7 Temmuz 2013 Pazar

[Bir Hegel Karikatürü – Mahmut Boyuneğmez]

Konu: İdea Yayınevi, diyalektik.org sitesi ve Aziz Yardımlı'nın "tarihsel materyalizm" ve Marx'ın düşünceleri hakkındaki "acayip" yorumları eleştirilmektedir.

Hegel felsefesinin bize göre iki temel değerli özelliği bulunmaktadır. Bir: Tarihi felsefi açıdan değerlendirmesi…Tarihte ve doğada bir “mantığın” bulunduğu ve bunun insan aklı tarafından kavranabilir olduğu, idealist bir söylem içinde de olsa benimsenmiştir. İki: Diyalektik mantığın bazı kavram ve ilkelerini sunması... Hegel diyalektik düşünüş biçimlerini, kullandığı kavramlaştırmaları, döneminin bilimsel bilgilerinden soyutlamıştır.

Peki ya bugün?.. Günümüzde Hegel’in idealist yorumlarını kullanarak toplumsal olguları, toplumsal ilişkileri ve işleyişi açıklamaya çalışmak, anlamlı mıdır? Ya da Kant’ı ve felsefesini düşünelim. Kant’ın “kendinde-şey”ini, günümüze taşımak ve süreçlerin bilimsel incelemesinde kullanmak mümkün müdür?.. Bu sorulara, şu yanıt verilebilir: Her filozof kendi döneminin çocuğudur. Filozofların yazdıklarında bazı doğru değerlendirmeler bulunur ve değerlendirmelerinden bazıları gelecekte de geçerliliklerini korur, ancak görülmesi gereken nokta şudur: Her felsefi düşünce, kendi döneminin bilimsel bilgi düzeyiyle sınırlanır. Filozofların toplumsal konulardaki yorumları, dönemlerinin toplumsal ilişkilerinin kendi konumlarından kavranışını yansıtır. Yapabilecekleri eleştirilerde, toplumsal ilişkilerin olanaklı hale gelmiş tarihsel eleştirisinin ötesine geçemezler.

Hegel’den ya da Kant’tan sonra akıl, algı, düşüncelerin oluşumu, duyum, deneyim gibi olguları/süreçleri kavrayışımız çok değişti. Yine örneğin Kant’ın zaman ve uzayı kavrayışıyla, görelilik kuramı sayesinde bizim uzay-zamanı kavrayışımız birbirinden çok farklı. Kant’ın zamanı ve uzamı apriori zihinsel kategoriler olarak görmesi, günümüzde aşılmış durumda. Kant’ın yaşadığı dönemde, zamanın yavaşlayabileceğinden bahsetmesi mümkün değildi, örneğin. Birçok felsefi düşüncenin günümüzde aşıldığını gösteren başka örnekler de verilebilir. Mesela, kuantum fiziğiyle elde edilen bilgilerle, Demokritos’un düşüncelerinin geçersizleştiği çok açık…

Gelin görün ki, Hegel felsefesinin kavramları, çeşitli konulara dair yaklaşımı günümüzde bile savunulabiliyor. Kimden mi bahsediyoruz?.. İdea Yayınevi, diyalektik.org sitesi ve Aziz Yardımlı’dan…

Burada bunların felsefi düşüncelerinin hepsini  eleştirmemizin olanağı yok. Sahip oldukları düşünceler, toplumsal ve doğal dünya hakkındaki bilgilerin gelişimiyle büyük ölçüde aşılmış durumda. Bu yayınlarda, bilimsel ilerlemeleri dikkate alan bir idealizmle karşı karşıya değiliz. Yaptıkları geçmişte bir anlamı ve yeri olan düşünceleri, günümüzün dünyasına taşımaktan ibaret… Bu bir tür anakronizm aslında… Bizi burada ilgilendirense, İdea Yayınevi’nin ve diyalektik.org sitesinin tarihsel materyalizm ve Marx’ın yazıları hakkındaki düşünceleri. Hemen belirtelim ki, tarihsel materyalizm konusunda bu kadar “cahil” olunabilir. Abartıyor ya da uyduruyor muyuz?.. Öyle olmadığını, gelin öne sürdükleri fikirlere yakından bakarak görelim.

