Ücret
Nedir? Neyin Karşılığı Olarak Ödenir?
Gencer Çakır
“Sermaye birikiminin sonucu olarak emek fiyatının yükselmesi,
gerçekte, yalnızca, ücretli işçinin kendisinin yapıp boynuna geçirmiş bulunduğu
altından zincirin uzunluk ve ağırlığının, onun daha gevşek bağlanmasını mümkün
kılması demektir.”
–Marx, Kapital, Cilt I, Yordam Kitap, 2011, s. 598.
Neden ücret alırız ve
ücretle yaşarız? Aldığımız ücretler arasında neden farklılıklar var? Neden ay
boyunca çalışıp karşılığında aldığımız para miktarı, akıttığımız onca tere
rağmen daha ay sonu gelmeden hemen bitiverir?.. Bu sorular bizleri, işçi ve
emekçilerin yani en geniş anlamıyla proleterlerin,
ücret biçimi altında aldıkları gelirin doğası üzerine düşünmeye yöneltir.
Konuya girmeden önce birkaç
noktaya açıklık getirelim. Örneğin aylık geliri olan herkes, bir bütün olarak,
işçi sınıfına dâhil edilmeli midir? Eğer dâhil edilirse, büyük şirketlerin yöneticileri
olan CEO’ları da işçi sınıfından saymamız gerekecektir? Ama herhangi bir işçi, bir
işyerinin yönetici tabakasının, her ne kadar aylık bir gelirle yaşıyor olsalar
da, kendilerinden olmadığını, başka bir dünyaya ait olduğunu yaşayarak
görüyordur. Dahası holding ve şirketlerin CEO’ları, finans müdürleri, pazarlama
ve satış müdürleri, insan kaynakları müdürleri vs. kapitalist üretim sürecinde,
konumları itibariyle, sermayenin çıkarlarına uygun hareket ettikleri için; ve
sermaye denilen toplumsal ilişkinin kapitalistlerle birlikte bizzat
“yürütücüleri” (ajanları) oldukları için; işçi sınıfına dâhil olmak şöyle dursun,
tersine tüm bu yönetici tabaka sınıf aidiyeti bakımından burjuvazi
sayılmalıdır.[1]
Ücret ya da maaş biçiminde
olsun, aylık bazda alınan bu gelir türü sınıf ayrımı yapılırken kullanılan bir
ölçüt olamaz. Sınıflar, üretim
araçları üzerinde mülkiyet temelinde tanımlanır. Dolayısıyla, kimin ne tarafta
durduğu, üretim araçları üzerindeki mülkiyete bakılarak söylenebilir.
İkinci nokta da şu:
Proletarya derken aklımıza sadece sanayi işçileri gelmesin. Proletarya, en geniş
anlamıyla, geçimini sağlayabilmek için emek gücünü satmak zorunda olan her çalışanı kapsar. Engels’in deyişiyle, proletarya,
“kendi üretim araçlarına sahip olmadıklarından emek güçlerini satmaya muhtaç
olan modern ücretli işçiler sınıfı[dır]”.[2]
Burada emek gücünü satan ya
da satmak zorunda kalan emekçilerin, üretken emek mi yoksa üretken olmayan emek
mi harcadığı da çok önemli değildir. Sonuçta, üretken olsun ya da olmasın, her
iki emek türünü harcayan emekçiler, üretim araçlarından yoksun oldukları için emek
güçlerini (özel bir meta türü olarak) satmak zorundadırlar ve onları proleter
yapan da budur.
