4 Mayıs 2022 Çarşamba

Marksizm ve Ekonomi – 2: İki Farklı İktisat Geleneğinin Ortaya Çıkış Öyküsü

Kerem Cantekin

1776 yılında Adam Smith isimli bir sosyal bilimci Ulusların Zenginliği adı verilen bir kitap yayınladı. Günümüzde birbirinden çok farklı bakış açılarına, yöntemlere ve hatta ilgi alanlarına sahip birçok iktisatçı, bu kitabı iktisat biliminin temellerini atan kitap olarak görmektedir. Ulusların Zenginliği kitabı, hem Marksist iktisat geleneğine hem de ana akım olarak adlandırılan ve günümüzde akademik camiada yaygın olarak kabul edilen iktisat geleneğine esin kaynağı olmuştur.

Kitabın ortaya çıktığı 18. yüzyıl dünyada aydınlanma çağı olarak bilinen dönemdir. Bu dönemde birçok bilim insanı, doğadaki birçok olayın arkasında akıl yardımı ile keşfedilebilecek bilimsel yasaların olduğunu göstermeye başlamıştır. Bu dönemin sembol isimlerinden biri Isaac Newton’dur. Newton ağacın altına oturup, o meşhur elma kafasına düştüğünde, neden elma yere düşerken ayın dünyaya düşmediğini, bunun yerine gezegenimizin etrafında döndüğünü sorguladı. Sonuçta, aynı anda hem elmanın düşüşünü hem de ayın dünya etrafında dönüşünü açıklayan yerçekimi ve hareket yasalarını keşfetti (Priestley, 1987).

18. yüzyılda birçok sosyal bilimci, toplumların işleyişinin tıpkı doğada olduğu gibi, bütün toplumlar ve insanlar için geçerli kurallar ile açıklanıp açıklanamayacağı üzerine kafa yormuştur. Siyaset bilimi, sosyoloji ve iktisat gibi bilimler bu çabanın ürünüdür. Adam Smith’in kitabı da bu çabanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Ulusların Zenginliği bir toplumun neden zengin ya da neden yoksul olduğunu belirleyen kurallardan bahsediyordu ve yeni bir bilimin temellerini attı. Bu yeni bilime o zaman verilen isim “Politik Ekonomi”ydi. Ekonomi, Antik Yunan döneminde ailelerin, evlerindeki üretimi nasıl organize ettiklerini, üretilen ürünleri ve satın alınan malları nasıl paylaştıklarını inceleyen bilimin adıydı.  Politik Ekonomi ise, Antik Yunanlıların ekonomi adını verdikleri bilimin kapsamını genişleterek sadece bir ailenin değil, bütün bir ülkenin ve ulusun üretimini organize edişini, ürettiği ve satın aldığı ürünlerin paylaşımını inceliyordu.

Adam Smith’in kitabında bahsettiği ilk konu, emeğin ekonomik sistemdeki rolüydü (Smith, 1776). Smith’e göre emek, bir ekonomik sistemde üretilen her şeyi oluşturan güçtü. Bir ülkenin zengin olmasının koşulu, o ülkede yaşayan insanların emek gücünün verimli kullanımıydı. Emeğin verimli bir şekilde kullanılması için de, o toplumda yaşayan insanların arasında bir iş bölümü olması gerekiyordu. Eğer herkes ihtiyacı olan her şeyi bireysel olarak üretirse, yaptıkları işte uzmanlaşmaları ve ürettikleri ürünleri daha hızlı üretmeleri mümkün değildi. Hem marangozluk hem demircilik hem terzilik yapan bir insan, bu alanların hiçbirisinde uzmanlaşamayacak, dolayısıyla hem ürettiği ürünlerin kalitesi düşecek, hem de üretim hızı düşük olacaktı. Sadece demircilik yapan bir insanın ise, bu işi çok daha verimli yapması mümkündü. Ancak bir insanın sadece demircilik yapabilmesi için de, onun diğer ihtiyaçlarını toplumun diğer bireylerinden alması şarttı. Dolayısıyla insanların arasında alışverişin olması, bir toplumun zenginliğini arttırıyordu.