1. İdea Yayınevi’nin internet sitesinde yer alan “tarihsel materyalizm” başlığı altında şu cümleler yer alıyor:

“Bu anlatımda "materyalizm/özdekçilik" sözcüğü bütünüyle anlamsızdır. Eğer Marx'ın kendisinin kullandığı "Materyalist Tarih Görüşü" anlatımı yeğlenirse, bu da eşit ölçüde geçersiz olacaktır, çünkü "özdekçiliğin," "atomculuğun" ve daha başka erken özdekçi felsefi dizgelerin felsefe tarihinde önemleri ve anlamları olsa da, bugün örneğin Devleti, Yasaları, insan ilişkilerini, sanatı, felsefenin kendisini vb. atomlardan ve moleküllerden çıkarsamaya çalışan bir felsefi girişim pek ciddiye alınmayacaktır.”

Ne kadar “acayip”, değil mi? Sanki tarihsel materyalizmin veya materyalizmin, sanatı, felsefeyi, devleti vb. atomlardan ve moleküllerden çıkarsama uğraşı var da, böylesi bir felsefi girişimin ciddiye alınmayacağından bahsediliyor. Yazımızın başlığında “Hegel karikatürü” ifadesini kullandık; işte şimdi bunun nedenini açıklama zamanı geldi. Bir soyutlama olarak “materyalizm” kavramı dikkate alınıyor ve anlamı “özdekçilik”, “maddecilik” olarak “atomlara ve moleküllere” kadar indirgeniyor. “Madde” kavramından, sanat, felsefe, devlet gibi kavramlar çıkarılamaz şeklinde bir iddia ortaya atılıyor. Bunu yazanların tarihsel materyalizmin, insanlığın düşünsel üretimlerine nasıl yaklaştığından haberi olmasa gerek. Marksizm’in devlet üzerine, toplumsal ilişkiler üzerine, toplumsal bilinç biçimleri üzerine çözümlemeleri ortada. Tüm bunlar yok sayılıyor ve “materyalizm” kelimesi anlam açısından değerlendirilerek, toplumsal dünyanın fenomenlerini açıklamaz/açıklayamaz şeklinde bir garip sonuca ulaşılıyor. Oysa soyut düşünmeye başlamış çocukların bile bildiği bir gerçek var; kavramlar hiçbir şeyi açıklamaz, kavramları kullanarak şeyleri, toplumsal olguları açıklayan insanlardır.

Bakın “özdek” kavramı üzerine nasıl laf ebeliği gösteriliyor, kelimelerle nasıl cambazlık yapılıyor:

“Özdek tasarımları. Özdek olarak özdek, belirlenimsiz ya da Biçimsiz özdek bir soyutlamadır. Var olan özdek her zaman belirli, Biçimli Özdektir. Biçimin Özdekten ayrılmasının, ya da ikisinin de karşıtı olmaksızın var olmasının olanaksızlığı ölçüsünde, Özdekçilik yerine eşit hakla Biçimcilik de denebilir. Ama o zaman benzer olarak Biçimin kendisi Özdek olmaksızın bir soyutlama olmanın ötesine geçemez. Var olan Özdek her zaman kendisinin ve karşıtının birliğidir. — Özdek kavramından Tarih kavramına uzun bir yol vardır. Bu tür modern felsefeler Felsefenin en zayıf kavramını bile temsil etmezler.”

