Neden ‘Totalitarizmde’ İnsanlar Liberalizmden Daha Özgürdür?
Ahmet
Açan
Tabi burada sosyalizmden
bahsediyoruz ama liberalizm için ne fark eder ki? Bu başlığı bir liberal
okuduğunda, muhtemelen dudağında küçümseyici bir gülümsemeyle liberalizmin en
iddialı, en güçlü olduğu özgürlük alanında, çoktan “lanetlenmiş” sosyalizmin
nasıl olup da daha özgürlükçü olabileceğini, acaba sözcüklere nasıl “takla
attırdığımızı” merak edecektir. Oysa laf salatası yapıp, işleri karmaşıklaştıracak
değilim. Sıradan bir Marksist için son derece bariz bir konuyu olabildiğince
basit anlatmaya çalışacağım.
SSCB'de bir grup çocuk |
Liberalizm hiç durmadan
soyut bir “özgürlük” demagojisi yaparken, özgürlükle güvenlik arasında uzlaşmaz
bir çelişki, sürekli bir çatışma olduğu gerçeğini saklamaya çalışır. Ama her
ikisi de aynı oranda olamaz. Yani hem margarin yiyip, karbonhidrat tüketip hem
de kalbim tıkanmasın, kalp krizi geçirmeyim diyemezsiniz!
Liberalizme göre devlet,
ekonomik ve siyasal kurumlar, bireyin kendi kaderini özgürce kendisinin
kurmasını sağlamakla yükümlüdür. Yani bireyin yaşamı, diğer bireylerle
girişeceği serbest rekabet içinde özgürce kendi eylemine bağlı olacaktır. Liberal
özgürlük, kişinin kendi yaşamını, potansiyellerini ve bunların
gerçekleştirilmesini kendi sorumluluğu ile yürütmesi anlamına gelir. Devletin
tek işlevi bu güvenceyi sağlamaktır. Ama bu arada siz işsiz, evsiz, eğitimsiz,
gıdasız vb kalırsanız bunda kimsenin suçu, günahı yoktur. Bunlar çağdaş
endüstri toplumunun yan etkileri hatta belki de gerekleridir. Zaten suç da
sistemin değil, sizindir. Kendinizi yeterince eğitememişsiniz, yeterince
çalışmamışsınız hatta muhtemelen tembelsinizdir. Sorunu çözmek için binlerce
kişisel gelişimci on binlerce kitap yazarak sorunun aslında bizzat sizde
olduğuna sizi ikna etmeye çalışır. Ama en önemlisi sosyalizm gibi totaliter bir
rejimde değil demokratik bir rejimde yaşıyor olmanızdır! İşsiz olmanız, aç
olmanız, çocuklarınıza bakamıyor olmanız, gelecek umudunuzun olmaması vb bunlar
önemli değildir. Önemli olan özgür olmanızdır!
Marx’a göre siyasal ve
entelektüel özgürlük için gerekli ön koşul, yaşamak için yapılan günlük
mücadeleden kurtulmaktır. Marksizm’e göre özgürlük, ancak ekonomi bireyin
kaderi olmaktan çıktığı ölçüde olanaklıdır. Çünkü serbest rekabet anlamındaki
ekonomik özgürlük, insanın tüm zamanını ve enerjisini “yabancılaşmış çalışma”
düzeninde, yaşamın ihtiyaçlarını sağlamak için harcamasını zorunlu kılar.