***
Kapitalist bir toplumda emek gücü, diğer başka metalar gibi bir
metadır. Ama bu metayı diğer metalardan ayıran bir “şey” vardır: Emek gücü, değer yaratan bir güç, kendisinde
olandan daha fazlasını yaratan bir ‘değer kaynağı’ olmak gibi özgül bir
niteliğe sahiptir. Zaten bu yüzden emek gücü yer yer “özel” meta diye de
anılır.[3] Peki, bu metayı “özel”
kılan nedir? Ya da, emek gücünün “alâmetifarikası” nereden gelir? Bu ve benzeri
soruların cevapları, bizleri, belki bütün bir insanlık tarihinin incelenmesine
götürebilir; zira emek gücü her zaman meta olmamıştır,
onun meta olma niteliği, tarihin belli
bir dönemine denk düşer. Bu dönem sermayeye dayalı üretim çağı olan kapitalist üretim çağıdır. Şunu
düşünelim; insan 5000 yıl önce de insandı. Yani etten, kemikten, kandan, kas ve
sinirlerden ve tabii bir beyinden ibaret bir “organizma”ydı. Bu şey pek tabii
bugün için de geçerlidir; ama aynı etten, kemikten… insan bugün piyasa
ilişkileri bağlamında bir emek gücü satıcısı hâline gelmiştir. Bu tarihsel- toplumsal
koşulların izini sürmek bu yazının sınırlarını aşıyor; ama yine de şunu
söylemeden geçmeyelim: İnsana ait ve ondan koparılamaz
bu metanın (emek gücü) değer yaratıcı
özelliğinin sırrını çözmek için insanın “içine” bakmaya gerek yoktur; tersine
insanı tarihsel toplumsal süreçler/ilişkiler bağlamına oturtarak ele almamız
gerekir. Zira toplumsal bir olguyu röntgen çekerek anlayabilseydik sosyal
bilime gerek kalmazdı!
***
Günümüzün kapitalist
toplumunda işçiler/emekçiler, yani geçim araçlarından koparılmış, yoksun
bırakılmış ve ellerinde de emek güçlerinden başka satacak şeyleri
bulunmayanlar, hayatta kalmak için emek güçlerini satmak zorundadırlar. Peki,
kime satmak zorundadırlar? Üretim araçlarını ellerinde bulunduran kapitalistler
sınıfına. Aslına bakılırsa kapitalistlerin elindeki üretim araçları, geçmişte
yine işçilerce üretilmiş araçlardır ve bu hâlleriyle işçilerin kristalize olmuş
ya da donmuş emekleridir. İktisat dilinde buna ölü emek denir.
İşçi/emekçi, piyasaya
elindeki tek metası olan emek gücü ile çıkar. Karşısına dikilen, bütün bir
kapitalistler sınıfıdır. Eğer piyasada bir “alıcı” ve bir de “satıcı” karşı
karşıya gelmişse burada bir satış (işçi/emek gücü) ve bir de alış
(kapitalist/ücret) olacağı daha başından bellidir. İşçi kendi metasını belli
bir fiyattan –ki buna ücret diyoruz–
kapitaliste satar ya da yapılan anlaşma gereğince bunu kapitalistin kullanımına
sunar. Bu saatten sonra, yani kapitalist, karşılığını ödeyip de fabrikasında
makinelerin, diğer emek araçlarının, ham ve yardımcı maddelerin olduğu ortamda
işçiyi belirli bir süre boyunca çalıştırma hakkını elde eder etmez, işçinin
kendi emek gücü diye bir şeyi yoktur artık; onun emek gücü kapitalistin kullanımındadır.
İşçi, elindeki metasını “etiket fiyatı” üzerinden alıcısına satmıştır/kiraya vermiştir.
***
İşçinin günlük, haftalık ya
da aylık bazda aldığı ücreti; bir gün, bir hafta ya da bir ay boyunca, çalıştığı
iş yerinde ürettiği şeylerin (mal ya da hizmet) tam karşılığı mıdır, yoksa işçi
bu süre zarfında ürettiği şeylerin sadece bir
kısmını mı elde etmektedir? Kısaca ücret denilen şeyin “sırrı” nedir? Ama
bundan önce gelin şu sorunun cevabını vermeye çalışalım: İşçinin kapitaliste
sattığı “şey”, emeği midir yoksa emek gücü müdür? Bunun basit bir kelime
oyunu olduğu düşünülmesin; zira bu ayrımın ardında kapitalistler ile işçi
sınıfı arasındaki sınıf savaşı yatıyor!