Nasıl ki bireyler belli alanlarda uzmanlık kazandıklarında verimlilikleri artıyorsa, çok sayıda insan aynı ürünü işbirliğiyle ürettiğinde de üretim hızı ve üretilen ürünün kalitesi artıyordu. Bir kişinin çalıştığı demirci atölyesinde demir üretmek için yapılması gereken her işi o kişi üstlenirken, yüzlerce kişinin çalışması durumunda, herkes demiri üretmek için yapılması gereken farklı bir işi üstüne alabilir, örneğin birkaç kişi ateşi hazırlar, başkaları demiri eritir vd., bu sayede demir atölyesindeki verimlilik artardı. Ancak bir demir atölyesinde yüzlerce kişinin çalışması, örneğin küçük bir yerleşim yerindeki herkesin sadece demir üretmekle uğraşması demekti. Bu durumda o yerleşim yerindeki insanların tamamının ihtiyaç duyduğu geri kalan her şeyi, diğer kasaba ve şehirlerden alması gerekiyordu. Bunun olabilmesi için de kasaba ve şehirlerin arasında ticaretin gelişmesi gerekiyordu. Kısacası Adam Smith’e göre, ulusların zenginliğinin temel kaynağı ticarettir.

Smith’e göre üretimde farklı roller üstlenen üç ayrı insan grubu vardı (Smith, 1776). İlk grup olan işçiler emekleriyle, ikinci grup olan sermayedarlar sermayeleriyle, üçüncü grup olan toprak sahipleri ise arazileri ile üretime katkı sağlıyorlardı. Katkıları karşılığında işçiler ücret, toprak sahipleri kira alıyor, sermayedarlar ise kar elde ediyordu.

Smith, ekonomik sistemin dışarıdan hiçbir müdahale olmadan ayakta kalabilecek bir mekanizmaya sahip olduğunu da yazmıştı (Smith, 1776). Ekonomik sistem alınıp satılan tüm ürünlerin fiyatlarını bir denge düzeyine getiriyordu. Fiyat bu denge düzeyine geldiğinde, alıcıların satın almak istediği ürün miktarıyla, satıcıların satmak istediği miktar birbirine eşit hale geliyordu. O fiyattan ürünü satmak isteyen tüm alıcılar satıcı, tüm satıcılar da alıcı bulabiliyordu. Smith’e göre ürünlerin bu denge düzeyindeki fiyatları, büyük oranda ürünü üretmek için gerekli olan emek miktarını, daha farklı bir şekilde ifade edersek, ürünü üretmek için çalışan her bir işçinin çalıştığı sürenin toplamını yansıtıyordu.

Smith’in Ulusların Zenginliği isimli kitabı, dünya tarihinin en önemli gelişmelerinden birinin hemen öncesinde yazılmıştır. Kitabın yazılmasından 13 yıl sonra Fransa’da ihtilal olmuş, Ancien Régime adı verilen rejim ve toplumsal sisteme dair her şey sorgulanır hale gelmiştir. Siyasi ve ekonomik olarak eşitlikçi bir toplum kurulup kurulamayacağına ilişkin tartışmalara, o yıllarda iktisatçılar tarafından iyi bilinen Malthus isimli bir İngiliz iktisatçısı yanıt vermiştir (Malthus, 1992). Malthus’a göre toplumun yoksul kesimlerinin yoksulluktan kurtulma imkânları yoktu. Bunun nedenini fus Artışı Hakkında Araştırma isimli kitabında, tezini desteklediğini düşündüğü tarihsel örneklerle birlikte açıklıyordu. Malthus’a göre yoksul kesimlerin yoksulluğa mahkûm olmalarının nedeni, onların cinsel dürtülerini denetleyememeleriydi. Yoksul kesimlere verilen ekonomik pay arttığında, bu kesim daha çok çocuk yapacaktı. O kadar çok çocuk yapacaktı ki, tarımsal üretim artan nüfusu besleyecek kadar hızlı arttırılamayacak, artan nüfus kısa bir süre içinde bu kesimi de, toplumun geri kalanını da yoksulluğun içine itecekti.

