30 Eylül 2022 Cuma

Yuval Noah Harari’nin Tehlikeli Popülist Bilimi


Eserleri çok satan yazar, yetenekli bir hikâye anlatıcısı ve popüler bir konuşmacı. Ancak bilimi, sansasyonalizme feda ediyor ve çalışması yanılgılarla dolu.


DARSHANA NARAYANAN

ÇEVİRİ: Keremcan KARABATAK 

“Sapiens: İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi” adlı çılgınca başarılı kitabın yazarı Yuval Noah Harari’nin videolarını izlerseniz, ona en hayret verici soruların sorulduğunu duyacaksınız:

•“Bundan yüz yıl sonra hala mutlu olmayı umursayacağımızı düşünüyor musunuz?” – Kanadalı gazeteci Steve Paikin, “TheAgendawith Steve Paikin” programında.

•“Yaptığım iş hala geçerli mi ve geleceğime nasıl hazırlanabilirim?”– Antwerp Üniversitesi’nde dil öğrenimi gören bir öğrenci.

•“Sapiens’in sonunda şu soruyu sormamız gerektiğini söylüyorsunuz: ‘Neyi istemek istiyoruz?’ Peki, sizce neyi istemeyi istemeliyiz?” –  “Milliyetçilik vs. Küreselleşme: Yeni Siyasi Bölünme” başlıklı TED Konuşması’nda bir izleyici.

•Siz Vipassanameditasyonu yapan birisiniz. Bu size (ilahi) güce yakınlaşmada yardım ediyor mu? Güce yakınlaştığınız yer orası mı?”- 2018 IndiaToday oturumundaki moderatör.

Bu karşılaşmalarda Harari’nin tarzı tatlı dilli hatta utangaçtır. Ara sıra iyi huylu bir şekilde geleceği görme gücüne sahip olmadığını söylese de ardından canlı bir şekilde, sahip olup olmadığını merak ettiğiniz bir otoriteyle soruyu yanıtlamaya devam ediyor. Harari, Paikin’e bundan yüz yıl sonra insanların muhtemelen yok olacağını ve dünyada sayborglar ve yapay zeka gibi farklı varlıkların yaşayacağını söylüyor ve “bu varlıkların ne tür bir duygusal veya zihinsel yaşama sahip olacağını” tahmin etmenin zor olduğunu öne sürüyor. Üniversite öğrencisine de çeşitlilik tavsiyesinde bulunuyor çünkü 2040’da iş piyasası çok değişken olacak. TED Konferansı’ndada “gerçeği bilmeyi istemeyi istemeliyiz” diye duyuruyor. Harari, IndiaToday oturumunda sorunun saçmalığı karşısında tebessüm bile etmeden “Vipassana meditasyonunu gerçeği daha net görebilmek için uyguluyorum” dedi. Hemen sonra sözlerini detaylandırdı: “Eğer kendi nefesimin gerçekliğini 10 saniyeliğine gözlemleyemiyorsam, jeopolitik sistemin gerçekliğini gözlemlemeyi nasıl umabilirim?”

Eğer henüz kaygılanmadıysanız şunu dikkate alın: Harari’nin peşinden gidenler arasında dünyadaki en güçlü insanların bazıları bulunuyor ve kadim kralların kâhinlerine gittiği gibi onlarda ona gidiyor. Mark Zuckerberg, Harari’ye insanlığın teknoloji ile birlikte daha mı birleşik yoksa daha mı parçalanmış hale gelip gelmediğini sordu. Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) idari direktörü ona doktorların gelecekte Evrensel Temel Gelir’e tabii olup olmayacağını sordu. Avrupa’daki en büyük yayınevlerinden AxelSpringer’ın CEO’su da Harari’ye gelecekte yayıncıların dijital dünyada başarılı olmak için ne yapması gerektiği sorusunu yöneltti. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) ona COVID’in uluslararası bilimsel işbirliği üzerindeki etkilerini sordu. Her biri, Harari’nin eksik hükümleri lehine kendi otoritesini yıktı. Ve bunu da alanlarındaki bir uzman için yapmadılar, birçok yönden ama en çok da bilim açısından bir düzenbaz olan bir tarihçi için yaptılar.

Zor zamanlardayız ve hepimiz kelimenin tam anlamıyla hayat ve ölüm hakkındaki sorulara yanıt arıyoruz. İnsanlar gelecekteki pandemi dalgalarından ve iklim değişikliğinden sağ çıkacak mı? Genlerimiz, hakkımızdaki her şeyi anlamanın anahtarını barındırıyor mu? Teknoloji bizi kurtaracak mı yoksa yok mu edecek? Bilge bir yol gösterici arzusu –basit, okunabilir ve emin yanıtlar sağlamak için birden fazla disiplin boyunca cesurca sekebilen bir çeşit peygamber- anlaşılabilirdir. Ancak bu gerçekçi mi?

Birçok kişiye göre bu sorunun yersiz olması beni korkutuyor. Harari’nin satış rekorları kıran kitabı Sapiens, kuyruksuz maymunlar olarak mütevazı başlangıcımızdan efendisi olduğumuz algoritmaların bizi tahtımızdan edip egemen olacağı bir geleceğe kadarki insan türlerinin kapsamlı bir destanı. Sapiens, İngilizce olarak 2014’te yayımlandı. 2019 itibarıyla 50’den fazla dile çevrildi, 3 milyondan fazla kopya sattı. (Eski ABD Başkanı) Barack Obama 2016’da CNN’de kitabı tavsiye ederken Sapiens’in kendisine tıpkı Giza Piramitleri gibi olağandışı uygarlığımız hakkında “bir perspektif hissi” verdiğini söyledi. Harari takiben iki çoksatar daha yayımladı. 2017’de Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi ve 2018’de 21. Yüzyıl İçin 21 Ders. Toplamda kitapları dünya genelinde  23 milyon kopyadan fazla sattı. Harari dünyada en çok aranan entelektüel olduğunu iddia edebilir, her yerde sahneleri şereflendirebilir, her konuşması başına yüz binlerce dolar kazanabilir.

Harari bizi gerçeğinin ya da ilminin gücüyle değil hikaye anlatıcılığıyla baştan çıkardı. Bir bilim insanı olarak, karmaşık konuları çekici ve isabetli bir hikaye anlatımına çevirmenin ne kadar zor olduğunu biliyorum. Aynı zamanda bilimin ne zaman sansasyonalizme kurban edildiğini de biliyorum. Yuval Harari benim “bilim popülisti” dediğim kişi (Kanadalı klinik psikolog ve YouTube gurusu Jordan Peterson bir diğer örnek). Bilim popülistleri, basit ve duygusal açıdan ikna edici bir dille sansasyonalist iplikleri bilimsel “hakikatlerin” etrafına dokuyan yetenekli hikaye anlatıcılarıdır. Anlatıları büyük oranda şüphe ve nüanstan arındırılmıştır, bu onlara yanlış şekilde bir otorite havası verir ve mesajlarını daha da ikna edici kılar. Siyasi emsalleri gibi bilim popülistleri mezenformasyon kaynağıdır. Kendilerini yanıtlara sahipmiş gibi sunarken sahte krizleri teşvik ederler. İyi anlatılmış bir hikâyenin cazibesini anlarlar; bıkıp usanmadan izleyici kitlesini genişletme peşinde koşarken, temelde yatan bilimin ün ve etki arayışı içinde çarpıklaşması umurlarında olmaz.

Bugün ve bu çağda iyi hikâye anlatıcılığı daha gerekli ancak özellikle bilime gelince hiç olmadığı kadar riskli… Bilim, tıbbi, çevresel, yasal ve diğer birçok kamusal kararı olduğu kadar ne hakkında tedbirli olacağımız ve hayatlarımızı nasıl sürdüreceğimiz konularındaki bireysel fikirlerimizi etkiler. Önemli toplumsal ve bireysel eylemler, etrafımızdaki dünyayı en iyi şekilde anlamamıza bağlıdır. Hepimizin evindeki salgın hastalık ve iklim değişikliğiyle en kötüsü henüz yaşanmadan bu ihtiyaç şimdi her zamankinden daha fazla…

Popülist Peygamberimizi ve onun gibileri ciddi bir incelemeye tabi tutmanın zamanı geldi.

Bu şaşırtıcı olabilir, ancak Yuval Harari'nin çalışmasının olgusal geçerliliği bilim insanları veya büyük yayınlardan çok az değerlendirme aldı. Harari’nin kendi tez danışmanı olan ve onun “Rönesans Savaş Anıları: Savaş, Tarih ve Kimlik, 1450-1600” çalışmasına rehberlik eden Oxford Üniversitesi’nden Profesör Steven Gunn, eski öğrencisinin aslında doğrulama sürecinden kurtulmayı başardığına dair şaşırtıcı bir itirafta bulundu. New Yorker’ın 2020 yılındaki Harari profilinde Gunn, Harari'nin -özellikle de Sapiens kitabıyla birlikte-“Kimsenin ‘biz şu ya da bu parçanın yanlış olduğunu düşünüyoruz’ diyemeyeceği kadar büyük sorular soralım” diyerek uzaman eleştirisinin üstünden atlayarak ilerlediğini düşünüyor: “Hiç kimse, her şeyin anlamı ya da uzun bir dönem boyunca herkesin tarihi konusunda uzman değil."

Yine de her şeyi başlatan kitap Sapiens’deki bilgileri doğrulamak için şansımı denedim. Sinirbilim ve evrimsel biyoloji topluluğundaki meslektaşlarıma danıştım. Harari'nin hatalarının çok sayıda ve önemli olduğunu ve kusur aramak olarak reddedilemeyeceğini gördüm. Kurgu dışı olarak satılsa da, anlatılarından bazıları gerçeklerden çok kurguya daha yakın –hepsi de bir bilim popülistinin belirtileri. Harari’nin türümüzün, örneğin aslanları aşarak, besin zincirinin en tepesine sıçraması hakkında yazdığı “Birinci Kısım: Bilişsel Devrim” bölümünü inceleyin.

“Gezegendeki büyük avcıların çoğu muhteşem yaratıklar; milyonlarca yıl süren hâkimiyetleri sayesinde kendilerine olağanüstü derecede güveniyorlar. Sapiens ise adeta bir muz cumhuriyetinin diktatörü gibi. Daha yakın zamana kadar savandaki orta halli yaratıklar olduğumuz için hala korku ve endişelerle doluyuz, bu da bizi fazlasıyla zalim ve tehlikeli kılıyor.”

Harari şu sonuca varıyor: “Ölümcül savaşlardan çevre felaketlerine pek çok tarihsel kötülük, bu çok hızlı gerçekleşen sıçramadan kaynaklanıyor.” Bir evrimsel biyolog olarak şunu söylemeliyim: Bu bölüm tüylerimi diken diken ediyor. Bir aslanı kendine güvenli yapan tam olarak nedir? Gürültülü bir kükreme mi? Bir sürü dişi aslan mı? Sıkı bir tokalaşma mı? Harari'nin vardığı sonuç, saha gözlemlerine mi yoksa laboratuvardaki deneylere mi dayanıyor? (Metinde kaynakları hakkında hiçbir ipucu yoktur.) Kaygı insanları gerçekten zalim mi yapar? Besin zincirinin tepesine çıkmak için zaman ayırsaydık, bu gezegende savaş ya da insan yapımı iklim değişikliği olmayacağını mı ima ediyor?

Bölüm, Aslan Kral filminden sahneleri, heybetli Mufasa’nın ufka bakıp Simba'ya ışığın dokunduğu her şeyin onun krallığı olduğunu söylemesini akla getiriyor. Harari’nin hikaye anlatıcılığı, canlı ve ilgi çekici ancak bilimden yoksun. Ardından dil konusunu ele alın. Harari “(…) tüm kuyruksuz maymun ve maymun türleri dahil pek çok hayvanın sesli dilleri vardır.” diye iddia ediyor.

On yılımı bir Yeni Dünya maymunu olan marmosetlerin sesli iletişimi üzerine çalışarak geçirdim. (Bazen benimle iletişimleri, idrarlarını benim yönüme püskürtmeyi içeriyordu.) Doktoramı aldığım Princeton Üniversitesi Sinirbilim Enstitüsü’nde vokal davranışın evrimsel, gelişimsel, nöronal ve biyomekanik fenomenlerin etkileşiminden nasıl ortaya çıktığını inceledik. Çalışmamız, maymun iletişiminin (insan iletişiminden farklı olarak) nöral veya genetik kodlara önceden programlandığı dogmasını kırmayı başardı. Aslında, maymun yavrularının, insan bebeklerinin öğrenme şekline benzer bir şekilde, ebeveynlerinin yardımıyla “konuşmayı” öğrendiklerini keşfettik.

Ancak insanlarla tüm benzerliklerine rağmen maymunların bir “dili” olduğu söylenemez. Dil kurallara bağlı bir sembolik sistemdir. Semboller (kelimeler, cümleler, imajlar vs.) dünyadaki insanları, yerleri, olayları ve ilişkileri işaret eder. Ama aynı zamanda aynı sistemdeki diğer sembolleri de anımsatır ve gönderme yapar. (Örneğin diğer kelimeleri tanımlayan kelimeler). Maymunların uyarı çağrıları ve kuşlarla balinaların şarkıları bilgi iletebilir ama biz, Alman filozof Ernst Cassirer’in dediği gibi sembolik sistem edinimin mümkün kıldığı “gerçekliğin yeni bir boyutunda” yaşarız.

