Konu: Atalay Girgin’in, 08.01.2010 tarihinde Radikal gazetesinin internet
sitesinde yayınlanan, TEKEL işçilerinin eylemlilik sürecini değerlendirdiği, “Sınıfsal
hak, Tekel İşçileri ve Sosyalistler” başlıklı yazısı eleştirilmektedir.
Sınıfsal hak, Tekel işçileri ve sosyalistler - Atalay Girgin, Felsefe Öğretmeni
Sınıfın varlığına ilişkin yanılsamayı güçlendiren tüm
bu yaklaşımları da dikkate alarak, “Türkiye'de (Batı'daki gibi) bir işçi sınıfı
yoktur” hükmünün doğru olduğu söylenebilir mi?
21.yüzyılın sözüm ona “post-modern dünyası”nda, dönem
dönem köşe yazılarına dek yansır. Avrupa-merkezci bir tarzda toplumsal
mücadeleler tarihine ve bunun içinde de işçi sınıfının oluşma, mücadele ve
örgütlenme tarihine ilişkin ‘mürekkep yalamış’ ve arada sırada da bu konuda
kelam eylemeye meraklı kimi zevat şöyle yazar : Bizde Batı’daki gibi bir işçi
sınıfı yoktur. Ardı sıra da vaziyeti dengelemek ve yanılsamayı güçlendirmek
için “burjuvazi de yoktur” derler. Bu söz, sağından solundan çekiştirilerek,
nihayetinde “Türkiye’de işçi sınıfı yoktur” hükmüne dönüştürülüverir.
Ne yazık ki, bu yanılsamayı güçlendirecek yaklaşımlar
da geçmişten günümüze hiç eksik olmamıştır: Hem memur sendikaları hem de
özellikle işçi sendikaları ve üyeleri, sınıfsal hak mücadelesi yapmaktan çok,
bir biçimde verilmiş ya da edinilmiş ayrıcalıklarını (artık yenileri şimdilik
söz konusu olmadığı için) koruma peşine düşmüşlerdir. Sınıfsal olarak kazanmak
yerine, “her koyun kendi bacağından asılır” anlayışına kapılanmışlardır. Keza,
“sınıf sınıf” diyen bazı devrimci-sosyalist kesimlerin de, lâfzîliği ve
kitabiliği aşamayıp tekil ve salt kendilerine dönük “ayrıcalık” talepleri
eksenindeki işçi eylemleri ve mücadelelerine, “kahramanlık”, “şanlılık”
sıfatları yükleyen hamasi yaklaşımlarını ve methiyelerini de bunlara eklemek
gerek.
Öte yandan, “Mülk Allah’ındır” söyleminin ardında,
üretim araçlarının özel mülkiyetini ve insanın insanı sömürüsünü meşrulaştıran;
sınıfın kolektif bilinci üzerinde yarattıkları yanılsamayla kapitalist sömürü
düzenine ideolojik-siyasal-örgütsel anlamda paratoner olan, her düzey ve
konumdaki “gönüllü kullar”ın etkisiyse, görmezlikten gelinemeyecek denli apayrı
bir konudur. Yeter ki, eklektik bir tarzda ampirik verilerle bezenip
genellenmiş ve sonra da sanattan siyasete dek toplumsal yaşamın her alanında ve
‘aydın’lar nezdinde “ideolojik esir”liğin argümanı kılınmış, düşünsel ve
yanılsamalarla malûl “post-modern dünya” algısı, dünyanın, bölgenin ve toplumun
gerçekliğine giydirilmemiş olsun… Çünkü bunlar (hem din hem de post-modernizm),
toplumsal gerçekliğin, sınıfsal boyutlarıyla birlikte algılanması ve
anlamlandırılmasını engelleyen ve yanılsamaları güçlendiren ideolojik örümcek
ağlarıdır.
