Konu: Doğu Batı dergisinin 55.
sayısında yer alan "Karl Marx" dosyasındaki bazı yazılar
eleştirilmektedir.
Elime yeni geçti. Doğu-Batı adlı derginin 55. sayısı, Karl Marx’ı konu edinmiş.
Bilmeyenler için belirtelim, bu derginin yazı kurulunda; Halil İnalcık, E. Fuat
Keyman, Mehmet Ali Kılıçbay, Etyen Mahçupyan, Şerif Mardin gibi isimler var. Bu
zat-ı muhteremler gönderilen Karl Marx’la bir şekilde ilişkili yazıların
yayınlanıp yayınlanmamasına karar vermiş. Pek ala. Kendi tasarruflarıdır. Fakat
bu adamların yayınlanmasına karar verdikleri yazılar, Marksistler tarafından
elbette eleştirilecek. Çünkü bu topraklarda Marksist bir damar var! Öyleyse
başlayalım.
Nur Betül Çelik-Marx’ın Ontolojisi
ve Siyasal Öznelik Sorunu Üzerine
“Marx’ın Ontolojisi ve Siyasal Öznelik Sorunu”; ilkyazının başlığı budur. Yazarı Nur Betül Çelik’tir. Başlıkta kullanılan
kavramların çiğliği ve bunları kullanma cüreti, yazının içeriği hakkında ipucu
veriyor olmalı. İçerik mi?.. “Türsel varlık olarak insan”, “üretken varlık
olarak insan” ve “öznenin pratik öz-faaliyeti olarak varlık” alt başlıklar
halinde incelendikten sonra, bu ontolojinin siyasal faaliyetle bağına vurgu
yapılarak, asıl amaca geçilir. Bakın bu Sümela Manastırı, fotoğraflar çekilir
ve yola devam edilir; işte bu da Ayder yaylası, orada bir gece konakladıktan
sonra… Sonra asıl amaca geçilir ve gezi bedelleri tahsil edilir. Çelik’in bu
yazısı Marx’ın daha çok gençlik yıllarında yazdıklarını kullanarak, bir araba
dolusu lafı bir araya getirmekten ibaret. Fakat amaçlanan şu:
“Burada sorunumuz, kapitalizmin yerinden
edici sonuçlarına bağlı olarak, Marx’ın devrimci öznesi proletaryanın geçerli
bir toplumsal karşılığının olmayışıdır. Siyasetin aktif öznesinin yeri bugün
boştur. Burada kuramın başarısızlığı açıktır: siyasal öznelik meselesi, Marx’ın
ontolojik proletarya kategorisiyle bir açmaza sürüklenmiştir. Dolayısıyla bu
yazıda öncelikle Karl Marx’ın felsefesinin ontolojik unsurunun ne olduğu açığa
çıkarılacaktır.” (s. 12)
Neden mi bu “sorun” kafaya takılmış?.. İşte cevabı:
“Bu yazı Critchley’in ‘hakiki demokrasi’
arayışından esinlenerek yazıldı ve Marx’ın yeni siyasal öznelikler hakkında
düşünmenin zorunlu bir uğrağı olduğunu kabul ederek, farklı siyasal olanaklar
üzerinde düşünmeye Marx’ın ontolojisinden başlamayı hedefledi.” (s. 12)
İşte Çelik, bu anti-marksist bakışı okura kabul ettirmek için, Marx’ın
eserlerinden, daha çok gençlik döneminde yazdığı eserlerden alıntılar yapıyor.
Yazının içeriği budur. Bu içerikle, ulaşmak istediği sonuç arasındaysa anlamlı
hiçbir bağ yok. “Elveda proletarya” türünde bir ideolojik kodlamaya varmak için
“türsel varlık”, “praksis”, “üretim” ve “insan” kavramlarının kullanılmasına ne
denir?.. “Elveda proletarya” demek için, bu kavramlar üzerinde duranın aslında
akıl sağlığından şüphe etmek gerekir.
Fakat akademinin bu uçukluğu hiç de “akılsızlığın” ürünü değildir.
Yazılanlar yetmiş demek ki; Chantal Mouffe, Andre Gorz vd, envayi çeşit
post-modernist ve post-marksist… Bu yazarların görüşlerine hala itibar
edilebiliyor belki de. Türkiye solunun ve işçi sınıfı hareketinin zayıflığı,
akademideki bu ideolojik bakışa kan veriyor, onun meşru olabilmesine imkân
tanıyor. TEKEL işçilerinin mücadelesi, Mağrip ve Ortadoğu’da emekçilerin
hareketlenmesi, Avrupa ülkelerinde işçi sınıfının grevler ve büyük gösteriler
düzenlemesi, evet bunların hiç biri akademinin ilgi alanına girmiyor.
Çelik şöyle buyuruyor:
“Marksizm eleştirilerinde sıklıkla
vurgulandığı gibi, proletaryanın artık gerçek bir sosyolojik kategori olarak
kabulü güçtür ve proleter sınıf, radikal, ‘hakiki demokrasi’ etrafında
şekillenmiş bir siyasetin öznesi olabilme potansiyelini yitirmiş bir kategori
olarak görülmektedir. Buna ek olarak, Marx’ın özgürleştirici siyasal etkinliği
verili evrensel bir öze ve evrensel rasyonel yasalara dayandıran ontolojisinin
toplumsal ilişkilerin antagonistik doğasını kavramaktan ve özgül siyasal
mücadelelerin siyasal öznesini tanımlamaktan uzak olduğu ifade edilebilir.” (s.
30-1)
Ve hemen ardından dengeleyici bir-iki cümle: “Bununla birlikte, Marx’ın siyasal projesinin günümüzün siyasal kuramı için
hala bir esin kaynağı olduğunu da belirtmek gerekir (…) Sonuç olarak Marx,
önerdiği gibi proletarya özgürleştirici, devrimci gerçek siyasal özne
olsun olmasın, siyasal öznelik sorunu üzerinde kuramlaştırma çabalarının
zorunlu uğrağı olmaya devam etmektedir.” (s. 31)
Bu yazılanlar Marx’a ve Marksizm’e dönük bir çarpıtmadır. “Evrensel öz”,
“evrensel rasyonel yasalar”dan dem vuran kim?.. Kesinlikle Marx değil!
Marksistler de… “Toplumsal ilişkilerin antagonistik doğasını kavramaktan” kim
uzak?.. Marksizm’in bu kavrayışa sahip olduğunu, azıcık okuyan herkes biliyor!
