13 Temmuz 2013 Cumartesi

[Doğu-Batı Dergisinin Karl Marx Sayısı Üzerine - I - Mahmut Boyuneğmez]

Konu: Doğu Batı dergisinin 55. sayısında yer alan "Karl Marx" dosyasındaki bazı yazılar eleştirilmektedir.


Elime yeni geçti. Doğu-Batı adlı derginin 55. sayısı, Karl Marx’ı konu edinmiş. Bilmeyenler için belirtelim, bu derginin yazı kurulunda; Halil İnalcık, E. Fuat Keyman, Mehmet Ali Kılıçbay, Etyen Mahçupyan, Şerif Mardin gibi isimler var. Bu zat-ı muhteremler gönderilen Karl Marx’la bir şekilde ilişkili yazıların yayınlanıp yayınlanmamasına karar vermiş. Pek ala. Kendi tasarruflarıdır. Fakat bu adamların yayınlanmasına karar verdikleri yazılar, Marksistler tarafından elbette eleştirilecek. Çünkü bu topraklarda Marksist bir damar var! Öyleyse başlayalım.

 Nur Betül Çelik-Marx’ın Ontolojisi ve Siyasal Öznelik Sorunu Üzerine

“Marx’ın Ontolojisi ve Siyasal Öznelik Sorunu”; ilkyazının başlığı budur. Yazarı Nur Betül Çelik’tir. Başlıkta kullanılan kavramların çiğliği ve bunları kullanma cüreti, yazının içeriği hakkında ipucu veriyor olmalı. İçerik mi?.. “Türsel varlık olarak insan”, “üretken varlık olarak insan” ve “öznenin pratik öz-faaliyeti olarak varlık” alt başlıklar halinde incelendikten sonra, bu ontolojinin siyasal faaliyetle bağına vurgu yapılarak, asıl amaca geçilir. Bakın bu Sümela Manastırı, fotoğraflar çekilir ve yola devam edilir; işte bu da Ayder yaylası, orada bir gece konakladıktan sonra… Sonra asıl amaca geçilir ve gezi bedelleri tahsil edilir. Çelik’in bu yazısı Marx’ın daha çok gençlik yıllarında yazdıklarını kullanarak, bir araba dolusu lafı bir araya getirmekten ibaret. Fakat amaçlanan şu:

“Burada sorunumuz, kapitalizmin yerinden edici sonuçlarına bağlı olarak, Marx’ın devrimci öznesi proletaryanın geçerli bir toplumsal karşılığının olmayışıdır. Siyasetin aktif öznesinin yeri bugün boştur. Burada kuramın başarısızlığı açıktır: siyasal öznelik meselesi, Marx’ın ontolojik proletarya kategorisiyle bir açmaza sürüklenmiştir. Dolayısıyla bu yazıda öncelikle Karl Marx’ın felsefesinin ontolojik unsurunun ne olduğu açığa çıkarılacaktır.” (s. 12)

Neden mi bu “sorun” kafaya takılmış?.. İşte cevabı:

“Bu yazı Critchley’in ‘hakiki demokrasi’ arayışından esinlenerek yazıldı ve Marx’ın yeni siyasal öznelikler hakkında düşünmenin zorunlu bir uğrağı olduğunu kabul ederek, farklı siyasal olanaklar üzerinde düşünmeye Marx’ın ontolojisinden başlamayı hedefledi.” (s. 12)

İşte Çelik, bu anti-marksist bakışı okura kabul ettirmek için, Marx’ın eserlerinden, daha çok gençlik döneminde yazdığı eserlerden alıntılar yapıyor. Yazının içeriği budur. Bu içerikle, ulaşmak istediği sonuç arasındaysa anlamlı hiçbir bağ yok. “Elveda proletarya” türünde bir ideolojik kodlamaya varmak için “türsel varlık”, “praksis”, “üretim” ve “insan” kavramlarının kullanılmasına ne denir?.. “Elveda proletarya” demek için, bu kavramlar üzerinde duranın aslında akıl sağlığından şüphe etmek gerekir.

Fakat akademinin bu uçukluğu hiç de “akılsızlığın” ürünü değildir. Yazılanlar yetmiş demek ki; Chantal Mouffe, Andre Gorz vd, envayi çeşit post-modernist ve post-marksist… Bu yazarların görüşlerine hala itibar edilebiliyor belki de. Türkiye solunun ve işçi sınıfı hareketinin zayıflığı, akademideki bu ideolojik bakışa kan veriyor, onun meşru olabilmesine imkân tanıyor. TEKEL işçilerinin mücadelesi, Mağrip ve Ortadoğu’da emekçilerin hareketlenmesi, Avrupa ülkelerinde işçi sınıfının grevler ve büyük gösteriler düzenlemesi, evet bunların hiç biri akademinin ilgi alanına girmiyor.

Çelik şöyle buyuruyor:

“Marksizm eleştirilerinde sıklıkla vurgulandığı gibi, proletaryanın artık gerçek bir sosyolojik kategori olarak kabulü güçtür ve proleter sınıf, radikal, ‘hakiki demokrasi’ etrafında şekillenmiş bir siyasetin öznesi olabilme potansiyelini yitirmiş bir kategori olarak görülmektedir. Buna ek olarak, Marx’ın özgürleştirici siyasal etkinliği verili evrensel bir öze ve evrensel rasyonel yasalara dayandıran ontolojisinin toplumsal ilişkilerin antagonistik doğasını kavramaktan ve özgül siyasal mücadelelerin siyasal öznesini tanımlamaktan uzak olduğu ifade edilebilir.” (s. 30-1)

Ve hemen ardından dengeleyici bir-iki cümle: “Bununla birlikte, Marx’ın siyasal projesinin günümüzün siyasal kuramı için hala bir esin kaynağı olduğunu da belirtmek gerekir (…) Sonuç olarak Marx, önerdiği gibi proletarya özgürleştirici, devrimci gerçek siyasal özne olsun olmasın, siyasal öznelik sorunu üzerinde kuramlaştırma çabalarının zorunlu uğrağı olmaya devam etmektedir.” (s. 31)