Ne demek istediğimizi açıklamaya çalışalım. İlk önce işçinin gözünden…
İşçi, işe alınmadan önce
kapitalistle bir anlaşma yapar. Bu anlaşmaya göre işçinin günde kaç saat
çalışacağı, ay sonunda ne kadar para alacağı, sigortasının ne zaman ödenmeye başlanacağı
vs. gibi belki on belki de yüzlerce farklı madde ile donatılmış bir sözleşmeye
işçi imza atar. İmza atıldıktan sonra işçi kapitalistin gözetiminde, belirlenen
gün ve saate –ve tabii çalışma koşullarına– göre işe koşulur. Başlangıçta
işçinin ay sonunda, geçen süre zarfında ürettiği şeylerin tamamının parasal
karşılığını aldığı düşünülür. Örnekle açıklamaya çalışalım. İş yerindeki
makineler, diğer emek aletleri, ham ve yardımcı maddelerin hepsinin birden parasal
karşılıklarına (makine ve diğer emek aletlerinin yıpranma payları hesaba
katılsın) A dersek ve işçi de bütün
bir ay boyunca 2000B’lik yeni bir
değer yaratırsa, sonuç olarak elde edilen metaların değeri toplamda A+2000B olacaktır. Demek ki işçinin bir
aylık çalışması sonucunda 2000B’lik
yeni bir değer yaratılmıştır. Ama işçi ay sonunda 50B değerinde ürünün parasal karşılığının eline geçtiğini görünce
haklı olarak “Dur Bakalım!” der. Çünkü işçi 2000B’lik bir değer yaratmıştır, ancak şu an elinde ay boyunca
ürettiği değerin sadece kırkta biri vardır![4] Bu nasıl olmaktadır?
Sorunun cevabına geçmeden önce konuya bir de kapitalistin gözüyle bakmaya
çalışalım…
İlk önce şu: Kapitalist,
işçiyi fabrikasına ya da iş yerine alıp niye çalıştırmak istesin? Eğer ay sonunda
işçiye vereceği parayı ürettirmekse amacı, hiç yoktan neden böyle bir amaca
hizmet etsin? Neden işçiye, yemektir, yoldur, sigortadır vs. gibi masraflar
etsin? Eğer amaç işçinin para kazanmasıysa ve işçi de bu biricik amacı için iş
yerinde çalışıyorsa ve daha ay sonu gelmeden, farz edelim bir haftanın sonunda
işçi, “Ben kendime yeteni ürettim, hadi bana eyvallah,” derse bu sefer
kapitalist “Dur Bakalım!” demez mi? Buradaki mantığa göre der; çünkü işçi ile
yapılan sözleşme gereğince işçinin bir hafta değil bir ay çalıştırılacağı kararlaştırılmıştır.
İki tarafı da görünüşte
“haklı” çıkaran bu karışıklığı nasıl çözmeli? Engels, Marx’ın Ücretli Emek ve Sermaye adlı kitapçığına
yazdığı sunuş yazısında, Marx öncesi klasik iktisadın, bu karışıklığın içinden
çıkamadığı için karaya oturduğunu söyler. Engels’in deyişiyle, “Klasik iktisat
bir çıkmaza girmişti ve çıkış yolunu bulan da Marx oldu”.[5] Buna göre işçinin kapitaliste
sattığı/kiraladığı “şey”, emeği değil
emek gücü’dür. Yani, kapitalist, bir
işçiyi işe alırken ondan sadece kendi üretim maliyetinin karşılığı olan “şeyi”
(ücret) üretmesini beklemez; onu, bir
fazlalık yaratması için iş yerinde
tutar, işe koşar.[6]
Emek gücü metası, işçinin kendisine (kendi bedenine) sıkı sıkıya bağlı olduğu
için bu metanın üretim maliyeti doğrudan doğruya işçinin kendi üretim
maliyetine denk düşer ki bu da günlük, haftalık ya da aylık bazda bakıldığında işçiyi ve onunla beraber ailesini
ayakta tutan ihtiyaçlara indirgenir. Bu ihtiyaçlar sepetinin içinde yer alan
her bir metanın fiyatları toplamı da bize ücret
denilen “şeyi” verir.