Bilim insanlarının dilin nasıl ortaya çıktığına dair birbiriyle rekabet eden kuramları olabilir ama Noam Chomsky ve Steven Pinker gibi dilbilimcilerden Michael Tomasello ve Asif Ghazanfar gibi primat iletişimi uzmanlarına kadar herkes, her ne kadar diğer hayvanlarda öncülleri bulunabilse de, dilin insanlara özgü olduğunda hemfikir. Bu, tüm dünyada lisans düzeyindeki biyoloji derslerinde öğretilen ve kolay bir Google aramasıyla bile bulunabilen bir ilke. Bilim insanı meslektaşlarım da Harari’ye karşı çıkıyor. Biyolog HjalmarTuresson, Harari’nin şempanzelerin “beraber avlandığı ve babunlar, çitalar ve düşman şempanzelere karşı omuz omuza savaştığı” iddiasının doğru olamayacağına dikkat çekiyor. Çünkü çitalar ve şempanzeler Afrika’nın aynı bölgelerinde yaşamıyor. Turesson “Harari muhtemelen çitalarla leoparları karıştırıyor” diyor. Belki ayrıntılara girmek, çitalar ve leoparlar arasındaki farkı bilmek o kadar da önemli değildir. Harari sonuçta insanların hikâyesini yazıyor. Ama hataları maalesef bizim türümüze de uzanıyor. Sapiens’in “Çağımızda Barış” bölümünde Harari, “şiddetin büyük oranda devletin yükselişi nedeniyle gerilemesini” tarihsel olarak tartışmak için Ekvador’un Waorani halkı örneğini kullanıyor. Bize Waoranilerin vahşi olduğunu çünkü onların “Amazon ormanının derinlilerinde ordusuz, polissiz ve hapishanesiz yaşadığını” söylüyor. Waoranilerin bir zamanlar dünyadaki en yüksek cinayet oranlarına sahip olduğu doğru ancak 1970’lerin başından bu yana görece barış içinde yaşadılar. 2015’te Waoranilerle zaman geçirmiş olan bir bitki genetikçisi Anders Smolka ile konuştum. Smolka, Ekvador yasalarının ormanda uygulanmadığını ve Waoranilerin kendilerine ait bir polisi ya da hapishanesi olmadığından bahsetti: “Mızraklamak hala endişe verici olsaydı, kesinlikle eminim ki bunu duymuş olurdum” diyor. "Bir eko-turizm projesi için gönüllü olarak oradaydım, bu yüzden misafirlerimizin güvenliği oldukça önemliydi." Burada Harari, ırkçı ve vahşiliğiyle meşhur polis devletimize duyulan ihtiyacı haklı çıkarmak için son derece zayıf bir örnek kullanıyor.

Bu ayrıntılar önemsiz görünebilir, ancak her biri Harari'nin yanlış bir şekilde güçlü bir temel olarak sunduğu şeyde parçalanan bir bloktur. Eğer üstünkörü bir okuma bu temel hatalar dizisini gösteriyorsa, daha kapsamlı bir incelemenin toptan inkârlara yol açacağına inanıyorum.(1)

Harari sıklıkla sadece geçmişimizi anlatmıyor; bizzat insanlığın geleceği hakkında kehanette bulunuyor. Elbette herkesin geleceğimiz hakkında spekülasyon yapma hakkı var. Ancak bu spekülasyonların geçerli olup olmadığını, özellikle de Harari gibi karar verici seçkinlerimizin ilgisine sahip bir kişiyse, öğrenmek önemlidir. Yanlış tahminlerinciddi sonuçları vardır. Umutlu ebeveynleri yanlış yere genetik mühendisliğinin otizmi ortadan kaldıracağını düşünmeye yönlendirebilir, çıkmaz projelere çok büyük miktarda para dökülmesine yol açabilir veya bizi ne yazık ki küresel salgın gibi tehditlere karşı hazırlıksız bırakabilirler.

Şimdi Harari'nin 2017 tarihli Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi adlı kitabında küresel salgınlar hakkında söylediklerine bakalım:

“Sonuçta AIDS ve Ebola gibi doğal felaketlerle mücadelede ibre insanlığın lehine dönüyor.(…) Öyle ki insan türünü gelecekte tehlikeye atacak büyük salgınların, acımasız bir ideolojinin takipçisi insanların elinden çıkması işten bile değil. İnsanlığın doğal salgınlar karşısında çaresiz kaldığı çağ, muhtemelen sona erdi. Ne var ki o günleri mumla arayabiliriz.”

Mumla aramayı dilerdim. Onun yerine resmi rakamlara göre 6 milyonumuz COVID nedeniyle öldü. Bazı tahminler gerçek sayının 12-22 milyon arasında olduğunu söylüyor. Ve ister pandemiden sorumlu virüs olan SARS-CoV-2'nin doğrudan vahşi doğadan ister Vuhan Viroloji Enstitüsü'nden geldiğini düşünün, pandeminin “acımasız bir ideolojinin hizmetinde” yaratılmadığı konusunda hepimiz hemfikiriz.

Harari daha fazla yanılamazdı. Ama iyi bir bilim popülisti gibi, pandemi sırasında birçok televizyon programına çıkarak sözde uzmanlığını sunmayı sürdürdü. NPR’da programa katıldı ve “hem salgın hem de neticesinde oluşan ekonomik krizle nasıl başa çıkılacağı” hakkında konuştu. “Koronavirüs salgını sonrası ortaya çıkan kilit soruları” aydınlatmak için Christiane Amanpour’un programıyla devam etti. Ardından BBC Newsnight’da “koronavirüs hakkında tarihsel bir bakış açısı” sundu. Bir değişiklik yaparak Sam Harris’in podcast’inde bize COVID'in "gelecekteki etkilerini" anlattı. Harari ayrıca Sadeq Saba ile Iran Interntional, IndiaToday’in E-Oturum Korona Serileri’lerine ve bir dizi dünya genelindeki diğer haber kanallarına katılmak için zaman buldu.

Bir bilim popülistinin diğer bir temel özelliği olan sahte bir krizi teşvik etme fırsatını kullanan Harari, “deri altı gözetleme” (kuşkusuz endişe verici bir kavram) konusunda ciddi uyarılarda bulundu. “Bir düşünce deneyi olarak" dedi, "her vatandaşın günde 24 saat vücut ısısını ve kalp atış hızını izleyen biyometrik bir bilezik takmasını talep eden varsayımsal bir hükümet düşünün."Olumlu yanının bir hükümetin salgını birkaç gün içinde durdurmak için bu bilgiyi imkân dâhilinde kullanabilmesi olduğunu söylüyor. Dezavantajı hükümete gelişmiş bir gözetim sistemi sunabilmesidir, çünkü "bir video klibi izlerken vücut sıcaklığıma, kan basıncıma ve kalp atış hızıma ne olduğunu izleyebilirseniz, beni neyin güldürdüğünü, neyin ağlattığını ve beni gerçekten çok kızdıran şey öğrenebilirsiniz."

İnsan duyguları ve bu duyguları nasıl ifade ettiğimiz öznel ve değişkendir. Duyumlarımızı yorumlama şeklimizde kültürel ve bireysel farklılıklar vardır. Duygularımız hakkında bağlamsal bilgilerden arındırılmış fizyolojik ölçümlerle anlam çıkarılamaz (eski bir düşman, yeni bir sevgili ve kafein, hepsi kalbimizin daha sert çarpmasına neden olabilir). Bu, vücut ısısı, kan basıncı ve kalp atış hızından daha kapsamlı fizyolojik ölçümler yapılsa bile geçerlidir. Hatta bu yüz hareketleri izlendiğinde bile geçerlidir. Psikolog Lisa Feldman Barrett gibi bilim insanları, uzun süredir inanılanın aksine, üzüntü ve öfke gibi duyguların bile evrensel olmadığını keşfediyorlar. Feldman Barrett, “Yüz hareketlerinin, bir sayfadaki kelimeler gibi okunacak içsel bir duygusal anlamı yoktur” diye açıklıyor. Bu nedenle, belirli bir anda sizin veya benim ne hissettiğimizi tahmin edebilecek teknolojik sistemler yaratamadık (ve bu her şeyi anlayan, her şeyi bilen sistemleri asla inşa edemeyebiliriz).

Harari'nin iddiaları bilimsel olarak geçersizdir, ancak ciddiye alınmalıdır. Meslektaşım, sinirbilimci Ahmed El Hady'nin dediği gibi, “Dijital bir panoptikonda yaşıyoruz.” Şirketler ve hükümetler bizi sürekli izliyor. Harari gibilerinin bizi gözetleme teknolojilerinin “bizi bizim kendimizi bildiğimizden çok daha iyi tanıyabileceğine” ikna etmesine izin verirsek, algoritmaların bizi kendimizden şüphe ettirecek şekilde manipüle etmesine izin verme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Ve bunun, kimin istihdam edilebilir olduğuna veya bir algoritmanın sözde bilgeliğine dayanarak kimin güvenlik riski oluşturduğuna karar vermek gibi, gerçek dünyada daha kötü etkileri vardır.

Harari’nin spekülasyonları mütemadiyen zayıf  bilim anlayışına dayanıyor. Örneğin, biyolojik geleceğimizle ilgili tahminleri, gen merkezli bir evrim görüşüne dayanmaktadır, onun gibi tanınmış şahsiyetler nedeniyle (ne yazık ki) kamusal söyleme hakim olan bir düşünce tarzı. Böyle bir indirgemecilik, basite indirgenmiş bir gerçeklik görüşü geliştirir ve daha da kötüsü, tehlikeli bir şekilde öjeninin alanına sapar. Harari, Sapiens’in son bölümünde şöyle yazar:

“Neden Tanrı’nın tuvalinin başına geçip daha iyi bir Sapiens tasarlamayalım? Homo Sapiens’in becerilerinin, ihtiyaçlarının ve isteklerinin genetik bir temeli var, üstelik Sapiens genomu farelerinkinden daha karmaşık değil (fare genomu yaklaşık 2,5 milyar nükleobaz, Sapiens genomu 2,9 milyar nükleobaz içeriyor, fareninkinden sadece yüzde 14 daha büyük). (…) Genetik mühendisliği dâhi fareler yaratabiliyorsa, neden dâhi insanlar yaratmasın? Tek eşli tarla fareleri yaratabiliyorsa, neden partnerlerine sadık insanlar yaratmasın?”(2)

Genetik mühendisliği sihirli bir değnek olsaydı gerçekten uygun olurdu –hızlıca parmak şıklatmak, çapkınları sadık partnerlere ve herkesi Einstein'a dönüştürebilirdi. Ama ne yazık ki durum böyle değil. Diyelim şiddete başvurmayan bir tür olmaya çalışıyoruz. Bilim insanları, monoaminoksidaz-A (MAO-A) geninin düşük aktivitesinin saldırgan davranış ve şiddet içeren suçlarla bağlantılı olduğunu buldu. Ama "Tanrı'nın tuvalinin başına geçip daha iyi Sapiens tasarlamaya" (Harari'nin dediği gibi) cezbedilirsek, MAO-A etkinliği düşük olan herkes şiddet yanlısı olmadığı gibi, MAO-A etkinliği yüksek olan herkes de şiddete başvurmayan kişiler değildir. Aşırı derecede kötü davranışların olduğu ortamlarda büyüyen insanlar, genleri ne olursa olsun, genellikle saldırgan veya kavgacı olurlar. Yüksek MAO-A aktivitesi sizi bu kaderden koruyabilir ancak bu doğuştan değildir. Tersine Aksine, çocuklar sevgi dolu ve destekleyici ortamlarda büyüdüklerinde, düşük MAO-A aktivitesine sahip olanlar bile sıklıkla gelişirler.

Genlerimiz, bizi yaratan olayları yönetmek için doğru zamanda doğru ipleri çeken kukla ustalarımız değildir. Harari fizyolojimizi değiştirmek ya da insanları sadık ya da zeki olmaları için “tasarlamak” hakkında yazdığında bizi oluşturan pek çok genetik olmayan mekanizmayı atlıyor. Örneğin, bölen, hareket eden, kaderlerine karar veren, doku ve organlar şeklinde organize olan hücrelerin olduğu fizyolojimiz gibi değiştirilmez görünen bir şey bile sadece genler tarafından tasarlanmaz.1980’lerde bilim insanı J.L.Marx, Xenopus üzerinde (Sahra altı Afrika'ya özgü bir su kurbağası) bir dizi deney yaptı ve "sıradan" biyofiziksel olayların (hücrelerdeki kimyasal reaksiyonlar, hücrelerin içindeki ve üzerindeki mekanik basınçlar ve yerçekimi gibi) genleri açıp kapayabileceğini, hücrenin kaderine karar verebileceğini keşfetti. Hayvan bedenlerinin, genler arasındaki karmaşık bir danstan ve değişen fiziksel ve çevresel olaylardan kaynaklandığı sonucuna vardı.

Tadı ele alalım. Harari gibi birini okurken, örneğin yeni doğmuş insan bebeklerinin davranışlarına neredeyse tamamen genlerinin hükmettiğini düşünülebilirsiniz. Çünkü bebeklerin bahsedilecek neredeyse hiçbir “yetiştirilmesi” yoktur. Ancak bir araştırma, hamileliğinin son üç ayında çok fazla havuç suyu içen kadınların altı aylık bebeklerinin, havuç aromalı tahıl gevreğini diğer bebeklerden daha fazla sevdiğini gösteriyor. Bu bebekler havuç lezzetini severler ama “havuç sevme” genleri yüzünden değil. Anneler (biyolojik veya koruyucu) bebeklerini emzirirken yedikleri yiyeceklerin tadı anne sütüne geçer ve bebekleri bu yiyecekler için öncelik geliştirirler. Bebekler, yiyecek tercihlerini annelerinin davranışlarından “kalıtım yoluyla alırlar”. Nesiller boyunca Kore'deki yeni annelere kaselerce deniz yosunu çorbası içmeleri ve Çinli kadınlara da doğumdan hemen sonra zencefil ve sirkede pişirilmiş domuz ayağı yemeleri söylendi. Koreli ve Çinli çocuklar, "zencefil yiyen" veya "sirke isteyen" genlere ihtiyaç duymadan kültüre özgü tat tercihlerini kalıtım yoluyla alabilirler.

Bu modern dünyada, nerede yaşarsak yaşayalım, işlenmiş şeker tüketiyoruz. Uzun süreli yüksek şekerli bir beslenme, anormal yeme alışkanlıklarına ve obeziteye neden olabilir. Bilim insanları hayvan modelleri kullandılar ve bunun gerçekleştiği moleküler bir mekanizmayı ortaya çıkardılar. Yüksek şekerli beslenmeler, daha sonra tat nöronlarını yeniden programlamak ve tatlılık hissini azaltmak için gen ifadesini düzenleyen, hayvanları uyumsuz beslenme modellerine hapseden PRC2.1 adlı bir protein kompleksini aktive eder. Burada beslenme alışkanlıkları, gen ifadesini değiştiriyor, “epigenetik yeniden programlamanın” bir örneği, sağlıksız yiyecek seçimlerine yol açıyor.