Ve “siyasal öznelik sorunu üzerinde kuramlaştırma çabaları”nı sürdüren kim;
tuzu kuru akademisyenler, öyle mi?.. Bunlara inanalım mı?..
Post-modernistlerin, post-marksistlerin vs. yazdıklarını “kuram” olarak
değerlendirmeye almak yerine, sosyalistlerin/Marksistlerin geçmişten bugüne,
yazdıklarını ve çabalarını biraz olsun görsek. Yahut hiç değilse, çevrecilerin,
küreselleşme karşıtı hareketlerin, feministlerin, yani bu “alternatif” siyasal
öznelerin hareketlerini örneğin, somut gelişimleri üzerinden incelesek ve bu
incelemelerden çıkarsama yapsak; bakın bunun bile bir değeri var. Yavan
ideolojik kodlamaları olduğu gibi benimsemek, bilimsel şüpheciliğe uygun
mudur?..
Nur Betül Çelik’i daha önce de eleştirmiştim. İdeolojiler üzerine yazdığı
bir kitapta (İdeolojinin Soykütüğü 1: Marx ve İdeoloji), Marx’ın eskatolojik
bir yaklaşıma sahip olduğunu öne sürüyordu (Bkz; Mahmut Boyuneğmez,
“İdeolojiler Üzerine”). Akademi, Marx’ın yazılarını yorumlama hakkına sahiptir,
elbette. Fakat bizim de, bu yorumların “çarpık” olduğunu belirtme hakkımız var.
Kişilere dönük en ufak bir husumet beslemiyorum. Fakat Marx’ın düşüncelerinin
ve Marksizm’in, akademinin “kuramsal” sofrasında meze olarak kullanılmasına
seyirci kalmayacağımın bilinmesini istiyorum.
Önder Kulak-Karl Marx’ta Yabancılaşma,
Meta Fetişizmi ve Şeyleşme Kavramları Üzerine
İkinci makale, Önder Kulak’a ait ve başlığı şöyle: Karl Marx’ta Yabancılaşma, Meta Fetişizmi ve Şeyleşme Kavramları. Konusunu açımlamada
başarısız olmayan bu makale, benim geçmişte ve halen ilgilendiğim bir konuya da
değiniyor: İdeolojilerin oluşumu. Sussex Üniversitesinde Tarih, Sanat tarihi ve
Felsefe Okulu’nda felsefe bölümünde çalışmalarını sürdürdüğü belirtilen yazar,
makalesine 34 adet kaynak göstermiş olsa da, benim “naçizane” çalışmam olan
“İdeolojiler Üzerine”ye referans vermediği gözleniyor. Oysa MAR’ı takip etmiş olsaydı, düşüncelerini geliştirmede belki yararı olabilirdi.
Fakat bu önemli değil. Türkiye’de ve dünya’da birbirinden habersizce yapılan o
kadar çalışma var ki… Sadede gelelim (in medias res).
Kulak, Marx’ın yabancılaşma kavramını iki farklı sözcükle kullandığını
belirterek, bir zihinsel açıklık sağlıyor. Entäusserung,
dışsallaşma/dışsallaştırma (externalization); entfremdung, ayrışma/ayrıştırma
(seperation ya da estrangement) anlamlarına gönderme yapıyor. Dışsallaşma,
emekçinin yeteneklerini, gücünü, bilgi ve becerisini nesnel gerçeklik üzerinde
somutlaştırması olarak anlaşılırsa, aslında kendini gerçekleştirmedir.
Ayrışmaysa, sınıflı toplumlarda üreticilerin karşısına doğanın güçlerinin,
hammaddelerin, üretim araçlarının ve kapitalistin, bu yüzden de üretilen
ürünlerin ayrı bir varlık olarak, özel mülkiyet biçiminde çıkmasıdır.
Dolayısıyla “üretimin koşulları”, yabancılaşmanın olup olmamasında belirleyici
faktördür. Özel mülkiyetin ve sınıfların varlığında, bu koşullarda, üreticiler
kendilerini gerçekleştirirken bir yabancılaşma süreci yaşarlar. Doğanın
güçleri, kendi emek süreci ve emeğin ürünü üzerinde denetim ve egemenlik
kurulamaması, yabancılaşmayı anlatır. Ürünlerin değişimi ve bölüşüm de dâhil
toplumsal ilişkiler, bireylerin dışında ve onlardan ayrışmış, onlara hükmeden
ilişkiler olarak yapılanır. Benim “yabancılaşma” nosyonundan anladığım özetle
budur.
İdeolojik duygu ve düşüncelerin, ideolojilerin yapı-taşı olan çeşitli
motiflerin oluşumunda, belirleyici olan işte bu toplumsal ilişkilerdir. Bana
göre, metafizik ideolojilerin oluşumunda, bu ilişkiler içerisindeki insanların
yoksunlaşmaları, doğanın güçleri ve toplumsal yapılar karşısındaki acizlikleri,
onları reel biçimde kavramaya yetecek karar alma ve kolektif eylem süreçlerine
katılamıyor oluşları, edilgenlikleri önem taşımaktadır. Emekçilerin bilimsel
bilgilerden yoksun bırakılmaları; aile, okul gibi kurumlar yoluyla metafizik
ideolojik düşünce ve davranış kalıplarının gelecek kuşaklara aktarılması da, bu
ideolojilerin yeniden üretiminde etkilidir. Böylesi bir toplumda, bu ideolojik
motifleri üreten kuşatıcı toplumsal ortam içerisinde, bunlardan sıyrılmanın ya
da etkilerini en aza indirmenin iki yolu vardır; bilimsel bilgilerle donanmak
veya kendi çıkarlarınız doğrultusunda gücünüzün yaşamda test edildiği
pratikleri, örneğin radikal politik mücadele deneyimlerini yaşamaktır.
Bana göre, komünist toplumda insanların bilinci,
toplumsal ilişkiler ve doğanın güçleri karşısında kötürümleşmeyecek ve realist
düşünceler yaşamda egemen düşünüş biçimi olacaktır. Çünkü insanların
kendilerini gerçekleştirmeleri ya da dışsallaştırmalarının gerçekleştiği
toplumsal ortam, üretim ve yaşam koşulları değişmiş olacaktır. Geçmiş insan
kuşaklarının bilimsel kazanımları ve bugün ulaşılan teknoloji kullanılarak,
doğal/evrensel süreçlere, olgulara, nesnelere hâkim olmanın ve onları
insanlığın denetimine sokmanın olanaklı duruma geldiği görülmelidir. Toplumsal
süreçler ve olgular da, ortaklaşa karar alma mekanizmalarına katılım
sağlanarak, insanlara yabancı, onların dışında güçler olarak değil de, onların
egemenliği altında süreçlere ve olgulara dönüştürülebilir durumdadır.
