Konu: Galatasaray
Üniversitesi öğretim üyesi Ahmet İnsel'le yapılıp, 17 ve 18 Şubat 2010
tarihlerinde Radikal gazetesinin internet sitesinde yayınlanan, “sol liberalizm” konulu bir ders niteliğinde
olan röportajdaki görüşleri eleştirilmektedir.
Aslında İnsel’in bu röportaj kapsamında ortaya koyduğu
düşüncelere yabancı değiliz. İnsel, Radikal
gazetesi, Birikim dergisi gibi
yayınlarda, liberal ideolojinin bulaşık olduğu bir solculuk türünün
temsilcilerinden biri olarak uzun süredir yazmaktadır. “Liberal sol”un,
sosyalist iktidar perspektifinin olmaması, ufkunun kapitalizm ötesine
uzanmaması, devrimci değil reformcu bir yaklaşıma sahip olması, piyasa karşıtı
olmaması, AB’ciliği, sınıf perspektifinin yerine post-modern muhalif
söylemlerin eklektik birliğini benimsemesi, özelleştirmelere işçi sınıfı
çıkarları açısından yaklaşmaması gibi birçok başlıkta liberal fikirlerden,
değerlerden ve ilkelerden etkilendiği bilinmektedir. Aslında bu etkilenmenin
veya liberal düşünceleri içselleştirmenin yoğunluğuna bakıldığında, bu
düşüncelere sahip kişilerin “liberal sol” yerine, “sol liberal” olarak
nitelenmesi daha uygun olacaktır. Her ne kadar, neo-liberalizme muhalif bir
konumlanışa sahip görünseler de, İnsel, Uras, Keyman ve Oran gibi isimler ve
çevrelerindeki kişiler, liberal düşüncelerin bir çeşit sol versiyonunu
Türkiye’de oluşturmuş durumdalar. Klasik sosyal-demokrasinin 1980-1990’lardan sonra
dünyada ve Türkiye’de varlık gerekçesini yitirdiği ve neo-liberal politikaları
özünde benimseyerek başkalaştığı bilinmektedir. Yeni “sol” parti olarak
adlandırılan girişimin de, özünde emperyalist-kapitalist sisteme dönük
bilimsel/teorik bir analizden kalkmak yerine, günümüzdeki bazı toplumsal
fenomenlere ilişkin muhalif bir tavır üzerinden politik söylemini
şekillendirdiği ve ne emperyalizme, ne de kapitalizme karşı devrimci bir duruşu
sahiplenmediği görülmektedir. Biz bu girişimin, özünde/ilkelerinde “sol” değil,
“liberal” olduğunu, fakat “sol” bir söyleme ve tavra sahipmiş gibi
algılanabildiğini, böyle bir algıyı oluşturabildiğini düşünmekteyiz. (1)
Şimdi, İnsel’in röportajda dile getirdiği fikirlerinin
eleştirisine geçebiliriz… Röportajda geçtiği kadarıyla İnsel’in görüşlerini
dikkate aldığımı ve bunlar arasından da önemli olanlarının üzerinde durduğumu
belirtmeliyim.
Bir: Emek-sermaye çelişkisinin önemsizleştirilmesi,
toplumsal “çatışmalar”dan biri sayılması…
İnsel şöyle buyuruyor:
“Emek-sermaye
çatışması toplumdaki çatışmalardan önemli bir tanesidir, ama tüm çatışmaların
anası değildir. Solun geleneksel olarak kolaya kaçarak yaptığı şey toplumdaki
tüm çatışmaları emek-sermaye çatışmasının bir türevi olarak ele almaktı. Ama
öyle bir şey yok, o durumda işçilerin büyük bir çoğunluğunun sermayenin yanında
yer alan AKP’ye oy vermesini izah edemiyoruz.”
Baştan yazalım, aslında İnsel’in “işçilerin AKP’ye oy
vermesini izah edememesi”, bir sahte-destekleyici empirik gözlemidir. Çünkü
röportajın daha sonraki bir yerinde İnsel şunları da söyleyebilmektedir:
“Sermayenin
azınlıkta olması çoğunluğun rızası olmadan iktidarda olması anlamına gelmiyor.
Sermaye güçlerinin hegemonyasını kırmak, rıza üretme mekanizmalarını etkisiz
bırakmak, onun yerine emekçilerin, çalışanların, geniş bir yurttaş kitlesinin
rızasını alacak ideolojik üstünlüğü sol sağlayabilirse başarılı olacaktır.”
