8 Temmuz 2013 Pazartesi

[Prof. Dr. Ahmet İnsel’den ‘Sol Liberalizm’ Dersleri - Mahmut Boyuneğmez]

Konu: Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Ahmet İnsel'le yapılıp, 17 ve 18 Şubat 2010 tarihlerinde Radikal gazetesinin internet sitesinde yayınlanan,  “sol liberalizm” konulu bir ders niteliğinde olan röportajdaki görüşleri eleştirilmektedir.

Aslında İnsel’in bu röportaj kapsamında ortaya koyduğu düşüncelere yabancı değiliz. İnsel, Radikal gazetesi, Birikim dergisi gibi yayınlarda, liberal ideolojinin bulaşık olduğu bir solculuk türünün temsilcilerinden biri olarak uzun süredir yazmaktadır. “Liberal sol”un, sosyalist iktidar perspektifinin olmaması, ufkunun kapitalizm ötesine uzanmaması, devrimci değil reformcu bir yaklaşıma sahip olması, piyasa karşıtı olmaması, AB’ciliği, sınıf perspektifinin yerine post-modern muhalif söylemlerin eklektik birliğini benimsemesi, özelleştirmelere işçi sınıfı çıkarları açısından yaklaşmaması gibi birçok başlıkta liberal fikirlerden, değerlerden ve ilkelerden etkilendiği bilinmektedir. Aslında bu etkilenmenin veya liberal düşünceleri içselleştirmenin yoğunluğuna bakıldığında, bu düşüncelere sahip kişilerin “liberal sol” yerine, “sol liberal” olarak nitelenmesi daha uygun olacaktır. Her ne kadar, neo-liberalizme muhalif bir konumlanışa sahip görünseler de, İnsel, Uras, Keyman ve Oran gibi isimler ve çevrelerindeki kişiler, liberal düşüncelerin bir çeşit sol versiyonunu Türkiye’de oluşturmuş durumdalar. Klasik sosyal-demokrasinin 1980-1990’lardan sonra dünyada ve Türkiye’de varlık gerekçesini yitirdiği ve neo-liberal politikaları özünde benimseyerek başkalaştığı bilinmektedir. Yeni “sol” parti olarak adlandırılan girişimin de, özünde emperyalist-kapitalist sisteme dönük bilimsel/teorik bir analizden kalkmak yerine, günümüzdeki bazı toplumsal fenomenlere ilişkin muhalif bir tavır üzerinden politik söylemini şekillendirdiği ve ne emperyalizme, ne de kapitalizme karşı devrimci bir duruşu sahiplenmediği görülmektedir. Biz bu girişimin, özünde/ilkelerinde “sol” değil, “liberal” olduğunu, fakat “sol” bir söyleme ve tavra sahipmiş gibi algılanabildiğini, böyle bir algıyı oluşturabildiğini düşünmekteyiz. (1)

Şimdi, İnsel’in röportajda dile getirdiği fikirlerinin eleştirisine geçebiliriz… Röportajda geçtiği kadarıyla İnsel’in görüşlerini dikkate aldığımı ve bunlar arasından da önemli olanlarının üzerinde durduğumu belirtmeliyim.

Bir: Emek-sermaye çelişkisinin önemsizleştirilmesi, toplumsal “çatışmalar”dan biri sayılması…

İnsel şöyle buyuruyor:

“Emek-sermaye çatışması toplumdaki çatışmalardan önemli bir tanesidir, ama tüm çatışmaların anası değildir. Solun geleneksel olarak kolaya kaçarak yaptığı şey toplumdaki tüm çatışmaları emek-sermaye çatışmasının bir türevi olarak ele almaktı. Ama öyle bir şey yok, o durumda işçilerin büyük bir çoğunluğunun sermayenin yanında yer alan AKP’ye oy vermesini izah edemiyoruz.”

Baştan yazalım, aslında İnsel’in “işçilerin AKP’ye oy vermesini izah edememesi”, bir sahte-destekleyici empirik gözlemidir. Çünkü röportajın daha sonraki bir yerinde İnsel şunları da söyleyebilmektedir:

Sermayenin azınlıkta olması çoğunluğun rızası olmadan iktidarda olması anlamına gelmiyor. Sermaye güçlerinin hegemonyasını kırmak, rıza üretme mekanizmalarını etkisiz bırakmak, onun yerine emekçilerin, çalışanların, geniş bir yurttaş kitlesinin rızasını alacak ideolojik üstünlüğü sol sağlayabilirse başarılı olacaktır.”

