13 Temmuz 2013 Cumartesi

[Atalay Girgin'in Doğruları ve Yanılgısı – Mahmut Boyuneğmez]

Konu: Atalay Girgin’in, 08.01.2010 tarihinde Radikal gazetesinin internet sitesinde yayınlanan, TEKEL işçilerinin eylemlilik sürecini değerlendirdiği, “Sınıfsal hak, Tekel İşçileri ve Sosyalistler” başlıklı yazısı eleştirilmektedir.

Sınıfsal hak, Tekel işçileri ve sosyalistler - Atalay Girgin, Felsefe Öğretmeni

Sınıfın varlığına ilişkin yanılsamayı güçlendiren tüm bu yaklaşımları da dikkate alarak, “Türkiye'de (Batı'daki gibi) bir işçi sınıfı yoktur” hükmünün doğru olduğu söylenebilir mi?

21.yüzyılın sözüm ona “post-modern dünyası”nda, dönem dönem köşe yazılarına dek yansır. Avrupa-merkezci bir tarzda toplumsal mücadeleler tarihine ve bunun içinde de işçi sınıfının oluşma, mücadele ve örgütlenme tarihine ilişkin ‘mürekkep yalamış’ ve arada sırada da bu konuda kelam eylemeye meraklı kimi zevat şöyle yazar : Bizde Batı’daki gibi bir işçi sınıfı yoktur. Ardı sıra da vaziyeti dengelemek ve yanılsamayı güçlendirmek için “burjuvazi de yoktur” derler. Bu söz, sağından solundan çekiştirilerek, nihayetinde “Türkiye’de işçi sınıfı yoktur” hükmüne dönüştürülüverir.

Ne yazık ki, bu yanılsamayı güçlendirecek yaklaşımlar da geçmişten günümüze hiç eksik olmamıştır: Hem memur sendikaları hem de özellikle işçi sendikaları ve üyeleri, sınıfsal hak mücadelesi yapmaktan çok, bir biçimde verilmiş ya da edinilmiş ayrıcalıklarını (artık yenileri şimdilik söz konusu olmadığı için) koruma peşine düşmüşlerdir. Sınıfsal olarak kazanmak yerine, “her koyun kendi bacağından asılır” anlayışına kapılanmışlardır. Keza, “sınıf sınıf” diyen bazı devrimci-sosyalist kesimlerin de, lâfzîliği ve kitabiliği aşamayıp tekil ve salt kendilerine dönük “ayrıcalık” talepleri eksenindeki işçi eylemleri ve mücadelelerine, “kahramanlık”, “şanlılık” sıfatları yükleyen hamasi yaklaşımlarını ve methiyelerini de bunlara eklemek gerek.

Öte yandan, “Mülk Allah’ındır” söyleminin ardında, üretim araçlarının özel mülkiyetini ve insanın insanı sömürüsünü meşrulaştıran; sınıfın kolektif bilinci üzerinde yarattıkları yanılsamayla kapitalist sömürü düzenine ideolojik-siyasal-örgütsel anlamda paratoner olan, her düzey ve konumdaki “gönüllü kullar”ın etkisiyse, görmezlikten gelinemeyecek denli apayrı bir konudur. Yeter ki, eklektik bir tarzda ampirik verilerle bezenip genellenmiş ve sonra da sanattan siyasete dek toplumsal yaşamın her alanında ve ‘aydın’lar nezdinde “ideolojik esir”liğin argümanı kılınmış, düşünsel ve yanılsamalarla malûl “post-modern dünya” algısı, dünyanın, bölgenin ve toplumun gerçekliğine giydirilmemiş olsun… Çünkü bunlar (hem din hem de post-modernizm), toplumsal gerçekliğin, sınıfsal boyutlarıyla birlikte algılanması ve anlamlandırılmasını engelleyen ve yanılsamaları güçlendiren ideolojik örümcek ağlarıdır.

