri ve fikirlerinin işlevi farklıdır. Dinsel duygu ve düşüncelerin aksine, sosyalist ideolojik motifler etkinleştirici, isyan ettirici, mücadeleye sevk ettiren işlevlere sahiptir. Öte yandan Arslanoğlu’nun alıntı yaparak onayladığı şu mealdeki düşünce de yanlıştır: Marksistler dini afyon saydılar ve halkı da esrarkeş (bkz. s. 269). Hayır, Marksistlerin böyle bir iddiası da, tavrı da olmamıştır. (Marx, "afyon" metaforunu, dinlerin, halkın çektiği acıları dindiren işlevi için kullanır). Yeri gelmişken belirtelim; Arslanoğlu Manifesto’da “afyon” teriminin kullanıldığını belirtirken de yanlış yapmaktadır. “Bir yerde” geçiyordu diyor ve Marx’ın dini “kalpsiz dünyanın kalbi” olarak nitelemesinden bahsediyor (s. 268). Unuttuğu ve “afyon” nitelemesinin de geçtiği Marx eserinin adı, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş’tir.

Her ne kadar Arslanoğlu “evrimsel psikolojik açıdan yeni perspektif” (s. 269) olarak nitelese de görüşlerini, din hakkındaki görüşlerinin çoğu yeni değildir ve üstelik değindiğimiz birçok sağlıksız yaklaşıma da sahiptir.

İNSANDAN BEKLENTİLER: “Ondan düzgün bir eşya yapmak fevkalade zordur.” (s. 270). Kimden? “İnsan”dan… Sanki sosyalizm düzgün bir eşya... Oysa sosyalizm tarihsel akışın bir uğrağıdır. Oysa insanlar tarih yapıyorlar. Yüzyıllarca sömürülse ve ezilse de, devrimler yapıyorlar. Biz insanlara bu gözle bakmalıyız.

“İnsana kazanabileceği hedefler, elle tutulur, kendi yaşamında ulaşabileceği hedefler göstermek gerek.” (s. 270). Evet, politika zaten budur!.. Sosyalistler/komünistler başka bir şeycikler yapmıyorlar zaten.

SİYASETTE EŞİTLİK: “İnsan eşitliği bir yalan söylemdir (…) Konumuz siyasetse, bu konuda da yetenekli ve yeterliler, görece yeteneksiz, ilgisiz ve yetersizler elbette çıkacaktır. Bunun sonucu siyasi hiyerarşidir.” (s. 270-271). Bireylerin yetenekleri, ilgi alanları, kapasiteleri vb. farklıdır. Fakat örgütlenmede hiyerarşinin, işlevsel açıdan ele alınması gerekir. Burada işlevsel bir işbölümünden bahsetmek gerekir. Örgütsel düzenlemelerin, bireyci bakışla değerlendirilmesi sağlıksız sayılmalıdır.

“İnsan doğası eşitsizliğe, hiyerarşiye uygundur, ama sınıflı topluma, özel mülkiyete uygun değildir. Bunu en az 140 bin yıl sınıfsız toplumda yaşaması, ancak son beş altı bin yılda sınıflarla tanışmasından çıkarıyoruz”. (s. 271). Tarihsel gelişim kavranmıyor ve “insan doğası”na başvuruluyor. Başka yerlerde bu insan doğasında “eşitlikçi ve ortaklaşmacı” damardan da bahsedilmişti, hatırlayın. Bana göre bu çıkarsama, bilimsel değildir.

KABİLE RUHU: “Sıradan insan (…) örgütsel oluşumlara katılmanın kendine maddi ve manevi bir şeyler kattığını görmeli.” (s. 271). Evet, katılıyorum. Böyle olmasa zaten insanlar yeterince örgütlenmez ya da örgütlenseler bile bir süre sonra örgütlülükten ayrılabilirler. Mücadelenin ve örgütlenmenin bireyleri “beslediği” ve oluşturduğu dayanışma ruhu görülmelidir. Sosyalizm mücadelesinde insanların değiştiğini, insanların siyasetle değiştiğini biliyoruz.

AHLAK VE TOPLUMSAL BİLİNÇALTI: “Sol muhakkak ahlaklı ve ahlakçı olmalıdır.” (s. 272). Solun ahlaki değerleri vardır ve mücadelede bu değerler kullanılır. Fakat “ahlakçılık”, sosyalizmi salt ahlaki bir savunu olarak algılamak sorunludur.

“Toplumsal yozlaşma, çürüme, toplumsal suçlar, günahlar, buna karşı insanlığın ve toplumların bedel ödeyecekleri fikri, tufan, yeniden ayağa kalkış, diriliş motifleri sol propagandada muhakkak işlenmeli.” (s. 272). Bunlardan çoğu anlamsız ya da metafizik niteliktedir. Bu nedenle propagandası yapılmamalıdır. Örneğin daha çok sağcıların kullandığı “keser döner sap döner, bir gün gelir hesap döner” sözünün bile anlamı daha farklı ve sağlıklıdır. Örneğin “onlar asalaklardır, bizse dayanışma içinde, örgütlenen emekçileriz” türündeki bir yaklaşım sağlıklıdır. Halkın yozlaştığını/çürüdüğünü vurgulamanın politik bir getirisi olmadığına da inanıyorum.

8. Son söz

Okura Arslanoğlu’nun düşüncelerini sistemleştirmede zorlandığımı belirtmek istiyorum. Kısa süre zarfında (yaklaşık 3 gün) bu kadar tasnif edip, yazabildim. Arslanoğlu’nun görüşleri kitabının farklı bölümlerine dağılmış durumdadır.

Karşımızdaki bir “vakıadır” desek yeridir; bir solcunun/komünistin anti-komünist, bilimdışı, fantezi niteliğinde, dayanaktan yoksun düşünceleri, kitap haline getirip bastırdığı görülmektedir. Üstelik okuyanı da bol olacaktır.

Bay Kaan Arslanoğlu “bilimi alt üst ediyor” kısacası… Bilimle kalsa, yine iyi... Teoriyi, siyasal bakışı, sosyalist ideolojiyi de mahvetmeye çalışıyor.

Eleştirimde “sevgisiz” mi davrandım, yoksa sorun Arslanoğlu’nda mı?.. Okur karar versin.

[ANTİ-ARSLANOĞLU (‘Evrim Açısından Devrim’: Teorisizliğin Sefaleti) -I - Mahmut Boyuneğmez]

Konu: Kaan Arslanoğlu’nun Evrim Açısından Devrim adlı kitabındaki fikirleri eleştirilmektedir.

Haberveriyorum.net sitesinde bir “gürültü patırtı” vardı. Kaan Arslanoğlu’nun yeni bir kitabı yayınlanmış ve Araslanoğlu’nun bu kitabında yer alan fikirlerini Erkin Özalp ve Ali Mert eleştirmişti. Anladığım kadarıyla Arslanoğlu bazı “yeni” tezler öne sürüyordu ya da öne sürdüğünü iddia ediyor olmalıydı. Sonunda kitabı ben de aldım ve iki gün içinde okuyup bitirdim. Hakkında konuşulan ve popüler olan bu kitabı görmezden gelemezdim. İşte okudum ve gördüm. Bakın gördüklerim neler?..

Arslanoğlu bir psikiyatrist. Mesleği gereği bireylerin ruh sağlığıyla uğraşıyor olmalı. Onları gözlüyor, konuşturuyor, dinliyor ve tedavi etmeye çalışıyordur, fakat mesleğini şu anda icra ediyor mu, onu bilmiyorum. Kitabındaki fikirlerinin oluşumunda, bu mesleki uğraşısının etkisi olmalı. Evrimsel psikolojinin kapsamındaki bilgilerden ve görüşlerden yararlandığını zaten kendisi belirtiyor. Bundan bahsetmiyorum… Arslanoğlu’nun kitabında gördüğüm özetle şunlar oldu; bireyci bakış, ampirik gözlemleri genelleme, teorik bakış yoksunluğu, açıkça bilimsel açıdan sağlıksız tezler ya da iddialar, yeni olmayan yaklaşımları yeni gibi sunma ve dayanaksız yazmak ya da kanıt niyetine dikkate alınabilecek bilgileri sunmamak, bir de çok sayıda ve çoğu çok uzun alıntılar yapmak…

Gelin şimdi bunlara yakından bakalım. Bu yazıda elimden geldiğince öznelliği ağır basan bir yazım biçemi kullandığımı da belirtmek istiyorum; açıkçası bu kitabın eleştirisi için bu üslubun uygun olduğunu düşünüyorum…

Örneğin Arslanoğlu’nun kitabındaki ilk konu, Hikmet Kıvılcımlı’nın görüşleri ve kişiliği. Arslanoğlu’nun, Kıvılcımlı’nın tüm fikirlerini açıklama ya da eleştirme kaygısı olmadığı açık. Onun fikirleri arasından katıldığı yerler, eleştirdiği ve abartılı bulduğu yaklaşımları üzerinde duruyor. Kıvılcımlı’nın görüşlerini ne sistemli biçimde ele alıp değerlendiriyor ne de eleştirilerini ayrıntılı ve referanslı biçimde sunuyor.