Bu yazılanlar Marx’a ve Marksizm’e dönük bir çarpıtmadır. “Evrensel öz”, “evrensel rasyonel yasalar”dan dem vuran kim?.. Kesinlikle Marx değil! Marksistler de… “Toplumsal ilişkilerin antagonistik doğasını kavramaktan” kim uzak?.. Marksizm’in bu kavrayışa sahip olduğunu, azıcık okuyan herkes biliyor! Ve “siyasal öznelik sorunu üzerinde kuramlaştırma çabaları”nı sürdüren kim; tuzu kuru akademisyenler, öyle mi?.. Bunlara inanalım mı?.. Post-modernistlerin, post-marksistlerin vs. yazdıklarını “kuram” olarak değerlendirmeye almak yerine, sosyalistlerin/Marksistlerin geçmişten bugüne, yazdıklarını ve çabalarını biraz olsun görsek. Yahut hiç değilse, çevrecilerin, küreselleşme karşıtı hareketlerin, feministlerin, yani bu “alternatif” siyasal öznelerin hareketlerini örneğin, somut gelişimleri üzerinden incelesek ve bu incelemelerden çıkarsama yapsak; bakın bunun bile bir değeri var. Yavan ideolojik kodlamaları olduğu gibi benimsemek, bilimsel şüpheciliğe uygun mudur?..

Nur Betül Çelik’i daha önce de eleştirmiştim. İdeolojiler üzerine yazdığı bir kitapta (İdeolojinin Soykütüğü 1: Marx ve İdeoloji), Marx’ın eskatolojik bir yaklaşıma sahip olduğunu öne sürüyordu (Bkz; Mahmut Boyuneğmez, “İdeolojiler Üzerine”). Akademi, Marx’ın yazılarını yorumlama hakkına sahiptir, elbette. Fakat bizim de, bu yorumların “çarpık” olduğunu belirtme hakkımız var. Kişilere dönük en ufak bir husumet beslemiyorum. Fakat Marx’ın düşüncelerinin ve Marksizm’in, akademinin “kuramsal” sofrasında meze olarak kullanılmasına seyirci kalmayacağımın bilinmesini istiyorum.

Önder Kulak-Karl Marx’ta Yabancılaşma, Meta Fetişizmi ve Şeyleşme Kavramları Üzerine

İkinci makale, Önder Kulak’a ait ve başlığı şöyle: Karl Marx’ta Yabancılaşma, Meta Fetişizmi ve Şeyleşme Kavramları. Konusunu açımlamada başarısız olmayan bu makale, benim geçmişte ve halen ilgilendiğim bir konuya da değiniyor: İdeolojilerin oluşumu. Sussex Üniversitesinde Tarih, Sanat tarihi ve Felsefe Okulu’nda felsefe bölümünde çalışmalarını sürdürdüğü belirtilen yazar, makalesine 34 adet kaynak göstermiş olsa da, benim “naçizane” çalışmam olan “İdeolojiler Üzerine”ye referans vermediği gözleniyor. Oysa MAR’ı takip etmiş olsaydı, düşüncelerini geliştirmede belki yararı olabilirdi. Fakat bu önemli değil. Türkiye’de ve dünya’da birbirinden habersizce yapılan o kadar çalışma var ki… Sadede gelelim (in medias res).

Kulak, Marx’ın yabancılaşma kavramını iki farklı sözcükle kullandığını belirterek, bir zihinsel açıklık sağlıyor. Entäusserung, dışsallaşma/dışsallaştırma (externalization); entfremdung, ayrışma/ayrıştırma (seperation ya da estrangement) anlamlarına gönderme yapıyor. Dışsallaşma, emekçinin yeteneklerini, gücünü, bilgi ve becerisini nesnel gerçeklik üzerinde somutlaştırması olarak anlaşılırsa, aslında kendini gerçekleştirmedir. Ayrışmaysa, sınıflı toplumlarda üreticilerin karşısına doğanın güçlerinin, hammaddelerin, üretim araçlarının ve kapitalistin, bu yüzden de üretilen ürünlerin ayrı bir varlık olarak, özel mülkiyet biçiminde çıkmasıdır. Dolayısıyla “üretimin koşulları”, yabancılaşmanın olup olmamasında belirleyici faktördür. Özel mülkiyetin ve sınıfların varlığında, bu koşullarda, üreticiler kendilerini gerçekleştirirken bir yabancılaşma süreci yaşarlar. Doğanın güçleri, kendi emek süreci ve emeğin ürünü üzerinde denetim ve egemenlik kurulamaması, yabancılaşmayı anlatır. Ürünlerin değişimi ve bölüşüm de dâhil toplumsal ilişkiler, bireylerin dışında ve onlardan ayrışmış, onlara hükmeden ilişkiler olarak yapılanır. Benim “yabancılaşma” nosyonundan anladığım özetle budur.

İdeolojik duygu ve düşüncelerin, ideolojilerin yapı-taşı olan çeşitli motiflerin oluşumunda, belirleyici olan işte bu toplumsal ilişkilerdir. Bana göre, metafizik ideolojilerin oluşumunda, bu ilişkiler içerisindeki insanların yoksunlaşmaları, doğanın güçleri ve toplumsal yapılar karşısındaki acizlikleri, onları reel biçimde kavramaya yetecek karar alma ve kolektif eylem süreçlerine katılamıyor oluşları, edilgenlikleri önem taşımaktadır. Emekçilerin bilimsel bilgilerden yoksun bırakılmaları; aile, okul gibi kurumlar yoluyla metafizik ideolojik düşünce ve davranış kalıplarının gelecek kuşaklara aktarılması da, bu ideolojilerin yeniden üretiminde etkilidir. Böylesi bir toplumda, bu ideolojik motifleri üreten kuşatıcı toplumsal ortam içerisinde, bunlardan sıyrılmanın ya da etkilerini en aza indirmenin iki yolu vardır; bilimsel bilgilerle donanmak veya kendi çıkarlarınız doğrultusunda gücünüzün yaşamda test edildiği pratikleri, örneğin radikal politik mücadele deneyimlerini yaşamaktır.