Hegel’in karikatürü olmak işte budur! “Özdek” kelimesi yerine “ördek” kelimesini koyup, yukarıdaki pasajı bir daha okuyun; anlamsız olmayacaktır! Yani şu şekilde de yazılabilirdi: “Ördek tasarımları. Ördek olarak ördek, belirlenimsiz ya da biçimsiz ördek bir soyutlamadır. Var olan ördek her zaman belirli, biçimli ördektir (…) Ördek kavramından tarih kavramına uzun bir yol vardır.” Felsefi söylemin bu türüne, “spekülatif” denir. Hegel zamanında idealist felsefeye katkısını sunmuştu, peki ya onun söyleminin bir karikatürü olan bu söyleme, ne demeli?.. Mutlak tin, akıl sağlığı versin (!)

2. Devam edelim. İdea Yayınevi’nin sitesinden aktaralım:

“Marx'ın şu sözleri Tarihsel Materyalizmin ya da Marx'ın kullandığı anlatımla "Materyalist Tarih Görüşü"nün temel önermesi olarak kabul edilir. “İnsanların varoluşlarını belirleyen onların bilinçleri değildir, ama bilinçlerini belirleyen toplumsal varoluşlarıdır." ("Ekonomi Politiğin Eleştirisine Bir Katkı"ya Önsöz). Sıradan bilinç bu çözümlemede büyük bir kavrayış gücü ve bilgelik ile ortaklığının gururunu ve doyumunu yaşar. Bu önerme çok derin görünebilir ve gerçekten de pek çokları tarafından öyle görülür. Bunun nedeni çok genel olan "varoluş" ya da "toplumsal varoluş" anlatımının nasıl anlaşılacağı ile ya da bilinç ve varoluş arasındaki belirleme ilişkisinin doğası ile ilgili değildir. Bu önermenin dolaysızca kabul edilmesi insanın "belirlenmesi" yönünde bilinçlerde daha şimdiden hazır bulunan eğilimdir. Nedense insanın belirlenmesi insanın belirlemesinden daha çekici gelir. Oysa sıradan yaşamda bile genel olarak yer alan şey bunun tersidir ve toplumsal varoluşumuzu bilincimizle, daha tam olarak istencimizle belirlemeye çabalarız ve bunun hiç de olanaksız olmak zorunda olduğunu düşünmeyiz. Hiç kuşkusuz bireyin içinde yaşadığı törellik dünyası, yasalar, toplumsal düzenlemeler vb. insanı ya da onun bilincini belirlerler. Ama gene de tüm bu belirlenimler kökensel olarak ve özsel olarak insan usu ve istenci tarafından saptanırlar: Töreler değişir, ortadan kalkar, yenileri gelir; yasalar — ister Solon yasaları, isterse Nürnberg Yasaları ya da Draco yasaları ya da Musa'nın buyrukları olsun — her durumda insanlar tarafından yapılır, ve Demokratik devletlerde yasama gücü dolaylı olarak ve zaman zaman giderek doğrudan olmak üzere ve şu ya da bu ölçüde halkın kendisine aittir. Marx'ın çözümlemesi açıktır ki düşünmeme koşuluyla kolayca kabul edilebilir.”

Şimdi, soru şu: Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan?.. Spekülatif akıl yürütme düzleminde bunlardan birini benimsememiz istenir. Burada tavuklardan değil, soyut bir “tavuktan”, yumurtalardan değil, soyut bir “yumurta” kavramından bahsedilmektedir. Oysa asıl zor olan, tavuğun yumurtadan itibaren nasıl oluşup, geliştiğini somut biçimde incelemek, tavukların da yumurtaları nasıl bir süreçte ürettiğini araştırmaktır. Konu ister tavuk olsun, ister yumurta, somut nesne, süreç ya da olgular, birçok insanın katkısıyla yılları bulan araştırmalarla irdelenir. Sonuçta elde edilen bilgilerle bir görüş oluşturmak da mümkün hale gelir.