Oysa elimizdeki bir kitap… Olabilir, insanlar düşüncelerini makale yazar gibi değil de, daha serbest biçimlerde de kitaplar halinde yazarlar, fakat bize göre dikkate alınır bir katkı yapılıyor, yeni bir yorum getiriliyorsa düşüncelerimize, bunun, sistemli ve dayanaklarıyla birlikte yapılmasında fayda var. Açıkçası bireylerin kendi fantezilerini, “aşırı-öznel” değerlendirmelerini okumak herkes için olmayabilir, fakat benim için nahoş bir durum. Kitapta bu durum, yazarı tarafından da dile getiriliyor; düşüncelerini “öznel” değerlendirmeler olarak görenlerin olduğundan bahsediyor. Belki bu serbestlikte yazmak kolay olduğundan seçilmiş bir yol olabilir. Fakat ulaştığınız sonuçları hiçbir destekleyici bilgi sunmadan yazarsanız, yazdıklarınızın açıklayıcılığı ve önemi azalıyor.

Başlayalım. Başlarken beni ilgilendiren, dikkatimi çeken noktalara değineceğimi belirtmeliyim. Maşallah, Arslanoğlu’nun kitabı baştan sona “dikkat çekici” yaklaşımlarla dopdolu…

1. Din hakkında…

“Dinlerin maneviyatçı başlangıçlarıyla sonraki maddiyatçı, sınıf ayrımına, zengin yoksul ayrımına varan bugünkü nitelikleri arasındaki çelişki daima gündemde tutulmalı. Bu nokta bizim açımızdan çok zengin ve etkileyici propaganda malzemeleri sağlar.” (s. 30)

Burada yanlış bir ifade veya formülasyon bulunuyor. Siyasal dincilerin, dinci sermayedarların, tarikat liderlerinin maddiyatçılığını eleştirmek ve bunu politik propagandada kullanmak anlamlıdır. Bazı dinlerin, örneğin Hıristiyanlığın, ilk oluşumlarında, sömürülenler, yoksullar, ezilenler, dışlananlar arasında türediği/şekillendiği, fakat tarihsel akış içerisinde başkalaştığı, devlet dini haline geldikleri, iktidarların bu dinlerin yeniden üretimlerine özel önem verdikleri, bu dinlerin de toplumsal düzenin yeniden üretimi işlevlerine sahip oldukları vb… Bunlar teorik düzlemde söylenebilir ve zaten biliniyor. Yazarın bahsettiği “çelişki”, “karşıtlık” anlamına geliyor, bunu da anlıyoruz. Fakat dinin manevi değerlerini övmek, yüceltmek ya da kullanmak sosyalistlerin işi değildir, olmamalıdır. Dinsel söylemler içerisinde “eşitlikçi” vurgular, “kardeşlik ruhu”, “adalet”, “hak” vb. değer ve kavramlar bulunsa da, bizim bu değerleri anlamlandırmamız farklıdır. Bu farklı anlamlara sahip kavramları ve değerleri kapsayan sosyalist ideolojimiz, bütününde farklı bir işleve sahiptir. Biz bu değerleri, kavramları dönüştürmeye, yeniden anlamlandırmaya, başka bir doğrultuda kullanımları için anlamsal açıdan kaymalar oluşturmaya çalışabiliriz ve çalışmalıyız. Fakat şunu yapmak sosyalistlere düşmez/düşmemeli:

“Birçok din başlangıçta eşitlikçi kardeşlik ruhuna dayanır. Dinlerin bu yönleri, doğuşlarındaki masumiyetleri ve iyicillikleri sosyalistlerce vurgulanmalı. Daha sonra dinin nasıl yozlaştırıldığı anlatılmalı. Nasıl ayrıcalıklılığın, sömürünün, vahşetin aracı haline getirildiği vurgulanmalı.” (s. 30)

“Hak, adalet, kardeşlik” diyenlerin, “yetim hakkı”ndan bahsedenlerin servetleri, lüks yaşamları, kazançlarını elde ediş yolları, yandaşlıklar üzerinden çevirdiği dolaplar, yolsuzlukları, insanımızın vicdanındaki dini duyguları istismar etmeleri, siyasette dini ve üstelik gösterişle kullanmaları vb… Bunları anlatmak, yazmak, konuşmak gereklidir. Fakat dinin aslında böyle olmadığı ya da başlangıcında hiç böyle olmadığını propaganda etmek sosyalistler açısından hatadır. Sonradan yaşanan, bir “yozlaşma” değildir; tarihsel süreç içerisinde dinsel ideolojik değerler, fikirler, görüşler başkalaşır ve farklı insanlar veya gruplar, sınıflar tarafından başkalaşmış anlamlarıyla yeniden üretilirler. Yozlaşan, çürüyen toplumsal ilişkiler, örgütlenmeler ve işleyiş mekanizmalarıdır. İdeolojik motifler, değer yargıları bunları aklamaya, gizlemeye, olduğundan farklı anlamlandırmaya, farklı algılatmaya yarar. Dinsel değerlerin, duyguların, düşüncelerin emekçilerce anlamı, kullanımı farklıdır, din bezirgânlarının, dinci sermayedarların ve partilerin bunları kullanımı ve bu bireylerdeki işlevleri başka…

Arslanoğlu’nun şu yaklaşımı ise benim yaklaşımıma benziyor: “(…) din konusundaki eleştirel ama dışlayıcı olmayan propaganda (…)” (s. 31). Arslanoğlu’nun kitabı yayınlanmadan önce yazdığım yazılarda, benzer düşüncelerimi paylaşmıştım. Örneğin şu ifadelerinde doğruluk payı yüksek: “Bizim şöyle söylememiz gerekir: Sosyalistlerin çoğu, evet dinsizdir, ama dindarların çoğundan daha ahlaklı ve daha az maddecidir, daha maneviyatçıdır. Zaten doğrusu da budur, yalan değil.” (s. 31). Aslında sosyalistler inançlıdır; tarihsel ilerlemeye, olumsuzluklara rağmen ve bunların itkisiyle gelişime, insanlığın yaratıcı potansiyeline, bilimsel düşüncelere, eşitlik ve özgürlük gibi ilke/değerlere vb… Bizim temel inançlarımızdan biri de, tarihsel ve diyalektik materyalizmdir. Biz ateist değil, materyalistiz. Maddiyatçı olamıyoruz zaten…

2. Genetik belirlenimli “insanın doğası” anlayışı ve buna referansla yaptığı yorumlar

“İnsan doğası” ve “insanın türsel psikolojik özellikleri” konusuna geçelim. Arslanoğlu buyuruyor:

“İnsanın türsel psikolojik özellikleri, aklı, aklının sınırları, aklını kullanma yolları, tüm davranış-düşünme kalıpları, bu uzun tarihi dönemdeki evrimsel gelişmelerin ürünüdür.” (s. 35)

“Arkadaki ya da daha temeldeki esas büyük maddi gerçeklik ise evrim gerçeği ve insan düşünce-davranış kalıplarının evrimce belirlendiği gerçeğidir. Bundan daha büyük maddi arka plan ya da altyapı bulunmamaktadır. Ekonomik sistemler dâhil. Başka deyişle evrimin ortaya serdiği maddiyat âlemi, hiyerarşi içinde tüm öteki maddi-ekonomik vs. koşulların üstündedir.” (s.35)

Bir: Arslanoğlu, insan aklı, psikolojik özellikler, akıl yürütme yolları ve davranış-düşünme kalıpları şeklinde sıraladıklarını, statik yapılar olarak kavramaktadır. Bunların bireylerdeki yeniden üretimini ve oluşumunu hesaba katmadan düşünmektedir. Toplumsal pratiklerden yalıtılmış bir insan aklı ya da psikolojisi yoktur. İnsanların davranış ve düşünme kalıpları toplumsal ilişkiler içerisinde şekillenir. Bir bebeğin büyüyüp çocukluk ve gençlik evrelerinden geçerek erişkin birey durumuna geldiği süreçte, yaşadığı deneyimler, pratikler, etkileşimler, ona aktarılanlar olmadan, bahsedilen insani özellikleri kazanmadığı bilinmektedir. Az sayıda da olsa, toplum dışında/doğada büyüyen çocukların konuşamadıkları, dik yürüyemedikleri ve davranış-düşünme biçimlerinin sıradan insanlardakilere benzemediği örnekler kayda geçmiştir. Biyolojik/genetik potansiyelin var olduğu ve bir belirleyici olduğu doğrudur. Fakat insanın bu potansiyelini işleyen ve biçimlendiren toplumsal ortamlardır. Öyleyse, insan olmak için biyolojik/genetik potansiyel gerekli fakat yeterli değildir. İnsan esasında, toplumsal insanlıktır.