Ancak Malthus’un kitabı, ekonomik eşitliğin mümkün olup olmadığı konusundaki tartışmaları bitirmemiştir. Fransız İhtilali ile hemen hemen aynı zamanlarda etkisini göstermeye başlamış olan sanayi devrimi de, üretimin yapılma biçimini temelinden değiştirmeye başlamıştır. Zamanında tarlalarda ve küçük atölyelerde ne zaman ve ne şekilde çalışacaklarını görece belirleme şansına sahip insanlar, artık madenlerde ve fabrikalarda gündoğumundan günbatımına kadar durmadan çalışıyordu. Sosyalizm adı verilen ideoloji, bu koşullar altında toplumun en aşağısında yer alan bu kesimler için hem ekonomik hem de politik olarak hak talep eden bir ideoloji olarak doğmuştur. İlk sosyalistlerin içinde en ilgi çekici isimlerden birisi Robert Owen’dır (Owen, 1857). İşçilerin daha iyi yaşama koşullarına sahip olması gerektiğini savunan Owen, aynı zamanda kendisine ait fabrikası olan bir sermayedardır. İngiltere’de çalıştırdığı işçilerine iyi koşullar sağlayan bir fabrika ve fabrikanın yanında işçilerin yaşaması için bir kasaba kurmuştur. Sonraları daha ileriye gitmiş ve ABD’de kendisi gibi idealist insanlarla birlikte herkesin eşit bir şekilde yaşayacağı ve üretilen her şeyin eşit bölüşüldüğü ikinci bir kasaba kurmaya çalışmıştır. Ancak bu kasabayı kurmak için bir araya getirdiği insanlar anlaşamamış ve Robert Owen’in bu ikinci projesi başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Marksist iktisadi gelenek, bu siyasi arka planın üzerinde gelişmiştir. Karl Marx, iktisatla bir bilim adamı olarak uğraşmasının yanı sıra, aynı zamanda hem bir filozof, hem aktif siyasi mücadelenin içinde devrimci bir insan hem de bir tarihçidir. Felsefe alanında diyalektik-tarihsel materyalizm adı verilen felsefe geleneğinin kurucusudur. Bu geleneğe göre, toplumun nasıl işleyeceğine ilişkin mekanizmaların ve yapıların bir araya gelmesi ile oluşan bir tür toplumsal sistem vardır (Engels, 1940). Toplumsal sistemler, sistemi yıkma potansiyeline sahip çelişkilere sahiptir. Olağan dönemlerde toplumsal sistemler, bu çelişkilerin kontrolden çıkıp sistemi yıkmasını önleyecek mekanizmalara sahiptir. Ancak bir toplum geliştikçe, eski toplumsal sistem artık o toplumun ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geliyor, toplumsal sistemi yıkma potansiyeline sahip çelişkileri kontrol altında tutmaksa zorlaşıyordu. Ve öyle bir tarihsel döneme ulaşılıyordu ki, çelişkileri kontrol altında tutacak mekanizmalar çalışmıyor ve söz konusu çelişkiler sistemi yok ediyordu. Toplum bu sayede yeni ihtiyaçlarına daha iyi yanıt verecek yeni bir sistem kurabiliyordu.

Marx’a göre sosyalistlerin hedefi, mevcut ekonomik sistemi daha adil ve eşit hale getirmek, işçilerin konumlarını iyileştirmek değildir (Marx, 1967). Bunun yerine sosyalistler, ekonomik ve toplumsal sistemin tamamen işçi sınıfı tarafından yönetildiği yeni bir toplum kurmayı hedeflemelidir. Kapitalist sistemde sermayedarlar işçileri bir araya getiriyor, işçiler bu sayede zamanla ortak çıkarları için mücadele etmeyi öğreniyordu. Yeni ekonomik ve toplumsal sistem için gerekli koşullar bizzat kapitalist sistem tarafından hazırlanıyordu. Marx bu görüşlerini, 1848 yılında yakın arkadaşı Friedrich Engels ile birlikte hazırladığı Komünist Manifesto isimli kitapçıkta ifade etmiştir.

Marx’a göre bir toplumsal sistemin temelinde ekonomik altyapı vardır ve toplumsal sistemin geri kalan boyutları ekonomik temel tarafından koşullanır (Heinrich, 2019). Marx, kapitalist ekonomik sistemi, Grudrisse’de ve başyapıtı Kapital isimli kitabında ayrıntılarıyla işlemiştir. Marx’ın Kapital isimli kitabı kanımca, iktisat alanında yazılmış dört büyük kitaptan birisidir. Kapital, Adam Smith başta olmak üzere daha önceki ekonomistlerden etkilenerek yazılmış olsa da, aslında bu ekonomistlerin temellerini oluşturduğu politik ekonomiye bir eleştiri niteliğindedir. Zaten Kapital’in uzun ismi  Kapital, Politik Ekonomi’nin Eleştirisi”dir.