İşçi sınıfının varlığı yadsınamaz
Sınıfın varlığına ilişkin yanılsamayı güçlendiren tüm
bu yaklaşımları da dikkate alarak, “Türkiye’de (Batı’daki gibi) bir işçi sınıfı
yoktur” hükmünün doğru olduğu söylenebilir mi? Elbette hayır!... Çünkü bu,
sanki Dünyanın her yerinde işçi sınıfının oluşumu ve gelişiminin Batı’daki,
yani daha doğrusu Avrupa’nın belli başlı kapitalist ülkelerindeki süreci
izlemesi zorunluymuş gibi, bir yanılsamadan kaynaklanır. Oysa böyle bir
zorunluluk, hatta gereklilik ne ekonomik, sosyal, siyasal kültürel ne de
mücadele ve örgütlenme anlamında vardır. Avrupa’nın genelinde bile geçerli
değildir bu. Çünkü Dünya söz konusu olduğunda, hem kapitalizmin ve onun egemen
sınıfı burjuvazinin gelişimi hem de sanayileşme düzeyi açısından hiçbir yerde
eşzamanlılık yoktur. Hiçbiri, bazı karakteristik özellikler dışında aynı süreci
izlemez. Bunun temel nedeni, “kapitalizmin eşitsiz bileşik gelişimi”dir.
Immanuel Wallerstein’in deyişiyle Dünya “evrensel bir
çözücü” olan kapitalizm, adım attığı her ülkede, mevcut toplumsal yapının tüm
kurumlarını etkiler. Onların işleyişini ve kurallarını hızlı ya da yavaş bir
biçimde değiştirir. Öncelik her zaman için, egemen sınıfının gelişimine ve
ihtiyaçlarına denk düşenlerdedir. Bundan dolayı, toplumsal kurumlardaki değişim
ve bunların birbirlerine eklemlenmeleri ve aralarındaki etkileme-belirleme
ilişkisi “eşitsiz bileşik” bir süreç izler. Bu “eşitsiz bileşik gelişim” süreci
hem kapitalizme ve onun hiyerarşik yapılanmasına eklemlenen ülkeler hem de aynı
toplum içindeki kurumlar için geçerlidir.
Sürecin işleyişi ne denli hızlı ya da yavaş olursa
olsun, ekonomik, sosyal, siyasal, vb. alanlarda kapitalizmin ve onun egemen
sınıfının şu ya da bu ölçüde etkileyen-belirleyen bir unsura dönüşme süreci,
onun “mezar kazıcılarını”(Marx) da yaratır. Bunların yarı-köylü ya da şehirli
oluşu işçi sınıfının ortaya çıkmakta oluşu gerçekliğini değiştirmez. Köyle
bağlarının kopmamış ve daha tam anlamıyla mülksüzleşmemiş oluşları,
kapitalizmin vahşi olarak nitelenebilecek gelişim dönemlerinde bu insanlara,
bir yanıyla, özellikle ekonomik anlamda önemli bir destek, dayanak olur ve bu
aşamada nesnel olarak işçileşme sürecinin sürekliliğini sağlar. Elbette diğer
yanıyla da bunun, bir sınıf bilincinin oluşması, örgütlenme, mücadele,
dayanışma ve bağımsız bir sınıf tavrının kuvveden fiile açısından, olumsuz
etkileri vardır.
Tüm bunların etkisi altında, Osmanlı’nın son
dönemlerinden günümüze dek geçen süreçte, Türkiye’de nesnel anlamda bir işçi
sınıfı oluşmuştur. Bazı dönemlerde de, yenilmesine rağmen mücadele, örgütlenme
ve dayanışmanın parlayıp sönen başarılı örneklerini sergilemiştir. Dolayısıyla,
saplantılı bilinç halleriyle malul olmayan, Avrupa eksenli ve şablonik
düşünmeyen ya da bile isteye yanılsamalar yaratma peşinde koşmayanlar için,
Türkiye’de nesnel anlamda işçi sınıfının varlığı yadsınamaz bir gerçekliktir.
Hem de “mavi yakalı”sından “beyaz yakalı”sına dek… Keza sorunlarının varlığı
da…
İşçi sınıfının temel sorunları
İşte Abdi İpekçi Parkı’nda polisin kimyasal gaz
saldırısına maruz kalan Tekel işçileri de Bursa’da madende çalışan ve bir kısmı
grizu patlamasında göçük altında kalıp yaşamını yitiren maden işçileri de,
İstanbul’da eylemlerini sürdüren itfaiyeciler de bu sınıfın birer parçasıdır.