İki: Akıl yürütme yollarıyla, karakter özellikleriyle tarihsel akışı açıklamak, ideolojik bir yanılsama içerisine düşmek olur. Örneğin Hitler’in kişilik bozukluğu olabilir, fakat 2. Dünya Savaşı’nı bu bireyin kişilik özellikleriyle açıklamak ya da temellendirmek bilimsel değildir. Kahramanlıklar, dâhilik, hatalar, kötü özellikler vb… Kişiler ya da bu özellikleri, temel bir tarihsel devindirici güç değildir. Toplumlardaki ilişkilerin de bu kişilik özellikleriyle, davranış-düşünme kalıplarıyla belirlendiğini düşünmek yanılgıdır. Liderlere büyük roller atfetmek, tarihte destanlar ya da facialar olduğuna, kahramanların varlığına inanmak ideolojik illüzyonlardır.

Üç: İnsanlardaki akıl, zekâ, karakter, duygular gibi özelliklerin, toplumlarda bir olumsallık alanı oluşturduğunun gözlerden kaçırılmaması gerektiği söylenebilir. Psikoloji bilim dalındaki sistemleştirme, sınıflandırma ve açıklama çabası gereklidir. Fakat bunlar idealizasyonlar ve soyutlamalardır. Birey ölçeğindeki gerçekliğin tüm olumsallığını içermez, fakat bu gerçekliği anlaşılır kılar ve ona bazı açılardan müdahale edebilmemizi sağlar. Fakat önemli olan nokta şudur: Psikolojinin geçerli olduğu ölçek ya da düzlem bireylerdir.

Dört: İnsanların biyolojik evrimi bitmiştir. Fakat evrim sürecinde oluşan insan beyninin özellikleri, diğer anatomik ve fizyolojik özellikler değişmese de, insanların düşünceleri değişir ve gelişir. Toplumsal ilişkilerin, etkileşimlerin, doğa ve nesnelerle olan ilişkilerin kapsamında ve derinliğinde yaşanan gelişmeler, duyguları, düşünceleri, fikirleri değiştirir. Örneğin bazı yerlilerin sadece iki renk adı ve kavramlaştırması vardır. Anlamına bakıldığında “sıcak” ve “soğuk” renkler şeklinde bizim kavrayışımıza tercüme ediliyor (bkz; Özne Nesne Biliş, Victor Lektorsky, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1998). Oysa bizlerin çok sayıda renk kavramı var. Hatta bazılarımızın renk kavramı çok daha fazla (yavruağzı, camgöbeğini bilenlerin durumunda olduğu gibi). Eskimoların düşünceleri ile örneğin bizim düşüncelerimizde benzer ve ortak yanlar elbette var. Fakat onların düşünce ve davranış kalıpları, değerleri, ahlakı ve kültürü bizden farklı… Ortamdaki, ilişkiler, koşullayıcılar ve kültürel aktarımdaki farklar, aklın kullanım yolunu, psikolojik özellikleri farklılaştırır. Örneğin Andaman Adaları’ndaki yerlilerde üzülme ve yasın anlamı, işlevi Avrupa’da yaşayan insanlarınkinden çok farklı (bkz; Brian morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, Çeviren: tayfun Atay, İmge Kitabevi Yayınları). Toplumsal ilişkilerdeki benzerlik/yakınlık, aynı/yakın bir tarihsel kesit içerisinde bulunma, davranış ve düşünme biçimlerindeki benzerlikleri anlamada dikkate alınmalıdır.

Beş: Korku, sevinç, üzüntü, mutluluk, öfke gibi ortak insani duygulardan ya da duygu durumlarından, açlığı giderme, cinsel aşk ve savunma gibi ortak dürtülerden, ortak özelliklerde ruh sağlığı bozukluklarından, ortak soyut düşünme yetisinden vd. bahsetmek doğrudur. Fakat bunların oluşumu, yeniden oluşumları ve anlamlandırılmaları, işlevleri toplumsal ortam içerisinde gerçekleşir. Bunlarla eşitlikçilik, ortaklaşma, paylaşım, dayanışma, yardımlaşma gibi kavramları, değerleri ya da davranış biçimlerini karıştırmak yanlıştır. İlkel toplulukta bir birliktelik içerisinde bu değerler, fikirler ve davranış biçimleri filizlenmiş ve geliştirilmiştir. Bunlar, topluluk ya da toplumdan soyutlanarak ve bireysel özellikler şeklinde düşünülemez. Genetik, fizyolojik ve anatomik kapasitenizin, psikolojik özelliklerinizin maddi temelinin oluşumunda önemlidir. Maddi fizyolojik süreçlerin işlemesiyle bireylerde psikolojik özellikler, düşünceler, duygular oluşur. Fakat bunları koşullayan/belirleyen toplumsal etkileşimler, ilişkiler, algılama deneyimleri vb.’dir. Bireylerin içerisinde devindiği toplumsal ortamdan yalıtılmış biçimde psikolojik özelliklerden bahsedilemez, bahsedilmemelidir.

Altı: Hominidlerin hepsi değil, yalnızca homo sapiens adı verilen türü, biyolojik evrimini tamamlayıp, toplumsal evrim yaşamıştır. Diğer türler doğal seleksiyonla yok olmuştur. H. Sapiens’in binlerce yıl boyunca avcı-toplayıcı ya da ilkel topluluk/takım yaşamı boyunca genetiği neredeyse hiç değişmemiştir denebilir. Arslanoğlu’nun kullandığı bir benzetmeyi biz farklılaştıralım ve sadece anlatım kolaylığı sağladığından işlevli kılalım: İnsan fizyolojisi ve anatomisi, bilgisayarın parçalarına benzetilirse, bilgisayarın hangi yazılımı, hangi bilgisayar dilini kullandığının bunlar tarafından belirlenmediği görülür. Genetik, maddi işleyiş kurallarını, mekanizmaları, biyokimyasal ve fiziksel süreçleri belirler. Fakat işleyiş için dış uyaranlara, enerji alımına, etkileşimlere ihtiyaç vardır. Bütün bunlar topluluk ya da toplum içerisinde gerçekleşir. İlkel toplulukta, insan hayatının önemli bir belirleyicisinin çalışma/üretim olduğu bilinmektedir.

Teorik kavrayış yoksunluğunu gösteren başka bir örneğe geçelim:

“İnsan en az 140 bin yıllık dönemini ilkel komünal toplumda geçirdiyse, kafa yapısı buna göre şekillendiyse, son yedi-sekiz bin yıllık sınıflı toplumları neden öyle kolay benimseyebiliyor.” (s. 36)

Soruya şu şekilde cevap veriyor Arslanoğlu:

“Sormuştuk ya, sınıflı toplumları modern insana nasıl kabul ettirdiler? İşte mevcut sınıflı rejimle, insanların hoşlarına gidebilecek, onları rahatlatacak, onlara huzur verecek ilkel komünal özellikleri ideolojik düzlemde şeklen benzeştirerek. Bunun üstüne (belki daha önemlisi) fiziksel baskıyı, öldürmeyi, işkenceyi, hapsi… dayatarak.” (s. 37)

Aslında cevap doğru ve bildiğimiz bir içerikte: İdeolojik düzenekler/rıza üretimi ve baskı mekanizmaları… Fakat şuna dikkat edilsin; birileri modern insana, sınıflı toplumları “kabul ettiriyor.” İnsanlar sınıflı toplumları, tarihsel akışı oluşturup geliştirmiyor sanki. Sınıflı toplumlar, öyle “kolay(ca) benimsenebiliyor” (!).. “İnsan”ın “kafa yapısı” ilkel komünal “toplum”da şekillenmiş, fakat sonradan baskı dayatılmış, bir de huzur verecek, rahatlatıcı olan “ilkel komünal özellikler”in benzerleri, ideolojik düzlemde üretilmiş… Miş de miş… Şu hominidlerde sadece sanki biyolojik evrim var, homo sapiens’lerin kurduğu ilkel topluluklar içerisinde insanlar arası ilişkiler, üretim, tüketim, sanatsal faaliyetler vb. sanki yok. Hominidlerin evrim sürecinde şekillenen bir genetik ve “kafa yapısı” var, fakat insansıların (hominidlerin)/insan bireylerinin doğayla ve kendileri arasındaki ilişkileri yok. Aile içi, klan ve kabile içinde hiçbir ilişki yok. Elbette Arslanoğlu’nun kafasında (!)..