Özetle, işçi kendi metasını
(emek gücü) belli bir fiyattan (ücret) kapitaliste satar ve kapitalist de
“etiket fiyatı” üzerinden satın aldığı/kiraladığı işçiyi belli bir süre boyunca
kendi iş yerinde kullanma hakkını elde eder. Kapitalistin biricik amacı, işçiye
ödediği miktarın ötesinde, işçiden olabildiğince fazla değer çekmektir. İşçi,
kendi emek gücü karşılığında, geçim araçları alır; ama kapitalist, verdiği
geçim araçları karşılığında, işçinin emeğini, üretken faaliyetini, işçinin
sahip olduğundan daha büyük bir değer yaratan yaratıcı gücünü alır ya da ona el koyar.[7] İşçi, ücret diye aldığı
para ile kendisini ve ailesini ayakta tutacak geçim araçları satın alır; bunun
karşılığında ise kapitalistleri ve bir bütün olarak kapitalist toplumu ayakta
tutan değer yaratıcı gücünü feda eder.
***
Bir karikatür vardır.
Üzerinde “kâr” ve “ücret” yazan büyük bir pastayı elinde tutan bir kapitalist
ile bir işçiyi görürüz burada. Kapitalist küçük “ücret” dilimini işçiye
uzatırken mealen şöyle der: “Sen 8 saatlik çalışmada ürettiklerinin karşılığını
almıyorsun; senin aldığın 8 saat boyunca bu işyerinde çalışmanın karşılığıdır.”
Kanımca meseleyi çok iyi özetlemektedir bu karikatür. Buradan hareketle
diyebiliriz ki, kapitalist bir toplumda işçi/emekçi, emeğinin karşılığını asla
alamaz! Karşılığını aldığı şey sadece kendi metasının üretim maliyeti olan ücret’tir.
***
Yukarıda, emek gücünün,
herhangi bir market rafında “görücüye çıkmış” bir kutu konserve, bir kilo şeker
ya da bir kalıp beyaz peynir gibi bir meta olduğunu;[8] diğer tüm metaların nasıl bir
fiyatı varsa, emek gücünün de bir fiyatının olduğunu ve buna da kapitalist
toplumda ücret dendiğini söyledik. Bu
gözle bakıldığında emek gücünün, market rafında duran bir kilo şekerden hiçbir
farkı yoktur. Ölçümleri farklı olabilir; zira şekeri tartarız ve kaç kilo
olduğunu söyleriz; emek gücünü de saatlik olarak hesaplarız. Ölçümlerinin ve
“görünümlerinin” farklıkları bir kenara bırakıldığında hepsinin ortak bir
paydada, meta olma paydasında, buluştuğunu görürüz. O hâlde ücretin nasıl
belirlendiği meselesi, bir metanın fiyatının nasıl belirlendiği meselesiyle
doğrudan ilgilidir. Sorumuz şu: Bir metanın (emek gücü) fiyatı (ücret)
nasıl belirlenir? Kısa cevap: Emek gücünün fiyatı, onun üretim maliyeti ile,
yani bu metanın üretimi ve yeniden üretimi için toplumsal olarak gerekli emek zamanı ile belirlenir. O hâlde “emek
gücünün üretim maliyeti nedir?” diye sormamız gerekecek. Hiç geciktirmeden cevaplayalım:
Bu maliyet, kabaca, işçiyi işçi olarak ayakta tutmak ve işçiyi kendisi ve ailesiyle
birlikte yaşar kılmak için gerekli
olan giderler toplamıdır. Vasıflı bir işçinin ücretinin vasıfsız bir işçiye
göre yüksek olmasının arkasında da bu yatar. Birinin üretim maliyeti fazladır,
çünkü emek gücünün vasıflı olması için gereken eğitim süresi uzundur; hâlbuki
diğerininki kısadır vs. Yalnız, herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek
için bir parantez açalım: Vasıflı işçilerin ücreti her durumda yüksektir,
diyemeyiz. Eğer emek piyasasında vasıflı işçilerin sayısı her geçen gün
artıyorsa, bu durumda vasıflı işçilerin ücreti vasıfsız işçilerin ücretinin
bile altına düşebilir.