İşçi sınıfının varlığı yadsınamaz

Sınıfın varlığına ilişkin yanılsamayı güçlendiren tüm bu yaklaşımları da dikkate alarak, “Türkiye’de (Batı’daki gibi) bir işçi sınıfı yoktur” hükmünün doğru olduğu söylenebilir mi? Elbette hayır!... Çünkü bu, sanki Dünyanın her yerinde işçi sınıfının oluşumu ve gelişiminin Batı’daki, yani daha doğrusu Avrupa’nın belli başlı kapitalist ülkelerindeki süreci izlemesi zorunluymuş gibi, bir yanılsamadan kaynaklanır. Oysa böyle bir zorunluluk, hatta gereklilik ne ekonomik, sosyal, siyasal kültürel ne de mücadele ve örgütlenme anlamında vardır. Avrupa’nın genelinde bile geçerli değildir bu. Çünkü Dünya söz konusu olduğunda, hem kapitalizmin ve onun egemen sınıfı burjuvazinin gelişimi hem de sanayileşme düzeyi açısından hiçbir yerde eşzamanlılık yoktur. Hiçbiri, bazı karakteristik özellikler dışında aynı süreci izlemez. Bunun temel nedeni, “kapitalizmin eşitsiz bileşik gelişimi”dir.

Immanuel Wallerstein’in deyişiyle Dünya “evrensel bir çözücü” olan kapitalizm, adım attığı her ülkede, mevcut toplumsal yapının tüm kurumlarını etkiler. Onların işleyişini ve kurallarını hızlı ya da yavaş bir biçimde değiştirir. Öncelik her zaman için, egemen sınıfının gelişimine ve ihtiyaçlarına denk düşenlerdedir. Bundan dolayı, toplumsal kurumlardaki değişim ve bunların birbirlerine eklemlenmeleri ve aralarındaki etkileme-belirleme ilişkisi “eşitsiz bileşik” bir süreç izler. Bu “eşitsiz bileşik gelişim” süreci hem kapitalizme ve onun hiyerarşik yapılanmasına eklemlenen ülkeler hem de aynı toplum içindeki kurumlar için geçerlidir.

Sürecin işleyişi ne denli hızlı ya da yavaş olursa olsun, ekonomik, sosyal, siyasal, vb. alanlarda kapitalizmin ve onun egemen sınıfının şu ya da bu ölçüde etkileyen-belirleyen bir unsura dönüşme süreci, onun “mezar kazıcılarını”(Marx) da yaratır. Bunların yarı-köylü ya da şehirli oluşu işçi sınıfının ortaya çıkmakta oluşu gerçekliğini değiştirmez. Köyle bağlarının kopmamış ve daha tam anlamıyla mülksüzleşmemiş oluşları, kapitalizmin vahşi olarak nitelenebilecek gelişim dönemlerinde bu insanlara, bir yanıyla, özellikle ekonomik anlamda önemli bir destek, dayanak olur ve bu aşamada nesnel olarak işçileşme sürecinin sürekliliğini sağlar. Elbette diğer yanıyla da bunun, bir sınıf bilincinin oluşması, örgütlenme, mücadele, dayanışma ve bağımsız bir sınıf tavrının kuvveden fiile açısından, olumsuz etkileri vardır.

Tüm bunların etkisi altında, Osmanlı’nın son dönemlerinden günümüze dek geçen süreçte, Türkiye’de nesnel anlamda bir işçi sınıfı oluşmuştur. Bazı dönemlerde de, yenilmesine rağmen mücadele, örgütlenme ve dayanışmanın parlayıp sönen başarılı örneklerini sergilemiştir. Dolayısıyla, saplantılı bilinç halleriyle malul olmayan, Avrupa eksenli ve şablonik düşünmeyen ya da bile isteye yanılsamalar yaratma peşinde koşmayanlar için, Türkiye’de nesnel anlamda işçi sınıfının varlığı yadsınamaz bir gerçekliktir. Hem de “mavi yakalı”sından “beyaz yakalı”sına dek… Keza sorunlarının varlığı da…