Şu soruda sorulmalıdır, Arslanoğlu’na: Şempanzelerle H. sapiens arasındaki genetik farklar kabaca %1 düzeyindeyken, örneğin hominidlerden bir arkantrop ya da pitekantrop ile H.sapiens’in genomu arasındaki fark ne kadar olabilir?.. Üstelik H. sapiensin genetik yapısının ilkel topluluk döneminde çok fazla değişmediğini düşünmek mantıklıdır.

Devam edelim. Arslanoğlu yine buyuruyor:

“İnsanlardaki dini düşüncenin kökleri koparılamaz şekilde en az 150 bin yıl öncesinden gelir.” (s. 38)

“(…) insanın ilkel komünal toplumdan gelen özellikler (…)” (s.98)

Bir: Evet neanderthallerin öteki dünya inancının olduğu yönünde bulgulara sahibiz. Ölülerini gömüyorlar ve yanlarına eşyalarını koyuyor, çiçeklerle mezarlarını süsleyip muhtemelen tören düzenliyorlar. Bunları biliyoruz. Bu topluluk içi pratikle, bazı değerler, fikirleri yeniden ve yeniden üretiyorlar. Hayvanların dinleri olmadığını, ölüm korkusu yaşamadıklarını, ölümlü olduklarını kavramadıklarını da herkes biliyor. İlkel toplulukta dinsel duygu ve düşünceler yanı sıra teknik bilgiler, realist düşünceler vb. de üretilmiş olmalı. Fakat metafizik düşünceler de, realist düşünceler de tarih boyunca çeşitlenmiş, detaylandırılmış, başkalaşımlara uğramış ve sistemleştirilmiştir. Totem inancı ile “Allah inancı”nın bireylerdeki oluşumunda, benzerlikler bulunur, ortak kalıplar saptanabilir, fakat bütün düşüncelerin ve duyguların bireylerdeki oluşumu ve anlamlandırılması toplumsal ortamda gerçekleşir. Bunların gelecek kuşaklara aktarımı, değişen toplumsal ilişkilerin var oluşu ve insanların pratiklerinin sürekliliği zemininde gerçekleşir.

İki: Dayanışma, paylaşım ya da ortakçılık, ilkel bir eşitlik, şeflerin otoritesine itaat gibi özellikler, insanların biyolojik özellikleri değildir. İlkel topluluktaki bu fenomenlerin, bireylerin genetik olarak kodlanmış biyolojik özellikleri olduğunu iddia etmek, bilimsel değildir.

“Ancak tüm sınıf ayrımlarının ötesinde daha üst ve daha temel bir kategori vardır. İnsan özellikleri kategorisi. Ve kişilik farklılıkları kategorisi. İşte bu yüzden kimin devrimci, kimin karşı-devrimci, kimin apolitik olacağı bu temel insan özellikleriyle belirlenir sınıf ayrımından çok. İnsanların bilime, bilgiye uzaklıkları da başka bir (belirleyici değil ama etkileyici) unsurdur. O yüzden birçok ülkenin sosyalist devriminde küçük burjuvalar ve küçük burjuva kökenliler toplumdaki oranlarının çok üstünde bir baskın yoğunluk gösterirler.” (s. 86)

Arslanoğlu’nun temel tezi budur. Fakat hiçbir dayanak, destekleyici bilgi sunmaz tezine…

Bir: Günlük sol jargonla teorik yazım arasında nitelikçe fark vardır. Örneğin “küçük burjuva” kavramını günlük konuşmalarınızdaki gibi gelişi güzel kullanmamalısınız. Kimdir Araslanoğlu’nun “küçük burjuva” olarak gördükleri?.. Profesyoneller, avukat, doktor, mühendis vb. meslekleri olan emekçiler mi, Gramsci’nin yeni “organik aydınlar” olarak adlandırdığı insanlar mı?.. Yoksa geleneksel küçük burjuvazi olarak incelenen köylüler ya da esnaflar mı?.. Bize göre, sosyalist görüşlü bir bireyin sınıfsal aidiyetinden bahsetmenin bir teorik yararı/işlevi yoktur.

İki: “Devrimci” sıfatı günlük dilde kişiler için kullanılabiliyor. “Karşı-devrimci” nitelemesi de öyle… Fakat teorik düzlemde devrimci olan örneğin işçi sınıfıdır, devrimci durumda hareketlenmiş kitlelerdir. Günlük konuşma üslubuyla, teorik yazımdaki “dil”in farklı olduğunun benimsenmesi gereklidir.

Üç: Teorik bakıştan yoksun olan Arslanoğlu, topluma statik bir şablonla yaklaşıyor. Sınıflar arasındaki mücadelelerin/siyasi mücadelelerin yükselişi, durağanlaşması gibi olgu ve süreçler, görme alanına girmiyor. İnsanların politize olduğu süreçler, bu süreçlerin belirleyicileri, aktörleri, eylemleri, insanların bilinçlerinde gerçekleşen kırılmalar gibi konular gözden kaçırılıyor ve gözlerden uzak tutuluyor.

Dört: Arslanoğlu ampirik gözlemlerini, edinmiş olduğu bilgilere göre yorumluyor. Her ideolojinin ya da tekil düşüncenin, amprik bir ya da daha fazla gözlemle uyumlu olduğu örnekler bulunabilir. Peki düşüncenize uymayan ampirik örnekler sunulduğunda ne yapacaksınız?.. TEKEL işçilerinin mücadele sürecinde bilinçlerindeki kırılmayı ve sonrasında komünist düşünceleri benimsemelerini, kişilik özelliklerindeki ani bir değişimle mi açıklayacaksınız, örneğin… Buna inanmamız beklenmesin.

Devam…

“Bireysel anlamda olduğu gibi grupların tavırlarında da, sınıf tavrının da altında, temelinde, asıl belirleyici ya da daha farklı bir boyutta belirleyici olan gerçeklik, 1) temel insan özellikleri, 2) bireylerin temel kişilik özellikleridir. Bunu kavradığımız sürece neden hemen her devrimde birtakım ‘burjuvaların’ ‘küçük burjuvaların’ önemli oranda yer aldığını açıklayamayız. İşçilerin, yoksullarınsa toplumdaki oranlarına göre neden geride kaldıklarını. Devrimi bir yana bırakalım. Yine bireysel veya grupsal tavırları temel aldığımızda, neden çoğu işçinin burjuva gibi düşünüp davrandığını, ama neden bazı burjuvaların ‘işçi’ gibi hissettiğini izah edemeyiz.” (s. 86-87)

Bir: Burjuvalar, Ekim Devrimi’nde ya da Küba Devrimi’nde mi yer almış?.. Günümüzdeki anlamıyla burjuvazi, sermaye sınıfıdır, üyeleri kapitalistlerdir. Büyük Fransız Devrimi’nde, burjuva siyasal temsilcilerin ve kitlelerin (sans-külotlar, köylüler) devrimi yaptığı bilinir. Tıpkı gecikmiş bir burjuva devrimi olan 1908-1930’lar arasındaki Türkiye burjuva devrim sürecinde de benzer bir durumun olması gibi… Burada kapitalist sınıf gelişkin bir iktisadi güç değilken, politik temsilcileri ve ideolojik bağı olan organik aydınları bulunuyordu. Politik temsilcilerin ideolojik aidiyeti, bağlandığı sınıf çıkarları önemlidir. Mesleklerinin, küçük burjuva olup olmamalarının değerlendirmeye alınmasının bir anlamı ve yararı yoktur. Kafanız karışmamışsa ve kafa karıştırmak da istemiyorsanız, politik liderleri, aydınları ve sanatçıları ideolojik bağlanmalarına göre değerlendirmeniz gerekir.