Dolayısıyla bu birey aslında özgür bir birey değildir. Bunu kavramak için
Marksist olmaya da gerek yok. Dostoyevski, Yaz
İzlenimleri Üzerine Kış Notları adlı kitabında Fransız Devrimi’nin
getirdiği bu liberal özgürlüğü şöyle tarif eder:
“Nedir liberte? Özgürlük. Ne
özgürlüğü? Herkese yasalar çerçevesinde her istediğini yapabilmesi için eşit
hak. Her istediğini ne zaman yapabilir insan? Milyonları olunca. Özgürlük
herkese birer milyon veriyor mu? Hayır. Milyonu olmayan insan nedir? Milyonu
olmayan insan her istediğini yapan değil, her isteneni yapan insandır.” (Dostoyevski,
Batı Diye Diye, Bilgi Yayınevi)
Böylece gerçek yaşamda
bireyin sosyal güvenliğe kavuşma isteği, özgürlük değerinden üstün tutulduğu ve
hatta özgürlük pahasına elde edilmek istendiği halde, liberalizm bu bağımsızlık
ve özerkliğin feda edilmesine karşı çıkar. Hâlbuki özgürlük, ekonomik güvenlik
içinde somutlaşmadıkça, yani ihtiyaçlardan kurtulunmadıkça, halkın büyük
çoğunluğu için sadece birer ideoloji, hatta hayal olarak kalmaya mahkûmdur.
Sovyet ahlak felsefesi ise,
özgürlükle güvenlik arasındaki çatışmayı çözmek için özgürlüğün “olumsuz”
yönlerini ortadan kaldırmada Sovyet devletini destekler. Özgürlüğün “olumsuz”
yönleri, bireyin, halkın büyük çoğunluğu için yetersiz olan kendi araçlarıyla
baş başa kaldığı alanlardır. Bu durumda eskiden bireye özgü olmuş olan hakların
büyük bölümü, topluma özgü duruma gelir. Ve ihtiyaçlar alanı, bireylerin değil
de, bu bireylerin üstündeki devletin ussal denetimi altına girer ve bu haklar
devleti ilgilendiren haklar durumuna gelir. Bu ise kuşkusuz bireysel
“özgürlükten” bazı tavizler vermek anlamına gelecektir. Mesela Sovyetler Birliği’nde
tam 5 kez içki içmeyi sınırlayan yasaklar getirilmiştir (Bu yüzden Türkiye’de
içki yasaklarına en çok solcuların karşı çıkması bayağı ironik bir durumdur!)
Ayrıca insan sağlığına zararlı gıdaların üretilmesi de, satışı da yasaktır. Ama
totalitarizm tahmin edildiği kadar “totaliter” de değildir. Mesela sigaraya
yasak getirilmemiştir ama daha 1930 yıllarından itibaren afişlerle nikotinin
sağlığa ne kadar zararlı olduğu anlatılırdı. Mesela şimdi pek çok liberal
ülkede sigaraya getirilen kısıtlamalar eski Sovyetlerden çok daha geniştir.
Kısaca sağlık ücretlerini bedava alıyorsanız, sağlığınızı bozma gibi “olumsuz”
özgürlükleriniz sınırlandırılır. Ya da devlet sizin en temel ihtiyaçlarınızı
ücretsiz karşılıyorsa çalışmama özgürlüğünüz yoktur. Cahil kalma özgürlüğünüz
de kısıtlanmıştır. Gibi… Ama bu sadece bunun maliyetini ben karşılıyorsam bana
yük olamazsın anlamında değil, genel olarak toplumun çıkarlarına aykırı olduğu
için böyledir.
NİKOTİN ZEHİRDİR! BİR DAMLASI KÜÇÜK BİR HAYVANI (görselde tavşan) ÖLDÜRÜR |
NOT: Burada liberal teori ve
pratikte bizde en çok övülen ABD liberalizminin özgürlük anlayışını ele aldım.
Öte yandan başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa kapitalizmi, klasik liberal
teoriye pek uyamadı! Kuşkusuz ki bunun nedeni bir Sovyetler, bir Doğu Almanya’nın
“tehdit” unsuru olduğu koşullarda, kendi halkına geniş sosyal haklar vermek
zorunda kalmasıydı. Bunun maddi yükünü ise Bretton Woods anlaşmasıyla başta ABD
olmak üzere Asya ve Afrika ülkelerinin sömürüsünden gelen artı değerle
karşıladılar.