Daha sonradan söylediklerinin, ilk söyledikleriyle mantıksal çelişme içerisinde olduğu görülüyor. İnsel “işçilerin büyük bölümünün AKP’ye oy vermesinin”, emek-sermaye çelişkisiyle açıklanamayacağı iddiasını dile getirmektedir. Oysa Türkiye’de sermaye sınıfının temsilcisi konumundaki AKP’nin, başka kesimler yanı sıra, emekçilerin hatırı sayılır bir bölümünün rızasını çeşitli yollarla almayı başardığını ve böylelikle yürütme ve yasama gücünü kendi bünyesinde cisimleştirmiş olduğunu biliyoruz. Burada, emek-sermaye çelişkisinin toplumsal “çatışmalar”ın “anası” olmadığı şeklindeki argümanına, “işçilerin çoğunluğunun AKP’ye oy vermesi” gözlemiyle destek sunmaktadır. Oysa bu gözlemle ya da “rıza” düzenekleriyle emek-sermaye çelişkisinin ilişkisi açıktır; bunlar emek-sermaye çelişkisinin korunmasına veya yeniden-üretimine yarar.

Emekçiler ile sermayedarlar arasında bir “çatışma”dan bahsetmek, siyasal bir söylem içerisinde ve güncel olayların gözlenmesi sırasında mümkündür. Örneğin TEKEL işçilerinin mücadelesi, devlet ile işçiler arasındaki bir “çatışma”yı da içermektedir. Çatışmalar, sınıf mücadelelerinin seyri içerisinde gözlenen somut olaylar şeklinde gerçekleşir. Oysa emek-sermaye çelişkisi, toplumsal bir ilişkinin soyutlanmasını anlatır. Sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki tarihsel ilişki biçimi “çelişkili”dir. Bu çelişik ilişkinin, kapitalizmin varlığında, bazı toplumsal formasyonlarda olmamasından ya da derecelendirilmesinden bahsetmek doğru değildir. Kapitalist üretim biçiminin egemen olduğu her toplumsal formasyonun bu çelişkili sınıflar arası ilişkiyi farklı görünümleri/tezahürleriyle somutladığı bilinmektedir. Bu görünümleri dikkate alarak, işbirliği ve uzlaşmadan, çatışmalara kadar uzanan bir skala oluşturmak mümkündür. Örnek olsun, işçilerin sermayedarlarla uzlaşma içinde olduğu tekil durumlarda dahi, emek-sermaye çelişkisinin bu örneklerde sınırlı olmak koşuluyla bile olsa, yok olduğu/ortadan kalktığı anlamı çıkarılamaz.

Elbette toplumlardaki politik karşıtlıkların, değişik muhalif hareketlerin tümü, emek-sermaye çelişkisinin doğrudan belirleniminde değildir. Bir soyutlama olan bu karşıtlık ya da çelişki, alınan politik tavırların, oluşturulan hareketlerin karakterini anlamada ise temel ölçüt durumundadır. Devrimci mi, reformist mi?.. Düzen karşıtı mı, düzen içi mi?.. Sosyalist mi, liberal/demokrat mı?.. Politik tutumların, söylemlerin, muhalif hareketlerin eylemlerinin vurulacağı mihenk taşı budur. Emek-sermaye çelişkisinin üzerinin örtülmesi, yeniden üretilmesi ya da bu çelişkinin aşılması yönünde hareket edilmesi, siyaset yelpazesinin farklı unsurlarını değerlendirirken dikkate alınması gereken temel ölçüt durumundadır. Bu ölçüt dikkate alınmadığında, politik unsurlar arasındaki farkların algılamada abartılması ya da tekil eylem ve söylemlerine bakılarak aynılaştırılması, bunlara onlarda olmayan özellikler atfedilmesi mümkün olabilmektedir. Örneğin CHP ile MHP’nin, daha genel olarak düzen yanlısı partilerin politik tutumları arasındaki nüanslar abartılıp, bunların ideolojik ve politik ufuklarının, sistemin sınırları içerinde olduğu görülmeyebilmektedir. Örneğin, ana akım çevrecilerin ve küreselleşme karşıtı hareketlerin, geleneksel sol partilerle aynı kategoriye konulması mümkün olabilmektedir. Ya da reformcu ve ilerici bazı talepleri nedeniyle, bazı kişilere ya da hareketlere sosyalist ya da devrimci denebilmektedir. Tüm bunlar, emek-sermaye çelişkisi dikkate alınmadan yapılan politika analizlerinde ya da günlük yüzeysel sohbetlerde karşımıza çıkan değerlendirmelerdir.