“Toplumsal varoluşu, bilinç mi belirler, yoksa bilinci toplumsal varoluş mu belirler?” sorusuna, “belirlenim kökensel ve özsel olarak insan usu ve istenci tarafından saptanır” denerek yanıt veriliyor. Hangi insanın usu ya da istencinden bahsediliyor ve bu us ya da istenç toplumsal varoluşu nasıl, hangi yollardan belirliyor, bunlara verilen yanıtsa belli değil. Aslında Marx’ın cümlesinde bireyden, bireyin bilincinden bahsedilmediği, toplumsal bilinç biçimlerinin, toplumsal ilişkiler ve pratikler tarafından koşullandığı ya da belirlendiğinin vurgulandığı söylenmelidir. Fakat birey ölçeğinde kalınsa da, bireylerin aklının ve istencinin, çocukluktan başlayarak oluştuğunu ve değişkenlik gösterip, geliştiğini göz ardı etmek yanlış olur. Bireyin içinde bulunduğu toplumsal ilişkiler, yaşadığı deneyimler, gerçekleştirdiği pratiklerden bağımsız bir “us ve istenç”, ancak idealist bakış açısı benimsendiğinde varsayılabilir. Törelerin, yasaların değiştirilmesini, toplumsal süreçleri yok sayarak, insanların us ve istencinin ürünü saymak, idealist bir tutum benimsenerek sergilenen bir tür kolaycılıktır. Toplumsal süreçleri incelemek, tarihsel gelişimi içinde törelerin, yasaların değişimini irdelemek gerçekten zor bir iş olduğundan, idealist spekülasyona başvurup yorulmamak tercih edilebilir. Ne de olsa spekülatif değerlendirmeleri yazmak, somut inceleme yapıp, elde edilen sonuçları ortaya koymaya göre çok kolay, öyle değil mi?..

Bir birey usu ve istenciyle, düşünceleri ve ideolojisiyle harekete, eyleme geçer, faaliyetlerini bunlara göre düzenler. Eyvallah. Fakat bireylerin usunun ve istencinin önce oluşmuş olması gerekmez mi?.. Ayrıca, bireylerin us ve istencini pratiğe geçirebilecekleri bir toplumsal ortamın olması gerekli değil midir?..

Biz materyalistler, toplumsal süreçlerin, toplumsal ilişkilerin, bilinç biçimlerini koşulladığını söyleriz. Çünkü örneğin toplumun dışında büyümüş çocukların, “sıradan bilinç” denilen bir bilinç düzeyine dahi ulaşamadığını görüyoruz. Ya da insanların her gün yeniden ve yeniden gerçekleştirdikleri pratikler olmadığında, toplumsal ilişkilerin ortadan kalktığı durumda, örneğin bir adada yaşamak zorunda bırakılan bir avuç insan örneğinde, insan usunun ve istencinin yasalar, devlet, gelişkin sanat ve felsefe üretemediğini de biliyoruz.

Ve evet, asıl niyete geldik: Marksizm’e “despotizmi” savunan bir öğreti damgasını vurmak… Tahmin etmesi güç değil, buradan sosyalizmin özgürlükleri bastıran, totaliter/despotik bir sistem olduğuna da rahatlıkla geçilebilir.

“Marx'ın çözümlemesi açıktır ki düşünmeme koşuluyla kolayca kabul edilebilir. Ama bilinci düşünmeye kapayan daha öte bir etmen vardır ve bu Despotizmdir. İnsanın belirleyen değil ama belirlenen olduğu düşüncesi ancak ve ancak insanın Özgürlüğü kavramına yabancı bir bilinçte, o kavrama ancak bulanık bir tasarım biçimde kapsayan bilinçte bulunabilir. İnsanı belirlenen, edilgin, güçsüz bir varlık olarak görmek, giderek onu Doğanın determinizminin içerisine almak ancak ve ancak Özgürlük Kavramının anlaşılmaması ve salt bu nedenle reddedilmesi üzerine olanaklıdır. İstenç özü gereği Özgürdür, öyle ki özgür olmaması İstencin İstenç olmaması demektir. Ama İstenç, Özgürlük, Ben gibi kavramları tanımak onları bilmek değildir. Ve bu Kavramı tanımanın güçlüğünün düzeyi onun bütün bir tarihsel insan çabasının Ereği olan başlıca Kavram olması olgusundan çıkarılabilir.”