Tarih bu yeni toplumun kuruluşunun maddi güçlerini oluşturmuştur ve Marksizm’le
bunun bilinçli kavranışına da sahiptir. Bu bağlamda, ilk kez Karl Popper’in
yazılarında gördüğüm ve onun nefretle saldırdığı bir kavramlaştırma olan
“toplum mühendisliği” kavramını olumlu anlamıyla değerlendirmeye alıyor ve
geleceğin toplumunun, toplumsal yaşama ve tarihsel sürece büyük oranda
insanlığın kolektif biçimde egemen olacağı ve birçok planlı, bilimsel süreç
başlatacağı ve örgütlenmeler oluşturacağı, yani toplumsal mühendislik örnekleri
oluşturacağını savunuyor/düşünüyorum. Elbette bu komünist toplumda olumsallığın
ortadan kalkacağını düşündüğüm anlamına gelmiyor.
Konuya dönelim ve Kulak’a kulak verelim. Kulak, meta fetişizmi, teorik ve
pratik şeyleşme (reification) üzerinde de duruyor. Şöyle yazıyor:
“Meta fetişizmi ve teorik şeyleşme
Feuerbach’ın Tanrı fikri ile bilincin dışsallaşması bağlamlarında ortak
noktalara sahiptirler.” (s. 43)
Fetişizm ve “ters çevirme” kavramlarını biz Marksistler ve insanlık, Marx’a
borçludur. Kulak’ın “bilincin dışsallaşması” olarak adlandırdığı kavramı ben
daha önce “İdeolojiler Üzerine” başlıklı makalemde “projeksiyon”, yani yansıtma
olarak kullanmıştım. Kanımca daha uygun adlandırma budur. Bu kavramın
psikolojide kullanıldığını ve ideolojik motiflerin oluşumunu açıklayan bir
düzenek olarak dikkate alınabileceğini belirtmiştim. Üstelik Feuerbach’ın tanrı
fikrinin oluşumunu nasıl açıkladığını da göstermiştim.
Dolayısıyla şu satırlar bana göre anlamlı ve benimsiyorum:
“Marx, değerin, herhangi bir toplumsal
ilişki olmaksızın metanın bir özelliği olarak düşünülemeyeceğini savunur. Ancak
dışsallaşmış bilinç, değeri, metanın varlığında taşınıyor olarak ona atfeder
(…) Fetişizmi deneyimleyen dışsallaşmış bir bilinç, altının içkin bir özellik
olarak kendi değerini taşıdığını düşünür.” (s. 47)
Komünizmde değer yasasının geçerliği, üretimin koşulları değişmiş
olacağından ortadan kalkacaktır (komünizmin ilk fazında yaşanacak bir süreçle).
Örneğin altın, bu durumda, bakırdan daha iyi bir iletken olması özelliğiyle
kullanılacaktır. Mücevher, metal para vb., olarak değil, sadece
kullanım-değeri, yararlılığı dikkate alınarak üretilecek ve gereken alanlarda
kullanılacaktır. Suat Kamil Aksoy’un sanısının aksine, onun üretimi için ne
kadar çok emek harcanmış olursa olsun, bu emek-zamanı onun değeri olarak bir
nitelik oluşturmayacaktır. Günümüzde altına doğal niteliğiymiş gibi bir değer atfetmeye,
“fetişizm” denmelidir. Fetişizm, bir nesne, kişi ya da fikre, onun sahip
olmadığı özellikleri, güçleri vb. atfetmektir. Burada bir tür yansıtma
(projeksiyon) da yapılmaktadır.
Bu noktada Kulak’ın önemsiz bir küçük yanlışına değinip, ana konumuzla
devam etmek istiyorum. Kulak şunu yazarken kalemi sürçmüş olabilir mi?:
“(…) değerin kendisi her şeyden önce
toplumsal ilişkilerin bir sonucudur. O zaman buradaki örneğe göre, kullanım
değeri insan emeğinin niceliğinin sonucudur ve değişim değeri de
mücevher üretmek için harcanan insan emeğinin niceliksel olarak ortaya
konuluşudur.” (s. 48)
Kullanım-değeri, somut emekle, emeğin niteliğiyle ilişkilidir. Onun
niceliğiyle değil. Dolayısıyla şu yazılanlar da konunun yeterince
kavranmadığına işaret ediyor olabilir:
“Bu durumda hem kullanım değeri hem de
değişim değeri altının söz konusu atfedilmiş özelliklerine bağlanır.” (s. 48)
“Değişimin ardından ise kullanım önem
kazanır ve söz konusu değer insanlar için farklı bir biçimin, kullanım
değerinin ağırlığına bürünür.” (s. 46)
Birincisi; kullanım-değeri, kısmen de olsa metanın fiziksel, kimyasal vb.
özellikleriyle ilişkilidir. Mücevher olarak değil ama örneğin bilgisayar
chip’lerinde altının kullanımında olduğu gibi. İkincisi; Metalar aynı anda hem
kullanım hem de değişim-değerine sahiptir. Kullanımı olmayan ya da kullanılması
teşvik edilmeyecek bir meta üretilmez.
Geçiyor ve ana konuya geliyorum. Kulak “pratik şeyleşme” kavramını
yetkinlikle açıklıyor. Hüseyin Habip Taşkın’ın bir yazısını daha önce incitici
olmasın diye gırgır dolu bir dille eleştirmiştim (bkz; Lelecan Lele Beni de
Bindir!). Taşkın, metaların değişiminin oluşturduğu görünüşe aldanıyor ve
değişimden değerin peydahlandığını ileri sürüyordu. Kulak’ın pratik şeyleşme
olarak açıkladığı işte bu görünüş:
“Gerçekte, her özne, metaları ‘doğal
değerlerle’ değil işçinin emek gücünden kaynaklanan değer aracılığıyla değişir.