Daha sonradan söylediklerinin, ilk söyledikleriyle
mantıksal çelişme içerisinde olduğu görülüyor. İnsel “işçilerin büyük bölümünün
AKP’ye oy vermesinin”, emek-sermaye çelişkisiyle açıklanamayacağı iddiasını
dile getirmektedir. Oysa Türkiye’de sermaye sınıfının temsilcisi konumundaki
AKP’nin, başka kesimler yanı sıra, emekçilerin hatırı sayılır bir bölümünün
rızasını çeşitli yollarla almayı başardığını ve böylelikle yürütme ve yasama
gücünü kendi bünyesinde cisimleştirmiş olduğunu biliyoruz. Burada, emek-sermaye
çelişkisinin toplumsal “çatışmalar”ın “anası” olmadığı şeklindeki argümanına,
“işçilerin çoğunluğunun AKP’ye oy vermesi” gözlemiyle destek sunmaktadır. Oysa
bu gözlemle ya da “rıza” düzenekleriyle emek-sermaye çelişkisinin ilişkisi
açıktır; bunlar emek-sermaye çelişkisinin korunmasına veya yeniden-üretimine yarar.
Emekçiler ile sermayedarlar arasında bir “çatışma”dan
bahsetmek, siyasal bir söylem içerisinde ve güncel olayların gözlenmesi
sırasında mümkündür. Örneğin TEKEL işçilerinin mücadelesi, devlet ile işçiler
arasındaki bir “çatışma”yı da içermektedir. Çatışmalar, sınıf mücadelelerinin
seyri içerisinde gözlenen somut olaylar şeklinde gerçekleşir. Oysa emek-sermaye
çelişkisi, toplumsal bir ilişkinin soyutlanmasını anlatır. Sermaye sınıfı ile
işçi sınıfı arasındaki tarihsel ilişki biçimi “çelişkili”dir. Bu çelişik
ilişkinin, kapitalizmin varlığında, bazı toplumsal formasyonlarda olmamasından
ya da derecelendirilmesinden bahsetmek doğru değildir. Kapitalist üretim
biçiminin egemen olduğu her toplumsal formasyonun bu çelişkili sınıflar arası
ilişkiyi farklı görünümleri/tezahürleriyle somutladığı bilinmektedir. Bu
görünümleri dikkate alarak, işbirliği ve uzlaşmadan, çatışmalara kadar uzanan
bir skala oluşturmak mümkündür. Örnek olsun, işçilerin sermayedarlarla uzlaşma
içinde olduğu tekil durumlarda dahi, emek-sermaye çelişkisinin bu örneklerde
sınırlı olmak koşuluyla bile olsa, yok olduğu/ortadan kalktığı anlamı
çıkarılamaz.
Elbette toplumlardaki politik karşıtlıkların, değişik
muhalif hareketlerin tümü, emek-sermaye çelişkisinin doğrudan belirleniminde
değildir. Bir soyutlama olan bu karşıtlık ya da çelişki, alınan politik
tavırların, oluşturulan hareketlerin karakterini anlamada ise temel ölçüt
durumundadır. Devrimci mi, reformist mi?.. Düzen karşıtı mı, düzen içi mi?..
Sosyalist mi, liberal/demokrat mı?.. Politik tutumların, söylemlerin, muhalif
hareketlerin eylemlerinin vurulacağı mihenk taşı budur. Emek-sermaye
çelişkisinin üzerinin örtülmesi, yeniden üretilmesi ya da bu çelişkinin
aşılması yönünde hareket edilmesi, siyaset yelpazesinin farklı unsurlarını
değerlendirirken dikkate alınması gereken temel ölçüt durumundadır. Bu ölçüt
dikkate alınmadığında, politik unsurlar arasındaki farkların algılamada
abartılması ya da tekil eylem ve söylemlerine bakılarak aynılaştırılması,
bunlara onlarda olmayan özellikler atfedilmesi mümkün olabilmektedir. Örneğin
CHP ile MHP’nin, daha genel olarak düzen yanlısı partilerin politik tutumları
arasındaki nüanslar abartılıp, bunların ideolojik ve politik ufuklarının,
sistemin sınırları içerinde olduğu görülmeyebilmektedir. Örneğin, ana akım
çevrecilerin ve küreselleşme karşıtı hareketlerin, geleneksel sol partilerle
aynı kategoriye konulması mümkün olabilmektedir. Ya da reformcu ve ilerici bazı
talepleri nedeniyle, bazı kişilere ya da hareketlere sosyalist ya da devrimci denebilmektedir.