İki: Devrimlere işçilerin, yoksulların, sömürülenlerin veya ezilenlerin katılmadığını iddia etmekse abestir. Elbette devrimleri liderlerin ya da “büyük adamlar”ın eseri sayıyorsanız, o başka…

Üç: Olağan dönemlerde işçilerin/emekçilerin egemen ideolojinin, farklı bileşimlerde de olsa, öğelerini benimsediği ve bunları günlük yaşamda yeniden-ürettiği söylenmelidir. Devrimci durumların, egemen ideolojinin kitleler üzerindeki etkisinin zayıfladığı kesitler olduğu ve bu sürecin yeni ideolojik motifler ve değerler ürettiği de… “Bazı burjuvaların işçi gibi hissetmesi”, herhalde uçuk bir fantezi olsa gerek…

Bakın Arslanoğlu “insan” anlayışından yola çıkarak, sosyalizm hakkında nasıl yargılara varıyor:

“Bir kez daha yineliyorum: ‘İnsan… komünizm… Hayır! Aslaaa! Aslaaa!” (s. 156)

Aferin sanaaa!.. Bu konumlanış düşünsel düzlemde anti-komünizmdir. Fakat Arslanoğlu bir “komünist”, fiilen… Garip değil mi?..

“(…) ‘güzel’ sosyalizmle insan doğası, insan yeterliliği bağdaşmaz, daha doğru bir ifadeyle; insan evrimsel olarak yeterince gelişmediği için sosyalizmi kaldıramaz derken, kastettiğim kafamızdaki ideal sosyalizm. İnsan soyu yakıcı bir gereklilik ve bir yandan da doğasına fazla aykırı düşmeyen, hatta belli yönleriyle doğasına uygun bulunan bir sistem olduğu için sosyalizme yönelecektir, ama kurduğu sosyalizmler yamuk yumuk, hatalı, eksikli, çürük çarık çıkmaya devam edecektir. Çünkü insan türü bir bütün olarak yamuk yumuk, hatalı, eksikli, çürük çarık bir varlıktır.
O yüzden de kurulan sosyalizmlerin bir süre sonra yozlaşması, adlar, etiketler sabit dururken veya adlardan da vazgeçilerek geriye, kapitalizme dönüşlerin yaşanması doğal kabul edilmeli.” (s. 156)

İddialar var, dayanak yok. Bir: “İnsan”ın yeterince gelişmediğini nereden biliyoruz?.. Bilimsel veriler var mı, bu konuda?.. Yoksa etrafımıza bakıp ampirik gözlemlerimizi ruh halimize göre genelleyerek ulaştığımız sonuçlarla mı hareket etsek? Örneğin politikamızı bunlara dayandırsak… İki: Kafalardaki “ideal sosyalizm” de neyin nesi?.. Bizlerin kafasında böyle bir şey yok, açıkçası. Sosyalizm dünya-tarihsel bir ilerlemenin ürünüdür ve ürünü olacaktır; çok kabaca ve en genel ifadelendirmeyle bizim kafamızdaki bu. Üç: Sosyalizme ilerlemek de, reel sosyalizmin çözülüşü de, “insan doğası”yla açıklanıyorsa, bunu kimse ciddiye almamalıdır. Toplum bilimlerine, tarih bilimine ne oldu, buhar olup uçtu mu?.. Sokak diliyle kitaplar yazılabiliyor elbette, fakat Arslanoğlu’nun kitabının adı ilginç. “Evrim Açısından Devrim” adı ne güzel de uymuş kitabın içeriğine(!)..

İnsanların kurduğu ve yaşattığı bir sistem çözülünce yapılacak bilimsel/realist açıklama bu mu olmalıdır? “(…) temel neden bana göre insan denen yamuk yumuk, eksikli varlığın adam gibi bir sosyalizme uyum sağlayamamasında aranmalıdır.” (s. 157). Ara ki bulasın ya da aradığını bulmuş Arslanoğlu zaten… Sosyalizmin “adam gibisi” de varmış, domatesin çürüğü çarığı, üçgeni yamuğuyla insanlar da o biçim “insan”mış… Açıkçası bu fikirlere dönük tutumumuzda, “dalga geçmenin” bir yeri/haklılığı vardır diye düşünüyorum.

“Çürük çarığı“ olduğuna göre, “defolu sosyalizmler” (s. 158) de olmalı. Elbette Arslanoğlu’na göre… “Diyalektik” kelimesi de ağızdaki sakızdır, değil mi?.. “İnsan ile sosyalizm arasındaki uyum ve çelişki diyalektiği” (s. 158) diye yazarken…

“Bir tür olarak tarihinin yüzde doksan beşini avcı toplayıcı ilkel kabile (sürü hayvanı) yaşamı içinde geçirmiş. Evrim süreci içinde, yaşamda kalma mücadeleleri içinde gelişmiş kişilik özelliklerine, sürece uygun bir zekâya ve bunların toplamı kabul edebileceğimiz bir akla ulaşmış. Bu akıl avcı toplayıcı kabile yaşamının gereksinimlerini karşılayacak düzeyde ve düzlemde oluşmuş. Daha sonra insan son 6-7 bin yılda daha kalabalık, ‘uygar’ ve sınıflı toplum düzeyine geçiyor. Ama aklı aynı kalıyor. Avcı-toplayıcı, az nüfuslu toplumlara göre şekillenmiş aklı ve bu aklın tüm yan ürünleri-yan oluşumları, gelişen kültürüyle yoğrulup son kapasitede kullanılsa dahi ihtiyaçlara cevap vermiyor. Başka deyişle insan yaratığı teknolojiyi, yarattığı ‘uygarlığı’, oluşturduğu kalabalıkları kendine yararlı şekilde en uygun biçimde idare edecek zihin yeteneklerinden yoksun. Sınıflı toplumların tüm adaletsizliği ve kargaşasıyla binlerce yıldır hüküm sürmesinin ve bunun alternatifi olan sosyalist sistemin sınıflı toplum özelliklerinden bir türlü sıyrılamamasının başat nedeni de bu.” (s. 160)

Arslanoğlu temel tezini bir kez daha ortaya koyuyor burada. Sabit bir akıl atfedilen “insan”, uygarlık kuruyor, teknolojiyi geliştiriyor. Fakat hep aynı “ilkel komünal akıl”la… Feuerbach insanların tüm bilgisini, geliştirdiği teknolojiyi, sanatı ve kültürü, cinsil ya da türsel varlık olarak insan kavramıyla soyutluyordu. Arslanoğlu’nun bu tanımlamayla bir bağı bulunmuyor. Yazdıklarına referans göstermeyen Arslanoğlu’nun düşünceleri bilimsel değil. Örneğin bir küçük çocuğun toplumdan uzak doğa içerisinde büyümesinin sonucunun ne olacağından habersiz. Az da olsa böyle olgular bulunuyor. Bu tür olguların gösterdiği, insanların aklının toplumsal ortamda geliştiği ve şekillendiğidir. Arslanoğlu tarihsel bakışa sahip değil. İlkel topluluktaki ilişkileri, üretimi, kültürü yok saydığı gibi, daha sonraki tüm bir tarihsel gelişimi hiç gündeme getirmemek üzere paranteze alıyor. “Her şey genetiktir” anlamına gelen biyolojizmin varyantı sayılabilecek bir iddiayı benimsediği anlaşılıyor. “Akıl yetersizliği”ni insan türüne özgü bir özellik sayan Arslanoğlu bakın ne yazıyor:

“Şöyle söylenebilir: İnsanların yüzde altmışı çok aptaldır, yüzde kırkı az aptaldır. Dünyadaki tüm düzensizliklerin ve enayiliklerin kaynağı olan bu evrimsel-genetik gelişmemişliğimiz doğaldır ki, genetik bir değişime uğramadığımız sürece kalıcıdır.” (s. 160-161)

Bu tez, “insanı, özelliklerini ve toplumsal fenomenleri belirleyen genetiktir” tezi, muhafazakâr düşüncenin “insan doğuştan eksikli ve günahkârdır” düşüncesine benzer bir düşünce içerir. Yaklaşımı, “insanın sütü bozuk” ya da “çiğ süt emmiş insan” türünden bilimsel açıdan anlamsız olan, kaba sokak sözlerindeki yaklaşıma da benzemektedir. Tarihte “enayilik” ve “düzensizlik”ler var mıdır?.. Bu kavramlaştırmaların tarihsel süreçler ve toplumsal ilişkilerin mantığı açısından bakıldığında, dikkate alınabilir, anlamlı bir tarafı yoktur. Her şeyi, statik bir akla, “insan özellikleri” soyutlamasına bağlamak, bilimdışı ve absürttür. “Tabii ki komünizm bu insanla hiç mümkün değildir.” (s.161) şeklindeki iddianın, “nereden biliyorsun?” sorusuyla karşılanması gerekiyor. Beylik laflardan biri olan, fakat tarihsel bakış ve bilimsel açıdan hiçbir anlamı olmayan ideolojik kodlamalardan bir diğeri örneğin şudur: “Bu memleket adam olmaz.” Hangi veriler, hangi toplumsal eğilim bunu gösterir sorusuna cevabı yoktur bu tür iddiaların sahiplerinin. Günlük hayatta karşılaşılabilen ancak, kaba ideolojik kodlamalardır bunlar.