Bana göre, komünist toplumda insanların bilinci, toplumsal ilişkiler ve doğanın güçleri karşısında kötürümleşmeyecek ve realist düşünceler yaşamda egemen düşünüş biçimi olacaktır. Çünkü insanların kendilerini gerçekleştirmeleri ya da dışsallaştırmalarının gerçekleştiği toplumsal ortam, üretim ve yaşam koşulları değişmiş olacaktır. Geçmiş insan kuşaklarının bilimsel kazanımları ve bugün ulaşılan teknoloji kullanılarak, doğal/evrensel süreçlere, olgulara, nesnelere hâkim olmanın ve onları insanlığın denetimine sokmanın olanaklı duruma geldiği görülmelidir. Toplumsal süreçler ve olgular da, ortaklaşa karar alma mekanizmalarına katılım sağlanarak, insanlara yabancı, onların dışında güçler olarak değil de, onların egemenliği altında süreçlere ve olgulara dönüştürülebilir durumdadır.  Tarih bu yeni toplumun kuruluşunun maddi güçlerini oluşturmuştur ve Marksizm’le bunun bilinçli kavranışına da sahiptir. Bu bağlamda, ilk kez Karl Popper’in yazılarında gördüğüm ve onun nefretle saldırdığı bir kavramlaştırma olan “toplum mühendisliği” kavramını olumlu anlamıyla değerlendirmeye alıyor ve geleceğin toplumunun, toplumsal yaşama ve tarihsel sürece büyük oranda insanlığın kolektif biçimde egemen olacağı ve birçok planlı, bilimsel süreç başlatacağı ve örgütlenmeler oluşturacağı, yani toplumsal mühendislik örnekleri oluşturacağını savunuyor/düşünüyorum. Elbette bu komünist toplumda olumsallığın ortadan kalkacağını düşündüğüm anlamına gelmiyor.

Konuya dönelim ve Kulak’a kulak verelim. Kulak, meta fetişizmi, teorik ve pratik şeyleşme (reification) üzerinde de duruyor. Şöyle yazıyor:

“Meta fetişizmi ve teorik şeyleşme Feuerbach’ın Tanrı fikri ile bilincin dışsallaşması bağlamlarında ortak noktalara sahiptirler.” (s. 43)

Fetişizm ve “ters çevirme” kavramlarını biz Marksistler ve insanlık, Marx’a borçludur. Kulak’ın “bilincin dışsallaşması” olarak adlandırdığı kavramı ben daha önce “İdeolojiler Üzerine” başlıklı makalemde “projeksiyon”, yani yansıtma olarak kullanmıştım. Kanımca daha uygun adlandırma budur. Bu kavramın psikolojide kullanıldığını ve ideolojik motiflerin oluşumunu açıklayan bir düzenek olarak dikkate alınabileceğini belirtmiştim. Üstelik Feuerbach’ın tanrı fikrinin oluşumunu nasıl açıkladığını da göstermiştim.

Dolayısıyla şu satırlar bana göre anlamlı ve benimsiyorum:

“Marx, değerin, herhangi bir toplumsal ilişki olmaksızın metanın bir özelliği olarak düşünülemeyeceğini savunur. Ancak dışsallaşmış bilinç, değeri, metanın varlığında taşınıyor olarak ona atfeder (…) Fetişizmi deneyimleyen dışsallaşmış bir bilinç, altının içkin bir özellik olarak kendi değerini taşıdığını düşünür.” (s. 47)

Komünizmde değer yasasının geçerliği, üretimin koşulları değişmiş olacağından ortadan kalkacaktır (komünizmin ilk fazında yaşanacak bir süreçle). Örneğin altın, bu durumda, bakırdan daha iyi bir iletken olması özelliğiyle kullanılacaktır. Mücevher, metal para vb., olarak değil, sadece kullanım-değeri, yararlılığı dikkate alınarak üretilecek ve gereken alanlarda kullanılacaktır. Suat Kamil Aksoy’un sanısının aksine, onun üretimi için ne kadar çok emek harcanmış olursa olsun, bu emek-zamanı onun değeri olarak bir nitelik oluşturmayacaktır. Günümüzde altına doğal niteliğiymiş gibi bir değer atfetmeye, “fetişizm” denmelidir. Fetişizm, bir nesne, kişi ya da fikre, onun sahip olmadığı özellikleri, güçleri vb. atfetmektir. Burada bir tür yansıtma (projeksiyon) da yapılmaktadır.

Bu noktada Kulak’ın önemsiz bir küçük yanlışına değinip, ana konumuzla devam etmek istiyorum. Kulak şunu yazarken kalemi sürçmüş olabilir mi?:

“(…) değerin kendisi her şeyden önce toplumsal ilişkilerin bir sonucudur. O zaman buradaki örneğe göre, kullanım değeri insan emeğinin niceliğinin sonucudur ve değişim değeri de mücevher üretmek için harcanan insan emeğinin niceliksel olarak ortaya konuluşudur.” (s. 48)

Kullanım-değeri, somut emekle, emeğin niteliğiyle ilişkilidir. Onun niceliğiyle değil. Dolayısıyla şu yazılanlar da konunun yeterince kavranmadığına işaret ediyor olabilir:

“Bu durumda hem kullanım değeri hem de değişim değeri altının söz konusu atfedilmiş özelliklerine bağlanır.” (s. 48)

“Değişimin ardından ise kullanım önem kazanır ve söz konusu değer insanlar için farklı bir biçimin, kullanım değerinin ağırlığına bürünür.” (s. 46)

Birincisi; kullanım-değeri, kısmen de olsa metanın fiziksel, kimyasal vb. özellikleriyle ilişkilidir. Mücevher olarak değil ama örneğin bilgisayar chip’lerinde altının kullanımında olduğu gibi. İkincisi; Metalar aynı anda hem kullanım hem de değişim-değerine sahiptir. Kullanımı olmayan ya da kullanılması teşvik edilmeyecek bir meta üretilmez.

Geçiyor ve ana konuya geliyorum. Kulak “pratik şeyleşme” kavramını yetkinlikle açıklıyor. Hüseyin Habip Taşkın’ın bir yazısını daha önce incitici olmasın diye gırgır dolu bir dille eleştirmiştim (bkz; Lelecan Lele Beni de Bindir!). Taşkın, metaların değişiminin oluşturduğu görünüşe aldanıyor ve değişimden değerin peydahlandığını ileri sürüyordu. Kulak’ın pratik şeyleşme olarak açıkladığı işte bu görünüş:

“Gerçekte, her özne, metaları ‘doğal değerlerle’ değil işçinin emek gücünden kaynaklanan değer aracılığıyla değişir. Buna bağlı olarak, dışsallaşmış nesnelerin belirleyiciliğine rağmen karşılıklı değişimi, nesneler nesnelerle değil özneler öznelerle gerçekleştirirler (…) Buradaki sorun yabancılaşmadan dolayı öznelerin dışsallaşmış nesnelere sahip olan veya olmayan insanlar haline gelmeleridir. Bu aynı zamanda değişim ilişkilerinin nesnelerce belirlendiği çünkü bir öznenin sahip olduğu ve diğerinin olmadığı anlamına gelir (…) İnsan bir nesneyi değişilmek üzere pazara getiren bir şey haline gelmiştir, çünkü her birey diğeri için sadece bir şeyin sahibi veya bir şey yapabilen şey olarak görülmektedir.” (s. 51)

Özetle, değişimde meta olan nesneler kişileşir, kişileri temsil eder ve kişiler de şeyleşmiştir. Buraya kadar güzel., peki ya sonrası?..