Yetiştirme doğayı şekillendirir ve doğa da yetiştirmeyi şekillendirir. Bu bir düalite değildir; daha çok bir Möbius şeridi gibidir. “Homo Sapiens’in becerilerinin, ihtiyaçlarının ve isteklerinin” nasıl oluştuğu gerçeği, Harari'nin tasvir ettiğinden çok daha karmaşık (ve zarif!).

Genetikçiler Eva Jablonka ve Marion J. Lamb, Evrimin Dört Boyutu adlı kitaplarında bunu en hoş şekilde söylüyorlar:

“Maceraperestlik, kalp hastalığı, aşın şişmanlık, dindarlık, eşcinsellik, utangaçlık, aptallık ya da zihnin veya vücudun sergilediği herhangi bir özellik için ayrı bir genin var olduğu görüşünün genetik düzlemde yeri kalmamıştır. Psikiyatr, biyokimyacı ya da genetikçi olmayan (ama yine de genetikle ilgili meselelerde kendilerini dikkate değer bir rahatlıkla ifade edebilen) birçok bilimci hala genleri basit nedensel etkenler olarak gösterseler ve kendilerini dinleyenlere her türlü sorun için hızlı çözüm vaadinde bulunsalar bile, bu insanlar aslında bilgisi veya niyeti şüpheli olan propagandacılardan başka bir şey değildir.”

Harari’nin niyetleri gizemini korumayı sürdürüyor, ama onun biyoloji hakkındaki beyanları (ve gelecek hakkındaki kehanetleri) Larry Page, Bill Gates, Elon Musk ve diğerleri gibi Silikon Vadisi teknologları arasında yaygın olan bir ideoloji tarafından yönlendiriliyor. Algoritmaların bizi kurtaracağı mı yoksa yok mu edeceği hakkındaki görüşleri farklılaşabilir ama hepsi de dijital hesaplamanın aşkın gücüne inanıyorlar. Musk, 2020’de New York Times’a verdiği röportajda “Yapay zekânın insanlardan çok daha zeki olduğu bir duruma doğru gidiyoruz ve bence bu zaman dilimi bugünden itibaren beş yıldan az olduğunu düşünüyorum.” dedi. Musk yanılıyor. Algoritmalar (şayet yapıyorlarsa) kısa bir süre sonra tüm işlerimizi almayacak veya dünyayı ele geçirmeyecek ya da insanlığı sona erdirmeyecek. Yapay zeka uzmanı François Chollet’in algoritmaların bilişsel otonomi kazanma olasılığı hakkında söylediği gibi: “Bugün ve yakın gelecek için bu bilimkurgu malzemesi.” Bilim popülisti Harari, Silikon Vadisi'nin anlatılarını tekrarlayarak -yine- sahte bir krizi teşvik ediyor. Daha da kötüsü, dikkatimizi algoritmaların gerçek zararlarından ve teknoloji endüstrisinin kontrolsüz gücünden uzaklaştırıyor. Homo Deus’un son bölümünde Harari bize “Veri Dini” diye yeni bir dinden bahseder. Onun “Dataistler” diye adlandırdığı bu dinin uygulayıcıları tüm evreni veri akışları olarak algılar. Tüm organizmaları biyokimyasal veri işlemcileri olarak görürler ve insanlığın “kozmik görevinin”, bizi kendimizi anlayabileceğimizden daha iyi anlayacak, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten bir veri işlemcisi yaratmak olduğuna inanırlar.

Harari'nin öngörüsüne göre bu destanın mantıklı sonucu, algoritmaların hayatımızın tüm yönleri üzerinde otoriteyi ele geçireceği. Kiminle evleneceğimize, hangi kariyeri takip edeceğimize ve nasıl yönetileceğimize karar verecekler. (Silikon Vadisi, tahmin edebileceğiniz gibi, Veri Dini’nin merkezidir.) Harari, Dataistlerin sözlerini aktararak, "Onlar göre Homo sapiens köhne bir algoritmadan ibaret" diyor.

“Nihayetinde insanların tavuklardan ne gibi bir üstünlüğü var ki? Sadece, bilgi akışları tavuklarınkine göre çok daha karmaşık bir örüntü üzerinden sağlanıyor. İnsanlar daha çok veriyi absorbe edip, daha iyi algoritmalarla işleyebiliyor. Pekala, o zaman insana kıyasla daha fazla veriyi absorbe edip daha etkin işleyebilen bir bilişim sistemi oluşturduğumuzda, tıpkı insanın tavuktan üstün olması gibi, bu sistem de insandan üstün olmayacak mı?”

Ancak insan çeki düzen verilmiş bir tavuk değildir, hatta her bakımdan bir tavuğa göre mutlaka üstün değildir. Aslında tavuklar insanlardan “daha fazla veri absorbe edebilir” ve bunu en azından görme alanında “daha iyi işleyebilir”. İnsan retinasında kırmızı, mavi ve yeşil dalga boylarına duyarlı fotoreseptör hücreler bulunur. Tavuk retinalarında bunlara ek olarak mor dalga boyları (ultraviyole dahil) için koni hücreleri ve hareketi daha iyi takip etmelerine yardımcı olan özel reseptörler bulunur. Beyinleri tüm bu ek bilgileri işleyecek şekilde donatılmıştır. Tavuğun dünyası, idrak bile edemediğimiz bir renk gösterisidir. Burada anlatmak istediğim, bir tavuğun insandan daha iyi olduğu değil - bu bir yarışma değil - ama tavukların benzersiz bir şekilde "tavuk" olduğu, aynı şekilde bizim de eşsiz şekilde "insan" olduğumuz.

Ne tavuklar ne de insanlar yalnızca algoritmalardır. Beynimizin bir kütlesi var ve o kütle bir dünyada yer alıyor. Davranışlarımız dünyevi ve bedensel faaliyetlerimizden dolayı ortaya çıkar. Canlılar, sadece çevremizdeki veri akışlarını özümseyip işlemekle kalmıyor; evrimsel biyolojide “niş inşası” olarak adlandırılan bir süreç ile kendimizin ve birbirimizin çevrelerini sürekli olarak değiştiriyor ve yaratıyoruz.Bir kunduz ırmakta baraj yaptığında bir göl yaratır ve diğer tüm organizmalar da artık bu gölün bulunduğu dünyada yaşamak zorundadır. Kunduzlar yüzyıllarca dayanan sulak alanlar yaratabilir, soyundan gelenlerin maruz kaldığı seçilim baskılarını değiştirerek potansiyel olarak evrimsel süreçte bir değişime neden olabilir. Homo sapiens rakipsiz esnekliğe sahiptir; çevremize uyum sağlama ve aynı zamanda onları değiştirme konusunda olağanüstü bir yeteneğimiz var. Yaşama eylemlerimiz bizi yalnızca algoritmalardan ayırmaz; algoritmaların kimi seveceğimiz, gelecekteki işlerimizde ne kadar başarılı olacağımız (3) veya bir suç işleyip işlemeyeceğimiz gibi sosyal davranışlarımızı doğru bir şekilde tahmin etmesini neredeyse imkansız hale getirir.

Harari kendisini objektif bir katip olarak şekillendirmeye özen gösteriyor. Bize kendisinin değil, Dataistlerin dünya görüşünü sunduğunu söylemeye özen gösteriyor. Ama sonra çok sinsi bir şey yapıyor. “Dataist dünya görüşü size eksantrik bir uç fikir gibi gelebilir ama aslında bilimsel kurumların çoğunu çoktan fethetti" diyor. ("Bilimsel kurumların çoğunu fethetmiş") Dataist dünya görüşünü nihai olarak sunarken, bize, insanların algoritmalar olduğunun "nesnel olarak" doğru olduğunu ve daha iyi algoritmalar tarafından verilen kararların pasif alıcıları olarak demodeleşmeye kaçınılmaz olduğunu söyler, çünkü insanlığımıza ayrılmaz bir şekilde bağlıdır. Bu fazla genel ifadeyi desteklemek için dipnotlarına dönersek, alıntı yaptığı dört kitaptan üçünün bilim insanı olmayanlar tarafından yazıldığını görüyoruz: Bir müzik yayıncısıbirtrend tahmincisi ve bir dergi yayıncısı.(4)

İnsanlığın kaderi hakkında önceden belirlenmiş hiçbir şey yoktur. Özerkliğimiz kozmik karma yüzünden değil, Google tarafından icat edilen ve Facebook tarafından mükemmelleştirilen yeni bir ekonomik model yüzünden aşınıyor - para kazanmak amacıyla bizi manipüle etmenin bir yolunu bulan bir kapitalizm biçimi. Sosyal bilimci Shoshana Zuboff, bu ekonomik modele “gözetim kapitalizmi” adını verdi. Gözetim kapitalisti şirketler -Google, Facebook, Amazon, Microsoft ve diğerleri- yaşamak, çalışmak ve oynamak için giderek daha fazla bel bağladığımız dijital platformları inşa ediyor. Çevrimiçi faaliyetlerimizi şaşırtıcı düzeyde ayrıntılı izliyorlar ve kârlarını en üst düzeye çıkarmak amacıyla davranışlarımızı etkilemek için bu bilgileri kullanıyorlar. Bir yan ürün olarak, onların dijital platformları, yaygın iklim inkarcılığı, bilim şüpheciliği ve siyasi kutuplaşma ile sonuçlanan yankı odaları oluşturmaya yardımcı oldu. Zuboff, düşmanı adlandırarak ve onu bir doğa gerçeği veya teknolojik kaçınılmazlık olarak değil, insanların bir icadı olarak nitelendirerek bize onunla savaşmanın bir yolunu sunuyor. Harari’nin aksine Zuboff, Silikon Vadisi’nde sevilen bir şahsiyet değil.

Ekim 2021’de Harari, Sapiens’in çizgi roman adaptasyonunun ikinci cildini piyasaya sürdü. Sırada bir Sapiens çocuk kitabı, sürükleyici bir deneyim ve Sapiens'ten ilham alan çok sezonlu bir TV şovu olan Sapiens Live var. Popülist Peygamberimiz, yeni takipçiler ve onlarla birlikte amansız yeni ün ve nüfuz dorukları arayışında.

Harari, hikaye anlatımıyla bizi baştan çıkardı, ancak siciline yakından bir bakış, bilimi sansasyonelliğe feda ettiğini, genellikle ciddi olgusal hatalar yaptığını ve spekülatif olması gerekeni kesin olarak tasvir ettiğini gösteriyor. Nadiren yeterli dipnotlar veya referanslar sağladığı ve fikirleri kendisininmiş gibi sunduğu düşünürleri (5) kabul etme konusunda oldukça cimri olduğundan, açıklamalarını dayandırdığı temel belirsizdir. Ve hepsinden daha tehlikelisi, gözetim kapitalistlerinin anlatılarını pekiştirerek, davranışlarımızı ticari çıkarlarına uyacak şekilde manipüle etmeleri için onlara ücretsiz bir geçiş hakkı veriyor. Kendimizi mevcut krizden ve önümüzden geçenlerden korumak için Yuval Noah Harari'nin tehlikeli popülist bilimini şiddetle reddetmeliyiz.

1) Harari'nin çalışmasının olgusal geçerliliği konusundaki endişelerim, yazar Anand Giridharadas'ın çok satan bir başka kitap-Jared Diamond'ın Krizdeki Uluslar İçin Dönüm Noktaları- için yaptığı eleştiriye benziyor. Giridharadas Diamond'a "Eğer küçük ve orta boy şeylerde size güvenemezsek, 30 bin metrelik kitapların yazarlarının gerçekten güvenimize ihtiyaç duyduğu bir yerde yani büyük, kontrol edilmesi zor iddialarda size nasıl güvenebiliriz?" Giridharadas aynı zamanda kurgusal olmayan kitaplar için profesyonel doğruluk kontrolü ihtiyacına da işaret ediyor, ki bunun norm olmadığını öğrendiğimde şoke oldum.

2) Harari’nin 2017 tarihli kitabı Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi’nden benzer bir kısım: “Ölümcül genleri ıslah etmek bir kez mümkün olduğunda, tüm kodu yeniden yazarak geni iyileştirmek dururken neden yabancı bir DNA'yı aktarma zahmetine katlanalım ki? Sonrasında aynı mekanizmayı sadece ölümcül genleri ıslah etmek için değil otizm, zeka geriliği veya obezite gibi daha az ölümcül hastalıklardan sorumlu genleri iyileştirmek için de kullanabiliriz.”

3) Milyonlarca kişinin McDonald’s, Kraft-Heinz, Boston ConsultingGroup ve Swarovski gibi şirketlerdeki işler için taranmasına rağmen algoritmaların iş performansını tahmin edebileceğine dair hakem onaylı bir kanıt yok. Princeton Üniversitesi’nden bilgisayar bilimcisi Arvind Narayanan alenen algoritmik iş tarama hizmetleri sunan şirketlerin (ilk ikisi HireVue ve Pymetrics) “şarlatan olduğunu” söyledi.

4) Harari’nin alıntı yaptığı kitaplar: KevinKelly, WhatTechnologyWants (New York: Viking Press, 2010); CésarHidalgo, Why Information Grows: TheEvolution of Order, fromAtomstoEconomies (New York: Basic Books, 2015); HowardBloom, Global Brain: TheEvolution of MassMindfromtheBigBangtothe 21st Century (Hoboken: Wiley, 2001); ShawnDuBravac, DigitalDestiny (Washington: Regnery Publishing, 2015.).