Tıpkı Adam Smith gibi Marx da ekonomik analizinde, kapitalist toplumdaki metaları (malları) üreten gücün emek olduğunu belirtir (Marx, 2018). Marx’a göre kapitalizmde ürünler, işçiler tarafından üretilmektedir. Ekonomik sistemde sermayedarların işlevi, üretim araçlarıyla işçileri buluşturmak ve işçilerin yaptığı üretimi organize etmektir. Kapitalist toplumda işçileri bir araya getirerek büyük bir ulusal, hatta küresel ekonomik sistemin bileşeni yapabilecek güç sermayedir. Sermaye sahipleri işçilerin ürettikleri ürünün bir kısmına el koyar. Sermayedarların var olabilme koşulu, işçilerin ürettikleri metalarda içerilen artık-değere el koymaktır. Tüm toplumsal zenginlik/servet işçi sınıfı tarafından üretildiği halde, üretilenlerin ve üretim araçlarının mülkiyeti kapitalist sınıftadır. Sermaye ile emek arasındaki bu karşıtlık, kapitalist ekonomik sistemin temel çelişkisidir ve sistemi yıkma potansiyeline sahiptir (Howard, 1988). Marx’a göre kapitalist ekonomik sistemin geri kalan bütün boyutları işçiler ve sermayedarlar arasındaki bu ilişki tarafından şekillenir. Marx’a göre kapitalist sistem içerdiği çelişkiler nedeniyle tarihsel olarak aşılma olanaklarına sahip bir sistemdir. Ona göre kapitalizm sürekli değişen ve kendi kendini dönüştüren bir sistemdir. Bu sistemi anlamak için bu değişimi ve dönüşümü anlamak gerekir. Kapitalizmi sürekli aynı şekilde kalan bir sistem olarak inceleyen bir ekonomistin, bu sistemi tam olarak anlaması ve bilimsel olarak açıklaması mümkün değildir. Aynı zamanda Marx’a göre bütün ekonomik sistemler, toplumun farklı kesimlerinin birbirleri ile kurdukları sınıfsal ilişkileri barındırır. Sınıfsal ilişkileri ve toplumsal sistemin bütünlüğünü kavramadan ekonomik sistemi de tam olarak kavramak mümkün değildir.

Marksist iktisat geleneği hiçbir zaman üniversitelerin iktisat bölümlerinde benimsenen bir iktisat geleneği olmadı. Ancak ortaya çıktıktan sonra, dünyayı şekillendirme konusunda büyük bir rol oynadı. Sosyalistler açısından, iktisat bilimi devrimcidir, çünkü kapitalizmin işleyiş yasalarını açıklamak, bu sistemin yıkılışının olanaklarını da göstermektedir. Birçok sosyal demokrat parti ve sendika da, bu iktisat geleneğinden etkilenmiştir. Dünyadaki insanların üçte birinin dâhil olduğu sosyalist bloğun oluşmasında da, bu iktisat geleneğinin rolü oldu. Marksist geleneğin, hem mevcut iktisat biliminin yapılış şekline hem de içinde yaşadığımız ekonomik ve toplumsal sisteme getirilmiş en etkili eleştiri olduğu açıktır.

19. yüzyılın ikinci yarısında, Marksist olmayan, Marx’ın bakış açısını benimsemeyen iktisatçıların bu geleneğe karşı etkili bir savunma geliştirmeleri kolay değildi (Desai, 2020).  Marksist olmayan iktisatçıların önemli bölümü Adam Smith’in oluşturduğu iktisat geleneğini sürdürüyordu. Bir iktisatçının, Adam Smith gibi üretilen her şeyin emek tarafından üretildiğini, işçiler ile sermayedarlar arasındaki toplumsal işbölümünün kapitalist ekonominin en önemli dinamiği olduğunu kabul ettiğinde, Marx’ın vardığı sonuçlardan farklı bir sonuca varması zordu.