***
Emek gücünün fiyatı, işçiyi
ve ailesini ayakta tutmak için gerekli olan geçim mallarının fiyatı ile
belirlenir, dedik. Dikkat edilirse, burada hem
işçiyi hem de işçi ailesini hesaba
kattık. Marx Kapital’de şöyle der:
“Emek gücünün değeri, yalnızca bireysel yetişkin işçinin ayakta tutulması için
değil, fakat işçi ailesinin ayakta tutulması için gerekli olan emek-zaman ile
belirleni[r]”.[9]
Kapitalist bir toplumda emek
gücünün üretildiği tek kurum aile
kurumudur. Ailenin “kutsallığı” ve korunması gerektiği üzerine söylenen onca
sözün; ya da Erdoğan’ın “en az üç çocuk” söyleminin arkasında yatan şey tam da
budur: Emek gücünün üretimi ve yeniden üretiminin daim kılınması. Dolayısıyla
emek gücünün maliyeti (ücret) belirlenirken,
sadece tek bir işçi değil, o işçinin ailesi de hesaba katılır. Nasıl ki bir
makine yıpranırsa ve bu yıpranma giderlerinin hesaba katılması gerekirse,
benzer şekilde emek gücünün “yıpranması” (ve yeniden üretilme mekanizmasının
daim kılınması) da hesaba katılmak zorundadır.
Özetle, emek gücünün üretim
maliyeti, en yalın hâliyle, işçinin (ve ailesinin) varoluş ve üreme giderlerine
endekslidir. Bu giderlerin fiyatı da ücreti meydana getirir.
Bir noktayı açıklığa
kavuşturalım: Ücretin belirlenmesi, bir “tunç yasa” gibi anlaşılmamalıdır. Bu
konuyu aşağıda açıklığa kavuşturmaya çalışıyoruz.
***
Ücretin nasıl belirlendiğini
en yalın hâlde açıklamaya çalıştık. Şimdi yine aynı konuyu farklı boyutlarıyla
ele almaya çalışalım.
Ücret dalgalanmaları, ücretin
bir düşüp bir yükselmesi ya da satın alma gücünün bir düşüp bir yükselmesi
nasıl açıklanmalıdır? Bunun için önce emek piyasasına (yani işsizliğin
seyrine), üretimin hız ve yoğunluk derecesine, rekabete, arz ve talep
arasındaki ilişkiye ve son olarak sınıflar arasındaki güç dengesine bakmamız
gerekecek. Örneğin üretimin hız ve yoğunluğunun arttığı dönemlerde işgücüne
duyulan talep yüksek olacağı için ücretlerde bir artış görülür. Burada
alıcılardan yani kapitalistlerden gelen talep, satıcıların yani emek gücü satıcılarının
arzından daha yüksektir. Ama bu durumun tersi de yaşanabilir. Üretim hızının yavaşladığı,
ekonominin krize girdiği dönemlerde, kapitalistler, daha az işçi ile daha
yüksek verimi elde etmeye ve rakiplerini saf dışı etmeye çalışacaklardır. Emek
piyasasında işsizliğin gitgide büyümekte olduğu böylesi bir ortamda ücretler
düşer. Marx, Kapital’de işsizliğin (yedek
sanayi ordusunun) sermaye birikimi üzerinde oynadığı role değinir. İşsizliğin büyümesi,
ücretler üzerinde göreli bir basınç uygular. Kapitalistler istihdam ettikleri
işçiler üzerinde işsizlik tehdidini kullanarak bu durumu “fırsata” dönüştürmeye
çalışırlar.[10]
Bir bütün olarak bakıldığında, işçi
ücretlerinin genel hareketleri, yalnızca, sınai çevrimin dönemsel değişmelerine
uygun olarak yedek sanayi ordusunda gerçekleşen genişleme ve daralmalar
tarafından düzenlenir.[11]
Diğer taraftan,
kapitalistler arasındaki rekabet makineleşmeyi/mekanizasyonu artırır. Böylece üretim
daha karmaşık, daha üst-düzey makinelerle, ayrıca daha yoğun bir emek kullanımı
ile yapılır. Artan makine kullanımı “teknolojik işsizlik” yaratır ve bu da
önceden 2 işçinin yaptığı bir işin şimdi 1 işçi tarafından yapılması sonucunu
doğurur. Mekanizasyondaki artış işçinin ücretini ürettiği süreyi kısaltır ve
emek gücünün değeri eğilimsel olarak düşer.