Tüm bunlar, emek-sermaye çelişkisi dikkate alınmadan yapılan politika
analizlerinde ya da günlük yüzeysel sohbetlerde karşımıza çıkan değerlendirmelerdir.
Örneğin milliyetçilik ile yurtseverlik, bu kriter
dikkate alınmadığında özdeş ya da anlamsal açıdan benzer ilkeler olarak
görülecektir. Oysa amiyane tabirle “aralarında dağlar var”dır. Olağan
dönemlerde, sınıf mücadelesinin yükselmediği ve görece durgun olduğu dönemlerde,
işçilerin büyük çoğunluğunun egemen ideolojinin düşünce kalıplarıyla
davrandığı, örneğin milliyetçi/muhafazakar fikirlere sahip olduğu söylenebilir.
Fakat işçilerin sınıfsal çıkarları doğrultusunda, sömürülmedikleri bir
toplumsal sistemi oluşturmak üzere hareketlendiklerinde kitlesel olarak, daha
küçük niceliklerdeyse politize olurken benimseyebilecekleri bir ilke olan
yurtseverlik, başka bir ideolojik desendir. Yurtseverlik, emperyalist
bağımlılık ilişkilerine karşı ülkemizin bağımsızlığını savunmaktır.
Yurtseverlik, halkların birlikte yaşama ve ortak emekçi kimlikleriyle
gelecekleri için kardeşleşmesi istemidir. Emekçilerin ülkemiz ölçeğinde
kendisini politik bir özne olarak inşa ederek gerçekleştirecekleri iktidar yürüyüşünün
ideolojik bir bileşenidir.
İşçi sınıfının çıkarlarının politik savunusunu
yüklenen komünist hareketin, Kürt emekçilerin kültürel hakları, kadınların
eşitsiz konumu, çevrenin tahribatı gibi konularda, somut taleplerinin, mücadele
anlayışının olmadığı söylenemez. Fakat komünistlerin bu başlıklardaki
mücadelesinde kullandığı sloganlarla ve taleplerle, sistem içi, reformist
sayılması gereken hareketlerin talepleri ve mücadele başlıkları arasındaki
benzerliğe bakıp, sistem içi hareketlerle, komünist partilerin aynı düzlemde
algılanması yanılgıdır. Olması gereken, komünist hareketin çevreciler,
feministler ve kültürel haklar için mücadele edenlerle etkileşim içerisinde bulunması
ve onlar üzerinde hegemonya değilse de, belli bir saygınlık oluşturması ve belli
ölçülerde referans olarak algılanmayı başarmasıdır. Muhalif hareketlerin güçlü
ve merkezileştirici olan bir devrimci paradigma olmaksızın bir araya
gelmesinden, iktidar perspektifine sahip bir siyasal hat oluşturulamadığı
kavranmış olmalıdır. Türkiye örneğinde bunu gösteren, eski ÖDP deneyimi
olmuştur.
İki: Sistem içi bir politik perspektif, “sosyal
liberalizm” kapsamında öneriler…
a) İnsel’in
politik taleplerinden biri şudur: İşçiler sendikalarda örgütlenmeli ve emek
piyasasında sermaye sınıfı karşısında pazarlık gücü oluşturmalıdır. Bakın ne
demiş:
“Bize göre
işçilerin esas mücadelesi emek piyasasında işverenin karşısında örgütlü bir
biçimde yer alabilme mücadelesidir. Burada eşitliği ancak böyle sağlayabiliriz.
İşveren ile işçi arasındaki o yapısal eşitsizlik; biri mülklü diğeri mülksüz.
Liberal model iki taraf eşit, aralarında sözleşme yapılacak diyor. Biz de
diyoruz ki: hayır, işverenle işçi arasındaki çıplak ilişki eşit değildir.
Örgütlü işçilerle işveren arasında kısmi biçimde bir eşitlik ilişkisi
kurulabilir. Bu anlamda TEKEL işçileri önemli bir şey; eşit pazarlık gücü talep
ediyorlar.”
Laf arasında “liberal model”den de bahsediyor. Doğrudur,
klasik liberallerin eşitlik anlayışı, biçimsel/yasalar önünde eşitliktir.
İşçiler “istediği” patronla sözleşme yapmada ya da yapmama hususunda “özgürdür.”