Etkili bir savunma oluşturmak için yepyeni bir iktisat geleneği yaratmak gerekiyordu. Marx’ın Kapital’in birinci cildini yayınlandığı tarihin hemen sonrasında, biri İngiliz, biri Avusturyalı, biri Fransız üç ekonomist tam olarak bunu yaptı (Morgan, 2015). Karl Marx Kapital’in birinci cildini 1867’de yayınlamıştır. 1871’de William Stanley Jewons Politik Ekonomi Teorisi isimli kitabını yayınladı. Aynı yıl Karl Menger tarafından Politik Ekonomi Prensipleri isimli kitap yayınlandı. 1874 ve 1878 yıllarında ise Leon Walras tarafından Saf Politik Ekonominin Temelleri isimli kitap yayınlandı. Jevons, Menger ve Walras günümüz iktisat geleneğinde Marjinalist Devrim olarak bilinen dönüşümün öncüleri olarak görülürler. Bu üç iktisatçıya göre iktisadi sistemde her zaman alınan ve satılan ürünlerin en son biriminin, onu alan veya satan kişilere göre değeri önemlidir. Bu üç iktisatçının geliştirdiği iktisat geleneği, incelediğimiz her hangi bir ekonomik etkenin sonuncu biriminin etkisini “marjinal etki” olarak adlandırır. Örneğin bir fabrikada 100 işçi çalışıyorsa, o iş yerindeki işçilerin ne kadar ücret alacağını anlamak için, o işçilerin tamamının kişi başına ne kadar mal ürettiğine değil, o fabrika 100 işçi yerine 99 işçi çalıştırsaydı üretimin ne kadar azalacağına, yani fabrikada işe alınmış olan son işçinin üretime katkısına bakmak gerekir.

Marjinalist Devrimin öncüsü üç iktisatçının ardından, bu konuda en etkili çalışma Alfred Marshall ismindeki İngiliz iktisatçı tarafından yapılmıştır (Morgan, 2015). Alfred Marshall’ın 1890’da yayınladığı Ekonominin Prensipleri isimli kitap bugün iktisat bölümlerinde okutulan iki temel iktisat dersinden birisi olan mikroiktisadın temelini oluşturur. Marshall aynı zamanda Politik Ekonomi isimli biliminin başındaki “Politik” kelimesini kullanmayı bırakmış ve Ekonomi bilimine bugünkü ismini vermiştir. Marjinalist Devrim’in üç öncü iktisatçısının ve Marshall’ın oluşturduğu yeni gelenek, Neoklasik iktisat geleneği olarak bilinmektedir. Onların öncesinde yaygın olan Adam Smith’in öncülük ettiği gelenek ise, bugün Klasik İktisat olarak bilinmektedir. İlginç bir şekilde Adam Smith’in oluşturduğu bu geleneğe/Politik Ekonomi’ye karşı eleştiriler getirmiş olan, bu geleneğin ötesine geçip yeni bir iktisat geleneği geliştiren Marx da, bugün birçok iktisatçı tarafından Klasik İktisat geleneğine dâhil edilmektedir. Marx’ın geliştirdiği iktisat geleneği, politik ekonomi ya da ekonomi politik olarak bilinmektedir.

Marjinalist devrim sonrasında ortaya çıkan Neoklasik iktisat geleneğine göre, kapitalist ekonomik sistemin içinde bireylerin işçi mi yoksa sermayedar mı olduklarının önemi yoktur (Lee, 2010). Neoklasik iktisada göre, toplumsal ilişkiler ve toplumsal yapı, ekonomik sistemin hiçbir müdahale olmadan serbestçe işlemesine engel olmadığı sürece çok önemli değildir. Bu ekole göre, ekonomik sisteme her birey bir alıcı veya bir satıcı olarak katılır. Diğer tüm roller bu alıcı ve satıcı rollerinin uzantısıdır. Bir işçi fabrika ile çalışma sözleşmesi imzaladığında, emeğini fabrikaya satar, dolasıyla bir fabrikada çalışan işçiler, fabrika sahibine emeklerini satan satıcılardır. Fabrikada işçi olarak oynadıkları rol bu satıcı rolünün uzantısıdır.

Neoklasik iktisat geleneği, Adam Smith’i iktisat biliminin öncüsü olarak kabul eden bir gelenektir (Buchanan, 2008). Neoklasik iktisat geleneğine göre, Adam Smith, ekonomi bilimine en büyük katkısını, kapitalist sistemde her hangi bir müdahale olmadan fiyatların bir denge düzeyine geldiğini göstererek yapmıştır. Fiyatların geldiği denge düzeyinde, alınıp satılan tüm ürünlerin fiyatı, onları kullanmak isteyen insanların o ürünlere verdikleri değeri yansıtır. Kapitalist sistemde, daha çok para kazanmak isteyen satıcıların yapması gereken, sattıkları şeyi daha çok işe yarayan bir hale getirmektir. Bunu yapabilen satıcılar kazanır, yapamayanlar kaybeder.