5) Harari'nin yazılarına rastlayan sıradan bir okuyucu, tüm fikirlerin yalnızca ondan geldiğini düşünebilir, ancak Harari'nin düşünce çerçeveleri, genellikle ondan daha önce gelen diğerlerini anımsatır. Örneğin onun dini ve seküler ideolojileri PokemonGo oyunuyla karşılaştırması,Sloven filozof Slavoj Žižek'in 2017 tarihli kitabı Incontinence of theVoid: Economico-Philosophical  Spandrels ve daha önceki derslerinde yaptığı karşılaştırmasına esrarengiz bir şekilde benziyor. 2017 tarihli Homo Deus kitabında Harari, “dataizm” e tam bir bölüm ayırıyor ancak gazeteciler, Data-izm terimini ortaya atan kişi David Brooks'dan veya 2015’te Data-ism başlıklı bir kitap yayınlayan Steve Lohr'dan bahsetmiyor.

Kaynak: https://artigercek.com/haberler/yuval-noah-harari-nin-tehlikeli-populist-bilimi

28 Eylül 2022 Çarşamba

AVM’lerden Çıkmak

Kerem Cantekin

05.09.2013

Gezi Parkı Direnişi’nin en ilginç ve üzerinde yeteri kadar durulmadığını düşündüğüm yanlarından birisi AVM karşıtlığıydı. Gezi Parkı Direnişi’nin diğer boyutları ile ilgisiz gibi görünen, ama yine de özellikle ilk günlerde sıklıkla dile getirilen söylemlerin arasında idi, AVM karşıtlığı… Aslına bakılırsa, 90’lardan beri Türkiye’de gelişen yaşam tarzının en problemli yanlarından birisini temsil ediyordu AVM’ler. Sadece AVM’ler de değil, AVM’lere benzeyen ve özellikle orta düzeyde gelir sahibi olan insanların hayatına yerleşen bir dolu başka şey. Mesela tatil köyleri, siteler, plazalar, giderek daha yaygınlaşan özel okullar. Bunlara, İstanbul gibi kentlerde toplu taşımanın giderek daha az kullanılması ve bu araçlar yerine özel araçların tercih edilmesi de eklenebilir. 80’lerin sonundan itibaren yukarıda saydıklarım orta sınıf yaşamının karakteristik boyutları haline gelmeye başladı. Ve bu birbirinden bağımsız görünen boyutların tamamının ortak özelliği orta gelir düzeyine sahip insanları, hem düşük gelirli insanlardan, hem de birbirlerinden koparması.


Mesela AVM’leri düşünelim. Sokaklarda her biri farklı bir kişiye ait bin bir farklı dükkân varken, AVM’lerde, AVM yönetiminin belirlediği çoğu zaman birbirine benzer mağazaların olduğu bir alışveriş ortamı var. Bunun yanında sokakta görebileceğimiz dilenciler, sokak çocuklarının AVM’ye girmesi mümkün değil. Sokak göstericilerinin ve satıcılarının AVM’ye girmesi imkânsız olmasa da çok zor. Bu açılardan baktığımızda siteler ve tatil köyleri de AVM’lerin benzeri yapılar. Eski mahallelerdeki birbirinden farklı insanların ve evlerin yerine siteler, birbirine benzer evlerin ve insanların olduğu yaşam alanları yarattı. Semtler ve mahalleler, orada yaşamayanlar da dâhil herkese aitken, her site, sadece evleri ile değil, evin dışındaki yaşam alanları ile de sadece orada oturanlara ait. Dolayısı ile sitede oturanların kendilerini etraflarındaki Dünya’nın tamamından izole ettiğini söylemek mümkün. Benzer bir durum tatil köyleri için de geçerli. Bir tatil beldesinde, pansiyonda tatil yaptığında o beldedeki insanlarla tanışabilecek, o beldedeki birbirinden farklı yaşam tarzlarını görebilecek insanlar, tatil köylerinde, sadece kendilerine benzer insanların olduğu ve tatil yapmak adına kendilerine sadece birbirlerine benzer standart aktiviteler sunabilen bir mekâna hapsoluyorlar.

Örnekler çoğaltılabilir, ancak bütün bu örneklerin ötesinde bir bütün olarak 90’larda orta gelir seviyesine sahip olan insanların kendi yaşamlarını, daha yüksek standarda yükseltmek ve daha güvenli hale getirmek adına, giderek daha renksiz hale getirdiklerini ve kendilerini daha yalnızlaştırdıkları söylenebilir. Sonuç orta sınıf olarak adlandırılan sınıfın içindeki insanlar önce kendilerinden farklı insanların, giderek birbirlerinin sorunlarından habersiz hale geldiler. İnsanların etraflarındaki topluma güvenleri giderek azaldı. Öyle ki, sokakta gördükleri dilencilerin aslında milyoner olduğuna, bir kafede görüp sohbet ettikleri bir insanın böbreklerini alıp kaçabileceğine, sokakta görüp hastaneye yetiştirdikleri insanın ailesinin başlarına bela olabileceğine inandılar. Öyle ki, zor duruma düştüklerinde onlara yardım edecek belki aileleri dışında kimse olmayacaktı.

80’lerin Özal dönemini değerlendiren arkadaşlarımdan birisinin, bu dönemde özellikle eğitimli kesimin iyi para kazandığını söylediğini hatırlıyorum. Sadece gelir düzeylerine bakıldığında evet belki 80’lerde ve 90’larda bu kesimin kazandığı düşünülebilir. Ama bu kesim elde ettikleri geliri kendilerine daha sağlıksız ve yalnız bir yaşamı inşa etmek için harcadı. Ve sonuç olarak Türkiye’nin en iyi eğitim almış kesimindeki insanların çoğu kendi yalnız ve renksiz yaşamlarının içine hapsoldular.

Etrafımdaki insanlarla çelişme pahasına, bu yaşamı reddetmenin, tatil köyleri dışında tatil yapmanın, AVM’lerde alışveriş yapmamanın, sitelerde değil mahallelerde yaşamanın beni ne kadar ferahlattığını düşünüyorum. Bence Gezi Parkı Direnişi ile de bu kesim daha önce hiç olmadığı kadar bu yaşamın dışına çıktı ve bu yaşamın dışına çıkmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu keşfetti. Direnişin ilk günlerinde kendiliğinden dile getirilen AVM karşıtlığının temelinde bence bu var.

27 Eylül 2022 Salı

SSCB: Bir daha asla olmayacak...

Hazırlayan: Ahmet Açan

Bu videoyu çevirme sebebim şuydu: Sosyalistler, "gerçek İslam bu değil" diyenler gibi değildir. Çünkü Bolşevikler başarmıştı. Sovyetler 4-4'lük değilse de 4-3'lüktü. Bize hayal satıyorsunuz diyenlere hatırlatmak gerekiyor. Komünistler hayal satmıyor...

"Marketlerde hiçbir güvenlik elemanı bulunmaz, maksimum güvenlikli bir hapishanedeymişsiniz gibi her köşede bir gizli kamera bulunmadığı halde hiçbir hırsızlık olayı yaşanmazdı. (...) Sovyetler Birliği, okullarda güvenlik görevlileri gibi sapkın bir noktaya hiç gelmedi. Böyle bir şey kimsenin aklının ucundan bile geçmezdi. Okulun en korkuncu temizlikçi kadın Valya teyzeydi. Müdürün yanına çağrılmak ise öğrenci için kulağa askeri mahkemeye çağrılmak gibi gelirdi. Tüm bunları yaşamayanlara nasıl açıklanır? Kendinizi sakin, rahat ve güvenilir hissettiğiniz bir yer hayal edin. Mesela çocukken yattığınız oda ya da köydeki ninenizin evi. Gözünüzün önüne getirdiniz mi? İşte biz kendimizi uçsuz bucaksız ülkemizin her noktasında böyle hissederdik."

6,5 dakikada Sovyetler'de yaşam nasıldı. Günümüzle kıyaslamalı. Altına videoya yapılan yorumları da ekliyorum.

Türkçe alt yazı: Ahmet AÇAN

https://www.youtube.com/watch?v=11j3GU_lhQc

VİDEOYA YAPILAN YORUMLAR:

Muhit Zhunisov (3 hafta önce) : Böyle bir ülkeyi kaybettik. Yazık.

Natalya Musina (3 hafta önce): Hakikaten kapılarımızı kitlemezdik ve herkes birbirini tanırdı. Muhteşem, aydınlık zamanlardı...

Lubov Şmidt (3 hafta önce) : Böyle videoları sakince izleyemiyorum. Kalbim paramparça ve özlemim korkunç. Koruyamadık ve sonsuza dek kaybettik. Ne internete ne iphone’a, ne diğer çöplere ihtiyacımız vardı. İnsani ilişkileri, duygulu şarkılarımızı özlüyorum. YURDUMUZU bize geri verin!!!!

Yelena (8 gün önce): Lubov üzme kendini. En azından yaşadık, biliyoruz. Torunlarımıza yazık.

Borya (8 gün önce): Bir de internet kullanıyor! Eğer bir zaman makinesi olsaydı, 70 ve 80’lerde bir ay kaldıktan sonra bugüne döner sorardık! Bu video sadece geçmişte çocukluğunu, ergenliğini, gençliğini yaşayanlar için bir nostalji.

Natalya Gavrilova (1 hafta önce) : Borya, hâlâ sosyalizmde yaşasaydık, sadece internetimiz değil, zaman makinemiz bile olurdu! İlk küçük kablosuz telefon Sovyetler Birliği’nde üretildi!

İrina Voronkova (1 ay önce) : Hepsi doğru. Aynen böyleydi. Geleceğe güvenle bakardık. Milliyetleri ne olursa olsun herkes birbirine saygıyla davranırdı.

Saule (3 hafta önce): Ulus kelimesinin anlamını bile bilmezdik. Hepimiz aile gibiydik. Şimdi herkes hayvan gibi… Korkunç.

Ani Bekker (3 hafta önce): Sovyetler Birliği’ni geri istiyorum.

Aleksey Makurun (4 hafta önce): Böylesi bir daha ASLA OLMAYACAK! Allaha Şükür 56 yaşındayım. Bu mutlu zamanlarda yaşadım.

Gulnara (2 hafta önce): Saygıdeğer beyefendiler. Bize Sovyetler Birliğimizi geri verin. Geçmişi hatırlamak canımızı öyle acıtıyor ki...

Olga Bıçkova (3 hafta önce): Sovyetler Birliğinde en korkunç kâbuslarınız bile bugünkü yaşananlarla kıyaslanmaz.

Elmira Ajibayeva (2 hafta önce): Bize bir tek hatıraları kaldı.

Sergey Bulgakov (1 ay önce) : Sovyetler Birliği, cennet nedir sorusuna verilen cevaptır.

Gulnara Enejemuratova (2 hafta önce): O zamanlar komünizme gittiğimizi sanıyorduk. Meğer zaten komünizmde yaşıyormuşuz.

Kolya Puşkariv (2 hafta önce): Bizim için, sıradan insanlar için bu komünizmdi.

Valentina Kim (3 hafta önce): Aynen öyleydi. Komünizmde yaşadık ama bunun Sovyetler Birliği olduğunu anlamadık. Hayatımın en güzel zamanlarıydı.

Raisa Petrosyan (1 ay önce) : Evet bu komünizmdi ama anlamadık. Hep böyle olacağını düşündük ve başka bir rejim bilmiyorduk.

Lena Dranik (3 hafta önce): Evet tüm bunlara ihanet ettik. Sakız ve kot pantolon için sattık. Utanç, acı ve gözyaşları içindeyim...

Ariella Fransuzova (2 hafta önce): Çocuktuk. Dolaşmaya çıktığımızda bize kimse tek laf etmezdi. Ebeveynlerimiz işteydi ve bizim için korkmazlardı. İnsanların zor zamanlar geçirdiği dönemlerdi. Her şeyin fiyatını, eksisini artısını bilirlerdi. Bugün geçmiş zamanları, insanların arasında yaşamanın, beklemekten korkmanın ne kadar korkunç olduğunu anlayamazsınız.

Albert Karimov (8 gün önce): 55 yaşında sağlıklı bir erkeğim. Çocuk gibi hüngür hüngür ağladım!!!!!

Kozma Prutkov (9 gün önce): Gözyaşlarıyla izliyorum. Hepsi doğru. Benim için bu dünyada her şey yabancı. Ben “orada” yaşıyorum.

Elza Pegasova (4 gün önce): Her kelimesinin altına imzamı atarım. Bu mutlu zamanlar için ağlamak istiyorum.

Yelena Ulman (7 gün önce): Teşekkürler kaygısız çocukluğum, gençliğim, öğrenciliğim için. İş yerinin anneme verdiği daireyi 2-3 odalıyla değiştirdikleri için. Teşekkürler her şey için!!! Filmde anlatılan her şey oldu.

İrina Biryukova (8 gün önce) Ne kadar da mutluyduk! Sadece şimdi anlıyorum...

23 Eylül 2022 Cuma

Harari’nin Sapiens’i…

Mahmut Boyuneğmez

Harari’nin Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens adlı kitabını okumazsam olmazdı; “okur-yazar”larımızdan adını sıkça duymaya başlamıştım. Oxford Üniversitesi’inde tarih doktorasını tamamlamış biri, herhalde tarihi popüler bir dille insanlara sevdirerek anlatıyor diye düşünüyordum. Türkçede 61. basımını yapan bu kitabı okurken, Harari’nin cahil kaldığı konuları, açık yanlışlarını, fantezi ürünü düşüncelerini gördüğümdeyse, Türkiye aydınları arasında bu kadar popüler olmasını yadırgadım ve duruma şaştım. Oysa bilimsel konular, merak ve okuma hevesi uyandıracak tarzda yazılıp pekâlâ popülerleştirilebiliyor. Örneğin Carl Sagan’ın eserlerini, özellikle de Cosmos adlı kitabını düşünün... Ne kadar güzel ve yararlı bir kitaptır. Sapiens konusunda aynı düşüncelere ve duygulara sahip değilim. Okura bu yazıda Harari’nin Sapiens’inin bir değerlendirmesini sunuyorum. Umarım kitap hakkında fikir veren bir yazı olmuştur…


Beynin Evrimi

“İki milyon yıl boyunca insan beyninin evrimini sürdüren şey neydi? Dürüst olmak gerekirse bu sorunun cevabını bilmiyoruz.” (s. 24)

Harari bilmiyor, fakat insan beyninin evrimini nelerin koşulladığı biliniyor. İnsanların beyninin evrimleşmesinde ilk tetikleyici faktörü, ormanlardan savanaya inmek oluşturuyor. İnsanların beynini evrimleşmeye zorlayan ve bir arada etkiyen, diğer tali faktörlerin yanı sıra özellikle ön plana çıkan 6 neden bulunuyor:

1. El-Göz Koordinasyonu

2. Karşıt Başparmak 

3. İletişim Becerileri (Sosyal Yaşantı)

4. İki Ayak Üzerinde Duruş (Bipedalizm)

5. Cinsel Seçilim

6. Et Tabanlı Diyete Geçiş[1]

Bunları bu yazıda açmak gerekmiyor; ilgili okurun referans olarak verilen kaynağa bakmasını öneriyoruz. Burada sadece el-göz koordinasyonunun oluşmasında ve bizzat elin evriminde emek etkinliğinin öneminin altını çizmek istiyoruz.