Buna bağlı olarak, dışsallaşmış nesnelerin belirleyiciliğine rağmen karşılıklı
değişimi, nesneler nesnelerle değil özneler öznelerle gerçekleştirirler (…)
Buradaki sorun yabancılaşmadan dolayı öznelerin dışsallaşmış nesnelere sahip
olan veya olmayan insanlar haline gelmeleridir. Bu aynı zamanda
değişim ilişkilerinin nesnelerce belirlendiği çünkü bir öznenin sahip olduğu ve
diğerinin olmadığı anlamına gelir (…) İnsan bir nesneyi değişilmek üzere pazara
getiren bir şey haline gelmiştir, çünkü her birey diğeri için sadece bir
şeyin sahibi veya bir şey yapabilen şey olarak görülmektedir.” (s.
51)
Özetle, değişimde meta olan nesneler kişileşir, kişileri temsil eder ve
kişiler de şeyleşmiştir. Buraya kadar güzel., peki ya sonrası?..
Kulak, şu iki sorunun yanıtını arıyor: “(1) Bilinçte yanılsama nasıl oluşur? (2) Toplumsal gerçekliğe bağlı olarak
yanılsama nasıl açıklanabilir?” (s. 53) Yansıma teorisini benimseyen Kulak, din
örneğinde olduğu gibi “dışsallaşmış bilincin” (dinin oluşumunda insani
özelliklerin tanrıların özellikleriymiş gibi projeksiyonu/yansıtılması
anlaşılsın), “gerçek dünyanın yansıması” (Marx) olduğu öne sürülebilir diyor
(s. 53). Burası da tamam; materyalist olmak, yansıma/karşılıklılık teorisini
(Ruben’in adlandırmasıdır ‘karşılıklılık’) benimsemeyi gerektirir. Buradan
yanılsamaya (illüzyona) geçen Kulak, iki tür yanılsama tanımlıyor: Basit yanılsama
ve Karmaşık yanılsama. Basit yanılsama, bir kaşığın ya da kalemin su dolu bir
bardağa konulduğunda “kırık” olarak algılanması örneğiyle açıklanıyor. Karmaşık
yanılsamaysa, sadece nesnelerin görünüşünün belirleyiciliğinde değildir ve “(…)
basit yanılsamada olduğu gibi sadece nesnelere değil aynı zamanda toplumsal
gerçekliği değiştiren öznelere de bağlı olması” (s. 54)’yla ayırt edilir.
Vardığı sonuç şu:
“Bilinç, gerçekliği toplumsal ilişkilere
(teori ve pratik) bağlı olarak nasılsa öyle veya yanılsamalı, dışsallaşmış
olarak yansıtır.” (s. 54)
İyi de nasıl, hangi düzeneklerle?.. Cevap şimdilik yok; “Örneğin dışsallaşmış bilinç dini fetişizm aracılığıyla Tanrılar yaratır,
çünkü o fiziksel bir yanılsamadan daha karmaşıktır.” (s. 54)
Makalede yanılsamaya (Kulak, “yanılsamalar” değil de “yanılsama” kelimesini
kullanıyor), neden olarak gösterilenlere, biraz ileride ulaşıyoruz. Bakın
şöyle:
“İnsan kendini sarmalayan koşulları
anlamaya çalışırken öz ve görünüşün birbirleriyle uyumsuz olduğu bir
gerçeklikle karşılaşabilir. Bu durum bilinçte yanılsamaya neden olabilecek
olanaklara zemin hazırlar. Örneğin işçiyi uzaktan seyreden birisi onun üretimde
bulunmak için belirli bir ücret aldığını görür, ve buna bağlı olarak da işçinin
‘emeğinin karşılığını aldığını’ düşünür. Sadece görünüşe bakılırsa, işçi
ücretini alır ve burjuva da zaten kendi mülkü olan nesneler üzerinde bir
değişim elde eder. Oysa olanlar bu kadar basit değildir. İşçi emek gücünü
değişim değeri üzerinden burjuvaya satar, ve burada emek gücü işçinin
karşılaması gereken ihtiyaçların değişim değeri toplamına eşittir (…) Bu
noktada görünüşü aşan bir durum vardır: İşçi söz konusu nesnelerin değişimi
için zaman harcar, nesnelere emeğini katar ve böylece değer yaratır. Bu
tarattığı değer aldığı ücretten, yani ihtiyaçlarının değişim değeri toplamından
daha fazlasıdır (…) Görünüşle sınırlı kalınarak görülemeyen bu ‘emeğin
karşılığını alamama’ durumu ancak görünüşün arkasındakini görebilmekle
mümkündür, aksi takdirde işçinin ‘emeğinin karşılığını aldığı’ düşünülerek
yanılsama oluşur.” (s. 55)
Evet, bunlar Marx’ın vülger iktisatçıları eleştirirken görünüşü gerçek
olarak dikkate almakla ve özü araştırmamakla suçladığında anlamlı ve geçerli
sözler: Öz ve görünüş aynı olsa, bilime gerek olmazdı. Peki, bütün toplumsal
ilişkiler ve doğayla olan ilişkilerde, insanların tüm yanılsamalarının kaynağı
bu mudur? İşte Kulak’ın tökezlediği yer burasıdır. İdeolojik motiflerin
oluşumunda tek mekanizma (mekanik çağrışımlı diyorsanız “düzenek” olarak
okuyabilirsiniz) yanılsama mıdır?.. Kulak şöyle devam ediyor:
“Öyleyse öz ve görünüş arasında toplumsal
gerçeklik açısından bir uyumsuzluk vardır. Buradaki uyumsuzluğun nedeni
yabancılaşmış ilişkilerdir ve buna bağlı olarak dışsallaşmış bilinç de farklı
boyutlara sahip olan yabancılaşmanın sonucudur. Bilinç kendi kendisine
dışsallaşmış bir şekilde, öz ve görünüşün uyumsuz gerçekliğine neden olan
dışsallaşmış fiziksel nesneler ve ayrışmış ilişkileri kapsayan bir toplumsal
yaşantıyı yansıtır. Böylece bilinçteki yansıma, yabancılaşmanın nedenleri ve
sonuçları dolayısıyla, dışsallaşma olmadan gerçekleşmez, ve yansıma
yabancılaşmadan dolayı gerçekliği baş aşağı şekilde gösterir.” (s. 55)
Toplumsal ilişkilerin yabancılaşmış oluşunun, ideolojik motiflerin
oluşumunda belirleyici rolü olduğunu benimsiyorum. Fakat bu yazılanlar ideolojik
fikirlerin ve duygulanımların oluşumu için yeterli bir açıklama sunuyor mu?..