İnsel bu anlayıştan farklı düşündüklerini belirtiyor. Bu fark, işçilerin
örgütlü olmalarını ve patronlar ya da devlet karşısında sendikal örgütleriyle
ücretleri ve özlük hakları için pazarlık gücü oluşturmalarını istedikleri
şeklinde ifade ediliyor. Aslında modern liberallerin sendikal örgütlenmeyi
reddetmedikleri, aksine savundukları bilinir. Hemen hemen her liberal, devletin
“sosyal” politikalarının olması gerektiğini, toplumda farklı kesimlerin
örgütlenme özgürlüklerinin olması gerektiğini savunur. İnsel’in de savunduğu,
bundan başkası değildir.
b)
Özelleştirmelere karşı olmaması, İnsel’in başka bir liberal tutumudur. Kimi
alanlarda devletin var olması gerektiğini belirterek, piyasanın savunusunu
yapmanın adı nedir?.. İşte bu bir tür “sosyal liberal” düşüncedir. Eskiden bu
anlayışın savunduğu ekonomi politikası, “karma ekonomik model” olarak da adlandırılırdı.
İşte bakın, İnsel söylüyor:
“Sistematik
olarak özelleştirmeler iyidir ya da kötüdür tavrı bağnazlıktan başka bir şey
değildir. Kamu hizmetinin toplumun yararına olan alanlarda yoğunlaşmasını
sağlamamız lazım. Örneğin devletin sigara ve alkollü içki üretmesi, ayakkabı
üretmesi belki 1930’larda yararlıydı ama bugünün Türkiye’sinde bunun büyük bir
yararı olduğu kanaatinde değiliz. Kamunun bedava ve kaliteli eğitim, sağlık,
taşıma hizmeti üretmesi gerekir, bu alanlarda özelleştirmelere karşıyız. Kamu
bu alanlarda bedava ve iyi hizmet vermelidir. Barınma hakkının güvence altına
alınmasına yönelik, piyasanın bu alandaki yönlendiriciliğini kıran girişimlerde
bulunmalıdır.”
Dikkat edilsin, “sigara ve alkollü içki üretiminin
devletin işi olmadığı” belirtiliyor. Bundan, iş güvencesinin olmadığı, TEKEL
işçilerini düşük ücrete çalışmak zorunda bırakan ve sendikalaşmasına engel olan
4-C politikasına özünde karşı olunmadığı sonucu çıkarılabilir. Sol
liberallerin, TEKEL işçilerinin mücadelesine ciddi bir destek sunmadıklarını bu
noktada hatırlatmak da gerekiyor. Taşeron firmalarda esnek çalışmak, işsiz
kalmaksa bir sorun olarak algılanmıyor bile… Kamuculuğu savunmak ya da
“sistematik” bir özelleştirme karşıtlığı, “bağnazlık” olarak niteleniyor,
üstelik. Çünkü “piyasacılık” olarak adlandırabileceğimiz bir bakış açısı var.
Çünkü işçilerin/emekçilerin çıkarları açısından bakılmıyor. Sağlık ve eğitim
alanlarında hizmet verilsin, diğer alanlarda sermayenin faaliyetlerine
dokunulmasın deniyor. Özcesi, kapitalizm koşullarında işçi sınıfının
sömürülmesi ve sefaleti, İnsel’in ve diğer sol liberallerin derdi değil.
Devam edelim… Röportajı yapan Gökhan Kaya soruyor, “ ‘piyasayı kuşatmak’ ne demek?” diye,
İnsel şöyle cevaplıyor:
“Piyasa
aktörlerinin faaliyetlerine bir sınır getirmektir. Asgari ücret uygulaması
örneğin piyasa ekonomisine belli bir ücret seviyesinin altında insan
çalıştıramazsın kuralını getirir. Belli alanlarda üretim yapılmasını
istemiyoruz demektir. Örneğin nükleer enerjiye karşıysak piyasa ekonomisinin
kendiliğinden buraya yönelmesini engelleyebiliriz. İşletmelerin istediği gibi
çevreyi kirletmesine karşı çıkabiliriz. Mali piyasaların hareketlerini
sınırlayabiliriz, Bugün dikkat ederseniz ABD’de Obama hükümeti bankaların
boyutlarını sınırlamayı tasarlıyor. Dolayısıyla piyasayı kuşatmak topluma zarar
vereceği alanlarda piyasaya kısıtlamalar getirmektir. Bazı alanlara piyasa
ekonomisinin girmesini engellemektir. Örneğin ben bireysel emeklilik sisteminin
özendirilmesine karşıyım çünkü emeklilik hakkının mali piyasaların
çalkantılarına tabi olmasını çok tehlikeli buluyorum.