Biyolojik Düzey ile Toplumsal Düzeyi Eşitlemek

“(…) ancak yüz bin yıl önce Homo sapiens’in ortaya çıkışıyla, insan besin zincirinde yukarı zıpladı.

“(…) insan tepeye o kadar hızlı çıktı ki, ekosistemin gerekli ayarlamayı yapacak vakti olmadı (…) Daha yakın zamana kadar savandaki orta halli yaratıklar olduğumuz için hala korku ve endişelerle doluyuz, bu da bizi fazlasıyla zalim ve tehlikeli kılıyor. Ölümcül savaşlardan çevre felaketlerine pek çok tarihsel kötülük, bu çok hızlı gerçekleşen sıçramadan kaynaklanıyor.” (s. 26-7)

Harari burada biyolojik ve psikolojik genelleme düzeyinde geçerli kavramları, toplum bilim ve tarih alanına taşıyor. Buna uygunsuz transfer diyoruz ve bilimsel bir yaklaşım kapsamında bulunmuyor. Deniyor ki insan “korku ve endişelerle dolu”, bu da toplumsal ve tarihsel olaylarda insanların “zalim ve tehlikeli” olmasını sağlıyor. Tarihsel ve toplumsal “kötülük”lerin, örneğin savaşların kaynağında, insanın biyolojik olarak “besin zincirinde yukarıya zıplaması” var deniliyor. Bunları yazanın bir “tarihçi” olması, garip ve üzücü.. Savaşların, çevre felaketlerinin insanların “zalim ve tehlikeli” olmasıyla, “korku ve endişelerle dolu”luğuyla bilimsel ve mantıklı bir bağı bulunmuyor. “Tarihsel kötülükler” olarak nitelenen olguların, değer yargılarından bağımsız saptanabilir toplumsal nedenleri bulunuyor.

“Bilişsel Devrim”: Bir Uydurma Kavram

Harari’nin öne çıkan iddialarından biri, bu. Bakalım:

“150 bin yıl önce Doğu Afrika’ya yerleşen Homo sapiens’in sonradan dünyanın geri kalanına yayılıp, yaklaşık 70 bin yıl önce de diğer insan türlerini ortadan kaldırmaya başladığını gördük.” (s. 35)

“Homo sapiens 70 bin yıl önceden başlayarak çok özel birtakım işler yapmaya başladı. Bu tarihte Sapiens kabileleri Afrika’dan ikinci kez çıktılar ve bu sefer Neandertalleri ve diğer türleri sadece Ortadoğu’dan değil, tüm yeryüzünden sildiler.” (s. 35-6)

“Bilişsel Devrim, 70 ila 30 bin yıl önce ortaya çıkan yeni düşünce ve iletişim biçimleri anlamına gelir. Sebebi kesin olarak bilinmemekle birlikte, en çok kabul gören teoriye göre genetik mutasyonlar Sapiens’in beyin içyapısını değiştirerek, daha önce mümkün olamayan şekillerde düşünmelerini ve tamamen yeni dillerle iletişim kurabilmelerini sağladı.” (s. 37)

“Efsaneler, mitler, tanrılar ve dinler ilk kez Bilişsel Devrim sayesinde ortaya çıktı.” (s. 39)

“Sapiens’in başarısının anahtarı işte buydu (…) Kurgu yaratma becerisi (…)” (s. 49)

“Sapiens’in yukarıda anlatılan ticaret ağlarının tamamı kurgular üzerine kuruludur (…) Kabile toplumundaki iki kişi ticaret yapmak istediğinde, ortak bir tanrıya, efsanevi bir ataya veya bir totem hayvanına dayanarak karşılıklı güven oluşturacaklardır.” (s. 50)

Harari, homo sapienslerin “hayali gerçeklikler” “icat ettiğini” öne sürüyor ve “bunun sonucu olarak gelişen davranış örüntülerinin” kültürü oluşturduğunu, tarihin de kültürlerin değişim ve gelişimi olduğunu yazıyor (s. 51) Şunu da ekliyor: “Buna bağlı olarak, Bilişsel Devrim tarihin biyolojiden bağımsızlığını ilan ettiği andır.” (s. 51)

“Kurgu icat etme becerisi” olarak adlandırdığı yeni bir beceri kazanılarak Bilişsel Devrim gerçekleşiyor. Harari, bu kurgular arasında şunları örnek olarak veriyor; kabile ruhları, milletler, sınırlı sorumlu şirketler, insan hakları vd… (s. 51). Bu becerinin ürünü olan kurgular, “çok sayıda yabancı arasında işbirliğini” sağlıyor ve “sosyal davranışın hızlı bir şekilde yenilenmesi”ni getiriyor (s. 51). Mitlerini “uygun koşullarda hızlı bir şekilde değiştirebilen” insanlar, “değişen ihtiyaçlara göre davranışlarını yenileme becerisine sahip olmuştur” (s. 47) diyor. Örneğin, “1789’da Fransız nüfusu, neredeyse bir gecede kralların tanrısal gücü mitine inanmayı bırakıp halkın egemenliği mitine inanmaya başladı” (s. 47).

Birincisi; “60.000-70.000 yıl kadar önce (veya herhangi bir zamanda) ortaya çıkmış, bizi "biz" yapan, ne tek bir (veya birkaç tane) bilişsellik geni, ne davranışımızda tekil ve spesifik bir yenilik, ne de yeni bir beyin yapımız bulunmakta...”[2] “Biz modern insanlar, tek özgün bir mutasyonun ya da rakiplerinin veya geçmiş insan türlerinin üstesinden gelmemizi sağlayan spesifik bir yeteneğin ürünü değiliz. Görünüş, davranış ve inançtaki çeşitlilik, günümüzde olduğu gibi insanın geçmişinde de norm olarak görünmektedir.”[3]

İkincisi; Neandartallerin ve diğer homininlerin yok olmasını, homo sapiens topluluklarının şiddet uygulamasına dayandıran iddialar elbette var. Fakat “elimizdeki veriler içerisinde, insanın evrimsel başarısını açıklamak için çatışma, şiddet ve savaşların merkezi öneme sahip olduklarını gösterecek arkeolojik veya genetik kanıt bulunmuyor.”[4] Neandartallerin yok oluşunu, habitat bozulması/iklimsel değişim, homo sapiensle sınırlı kaynaklar için girişilen rekabet ve Neandartal toplulukların demografik özellikleriyle ya da bu faktörlerin birlikte etkileşimiyle açıklamaktayız.[5] Neandartallerin dışındaki homininlerin soyunun tükenmesinin nedenlerini ise bilmiyoruz, fakat homo sapiensleri bu konuda sorumlu tutmak, sadece niyetinden şüphe duyulması gereken bir iddia durumunda…

Üçüncüsü; Harari bir kurgu yaratıyor; “hayali gerçekler”/”kurgular”/”mitler”, insanların davranışlarını belirliyor, bu davranışlara yön veriyor ve ortaya kültür çıkıyor, dolayısıyla tarih şekilleniyor diyor. Harari’nin kurgusuna göre, toplumsal ilişkileri, üretimleri, pratikleri yok sayılan insanlar, “kurgu yaratma becerisi” sayesinde, büyük topluluklar halinde işbirliğine gidiyor ve değişen koşullara göre kurgularını değiştirip, davranışlarını farklılaştırıyorlar. Bu idealist yaklaşımla, “sapiens, toplumsal yapılarını, kişiler arası ilişkilerini, ekonomik faaliyetlerini ve pek çok diğer davranışını on ila yirmi yılda değiştirebiliyordu.” (s. 49). Yine örneğin 1900 yılında doğan ve yüz yaşına kadar yaşayan bir Berlin’li, beş farklı devletin yönetiminde yaşayacaktı (s. 49). Harari’nin iddiasına göre, bu değişimleri saylayansa yeni kurgular ya da “hayali gerçeklikler” yaratma becerisi. Harari’nin bu yazdıklarına inanılması güç, değil mi?.. Bunları bir tarihçi yazıyor!..

Başka bir örneği aktaralım: “Osmanlı İmparatorluğu’nun veya Cumhuriyet Devrimi’nin yükselişini anlamak için genlerin, hormonların ve organizmaların etkileşimini anlamak yeterli olmaz. Fikirlerin, hayallerin ve fantezilerin etkileşimini de hesaba katmamız gerekir.” (s. 51-2)

Osmanlı’nın veya Cumhuriyet’in yükselişini, biyolojik faktörlerle tek başına anlayamayız, bunun yanı sıra fikirlere, hayallere, fantezilere de bakılması gerekir diyen bir tarihçinin bu değerlendirmesine, bilimsel olmayı bırakın, iler-tutar yanı da olmayan uçuk bir yorum demekten başka ne diyebiliriz?..

Tarım Devrimi Bir Tuzak

Harari, bir “avcı toplayıcı insan özü”nün olduğundan dem vuruyor (s. 372). “Evrim zihinlerimize ve bedenlerimize avcı toplayıcı yaşamını işlemiştir; ilk önce tarım sonra da sanayi toplumuna geçiş, eğilimlerimize ve içgüdülerimize denk düşmeyen doğal olmayan yaşamlar sürmemize sebep oldu” (s. 372) şeklinde yazıyor.

İnsanın biyolojik donanımını yadsımaksızın, insanların davranış ve eylemlerinin biyolojinin sunduğu zemin üzerinde toplumsal ilişkiler tarafından belirlendiğini görmek gerekiyor. İçgüdülerimiz arasında yemek-içmek, üremek ve kendimizi savunmak yer alıyor. Oysa günlük yaşamdaki davranış ve eylemlerimizde ağırlıkla toplumsallığın şekillendirdiği faaliyetlerle uğraşıyoruz. Tarihsel olarak değişmeyen, biyolojik olarak verili ve sabit “eğilimler”e sahip değiliz.

Öte yandan ilkel eşitlikçi toplulukların sahip olduğunu öne sürdüğü özelliklerini öven Harari, tarım devriminin bir ilerleme oluşturmadığını, bir “tuzak” olduğunu iddia ediyor:

“Yeterli ve çeşitli gıda, görece kısa çalışma saatleri ve bulaşıcı hastalıkların olmaması, pek çok uzmanın tarım öncesi avcı toplayıcı topluluklarını ‘ilk müreffeh toplumlar’ olarak tanımlamasına sebep olmuştur.” (s. 66)

“Tarım Devrimi yeni ve kolay bir yaşam biçimi sağlamaktan ziyade, çiftçilere genellikle avcı toplayıcılarınkinden daha zor ve daha az tatmin edici bir yaşam oluşturdu (…) Ortalama çiftçi ortalama avcı toplayıcıdan daha fazla çalışarak karşılığında daha kötü besinlere sahip oldu. Tarım Devrimi tarihin en büyük aldatmacasıdır.” (s. 93)

“Tarım Devrimi’nin özüdür: daha çok sayıda insanı daha kötü koşullar altında da olsa hayatta tutmak (…) Tarım Devrimi bir tuzaktı.” (s. 97)

“Mideyi daha iyi doldurmak ve güvenliği pekiştirmeyi” (s. 102) amacı olarak açıkladığı bu “lüks tuzağı”na insanlar yakalanıvermiş ve bir daha geriye dönmek mümkün olmamıştır diyor, Harari…(s. 97-102). Öte yandan Göbeklitepe hakkındaki erken öne sürülmüş “inançlar/din, yerleşik hayata ve tarıma geçişte kritik rol oynadı” şeklindeki önermeyi de hatırlatan Harari (s. 102-4), son kazı bulgularının bu iddiayı doğrulamadığını bilmiyor.

Tarım devrimine “lüks tuzağı” demek, aslında tarihte ilerleme olduğu fikrine dönük bir saldırıyı barındırıyor. Oysa tarım, avcı toplayıcılığa göre çok daha fazla insanın yaşamasını destekleyebiliyor. Avcı toplayıcıların nüfusları arttıkça, tarımın keşfi bir zorunluluk oluyor.

Tarım devrimi sürecini kısaca özetlemek istiyoruz: Günümüzden 12.900 yıl önce iklimsel değişimler yaşanıyor ve iri otçullar yok oluyor. Ortadoğu’da kurak mevsim uzuyor ve şiddetleniyor. Böylece tek yıllık bitki türleri evrimleşiyor. İri otçulların soyunun tükenmesi, insanları daha çok bitkisel besinlere yönlendiriyor. Buzul çağı sona erdiğinden biryanda da iri otçullar daha kuzeye çekiliyor ve insanlar daha küçük hayvanları avlamaya başlıyor. Yine de kuraklıkla birlikte gıda kaynakları azalan insanlar, stokçuluğa yöneliyor ve yabani tahıllar depolamaya uygun durumda bulunuyor. Yerleşik düzene geçiş böylesi süreçlerle birlikte gerçekleşiyor ve bu topluluklar daha çok toplayıcılıkla besleniyorlar. Yabani tahıl devşiriciliği ön plana çıkıyor. Depolama, taşıma sırasında yerleşim alanlarına yakın yerlere saçılan tohumların sonraki mevsimde filizlendiğini gören insanlar, bu tahılları giderek kendileri yetiştirmeye başlıyor. Bu topluluklarda avcı toplayıcılığın devam ettirildiği, fakat bir süre sonra bırakıldığı düşünülüyor.[6]

Tarımın, avcılık ve toplayıcılığa göre çok daha fazla emek harcayarak gerçekleştirilen bir faaliyet olduğu doğrudur. İnsanların, tüketebileceklerinden fazla gıda maddesi üretebilmesi (toplumsal artık ürün), tarım devrimi sonrasında olanaklı hale geliyor. Tarım devrimi, nüfus artışına olanak sağlıyor, işbölümünü çeşitlendiriyor, sanatın/kültürün daha fazla gelişmesi için uygun zemin oluşturuyor. Ayrıca toplumsal artık ürünün ortaya çıkması, özel mülkiyetin ortaya çıkması anlamına geliyor. Tarım devriminin açtığı yolda, 5500 yıl öncesinden itibaren Sümer kentleri ve siyasi yönetim biçimleri doğuyor.