Kanımca hayır. Doğayla ilişkilerinde ve yabancılaşmış toplumsal ilişkiler
içerisinde insanlar, açıklama bulma, teselli olma, belirsizlikten kurtulma,
arınma, acı algısını engelleme gibi saiklerle, belirli zihinsel düzenekleri
kullanıyor olmalıdır. Yansıtma, bastırma, yer değiştirme, kavram transferi
gibi… Bunu belirtirken şu yanlış anlamanın önüne geçmeliyim: İnsanların statik
zihinsel düzenekleri var ve toplumsal ilişkiler değiştirildiğinde dahi, bu
düzenekler kullanılacak ve metafizik ideolojik motifler gelecekte de üretilecek
demiyorum. Bu düzenekleri çalıştıranın sınıflı toplumların ve günümüzün
koşulları olduğunu savunuyorum. Geleceğin toplumu olan komünizmde, realist ve
bilimsel düşüncelerin, düşünsel dünyamıza egemen olacağını benimsiyorum.
Elbette bu değişik estetik anlayışların geleceğin toplumunda olmayacağı ya da
günlük yaşamda “sağduyu” alanı diye bir oluşumun var olmayacağı anlamına
gelmiyor. İnsanlar günlük yaşamında ve üretimde, üzerinde bir yönüyle de olsa
denetim altına alabildikleri işlerle uğraştıklarında, aralarındaki ilişkiler
ayrışmış/yabancılaşmamış olduğunda, ortak kararlar alıp eylemde bulundukları,
doğanın güçleri üzerinde metafizik “açıklamalar”a ihtiyaç duymadan büyük oranda
ve derinlemesine egemenlik kurabildikleri takdirde, metafizik inanç, fikir ve
duygulanımlara sahip olmayacaktır.
Dolayısıyla bu belirttiklerim ışığında Kulak’ın yazdığı şu cümlelere
katılmamam mümkün değildir:
“(…) toplumsal gerçeklik, dışsallaşmış
fiziksel nesnelerin ve öznelerin birbirlerinden ve nesnelerden ayrışması sonucu
oluşmaktadır. Bunların tümü sınıflı bir toplumun yabancılaşmış ilişkilerini
gösterir. Öyleyse toplumsal gerçekliğin kendisi sınıfsız bir topluma kıyasla bozulmuştur.
Böylesi bir gerçeklik insanlara nasıl bir toplumsal gerçeklik içerisinde
olduklarını anlamalarına imkân tanımaz. Dahası, insanları, bozulmuş bir
gerçeklik içerisinde bozulmuş bir bilinç oluşturmaya iter.” (s. 57)
Evet, insanların yanılsamaları, çarpıtmaları, metafizik fikirleri ve
duygulanımlarını dağıtmak mı istiyorsunuz? Önce onları oluşturan toplumsal
koşulları değiştirmek gerekir. Ve bu ancak sosyalist devrimle olur.
Zeliha Burcu Yılmaz-Marx ve “İnsani
Varoluş” Üzerine
Derginin üçüncü yazısının başlığı “Marx ve ‘İnsani Varoluş’” ve yazarı
Zeliha Burcu Yılmaz (ODTÜ Felsefe Bölümü). Yazarın yazısının sonundaki
duygulara içtenlikle katılıyorum. Yazar “Sonuç Yerine” başlıklı bu son bölümde,
işçi sınıfına dair anlamlı ve yerinde bir vurgu yapıyor. Bireycilik ile
bireysellik arasında ayrım yapmasına da katılıyorum. Duygu yükü açısından
bakıldığında, sevindirici bir ilerici/devrimci eğilim göze çarpıyor. Bunlara
binaen/istinaden saygı ve sevgilerimi kabul etmesini diliyorum.
Fakat içerik açısından değerlendirildiğinde, bana göre
yazıda yanlışlar var. Bunları sıralamak ve kısa yorumlarla eleştirimi
yöneltmek istiyorum.
“İnsanların ve geri kalan her şeyin
değerini paranın belirlediği bir sistemde insan, ‘insani varoluş’undan uzaklaşmaktadır.”
(s. 64)
“İnsani varoluş” bir soyutlama olarak değer taşır mı?.. Aslında bu
soyutlamaya sizin atfettiğiniz değer önemlidir. Günlük hayatta bu değeri
çeşitli vesilelerle güncelleyip, gündeme getirebilir ve çevrenizdeki insanlarla
etkileşiminizde kullanabilirsiniz. Fakat bana göre teorik düzlemde, bu değerin
kullanımının işlevselliği tartışmalıdır. Evet, “bozulmuş” bir insani varoluşun
çeşitli semptomlarına ve görünümlerine bakarak, bunların olmadığı arı bir
“insani varoluş”tan bahsedilebilir. Fakat gerçekte, yani tarihsel gerçekliği
içerisinde insanların varoluşu, etik değer yargılarıyla incelenmemelidir.
Nasrettin Hoca fıkralarının birçoğunu beğensem de, onları ancak edebi değeri
yüzünden olumlamak gerektiğine inanıyorum. Kazan doğurmaz; peki fıkra, teori
doğurur mu?.. Marx’ın para ve altın üzerine yer yer edebi “söylev”ler döşendiği
bilinir. Örneğin Shakespeare’in Atina’lı Timon’undan yaptığı ve altın üzerine
gerçekten paha biçilemez edebi değerdeki cümleler, üzerinden uzun süre
geçmesine rağmen okuyanların zihninde tekrar tekrar yankılanır. Fakat bu
kadar... Hoca Nasrettin’in “ye kürküm ye” fıkrasında avam karakterde, fakat bir
değeri ve anlamı olan fikrin, teorik bir makalede başka bir biçim altında
da olsa tekrarlanması, düşüncelerimizi geliştirir mi?... Böyle diyeyim ve fazla
germeden geçeyim.
“İlkçağ ve Ortaçağ insanı, kendi hayatına
daha bütünsel ve geniş bir açıdan bakabilir. İnsanlar arasındaki eşitsizlik
açıktır ve insan soyut bir belirlenime sahip değildir. Oysaki insanların kendi
hayatına dair böyle bütünsel bakış açısı modern kapitalist sistemde yalancı bir
özgür yurttaşlık söylemi yüzünden pek mümkün olamaz.” (s. 64)
Bu yazılanların doğru olmadığına inanmaktayım. İlk olarak hangi insan?..
Örneğin, Aristoteles’in kendi hayatına daha bütünsel ve geniş bir açıdan
baktığına emin olabilirsiniz. Peki ya kölelerin büyük kitlesi (neredeyse
tamamı) için ya da serf/angaryacı olan köylüler için bu söylenebilir miydi?
