Konu: İdea
Yayınevi, diyalektik.org sitesi ve Aziz Yardımlı'nın "tarihsel
materyalizm" ve Marx'ın düşünceleri hakkındaki "acayip"
yorumları eleştirilmektedir.
Hegel felsefesinin bize
göre iki temel değerli özelliği bulunmaktadır. Bir: Tarihi felsefi açıdan değerlendirmesi…Tarihte
ve doğada bir “mantığın” bulunduğu ve bunun insan aklı tarafından kavranabilir
olduğu, idealist bir söylem içinde de olsa benimsenmiştir. İki: Diyalektik
mantığın bazı kavram ve ilkelerini sunması... Hegel diyalektik düşünüş
biçimlerini, kullandığı kavramlaştırmaları, döneminin bilimsel bilgilerinden
soyutlamıştır.
Peki ya bugün?.. Günümüzde
Hegel’in idealist yorumlarını kullanarak toplumsal olguları, toplumsal
ilişkileri ve işleyişi açıklamaya çalışmak, anlamlı mıdır? Ya da Kant’ı ve
felsefesini düşünelim. Kant’ın “kendinde-şey”ini, günümüze taşımak ve
süreçlerin bilimsel incelemesinde kullanmak mümkün müdür?.. Bu sorulara, şu
yanıt verilebilir: Her filozof kendi döneminin çocuğudur. Filozofların
yazdıklarında bazı doğru değerlendirmeler bulunur ve değerlendirmelerinden
bazıları gelecekte de geçerliliklerini korur, ancak görülmesi gereken nokta
şudur: Her felsefi düşünce, kendi döneminin bilimsel bilgi düzeyiyle
sınırlanır. Filozofların toplumsal konulardaki yorumları, dönemlerinin
toplumsal ilişkilerinin kendi konumlarından kavranışını yansıtır.
Yapabilecekleri eleştirilerde, toplumsal ilişkilerin olanaklı hale gelmiş
tarihsel eleştirisinin ötesine geçemezler.
Hegel’den ya da Kant’tan
sonra akıl, algı, düşüncelerin oluşumu, duyum, deneyim gibi olguları/süreçleri
kavrayışımız çok değişti. Yine örneğin Kant’ın zaman ve uzayı kavrayışıyla,
görelilik kuramı sayesinde bizim uzay-zamanı kavrayışımız birbirinden çok
farklı. Kant’ın zamanı ve uzamı apriori zihinsel kategoriler olarak görmesi,
günümüzde aşılmış durumda. Kant’ın yaşadığı dönemde, zamanın
yavaşlayabileceğinden bahsetmesi mümkün değildi, örneğin. Birçok
felsefi düşüncenin günümüzde aşıldığını gösteren başka örnekler de
verilebilir. Mesela, kuantum fiziğiyle elde edilen bilgilerle,
Demokritos’un düşüncelerinin geçersizleştiği çok açık…
Gelin görün ki, Hegel
felsefesinin kavramları, çeşitli konulara dair yaklaşımı günümüzde bile
savunulabiliyor. Kimden mi bahsediyoruz?.. İdea Yayınevi, diyalektik.org sitesi
ve Aziz Yardımlı’dan…
Burada bunların felsefi
düşüncelerinin hepsini eleştirmemizin olanağı yok. Sahip oldukları
düşünceler, toplumsal ve doğal dünya hakkındaki bilgilerin gelişimiyle büyük
ölçüde aşılmış durumda. Bu yayınlarda, bilimsel ilerlemeleri dikkate alan bir
idealizmle karşı karşıya değiliz. Yaptıkları geçmişte bir anlamı ve yeri olan
düşünceleri, günümüzün dünyasına taşımaktan ibaret… Bu bir tür anakronizm
aslında… Bizi burada ilgilendirense, İdea Yayınevi’nin ve diyalektik.org
sitesinin tarihsel materyalizm ve Marx’ın yazıları hakkındaki düşünceleri.