Bize göre tarım devrimine böylesi bir perspektifle bakmak gerekiyor. Öyleyse “ilerleme” ne demek?.. İlerleme, “felaket”, “kötüye gidiş” gibi bir değer yargısı değildir. Örneğin avcı toplayıcılıktan, yerleşik hayata geçiş ya da kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimi, insanlık için “felaket”, “katastrofik bir süreç” değildir. “Aldatmaca”, “tuzak” gibi bireysel davranış ve eylemleri de anlatmaz. Tarihte ilerleme, insan toplumunun, taşıdığı ilişkilerin, pratiklerin ve ürünlerinin farklılaşması, karmaşıklığının ve organizasyonunun artışıdır. Ve ilerleme karşıt eğilimlerin, süreçlerin mücadelesi ve birikimleriyle gerçekleşir.

İnsanın oluşumu ve tarihini, her bir saatin 100 bin yılı temsil ettiğini varsayıp 24 saat ölçeğiyle anlatsaydık, neredeyse bütün günü avcı toplayıcı olarak yaşadığımızı ve saat 23.54’te tarım yapmaya başladığımızı söyleyecektik. Son 6 dakikalık insanlık tarihi ile avcı toplayıcı olarak geçirilen süre kıyaslansın!.. Homo sapiens’in 300.000 yıllık tarihinde avcı toplayıcı topluluklar halinde yaşadığı dönemde, tarihin tekerinin yavaş döndüğü veya çok az yol aldığı açık olmalı…

Hayali Bir Dünyada Yaşıyoruz(!)

Harari’nin kitabındaki en temel iddiası işte budur. Harari’ye göre “ataların ruhu ve kabile totemleri”, “hiyerarşi”, “eşitlik”, “özgürlük”, “adalet ilkeleri”, “Hammurabi Kanunları”, “hukuk”, “insan hakları”, “tanrılar”, “milletler”/”ulus”, “onur”, “vatan”, “erkeklik”, “para”, “Amerikan doları”, “Amerika Birleşik Devletleri” ve “limited şirketler”, “tüketici toplulukları” “icat edilmiş”, “hayal ürünü” “ideal”ler ya da “mit”lerdir (passim). Ona kalırsa, bu kurgular/hayaller/mitlere inanan insanlar, işbirliğine giderler ve toplum kurup, değiştirirler. “Hıristiyanlık, demokrasi ve kapitalizm gibi hayali düzenler” (s. 123) şiddet uygulama yolunun yanı sıra, insanların bu düzenlerin ilkelerine inanmalarıyla sürdürülür (s. 122). Bu “ilkeler, peri masallarında, dramalarda, resimlerde, şarkılarda, görgü kurallarında, siyasi propagandada, mimaride, yemek tariflerinde ve modada var olmalıdır.” (s. 123-4)

Belirli tarihsel dönemlerde toplumun sürekliliğini sağlayan böylesi “hayali düzenler”dir diyen Harari, şunları yazıyor: “İnsanların yaşamlarını örgütleyen temel düzenin, aslında sadece hayallerinde var olduğu (…) Zira hayali düzen, kendi hayal gücümde yaşattığım öznel bir düzen değil, insanlar arasında yaşayan, binlerce veya milyonlarcasının paylaştığı hayal gücünde yaşayan bir düzendir.” (s. 124, 127)

Oysa şirketlerin, paranın, ABD’nin, hukukun, insan haklarının, eşitlik ve özgürlüğün toplumsal ilişkilerin ve pratiklerin farklı boyutları olarak nesnel gerçeklikte var olduğu ve bunlar hakkında soyutlamalar da yapıldığı açıktır. “Tanrılar”, “milletler”, “vatan”, “onur”, “erkeklik” gibi inançlar ise, toplumsal ilişkilerin ürünü olan ideallerdir, eş deyişle duygu ve düşünceler düzleminde oluşturulurlar ve insanların eylemlerine ve davranışlarına yol gösterirler. Hıristiyanlık bir ideolojiyken, demokrasi bir devlet yönetim biçimidir, kapitalizm ise bir üretim tarzı üzerinde şekillenen toplumsal ilişkileri anlatır.

Peki Harari’nin bu yazdıkları neyi gösteriyor?.. Tarihçilere, toplum biliminin ne kadar gerekli olduğunu görüyoruz. Parayı, devleti, hukuku, şirketleri “hayal ürünü” ya da ”kurgu” olarak görmek, bilimsel anlayışın yokluğunda, tuhaf bir idealizmi hortlatıyor.

Harari’ye göre:

“Hayali bir topluluk birbirini tanımayan ancak tanıdığını düşünen insanlardan oluşur. Bunlar yeni buluşlar değildir; binlerce yıldır krallıklar, imparatorluklar ve kiliseler hayali topluluklar olarak var oldular (…) Ulus ve tüketici topluluklar bunların en iyi iki örneğidir. Ulus, devletin; tüketici toplumsa piyasanın hayali topluluğudur (…) Tüketimcilik ve milliyetçilik hepimizin milyonlarca yabancıyla aynı topluluktan olduğumuza, ortak bir geçmişe, ortak çıkarlara sahip olduğumuza ve ortak bir geleceğimiz olacağına inanmamız için uğraşır. Bu yalan değil, hayal gücüdür. Para, sınırlı sorumlu şirketler ve insan hakları gibi uluslar ve tüketici topluluklar da kişiler arası gerçekliklerdir. Sadece hayal gücümüzde yaşarlar ama güçleri muazzamdır.” (s. 358)

Oysa krallıklarda, imparatorluklarda, kiliselerde, insan toplumunun çeşitli ülkelere dağılmış bölmelerinde, toplumsal ilişkiler gerçek ve faal durumdadır. “Ulus”un, ülkeler ölçeğinde kapitalist sınıfın siyasal ve toplumsal iktidarı için bilinçlerde oluşturulan bir kurgu olduğu doğrudur. Fakat toplumsal gerçeklikte, bu bilinçle davranış ve eylemlerine yön verir insanlar. Tüketimcilik kültürüyse, topluluklar oluşturmaz, örneğin Beşiktaş taraftarları ya da Tarkan hayranları bir tüketici “kabilesi” olarak görülemez.

“Bu hayali düzenler özneler arasıdır, bu yüzden de onları değiştirmek için aynı anda milyarlarca insanın bilincini değiştirmeniz gerekir ki, bu çok kolay değildir (…) mevcut bir hayali düzeni değiştirmek için alternatif bir hayali düzene inanmamız gerekir (…) Hayali düzen dışında bir yol mümkün değil.” (s. 128)

“Milyonlarca insanın ortak hayal gücünde yaşayan” Amerikan doları, insan hakları, devletler vd… Harari’nin hayal gücü işte bu!.. Tarihteki değişimler için, bu ortak hayal gücünün, insanların bilincinin değişmesi, farklı “hayali düzenlere” inanmaları gerekiyormuş; öyle söylüyor Harari. İdealist bir yaklaşım olan Harari’nin bu kurgusu karşısında, şunu sormak hakkımız oluyor... Farklı “hayali düzenler” nasıl insanların bilincinde oluşuyor? Neden bir “hayali düzen” sadece tarihin belirli bir döneminde ortaya çıkıyor ve neden tarihsel olarak geçici bir süre boyunca insanlar buna inanıyor?..

Harari’nin anlayışı, çocuksu bir idealizm olarak nitelenebilir. Bakın bir tarihçi mi yoksa bir çocuk mu yazıyor bunları, belli değil:

“Sapiens’in toplumsal düzeni hayali olduğundan (…) Yasaları, gelenekleri, adetleri korumak için bilinçli bir çaba gerekir, aksi takdirde toplumsal düzen hızla çökebilir. Örneğin Kral Hammurabi insanların üstün insanlar, sıradan insanlar ve köleler olarak ayrıldığını ilan etmişti. Bu doğal bir ayrım değildir, insan genomunda yeri yoktur. Eğer Babililer bu ‘gerçeği’ akıllarında tutamasalardı, toplumları yok olurdu” (s. 130)

Oysa yasalar, gelenekler, adetler, toplumsal ilişkilerin ürünüdür ve toplumda pratikler olarak var olurlar. İnsanların Babil İmparatorluğu’nda sınıflara ayrılması bir gerçekliktir ve Hammurabi’nin kanunları bu sınıfların çıkarlarını yansıtır. Harari’nin kurgusundaysa, “sınıflara ayrıldınız, bunu aklınızda tutunuz, yok tutamazsanız, yok olursunuz” gibi bir çocuğun hayalinde canlandırabileceği bir düşünce var..

Harari’ye göre “insanların kitleler halinde işbirliği yaptığı ağlar”ın sürekliliğini “hayali düzenler” sağlıyor ve “hayali düzenler”, “insanları yapay olarak yaratılmış gruplara bölerek hiyerarşiyi oluşturdular.” (s. 142). Kitabında yalnızca bir yerde “sınıf” terimi geçen (s. 146) Harari’nin gözünde, “özgür insanlarla köleler, beyazlarla siyahlar ve zenginlerle fakirler arasında”ki “ayrımlar”, kurgulara dayanıyor (s. 143). İnsanlar arasında var olan “ayrımları”, eşitsizlikleri, sınıf farkını, kurgusal saymak!.. Aslında Harari bu fikirleriyle okura, tarihsel/toplumsal gerçekliğe aykırı bir kurguyu servis ediyor. Aşağıdaki satırları, “hayali hiyerarşiler”, “toplumsal düzeni hayali kategorilerle sağladılar”, “kategoriler milyonlarca insan arasındaki ilişkileri düzenledi” ifadelerine dikkat ederek okuyalım:

“Bütün hiyerarşilerin hayal ürünü olduğu açıkça ortadadır (…) Kastlar arasındaki farklar, Kuzey Hindistan’da üç bin yıl kadar önce insanlar tarafından icat edilen yasaların ve normların sonucudur (…) İnsan yasa ve normları, kimi insanları sahip, kimileriniyse köle yapmıştır” (s. 144)

“Maalesef karmaşık insan toplumları, hayali hiyerarşilere ve adil olmayan ayrımlara ihtiyaç duyar (…) İnsanlar toplumsal düzeni her seferinde, üstünler ve köleler; siyahlar ve beyazlar; asilzadelerle avamlar; Brahminler ile Şudralar veya zenginler ile fakirler olarak çeşitli hayali kategorilerle sınıflandırarak sağladılar. Bu kategoriler, milyonlarca insan arasındaki ilişkileri, insanları birbirlerine karşı yasal, politik veya toplumsal olarak üstün kılarak düzenledi.” (s. 145)

“Hayali hiyerarşiler”in oluşumunun ise tesadüflerin sonucu olduğunu bildiriyor:

 “Çoğu durumda hiyerarşi, kazara bir araya gelen bir dizi tarihi durumun sonucu olarak ortaya çıkmış ve durumdan avantaj sağlayan grupların oluşmasıyla da nesiller boyunca gelişerek kalıcı hale gelmiştir.” (s. 146). “Çoğu sosyopolitik hiyerarşinin mantıklı veya biyolojik bir temeli yoktur; hepsi tesadüfî olayların mitlerle güçlendirilerek kalıcı hale gelmesinden ibarettir.” (s. 152).

Kanımızca bu cümleleri yazan bir tarihçiye ancak “3. sınıf” bir tarihçi denebilir. Örneğin kapitalistler ile proletarya arasındaki “ayrım”, kölelik, patriyarka vd. yazarımıza göre, kazara ortaya çıkıyor ve “avantaj” sağladığından kalıcılaşıyor… Harari bir an için unutmuş olabilir, bu ortaya çıkış ve kalıcılaşma, toplumsal gerçeklikte mi, yoksa “hayal gücünde” mi oluyor?..

Yine Harari, toplumsal cinsiyetin, “insanın hayal gücünü yansıttığını” iddia ediyor (s. 156-7). Biyolojik bir kavram olan cinsiyet ile toplumsal ilişkilerin gelişmişlik durumuna göre koşullanan kadınlık ve erkeklik ile ilgili değer yargılarını, normları, davranış kalıplarını, hak ve görevleri anlatan “toplumsal cinsiyet” birbirinden farklı kavramlaştırmalar. “Çoğu erkek ve kadın özelliği biyolojik olmaktan çok kültüreldir (…)” (s. 158). Bu da doğru… Fakat erkeklerin ve kadınların haklarını, görevlerini, rollerini belirleyen kültürel mitlerdir diye yazan Harari (s. 157), bu kültürel mitlerin içeriğini oluşturan değerlerin, normların, anlayışların tekrarlanan davranışlara, bu davranışları yeniden üreten pratiklere bağlı olduğunu göremiyor.

Harari değişmeyen bir temayla yazıyor … Bakalım:

“Toplumsal düzeni sürdüren hayali kurgular” ve “mitler”in, insanları doğuştan itibaren belirli biçimlerde düşünmeye, bazı davranış kalıplarına ve arzulara alıştırdığını, bu sayede “milyonlarca yabancının etkili biçimde işbirliği yapmasını sağlayan yapay içgüdüler” yarattığını, bu yapay içgüdüler ağına “kültür” dendiğini söylüyor (s. 171).