Devam edelim:

“İnsanları örgütlemek, hele düzene müdahale ve düzeni değiştirmek için örgütlemek fevkalade zordur (…) İnsanların ezici çoğunluğu bilgi ve bilgili bilinçle değil alışkanlıklarla düşünür, alışkanlıklarla yaşar.” (s.248).

Düzeni değiştirmek tarihsel bir sürecin ürünüdür. Bireylerin işi değil. Tarihsel sürecin durağan dönemleri, devrimci durum evreleri, kitlelerin hareketlendiği ya da “yaprak kımıldamayan” kesitleri vardır. Elbette insanları harekete “bilgi” geçirmez. Fakat Arslanoğlu’nun kişisel karamsar yaklaşımının aksine, nesnel tarihsel süreçte ilerleme ve devrimci atılım dönemleri olmuştur. Ne bekliyordunuz?.. Tarihsel süreçlerin günlük olaylar gibi kısacık zaman dilimlerinde olmasını mı?.. Örneğin ortaçağın kabaca 1000 yıl süren varlığının sonunda kapitalist üretim biçimi kurulurken, Rönesans-reformasyon-aydınlanma süreci ve burjuva devrimleri yaşanırken, insanlar bu süreçlerin dışında mıydı?.. Ekim devrimi ve diğer devrimler?.. Kimi evrelerde insanların örgütlenme düzeyleri az olabilir ya da gerileyebilir, fakat tarih ilerler ve insanlar örgütlenir, harekete geçer.

Arslanoğlu bunca şey yazdıktan sonra şunu demeyi de ihmal etmiyor: “(…) insanların çoğunluğunu ikna edemiyoruz. Vaz mı geçelim? Hayır, vazgeçemeyiz, geçmiyoruz.” (s. 249). Aman ne güzel(!).. Bu düzende ideolojik düzeneklerin olduğunu, alışkanlıkların olduğunu, rıza mekanizmaları ve baskı mekanizmaları olduğunu zaten biliyoruz. Fakat alışkanlıkları olan insanların harekete geçtiğini, örgütlendiğini ve devrimler yaptığını da…

3. “Solda sevgisizlik” ve sosyalizm

“Devrim yapamadık ama sol içi sevgisizlikte pek çok ülkenin sol hareketini geride bıraktık. Belki de devrim yapamadığımız için bu böyle. Veya özellikle bu böyle olduğu için devrim yapamadık.” (s. 39)

Şahsi ve keyfi bir yorum… Sevgiyle karşılıyoruz. Üzerinde durulup yeterince düşünülmeden, rafine edilmemiş cümleler; dayanaktan yoksun ve kişinin “ben şu rengi seviyorum” demesine benzer nitelikte… Belki öyle, belki de böyle deniyor; devrim yapamadığımız için mi sevgisiziz, sevgisiz olduğumuz için mi devrim yapamadık?.. Devrimi kitleler yapar diye yazıyor kitaplar, değil mi?.. Yok ama sevgi lazım (!)..

“İnsan malzemesi (…) ekonomide de, siyasette de, devrimde de, sosyalizmde de temel maddi malzemedir. Marksist lisanla konuşursak altyapının da altyapısıdır.” (s. 53)

Yok, teorik kavrayış yok. Fakat Marksist lisanla konuşmak, var. Şu “insan malzemesi” kavramı, “altyapı” kavramına takılan bir kulptur desek yeridir. Çünkü soyutlama zahmetli bir zihinsel etkinliktir. Bakkal amcayla konuşur gibi, bir hava durumundan, bir işlerin nasıl gittiğinden söz açıp, onla sohbet edercesine, farklı alanlarda ve soyutlama düzeylerinde işlevleri olan kavramları yan yana getirmekle, yeni ve “sağlıklı” fikirler üretilemez.

Öte yandan, solda bir sevgisizlik geleneği ya da durumu olduğu fikrine katılıyorum. Karalama, seviyesiz sataşmalar, dedikodu vb. vb… Kanımca bunları yok etmekse mümkün değil. Toplumsal dokuda da var bunlar. Hele bir de solcuların arasındaki “fareleri” düşündüğünüzde, sevgisizliğin olmaması garip olurdu. Solda sevgisizlik yanı sıra teorisizlik de önemli bir sorun olarak görülmelidir. Büsbütün yok demiyorum, fakat teorik üretimde yetersizlikten ve bu alanda bir hegemonya olmayışından bahsediyorum. Karatani, Zizek gibi adamların üretimlerinin, postmodernistlerin, sol liberallerin vb. vb. çaplı çapsız bir “sürü” yazarın düşünceleri, teorik alanda Marksizm’e göre daha baskın görünüyor, hakikaten. Teorik alanda yapılacak “temizliklerin”, eleştiri ve ayıklamaların, içselleştirmelerin Marksistler tarafından bir sürekliliğe kavuşturulması da gerekiyor.

“(…) sol içindeki tüm vefasızlık, kıymet bilmezlik, emeğe saygısızlık, iftiraya yatkınlık, manevi veya fiziksel olarak yok etmeye heveskârlık, bürokratlık, kariyerizm vs. eğilimlerini Stalinizme bağlardım. Oysa bunlar insanın, siyasi insanın, sağcı olsun solcu olsun genel özellikleriydi ve sol bunların üstesinden gelemediği için yeterince sol olamıyor ya da başarısız kalıyordu.” (s. 159)

Evet, doğrudur bunlar hayatta, toplumlarda varlar. Fakat toplumu da, solu da bunlar tanımlamaz, açıklamaz. Başarısızlıkların nedeni de bunlar değildir. Sol yapıların programlarının ya da siyasi çizgilerinin bir önemi yok, öyle mi?..

“Peki, insan sosyalizmi neden çok zor kuruyor ve çabuk kaybediyor? Neden en iyi sosyalizmler bile yampiri sosyalizmler oluyor?” (s. 159)

Pek okumayan lise öğrencilerinin sorabileceği sorulara benziyor. Samimiyetle yazıyorum. Arslanoğlu bunları da yazıyor ya pes doğrusu. “İnsan” kurmuyor beyim, sosyalist toplumları insanlar kuruyor. “Yampiri”, “zor” ve “çabuk” da ne demek?.. Tarihsel olgu ve süreçlere böyle mi yaklaşılır?..

4. Bireyci liderlik anlayışı, sosyalizm algısı ve Stalin’e dönük “kişi karalaması”

“Kişilik farklarını ve bunların belirleyici önemini (kuramsal açıdan veya hiç değilse el yordamıyla pratikte) kavrayamayan, o noktalarda esneklik ve yönetme, motive etme becerileri gösteremeyen sosyalist hareketlerin, sosyalist liderlerin başarılı olabileceğine inanmıyorum.” (s.54)

Peki biz Arslanoğlu’na inanalım mı?.. Bu kişisel yaklaşım, örgütlenmeye bireyci bakışın damgasını taşımaktadır. Sosyalist bir yapının örgütlenmesinde, kurallar konur ve bunlar çerçevesinde hareket edilir. Elbette kurallar işleyişin mükemmel olmasını sağlayamaz. Kadroların belirli bir siyasal, örgütsel ve teorik formasyon ve terbiye sürecinden geçmesi gereklidir. Aralarında özel bir dayanışma, koordinasyon ve işbirliği, görev sorumluluğu ve kolektif çalışma yeteneğinin gelişmesi gerekir. Sosyalist yapılar, makineler gibi çalışmaz. Kadroların yorulması, hata yapması, sorumluluk bilinciyle hareket etmemesi vb. mutlaka gerçekleşecektir. Bunların düzeltilmesi için yazılabilecek hazır bir reçeteyse yoktur.