Kulak, şu iki sorunun yanıtını arıyor: “(1) Bilinçte yanılsama nasıl oluşur? (2) Toplumsal gerçekliğe bağlı olarak yanılsama nasıl açıklanabilir?” (s. 53) Yansıma teorisini benimseyen Kulak, din örneğinde olduğu gibi “dışsallaşmış bilincin” (dinin oluşumunda insani özelliklerin tanrıların özellikleriymiş gibi projeksiyonu/yansıtılması anlaşılsın), “gerçek dünyanın yansıması” (Marx) olduğu öne sürülebilir diyor (s. 53). Burası da tamam; materyalist olmak, yansıma/karşılıklılık teorisini (Ruben’in adlandırmasıdır ‘karşılıklılık’) benimsemeyi gerektirir. Buradan yanılsamaya (illüzyona) geçen Kulak, iki tür yanılsama tanımlıyor: Basit yanılsama ve Karmaşık yanılsama. Basit yanılsama, bir kaşığın ya da kalemin su dolu bir bardağa konulduğunda “kırık” olarak algılanması örneğiyle açıklanıyor. Karmaşık yanılsamaysa, sadece nesnelerin görünüşünün belirleyiciliğinde değildir ve “(…) basit yanılsamada olduğu gibi sadece nesnelere değil aynı zamanda toplumsal gerçekliği değiştiren öznelere de bağlı olması” (s. 54)’yla ayırt edilir.  Vardığı sonuç şu: 

“Bilinç, gerçekliği toplumsal ilişkilere (teori ve pratik) bağlı olarak nasılsa öyle veya yanılsamalı, dışsallaşmış olarak yansıtır.” (s. 54)

İyi de nasıl, hangi düzeneklerle?.. Cevap şimdilik yok; “Örneğin dışsallaşmış bilinç dini fetişizm aracılığıyla Tanrılar yaratır, çünkü o fiziksel bir yanılsamadan daha karmaşıktır.” (s. 54)

Makalede yanılsamaya (Kulak, “yanılsamalar” değil de “yanılsama” kelimesini kullanıyor), neden olarak gösterilenlere, biraz ileride ulaşıyoruz. Bakın şöyle:

“İnsan kendini sarmalayan koşulları anlamaya çalışırken öz ve görünüşün birbirleriyle uyumsuz olduğu bir gerçeklikle karşılaşabilir. Bu durum bilinçte yanılsamaya neden olabilecek olanaklara zemin hazırlar. Örneğin işçiyi uzaktan seyreden birisi onun üretimde bulunmak için belirli bir ücret aldığını görür, ve buna bağlı olarak da işçinin ‘emeğinin karşılığını aldığını’ düşünür. Sadece görünüşe bakılırsa, işçi ücretini alır ve burjuva da zaten kendi mülkü olan nesneler üzerinde bir değişim elde eder. Oysa olanlar bu kadar basit değildir. İşçi emek gücünü değişim değeri üzerinden burjuvaya satar, ve burada emek gücü işçinin karşılaması gereken ihtiyaçların değişim değeri toplamına eşittir (…) Bu noktada görünüşü aşan bir durum vardır: İşçi söz konusu nesnelerin değişimi için zaman harcar, nesnelere emeğini katar ve böylece değer yaratır. Bu tarattığı değer aldığı ücretten, yani ihtiyaçlarının değişim değeri toplamından daha fazlasıdır (…) Görünüşle sınırlı kalınarak görülemeyen bu ‘emeğin karşılığını alamama’ durumu ancak görünüşün arkasındakini görebilmekle mümkündür, aksi takdirde işçinin ‘emeğinin karşılığını aldığı’ düşünülerek yanılsama oluşur.” (s. 55)

Evet, bunlar Marx’ın vülger iktisatçıları eleştirirken görünüşü gerçek olarak dikkate almakla ve özü araştırmamakla suçladığında anlamlı ve geçerli sözler: Öz ve görünüş aynı olsa, bilime gerek olmazdı. Peki, bütün toplumsal ilişkiler ve doğayla olan ilişkilerde, insanların tüm yanılsamalarının kaynağı bu mudur? İşte Kulak’ın tökezlediği yer burasıdır. İdeolojik motiflerin oluşumunda tek mekanizma (mekanik çağrışımlı diyorsanız “düzenek” olarak okuyabilirsiniz) yanılsama mıdır?.. Kulak şöyle devam ediyor:

Öyleyse öz ve görünüş arasında toplumsal gerçeklik açısından bir uyumsuzluk vardır. Buradaki uyumsuzluğun nedeni yabancılaşmış ilişkilerdir ve buna bağlı olarak dışsallaşmış bilinç de farklı boyutlara sahip olan yabancılaşmanın sonucudur. Bilinç kendi kendisine dışsallaşmış bir şekilde, öz ve görünüşün uyumsuz gerçekliğine neden olan dışsallaşmış fiziksel nesneler ve ayrışmış ilişkileri kapsayan bir toplumsal yaşantıyı yansıtır. Böylece bilinçteki yansıma, yabancılaşmanın nedenleri ve sonuçları dolayısıyla, dışsallaşma olmadan gerçekleşmez, ve yansıma yabancılaşmadan dolayı gerçekliği baş aşağı şekilde gösterir.” (s. 55)

