Ercan Arslan
Göbeklitepe’yi yapanların bu bölgeyi
seçmelerinin nedeni, buranın klanların birlikte avlandıkları bir bölge olması
olabilir. Bu bölgede hayvanlar henüz evcilleştirilmemiştir. Hayvan sürülerinin
denetim altına alınmaya başlandığı bir bölge olabilir. Günümüzde buna benzer
bir örneği, kuzey kutup dairesine yakın yerlerdeki insanların Ren geyiklerini, doğal
ortamlarına bırakıp bir yandan da takip etmeleri oluşturur.
Fırat ve Dicle havzası, Nil deltasına
benzetilebilir. Nil nehri güneyden Afrika’dan doğar. Nübye denilen üst bölge ve
çevresi doğal habitatın uygunluğu yönünden canlıların yaşaması açısından daha
verimlidir, aşağıya Mısır’a doğru gidildikçe ortam çölleşmeye başlar. Sadece
Nil nehri kenarları canlıların yaşaması için elverişlidir. Bu bölgede insanlar
yerleşikliğe geçmeden önce, Nil deltasının üst bölgelerinde Nübye denilen yerde
yoğunlaşmış olmalıdırlar. Burayı insanlar yukarı Nübye ve aşağı Nübye olarak
ikiye ayırmışlardır. Yerleşikliğe geçişle birlikte daha aşağı bölgelere
gelmişler ve burayı da yukarı Mısır ve aşağı Mısır olarak ikiye ayırmışlardır.
Mısırlılar bu süreci yaşam ve ölüme benzetmişler; verimli alüvyonlu topraklara
Kemet (kara toprak), çöl olan bölgeye de Deşret (kızıl toprak) demişlerdir. Mısır
kozmogonisinde Nil nehri (Nun) yaşamın kaynağıdır. Atum, taşkın suların
çekildikten sonraki toprak parçası ve şahin Horus ise o toprakta yetişen kamışa
konan gökten yere inen tanrıdır. Kozmogoni, insanlar neyle geçiniyorlarsa, yaşamalarını
ne sağlıyorsa, ona göre şekillenmiştir.
Fırat ve Dicle havzası dediğimiz
bölgede insanlar genellikle su kenarlarında yerleşim yerleri kurmuşlar,
hayvanları yavaş yavaş evcilleştirmişler ve bunları besleyebilmek için de
tohumu ıslah etmeye başlamışlardır. Tohumu ıslah ederken de en dayanıklı buğday
tanelerini bitkinin evrimi neticesinde seçmişlerdir. Yabani bitki doğal
ortamında genelde tohumlarını erkenden döker, bitkinin sapında ancak birkaç
tanesi kalır. Bu erken dökülenlerin de çok azı tekrar yetişebilir; karıncalar
vb. canlılar onları uzaklaştırabilir/tüketebilir. Doğada canlılar evrim
geçirirler ve yavru sayısını arttırırlar; buğday ve arpa gibi bitkiler de böylesi
bir evrim geçirmiştir. İnsanlar geç düşen buğdayları toplayarak, doğal evrimi
geliştirmişler ve buğdayı daha dayanıklı bir konuma getirmişlerdir.
