3 Ekim 2022 Pazartesi

SOVYETLERDE ÖZGÜRLÜK (II)

Neden ‘Totalitarizmde’ İnsanlar Liberalizmden Daha Özgürdür?

Ahmet Açan

Tabi burada sosyalizmden bahsediyoruz ama liberalizm için ne fark eder ki? Bu başlığı bir liberal okuduğunda, muhtemelen dudağında küçümseyici bir gülümsemeyle liberalizmin en iddialı, en güçlü olduğu özgürlük alanında, çoktan “lanetlenmiş” sosyalizmin nasıl olup da daha özgürlükçü olabileceğini, acaba sözcüklere nasıl “takla attırdığımızı” merak edecektir. Oysa laf salatası yapıp, işleri karmaşıklaştıracak değilim. Sıradan bir Marksist için son derece bariz bir konuyu olabildiğince basit anlatmaya çalışacağım.

SSCB'de bir grup çocuk

Bu yazı Sovyetler’de Özgürlük başlıklı makalemin bir devamıdır ve asıl olarak konuya burada girilmektedir. Liberaller sosyalizmi eleştirirken, örneğin Sovyetler Birliği’nin yurttaşlarına eğitim, barınak, sağlık, iş gibi temel ihtiyaçlarını devletin ücretsiz karşıladığını hiç dikkate almadan (zaten onlara göre devlet bu konulara burnunu sokmamalıdır!), Sovyetleri, tüm bunların olmadığı ABD’deki gibi özgür olmamakla suçlar! Bu bir bakıma, istediğim gibi yiyeyim, içeyim, hareket etmeyeyim ama aynı zamanda hiç kilo almayayım, tamamen sağlıklı olayım, kalp damarlarım tıkanmasın demek değil midir?..

Liberalizm hiç durmadan soyut bir “özgürlük” demagojisi yaparken, özgürlükle güvenlik arasında uzlaşmaz bir çelişki, sürekli bir çatışma olduğu gerçeğini saklamaya çalışır. Ama her ikisi de aynı oranda olamaz. Yani hem margarin yiyip, karbonhidrat tüketip hem de kalbim tıkanmasın, kalp krizi geçirmeyim diyemezsiniz!

Liberalizme göre devlet, ekonomik ve siyasal kurumlar, bireyin kendi kaderini özgürce kendisinin kurmasını sağlamakla yükümlüdür. Yani bireyin yaşamı, diğer bireylerle girişeceği serbest rekabet içinde özgürce kendi eylemine bağlı olacaktır. Liberal özgürlük, kişinin kendi yaşamını, potansiyellerini ve bunların gerçekleştirilmesini kendi sorumluluğu ile yürütmesi anlamına gelir. Devletin tek işlevi bu güvenceyi sağlamaktır. Ama bu arada siz işsiz, evsiz, eğitimsiz, gıdasız vb kalırsanız bunda kimsenin suçu, günahı yoktur. Bunlar çağdaş endüstri toplumunun yan etkileri hatta belki de gerekleridir. Zaten suç da sistemin değil, sizindir. Kendinizi yeterince eğitememişsiniz, yeterince çalışmamışsınız hatta muhtemelen tembelsinizdir. Sorunu çözmek için binlerce kişisel gelişimci on binlerce kitap yazarak sorunun aslında bizzat sizde olduğuna sizi ikna etmeye çalışır. Ama en önemlisi sosyalizm gibi totaliter bir rejimde değil demokratik bir rejimde yaşıyor olmanızdır! İşsiz olmanız, aç olmanız, çocuklarınıza bakamıyor olmanız, gelecek umudunuzun olmaması vb bunlar önemli değildir. Önemli olan özgür olmanızdır!

Marx’a göre siyasal ve entelektüel özgürlük için gerekli ön koşul, yaşamak için yapılan günlük mücadeleden kurtulmaktır. Marksizm’e göre özgürlük, ancak ekonomi bireyin kaderi olmaktan çıktığı ölçüde olanaklıdır. Çünkü serbest rekabet anlamındaki ekonomik özgürlük, insanın tüm zamanını ve enerjisini “yabancılaşmış çalışma” düzeninde, yaşamın ihtiyaçlarını sağlamak için harcamasını zorunlu kılar. Dolayısıyla bu birey aslında özgür bir birey değildir. Bunu kavramak için Marksist olmaya da gerek yok. Dostoyevski, Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları adlı kitabında Fransız Devrimi’nin getirdiği bu liberal özgürlüğü şöyle tarif eder:

“Nedir liberte? Özgürlük. Ne özgürlüğü? Herkese yasalar çerçevesinde her istediğini yapabilmesi için eşit hak. Her istediğini ne zaman yapabilir insan? Milyonları olunca. Özgürlük herkese birer milyon veriyor mu? Hayır. Milyonu olmayan insan nedir? Milyonu olmayan insan her istediğini yapan değil, her isteneni yapan insandır.” (Dostoyevski, Batı Diye Diye, Bilgi Yayınevi)