Hemen belirtelim ki, tarihsel materyalizm konusunda bu kadar “cahil”
olunabilir. Abartıyor ya da uyduruyor muyuz?.. Öyle olmadığını, gelin öne
sürdükleri fikirlere yakından bakarak görelim.
1. İdea Yayınevi’nin
internet sitesinde yer alan “tarihsel materyalizm” başlığı altında şu cümleler
yer alıyor:
“Bu anlatımda "materyalizm/özdekçilik" sözcüğü bütünüyle
anlamsızdır. Eğer Marx'ın kendisinin kullandığı "Materyalist Tarih
Görüşü" anlatımı yeğlenirse, bu da eşit ölçüde geçersiz olacaktır, çünkü
"özdekçiliğin," "atomculuğun" ve daha başka erken özdekçi
felsefi dizgelerin felsefe tarihinde önemleri ve anlamları olsa da, bugün
örneğin Devleti, Yasaları, insan ilişkilerini, sanatı, felsefenin kendisini vb.
atomlardan ve moleküllerden çıkarsamaya çalışan bir felsefi girişim pek ciddiye
alınmayacaktır.”
Ne kadar “acayip”, değil
mi? Sanki tarihsel materyalizmin veya materyalizmin, sanatı, felsefeyi, devleti
vb. atomlardan ve moleküllerden çıkarsama uğraşı var da, böylesi bir felsefi
girişimin ciddiye alınmayacağından bahsediliyor. Yazımızın başlığında “Hegel
karikatürü” ifadesini kullandık; işte şimdi bunun nedenini açıklama zamanı
geldi. Bir soyutlama olarak “materyalizm” kavramı dikkate alınıyor ve anlamı
“özdekçilik”, “maddecilik” olarak “atomlara ve moleküllere” kadar indirgeniyor.
“Madde” kavramından, sanat, felsefe, devlet gibi kavramlar çıkarılamaz şeklinde
bir iddia ortaya atılıyor. Bunu yazanların tarihsel materyalizmin, insanlığın
düşünsel üretimlerine nasıl yaklaştığından haberi olmasa gerek. Marksizm’in
devlet üzerine, toplumsal ilişkiler üzerine, toplumsal bilinç biçimleri üzerine
çözümlemeleri ortada. Tüm bunlar yok sayılıyor ve “materyalizm” kelimesi anlam
açısından değerlendirilerek, toplumsal dünyanın fenomenlerini
açıklamaz/açıklayamaz şeklinde bir garip sonuca ulaşılıyor. Oysa soyut
düşünmeye başlamış çocukların bile bildiği bir gerçek var; kavramlar hiçbir
şeyi açıklamaz, kavramları kullanarak şeyleri, toplumsal olguları açıklayan
insanlardır.
Bakın “özdek” kavramı
üzerine nasıl laf ebeliği gösteriliyor, kelimelerle nasıl cambazlık yapılıyor:
“Özdek tasarımları. Özdek olarak özdek, belirlenimsiz ya da Biçimsiz özdek
bir soyutlamadır. Var olan özdek her zaman belirli, Biçimli Özdektir. Biçimin
Özdekten ayrılmasının, ya da ikisinin de karşıtı olmaksızın var olmasının
olanaksızlığı ölçüsünde, Özdekçilik yerine eşit hakla Biçimcilik de denebilir.
Ama o zaman benzer olarak Biçimin kendisi Özdek olmaksızın bir soyutlama
olmanın ötesine geçemez. Var olan Özdek her zaman kendisinin ve karşıtının
birliğidir. — Özdek kavramından Tarih kavramına uzun bir yol vardır. Bu tür
modern felsefeler Felsefenin en zayıf kavramını bile temsil etmezler.”