“Kapitalist ülkeler içinde
en güçlü sosyal devletlerden bir tanesinin Federal Almanya’da kurulmuş
olmasında Doğu Almanya’nın dolaysız payı vardır. DAC’nin varlığı FAC’deki
işçiler ve diğer çalışanlar için de daha gelişmiş bir refah anlamına geliyordu.
Bir sendikacının belirttiği gibi, toplu sözleşme masasında daima üç taraf
bulunuyordu: İşveren tarafı, işçi tarafı ve görünmeyen DAC tarafı. FAC’de
sosyal haklar ve ücret zamları daima DAC dikkate alınarak belirleniyordu.” (Engin
Erkiner, 1989 Berlin Duvarı, sf: 180).
Bizim bir türlü sosyal
demokratlara anlatamadığımız şey tam da budur! Sosyal demokratlar bize bazı
Avrupa ülkelerini örnek vererek, kapitalizmin hiç de fena bir sistem olmadığını
kanıtlamaya çalışır. Ama öte yandan 1917 Ekim Devrimine kadar neden hiçbir
kapitalist ülkenin aklına Sağlık Bakanlığı kurmanın gelmediğini anlatmazlar!
Zaten muhtemelen duymamışlardır bile! Lenin, devrimden hemen sonra Sağlık
Bakanlığını kurdu. Kapitalist ülkeler hep Sovyetleri izledi.
“Sovyetler Birliği tıbbının
amacı tek başına hasta bireyleri iyileştirmekten çok sağlıklı bir toplum
yaratmaktır. Örneğin hava kirliliğine karşı dünyada önlem alan ilk ülke olmuştur.
Ekim Devriminden sonra Amerikalı fizyolog ve psikolog William Andrew Horsley
Gantt, sağlık araştırması yapmak gayesiyle Amerikan Yardım İdaresi heyetiyle
1922 yılında Petrograd kentinde çalışmaya başladı. Gantt, Sovyetler Birliği’nde
sağlık alanında yaşanan gelişmeleri 1924 yılından itibaren düzenli
olarak British Medical Journal’da yayımlamaya başladı. Amerika Birleşik
Devletleri ve İngiltere gibi dünyanın en zengin ve gelişmiş ülkelerinde dahi
başa çıkılamayan verem gibi sağlık sorunlarında elde edilen başarılar
inanılmazdı. Rockefeller, Sovyetler Birliği sağlık çalışmalarından çok
etkilenen Amerikan Yardım İdaresini kapattırdı! Hastalıkları yalnızca
biyolojiyle açıklayan ve bireylerin kişisel sorunu olarak kabul eden
Rockefeller Tıp anlayışı, gözlemcilerin Sovyetler Birliği’ni (Amerikalı hemşire
Anna Jones Haines gibi) “sağlık cenneti” gibi göstermesini komünist zırvası
olarak yaftaladı! Ama Gantt’ı transfer etti. Ona John Hopkins psikiyatri
kliniğinde 1929 yılında Pavlovian Laboratuvarını kurdurdu. Gant, 1964’e kadar
buranın başkanlığını yaptı. 1970’te Nobel Tıp Ödülü’nü aldı. Öte yanda
Rockefeller, Türkiye’de Hıfzıssıhhaları kurarak, Türkiye’nin Sovyetlerle sağlık
üzerinden ilişki kurmasını engelledi.” (Soner Yalçın, Kara Kutu, sf: 75-76)
Bugün sosyalizm yok ve dünya
kapitalizmi fabrikalarını ucuz emeğin yoğunlukta olduğu Çin ve Hindistan’a
kaydırmaktadır. Avrupa işçi ve emekçi sınıfının, dünyanın üçte biri
sosyalistken edindiği rahatlığı kaybedip kaybetmeyeceğini hep birlikte
göreceğiz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.