Fırat ve Dicle havzası doğal bir av
sahasıdır. Kuzey Mezopotamya’daki “bereketli hilal” dediğimiz bölge, yabani
bitkilerin ve hayvan sürülerinin yoğunlaştığı bir yerdir. Nehirlerin üst
bölgesi hayvanların geçişine müsaittir. Nehirlerin aşağısına doğru inildikçe
hayvanların nehirlerden geçişi zorlaşır ve insanlar için bu hayvanları
avlayabilecekleri ve kontrol altına alabilecekleri doğal bir kapan ortamı
oluşur. Bu yüzden de hayvan sürüleri genelde kuzey Mezopotamya kısmında ve
nehir kenarlarına yakın yerlerde yoğunlaşır. İşte bu dönemdeki insanlar bunu
öğrendikleri için üst kısımlarda av sahaları oluşturmuşlar ve hayvan sürülerini
yönlendirmeye çalışmışlardır. Hayvan sürüleri su ihtiyacını gidermek için su kenarlarına
gelmek zorundadır. İnsanlar da bunu öğrendiklerinden hayvanları avlayabilmek
için ve kendilerinin su ihtiyaçlarını gidermek için, su kenarlarına yakın
yerlerde konuşlanmışlardır. İklim şartları da her zaman uygun değildir, dönem
dönem kıtlıklar meydana gelmektedir. Verimsiz iklim şartları doğal bitki
örtüsünü etkiler. Bitki örtüsünün azalması da doğal olarak bununla beslenen
canlıları etkiler. Bu sebeplerin birikmesi neticesinde, insanlar doğal şartları
kendi iradi çabalarıyla değiştirme yoluna gitmişlerdir. İlk başlarda hayvanları
avlayabilmek için su kenarlarında yoğunlaşmışlar ve zamanla hayvanları buraya çekmek
ve kendilerini de besleyebilmek için su kenarlarına yakın yerlere yabani
bitkileri ekmeye başlamış olabilirler. İnsanlar bu dönemde doğayı kopya ederek,
onu kendi ihtiyaçları doğrultusunda değiştirerek yerleşikliğe geçmiştir. Kuvvetle
muhtemeldir ki, ilk yerleşikliğe başladıkları yerler, çekirdek bölge diyebileceğimiz
Fırat havzası ve nehir kenarlarıdır. Göbeklitepe’nin olduğu bölgeyse hayvanların
ve bitkilerin doğal ortamıydı. Bu yüzden burası, hayvan sürülerinin takip
edildiği ve kontrol altına alınmaya çalışıldığı bölgedir. Gruplar bu bölgede
ortak faaliyet yürütmüşlerdir. Buradakiler genelde kabilelerin avcı olan
gruplarıdır. Kabileler bu bölgeyi ortak kullanmışlar ve birlikte hareket
etmişler, hayvanları paylaşmışlar ve Göbeklitepe gibi yerleri birlikte
yapmışlardır. Göbeklitepe’deki taşlardaki hayvan figürlerinin değişik olması
bunun kanıtıdır; farklı totem hayvanları, farklı kabileleri temsil ediyor
olabilir. Burasının ortak kullanım alanı olması, aralarında rekabetin
oluşmaması ve dokunulmazlığın sağlanması için bir kutsiyet atfedilmiş olabilir (Zigguratlardaki
vb. yerlerdeki ürünlerin depolanması buna benzetilebilir). Asıl kabilelerin
yerleşim yerleri aşağı kısımlardadır; Harran ovası, Fırat deltası ve su kenarlarına
yakın olan yerlerde, köy yerleşimleri şeklindedir. Bunlar, Göbeklitepe’deki
gibi yuvarlak planlıdır, zamanla yerleşiklik sabitleştikçe kare planlı yapılara
dönüşmüştür. Jehr El Ahmar, Fırat nehri kenarındaki köy yerleşkesidir ve M.Ö.
9600 yıllarına tarihlenmiştir; Göbeklitepe’yle aralarında 400 sene bulunmaktadır.
Kanımca bu bölgede, Göbeklitepe’yle benzer zamanlara tarihlenebilecek yakın
yerleşim yerleri olabilir. Bu yerleşim yerleri, nehir kenarına yakın olması ve
taşkınlar sebebiyle yok olmuş da olabilir.
M.Ö. 8000’lerde Göbeklitepe aniden
terk edilmiştir. Bunun sebebi iklimsel değişiklikler, buzulların biraz daha iç
bölgelere çekilmesi olabilir. Göbeklitepe’nin kullanıldığı dönemde buzullar
burayı su yönünden beslemekteydi ve nehirlerdeki akıntılar sonraki dönemlerdeki
kadar yıkıcı etkiye sahip değildi. Buzlardan gelen su, yağmur suyu gibi sert
akmaz, toprağı yavaş yavaş besler, erozyona daha az sebebiyet verir. Tufan
söylenceleri de bu süreçten sonra oluşmaya başlamış olabilir. Bu yüzden
insanlar bu bölgeyi terk etmişler, bir kısmı Anadolu’nun iç bölgelerine, bir
kısmı da tarımın uygun olduğu Fırat ve Dicle arasına göç etmiştir. Göçün sebebi,
ekilen yerlerin verimsizleşmesi (toprağın mineral yönden zengin yapısı,
ürünlerin toplanması, yeniden toprağa karışmasının engellenmesi yüzünden
zamanla verimsiz hale gelir) ve toprakların zamanla akıntıyla, erozyonla, nehirlerin
aşağı kısımlarında alüvyonlu bölgeler oluşturmasıdır. Bu sebeplerden dolayı
insanlar ilk önce Fırat havzasına yakın çekirdek bölgede yerleşikliğe geçmeye
başlamış, bu bölgenin zamanla verimsizleşmesi ve iklimsel koşulların değişmesi
yüzünden Fırat ve Dicle nehrinin birleştiği alüvyonlu bölgede yoğunlaşmıştır.