Toplumsal ilişkilerin yabancılaşmış oluşunun, ideolojik motiflerin oluşumunda belirleyici rolü olduğunu benimsiyorum. Fakat bu yazılanlar ideolojik fikirlerin ve duygulanımların oluşumu için yeterli bir açıklama sunuyor mu?.. Kanımca hayır. Doğayla ilişkilerinde ve yabancılaşmış toplumsal ilişkiler içerisinde insanlar, açıklama bulma, teselli olma, belirsizlikten kurtulma, arınma, acı algısını engelleme gibi saiklerle, belirli zihinsel düzenekleri kullanıyor olmalıdır. Yansıtma, bastırma, yer değiştirme, kavram transferi gibi… Bunu belirtirken şu yanlış anlamanın önüne geçmeliyim: İnsanların statik zihinsel düzenekleri var ve toplumsal ilişkiler değiştirildiğinde dahi, bu düzenekler kullanılacak ve metafizik ideolojik motifler gelecekte de üretilecek demiyorum. Bu düzenekleri çalıştıranın sınıflı toplumların ve günümüzün koşulları olduğunu savunuyorum. Geleceğin toplumu olan komünizmde, realist ve bilimsel düşüncelerin, düşünsel dünyamıza egemen olacağını benimsiyorum. Elbette bu değişik estetik anlayışların geleceğin toplumunda olmayacağı ya da günlük yaşamda “sağduyu” alanı diye bir oluşumun var olmayacağı anlamına gelmiyor. İnsanlar günlük yaşamında ve üretimde, üzerinde bir yönüyle de olsa denetim altına alabildikleri işlerle uğraştıklarında, aralarındaki ilişkiler ayrışmış/yabancılaşmamış olduğunda, ortak kararlar alıp eylemde bulundukları, doğanın güçleri üzerinde metafizik “açıklamalar”a ihtiyaç duymadan büyük oranda ve derinlemesine egemenlik kurabildikleri takdirde, metafizik inanç, fikir ve duygulanımlara sahip olmayacaktır.

Dolayısıyla bu belirttiklerim ışığında Kulak’ın yazdığı şu cümlelere katılmamam mümkün değildir: 

“(…) toplumsal gerçeklik, dışsallaşmış fiziksel nesnelerin ve öznelerin birbirlerinden ve nesnelerden ayrışması sonucu oluşmaktadır. Bunların tümü sınıflı bir toplumun yabancılaşmış ilişkilerini gösterir. Öyleyse toplumsal gerçekliğin kendisi sınıfsız bir topluma kıyasla bozulmuştur. Böylesi bir gerçeklik insanlara nasıl bir toplumsal gerçeklik içerisinde olduklarını anlamalarına imkân tanımaz. Dahası, insanları, bozulmuş bir gerçeklik içerisinde bozulmuş bir bilinç oluşturmaya iter.” (s. 57)

Evet, insanların yanılsamaları, çarpıtmaları, metafizik fikirleri ve duygulanımlarını dağıtmak mı istiyorsunuz? Önce onları oluşturan toplumsal koşulları değiştirmek gerekir. Ve bu ancak sosyalist devrimle olur.

Zeliha Burcu Yılmaz-Marx ve “İnsani Varoluş” Üzerine
   
Derginin üçüncü yazısının başlığı “Marx ve ‘İnsani Varoluş’” ve yazarı Zeliha Burcu Yılmaz (ODTÜ Felsefe Bölümü). Yazarın yazısının sonundaki duygulara içtenlikle katılıyorum. Yazar “Sonuç Yerine” başlıklı bu son bölümde, işçi sınıfına dair anlamlı ve yerinde bir vurgu yapıyor. Bireycilik ile bireysellik arasında ayrım yapmasına da katılıyorum. Duygu yükü açısından bakıldığında, sevindirici bir ilerici/devrimci eğilim göze çarpıyor. Bunlara binaen/istinaden saygı ve sevgilerimi kabul etmesini diliyorum.
   
Fakat içerik açısından değerlendirildiğinde, bana göre yazıda yanlışlar var. Bunları sıralamak ve kısa yorumlarla eleştirimi yöneltmek istiyorum.
   
“İnsanların ve geri kalan her şeyin değerini paranın belirlediği bir sistemde insan, ‘insani varoluş’undan uzaklaşmaktadır.” (s. 64)
   
“İnsani varoluş” bir soyutlama olarak değer taşır mı?.. Aslında bu soyutlamaya sizin atfettiğiniz değer önemlidir. Günlük hayatta bu değeri çeşitli vesilelerle güncelleyip, gündeme getirebilir ve çevrenizdeki insanlarla etkileşiminizde kullanabilirsiniz. Fakat bana göre teorik düzlemde, bu değerin kullanımının işlevselliği tartışmalıdır. Evet, “bozulmuş” bir insani varoluşun çeşitli semptomlarına ve görünümlerine bakarak, bunların olmadığı arı bir “insani varoluş”tan bahsedilebilir. Fakat gerçekte, yani tarihsel gerçekliği içerisinde insanların varoluşu, etik değer yargılarıyla incelenmemelidir. Nasrettin Hoca fıkralarının birçoğunu beğensem de, onları ancak edebi değeri yüzünden olumlamak gerektiğine inanıyorum. Kazan doğurmaz; peki fıkra, teori doğurur mu?.. Marx’ın para ve altın üzerine yer yer edebi “söylev”ler döşendiği bilinir. Örneğin Shakespeare’in Atina’lı Timon’undan yaptığı ve altın üzerine gerçekten paha biçilemez edebi değerdeki cümleler, üzerinden uzun süre geçmesine rağmen okuyanların zihninde tekrar tekrar yankılanır. Fakat bu kadar... Hoca Nasrettin’in “ye kürküm ye” fıkrasında avam karakterde, fakat bir değeri ve anlamı olan fikrin, teorik bir makalede başka bir biçim altında da olsa tekrarlanması, düşüncelerimizi geliştirir mi?... Böyle diyeyim ve fazla germeden geçeyim.
   