Neoklasik iktisat geleneği, kapitalist sistemin sağlıklı işlemesini sağlayacak koşullar sağlandığı sürece, bu sistem her zaman etkili sonuçlar üretme potansiyeline sahip olduğunu savunur (Zafirovski, 2019). O nedenle kapitalist sistemin en azından temel işleyişini anlamak için, bu sistemin tarihsel bir süreç boyunca nasıl değiştiğini anlamaya da gerek yoktur. 1980’lerde yayınlanan Taş Devri ve Jetgiller çizgi filmlerinde canlandırılan iki dünyada da, hikâyenin arka planında yer alan toplumsal sistem, günümüz kapitalist dünyasının anakronik birer kopyasıdır. Bu iki çizgi filmin bu boyutlarıyla Neoklasik iktisadın bakış açısını karikatürize ederek yansıttığı söylenebilir.

Neoklasik iktisat, iktisat bilimini bambaşka bir temele oturtan yeni iktisat geleneği sayesinde Marksizm’in iktisat alanında oluşturduğu devrimci geleneğe karşı etkili sayılabilecek bir savunma geliştirmeyi başardı. Fakat buna karşılıkgerek ekonomik sistemin tarihsel gelişimini gerekse toplumsal yapının iktisadi sisteme etkisini göz ardı etmesi nedeniyle günümüz iktisatçılarının, yaşadığımız dünyadaki iktisadi sistemi anlama kabiliyetlerini büyük ölçüde azalttı.

Günümüzde Marksist ve Neoklasik iktisat gelenekleri, kapitalizmi anlamak için kavranması zorunlu olan, hala iktisat biliminin en etkili iki temel geleneğidir. İleriki yazılarımda bu iki geleneğin, günümüzün ekonomik sistemine bakış açılarını karşılaştırmaya devam edeceğim. Bir sonraki yazımda işleyeceğim konu, bu iki iktisat geleneğinin satılan ve alınan ürünlerin değerini neyin belirlediği sorusuna verdikleri yanıt üzerine olacak.

Gelecek yazının konusu şu şekilde de ifade edilebilir: Elmas neden değerlidir? Neden elmas satıldığında, bir şişe suyun satılmasıyla kazanılabilecek paradan çok daha fazlası elde edilir? Satın aldığımız ve satılan ürünlerin değeri nereden gelir? Üretimden mi? Yoksa tüketimden mi?..

Referanslar:

-   Buchanan, J. M. (2008). Let us understand adam smith. Journal of the History of Economic Thought, 30(1), 21-28.

-   Desai, R. (2020). Marx’s critical political economy,‘Marxist economics’ and actually occurring revolutions against capitalism. Third World Quarterly, 41(8), 1353-1370.

-   Engels, F. (1940). On historical materialism. International Publishers Company, New York.

-   Heinrich, M. (2019). Karl Marx and the birth of modern society: The life of Marx and the development of his work. Monthly Review Press.

-   Howard, M. E., Howard, M. C., & King, J. E. (1988). The political economy of Marx. NYU Press.

-   Lee, F. S. (2010). A heterodox teaching of neoclassical microeconomic theory. International Journal of Pluralism and Economics Education, 1(3), 203-235.

-   Owen, R. (1857). The Life of Robert Owen Written by Himself: With Selections from His Writings and Correspondence (Vol. 1). Effingham Wilson.

-   Malthus, T. R., Winch, D., & James, P. (1992). Malthus:'An Essay on the Principle of Population'. Cambridge University Press.

-   Marx, K. (2018). Capital volume 1. Lulu. com.

-   Marx, K., & Engels, F. (1967). The communist manifesto. 1848. Trans. Samuel Moore. London: Penguin, 15.

-   Morgan, J. (2015). What is Neoclassical Economics?. Taylor & Francis.

-   Priestley, F. E. L. (1987). Newton and the Apple. Journal of the Royal Astronomical Society of Canada, 81, 185.

- Smith, Adam. The wealth of nations [1776]. Vol. 11937. na, 1937.

- Zafirovski, M. (2019). The dark side of capitalismin orthodox economics?, The European Journal of the History of Economic Thought, 26(5), 827-878.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.