Keza, yaşamak için işgücünü satmaktan başka seçeneği olmadığı halde iş
bulamayan işsizler de… Sendikalaşmak istediği için işten atılanlar,
sendikasızlaştırılanlar; herhangi bir sosyal güvenceden yoksun bir biçimde
sigortasız, hatta asgari ücretin altında çalıştırılanlar; sigorta primi gerçek
ücretten ödenmeyenler de Türkiye işçi sınıfının birer parçasıdır.
Türkiye işçi sınıfın bu temel sorunları, ne yazık ki,
ne özelleştirme sürecinde ne de son eylemlilik sürecinde Tekel işçilerinin
sorunu haline dönüşebilmiştir. Bir başka deyişle, ne Tekel işçileri, itfaiyeciler
ve diğerleri ne de bunların örgütlü olduğu sendikalar, sorunu kendi
eksenlerinin dışına taşıyıp sınıfın temel sorunlarıyla bağ kurabilmişlerdir.
Dolayısıyla, tek tek işçilerin ve işçi gruplarının sorunu işçi sınıfının da
sorunu olmasına rağmen, işçi sınıfının öncelikli ve acil sorunları bu
kesimlerin sorunu haline gelememiş ya da getirilememiştir. Tabir-i caizse her
biri kendilerini bulundukları kuyuya hapsetmiş ve kuyunun ağzına çıkmaya,
sınıfın geniş ve örgütsüz kesimleriyle buluşmaya birlikte örgütlenme ve
mücadeleye yeltenmemişlerdir. Böyle bir önceliklerinin olmadığı da aşikârdır.
Ancak mevcut egemen anlayışla ve mevcut koşullarda bu
kesimlerin ve başlarındaki sendika yöneticilerinin elde edebileceği her şey de
palyatif olmaktan, günü ve vaziyeti kurtarmaktan öte geçmeyecektir. Bugüne dek
de geçememiştir zaten. Oysa böylesi bir anlayış, tutum ve davranış temelinde de
ne günü kurtarmak dışında kendilerinin ne de sınıfın kazanması mümkündür.
Dolayısıyla, başta Tekel işçileri, itfaiyeciler,
madenciler ve diğerleri olmak üzere, sınıfın temel sorunlarını kendi sorunları
kılıp bunun için, işsiz, sigortasız, sendikasız ve sigorta primi gerçek
ücretten ödenmeyen işçilerle, dahası kendi toprağında tüccarın işçisine dönüşen
küçük tarım üreticisi yoksul köylülerle birlikte örgütlenme ve mücadeleye
yönelmeyen hiçbir kesimin kazanma ihtimali yoktur. Hatta ellerinde kalan / var
olan ve artık ayrıcalığa dönüşmüş hak kırıntılarını koruma ihtimalleri bile…
Çünkü sınıfsal olarak kazanılıp sınıfsal olarak
kullanılıp korunamayan her kazanım, her hak, şu ya da bu nedenle, birilerinin
geçici olarak verdikleri ya da vermek zorunda kaldıkları ayrıcalıktan öte bir
değer taşımaz. Ayrıcalıklar da çok geçmeden verenler tarafından geri alınır.
İşçi sınıfının ise ayrıcalıklara değil, kendi örgütlü gücüyle koruyuculuğunu
yaptığı, genelleştirip uygulanmasını gözettiği sınıfsal-toplumsal haklara
ihtiyacı vardır.
Sosyalistler saksağanlaşmamalı
Tekel işçileri ve sınıfın tüm kesimleri bunu
anımsamalı; onlara hamasi methiyeler düzen devrimci ve sosyalistler ise asla
unutmamalı ve unutturmamalıdır. Çünkü unuttukları ve methiyelerle vaziyeti
idare etmeyi sürdürdükleri sürece, kendi üzerlerini çizmekten; bağımsız bir
sınıf siyaseti üretemeyip tekil işçi eylemlerinin ardında ya da “Kürt sorunu”
ve son dönemin siyasal gelişmeleri ve odakları peşinde savrulup bunların ardı
sıra saksağanlaşmaktan kurtulamazlar.