Sağlıkta
piyasa ilişkilerinin girmesini engellemektir. Bir dizi toplumsal hak alanına
piyasa ilişkilerinin girmesini engellemektir. Piyasa ilişkilerinin
tekelleşmesini engellemektir. Örneğin İstanbul’da bir şirket doğalgaz
dağıtıyor. Bölgesel olarak tekel konumunda, eğer o şirketin fiyat politikasını
serbest bırakırsanız tüketicileri bütünüyle o şirketin eline teslim etmiş
olursunuz. Bu tür şebeke ekonomilerinde özelleştirmelerin son derece dikkatli
yapılması, çok detaylı ve ağır kamu hizmeti yükümlülükleri taşıması gerekir.
Bunlara bakınca elektrik, su, gaz dağıtımı gibi şebeke ekonomilerinde
özelleştirme yerine yerel yönetimlerin ortak katıldığı şirketler, güçlü
şeffaflık koşulları eşliğinde toplu yarar açısından daha uygun olabilir.
Dünyada da
Yeni Sol’un önemli taleplerinden birisi uluslararası spekülatif sermaye
hareketlerinin sınırlanmasıdır. Bu amaçla Tobin vergisi denilen bir vergi
öneriyor neo-liberal küreselleşme karşıtı hareketler.”
Çok açık. Piyasacılığı savunuyor, fakat piyasanın
sınırlandırılması gerektiğini ekliyor. Bu noktada sormak gerekiyor; bu iktisadi
anlayışın adı “liberalizm” değilse nedir?..
Dikkat edilirse İnsel, “yerel yönetimlerin ortak
katıldığı şirketler”den de bahsediyor… Neo-liberalizm kapsamındaki bir
politikanın adıdır: Yönetişim. İnsel, Uras ve diğerleri, geçtiğimiz aylarda
açıklanan ve kuracakları partinin oluşumunda, üzerinde tartışmak için
hazırladıklarını belirttikleri “çerçeve metni”nde de, açıkça yerinden
yönetim/yönetişim politikasını savunmuşlardı. Bir yandan neo-liberalizme
karşıtlıktan bahsetmekte, bir yandansa has bir neo-liberal politikayı
benimsemekteler. Bu mantıksal çelişmenin iki yakası, yaşamda bir şekilde
birbirine eklemlenebilecek şekilde kurulan fikirlerle, farkı anlamlandırma
yetenekleriyle, birbirine iliklenebiliyor. Aslında kapitalizme karşı köklü bir
reddiyenin olmayışı, “iki yaka” arasındaki uyumun tesis edileceği zemini
oluşturuyor.
Sıcak paranın ülkeye girişinin durdurulması yerine, Tobin
vergisinden bahsedilmesi… Bu vergi talebi, liberal düşünceye hiç de aykırı
değildir. Röportajda geçmiyor ama sol liberallerin, sermaye sınıfının varlığına
kastettikleri söylenemez. Olur da hükümet olurlarsa, sermayedarların
vergilerini ödemelerini sağlayabilirler mi, bu bile şüpheli doğrusu…
Üç: AB’cilik…
Sol liberallerin temel ilkelerinden biri, Avrupa
Birliği’ne ülkemizin katılmasıdır. Üstelik emperyalist bir örgütlenme olan AB’ye
karşıtlığı, milliyetçilikle suçlama alışkanlığını da edindiler. Aktaralım:
“AB içinde
liberal politikaları savunanlar ilanihayet çoğunluk olacak diye bir şey yok.
AB’nin değişmesi ve başka yöne gitmesi de söz konusu olabilir.”
“Türkiye’de
neoliberal partiler iktidara geldiğinde ülkeden kaçmıyoruz. Burada mücadele
ediyoruz. AB içinde de bu mücadeleye devam etmemiz gerekir. İçimize kapanarak,
biz bize benzeriz fetişizmini körükleyerek, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur
paranoyasını kıracak bir perspektiftir AB üyeliği.”
Eski ÖDP’nin savunduğu bir söylemdi, “Emeğin Avrupası”…
Burada bu söylem bile dile getirilmemiş. AB içindeki “neo-liberal politikalarla
mücadele ederiz” denilmiş. İşçilerin pazarlık gücü oluşturması için
sendikalaşmalarının savunulması, yönetişim, piyasacılık, Tobin vergisi,
AB’cilik… İşte size neo-liberalizmle mücadele (!). Ne diyelim; hayırlı
mücadeleler...