Fakat… Sosyalist örgütlenmelerde süper yeteneklere sahip, insan sarrafı olan ve kadroları maniple etmekte ustalaşmış liderlere ihtiyaç yoktur. Bu liderlik anlayışı sorunludur. Lider olanlar ya da yöneticiler, görevlendirilmiş siyasal bilinci gelişkin kadrolar olmalıdır. Örgütsel hiyerarşi, işbölümünün getirdiği, yeteneklere, ilgi alanlarına ve siyasal bilinç durumu gibi faktörlere bakılarak oluşturulan görev ve sorumluluk dağılımını yansıtır, yansıtmalıdır.

Arslanoğlu kitabında, Kıvılcımlı’nın fikirlerini değerlendirmekten çok, Kıvılcımlı’nın kişiliğini irdeliyor ve bir de onu Nazım’la karşılaştırıyor. Açıkçası bu tür kişisel değerlendirmeler benim ilgimi çekmiyor. Bunlardan anlamlı ve işe yarar bir çıkarsama yapılacağına da inanmıyorum. İşte bu da benim kişisel tutumum…

Bakın Arslanoğlu ne yazıyor:

“Ama aklı başında sosyalist önderlerin bu gidişi devrimci gençliği kazanarak durdurması gerekirdi, başaramadılar. Hatta bunu denemediler bile (…) Ne 60’lı yılların TİP yöneticileri ne de 70’li yılların TİP-TSİP yöneticileri bu zor işin üstesinden gelebildi.” (s. 96-97)

1960-70’li yıllardaki gençlik hareketinin “kopuşundan”, devrimci-demokrasinin güçlenişinden bahsediyor. Ona göre “önderler”in bu tarihsel süreci durdurması, farklı bir yöne kanalize etmesi gerekiyordu. Bu “önderler”, adeta süper-man (!) olarak görülüyor. Ya da “akılları başlarında” olmayabilir (!).. Arslanoğlu değerlendirmelerinde, nesnel koşulları, süreçleri görmezden geliyor. Sübjektif sanılarını, dar bir bakış açısıyla yazıp duruyor. “Bireycilik” olarak adlandırılabilecek bir perspektifi var ve olguları, süreçleri bu bakışla değerlendiriyor. Bana göre, yazdıklarının çoğu fantezi olarak nitelenebilir durumda.

Arslanoğlu’nun “uçuşa geçtiği” bir yer daha:

“Veyahut devletin işçi sınıfı adına mutlak hâkim olduğu ve kimilerince ‘totaliter’ diye adlandırılan sosyalist ülkelerde sınıflar yoksa, nedir bunca kanlı sınıf mücadelesinin sebebi? Dahası bu sınıf mücadelelerinin en keskinleri neden devlet içinde cereyan etmektedir? Neden liderlik içinde ve devlet katlarında bunca ‘sınıf düşmanı’ çıkmaktadır? Demek ki ulusal mülkiyetin devlet adına bir merkezde toplanması bir ülkeyi tek başına sosyalist yapmıyor. Daha doğrusu oralarda tartışma bitmiyor. Ayrıcalıklı gruplar var mı yok mu, bu ayrıcalıklar artıyor mu, azalıyor mu; sınıf varlığı ve yokluğunun bence asıl ölçütü mülkiyet kaydı değildir.” (s. 27-28)

Sosyalizmde sınıflar vardır fakat çözülmeye ve başkalaşmaya tabi bir şekilde… Köylülük, esnaflar gibi geleneksel küçük burjuva unsurlar, sosyalizmde zaman içerisinde toplumsal üreticilere, bir sınıf oluşturmayan ve sömürülmeyen “emekçilere” dönüşür/dönüştürülür. Mülkiyet haklarının olduğunu iddia eden, kolektifleştirmeye ya da kooperatifçiliğe geçişe direnen, sabotajlar düzenleyen “kulaklar”ın, esnafların yeni sisteme entegrasyonu ve zamanla soğurularak bir sınıf oluşturma durumundan çıkmaları, siyasal/ideolojik, iktisadi ve kültürel bir toplumsal dönüşüm sürecinde gerçekleşir. Sosyalist iktidarın baskıcı önlemleri meşru olduğu ölçüde ve zorunluysa kullanmaması düşünülemez. Birileri sabotaj yapıyorsa, yeni rejimin toplum tarafından kabul edilmiş, onaylanan/meşru sayılan kurallarına aykırı hareket ediyorsa, hukuki kıstaslar dâhilinde baskıya başvurulmasının eleştirilecek bir tarafı olmamalıdır. Fakat anti-sovyetik anti-komünist yaklaşımların hala yaygın ve egemen durumda olduğu bir dünyada yaşıyoruz; ülkemizde ve başka ülkelerde birçok “sosyalistin” savrulmalar yaşadığını, yaşıyor olduğunu biliyor ve görüyoruz.

Devlet ve komünist parti içerisindeki politik anlaşmazlıklara gelirsek… Arslanoğlu’nun yazdıklarından yöneticileri, bir sınıf olarak gördüğü sonucu çıkıyor. Politik ayrışmalar ve karşıtlıklar, sosyalizmde olağan sayılmalıdır. Zamanlama, içerik, uygulamada kullanılan araçlar vb., bütün bu konularda parti içerisinde ve yöneticiler arasında farklı düşüncelerin oluşmayacağını düşünmek yanlış olur. Kişilerin birbirlerini “sınıf düşmanı” gibi nitelemelerle suçlamasında da şaşılacak bir durum yoktur. Politik ayrılıklarda sert de olsa bu tür nitelemeler kullanılıyor ve komünizme geçilene kadar ve belki de geçildikten bir süre sonra da politikanın ortadan kalkmayacağını söylemek gerekiyor. Elbette 1936 yılında SSCB’de gözlenen ve çok sayıda bireyin parti ve devlet görevlerinden tasfiyesi bu kadar kanlı olmalı mıydı şeklinde sorulabilir. Fakat bu tasfiye sürecinin nasıl geliştiği ve altında yatan “mantık” mutlaka anlaşılmalıdır. Niye bu kadar çok sayıda kadro ve devlet görevlisi hapse atılmıştır ya da ölümle cezalandırılmıştır; bu noktada sürecin nasıl işlediğini kavramak önemlidir. Nitekim Kemal Okuyan’ın Stalin’i Anlamak adlı kitabında böylesi bir süreç değerlendirmesini bulursunuz. Fakat anti-komünist yaklaşımlardaki “Stalin caniydi” türünden bir ideolojik kodlamayı sosyalistler benimsemez. Benimsemez, çünkü bu gerçek değildir. Stalin’in bütün parti işleyişinden ve devletin bütün organları, kurumları ve birimlerinin çalışmalarından sorumlu tutulması yanlıştır. Bahsettiğim kodlamayı benimsemeyiz, çünkü kafalardaki lider fetişizmi ile gerçeklik birbirine uymuyor. Örneğin faşist işgal ordularını, Stalin’in değil 20 milyon yurttaşını kaybeden Sovyet halklarının yendiğini, fakat sürece partinin ve onun lider kadrolarının önderlik yaptığını belirtiriz… Gerçek budur. Bir süreç tek adamla, liderin hataları, kişilik özellikleri, zaafları ya da kahramanlıklarıyla açıklanmaz, açıklanmamalıdır.

Arslanoğlu bir de ayrıcalıkların olup olmadığına bakarım ya da buna bakılmalı diyor. Muğlâk ve dayanaktan yoksun bir ifade; reel sosyalizmde kimlerin, hangi toplum grubunun ne ayrıcalığı vardı belirtmiyor. Asya Tipi üretim Tarzı konusundaki tartışmalara burada girecek değilim. Fakat doğu toplumlarında sınıfların olduğunu belirtirken Arslanoğlu doğru bir saptamada bulunuyor. Çünkü bu kadim toplumlarda toplumsal artık-ürünün devlet aygıtındaki görevlilere dağıtımını tespit edebiliyoruz. Öyleyse devlet mülkiyetinin olması, bu toplumlarda sınıfların olmadığı anlamına gelmiyor. Arslanoğlu da bunu belirtiyor. (s. 27) Güzel. Fakat bu saptamaya yaslanarak reel sosyalizmin/Sovyetler Birliği’nin de aynı durumda olduğunu söylemek, “deli saçması” sayılmalıdır. Bunu Arslanoğlu’nun yakındığı sol içi “sevgisizlik”ten değil, gerçekleri vurgulamak adına yazıyorum. Sosyalizmde toplumsal artık-değerin yeni yatırımlarda, bilimsel-teknolojik araştırma ve geliştirme faaliyetlerinde, topluma eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi hizmetlerin sunulmasında, bir bölümüyle de emperyalist devletlerin saldırılarına karşı savunma harcamalarında, başka dost ülkelere yardımda ve diğer durumlarda kullanıldığını inkar mı edeceğiz?.. Arslanoğlu’nun bahsettiği “ayrıcalıklı gruplar”, ücretleri arasında makas bulunan emekçiler içerisinde miydi, yoksa?.. Devlet yöneticileri miydi, ayrıcalıklarından ötürü bir sınıf oluşturdukları iddia edilen?.. Benim yazdıklarından anladığım şudur; Arslanoğlu teorik bakmıyor. Belki de bakamıyor. Kavramsal seti kendine özgü ve bu nedenle değerlendirmeleri bireysel kurgular oluyor.