Oysa bu kesimlerin, özellikle ilk ikisinin,
saksağanlaşan değil, düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişiyle bağımsız bir sınıf
siyaseti izleyen, yürüten, dünya, bölge ve Türkiye gerçekliğine ilişkin sınıf
temelli hakikati dile getiren ve bunun gerektirdiği davranışı gösteren
sosyalistlere ihtiyacı vardır. Peşlerinde vecd içinde secde eden saksağanlara
değil.
Saksağan ise, malum, onun bunun peşinde koşturup
onların yürüyüşlerini taklit etmeye çalışırken kendi yürüyüşünü ve duruşunu
kaybeden bir kuş türüdür. Böylelerinin başkalarına ve kendilerine ne yararı
olur bilemem. Ama kendilerine atfettikleri sıfatlara bilinçli ya da bilinçsizce
zarar verdikleri, bunları erozyona uğrattıkları kesindir. Bundan dolayı,
saksağanlaşanların sosyalistlikleri yitiktir, ilinek bir sıfattan, bir
aksesuardan öte değer taşımaz.
Kaynak:
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=973421&Date=11.01.2010&CategoryID=83,
08.01.2010
****
Atalay Girgin’in
Doğruları ve Yanılgısı
Yazıda, önce doğru ve
bilinen saptamalar sıralanıyor. Özetleyelim:
Türkiye’de “işçi sınıfı
ve burjuvazi yoktur” diyenler ideolojik bir körlük içindedir.
Sendikalar, işçi
sınıfının çıkarlarını bütüncül bir bakışla kavramamakta, sınıfın sorunlarını
kapitalist sistemle ve liberal politikalarla ilişkilendirememektedir.
Bazı sol gruplarda
“kitabi” ve “lafzi” yaklaşımlarla, geçmişteki işçi sınıfı eylemlerinin aşırı
yüceltildiği gözlenmektedir.
Sömürünün meşrulaşmasına
hizmet eden, hakların elde edilmesi için mücadele etmek yerine şükretmeyi salık
veren gerici ideolojilerin; yandaşlık, adam kayırma gibi mekanizmalar üzerinden
oluşturulan cemaat kültürünün, sistem açısından işlevleri yaşamsaldır.
Her ülkede kapitalizmin
gelişim süreci özgündür. İşçi sınıfının oluşumu ve mücadelesi de, bu özgün
koşullar içerisinde belirlenir. Proleterleşme süreci devam etmektedir (Türkiye
nüfusunun artık %30’lar düzeyindeki bir bölümü kırsal alanda yaşamaktadır).
Türkiye işçi sınıfının büyük bölümünde kırsal kökenin izleri bulunur ve kırsal
hayatla olan bağlar birçok işçi için söz konusudur. Bu bağların sınıf
bilincinin oluşumuna ve örgütlenmeye olumsuz etkileri bulunmaktadır.
Türkiye’de 100 yılı aşan
bir süredir yaşanan proleterleşme sürecinin sonucunda, bir işçi sınıfının
varlığından şüphe duyulamaz. Bu işçi sınıfının sorunlarının olduğundan da…
İşsizlik, sendikasızlık ve sendikalasızlaştırma, sigortasız çalışma, asgari
ücretin altında çalışma, yoksulluk gibi temel sorunlar, sendikalar tarafından
mücadele konusu yapılmamaktadır.
Tekel işçileri, itfaiye
işçileri ve bunları temsil eden sendikalar kendi sınırlı hakları için eylemler
yapmakta, işçi sınıfının bütününü ilgilendiren sorunlara dair bir mücadelenin
oluşturulmasına katkılarını sunmamaktadırlar. Geçmişte özelleştirme
süreçlerinden hak kayıplarıyla mağdur olan emekçilerin ve sendikalarının da
tavrı benzer olmuştur. Bu sendikalar geçmişten devrolmuş hakların korunmasında
yetersiz kalmakta; günü kurtarma anlayışıyla, lokal etkiye sahip direniş
örnekleri oluşturmanın ötesine geçememişlerdir.