Türkiye’nin bir pazar olarak görüldüğü, ucuz işgücünü
yerinde sömürmek için yapılacak bir sermaye ihracı alanı olarak
değerlendirilmek istendiği (o da sıcak para hareketleri varken, tahvil-bono
faizlerinin tatlı kazancı varken, ne ölçüde olursa) bilinmiyor mu?.. Ya da Avrupa’da
genç ve çalışabilir çağdaki nüfusun azalması sorununa bir çözüm olarak Türkiye
gibi - genişleyen AB’nin dördüncü-beşinci halka ülkelerinden biri olacak-
ülkelerin işgücüne ihtiyaç duyulduğu bilinmiyor mu?.. Elbette siyasal nedenleri
de var AB’nin Türkiye ilgisinin, bunlar da anlaşılmıyor herhalde…
Bunların hiçbirinden bahsedilmiyor. Piyasaya karşı
olmayan, emperyalizme neden karşı olsun ki?..
NATO, İMF gibi emperyalist örgütler hakkında İnsel’in
düşünceleri yine çok açık. Gökhan Kaya şu soruyu yöneltiyor:
“Yeni Sol’un
program metninde radikal solun klasik talepleri: NATO’dan çıkmak, IMF ile
ilişkileri kesmek, ABD üslerini kaldırmak yok, daha çok küreselleşme kavramı
kullanılıyor, sizce emperyalizm dönemi sona mı erdi?”
İşte İnsel’in cevabı:
“Hayır,
sadece gerçekçi olmamız gerekir, bunlarla mücadele etmek imkânlarımız
nispetindedir. Yeni Sol, Türkiye’de iktidara gelirse NATO çerçevesini
değerlendirecektir. NATO’dan bağımsız olarak, kendi toplumumuzun barış,
demokrasi ve özgürlük isteklerine uymayan taleplere yönelik tavrımızı gösteririz,
karşı koyarız. Nasıl 2003’te bugün Yeni Sol’un içerisinde yer alan insanlar
Irak tezkeresine karşı koyduysa bugün de Afganistan’a asker gönderme talebine
karşı tavır alırız. IMF ile ilgili olarak ise zaten bugün hükümetin de IMF ile
ilişkileri askıda. Bu yüzden de slogancı solun elinden bir silah alındı. Biz
esas olarak IMF ile anlaşma yapmayacak durumda olmak istiyoruz, esas sorun
odur. Sorumsuz kamu harcamaları yapmak, büyük bir borçlanmaya giderek dış mali
müdahaleye muhtaç kalmadan bir iktisat politikası götürmektir esas sorun.”
NATO’dan çıkılsın mı?.. İnsel’e göre “gerçekçi”
olunmalı… Bazı konularda, NATO’nun bazı politikalarına “karşı tavır alırız”
diyor, fakat NATO’dan çıkılmasını savunmuyor. “Slogancı sol” olarak aşağılamaya
çalıştığı sosyalistlerin İMF’ye karşı olmasını eleştiren sözler söylüyor.
İMF’ye karşı çıkmıyor. Dediği şundan ibaret: İMF’ye muhtaç olunmasın. Bu muhtaç
olma durumunu da borçlanmaya ve “sorumsuz kamu harcamaları”na bağlıyor. Kamunun
yeni yatırım yapmadığı biliniyorken, bunun anlamı ne olabilir?.. Personel
maaşları mı sorumsuzca artırılıyor?.. Bunu söyleyebilecek kadar akıl yoksunu
değildir. Fakat şöyle düşünüyor olması muhtemeldir: “Askerlere ve diyanet’e
ayrılan bütçe payında kısıtlama yapılmalı…” Geçmişte Uras’ın sarf ettiği bu tür
sözleri hatırladığımızdan, İnsel’in de benzer bir fikre sahip olabileceğini
düşünüyoruz. Bu talebinse, sistem içi ve başka fikirlerle desteklenmeyen bir
talep olduğu ortadadır.
Dört: Sosyalist devrim mümkün değildir, sosyalizm
ütopyadır… Reel sosyalizm deneyimlerine sahip çıkılmaması ve bunları eleştirmek
yerine kara çalınması…
İnsel’in bu konudaki sözleri
şu şekilde:
“1917’de yapılan Sovyet devriminden geriye neredeyse
bir iz kalmadı, çünkü o kopuş tabanda kendini üretmeye yönelik bir kopuş
değildi.