İşçi sınıfının temel sorunları

İşte Abdi İpekçi Parkı’nda polisin kimyasal gaz saldırısına maruz kalan Tekel işçileri de Bursa’da madende çalışan ve bir kısmı grizu patlamasında göçük altında kalıp yaşamını yitiren maden işçileri de, İstanbul’da eylemlerini sürdüren itfaiyeciler de bu sınıfın birer parçasıdır. Keza, yaşamak için işgücünü satmaktan başka seçeneği olmadığı halde iş bulamayan işsizler de… Sendikalaşmak istediği için işten atılanlar, sendikasızlaştırılanlar; herhangi bir sosyal güvenceden yoksun bir biçimde sigortasız, hatta asgari ücretin altında çalıştırılanlar; sigorta primi gerçek ücretten ödenmeyenler de Türkiye işçi sınıfının birer parçasıdır.

Türkiye işçi sınıfın bu temel sorunları, ne yazık ki, ne özelleştirme sürecinde ne de son eylemlilik sürecinde Tekel işçilerinin sorunu haline dönüşebilmiştir. Bir başka deyişle, ne Tekel işçileri, itfaiyeciler ve diğerleri ne de bunların örgütlü olduğu sendikalar, sorunu kendi eksenlerinin dışına taşıyıp sınıfın temel sorunlarıyla bağ kurabilmişlerdir. Dolayısıyla, tek tek işçilerin ve işçi gruplarının sorunu işçi sınıfının da sorunu olmasına rağmen, işçi sınıfının öncelikli ve acil sorunları bu kesimlerin sorunu haline gelememiş ya da getirilememiştir. Tabir-i caizse her biri kendilerini bulundukları kuyuya hapsetmiş ve kuyunun ağzına çıkmaya, sınıfın geniş ve örgütsüz kesimleriyle buluşmaya birlikte örgütlenme ve mücadeleye yeltenmemişlerdir. Böyle bir önceliklerinin olmadığı da aşikârdır.

Ancak mevcut egemen anlayışla ve mevcut koşullarda bu kesimlerin ve başlarındaki sendika yöneticilerinin elde edebileceği her şey de palyatif olmaktan, günü ve vaziyeti kurtarmaktan öte geçmeyecektir. Bugüne dek de geçememiştir zaten. Oysa böylesi bir anlayış, tutum ve davranış temelinde de ne günü kurtarmak dışında kendilerinin ne de sınıfın kazanması mümkündür.

Dolayısıyla, başta Tekel işçileri, itfaiyeciler, madenciler ve diğerleri olmak üzere, sınıfın temel sorunlarını kendi sorunları kılıp bunun için, işsiz, sigortasız, sendikasız ve sigorta primi gerçek ücretten ödenmeyen işçilerle, dahası kendi toprağında tüccarın işçisine dönüşen küçük tarım üreticisi yoksul köylülerle birlikte örgütlenme ve mücadeleye yönelmeyen hiçbir kesimin kazanma ihtimali yoktur. Hatta ellerinde kalan / var olan ve artık ayrıcalığa dönüşmüş hak kırıntılarını koruma ihtimalleri bile…

Çünkü sınıfsal olarak kazanılıp sınıfsal olarak kullanılıp korunamayan her kazanım, her hak, şu ya da bu nedenle, birilerinin geçici olarak verdikleri ya da vermek zorunda kaldıkları ayrıcalıktan öte bir değer taşımaz. Ayrıcalıklar da çok geçmeden verenler tarafından geri alınır. İşçi sınıfının ise ayrıcalıklara değil, kendi örgütlü gücüyle koruyuculuğunu yaptığı, genelleştirip uygulanmasını gözettiği sınıfsal-toplumsal haklara ihtiyacı vardır.

Sosyalistler saksağanlaşmamalı

Tekel işçileri ve sınıfın tüm kesimleri bunu anımsamalı; onlara hamasi methiyeler düzen devrimci ve sosyalistler ise asla unutmamalı ve unutturmamalıdır. Çünkü unuttukları ve methiyelerle vaziyeti idare etmeyi sürdürdükleri sürece, kendi üzerlerini çizmekten; bağımsız bir sınıf siyaseti üretemeyip tekil işçi eylemlerinin ardında ya da “Kürt sorunu” ve son dönemin siyasal gelişmeleri ve odakları peşinde savrulup bunların ardı sıra saksağanlaşmaktan kurtulamazlar.