Hegel’in karikatürü
olmak işte budur! “Özdek” kelimesi yerine “ördek” kelimesini koyup, yukarıdaki
pasajı bir daha okuyun; anlamsız olmayacaktır! Yani şu şekilde de
yazılabilirdi: “Ördek tasarımları. Ördek olarak ördek, belirlenimsiz ya da
biçimsiz ördek bir soyutlamadır. Var olan ördek her zaman belirli, biçimli
ördektir (…) Ördek kavramından tarih kavramına uzun bir yol vardır.” Felsefi
söylemin bu türüne, “spekülatif” denir. Hegel zamanında idealist felsefeye
katkısını sunmuştu, peki ya onun söyleminin bir karikatürü olan bu söyleme, ne
demeli?.. Mutlak tin, akıl sağlığı versin (!)
2. Devam edelim. İdea
Yayınevi’nin sitesinden aktaralım:
“Marx'ın şu sözleri Tarihsel Materyalizmin ya da Marx'ın kullandığı
anlatımla "Materyalist Tarih Görüşü"nün temel önermesi olarak kabul
edilir. “İnsanların varoluşlarını belirleyen onların bilinçleri değildir, ama
bilinçlerini belirleyen toplumsal varoluşlarıdır." ("Ekonomi
Politiğin Eleştirisine Bir Katkı"ya Önsöz). Sıradan bilinç bu çözümlemede
büyük bir kavrayış gücü ve bilgelik ile ortaklığının gururunu ve doyumunu
yaşar. Bu önerme çok derin görünebilir ve gerçekten de pek çokları tarafından
öyle görülür. Bunun nedeni çok genel olan "varoluş" ya da
"toplumsal varoluş" anlatımının nasıl anlaşılacağı ile ya da bilinç
ve varoluş arasındaki belirleme ilişkisinin doğası ile ilgili değildir. Bu
önermenin dolaysızca kabul edilmesi insanın "belirlenmesi" yönünde
bilinçlerde daha şimdiden hazır bulunan eğilimdir. Nedense insanın belirlenmesi
insanın belirlemesinden daha çekici gelir. Oysa sıradan yaşamda bile genel
olarak yer alan şey bunun tersidir ve toplumsal varoluşumuzu bilincimizle, daha
tam olarak istencimizle belirlemeye çabalarız ve bunun hiç de olanaksız olmak
zorunda olduğunu düşünmeyiz. Hiç kuşkusuz bireyin içinde yaşadığı törellik
dünyası, yasalar, toplumsal düzenlemeler vb. insanı ya da onun bilincini
belirlerler. Ama gene de tüm bu belirlenimler kökensel olarak ve özsel olarak
insan usu ve istenci tarafından saptanırlar: Töreler değişir, ortadan kalkar,
yenileri gelir; yasalar — ister Solon yasaları, isterse Nürnberg Yasaları ya da
Draco yasaları ya da Musa'nın buyrukları olsun — her durumda insanlar
tarafından yapılır, ve Demokratik devletlerde yasama gücü dolaylı olarak ve
zaman zaman giderek doğrudan olmak üzere ve şu ya da bu ölçüde halkın kendisine
aittir. Marx'ın çözümlemesi açıktır ki düşünmeme koşuluyla kolayca kabul
edilebilir.”
Şimdi, soru şu: Yumurta
mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan?.. Spekülatif akıl yürütme düzleminde
bunlardan birini benimsememiz istenir. Burada tavuklardan değil, soyut bir
“tavuktan”, yumurtalardan değil, soyut bir “yumurta” kavramından
bahsedilmektedir. Oysa asıl zor olan, tavuğun yumurtadan itibaren nasıl oluşup,
geliştiğini somut biçimde incelemek, tavukların da yumurtaları nasıl bir
süreçte ürettiğini araştırmaktır. Konu ister tavuk olsun, ister yumurta, somut
nesne, süreç ya da olgular, birçok insanın katkısıyla yılları bulan
araştırmalarla irdelenir. Sonuçta elde edilen bilgilerle bir görüş oluşturmak
da mümkün hale gelir.