Kanımca hayır. İlkçağ ve ortaçağda insanlar arasındaki eşitsizliğin açık olduğu
doğruysa da, bunun insanlığın büyük bölümü için değerlendirmeye alınması,
kavranışını biryana bırakalım sezilmesi bile mümkün değildi. Üstelik bu durum
doğaya bakış için de geçerlidir. Örneğin köylülerin günümüzde bile kendi
hayatına, toplumsal hayata, doğaya bakışı hiç de geniş ve bütünsel karakterde
değildir. İnsanlığın bazı köylerdeki yaşamı neredeyse neolitik dönemin
koşullarına sahipken, aralarındaki ilişkiler ve doğayla kurduğu ilişkiler
oldukça kısıtlı ve genel tarihsel ilerlemeye göre geriden gelmekteyken, sahip
oldukları bilinç de buna uygundur. Yılmaz’ın yazdığının tam tersine, kapitalist
üretimin gelişimiyle birlikte insanlığın kendi hayatlarına, toplumsal hayata ve
doğaya bakışında bir gelişim saptanır durumdadır. Kentlerde yaşayan emekçilerin
metafizik ideolojik motiflerle zihinleri kolonize edilmiş olsa da, bir serf ya
da köylüye göre sahip oldukları ideolojik prangalardan kurtulmasının politik ve
kültürel olanakları vardır. Evet günümüzde emekçilerin “özgür” olduklarını
iddia etmek gülünç olurdu; eşitliğin olmadığı bir toplumsal sistemde, en fazla
negatif özgürlüklerden, o da kısmen söz edilebilir. Fakat bu durumu kalkış
noktası yapıp, geçmiş çağlarda emekçi insanlığın daha özgür olduğunu iddia
etmek yanlıştır.
Yılmaz’ın başka bir hatasına geçelim. Bakın Yılmaz, Marx’ın “meta
fetişizm”iyle ilgili cümlelerini nasıl anlamış:
“Bu âlemde, insan beyninin ürünleri,
bağımsız canlı varlıklar gibi görünür ve hem birbirleriyle hem de insanoğlu ile
ilişki içine girerler. İşte metalar âleminde de, insan elinin yarattığı
ürünler için durum aynıdır. Emek ürünlerine, meta olarak üretildikleri
anda yapışıveren ve bu nedenle meta olarak ayrılması olanaksız olan şeye,
ben, fetişizm diyorum.” (s. 68) (Kapital, 1. Cilt’ten yazarın aktardığı gibi
alıntılıyorum, vurgular bana ait –MB)
Marx, “bu alemde” diye yazarken, “din alemini” kast ediyor ve onunla,
“metalar alemi” arasında bir analoji kuruyor. Fakat Yılmaz, “bu alem”le kast
edilenin “din alemi” olduğunun farkında olmamalı ki şöyle yazıyor:
“Artık emekçi ve emek ürünü arasında
doğrudan bir ilişki söz konusu olamaz, çünkü bunun önüne metaların kendi aralarındaki
ilişkiler geçmiştir. İnsan beyninin ürünleri insanların karşısına bağımsız
ürünler olarak çıkar ve Marx burada fetişizm kavramını ortaya koyar: (Yazar,
burada yukarıdaki Marx alıntısını yapıyor –MB)” (s. 68)
Yılmaz, metaların da nasıl olsa “insan beyninin ürünleri” arasında
sayılabileceğini düşünüyor olabilir. Fakat Marx’ın cümlesindeki “insan elinin yarattığı ürünler için de durum aynıdır” ifadesinden aymalı ve
yanlışını düzeltmeliydi, değil mi? Oysa yanlış katmerleniyor, bakın nasıl?:
“Marx’a göre, ürünlere sonradan eklenen
ve değişmez zannedilen toplumsal özellikler ürünün meta haline gelmesine ve
meta fetişizminin oluşmasına yol açar.” (s. 68) (Vurgu bana ait –MB)
Marx “emek ürünlerine, meta olarak üretildikleri anda yapışıveren” diyor;
Yılmaz “ürünlere sonradan eklenen
toplumsal özelliklerden” bahsediyor. “Sağır duymaz uydururmuş” desem,
yakışıksız olmaz sanırım. Bununla da bitmiyor ki; Yılmaz’a göre, “ürünlere sonradan eklenen ve değişmez zannedilen toplumsal özellikler
ürünün meta haline gelmesine” de yol açıyormuş. Kırıcı olmak
istemiyorum, o nedenle burada söylenebilecek günlük konuşma kalıplarından
aklıma birkaç tanesi gelse de, yazmaktan imtina ediyorum. Bu yazılanlar
yanlıştır demekle yetiniyorum.
Yılmaz’a göre kapitalist üretimin alamet-i farikası (ayırt edici özelliği),
bakın neymiş:
“Marx için meta ilişkileri ve bir değer
biçici olarak paranın ortaya çıkıp egemenliğini kurması, modern kapitalist
dönemin en önemli karakteristiğidir.” (s. 68)
“Meta ilişkileri”yle kast edilen, metaların üretimindeki ilişkiler, yani
çağımızdaki kapitalist üretim ilişkileri mi, yoksa metaların değişimindeki
ilişkiler mi? Belli değil. İyi de metaların üretimi geçmiş
çağlarda sınırlı da olsa vardı. Ayrıca paranın varoluşunu M.Ö 3.yy’a ve
takaslarda kullanılan çok çeşitli standart nesnelere kadar götürmek mümkün.
“Paranın egemenliğini kurması”ndan ne anlaşılıyor, bilemiyorum. Fakat
kapitalist üretim biçiminin “en önemli” karakteristiğinin bu olduğu şüphelidir.
“Modern kapitalist dönem”de paranın “değer biçici” olma özelliğinin yanı sıra
başka özelliklerinin olduğunu da hatırlamak gerekiyor.
“Paranın bütün değerleri belirlemesi
ve kendisinin de değer belirleyen bir meta haline dönüşmesi kapitalist sistemin
temel çelişkisidir. (dipnot 18; Bu noktada en önemli kaynaklar
Grundrisse ve Kapital’in para üzerine olan bölümleridir (…)” (blam, blam ve
vurgular bana ait– MB)
Dikkat edilsin, para bütün değerleri “belirliyor” ve benim anlayamadığım
bir çelişki, “kapitalist sistemin temel çelişkisi” oluveriyor. Meta para,
sikke, banknot vd. paranın çeşitli formları olduğunun ve paranın evrensel eşdeğer
standardı işlevinin biliniyor olması gerekmez miydi?..