“İlkçağ ve Ortaçağ insanı, kendi hayatına daha bütünsel ve geniş bir açıdan bakabilir. İnsanlar arasındaki eşitsizlik açıktır ve insan soyut bir belirlenime sahip değildir. Oysaki insanların kendi hayatına dair böyle bütünsel bakış açısı modern kapitalist sistemde yalancı bir özgür yurttaşlık söylemi yüzünden pek mümkün olamaz.” (s. 64)
   
Bu yazılanların doğru olmadığına inanmaktayım. İlk olarak hangi insan?.. Örneğin, Aristoteles’in kendi hayatına daha bütünsel ve geniş bir açıdan baktığına emin olabilirsiniz. Peki ya kölelerin büyük kitlesi (neredeyse tamamı) için ya da serf/angaryacı olan köylüler için bu söylenebilir miydi? Kanımca hayır. İlkçağ ve ortaçağda insanlar arasındaki eşitsizliğin açık olduğu doğruysa da, bunun insanlığın büyük bölümü için değerlendirmeye alınması, kavranışını biryana bırakalım sezilmesi bile mümkün değildi. Üstelik bu durum doğaya bakış için de geçerlidir. Örneğin köylülerin günümüzde bile kendi hayatına, toplumsal hayata, doğaya bakışı hiç de geniş ve bütünsel karakterde değildir. İnsanlığın bazı köylerdeki yaşamı neredeyse neolitik dönemin koşullarına sahipken, aralarındaki ilişkiler ve doğayla kurduğu ilişkiler oldukça kısıtlı ve genel tarihsel ilerlemeye göre geriden gelmekteyken, sahip oldukları bilinç de buna uygundur. Yılmaz’ın yazdığının tam tersine, kapitalist üretimin gelişimiyle birlikte insanlığın kendi hayatlarına, toplumsal hayata ve doğaya bakışında bir gelişim saptanır durumdadır. Kentlerde yaşayan emekçilerin metafizik ideolojik motiflerle zihinleri kolonize edilmiş olsa da, bir serf ya da köylüye göre sahip oldukları ideolojik prangalardan kurtulmasının politik ve kültürel olanakları vardır. Evet günümüzde emekçilerin “özgür” olduklarını iddia etmek gülünç olurdu; eşitliğin olmadığı bir toplumsal sistemde, en fazla negatif özgürlüklerden, o da kısmen söz edilebilir. Fakat bu durumu kalkış noktası yapıp, geçmiş çağlarda emekçi insanlığın daha özgür olduğunu iddia etmek yanlıştır.
   
Yılmaz’ın başka bir hatasına geçelim. Bakın Yılmaz, Marx’ın “meta fetişizm”iyle ilgili cümlelerini nasıl anlamış:
   
“Bu âlemde, insan beyninin ürünleri, bağımsız canlı varlıklar gibi görünür ve hem birbirleriyle hem de insanoğlu ile ilişki içine girerler. İşte metalar âleminde de, insan elinin yarattığı ürünler için durum aynıdır. Emek ürünlerine, meta olarak üretildikleri anda yapışıveren ve bu nedenle meta olarak ayrılması olanaksız olan şeye, ben, fetişizm diyorum.” (s. 68) (Kapital, 1. Cilt’ten yazarın aktardığı gibi alıntılıyorum, vurgular bana ait –MB)
   
Marx, “bu alemde” diye yazarken, “din alemini” kast ediyor ve onunla, “metalar alemi” arasında bir analoji kuruyor. Fakat Yılmaz, “bu alem”le kast edilenin “din alemi” olduğunun farkında olmamalı ki şöyle yazıyor:
   
“Artık emekçi ve emek ürünü arasında doğrudan bir ilişki söz konusu olamaz, çünkü bunun önüne metaların kendi aralarındaki ilişkiler geçmiştir. İnsan beyninin ürünleri insanların karşısına bağımsız ürünler olarak çıkar ve Marx burada fetişizm kavramını ortaya koyar: (Yazar, burada yukarıdaki Marx alıntısını yapıyor –MB)” (s. 68)
   
Yılmaz, metaların da nasıl olsa “insan beyninin ürünleri” arasında sayılabileceğini düşünüyor olabilir. Fakat Marx’ın cümlesindeki “insan elinin yarattığı ürünler için de durum aynıdır” ifadesinden aymalı ve yanlışını düzeltmeliydi, değil mi? Oysa yanlış katmerleniyor, bakın nasıl?:
   
“Marx’a göre, ürünlere sonradan eklenen ve değişmez zannedilen toplumsal özellikler ürünün meta haline gelmesine ve meta fetişizminin oluşmasına yol açar.” (s. 68) (Vurgu bana ait –MB)
   
Marx “emek ürünlerine, meta olarak üretildikleri anda yapışıveren” diyor; Yılmaz “ürünlere sonradan eklenen toplumsal özelliklerden” bahsediyor. “Sağır duymaz uydururmuş” desem, yakışıksız olmaz sanırım. Bununla da bitmiyor ki; Yılmaz’a göre, “ürünlere sonradan eklenen ve değişmez zannedilen toplumsal özellikler ürünün meta haline gelmesine” de yol açıyormuş. Kırıcı olmak istemiyorum, o nedenle burada söylenebilecek günlük konuşma kalıplarından aklıma birkaç tanesi gelse de, yazmaktan imtina ediyorum. Bu yazılanlar yanlıştır demekle yetiniyorum.
                                                                                                                                                    
Yılmaz’a göre kapitalist üretimin alamet-i farikası (ayırt edici özelliği), bakın neymiş:
   
“Marx için meta ilişkileri ve bir değer biçici olarak paranın ortaya çıkıp egemenliğini kurması, modern kapitalist dönemin en önemli karakteristiğidir.” (s. 68)
   
“Meta ilişkileri”yle kast edilen, metaların üretimindeki ilişkiler, yani çağımızdaki kapitalist üretim ilişkileri mi, yoksa metaların değişimindeki ilişkiler mi? Belli değil. İyi de metaların üretimi geçmiş çağlarda sınırlı da olsa vardı. Ayrıca paranın varoluşunu M.Ö 3.yy’a ve takaslarda kullanılan çok çeşitli standart nesnelere kadar götürmek mümkün. “Paranın egemenliğini kurması”ndan ne anlaşılıyor, bilemiyorum. Fakat kapitalist üretim biçiminin “en önemli” karakteristiğinin bu olduğu şüphelidir. “Modern kapitalist dönem”de paranın “değer biçici” olma özelliğinin yanı sıra başka özelliklerinin olduğunu da hatırlamak gerekiyor.
   
“Paranın bütün değerleri belirlemesi ve kendisinin de değer belirleyen bir meta haline dönüşmesi kapitalist sistemin temel çelişkisidir. (dipnot 18; Bu noktada en önemli kaynaklar Grundrisse ve Kapital’in para üzerine olan bölümleridir (…)” (blam, blam ve vurgular bana ait– MB)
   
Dikkat edilsin, para bütün değerleri “belirliyor” ve benim anlayamadığım bir çelişki, “kapitalist sistemin temel çelişkisi” oluveriyor. Meta para, sikke, banknot vd. paranın çeşitli formları olduğunun ve paranın evrensel eşdeğer standardı işlevinin biliniyor olması gerekmez miydi?..
   