“Toplumsal varoluşu,
bilinç mi belirler, yoksa bilinci toplumsal varoluş mu belirler?” sorusuna, “belirlenim kökensel ve özsel olarak insan
usu ve istenci tarafından saptanır” denerek yanıt veriliyor. Hangi insanın
usu ya da istencinden bahsediliyor ve bu us ya da istenç toplumsal varoluşu
nasıl, hangi yollardan belirliyor, bunlara verilen yanıtsa belli değil. Aslında
Marx’ın cümlesinde bireyden, bireyin bilincinden bahsedilmediği, toplumsal
bilinç biçimlerinin, toplumsal ilişkiler ve pratikler tarafından koşullandığı
ya da belirlendiğinin vurgulandığı söylenmelidir. Fakat birey ölçeğinde kalınsa
da, bireylerin aklının ve istencinin, çocukluktan başlayarak oluştuğunu ve
değişkenlik gösterip, geliştiğini göz ardı etmek yanlış olur. Bireyin içinde
bulunduğu toplumsal ilişkiler, yaşadığı deneyimler, gerçekleştirdiği
pratiklerden bağımsız bir “us ve istenç”, ancak idealist bakış açısı
benimsendiğinde varsayılabilir. Törelerin, yasaların değiştirilmesini,
toplumsal süreçleri yok sayarak, insanların us ve istencinin ürünü saymak,
idealist bir tutum benimsenerek sergilenen bir tür kolaycılıktır. Toplumsal
süreçleri incelemek, tarihsel gelişimi içinde törelerin, yasaların değişimini
irdelemek gerçekten zor bir iş olduğundan, idealist spekülasyona başvurup
yorulmamak tercih edilebilir. Ne de olsa spekülatif değerlendirmeleri yazmak,
somut inceleme yapıp, elde edilen sonuçları ortaya koymaya göre çok kolay, öyle
değil mi?..
Bir birey usu ve
istenciyle, düşünceleri ve ideolojisiyle harekete, eyleme geçer, faaliyetlerini
bunlara göre düzenler. Eyvallah. Fakat bireylerin usunun ve istencinin önce
oluşmuş olması gerekmez mi?.. Ayrıca, bireylerin us ve istencini pratiğe
geçirebilecekleri bir toplumsal ortamın olması gerekli değil midir?..
Biz materyalistler,
toplumsal süreçlerin, toplumsal ilişkilerin, bilinç biçimlerini koşulladığını
söyleriz. Çünkü örneğin toplumun dışında büyümüş çocukların, “sıradan bilinç”
denilen bir bilinç düzeyine dahi ulaşamadığını görüyoruz. Ya da insanların her
gün yeniden ve yeniden gerçekleştirdikleri pratikler olmadığında, toplumsal
ilişkilerin ortadan kalktığı durumda, örneğin bir adada yaşamak zorunda
bırakılan bir avuç insan örneğinde, insan usunun ve istencinin yasalar, devlet,
gelişkin sanat ve felsefe üretemediğini de biliyoruz.
Ve evet, asıl niyete
geldik: Marksizm’e “despotizmi” savunan bir öğreti damgasını vurmak… Tahmin
etmesi güç değil, buradan sosyalizmin özgürlükleri bastıran, totaliter/despotik
bir sistem olduğuna da rahatlıkla geçilebilir.
“Marx'ın çözümlemesi açıktır ki düşünmeme koşuluyla kolayca kabul
edilebilir. Ama bilinci düşünmeye kapayan daha öte bir etmen vardır ve bu
Despotizmdir. İnsanın belirleyen değil ama belirlenen olduğu düşüncesi ancak ve
ancak insanın Özgürlüğü kavramına yabancı bir bilinçte, o kavrama ancak bulanık
bir tasarım biçimde kapsayan bilinçte bulunabilir. İnsanı belirlenen, edilgin,
güçsüz bir varlık olarak görmek, giderek onu Doğanın determinizminin içerisine
almak ancak ve ancak Özgürlük Kavramının anlaşılmaması ve salt bu nedenle
reddedilmesi üzerine olanaklıdır. İstenç özü gereği Özgürdür, öyle ki özgür
olmaması İstencin İstenç olmaması demektir. Ama İstenç, Özgürlük, Ben gibi
kavramları tanımak onları bilmek değildir. Ve bu Kavramı tanımanın güçlüğünün
düzeyi onun bütün bir tarihsel insan çabasının Ereği olan başlıca Kavram olması
olgusundan çıkarılabilir.”