İçgüdülerin yapayı olamayacağı gibi, kurgu ve mitlerin, içgüdüler oluşturmadığını da biliyoruz. Oysa “toplumsal yaşam özünde pratiktir” (Marx). İnsanların kurguları ve mitleri, pratikleri tarafından şekillendirilir. Kültür, ideal olanların yanı sıra, nesnel üretimleri, yaratımları ve pratikleri de içerir. İdeolojilerin, değer yargılarının, inançların insanlara aile içerisinde, eğitim sürecinde, kitle kültürü araçlarıyla vd. aktarılması söz konusudur, fakat bu aktarımın ya da ideolojilerin/inançların toplumu var kılmadığını görmek gerekir. Kültürün ideolojik boyutu, toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi ve değişime uğramasında elbette işleve sahiptir. İdeolojilerin/inançların/kurguların, toplumsal ilişkileri yarattığı veya kurduğu iddiası ise başlı başına ideolojik bir illüzyondur.

Kültürlerin “çevre koşullarındaki farklılıklar veya komşu kültürlerle etkileşim sonucu değişebileceğini” (s. 171) yazan Harari, “insan yapısı tüm düzenler içsel çelişkilerle doludur. Kültürler daima bu çelişkileri gidermeyi denerler, bu süreç de değişimi getirir.” (s. 172) diyor. Okur “çelişkiler”in toplumsal ilişkilerde olduğunu düşünecektir, fakat Harari bunu kastetmiyor. Onun bahsettiği egemen kültür ve ideolojinin barındırdığı heterojen, parçalı değerler, idealler ve inançlar arasındaki karşıtlıklar. Bu karşıtlıklar, değişimi getiriyormuş.. Bakın Haçlı Seferleri’nin nedeni neymiş? “Bu çelişkilerle baş etmeye çalışmanın bir sonucu da Haçlı Seferleri’dir. Şövalyeler hem askeri becerilerini hem de dini bağlılıklarını aynı anda gösterebiliyorlardı.” (s. 172). Okur ne der bilmiyoruz, fakat bize bu yazılanlar “çocuksu” geliyor... “1789’dan beri tüm dünyanın siyasi tarihi bu çelişkiyi giderme çabaları olarak görülebilir.” (s. 173). Hangi çelişkiyi? “Eşitlik ve bireysel özgürlük” değerleri arasındaki “çelişki”yi… Peki, neden böyle yazıyor Harari; şu örneği veriyor, “(…) komünizmin eşitlikçi idealinin kişisel yaşamın her boyutunu kontrol etmeye çalışan tiranlıklar oluşturduğu (…)” (s. 173). Harari’ye göre liberal rejimler ise, bireysel özgürlükleri artırayım derken, eşitsizlikleri doğuruyor (s. 173). Oysa yaşanan sosyalizm deneyimlerinde, olanaklara ulaşmada eşitlik vardı ve bu durum, bireysel özgürlükler için gerekli bir koşuldu. Kapitalist toplumdaysa, sınıfsal eşitsizlik üzerine kurulu toplumsal ilişkilerin ve piyasanın insanlar üzerindeki kontrolü, yabancılaşmayı ve dolayısıyla özgürlük eksikliğini getiriyor.

Milattan önceki bin yılda üç evrensel düzenin ortaya çıktığını belirten Harari, bunları; parasal düzen, imparatorluk düzeni ve dinlerin evrensel düzeni olarak sıralıyor (s. 179).

Paranın icadını, “zihinsel bir devrim” olarak gören Harari, “bu devrim, sadece insanların ortak hayal gücünde yaşayan yeni bir gerçekliğin yaratılmasında gizliydi.” diyor (s. 184). Eşdeğerlerin değişim aracı olan para konusunda bilgisiz olan yazar, para, “mal ve hizmetlerin takasını gerçekleştirmek amacıyla diğer ürünlerin değerini sistemli olarak belirleyebilmek için insanların kullanmaya razı oldukları şeydir” şeklinde yazıyor (s. 184). Oysa para, ürünlerin değerini belirlemez; eşdeğerli ürünlerin değişimine aracı olur. “Deniz kabukları ve dolarların sadece hayal gücümüzde belli bir değeri vardır (…) para (…) psikolojik bir kurgudur” şeklinde yazan Harari açıkça yanlış bir argüman öne sürerken, “(…) arpa parası da yoğunlaşan ekonomik faaliyetlerin ihtiyacına cevap oldu” (s. 186, 187) diyerek, bu sefer paranın hayal gücünün bir icadı olmadığını doğrularcasına yazıyor. “Gümüş ve altın sadece mücevher, taç ve diğer statü sembolleri yapımında kullanıldı (…) dolayısıyla bunların değeri tamamen kültüreldi” (s. 188-9) şeklinde yazıyor. İlk paraların hammaddesi olan altın ve gümüşün değerinin olduğunu ve bu değerin onları üretmek için gerekli toplumsal ortalama emek zamanıyla ölçüldüğünü bilmemesinden kaynaklı bir yanlışla, düşüncelerini desteklemeye çalışıyor. Bakın nasıl saçmalıyor: “(…) paraya inanç (…) çünkü din bir şeye inanmamızı isterken, para başkalarının da bir şeye inandığına inanmamızı ister.” (s. 192) Ne din, ne de para, biz insanların bir şeylere inanmasını isteyebilir. Dinler ideolojiler olarak toplumsal ilişkilerin ürettiği metafizik inançlar; para, ilk ortaya çıkışında eşdeğerlerin değişim aracıdır, o kadar.

“İmparatorluk düzeni” konusunda bakalım neler yazıyor:

“Bu yeni emperyal vizyon (“insanlığın büyük ve geniş bir aile olarak görülmesi”ni kastediyor-MB) Cyrus ve İranlılardan Büyük İskender’e, ondan Yunan krallarına, Roma imparatorlarına, halifelere, Hint hanedanlarına ve nihayet Sovyet liderlerine ve Amerikan başkanlarına geçti.” (s. 202).

Tarihte böylesi bir “imparatorluk ideolojisi”nin bulunduğu iddiası, Harari’nin kurgusal bir icadıdır. ABD ve Sovyetler Birliği’ni de “imparatorluk” olarak görmesi, bir tarihçiye ne kadar da yakışıyor(!) ABD için söylenmesi gereken, emperyalist dünya hiyerarşisinde yer alan kapitalist bir devlet olduğu, olmasın?..

“MÖ 200’den beri çoğu insan imparatorluklarda yaşadı. Öyle anlaşılıyor ki gelecekte de öyle olacak.” (s. 211). Harari fal da bakıyor; günümüzde imparatorluklar bulunmadığı halde, muhtemelen emperyalist-kapitalist dünya düzenini kastederek, gelecekten haber veriyor.

Para ve imparatorluklar yanı sıra “insanlığı birleştiren” üçüncü şeyi din olarak gören Harari, “tüm toplumsal düzenler ve hiyerarşiler hayali olduğundan kırılgandır (…) Dinin kritik önemdeki tarihsel rolü, bu kırılgan yapılara adeta insanüstü bir meşruiyet vermesidir” diye yazıyor (s. 214). Dinlerin toplumsal düzenlere meşruiyet sağladığı doğrudur, fakat toplumlar ve düzenleri, sınıfsal farklar ve hiyerarşileri hayal ürünü saymak, ancak bir fantezi olabilir. Üstelik “kırılgan” da ne demek?..

“Tanrı merkezli dinler”den ayrı olarak “doğa dinleri” şeklinde bir kavram öne sürerek, şunları yazıyor:

“Modern çağ liberalizm, komünizm, kapitalizm, milliyetçilik ve Nazizm gibi yeni birtakım doğa dinlerinin yükselişine tanık olmuştur (…) Din insanüstü bir düzene olan inanca dayanan bir insani değerler ve normlar istemiyse, Sovyet Komünizmi İslam’dan daha az din değildir (…) Budistler gibi komünistler de insanın eylemlerini yönlendirmesi gereken, doğal ve engellenemez yasalara dayanan bir insanüstü düzene inanıyorlardı (…) Diğer dinler gibi komünizmin de kendi kutsal metinleri ve kitapları vardı (…) Sovyet Komünizmi fanatik ve tebliğci bir dindi, inançlı bir komünist Müslüman veya Budist olamazdı, gerekirse hayatı pahasına, Marx ve Lenin’in öğretisini yayması beklenirdi.” (s. 230).

Bu yazılanlara biraz toplum bilim ve tarih yazınını okuyan herkes güler. Sosyalist ideolojiyi ya da Marksizm’i bir din olarak görmek, kutsal kitapları olduğundan bahsetmek, “fanatizm”, “tebliğcilik”, “hayatı pahasına öğreti yayma” gibi tuhaf yakıştırmalar yapmak… Kaba ideolojik damgalama ve karalama olmaları dışında, hiçbir anlamı ve değeri olmayan ifadeler…

Bakın ne gülünç şeyler yazıyor Harari:

“(Sosyalistler) her bir bireyin iç sesinin değil, Homo sapiens türünün tamamının kutsallığına inanırlar (…) Sosyalistlere göre eşitsizlik insan kutsallığına karşı yapılabilecek en büyük hakarettir; insanların evrensel özünden ziyade daha önemsiz özelliklerini öne çıkarır. Örneğin zenginler fakirlerden daha ayrıcalıklı olduğunda, parayı hem zengin hem de fakirlerde aynı olan özden daha fazla önemsiyoruz anlamına gelecektir (…) Tüm insanların eşit olduğu fikri tüm ruhların Tanrı önünde eşit olduğu biçimindeki tektanrıcı görüşün modernize edilmiş halidir.” (s. 233-4).

Oysa insanlar kutsal olmadığı gibi, eşitsizlikler, böylesi bir kutsallığa yapılan büyük veya küçük bir hakaret değildir. Sınıfsal eşitsizlikler tarihsel ve toplumsal ilişkilerin var olan durumunu anlatır; bunun ortadan kalkması yönünde bir tarihsel eğilim bulunmaktadır. Eşitlik fikri kurgusal bir icat değil, mevcut eşitsizliklerin doğurduğu bir karşıt eğilimin soyutlanmasıyla belirmiştir. “Kul” olmak ile sınıfsal eşitsizliğin ortadan kalkması bambaşka olgulardır. Bunları yazan birisi, Nazizmi de “hümanist mezhep”, “evrimsel hümanizm” olarak niteliyor (s. 234); Allah akıl fikir versin…

Harari’nin bireyci, idealist, bilimsel ve mantıklı olmayan fantezi dünyasını ve anlayışını anlamamız açısından bazı örnek alıntılar da yapmak istiyorum.

Yazının İşlevi

Şimdi gelin, Harari’nin tarih kurgusunda yazının işlevine bakalım. Büyük şehirlerin, imparatorlukların oluşmasını sağlayan ona göre yazı:

“Sümerler böylece toplumsal düzenlerini insan beyninin sınırlarından kurtarıp büyük şehirlerin, krallıkların ve imparatorlukların önünü açmış oldular. Sümerler tarafından yaratılmış bu veri işleme sistemine ‘yazı’ diyoruz.” (s. 132)

İlginç olan, yazı doğrudan ekonomik ihtiyaçların koşullamasıyla geliştirilen insan zihninin gerçekliği sembollerle/işaretlerle hayal gücünde yeniden üretmesi ve böylelikle nesnel olarak bir bilgi biriktirme yoluyken, Harari bu konuda “hayal gücü”nden tek bir kelimeyle olsun bahsetmiyor. Bunun yerine hiçbir bilimsel dayanağı olmayan ve tarihsel bir ilerlemeyi değersizleştiren şu yoruma sahip:

“Yazının insanlık tarihine en önemli katkısı şudur; yavaş yavaş insanların düşünme ve dünyaya bakış biçimlerini değiştirmiştir. Özgür düşünce ve bütüncül bakış, yerini bürokrasiye ve sınıflandırmaya bırakmıştır.” (s. 139)

Yabancı düşmanı Homo Sapiens

“Evrim diğer sosyal memeliler gibi Homo sapiens’i de yabancı düşmanı (ksenofobik) yaratıklar haline getirmişti. Sapiens içgüdüsel olarak insanlığı ‘biz’ ve ‘onlar’ olarak ikiye bölmüştü.” (s. 201). Bu yazılanın bilimsel bir yanı bulunmuyor... İnsanların “yabancı düşmanlığı” gibi bir içgüdüsü yok! Takım yaşamının bazı memelilerde ve ilk insanlarda, işbirliği/kooperasyon ve yardımlaşmayı getirdiğini ise biliyoruz.