Ekim
devrimi, Çin devrimi gibi devrimler bize bir radikal kopuş ile iktidara
gelmenin, çoğunluğun rızası olmadan iktidara gelmenin, dar bir kadronun
tahakküm arzusuna yol açtığını gösterdi. Sosyalizm ütopyasını insani felaketler
içinde boğduğunu gösterdi. Bizim 20. yüzyıldan çıkardığımız başlıca ders
devrimin bir gecede doğacak bir güneş olmadığıdır. Devrim değişimin ufuk
çizgisidir ve ufuk çizgisini de biz günlük hayatımızda sürekli kılmak
zorundayız. Devrim sürekli varmaya çalışacağımız ama varamayacağımız idealizmdir.
İnsanları o ilkeleri kabul etmeye çağıracağız. Becerirsek de toplumu bu şekilde
dönüştüreceğiz.”
Burada reel sosyalizm deneyimlerine ilişkin bir
eleştiri bulunmuyor. “Dar kadro tahakkümü”, “insani felaketler” gibi ideolojik
kodlamalarla, bir karalama ya da “damgalama” yapılıyor. Reel sosyalizmin
insanlığa çalışma hayatı, konut sorunu, kültürel yaşam, eğitim ve sağlık,
sosyal güvenlik gibi birçok başlıkta sundukları, dünyamıza bir deneyim olarak
kazandırdıkları görmezden geliniyor. Klasik anti-komünist söylemin başvurduğu
kaba karşı propagandanın kodlamalarıyla konuşuluyor.
Devrim mi, dediniz?.. İnsel’e göre devrim,
“varılamayacak idealizmdir”, ulaşılması mümkün olmayan “ufuk çizgisidir.” Gayet
açık bir beyan…
Geçelim…
Beş: “Elveda proletarya” anlayışı ve anti-Marksist
söylem…
Gökhan Kaya soruyor:
“Emekçilerin iktidarı diye bir tartışma kalmadı yani?”
İnsel’in cevabı:
“Salt
emekçilerin demokratik iktidarı diye bir şey söz konusu olamaz, çünkü o
emekçiler toplumda azınlığı oluşturuyor. 19. yüzyıl ortasında öngörülen gelişme
20. yüzyılda doğrulanmadı.”
Burada muhtemelen Marx’ın öngörülerinin
doğrulanmadığını söylemeye çalışıyor. “Emekçilerin toplumda azınlığı oluşturduğu”nu
söylemesiniyse anlamak mümkün değil?.. Örneğin Türkiye gibi geç kapitalistleşen
bir ülkede bile, kırsal nüfus toplam nüfusun %30’una inmişken, “emekçilerin
toplumun azınlığı” olduğu iddiası, af buyurun “deli-saçması” nitelemesini hak ediyor.
Herhalde işçi sınıfı ya da proletaryadan söz ederken, sadece “sanayi
işçileri”ni kastettiğimiz iddia edilmeyecektir. İşçi sınıfının enformel
sektörde çalışanları, işsizleri, memurları, hizmet sektörlerinde çalışanları
kapsadığını ve heterojen bir bileşime sahip olduğunu, burada bir kez daha belirtmek
mi gerekiyor?.. “Marx’ın yanıldığını söylemek” kolay, bunu bir ideolojik
konumlanış için kullanmak da… Fakat iş bunu kanıtlarla ortaya koymaya
geldiğinde, bunu yapan yok, her ne hikmetse… Oysa Marx’tan sonra, 20. Yüzyılda
yapılan incelemeler ve gözlemler, Marksizm’in temel teorik soyutlamalarının
geçerliliğini gösteriyor. Siyaset düzlemindeyse Marksizm’e yeni katkıların
yapılarak geliştirildiği (örneğin Marksizm-Leninizm) biliniyor olmalı…
İlk cümleleri tekrar olacak, fakat İnsel’in teorik
birikimini “konuşturduğu” cümlelerin oluşturduğu birliği bozmak da doğru olmaz.
Öyle ya boşuna Birikim dergisi yazarı
değil. Örneğin Poulantzas’ın Faşizm ve
Diktatörlük adlı eserini çeviren İnsel’den biraz teorik kelam da beklenir,
sohbetlerinde, röportajlarında… İşte buyurun:
“Sermayenin azınlıkta olması çoğunluğun rızası olmadan
iktidarda olması anlamına gelmiyor. Sermaye güçlerinin hegemonyasını kırmak,
rıza üretme mekanizmalarını etkisiz bırakmak, onun yerine emekçilerin,
çalışanların, geniş bir yurttaş kitlesinin rızasını alacak ideolojik üstünlüğü
sol sağlayabilirse başarılı olacaktır. Ayrıca bazı yer ve zamanlarda sermayeyi
iktidarda tutan diktatörlükler de var tabii. Biz, emekçi fetişizmine de
karşıyız. İnsanlar sadece emekçi olmaları hasebiyle demokrat, özgürlükçü,
eşitlikçi olmazlar. Faşist hareketlerin bindirilmiş kıtaları da genellikle
emekçilerden oluşur.”