Burada da Hegelcilik
yapılıyor. Bütün tarihin ereğini, mutlak tinin kendini gerçekleştirmesi ve
özgürlüğe ulaşması olarak gören Hegel’in düşüncesi benimseniyor. Amenna; Hegel
felsefesi aşılalı çok zaman geçtiyse de, Hegelci olunabilir. Fakat, Marksizm’i
karalamak niye?.. Marx, insanı edilgen, güçsüz ve tamamen belirlenen bir varlık
olarak görmez ki... Marx, soyut insan kavramı yerine, yaşayan insanlar, proleterler
ve kapitalistler gibi toplumsal ilişkiler içindeki sınıflar üzerinden, böylesi
soyutlanmış kavramlar üzerinden düşünür. Bir sınıf olarak işçilerin, devrimci
bir özneyi oluşturduğunu vurgular Marx. Marx ayrıca, insanların sahip oldukları
potansiyelleri gerçekleştirmesini, sömürüden ve yabancılaşmadan kurtuluşunu,
özgürlük olarak görür. Bunun için toplumsal ilişkilerin köklü biçimde
dönüştürülmesini, eşitlikçi komünist bir dünyanın oluşturulmasını savunur.
Devrimci olunmadan, samimi bir biçimde özgürlük savunulabilir mi?.. Örneğin,
insanlar özgür olsun dileğinde bulunmak da, “istenç özü gereği özgürdür” diye yazmak da, kapitalist dünyadaki
insanlık-dışı pratikleri, yoksunlukları, sefalet koşullarını, hakların
çiğnenmesini vb. ortadan kaldırır mı?.. Spekülatif felsefenin gözlükleriyle
dünyaya bakmaktan vazgeçip, kapitalizm koşulları altında insanlığın altında
ezildiği “despotizmi” görmek çok mu zor?.. Biraz inceleme, biraz gerçekçilik,
biraz kör olmama durumu; ne dersiniz?..
3. Devam edelim. Bir
güzelim paragrafı daha alıntılayalım:
“Gerçekten de yaşamlarını paranın ve kişisel çıkarın çevresinde kuran ve
başka herşeyi bu ekonomik altyapıya bağımlı kılan kişiler vardır. Ya da
başlangıçta böyle olmasalar bile, Hırs tarafından yaşamdaki tüm değerlerden
adım adım koparılan bireyler vardır. Bu karakter sözcüğün asıl anlamında
"Kapitalist" olan şeydir. Onun için üretim ilişkileri hiç kuşkusuz
varoluşunun belirleyici ilkesidir ve Karl Marx hiç kuşkusuz haklı olarak böyle
kişilerin bilinçlerinin toplumsal varoluşları tarafından belirlendiğini
söyleyebilir. Ve yine bu karakterin sözcüğün asıl anlamında Burjuva olduğu da
düşünülebilir, çünkü yaşamında felsefenin, güzel sanatların, inancın, kısaca
insanı insan yapan değerlerin hiçbir yeri yoktur.”
Keşke Marx’ın iktisat çalışmaları,
aynı anlama gelmek üzere kapitalizm eleştirisi biraz okunsaydı; keşke bir sınıf
olarak “burjuvazi”yi “hırs” gibi kişilere atfedilebilecek özelliklerin
tanımlayamayacağı bilinseydi; keşke “paranın ve kişisel çıkarın”, “altyapı” ya
da “üretim ilişkileri” olmadığı bilinseydi… Fakat “cahillik”, yazı yazmaya
engel değil.