Daha önceden Sümerlilerin yaşadığı
bölge verimsizdi; buranın verimli hale gelmesi, alüvyonlu toprakların Kuzey
Mezopotamya’dan buraya ırmaklar sayesinde taşınmasıyla gerçekleşmiştir. Böylece
verimsiz yerler verimli hale gelir, biri ölürken diğeri yaşamaya başlar, tufan
burayı yıkar ve yaşamı yeniden yaratır. Sümer medeniyeti ve burada gelişen diğer
medeniyetler ile mitolojileri, bu gelişmenin bir sonucudur. Gılgameş destanı, doğanın
dönüştürülmesinin ve yabanıl hayatın insanların ihtiyaçları için
kullanılmasının bir tasviridir. Destanda Gılgameş, ilkönce Uruk şehri
tarafından kendilerini yönetmesi için seçilmiştir, sonra bu süreç Gılgameşin
arkadaşı Enkidu için geçerlidir; o da doğal ortamdan devşirilmiştir. Destanın
ileriki aşamalarında ise Gılgameş ve Enkidu’nun birlikte, ormanların koruyucusu
Humbaba’yı (yabani hayatın temsilcisi, Toprak Ana’nın yardımcısıdır)
öldürmeleri ve sedir ağaçlarının yerleşim yeri için (doğanın dönüştürülmesi)
kullanılması anlatılır. Bu yabanıl yaşamdan yerleşik yaşama geçişin bir
sembolüdür; yabanıl yaşamı toprak ana doğurur, insan bu süreçte doğaya daha çok
bağımlıdır, yiyebileceği kadar avlanır, anaerkil bir yapıdadır. Aletlerin
çeşitlenmesi, erkeğin üretimde baskın hale gelmesi ve yerleşikliğe geçişle
birlikte tarımda sabanın kullanılması gibi özellikler ataerkil yapıyı baskın
hale getirmiştir. Destanda ormanların koruyucusu Humbaba’nın öldürülmesi,
kentsel dönüşümü simgelemektedir. Bu yaşamın döngüsüdür ve karşıtlık
hâkimdir; yaşam ve ölüm iç içe geçer. Mısırlılar’da, yaşamın kaynağı Nil
nehridir. Güneyden toprak anadan doğar, yaşamı getirir, yaşamı getirirken de
bir şeylerin ölmesi gerekir, taşkınlar olur, alüvyonlu verimli topraklar,
kuzeye taşınır, düzensizlik, düzene döner. Bu süreç Mezopotamya’da yaşayan
insanlar için de benzerdir. Fırat ve Dicle nehirlerinin doğduğu yer olan Kuzey
Mezopotamya, yaşamın kaynağıdır, toprak anayı temsil eder, yaşamı doğurur, aynı
zamanda yok eder, bütün canlılar toprak anadan doğar, tekrar toprak anaya döner
(bitkilerin baharda yeşermesi, sonbaharda ölmesi). Mezopotamya mitolojisinde
İnanna toprak anayı, Temmuz (Dumuzi) ise onu dölleyen, onu dönüştüren olarak
temsil edilir. Gılgameş, Enkidu ve Humbaba, Temmuzla simgelenir, bunları toprak
ana doğurur.
Dolayısıyla Göbeklitepe ve Karahantepe
gibi yerlerin bulunduğu bölge, yaşamın doğduğu ana toprak olarak kabul
edilebilir ve hamile bir kadına, nehirler de doğumdan önceki su boşalmasına
benzetilebilir. Bereket kültüyle simgelenmiş ve üzeri toprakla örtülmüştür. Dikili
taşlar kabile üyelerini temsil ediyor olabilir. İnsanları toprak ana
doğuruyorsa, ölümle birlikte tekrar yeniden doğması için üzeri toprakla
örtülmüştür diye yorumlanabilir. Canlılar, bitkiler ve yaşamı besleyen su, bu
yerden doğmuştur. Yaşamı getiren ölümü de getirir. M.Ö. 8000’lerde terk
edilmesinin sebebi, ikliminin bozulmaya başlaması ve buraların verimli
topraklarının nehirlerle alt bölgelere taşınması, yaşamın alüvyonlu topraklarda
yeniden doğması olarak yorumlanabilir. Asıl kaynak, yaşamın doğduğu, suların
geldiği yerdir; bu yüzden kutsallaştırılır.