Oysa bu kesimlerin, özellikle ilk ikisinin, saksağanlaşan değil, düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişiyle bağımsız bir sınıf siyaseti izleyen, yürüten, dünya, bölge ve Türkiye gerçekliğine ilişkin sınıf temelli hakikati dile getiren ve bunun gerektirdiği davranışı gösteren sosyalistlere ihtiyacı vardır. Peşlerinde vecd içinde secde eden saksağanlara değil.

Saksağan ise, malum, onun bunun peşinde koşturup onların yürüyüşlerini taklit etmeye çalışırken kendi yürüyüşünü ve duruşunu kaybeden bir kuş türüdür. Böylelerinin başkalarına ve kendilerine ne yararı olur bilemem. Ama kendilerine atfettikleri sıfatlara bilinçli ya da bilinçsizce zarar verdikleri, bunları erozyona uğrattıkları kesindir. Bundan dolayı, saksağanlaşanların sosyalistlikleri yitiktir, ilinek bir sıfattan, bir aksesuardan öte değer taşımaz.

Kaynak: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=973421&Date=11.01.2010&CategoryID=83, 08.01.2010

****

Atalay Girgin’in Doğruları ve Yanılgısı
 
Yazıda, önce doğru ve bilinen saptamalar sıralanıyor. Özetleyelim:

Türkiye’de “işçi sınıfı ve burjuvazi yoktur” diyenler ideolojik bir körlük içindedir. 

Sendikalar, işçi sınıfının çıkarlarını bütüncül bir bakışla kavramamakta, sınıfın sorunlarını kapitalist sistemle ve liberal politikalarla ilişkilendirememektedir.

Bazı sol gruplarda “kitabi” ve “lafzi” yaklaşımlarla, geçmişteki işçi sınıfı eylemlerinin aşırı yüceltildiği gözlenmektedir.

Sömürünün meşrulaşmasına hizmet eden, hakların elde edilmesi için mücadele etmek yerine şükretmeyi salık veren gerici ideolojilerin; yandaşlık, adam kayırma gibi mekanizmalar üzerinden oluşturulan cemaat kültürünün, sistem açısından işlevleri yaşamsaldır.

Her ülkede kapitalizmin gelişim süreci özgündür. İşçi sınıfının oluşumu ve mücadelesi de, bu özgün koşullar içerisinde belirlenir. Proleterleşme süreci devam etmektedir (Türkiye nüfusunun artık %30’lar düzeyindeki bir bölümü kırsal alanda yaşamaktadır). Türkiye işçi sınıfının büyük bölümünde kırsal kökenin izleri bulunur ve kırsal hayatla olan bağlar birçok işçi için söz konusudur. Bu bağların sınıf bilincinin oluşumuna ve örgütlenmeye olumsuz etkileri bulunmaktadır. 

Türkiye’de 100 yılı aşan bir süredir yaşanan proleterleşme sürecinin sonucunda, bir işçi sınıfının varlığından şüphe duyulamaz. Bu işçi sınıfının sorunlarının olduğundan da… İşsizlik, sendikasızlık ve sendikalasızlaştırma, sigortasız çalışma, asgari ücretin altında çalışma, yoksulluk gibi temel sorunlar, sendikalar tarafından mücadele konusu yapılmamaktadır.

Tekel işçileri, itfaiye işçileri ve bunları temsil eden sendikalar kendi sınırlı hakları için eylemler yapmakta, işçi sınıfının bütününü ilgilendiren sorunlara dair bir mücadelenin oluşturulmasına katkılarını sunmamaktadırlar. Geçmişte özelleştirme süreçlerinden hak kayıplarıyla mağdur olan emekçilerin ve sendikalarının da tavrı benzer olmuştur. Bu sendikalar geçmişten devrolmuş hakların korunmasında yetersiz kalmakta; günü kurtarma anlayışıyla, lokal etkiye sahip direniş örnekleri oluşturmanın ötesine geçememişlerdir.