Bu “cahillik” şunu da
yazdırır: “Marx'ın düşündüğü gibi düşünmek kolay
değildir, çünkü üretim ilişkilerinin kendilerini İstenç ilişkilerinden başka
bir şey olarak düşünmek güçtür.” Üretim ilişkileri, istençli/iradi
ilişkilermiş… Bu düşünüşe göre sömürülmek ve sömürmek istençlidir. Öyle ya bir
işçi bilerek ve isteyerek karın tokluğuna sömürülmeye razı oluyor. İsterse
çalışmayıp, aç kalabilir. Bir işçinin çocukları büyüdüklerinde istençli biçimde
işsiz kalmaya ya da mevcut üretim ilişkilerine dâhil olup bir işyerinde
çalışmaya koyuluyor. Ne diyelim?.. Gerçekler “kör, kör parmağım gözüne” derken,
biz ne diyelim. Örneğin, maden ocaklarında, fabrikalarda ve diğer
işyerlerinde emniyetsiz koşullarda çalıştırılan işçilerin, iş kazalarında
ölmelerini, işçiler "istençli" bir biçimde öldü diye mi
yorumlayacaksınız?.. “İrade”den bahsedilecekse, patronların maliyetleri
düşürmek için kötü çalışma koşullarını dayatma iradesinden, işçilerin bunlara
karşı çıkma ve mücadele etme iradesinden bahsedelim. İstenç, pasif onayı, kabulü
değil, aktifliği, karşıtlığı ve inançlarla eyleme yönelmeyi anlatır.
4. “Karl Marx’ın diyalektik yöntemi solipsizmde sonuçlanır.” İşte,
başka bir garip iddia daha… Bakalım nasıl açıklanıyor?
“İronik olarak, özdekçilik de genel olarak tüm görgücülük türevleri gibi
solipsizmde sonlanır: İnsan bilincinde yansımasını bulan dışsal olsa da,
bu yansıma ya da izdüşüm salt insan öznede olan bir şeydir, ‘‘ideal
dünyadır,’’ dışsal olandan ayrıdır ve böyle kökeninden ayrımlaşmış olarak öznel
düşünce hiçbir zaman Benin dışına çıkamaz. Görgücülük hiçbir zaman bu
türevselin var olan dünya ile, dışsal realite ile bir olduğunu
çıkarsayabilmiş değildir. Marx’ın diyalektiği — ki konuyu inceleyenlerin
gördükleri gibi Hegel’in diyalektiği ile yalnızca adda bir benzerliği vardır —
tam olarak Berkeley, Hume vb. biçeminde bir öznel idealizmde, bir solipsizmde
demir atar ve Marx’ın Kavramın doğası konusundaki yanılgısı bu vargıyı
çıkarsamasını ve anlamasını olanaksız kılar.”
Anlıyoruz ki,
“diyalektik yöntem” ya da bu yöntemin izlenmesi solipsizmle sonuçlanmıyormuş;
aslında materyalizm, bir tür solipsizm sayılıyor. Gelin buna yanıt verme
hakkımızdan imtina edelim. Bir felsefe öğrencisi bile, öznel idealizmi,
Berkeley’in solipsizm tuzağına düşmemek için evrensel bir algı olarak tanrıyı
kabul edişini, materyalizmin öznel idealizmle bir tutulamayacağını çok iyi
bilir. Sormak gerekiyor; hangi materyalist o anda önünde, görünürde bir nesne
olmadığında, onu algılamıyor diye, o nesnenin hiç olmadığını düşündü ya da o
nesneyi yok saydı?.. İnsanın algılarının biyokimyasal/fizyolojik oluşum süreci
ayrıdır, nesnelerin var oluşu ayrı. Bir nesnenin algılanışı, o nesnenin kendisi
olabilir mi?.. Fakat metafiziğin sınırları içinde, materyalizmi solipsizmle
özdeşleştirmek gibi “acayiplikler” olabiliyor.
Alıntılar için kaynaklar:
http://www.ideayayinevi.com/TGb_Hegel/TGb_0/TGb_000_Yorumlar_3_Karl_Marx.htm
http://www.ideayayinevi.com/Kuram_ve_kilgi/Kavramlar/kavramlar_01.htm#Tarihsel
Materyalizm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.