Ve tekrar Stalin… Arslanoğlu Kemal Okuyan’ın Stalin’i Anlamak adlı kitabını değerlendiriyor ve kendi düşüncelerini kaydediyor dedik. Alıntılayalım:

“Burada sakat olan tutum şudur ki, dünya komünist hareketi, tek kişinin kararına göre çok önemli yönelimlerini belirlemek zorundadır.” (s. 113)

“Kazanan Sovyetler’in lideri ve başkomutanı Stalin elbette bu zaferde büyük pay sahibidir.” (s. 113-4)

“Şu Alman anlaşması haricinde Stalin’in önderliğinde üstün bir zeka, gelişmiş hassas taktikler, ince düşünce, insan idare yeteneği, sinerji yaratma kabiliyeti, gerektiğinde gönül alma, gerektiğinde ölçülü cezalandırma gibi nitelikli liderlik için olmazsa olmaz özelliklerden hiçbirini göremiyorum. Stalin önderliği altında bulunmasa Sovyetler’in bu kadar büyük insan kaybına uğramayacağını düşünüyorum. Stalin, her süreci, insanı hiçe saymayla, bireysel veya yığınsal temelde onu itip kakarak, vurarak, kırarak, sökerek, korkutarak idare etmeye alışmış, yetenekleri bu yönde gelişmiş biri.” (s. 115)

Sanki Stalin’le tanışmış ve onu uzun bir süre boyunca gözlemlemiş gibi yazıyor. “İtmeyi” de “kakmayı” da, “kırmayı” da, “sökmeyi” de görmüş, geçirmiş sanki… İşte bu yaklaşım “bireyci” bir bakışın ürünüdür. Arslanoğlu’nun liderlik anlayışı da, bireyci bakışla şekillenmiştir. Zekâ, yetenek gibi özellikler arıyor ve göremedim diyor. Başkası da bakar ve görebilir, öyleyse. Parti aygıtının işleyişi, kararların nasıl kolektif alındığı, devletteki kadroların ihanetleri, yargılamaların şeffaflığı vb. dikkate alınmıyor bile. Fakat gerçekten tarihsel olguları ve süreçleri açıklarken, anlamaya çalışırken bireylerin üstün ya da alçak özelliklerini dikkate almaya, özcesi kişilik özelliklerini göz önünde bulundurmaya ihtiyacımız var mıdır?.. Kanımca yoktur.

Uzatmayalım. Anayurt Savaşı’nın kazanılmasında Stalin ile diğer parti ve devlet yönetiminin rolü vardır, fakat Stalin’i “büyük pay sahibi” yapmak yanlıştır. “Tek kişinin kararına göre” dünya komünist hareketinin yönelimleri belirlendi ifadesi yanlış ve uydurmadır. Stalin’i tasfiyelerden sorumlu görmek, göstermek de sığ, yanlış ve yanıltıcıdır. Üstelik tarihte “şu olmasaydı, şu önder yerine başkası olsaydı, bakın neler olurdu ya da ne güzel olurdu” türünden değerlendirmelerden tamamen uzak durulması gerekir. Bu tür “şöyle olsaydı”lı ifadeler, saçmadır. Olmuş ve başka türlü olmadı, çünkü…

Başka bir örnek verelim. Anti-komünist metinlerde rahatlıkla bulabilirsiniz:

“Stalin ve SBKP’nin Avrupa soluna oldum olası uşak muamelesi yapması (…)” (s. 116)

Stalin ve Sovyetler Birliği hakkında egemen olan anti-sovyetik, anti-komünist söylemlerin, propagandaların başarısıdır bu… Arslanoğlu bunları yazıyorsa, Sovyetler Birliği’ni konu alan sağlıklı çalışmaların artması gerektiğini gösteriyor bu durum. Orijinal Rusça eserlerin de Türkçeye çevrilmesinin önemi ortaya çıkıyor.

Arslanoğlu’nun değerlerle ve ideolojik kodlamalarla yüklü bir Sovyetler Birliği tarihi algısı var, fakat sağlıklı bir tarih kavrayışı yazdıklarında bulunmuyor:

“İnsan hakkı kavramını burjuva bir değer yargısı olarak sürekli küçümseyen biri olan ben, yine de bu on binlerce partiliye ve ötesinde değişik dönemlerde kırıma uğratılan birçok halka gösterilen muamelenin insanlık suçu sayılması gerektiğini düşünüyorum.” (s. 118)

Düşünüyor fakat bu konularda yeterince bilgisinin olmadığı yazdıklarından anlaşılıyor. Çünkü anti-komünist yazarlardan yapılan çeviriler dışında, Türkçeye çevrilmiş Sovyetler Birliği tarihi üzerinde doğru düzgün çalışmaların sayısı az. Bilgi yetersizliğiyse, düşünmeye engel olmuyor…

Yine aynı terane: Kişisel fantezi ürünü değerlendirmeler, birey odaklı bakış, kahraman lider anlayışı (“devrimi yapmış liderler”)… Sovyetler Birliği’ndeki 1936 yargılamalarından bahsediyor, alıntılıyorum:

“Söz konusu ezik ve histerik tutum, kendilerine onca güvenilen, üstelik devrim yapmış liderlere hiç yakışmıyor. Böyle onurlu bir tavrı gösterebilselerdi (…) tarihin çok daha farklı okunmasına yol açabileceği açıktı.” (s. 119)

Stalin’i olumsuz özellilerle de olsa fetişleştiriyor, ona onda olmayan özellikler, yetkiler, yetenekler veriyor. Parti merkez komitesi, politbürosu, işleyen organları ve devlet organları yok sayılarak, alınan kararlar tek bir kişiye bağlanıyor. Arslanoğlu’nun bu yaklaşımı, anti-komünistlerin tavrından hiç de farklı değil. Stalin’i “günah keçisi” ya da “cani” ilan edecekler ya… Aktarıyorum:

“Stalin’in bulunduğu mevki itibariyle, tutuklanan veya öldürülen her ‘masum’ Sovyet yurttaşına karşı doğrudan suçlu olduğu açıktır.” (s. 126)

Molotov’u nasıl anıyor, Arslanoğlu?.. Onun için Stalin döneminin “ikinci adamı” nitelemesini yapıyor. “Tanrıya şükür” ona suç yüklemiyor; aman ne iyi…

Fakat bakın başka bir yorum daha: “Stalin dönemi uygulamaları en tehlikeli ve en vahşisinden sosyal-Darwinizmciliktir” (s. 145)

Biz mi bilmiyoruz, sosyal-darwinizmin ne olduğunu, acaba?.. Ama olsun faşizmi çağrıştırıyor ya, bu damgalamayı da yap sen!.. Bilmeyenler sağlıklı içerikte sözlüklere bakabilir; sosyal-darwinizm, her niyete yenen muz değildir. Fakat Arslanoğlu’nun anti-komünist “literatüre” katkısı sayılmalıdır bu saptaması.

Bu arada belirtmeliyim; Stalinizm diye bir ideoloji, öğreti ya da doktrin yoktur. Bir politik çizgi de… Fakat Arslanoğlu ısrarla bu kelimeyi kullanıyor. Üstelik Stalinizm’den bir de şunu anlıyor:

“Stalinizmin baskıcılığı, entelektüel kısıtlayıcılığı (…) “ (s. 154). “(…) siyasetin bir kurum olarak Stalinist olması (…)” (s. 155)

Bir karalama daha aktaralım: “Ana akım Marksistler ahlakla alay ettiler, köleci bir sistem kurdular derken haksız değildir Karatani.” (s. 256). Sovyetler Biriliği’nde “köleci bir sistem” vardı, öyle mi?.. Arslanoğlu bir solcu/komünistse, bu yazdıkları tuhaf sayılmalıdır.

[MAR] YOUTUBE KANALI

LİDER

Karl Marx - Kapital

Kısa Sovyet Film ve Belgeseller [Türkçe]