Hemen bir sonraki cümleyse bir fecaate gark ettirecek cinsten: “Bu durum, emek ürünlerinin ve emeğin gerçek ‘değer’ (dipnot 19; gerçek
değer oldukça sorunlu bir kavramdır, ancak burada kaba bir şekilde kullanmak
zorunda kaldım)’lerinden fazlasıyla uzaklaşmasına ve sistemin içerisindeki
eşitsizliklerin gizlenmesine yol açar.” (s. 69)
Bu cümlelerde bir uydurmaca var ve bu uydurmaca bir şeylere yol açıyor!..
Yahu bunları yazıp, söylüyoruz ama başımıza taş yağmasın(!)
Bu “kaya”dan sonra gelen şu küçük “taşlar” kolay savuşturulur, herhalde:
Yılmaz, “her şeyin emekle satın alınması”ndan ve “sermayenin birikmiş emekten
başka bir şey olmaması”ndan da dem vuruyor. Bunlardan ilkinin anlamı var
mı, ben bilemiyorum. Sermayenin birikmiş emekten ibaret olmadığı, birikmiş olan emek/değeri artırmak için kullanımdaki değer
olduğunuysa belirtmeliyim.
Şimdi yanlışlara, naiflikle yazılmış cümleleri de ekleyerek devam edelim:
“Devletin yurttaşlarına sağladığı haklar
ve Fransız devriminden kalan eşitlik, özgürlük ve demokrasi gibi kavramlar
kapitalist ekonominin getirdiği dengesizlik, çelişki ve eşitsizlikleri
gizlemeye yarar.” (s. 69)
Tarih boyunca hakların taviz olarak verildiği kadar, mücadeleyle alındığı
bilinmiyor olmalı. Fransız devriminden ne kalmış?.. Bazı “kavramlar”, öyle ki
bu “kavramlar” sihirli. Eşitlik, özgürlük ve demokrasi kavramları, neye
yarıyormuş? “Dengesizlik, çelişki ve eşitsizlikleri gizlemeye”… Biçimsel/yasa
önünde eşitlik, negatif özgürlük ve burjuva/liberal demokrasilerden
bahsediliyor olmalı, değil mi?.. Fakat bunların “kavram” olarak dikkate
alınması, toplumsal gerçekte ifade ettikleri ve onlara karşılık gelen
ilişkilerin/süreçlerin varoluşlarının unutulması anlamına gelmemeli. Yani,
“kavramlar” sadece düşünmeye yarar. Yanlış mı düşünüyorum?..
“Aksine daha önce hiçbir zaman insan
hayatı ve emeği bu kadar değer kaybetmemiş ve insan ekonomik ilişkiler batağına
hiç bu kadar saplanmamıştır. (s. 69)
Bu cümlede etik bir yargılama yapılıyor. Şu soruların cevabının ne
olacağınıysa insan merak ediyor: Kölelerin, serflerin hayatı ve emeği ne kadar
“değerli”ydi, acaba?.. İnsanlar tarihin hangi dönemlerinde hiç bu kadar
“ekonomik ilişkiler”in batağına saplanmamıştı?.. Tarihin, üretici faaliyetle
başladığı biliniyor olmalı.
“Çünkü modern kapitalist dönemde paranın
tek değer belirleyen olması ve metalaşma insanların hayatındaki her şeyi ele
geçirmiştir. Ekonomik olarak bu belirleyen dışında hiçbir şey emek ve emek
ürünleri üzerinde bu kadar etkili değildir.” (s. 69)
Bir: Kapitalist dönemde, insanların (etik) “değerlerini” ya da emek-değeri
tek başına para belirlermiş. İki: Metalaşma, hayattaki “her şeyi” ele geçirmiş.
Üç: Para, emek ve emek ürünleri üzerinde etkiliymiş. Etik yargılama, naifçe ve
tuhaf ifadeler…
Marx’ın yazdıklarından ilham alan, fakat naifçe duran başka bir
değerlendirme daha:
“Mülk ve mülk sahibi, toprak ve serf, köle
ve efendi arasındaki ilişki artık sadece para ile mal edinme ilişkisine
dönüşmüştür. Toprakla beraber gelen soyluluk, kan bağı, akrabalık gibi
ilişkilerin hepsi ekonomik ilişkilere ve para ilişkilerine evrilmiştir.” (s.
69)
Soyluların ve kan bağlarının varoluşu, ekonomik ilişkilere ve bunun
içerisinde akçeli ilişkilere bağlı değil miydi? Yoksa “biz” ifade etmek
istediğimizi netlikle yazamadık mı?..
Biraz soluklanalım ve konuyu değiştirelim. Yılmaz dipnot düşme titizliğiyle
Kant’a ilişkin Faoucault’un şu saptamasını aktarıyor: “Foucault, Kant’ın bu makalesine yaptığı yorumda Kant’ın kendi dönemi
hakkında bu şekilde bir tavır alan ilk düşünür olarak kabul edilebileceğini
söyler.” (s. 70, dipnot 25). Bu dipnot, Kant’ın “Aydınlanma Nedir?” makalesinde
kendi dönemini rasyonelleştirmeye çalıştığını belirtirken veriliyor. Aydınlanma
dönemi kapsamındaki düşünürler arasında bu rasyonelleştirmeyi yapan ilk düşünür
mü, yoksa kendi dönemi hakkında rasyonelleştirme yapan ilk düşünür mü? Eğer
ikincisi kast ediliyorsa, örneğin Aristoteles veya Platon kendi dönemi hakkında
rasyonelleştirme yapan düşünürler değil miydi? diye sorarlar insana. Elbette
kendi dönemlerinin devrimci/ilerici düşünürleri olduğu da biliniyor.
Yanlışlara bakmaya devam edelim.