Burada da Hegelcilik yapılıyor. Bütün tarihin ereğini, mutlak tinin kendini gerçekleştirmesi ve özgürlüğe ulaşması olarak gören Hegel’in düşüncesi benimseniyor. Amenna; Hegel felsefesi aşılalı çok zaman geçtiyse de, Hegelci olunabilir. Fakat, Marksizm’i karalamak niye?.. Marx, insanı edilgen, güçsüz ve tamamen belirlenen bir varlık olarak görmez ki... Marx, soyut insan kavramı yerine, yaşayan insanlar, proleterler ve kapitalistler gibi toplumsal ilişkiler içindeki sınıflar üzerinden, böylesi soyutlanmış kavramlar üzerinden düşünür. Bir sınıf olarak işçilerin, devrimci bir özneyi oluşturduğunu vurgular Marx. Marx ayrıca, insanların sahip oldukları potansiyelleri gerçekleştirmesini, sömürüden ve yabancılaşmadan kurtuluşunu, özgürlük olarak görür. Bunun için toplumsal ilişkilerin köklü biçimde dönüştürülmesini, eşitlikçi komünist bir dünyanın oluşturulmasını savunur. Devrimci olunmadan, samimi bir biçimde özgürlük savunulabilir mi?.. Örneğin, insanlar özgür olsun dileğinde bulunmak da, “istenç özü gereği özgürdür” diye yazmak da, kapitalist dünyadaki insanlık-dışı pratikleri, yoksunlukları, sefalet koşullarını, hakların çiğnenmesini vb. ortadan kaldırır mı?.. Spekülatif felsefenin gözlükleriyle dünyaya bakmaktan vazgeçip, kapitalizm koşulları altında insanlığın altında ezildiği “despotizmi” görmek çok mu zor?.. Biraz inceleme, biraz gerçekçilik, biraz kör olmama durumu; ne dersiniz?..

3. Devam edelim. Bir güzelim paragrafı daha alıntılayalım:

“Gerçekten de yaşamlarını paranın ve kişisel çıkarın çevresinde kuran ve başka herşeyi bu ekonomik altyapıya bağımlı kılan kişiler vardır. Ya da başlangıçta böyle olmasalar bile, Hırs tarafından yaşamdaki tüm değerlerden adım adım koparılan bireyler vardır. Bu karakter sözcüğün asıl anlamında "Kapitalist" olan şeydir. Onun için üretim ilişkileri hiç kuşkusuz varoluşunun belirleyici ilkesidir ve Karl Marx hiç kuşkusuz haklı olarak böyle kişilerin bilinçlerinin toplumsal varoluşları tarafından belirlendiğini söyleyebilir. Ve yine bu karakterin sözcüğün asıl anlamında Burjuva olduğu da düşünülebilir, çünkü yaşamında felsefenin, güzel sanatların, inancın, kısaca insanı insan yapan değerlerin hiçbir yeri yoktur.”

Keşke Marx’ın iktisat çalışmaları, aynı anlama gelmek üzere kapitalizm eleştirisi biraz okunsaydı; keşke bir sınıf olarak “burjuvazi”yi “hırs” gibi kişilere atfedilebilecek özelliklerin tanımlayamayacağı bilinseydi; keşke “paranın ve kişisel çıkarın”, “altyapı” ya da “üretim ilişkileri” olmadığı bilinseydi… Fakat “cahillik”, yazı yazmaya engel değil.