Hemen bir sonraki cümleyse bir fecaate gark ettirecek cinsten: “Bu durum, emek ürünlerinin ve emeğin gerçek ‘değer’ (dipnot 19; gerçek değer oldukça sorunlu bir kavramdır, ancak burada kaba bir şekilde kullanmak zorunda kaldım)’lerinden fazlasıyla uzaklaşmasına ve sistemin içerisindeki eşitsizliklerin gizlenmesine yol açar.” (s. 69)
   
Bu cümlelerde bir uydurmaca var ve bu uydurmaca bir şeylere yol açıyor!.. Yahu bunları yazıp, söylüyoruz ama başımıza taş yağmasın(!)
   
Bu “kaya”dan sonra gelen şu küçük “taşlar” kolay savuşturulur, herhalde: Yılmaz, “her şeyin emekle satın alınması”ndan ve “sermayenin birikmiş emekten başka bir şey olmaması”ndan da dem vuruyor.  Bunlardan ilkinin anlamı var mı, ben bilemiyorum. Sermayenin birikmiş emekten ibaret olmadığı, birikmiş olan emek/değeri artırmak için kullanımdaki değer olduğunuysa belirtmeliyim.
   
Şimdi yanlışlara, naiflikle yazılmış cümleleri de ekleyerek devam edelim:

“Devletin yurttaşlarına sağladığı haklar ve Fransız devriminden kalan eşitlik, özgürlük ve demokrasi gibi kavramlar kapitalist ekonominin getirdiği dengesizlik, çelişki ve eşitsizlikleri gizlemeye yarar.” (s. 69)  

Tarih boyunca hakların taviz olarak verildiği kadar, mücadeleyle alındığı bilinmiyor olmalı. Fransız devriminden ne kalmış?.. Bazı “kavramlar”, öyle ki bu “kavramlar” sihirli. Eşitlik, özgürlük ve demokrasi kavramları, neye yarıyormuş? “Dengesizlik, çelişki ve eşitsizlikleri gizlemeye”… Biçimsel/yasa önünde eşitlik, negatif özgürlük ve burjuva/liberal demokrasilerden bahsediliyor olmalı, değil mi?.. Fakat bunların “kavram” olarak dikkate alınması, toplumsal gerçekte ifade ettikleri ve onlara karşılık gelen ilişkilerin/süreçlerin varoluşlarının unutulması anlamına gelmemeli. Yani, “kavramlar” sadece düşünmeye yarar. Yanlış mı düşünüyorum?..

“Aksine daha önce hiçbir zaman insan hayatı ve emeği bu kadar değer kaybetmemiş ve insan ekonomik ilişkiler batağına hiç bu kadar saplanmamıştır. (s. 69)
   
Bu cümlede etik bir yargılama yapılıyor. Şu soruların cevabının ne olacağınıysa insan merak ediyor: Kölelerin, serflerin hayatı ve emeği ne kadar “değerli”ydi, acaba?.. İnsanlar tarihin hangi dönemlerinde hiç bu kadar “ekonomik ilişkiler”in batağına saplanmamıştı?.. Tarihin, üretici faaliyetle başladığı biliniyor olmalı.
   
“Çünkü modern kapitalist dönemde paranın tek değer belirleyen olması ve metalaşma insanların hayatındaki her şeyi ele geçirmiştir. Ekonomik olarak bu belirleyen dışında hiçbir şey emek ve emek ürünleri üzerinde bu kadar etkili değildir.” (s. 69)
   
Bir: Kapitalist dönemde, insanların (etik) “değerlerini” ya da emek-değeri tek başına para belirlermiş. İki: Metalaşma, hayattaki “her şeyi” ele geçirmiş. Üç: Para, emek ve emek ürünleri üzerinde etkiliymiş. Etik yargılama, naifçe ve tuhaf ifadeler…
   
Marx’ın yazdıklarından ilham alan, fakat naifçe duran başka bir değerlendirme daha:
   
“Mülk ve mülk sahibi, toprak ve serf, köle ve efendi arasındaki ilişki artık sadece para ile mal edinme ilişkisine dönüşmüştür. Toprakla beraber gelen soyluluk, kan bağı, akrabalık gibi ilişkilerin hepsi ekonomik ilişkilere ve para ilişkilerine evrilmiştir.” (s. 69)
   
Soyluların ve kan bağlarının varoluşu, ekonomik ilişkilere ve bunun içerisinde akçeli ilişkilere bağlı değil miydi? Yoksa “biz” ifade etmek istediğimizi netlikle yazamadık mı?..
    
Biraz soluklanalım ve konuyu değiştirelim. Yılmaz dipnot düşme titizliğiyle Kant’a ilişkin Faoucault’un şu saptamasını aktarıyor: “Foucault, Kant’ın bu makalesine yaptığı yorumda Kant’ın kendi dönemi hakkında bu şekilde bir tavır alan ilk düşünür olarak kabul edilebileceğini söyler.” (s. 70, dipnot 25). Bu dipnot, Kant’ın “Aydınlanma Nedir?” makalesinde kendi dönemini rasyonelleştirmeye çalıştığını belirtirken veriliyor. Aydınlanma dönemi kapsamındaki düşünürler arasında bu rasyonelleştirmeyi yapan ilk düşünür mü, yoksa kendi dönemi hakkında rasyonelleştirme yapan ilk düşünür mü? Eğer ikincisi kast ediliyorsa, örneğin Aristoteles veya Platon kendi dönemi hakkında rasyonelleştirme yapan düşünürler değil miydi? diye sorarlar insana. Elbette kendi dönemlerinin devrimci/ilerici düşünürleri olduğu da biliniyor.
   
Yanlışlara bakmaya devam edelim.
   
“Marx’ın modern dönemde insanın bilinçliliği ve toplumsal koşulları üzerine yaptığı yorumlar sınırlı olsa da, kabaca yapılan bu değerlendirmeye göre, modern dönemde para ve meta ilişkileri arasında kuşatılmış bir insan tarih sahnesine çıkmıştır. Modern kapitalist sistem, insani varoluşu zayıflatmış ve modern özneyi ekonomik bir sıkışmışlık içinde bırakmıştır. Doğayla, diğer insanlarla ve kendisiyle ilişkisi ekonomik ilişkilerin egemenliğindedir. Modern kapitalist sistemin baş öğretisi; ‘kendini ezme, yaşamın ve bütün insanca gereksemelerin yadsınması’ (dipnot 31; Marx’ın 1844 El yazmalarına referans)’dır, çünkü tek amaç sermayenin artmasıdır.
   