Murat Belge ve diğer Birikim’cilerin yıllardır Türkiye soluna Avro-komünizmin, Frankfurt
okulu, Althusser ve diğer “Batı”lı teorisistlerin makalelerini, kitaplarını
çevirerek, yorumlayarak servis ettiğini bilmeyen herhalde yoktur. Sol eğilimli
genç kuşakların gözünde “Marksizm’den anlayan adamlar” imajını yaratmayı
geçmişte gerçekten başarmış oldukları söylenebilir. Fakat Türkiye sosyalist hareketinin
görece güçlenmesiyle birlikte, bu tayfanın politik pratiklerinin de, teori diye
sunduklarının da foyası ortaya çıkmış, eski saygınlıkları giderek azalmıştır.
Bu noktada Uras’ın İdeolojilerin
Sonu Mu? adlı kitabını hatırlatmak istiyorum. Marx’ın bazı ifadelerini
anlamadan eleştirdiği, eklektik ve bulaşık fikirler içeren bu çalışmanın, 1992
yılında Marksist Araştırmaları Destek Ödülü’nü aldığını da anımsatmalıyım.
Ödülü veren jürinin Uras’ın bu çalışmasını ödüle layık görmesi, Uras’a ilişkin
sol içerisinde belli bir imajın oluşmasına yaramış, buna katkı yapmıştır. (2)
Bitirirken son bir alıntı daha yapalım… Röportajı
yapan Gökhan Kaya soruyor:
“Yeni Sol’un programı itibariyle Türkiye’deki
sosyalist hareketten koptuğunu söyleyebilir miyiz?”
Bu haklı ve yerinde bir sorudur.
Cevabını İnsel şu şekilde veriyor:
“Türkiye’de
sosyalist hareketin klasik iddiaları olarak sıralanan şeylerin çoğu zaten
sosyalistlere değil milliyetçilere özgü. Bu anlamda milliyetçilikten
koptuğumuzu söyleyebiliriz. Türkiye’deki sosyalist geleneğin Kemalizm ve
milliyetçilikle olan göbek bağı yavaş yavaş kopuyor.”
İnsel’in içinde bulunduğu Birikim tayfasının da, Uras ve çevresinin de, SHP’nin de,
programatik bazda, politik hat olarak ya da teorik bakışta, sosyalist
olduklarına inanmamız beklenmesin. Türkiye solunun çeşitli bölmeleriyle
ilişkilenmeleri dolaylı ya da doğrudan yollarla hep olageldi. Fakat artık
sosyalist hareketin belli bir siyasal toparlanmayı sağladığı, teorik birikimini
az çok sağlam bir biçimde yapılandırdığı ve bu çabasında belirli bir mesafe kat
ettiği de görülmelidir. Her ne kadar, çoğu durumda haklı nedenlerle, birçok
ayrı yapılanma şeklinde ayrışmış olsalar da, belli başlı hiç bir yapılanmanın,
“yeni sol”a artık sempatiyle yaklaşmayacağı görülmektedir. Aksine, bunları eleştirme
konusunda bir yoğunlaşmanın asıl şimdi olacağı söylenebilir.
Notlar:
(1) Yeni
“sol” parti girişiminin “çerçeve metni” olarak adlandırdığı metin, “sosyal
liberal” görüşlere sahiptir.
(2) Uras’ın İdeolojilerin Sonu mu? adlı kitapçığındaki
görüşlerini eleştiren bir yazı için bkz; http://marksistarastirmalar.blogspot.com/2013/07/ufuk-urasn-ideolojilerin-sonu-mu-adl.html
Ahmet
İnsel’in röportajları için kaynak:
18.02.2010 tarihli
Radikal.com.tr’de yayınlanan, Ahmet İnsel 'Yeni Sol'u
anlatıyor: “Türkiye'de sosyalistlerin klasik iddialarının çoğu zaten milliyetçilere
özgündür” başlıklı yazı. Adresi:
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=980992&Date=19.02.2010&CategoryID=78
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.