Böylece gerçek yaşamda bireyin sosyal güvenliğe kavuşma isteği, özgürlük değerinden üstün tutulduğu ve hatta özgürlük pahasına elde edilmek istendiği halde, liberalizm bu bağımsızlık ve özerkliğin feda edilmesine karşı çıkar. Hâlbuki özgürlük, ekonomik güvenlik içinde somutlaşmadıkça, yani ihtiyaçlardan kurtulunmadıkça, halkın büyük çoğunluğu için sadece birer ideoloji, hatta hayal olarak kalmaya mahkûmdur.

Sovyet ahlak felsefesi ise, özgürlükle güvenlik arasındaki çatışmayı çözmek için özgürlüğün “olumsuz” yönlerini ortadan kaldırmada Sovyet devletini destekler. Özgürlüğün “olumsuz” yönleri, bireyin, halkın büyük çoğunluğu için yetersiz olan kendi araçlarıyla baş başa kaldığı alanlardır. Bu durumda eskiden bireye özgü olmuş olan hakların büyük bölümü, topluma özgü duruma gelir. Ve ihtiyaçlar alanı, bireylerin değil de, bu bireylerin üstündeki devletin ussal denetimi altına girer ve bu haklar devleti ilgilendiren haklar durumuna gelir. Bu ise kuşkusuz bireysel “özgürlükten” bazı tavizler vermek anlamına gelecektir. Mesela Sovyetler Birliği’nde tam 5 kez içki içmeyi sınırlayan yasaklar getirilmiştir (Bu yüzden Türkiye’de içki yasaklarına en çok solcuların karşı çıkması bayağı ironik bir durumdur!) Ayrıca insan sağlığına zararlı gıdaların üretilmesi de, satışı da yasaktır. Ama totalitarizm tahmin edildiği kadar “totaliter” de değildir. Mesela sigaraya yasak getirilmemiştir ama daha 1930 yıllarından itibaren afişlerle nikotinin sağlığa ne kadar zararlı olduğu anlatılırdı. Mesela şimdi pek çok liberal ülkede sigaraya getirilen kısıtlamalar eski Sovyetlerden çok daha geniştir. Kısaca sağlık ücretlerini bedava alıyorsanız, sağlığınızı bozma gibi “olumsuz” özgürlükleriniz sınırlandırılır. Ya da devlet sizin en temel ihtiyaçlarınızı ücretsiz karşılıyorsa çalışmama özgürlüğünüz yoktur. Cahil kalma özgürlüğünüz de kısıtlanmıştır. Gibi… Ama bu sadece bunun maliyetini ben karşılıyorsam bana yük olamazsın anlamında değil, genel olarak toplumun çıkarlarına aykırı olduğu için böyledir.

NİKOTİN ZEHİRDİR! BİR DAMLASI KÜÇÜK BİR HAYVANI (görselde tavşan) ÖLDÜRÜR
“Aristo, bizim türümüzdeki yaratıklar için, tabiri caizse, en iyi yaşam imkânı sağlayan belirli bir yaşam tarzının var olduğuna inanıyordu. (…) Bunun anlamı kabaca söylemek gerekirse, her birimizin bir diğerimiz için kendini gerçekleştirme vesilesi olmasıdır. Ben ancak senin kendini-tamamlamanın (self-fulfilment) aracı olarak, kendimi tamamlayabilirim, sen de benimkini. Aristo’nun kendisinde, bu karşılıklılığa dair pek fazla vurgu yoktur. Bu etiğin siyasal formuna sosyalizm diyoruz ki buna göre, Marks’ın da yorumladığı gibi, her bir bireyin özgür gelişimi, bütünün özgür gelişiminin koşuludur. Sosyalizm, kendini gerçekleştirme düşüncesini, Aristo’nun aksine, herkesin eyleme müdahil olması gerektiği yolundaki Yahudi-Hıristiyan ya da demokratik-Aydınlanmacı amentüyle harmanlayarak evrenselleştirmemiz durumunda ne olur sorusuna bir cevaptır. Eğer bu böyleyse ve insanlar doğal olarak siyasal toplumda yaşıyorlarsa, siyasal hayatı, herkesin birbirinin yolunu kesmeden kendi eşsiz kapasitesini gerçekleştirebileceği şekilde düzenlemeye çalışabiliriz ki bu liberalizm olarak bilinen doktrindir; ya da siyasal kurumları, insanların kendini gerçekleştirme süreçlerini mümkün olduğunca karşılıklı kılacak şekilde örgütleyebiliriz, bu da sosyalizm denilen kuramdır. Sosyalizmin liberalizme üstün olduğunu öngören yargının bir nedeni, insanların, yalnızca, kendini-tamamlama anlamındaki kişisel tatminleri açısından birbirlerinin ihtiyaçlarını gözetmek zorunda oldukları için değil, gerçekte en derin kişisel tatminlerini ancak ötekiler üzerinden sağladıkları için de, siyasal hayvanlar oldukları yönündeki inançtır.” (Terry Eagleton, Kuramdan Sonra)