İşçi sınıfı büyük oranda örgütsüzdür (Türkiye işçi sınıfının %6 düzeyindeki sendikalaşma oranı hatırlansın). Var olan örgütlülüğüyse, çok parçalıdır. Bu sendikal parçaların koordine hareket etme ve sınıfın hakları için kazanımlar oluşturma kapasitesi yoktur.

Bütün bu belirtilenler doğrudur. Yazıda ortaya konan bu saptamalar gerçekçidir.

Ancak gelin görün ki, yazar sosyalistlere dönük bir eleştiri de yapmaktadır. Sınıf temelli hakikatleri dile getiren, bağımsız bir sınıf siyaseti geliştiren sosyalistlere ihtiyaç duyulduğunu belirten yazar, işçi eylemlerini destekleyenleri “saksağana” benzetmektedir. Yazıda saksağan tavrına sahip olanlar açıkça ifade edilmediğinden, bu işçi eylemlerinin içinde olan ve eylemlere sağlıklı bir yön tayin edilmesi amacıyla müdahalede bulunan sosyalistlerin de suçlandığı yönünde bir izlenim oluşmaktadır. Saksağanlaşanların sosyalistliklerinin “yitik” olduğu, bunların sosyalist kimliğe bilinçli ya da bilinçsizce zarar verdikleri de belirtilmektedir.

Bize göre bu son yaklaşım sağlıklı değildir. Sosyalistlerin işçi sınıfının bütün bölmelerinin hakkını koruma ve hak arama mücadelesi için hareketlendiği her yerde, bu mücadelenin içinde olması bir zorunluluktur. Sınıfın çıkarlarının savunusu ve temsili, güncel olaylar karşısında seyirci kalınarak hak edilemez. Mücadele süreçlerinin baskı, santaj ve tehdit, ideolojik manipülasyon ve izolasyon gibi çeşitli yöntemlerle sönmesine engel olmada, mücadeleler arasında bir koordinasyon ve eşgüdüm oluşturmada, sürecin kazanımlara ulaşmasını sağlamada, sosyalistlerin müdahalesi vaz geçilmezdir. AKP’nin ülkemiz siyasetindeki gücünü zayıflatacak, kolayca satın alamayacağı, yönlendiremeyeceği ve geriletemeyeceği bir mücadeleyi örmek için, sosyalistlerin elinden geleni tüm gücüyle ortaya koyması bir görevdir. Bundan kaçış, sınıfa ihanettir. Mücadele süreçlerinde işçilerin sınıf bilinci gelişmekte, gericiliğin bilinçleri üzerinde oluşturduğu örümcek ağları parçalanmaktadır. Bu bile başlı başına bir kazanımdır. 

Bugün Ankara’da yapılacak TEKEL işçileri mitingi ve sonrasındaki açlık grevi çok ama çok değerlidir. Ulusalcı ve Kemalist kesimlerin hareket alanlarının daraltılmasında, Kürtlere dönük çok boyutlu politik hamlelerle sürecin kontrol altında tutulmasında dinci-liberal cephenin sahip olduğu özgüven ve beceri, işçi sınıfının mücadele örneklerinde çuvallama olanağına sahiptir. Süreci Türk-İş yönetimi de yeterince kontrol altında tutamamaktadır.

Sosyalistler bu mücadele örneklerinin kazanımlarla sonuçlanmasına çalışmalı (örneğin işten atılan demiryolcular, işlerine geri döndüler) AKP’nin tüm toplumun algısında geri adım attığını göstermelidir. TEKEL işçilerinin, ülkemiz halklarına örnek ve ders alınacak bir mücadele ve eylemlilik süreci oluşturdukları görülmelidir. Bu mücadelenin etkisinin sınırlanması artık mümkün değildir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.