Emek gücü metasının üretim
süresinin kısalıyor oluşu kapitalizmin genel bir eğilimidir. Rekabetten gelen
zorlamayla daha az işçiyle daha çok iş çıkarma eğilimi, kapitalizmin genel bir
eğilimidir; dahası bu şey aynı zamanda işçiler arasındaki rekabeti de
kamçılayacağından ücretler üzerinde aşağı yönde basınç uygular. İşçiler
kendilerini daha ucuza satmak için sıraya girerler ve kapitalistlere, “Beni
al!” diye seslenirler. Ayrıca, makineleşmenin ve emek yoğunluğunun artışıyla el
ele giden, bir işin daha az işçiyle ve daha ucuza yapılması eğilimi işçi sınıfı
içerisinde rekabete yol açar. Sözgelimi emperyalist bir ülkenin kapitalist
sınıfı, kendi işçilerine yol vererek üretimi Asya, Afrika, Güney Amerika gibi
üçüncü dünya ülkelerine kaydırmak suretiyle aynı işi, örneğin otomobil montajı
işini, daha ucuza yaptırmakla dünya işçi sınıfı arasındaki rekabeti körüklemiş
olur.
Artan mekanizasyon ile
yapılan iş giderek basitleşmeye başlar. Bunun sonucunda işçinin ustalığının bir
önemi kalmaz. İş, herkesin yapabileceği kadar yalın hâle gelir. Dolayısıyla, iş
ne denli basitse ve işin öğrenilmesi de benzer şekilde ne denli kolaysa; iş
için gerekli üretim maliyeti o kadar düşer ve tüm bunlar da ücretler üzerinde
aşağı yönde basınç uygular.
Bir kapitalist, her şeyden
önce kendi ürettiklerinin satılmasını ister ve bunun için de rakiplerinin kendi
işçilerine yüksek ücret vermesini bekler. Ama kendisi, kendi işçisine mümkün
olduğunca az vermek ister. Ne var ki, diğer kapitalistler de aynı dürtüyle
hareket ederler![12]
Kapitalist, elinden geldiğince işçisine az vermeye ama ondan mümkün olduğunca çok
çekmeye çalışır.
***
İşçilerin emek güçleri
karşılığında aldıkları “şey”, her şeyden önce, belirli bir para tutarıdır. Peki,
ücret sadece bu para tutarı mıdır? Örneğin aylık ücreti 1000 lira olan bir
işçiyi gözümüzün önüne getirelim. Bu 1000 lira ile işçimiz bir ay boyunca
diyelim 50 farklı kalem mal alsın. Ücretin sabit kalıp tüketim mallarının
fiyatlarının arttığını farz edelim. O zaman işçimiz, aynı ücretle 50 değil de
belki 30 farklı kalem mal alabilecektir. Tersi de mümkündür: Ücret sabit kalıp
tüketim mallarının fiyatı da düşebilir; bu durumda işçimiz aynı ücretle 50 değil
de belki 60 ya da 70 farklı kalem mal alabilecektir. İlk durumda, işçimizin
satın alma gücü düşmüş; ikinci durumdaysa yükselmiştir.
Burada karşımıza iki kavram
çıkıyor; biri nominal ücret, diğeri
de reel ücret. Nominal ücret derken
bizi daha çok işçimizin ne kadar aldığı ilgilendirir. Örneğimizde işçimizin
nominal ücreti 1000 liradır. Ama reel ücret denince, işçimizin 1000 liralık
ücret ile ne miktarda mal aldığı; aynı ücretle daha mı az yoksa daha mı çok mal
aldığı ilgilendirir bizi. Kısacası reel ücret satın alma gücü ile ilgilidir.
Yukarıda söylenenlere ek
olarak, sınıf mücadelesinin dinamiği de ücretlerin hareketi üzerinde etki
yapar. İşçi sınıfının örgütlülük düzeyi yüksekse, bu, burjuvazi karşısında
avantajlı bir pazarlık durumu yaratır. Örneğin İkinci Dünya Savaşı sonrası
1960–1980 arası dönemde, hem dünyada (özellikle de Avrupa’da) hem de Türkiye’de
işçi sınıfının yüksek ücret düzeyinin arkasında mücadele ve örgütlülük
yatmaktadır.
Özetle, ücretin
yükselmesinden ya da düşmesinden söz ederken, yalnızca nominal ücreti düşünmemeliyiz.