NOT: Burada liberal teori ve pratikte bizde en çok övülen ABD liberalizminin özgürlük anlayışını ele aldım. Öte yandan başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa kapitalizmi, klasik liberal teoriye pek uyamadı! Kuşkusuz ki bunun nedeni bir Sovyetler, bir Doğu Almanya’nın “tehdit” unsuru olduğu koşullarda, kendi halkına geniş sosyal haklar vermek zorunda kalmasıydı. Bunun maddi yükünü ise Bretton Woods anlaşmasıyla başta ABD olmak üzere Asya ve Afrika ülkelerinin sömürüsünden gelen artı değerle karşıladılar.

“Kapitalist ülkeler içinde en güçlü sosyal devletlerden bir tanesinin Federal Almanya’da kurulmuş olmasında Doğu Almanya’nın dolaysız payı vardır. DAC’nin varlığı FAC’deki işçiler ve diğer çalışanlar için de daha gelişmiş bir refah anlamına geliyordu. Bir sendikacının belirttiği gibi, toplu sözleşme masasında daima üç taraf bulunuyordu: İşveren tarafı, işçi tarafı ve görünmeyen DAC tarafı. FAC’de sosyal haklar ve ücret zamları daima DAC dikkate alınarak belirleniyordu.” (Engin Erkiner, 1989 Berlin Duvarı, sf: 180).

Bizim bir türlü sosyal demokratlara anlatamadığımız şey tam da budur! Sosyal demokratlar bize bazı Avrupa ülkelerini örnek vererek, kapitalizmin hiç de fena bir sistem olmadığını kanıtlamaya çalışır. Ama öte yandan 1917 Ekim Devrimine kadar neden hiçbir kapitalist ülkenin aklına Sağlık Bakanlığı kurmanın gelmediğini anlatmazlar! Zaten muhtemelen duymamışlardır bile! Lenin, devrimden hemen sonra Sağlık Bakanlığını kurdu. Kapitalist ülkeler hep Sovyetleri izledi.

“Sovyetler Birliği tıbbının amacı tek başına hasta bireyleri iyileştirmekten çok sağlıklı bir toplum yaratmaktır. Örneğin hava kirliliğine karşı dünyada önlem alan ilk ülke olmuştur. Ekim Devriminden sonra Amerikalı fizyolog ve psikolog William Andrew Horsley Gantt, sağlık araştırması yapmak gayesiyle Amerikan Yardım İdaresi heyetiyle 1922 yılında Petrograd kentinde çalışmaya başladı. Gantt, Sovyetler Birliği’nde sağlık alanında yaşanan gelişmeleri 1924 yılından itibaren düzenli olarak British Medical Journal’da yayımlamaya başladı. Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere gibi dünyanın en zengin ve gelişmiş ülkelerinde dahi başa çıkılamayan verem gibi sağlık sorunlarında elde edilen başarılar inanılmazdı. Rockefeller, Sovyetler Birliği sağlık çalışmalarından çok etkilenen Amerikan Yardım İdaresini kapattırdı! Hastalıkları yalnızca biyolojiyle açıklayan ve bireylerin kişisel sorunu olarak kabul eden Rockefeller Tıp anlayışı, gözlemcilerin Sovyetler Birliği’ni (Amerikalı hemşire Anna Jones Haines gibi) “sağlık cenneti” gibi göstermesini komünist zırvası olarak yaftaladı! Ama Gantt’ı transfer etti. Ona John Hopkins psikiyatri kliniğinde 1929 yılında Pavlovian Laboratuvarını kurdurdu. Gant, 1964’e kadar buranın başkanlığını yaptı. 1970’te Nobel Tıp Ödülü’nü aldı. Öte yanda Rockefeller, Türkiye’de Hıfzıssıhhaları kurarak, Türkiye’nin Sovyetlerle sağlık üzerinden ilişki kurmasını engelledi.” (Soner Yalçın, Kara Kutu, sf: 75-76)

Bugün sosyalizm yok ve dünya kapitalizmi fabrikalarını ucuz emeğin yoğunlukta olduğu Çin ve Hindistan’a kaydırmaktadır. Avrupa işçi ve emekçi sınıfının, dünyanın üçte biri sosyalistken edindiği rahatlığı kaybedip kaybetmeyeceğini hep birlikte göreceğiz…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.