“Marx’ın modern dönemde insanın
bilinçliliği ve toplumsal koşulları üzerine yaptığı yorumlar sınırlı olsa da,
kabaca yapılan bu değerlendirmeye göre, modern dönemde para ve meta ilişkileri
arasında kuşatılmış bir insan tarih sahnesine çıkmıştır. Modern kapitalist
sistem, insani varoluşu zayıflatmış ve modern özneyi ekonomik bir sıkışmışlık
içinde bırakmıştır. Doğayla, diğer insanlarla ve kendisiyle ilişkisi ekonomik
ilişkilerin egemenliğindedir. Modern kapitalist sistemin baş öğretisi; ‘kendini
ezme, yaşamın ve bütün insanca gereksemelerin yadsınması’ (dipnot 31; Marx’ın
1844 El yazmalarına referans)’dır, çünkü tek amaç sermayenin artmasıdır.
“ ‘Ne kadar az yer, içer, kitap okursan;
tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen; ne kadar az düşünür, sever,
kuram yaratır, şarkı söyler, resim, eskrim yaparsan, vb., o kadar fazla sermaye
biriktirirsin – güvelerin ve tozun yok edemeyeceği hazinen o kadar büyür.’
(dipnot 32; Marx’ın 1844 El yazmalarına referans)”
Bir: Marx’ın, modern dönem için insanın bilinçliliği ve toplumsal koşulları
üzerine yaptığı yorumlar sınırlıymış. Baştan aşağı bu konularla ilgili Marx
külliyatını Yılmaz, “sınırlı” sayıyor. İnanılmaz değil mi?.. İki: Modern
dönemde para ve meta ilişkileri arasında kuşatılmış bir insan tarih sahnesine
çıkmış. Parasal ilişkiler ve metaların değişimi, çağımıza göre geçmiş çağlarda
sınırlıydı, tamam. Fakat bu ilişkiler içerisindeki insanlar (soyut “insan değil
de, patrisyenler, plebler, serfler, angaryacılar) tarihsel süreçte geçmişte
sahnedeydiler. Öyle değil mi?.. Üç: İnsani varoluşun “zayıflaması” ve “ekonomik
sıkışmışlık”ın teorik anlamı ne ola?.. Hafsalam alıyor almasına da, günlük
konuşmalarda etik yargılar çerçevesinde… Dört: “Modern özne” için değil sadece,
insanların doğayla, diğer insanlarla ve kendileriyle ilişkilerinde ekonomik
ilişkilerin egemenliği, geçmiş tüm tarih boyunca vardı. Beş: Marx 1844 El yazmaları’nda öyle yazmış olabilir (Marx burada üretim koşullarının yabancılaştırıcı
karakterini anlatıyor olmalı), fakat “yaşamın ve bütün insanca gereksemelerin” tümüyle yadsındığı bir üretim düzeni olamaz. Altı: Kapitalizmin gelişimiyle
birlikte tüketim alışkanlıklarına dönük tavırda değişim görülmelidir. Sanayi
devrimi döneminde Marx’ın alıntılanan cümlelerindeki tavır egemenken, örneğin
günümüzde tüketimi artırmak için püriten-olmayan etik değerler çeşitli
araçlarla işçilere telkin edilmektedir. Fakat elbette kapitalist üretimin temel
karakteristiği olarak üretim ilişkilerinin çelişkili bir doğası vardır ve bir
yanda servet ve olanaklar birikirken, diğer yanda sefalet, sağlıksızlık,
cehalet ve yoksunluklar birikmektedir. Bu genel eğilimdir.
“Modern dünyada insan, içinde yaşadığı
hayata diğer dönemlerden daha çok yabancılaşmıştır. İnsanın kendisiyle,
doğayla, çevresiyle ya da diğer insanlarla ilişkileri doğal halinden veya
gerçekliğinden uzaklaşmıştır. Yabancılaşma, insani varoluş için temel bir
kavramdır, çünkü genel olarak modern insanın sıkışmışlığının, yalnızlığının,
yalnızlığının ve çaresizliğinin ne olduğu en çok bu kavramla açıklanabilir.”
(s. 72-3)
Bir: Yabancılaşmaya bu kadar merkezi bir önem verildiğinde de, insani
varoluşu anlamada çarpıtıcı ideolojik yaklaşımlara gereken önem verilmiyor,
ideolojilerden hiç bahsedilemeyebiliyormuş. İki: “Sıkışmışlık”, “çaresizlik”,
“yalnızlık” daha çok semptom gibi görünüyor. Bunların oluşumunda yabancılaştırıcı
üretim koşulları bulunuyor. Yani yabancılaşma kavramı, bu koşullar, örneğin
sömürü ilişkisi dikkate alındığında bir anlam taşıyor. Üç: “Doğal halinden veya
gerçekliğinden” sapmak, uzaklaşmak gibi ifadeler Marx’ın gençlik dönemi
eserlerinde bulunur. Fakat Marx’ın bu yaklaşımını aştığını ve yaklaşımının
geliştiğini kavramak gerekiyor. İnsanların ilişkilerinde geçmişte bir “doğal
hal” olduğunu saptayan Rousseau’dur ve Marx’ın gelişim içersindeki
düşüncelerinin bütünü dikkate alındığında, bu saptamayı reddettiği görülür.
Son olarak, artık yazmaktan yorulduğum için, şu cümleleri anlayan varsa,
bana anlatsın, lütfen:
“İşçi, çalıştığının karşılığını daha
önceki zamanlardan daha az almaktadır, hep daha fazla artı değer üretmesi
gerekmekte ve emeğinin değeri öncekinden farklı bir şekilde ölçülmektedir. “
(s. 73)
Burada kapitalist üretimin egemen olduğu çağımızla, geçmiş tarihsel
dönemler karşılaştırılıyor. Fakat bunlar anlamlı mı?..
Bu yazının eleştirisini bitiriyorum. Kapanışı Yılmaz’ın benimsediğim bir
cümlesiyle yapmak istiyorum:
“İnsanı hiçbir şey haline getiren modern
kapitalist sistemdeki öznelerin en önemli sorunu kendilerini
gerçekleştirememeleri ve yabancılaşmalarıdır.” (s. 75)
Evet, çünkü kapitalist sömürü var da ondan, değil mi?..
hocam Ahmet Özkiraz'ın Marx, Marksizm ve Tahminsel Tarihçilik makalesine hiç değinmemişsin, Marx okmadan Marksizm hakkında yazı nasıl yazılırın (ya da yazılamazın) ibretlik bir örneğidir o oyazı. (Meraklısına Doğu Batı Dergisi Karl Marx sayısı S.295-308)
YanıtlaSilAykut hocam,
YanıtlaSilHerhalde ilk bakışta göremediniz. Özkiraz'ın bahsettiğiniz yazısını yerden yere vuruyorum. Bu yazı dizisinin 4.'sünde. Şu adreste: http://marksistarastirmalar.blogspot.com/2013/07/dogu-bati-dergisinin-karl-marx-sayisi-uzerine-IV-mahmut-boyunegmez.html