Tarihe Fanteziyle Bakış

“Hitler (…) İkinci Dünya Savaşı’nı başlattığında (…)” (s. 236)

“İmparator Konstantin iç savaşlarla parçalanmış bir önceki yüzyıla bakarak, açık ve belirli bir doktrini olan tek bir dinin etnik açıdan çok bölünmüş olan ülkesini toparlayabileceğini düşünmüş olmalı.” (s. 240)

“Ekim 1913’te küçük ve radikal bir Rus hizbi olan Bolşeviklerin, dört yıl içinde ülkenin tamamını ele geçireceklerini aklı başında hiç kimse düşünemezdi.” (s. 241)

“Tarihin determinist olmadığını kabul etmek bugün pek çok insanın milliyetçiliğe, kapitalizme ve insan haklarına inanmasının bir tesadüf olduğunu kabul etmek demektir.” (s. 242)

(…) kültürler tesadüfen ortaya çıkan ve ortaya çıktıktan sonra etkilenen herkesten faydalanan zihinsel parazitlerdir.” (s. 244)

“’Silahlanma yarışı’ bir ülkeden diğerine virüs gibi yayılan bir davranış biçimidir; evrimsel hayatta kalma ve yeniden üreme stratejisine harfiyen uygun olarak kendisine fayda sağlar ama diğer herkese zarar verir.” (s. 245)

“Bir bilimsel teoriyi, hâkim bilimsel pratiğe aykırı olarak, nihai ve mutlak doğru ilan etmek. Bu yöntem Naziler ve komünistler tarafından kullanılmıştı.” (s. 255)

Tarihi insan kitleleri yapar değil mi?.. Hitler’in savaş başlatması, Bolşeviklerin “ülkeyi ele geçirmesi”, bireyci bir perspektifi gösteriyor. Ya tesadüfse her şey(!); mesela “kapitalizme inanmak”, “zihinsel parazit olan kültürler” de neyin nesidir bilemedim ama hepsi tesadüf(!).. Silahlanma yarışını, evrimle ilişkilendirmek, bir davranış biçimi saymak; tuhaf ve fantezi ürünü, değilse nedir?.. Nazizmle komünizmi bir arada, ortaklıkları varmış gibi sunup, damgalamak; bu tutuma sahip olanların ya cahil olduklarını ya da kasıtlı bir biçimde psikolojik savaş yürüttüklerini gösterir sadece…

“Peki, modern bilimle Avrupa emperyalizmi (kolonyalizmi kastediyor-MB) arasındaki ilişkiyi kuran neydi? (…) Hem bilim insanı hem de fatih, işe ilk önce cehaletlerinin farkına vararak başladılar, ikisi de ‘uzaklarda ne olup bittiğini bilmiyorum’ dedi ve ikisi de yeni keşifler yapma ihtiyacını hissetti; sonuç olarak ikisi de keşfedecekleri bu yeni bilginin onları dünyanın efendileri yapmasını umuyordu.” (s. 284)

Bu satırları bir fantastik romandan değil, bir tarihçinin kitabından aktardık!.. Harari, “cehaletinin farkına varmıyor” mudur, bilemiyoruz. Fakat tarih bilimi, kapitalizmin yükselişiyle, bilimsel atılımlar arasındaki bağlar konusunda geniş bir külliyata sahip. Örneğin toplumsal ihtiyaçlar, egemen sınıfın çıkarları, coğrafi keşiflerin yapılmasında temel itici güçlerden. Bu keşiflerin yapılmasını olanaklı kılan belli bir bilimsel-teknik birikimin varlığı da gerekli. Oysa Harari daha eski dönemlerde böyle keşiflerin olmamasını “meşgul olmaya”, “amacı olmamaya” bağlıyor: “Tarih boyunca çoğu insan toplumu, yerel çatışmalarla ve savaşlarla o kadar meşguldü ki, uzak diyarları keşfetmek ve fethetmek gibi bir amaçları olmamıştı.” (s. 289). Keşifleriyse “hırslara” bağlayıp, kâşiflerin bir “hastalığa tutulmuş” olduklarından bahsediyor:

“Avrupalıları sıra dışı yapan şey keşfetmek ve fethetmek konusunda benzeri görülmemiş doyumsuz hırslarıydı (…) Tuhaflık erken modern çağdaki Avrupalıların yabancı kültürlerle dolu uzak topraklara yelken açıp karaya ayak bastıklarında, ‘Bu topraklara kralım adına el koyuyorum!’ demek gibi bir hastalığa tutulmuş olmalarındaydı.” (s. 291)

En naif ifadelerle, tarih bilimine saygısızlık, Harari’nin bu tutumu…

Düşüncelerinizi Okuyacaklar!..

“(…) her havaalanı ultra karmaşık fMRI aletleriyle donatılabilir ve böylece insanların beyinlerinden geçen öfke ve nefret dolu düşünceleri anında tespit edebilirler.” (s. 263)

Yani “düşüncelerinizi okuyacaklar” diyor. Kim okuyacak, ABD Savunma Bakanlığı… Fonksiyonel MR’ın tıpta kullanıldığını ve düşüncelerin okunmasıyla hiçbir alakasının olmadığını belirtmeliyiz. Havaalanlarına MR cihazı koymak ve geleni geçeni bu cihaza sokmak, ne biçim bir fantezinin ürünüdür; bilemedim…

Kapitalizme Güzelleme

Şimdi de gelin, Harari’nin kapitalist üretim tarzına ve iktisada yaklaşımına bakalım:

“Tarım, ekonomi, tıp ve sosyolojideki son buluşlara dayanarak fakirliğin ortadan kaldırılabileceği, artık üzerinde uzlaşılan bir fikirdir. “(s. 266)

Bu doğrudur, fakat Harari bunu kapitalist toplumsal ilişkilerinin sınırları içerisinde mümkün görüyor. Öyle olunca sormak gerekiyor; yüzyıllardır istatistiksel verilerin gösterdiği gibi neden fakirlik ortadan kalkmıyor. Kapitalist toplumsal sistemde bir yanda servet, bilgi birikirken, buna karşıt eğilim olarak “büyük insanlık” için fakirlik, cehalet ve sağlıksızlık göreli artıyor.

“Geçtiğimiz beş yüz yıl boyunca, ilerleme fikri insanların geleceğe giderek daha fazla güvenmelerini sağladı. Bu güven krediyi ortaya çıkardı, kredi gerçek ekonomik büyümeyi, büyüme de geleceğe olan güveni güçlendirdi ve daha fazla kredi verilmesinin yolunu açtı.” (s. 309)

İktisattan anlamıyorsanız, neden bu konuda yazarsınız?.. Harari’ye göre, kredilerin alınıp verilmesini, ilerleme fikri ve geleceğe güven duygusu sağlıyor.

“Smith’in, insanların bencil bir şekilde kar artırma dürtüsünün, kolektif zenginliğin temeli olduğu iddiası, insanlık tarihindeki en devrimci fikirlerden biridir.” (s. 310)

Sermaye, bir toplumsal ilişki olarak sömürüsüz var olmaz. Bencilliğin ya da dürtünün ürünü olmayan sermaye, “kolektif zenginlik” de oluşturmaz.

“Bu yatırım sonuçta daha fazla kar getirir, bu fazla kar yine üretime yatırılır, bu da daha fazla kar getirir… bu döngü bu şekilde sonsuza dek gider” (s. 311)

Harari’nin azalan kar oranları eğilimini bilmesini beklemiyorduk, değil mi?..

“Gelirinin bir kısmını borsaya yatıran çalışkan bir fabrika işçisiyse kapitalisttir.” (s. 311)

Borsada devede kulak bir payı oldu mu, bir işçiyi kapitalist saymak!.. Oysa işçi ve kapitalist olmak, belirli bir toplumsal ilişki olan sömürü, eş deyişle üretim ilişkilerine dâhil olmak demektir.

“Dünyayı farklı bir şekilde yönetmeye dönük tek deneme (komünizm) her anlamda kapitalizmden o kadar kötüydü ki, kimse bunu bir daha denemeye cesaret edemiyor (…) kapitalizmi sevmeyebilirsiniz ama artık onsuz yaşayamayız (…) Tarihte Atlantik köle ticareti ve Avrupa işçi sınıfının sömürülmesi gibi bazı yanlışlar yapılmıştır ama bunlardan ders çıkardık ve biraz daha bekleyip pastanın biraz daha büyümesine izin verirsek herkes daha büyük pay alacaktır (…) Buna dönük olumlu işaretler mevcut.” (s. 330)

Harari bu cümleleri olumlayıp yazıyor. “Denemeye cesaret etmek”, “köle ticareti ve işçi sınıfının sömürülmesi gibi yanlışlar”, “ders çıkarmak”, “pastanın büyümesi”… Yaşanmış sosyalizm deneyimlerini kötülerken, kapitalizmi ebedi bir toplumsal sistem olarak göstermeye çalışıyor.

Hayvanların Duyguları

Harari hayvanların duygularının olduğunu, insanların endüstriyel tarım ve hayvancılıkla, evcilleştirilmiş birçok hayvana eziyet edildiğini de yazıyor (s. 338-43). “Laboratuvar maymunları, süt inekleri ve üretim bantlarındaki tavukların çektiği acılar” (s. 373)dan bahsediyor.

Kapitalist üretim tarzı karlılık için bahsettiği üretim yöntemlerini uyguluyor. Bundan hiç bahsetmeyen Harari, endüstriyel hayvancılık kapsamındaki evcil hayvanlara üzülüyor ve okuru da üzülmeye davet ediyor. Geleceğe ilişkin ütopik bir iddiada bulunmak istemeyiz, fakat komünist toplumda, insanların ihtiyaçlarını karşılayacak bir düzeyin altına düşülmeksizin, hayvanların duygularını dikkate alan farklı üretim yöntemlerinin planlanıp uygulanacağını belirtebiliriz.

Yeni Bir Din Türü: Tüketimcilik

“(Kapitalizmde tüketimci etik-MB), tüm yapılması buyrulanları inananların yerine getirdiği tarihteki ilk dindir.” (s. 346)

Meta estetiğinden, tüketim kültürü ya da ideolojisinden belki de en iyisi “çılgınlığından” bahsetmek yerine, yeni bir din türünden bizi haberdar ediyor(!)..

Emperyalizm mi İmparatorluk mu?..

Emperyalist-kapitalist dünya sistemine güzelleme yapan Harari, okuru ikna etmeye çalışıyor:

“Bugün insanlık bu orman kanununu bozdu; nihayet sadece savaşsızlık değil, gerçek barış da var.” (s. 366) “İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinden itibaren geçen 70 yıl (…) insanlık tarihinin açık arayla en barışçıl dönemidir.” (s. 361)

“Bizim çağımız, tarihte ilk defa dünyanın barışsever seçkinler tarafından domine edildiği, politikacıların, işadamlarının, entelektüellerin ve sanatçıların savaşı hem kötü hem de kaçınılabilir bir şey olarak gördüğü çağ oldu.” (s. 368)

“(…) küresel bir imparatorluğun doğuşuna tanık oluyoruz. Daha önceki imparatorluklar gibi bu da sınırları içinde barışı tesis ediyor. Sınırları tüm dünya olunca da Dünya İmparatorluğu fiilen dünya barışını da tesis etmiş oluyor.” (s. 369)

Rusya-Ukrayna savaşı güncel bir örnek... Son 70 yılda ilk elde akla gelen Irak-İran savaşı, Körfez savaşı, Kore savaşı, Vietnam savaşı, İsrail-Mısır savaşı gibi birçok savaşın üzerini örtmek de mümkün değil. Bunlara kör kalmamızı isteyen Harari “küresel ticaret ve finans ağından”, “hızla yayılan modalardan”, “küresel sorunları paylaşan ülkelerden”, “küresel bir toplum”dan ve “yeni küresel imparatorluktan” dem vuruyor (s. 211). Aslında bahsettiği, savaşların yaşanmaması olanaksız bir dünya sistemi olan emperyalist-kapitalist dünya düzeni… “İnsanlık bugün eskiden sadece masallarda anlatılan bir zenginliği yaşıyor” (s. 370) şeklinde yazan Harari, büyük insanlık olan üretenlerin, sömürülenlerin ve bağımlı/az gelişmiş kapitalist ülkelerin halklarının yaşam koşulları, beslenme durumu ya da sağlıkları hakkındaki istatistik verileri gözlerden uzak tutmuş oluyor.

“(…) modern tıbbın zaferleri bunun örneklerinden sadece biridir. Daha önce örneği bulunmayan diğer başarılarımız arasında şiddetin çok ciddi oranda azalması, uluslar arası savaşların neredeyse ortadan kalkması, büyük ölçekli açlık ve kıtlıkların hemen hemen bitmesi sayılabilir. (s. 372)

Oysa ne savaşlar ortadan kalkmış bulunuyor, ne Güney Amerika, Afrika ve Güneydoğu Asya’daki beslenme yetersizlikleri, sağlıklı koşullarda yaşayamama gibi sorunlar çözülmüş durumda, ne de şiddet istatistiklerinde bir düşüş var. Kapitalist üretim ilişkileriyle birlikte insanlık tarihinde beslenme, sağlık, eğitim, konut gibi alanlarda ortalama ve genel düzey olarak ilerleme elbette var, fakat bu gelişmeler, insan toplumuna eşit dağılmadığı gibi olanaklı olan düzeyin de gerisinde bulunuyor.

Mutluluğun Sırrı

“Bugün nihayet mutluluğun sırrının biyokimya sistemimizde olduğunu anladığımıza göre, zamanımızı politika ve sosyal reformlara, siyasi mücadele ve ideolojilerle ilgilenmekle geçirmeyi bırakıp bizi gerçekten mutlu eden tek şeye odaklanabiliriz: biyokimyamızı manipüle etmek. Eğer beyin kimyamızı anlamak ve uygun tedavileri geliştirmek için milyarlar harcarsak, insanların her zamankinden daha mutlu olmasını sağlayabiliriz (…) Para, toplumsal statü, plastik cerrahi, güzel evler, iktidar konumları, bunların hiçbiri size mutluluk getirmez, uçup gitmeyen gerçek mutluluk sadece seratonin, dopamin ve oksitosin sayesinde olur.” (s. 382)

Kısaca Harari adeta herkese Prozac kullanmayı öneriyor!.. “Biyokimyayı manipüle etmek”, durup dururken hem de… Bu düşünce “boş ver, dünyayı sen mi kurtaracaksın” kodlamasının başka bir versiyonu aslında. Biyolojist ve faşizan bir versiyon…

“İnsanların yaşamlarına atfettiği herhangi bir anlam sadece sanrıdan ibarettir.” (s. 384)

İnsanlar yaşamlarını değerlerle, inançlarla, ideolojilerle anlamlandırdığına göre, Harari sanrılarla yaşandığını öne sürüyor. Mutluluğun, “belki de, bir insanın anlamla ilgili sanrılarını, hâkim kolektif sanrılarla uyumlu hale getirmesi” (s. 385) olduğunu yazıyor. Özcesi, “sürüden ayrılma” diyor.

Bitirirken

Şaşmamak elde değil. Öyle değil mi? Harari neden bu kadar popüler?.. Kitabının ve kendisinin reklamı iyi yapılıyor, bu bir neden olabilir. Diğer bir nedense, ortalama okurun teorik ve ideolojik yönelimlerinin durumu ve düzeyi tarafından şekilleniyor.

Yazdıklarımıza itirazı olan, eleştiren, katkı yapacak olan okurlar olursa, bu hepimizi geliştirecektir.

Eleştirilen kitabın künyesi: Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens, 61. Basım, Kolektif Kitap, Mart 2022