Nominal ücret artışları, piyasadaki tüketim mallarının fiyatlarına oranla daha
az artmışsa; ya da emek verimliliği artış hızı, reel ücret artış hızından daha
fazlaysa, işçi sınıfı göreli olarak yoksullaşmış demektir. Son yıllarda Türkiye
işçi sınıfı tam da böylesi bir süreci yaşamaktadır.
***
Bitirmeden bir noktaya daha
işaret edelim: Marx’ın emek gücünün değerini ele alış tarzı ile reel ücretler
kategorisi sıklıkla birbirine karıştırılmaktadır. Emek gücünün değerinden bahsedildiğinde,
ücretler ile satın alınan tüketim mallarının değeri anlaşılmalıdır. Reel ücretlerden bahsedildiğinde ise,
ücretler ile satın alınan tüketim mallarının kütlesi anlaşılmalıdır. İlk kategori soyut ve nitel bir içeriğe
sahipken ikinci kategori nicel ve somut bir içeriğe sahiptir.[13]
Bu yazı, ilk olarak DİSK-AR dergisinin Güz 2013 tarihli 1’inci sayısında yayımlanmıştır.
[1] Bkz.
Sungur Savran, “Sınıfları Haritalamak: Sınıflar Birbirinden Nasıl Ayrılır?”, Marksizm ve Sınıflar: Dünyada ve Türkiye’de
Sınıflar ve Mücadeleleri, S. Savran, K. Tanyılmaz, E. A. Tonak (haz.),
Yordam Kitap, İstanbul, 2015, s. 31.
[2] Karl Marx/Friedrich Engels, Komünist Manifesto, çev. Nail Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul, 2008, s. 22, Engels’in 1888 tarihli dipnotu.
[3] “Emek gücü ya da emek kapasitesi dediğimiz zaman, insanın canlı varlığında mevcut olan ve onun herhangi bir kullanım değeri üretirken kullandığı fiziksel ve zihinsel yeteneklerin bütününü anlıyoruz.” (Bkz. Karl Marx, Kapital, Cilt I, çev. M. Selik ve N. Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul, 2011, s. 170.)
[4] Bu durumu çalışma saatleri üzerinden de örnekleyebiliriz: 10 saatlik bir iş gününde, işçi kendi ücretinin karşılığı için sözgelimi 2 saat çalışır ve geri kalan 8 saatte de hiçbir karşılık almadan kapitalistin hesabına çalışır.
[5] Karl Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 2008, s. 21.
[6] “Eğer bir işçinin yaşamının sağlanması için bir tam işgünlük çalışma gerekli olsaydı, sermaye var olamazdı.” (Karl Marx, Grundrisse, aktaran: A. Dorsay ve H. Sait, Marksist Ekonomi Politik’de Ücret ve Türkiye’de Ücretler, Bilim Yayınları, İstanbul, 1976, s. 47.)
[7] Karl Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, a.g.e., s. 39.
[8] Yine de bu metanın “özel” bir meta olduğunu belirttik.
[9] Bkz. Karl Marx, Kapital, Cilt I, çev. M. Selik ve N. Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul, 2011, s. 379.
[10] “Bir adam 1,5 ya da 2 adamın yaptığı işi yapacak olsa (…) emek arzı artar. Böylece, işçiler arasında doğan rekabet bir yandan kapitaliste emeğin fiyatını düşürme olanağını sağlarken, öte yandan, emeğin düşen fiyatı kapitalistin çalışma süresini daha da uzatmasını mümkün kılar.” (Bkz. Karl Marx, Kapital, a.g.e., s. 526.)
[11] Karl Marx, Kapital, a.g.e., s. 615.
[12]
“Her
tekil sermayedar kendi ücret
maliyetlerini asgarileştirmeye çalışırken, genel
olarak sermaye ekonominin tümünde ücret düzeyinin yüksek olmasını olumlu
karşılar.” (Bkz. Korkut Boratav, “İthal İkamesi ve Gelir Dağılımı”, Kriz, Gelir Dağılımı ve Türkiye’nin Alternatif
Sorunu, K. Boratav, Ç. Keyder, Ş. Pamuk, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1987,
s. 135.)
[13]
Bu ayrım için bkz.
Ernest Mandel, Marx’ın Kapitali, çev.
Osman S. Binatlı, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 2008, s. 93.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.