“ ‘Ne kadar az yer, içer, kitap okursan; tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen; ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim, eskrim yaparsan, vb., o kadar fazla sermaye biriktirirsin – güvelerin ve tozun yok edemeyeceği hazinen o kadar büyür.’ (dipnot 32; Marx’ın 1844 El yazmalarına referans)”
   
Bir: Marx’ın, modern dönem için insanın bilinçliliği ve toplumsal koşulları üzerine yaptığı yorumlar sınırlıymış. Baştan aşağı bu konularla ilgili Marx külliyatını Yılmaz, “sınırlı” sayıyor. İnanılmaz değil mi?.. İki: Modern dönemde para ve meta ilişkileri arasında kuşatılmış bir insan tarih sahnesine çıkmış. Parasal ilişkiler ve metaların değişimi, çağımıza göre geçmiş çağlarda sınırlıydı, tamam. Fakat bu ilişkiler içerisindeki insanlar (soyut “insan değil de, patrisyenler, plebler, serfler, angaryacılar) tarihsel süreçte geçmişte sahnedeydiler. Öyle değil mi?.. Üç: İnsani varoluşun “zayıflaması” ve “ekonomik sıkışmışlık”ın teorik anlamı ne ola?.. Hafsalam alıyor almasına da, günlük konuşmalarda etik yargılar çerçevesinde… Dört: “Modern özne” için değil sadece, insanların doğayla, diğer insanlarla ve kendileriyle ilişkilerinde ekonomik ilişkilerin egemenliği, geçmiş tüm tarih boyunca vardı. Beş: Marx 1844 El yazmaları’nda öyle yazmış olabilir (Marx burada üretim koşullarının yabancılaştırıcı karakterini anlatıyor olmalı), fakat “yaşamın ve bütün insanca gereksemelerin” tümüyle yadsındığı bir üretim düzeni olamaz. Altı: Kapitalizmin gelişimiyle birlikte tüketim alışkanlıklarına dönük tavırda değişim görülmelidir. Sanayi devrimi döneminde Marx’ın alıntılanan cümlelerindeki tavır egemenken, örneğin günümüzde tüketimi artırmak için püriten-olmayan etik değerler çeşitli araçlarla işçilere telkin edilmektedir. Fakat elbette kapitalist üretimin temel karakteristiği olarak üretim ilişkilerinin çelişkili bir doğası vardır ve bir yanda servet ve olanaklar birikirken, diğer yanda sefalet, sağlıksızlık, cehalet ve yoksunluklar birikmektedir. Bu genel eğilimdir.
   
“Modern dünyada insan, içinde yaşadığı hayata diğer dönemlerden daha çok yabancılaşmıştır. İnsanın kendisiyle, doğayla, çevresiyle ya da diğer insanlarla ilişkileri doğal halinden veya gerçekliğinden uzaklaşmıştır. Yabancılaşma, insani varoluş için temel bir kavramdır, çünkü genel olarak modern insanın sıkışmışlığının, yalnızlığının, yalnızlığının ve çaresizliğinin ne olduğu en çok bu kavramla açıklanabilir.” (s. 72-3)
    
Bir: Yabancılaşmaya bu kadar merkezi bir önem verildiğinde de, insani varoluşu anlamada çarpıtıcı ideolojik yaklaşımlara gereken önem verilmiyor, ideolojilerden hiç bahsedilemeyebiliyormuş. İki: “Sıkışmışlık”, “çaresizlik”, “yalnızlık” daha çok semptom gibi görünüyor. Bunların oluşumunda yabancılaştırıcı üretim koşulları bulunuyor. Yani yabancılaşma kavramı, bu koşullar, örneğin sömürü ilişkisi dikkate alındığında bir anlam taşıyor. Üç: “Doğal halinden veya gerçekliğinden” sapmak, uzaklaşmak gibi ifadeler Marx’ın gençlik dönemi eserlerinde bulunur. Fakat Marx’ın bu yaklaşımını aştığını ve yaklaşımının geliştiğini kavramak gerekiyor. İnsanların ilişkilerinde geçmişte bir “doğal hal” olduğunu saptayan Rousseau’dur ve Marx’ın gelişim içersindeki düşüncelerinin bütünü dikkate alındığında, bu saptamayı reddettiği görülür.
   
Son olarak, artık yazmaktan yorulduğum için, şu cümleleri anlayan varsa, bana anlatsın, lütfen:
   
“İşçi, çalıştığının karşılığını daha önceki zamanlardan daha az almaktadır, hep daha fazla artı değer üretmesi gerekmekte ve emeğinin değeri öncekinden farklı bir şekilde ölçülmektedir. “ (s. 73)
   
Burada kapitalist üretimin egemen olduğu çağımızla, geçmiş tarihsel dönemler karşılaştırılıyor. Fakat bunlar anlamlı mı?..
   
Bu yazının eleştirisini bitiriyorum. Kapanışı Yılmaz’ın benimsediğim bir cümlesiyle yapmak istiyorum:
   
“İnsanı hiçbir şey haline getiren modern kapitalist sistemdeki öznelerin en önemli sorunu kendilerini gerçekleştirememeleri ve yabancılaşmalarıdır.” (s. 75)
   
Evet, çünkü kapitalist sömürü var da ondan, değil mi?..

2 yorum:

  1. hocam Ahmet Özkiraz'ın Marx, Marksizm ve Tahminsel Tarihçilik makalesine hiç değinmemişsin, Marx okmadan Marksizm hakkında yazı nasıl yazılırın (ya da yazılamazın) ibretlik bir örneğidir o oyazı. (Meraklısına Doğu Batı Dergisi Karl Marx sayısı S.295-308)

    YanıtlaSil
  2. Aykut hocam,
    Herhalde ilk bakışta göremediniz. Özkiraz'ın bahsettiğiniz yazısını yerden yere vuruyorum. Bu yazı dizisinin 4.'sünde. Şu adreste: http://marksistarastirmalar.blogspot.com/2013/07/dogu-bati-dergisinin-karl-marx-sayisi-uzerine-IV-mahmut-boyunegmez.html

    YanıtlaSil

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.