Yararlanılan
kaynaklar:
1.
Eski Mısır, Toby Wilkinson, Say Yayınları
2.
Aktüel Arkeoloji Dergisi, Sayı: 69, Haziran 2019-Uygarlığı Yaratanlar
Güzel ve cesaretli bir deneme yazısı. Tarihleme eksikliği anlatıları doğrulama ya da yanlışlama fırsatı vermediği için eleştiri yapmak zor benim için. Son sözüm ''çoğu otoritenin' tapınak dediği Göbeklitepe'ye farlı bir bakış açısıyla yaklaşmanız cesaretli bir davranış...
YanıtlaSilGereksiz tekrarlar çok, bir çok doğru bilgiye rağmen konunun asıl sorunu olan Göbekli Tepede taşlara çizilen hayvanlar hakkında eksik bilgi var. O taşlar üzerindeki hayvanlar daha çok o bölgede yaşıyan hayvanlardır. O alan ölülerin O hayvanlar tarafında yenilmesine ortam hazırladıklarını gösterir. O hayvanlar ölüleri yiyerek onların ruhlarını tanısında amacını taşır daha çok. Bir çeşit reankrasyon gibi.
YanıtlaSilBu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
SilBu makale belirli bir konuyu anlatmak için yazılmış ve genel bilgileri içerir; her şeyi ayrıntılı anlatması beklenemez. Tasvirler sizin söylediğiniz gibi reankarnasyonu ve ölülerin etlerinin yenmesini kanıtlamaz. Akbaba ve yırtıcı kuşların yer alması yersel olanla göksel olanın yer değiştirmesi ve ruh göçü ,öte aleme geçiş içindir. Bu özellik çatalhöyükte ve günümüzde Nepalde de vardır. Buradaki amaç insanlar öldükten sonra ruhları öbür dünyaya gitsin diye etleri kemiklerinden ayrılıp göksel olan dünyanın temsilcisi akbabalar yesin diye yüksekçe bir yere konulmaktaydı. B u reankarnasyon değil öbür dünya göçünde insanlara yardımcı bir unsurdur. Ayrıca sırtında leopar taşıyan insan heykeli Şanlıurfa Karahantepe’de Prof.Dr. Necmi Karul başkanlığında yapılan kazılarda açığa çıkarılmıştır.Yaklaşık tarih M.Ö. 9400-9200’dür. Bu heykelin yapılış amacı leoparın vahşi yaşamı temsil etmesi, besin zincirinin tepesinde yer alması , evcilleştirilememesi, onun özenilen bir vahşi hayvan olarak kabul edilmesini sağlamış olabilir, leopar gece avlanır, gözleri insandan 6 kat fazla görür, gece avlanması ve değişik hırıltılı ses çıkarması sebebiyle ölüler alemine, mistik aleme geçişte yardımcı olabileceği , ölümün bir son olmadığı , ölümle birlikte yaşamın yeniden başladığı, leoparın öldürdüğü hayvanların, leoparda yaşadığı ruhlarının ona geçtiği böylece yaşamın yeniden doğduğuna inanıldığı bir süreç olabilir, leoparın usta avcı olması sebebiyle insanında öyle özellikler göstermesi istenir; bu sebepten de leopar adam betimlenmesi yapılmış olabilir, böylece leoparın özellikleri insana da geçer, artık insanın öldürdüğü hayvanların ruhları insanda hayat bulur, vahşi yaşam ,bu dönüşümle yeniden yaratılır. Ölüm bir son değildir, ölümle birlikte yaşam yeniden yaratılır, bu ölümü de gerçekleştiren artık leoparla özdeşleşen insandır. Burada yaşayan insanlar Leopar klanına ait veya en güçlü leopar klanının önderliğinde olan kabileler birleşkesi olabilir, böyle bir yapıyı klanların gerçekleştirmesi zordur, daha örgütlü komplike bir insan grubunun yapmış olması daha muhtemeldir. Bu leopar adam betimlemesi , daha sonra Çatalhöyükte karşımıza çıkar. Güney Amerika’daki Maya ve Aztek uygarlıklarında da jaguar adam olarak görülür.