Bu “cahillik” şunu da yazdırır: “Marx'ın düşündüğü gibi düşünmek kolay değildir, çünkü üretim ilişkilerinin kendilerini İstenç ilişkilerinden başka bir şey olarak düşünmek güçtür.” Üretim ilişkileri, istençli/iradi ilişkilermiş… Bu düşünüşe göre sömürülmek ve sömürmek istençlidir. Öyle ya bir işçi bilerek ve isteyerek karın tokluğuna sömürülmeye razı oluyor. İsterse çalışmayıp, aç kalabilir. Bir işçinin çocukları büyüdüklerinde istençli biçimde işsiz kalmaya ya da mevcut üretim ilişkilerine dâhil olup bir işyerinde çalışmaya koyuluyor. Ne diyelim?.. Gerçekler “kör, kör parmağım gözüne” derken, biz ne diyelim. Örneğin, maden ocaklarında, fabrikalarda ve diğer işyerlerinde emniyetsiz koşullarda çalıştırılan işçilerin, iş kazalarında ölmelerini, işçiler "istençli" bir biçimde öldü diye mi yorumlayacaksınız?.. “İrade”den bahsedilecekse, patronların maliyetleri düşürmek için kötü çalışma koşullarını dayatma iradesinden, işçilerin bunlara karşı çıkma ve mücadele etme iradesinden bahsedelim. İstenç, pasif onayı, kabulü değil, aktifliği, karşıtlığı ve inançlarla eyleme yönelmeyi anlatır.

4. “Karl Marx’ın diyalektik yöntemi solipsizmde sonuçlanır.” İşte, başka bir garip iddia daha… Bakalım nasıl açıklanıyor?

“İronik olarak, özdekçilik de genel olarak tüm görgücülük türevleri gibi solipsizmde sonlanır: İnsan bilincinde yansımasını bulan dışsal olsa da, bu yansıma ya da izdüşüm salt insan öznede olan bir şeydir, ‘‘ideal dünyadır,’’ dışsal olandan ayrıdır ve böyle kökeninden ayrımlaşmış olarak öznel düşünce hiçbir zaman Benin dışına çıkamaz. Görgücülük hiçbir zaman bu türevselin var olan dünya ile, dışsal realite ile bir olduğunu çıkarsayabilmiş değildir. Marx’ın diyalektiği — ki konuyu inceleyenlerin gördükleri gibi Hegel’in diyalektiği ile yalnızca adda bir benzerliği vardır — tam olarak Berkeley, Hume vb. biçeminde bir öznel idealizmde, bir solipsizmde demir atar ve Marx’ın Kavramın doğası konusundaki yanılgısı bu vargıyı çıkarsamasını ve anlamasını olanaksız kılar.”

Anlıyoruz ki, “diyalektik yöntem” ya da bu yöntemin izlenmesi solipsizmle sonuçlanmıyormuş; aslında materyalizm, bir tür solipsizm sayılıyor. Gelin buna yanıt verme hakkımızdan imtina edelim. Bir felsefe öğrencisi bile, öznel idealizmi, Berkeley’in solipsizm tuzağına düşmemek için evrensel bir algı olarak tanrıyı kabul edişini, materyalizmin öznel idealizmle bir tutulamayacağını çok iyi bilir. Sormak gerekiyor; hangi materyalist o anda önünde, görünürde bir nesne olmadığında, onu algılamıyor diye, o nesnenin hiç olmadığını düşündü ya da o nesneyi yok saydı?.. İnsanın algılarının biyokimyasal/fizyolojik oluşum süreci ayrıdır, nesnelerin var oluşu ayrı. Bir nesnenin algılanışı, o nesnenin kendisi olabilir mi?.. Fakat metafiziğin sınırları içinde, materyalizmi solipsizmle özdeşleştirmek gibi “acayiplikler” olabiliyor.

 
Alıntılar için kaynaklar:

http://www.ideayayinevi.com/TGb_Hegel/TGb_0/TGb_000_Yorumlar_3_Karl_Marx.htm

http://www.ideayayinevi.com/Kuram_ve_kilgi/Kavramlar/kavramlar_01.htm#Tarihsel Materyalizm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.