İşçi sınıfı büyük oranda
örgütsüzdür (Türkiye işçi sınıfının %6 düzeyindeki sendikalaşma oranı
hatırlansın). Var olan örgütlülüğüyse, çok parçalıdır. Bu sendikal parçaların
koordine hareket etme ve sınıfın hakları için kazanımlar oluşturma kapasitesi
yoktur.
Bütün bu belirtilenler
doğrudur. Yazıda ortaya konan bu saptamalar gerçekçidir.
Ancak gelin görün ki,
yazar sosyalistlere dönük bir eleştiri de yapmaktadır. Sınıf temelli
hakikatleri dile getiren, bağımsız bir sınıf siyaseti geliştiren sosyalistlere
ihtiyaç duyulduğunu belirten yazar, işçi eylemlerini destekleyenleri
“saksağana” benzetmektedir. Yazıda saksağan tavrına sahip olanlar açıkça ifade
edilmediğinden, bu işçi eylemlerinin içinde olan ve eylemlere sağlıklı bir yön
tayin edilmesi amacıyla müdahalede bulunan sosyalistlerin de suçlandığı yönünde
bir izlenim oluşmaktadır. Saksağanlaşanların sosyalistliklerinin “yitik”
olduğu, bunların sosyalist kimliğe bilinçli ya da bilinçsizce zarar verdikleri
de belirtilmektedir.
Bize göre bu son
yaklaşım sağlıklı değildir. Sosyalistlerin işçi sınıfının bütün bölmelerinin
hakkını koruma ve hak arama mücadelesi için hareketlendiği her yerde, bu
mücadelenin içinde olması bir zorunluluktur. Sınıfın çıkarlarının savunusu ve
temsili, güncel olaylar karşısında seyirci kalınarak hak edilemez. Mücadele
süreçlerinin baskı, santaj ve tehdit, ideolojik manipülasyon ve izolasyon gibi
çeşitli yöntemlerle sönmesine engel olmada, mücadeleler arasında bir
koordinasyon ve eşgüdüm oluşturmada, sürecin kazanımlara ulaşmasını sağlamada,
sosyalistlerin müdahalesi vaz geçilmezdir. AKP’nin ülkemiz siyasetindeki gücünü
zayıflatacak, kolayca satın alamayacağı, yönlendiremeyeceği ve geriletemeyeceği
bir mücadeleyi örmek için, sosyalistlerin elinden geleni tüm gücüyle ortaya
koyması bir görevdir. Bundan kaçış, sınıfa ihanettir. Mücadele süreçlerinde
işçilerin sınıf bilinci gelişmekte, gericiliğin bilinçleri üzerinde oluşturduğu
örümcek ağları parçalanmaktadır. Bu bile başlı başına bir kazanımdır.
Bugün Ankara’da
yapılacak TEKEL işçileri mitingi ve sonrasındaki açlık grevi çok ama çok
değerlidir. Ulusalcı ve Kemalist kesimlerin hareket alanlarının
daraltılmasında, Kürtlere dönük çok boyutlu politik hamlelerle sürecin kontrol
altında tutulmasında dinci-liberal cephenin sahip olduğu özgüven ve beceri, işçi
sınıfının mücadele örneklerinde çuvallama olanağına sahiptir. Süreci Türk-İş
yönetimi de yeterince kontrol altında tutamamaktadır.
Sosyalistler bu mücadele
örneklerinin kazanımlarla sonuçlanmasına çalışmalı (örneğin işten atılan
demiryolcular, işlerine geri döndüler) AKP’nin tüm toplumun algısında geri adım
attığını göstermelidir. TEKEL işçilerinin, ülkemiz halklarına örnek ve ders
alınacak bir mücadele ve eylemlilik süreci oluşturdukları görülmelidir. Bu
mücadelenin etkisinin sınırlanması artık mümkün değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.