SilErcan Arslan
Makale her ne kadar "besin popülasyonu" açısından "sosyal popülatif" bir yaklaşım geliştirse de, popülatif-besin türlerini "popülatif emek türlerinin birleşik diyalektiğinin süreclerini" ve bunun toplumsal sistemlerle baginı "karmasik" sunuyor. Yani insan toplumunun ilk emek bicimi olan toplayici emek ile ikinci emek bicimi olan avci emek arasindaki diyalektik bağ tam anlamiyla kurulamıyor. Dolayısıyla emekolojik-diyalektigi acıdan makalenin her satiri eleştiriye tabi tutulabilir. Göbeklitepe toplayici emek topmundan ayri olarak avci-emek toplumuna ait bir döneme tekabül etmektedir. Emek türlerindeki temsiliyetizm türü ve buna ilişkin inanç sistemi de bu emek türüne bağlı olarak geliştiğini varsaydigimizda " cok amacli bir tapinaga " da benzetile biliniyor. Morganci burjuva tarih yanilsamasi barbarlık donemi diye gördugü "avci-toplayici" toplum diye betimledigi bu donem hakkındaki yanılsamaları bu gün bile bu makalede bile görülebiliyor. Hee ne kadar morgoncu görüşten kopsa da makale, sosyal-morgonculuktan kurtulamıyor.
YanıtlaSilArkadaş insanların anlayabileceği bir cümle kurmak istemiyor ; yeni kavramlar geliştirerek olduğundan farklı bir düşünceyi savunuyormuş gibi görünüyor. İnsan toplumunun ilk emek biçiminin toplayıcı emek ve sonra avcı emek olduğunu kendi fikir dünyasından çıkarmış , bu tartışılır, insan 2 milyon yıla yakın bir süre avcı ve toplayıcı olarak faaliyet yürütmüştür , koşullara göre bazen toplayıcılık yapmış çoğu zaman da avcı olarak faaliyet yürütmüştür, insan genelde ilk zamanlarda genelde etçil bir konumdaydı , bunu kör bağırsağın evrimi sayesinde öğreniyoruz. Ayrıca bu dönemlerde insanlar vahşi yaşam koşulları sebebiyle sürekli bir hareket halindeydiler . bu hareket insanların protein yönünden eksra bir enerjiye ihtiyacını döğurmuştur. Bu enerjiyi genelde hayvansal gıdalar sağlayabilir. Bu yüzden ilk emek biçiminin avcılık olması daha doğrudur.
SilEmekolojik ve temsiliyetizm tespitleri de Marksizme uzak ütopik anarşist ve ekolojist tespitlerdir. Ayakları yere basmıyor.
Morgoncu ve Engels’ci görüşten de kopmuyorum ,koşullara göre bunun her yere uygulanamayacağını belirtmek istiyorum , koşullar her yerde aynı değildir, bazen toplumsal norm kurumları üretim ilişkiileri uygun olmadığında belirginleşir. Bazen de üretim ilişkileri toplumsal norm kurumlarını şekillendirir ve onu değişikliğe uğratır. Bu yapılar durağan değildir, karşılıklı birbirlerini etkilerler. Marksizm determinist bir yapıda değildir. Nesnel koşullar temel olmak koşuluyla üst yapı kurumları belirginleşir,zamanla da üst yapı kurumları da nesnel durumlara etki ederek yapının değişmesine sebebiyet verir.
Gens kurumları katı yapısını izole ortamlarda ve dışardan gelebilecek bir tehdit olmadığı sürece sürdürür; Amerika yerlilerinde görülen gensin katı yapısı bu yüzden belirgindir. Bu kaybolduğunda gens kurumu değişikliğe uğrar ve üretim süreci daha belirgin hale gelir.
Ercan Arslan
Yılmaz mira kulak
YanıtlaSilTarih yazıyla başlar biliyorsunuz. Göbeklitepe tarih öncesine ait bir yerleşkedir. Antropologların görüşleri, yazılı belgeler olmadığı için, tahminden öte kesin bilgiye gitmez. Ancak, hep tarih öncesini inceledikleri için, tahminleri daha akla yatkın olabilir.
YanıtlaSilErcan Aslan'ın kullandığı dil de kesinlik içemiyor, "olabilir" diyor. Evet, kesin bilgi değil, farklı bir tahmin, dikkate değer.