Örneğin milliyetçilik ile yurtseverlik, bu kriter dikkate alınmadığında özdeş ya da anlamsal açıdan benzer ilkeler olarak görülecektir. Oysa amiyane tabirle “aralarında dağlar var”dır. Olağan dönemlerde, sınıf mücadelesinin yükselmediği ve görece durgun olduğu dönemlerde, işçilerin büyük çoğunluğunun egemen ideolojinin düşünce kalıplarıyla davrandığı, örneğin milliyetçi/muhafazakar fikirlere sahip olduğu söylenebilir. Fakat işçilerin sınıfsal çıkarları doğrultusunda, sömürülmedikleri bir toplumsal sistemi oluşturmak üzere hareketlendiklerinde kitlesel olarak, daha küçük niceliklerdeyse politize olurken benimseyebilecekleri bir ilke olan yurtseverlik, başka bir ideolojik desendir. Yurtseverlik, emperyalist bağımlılık ilişkilerine karşı ülkemizin bağımsızlığını savunmaktır. Yurtseverlik, halkların birlikte yaşama ve ortak emekçi kimlikleriyle gelecekleri için kardeşleşmesi istemidir. Emekçilerin ülkemiz ölçeğinde kendisini politik bir özne olarak inşa ederek gerçekleştirecekleri iktidar yürüyüşünün ideolojik bir bileşenidir.

İşçi sınıfının çıkarlarının politik savunusunu yüklenen komünist hareketin, Kürt emekçilerin kültürel hakları, kadınların eşitsiz konumu, çevrenin tahribatı gibi konularda, somut taleplerinin, mücadele anlayışının olmadığı söylenemez. Fakat komünistlerin bu başlıklardaki mücadelesinde kullandığı sloganlarla ve taleplerle, sistem içi, reformist sayılması gereken hareketlerin talepleri ve mücadele başlıkları arasındaki benzerliğe bakıp, sistem içi hareketlerle, komünist partilerin aynı düzlemde algılanması yanılgıdır. Olması gereken, komünist hareketin çevreciler, feministler ve kültürel haklar için mücadele edenlerle etkileşim içerisinde bulunması ve onlar üzerinde hegemonya değilse de, belli bir saygınlık oluşturması ve belli ölçülerde referans olarak algılanmayı başarmasıdır. Muhalif hareketlerin güçlü ve merkezileştirici olan bir devrimci paradigma olmaksızın bir araya gelmesinden, iktidar perspektifine sahip bir siyasal hat oluşturulamadığı kavranmış olmalıdır. Türkiye örneğinde bunu gösteren, eski ÖDP deneyimi olmuştur.

İki: Sistem içi bir politik perspektif, “sosyal liberalizm” kapsamında öneriler…

a) İnsel’in politik taleplerinden biri şudur: İşçiler sendikalarda örgütlenmeli ve emek piyasasında sermaye sınıfı karşısında pazarlık gücü oluşturmalıdır. Bakın ne demiş:

“Bize göre işçilerin esas mücadelesi emek piyasasında işverenin karşısında örgütlü bir biçimde yer alabilme mücadelesidir. Burada eşitliği ancak böyle sağlayabiliriz. İşveren ile işçi arasındaki o yapısal eşitsizlik; biri mülklü diğeri mülksüz. Liberal model iki taraf eşit, aralarında sözleşme yapılacak diyor. Biz de diyoruz ki: hayır, işverenle işçi arasındaki çıplak ilişki eşit değildir. Örgütlü işçilerle işveren arasında kısmi biçimde bir eşitlik ilişkisi kurulabilir. Bu anlamda TEKEL işçileri önemli bir şey; eşit pazarlık gücü talep ediyorlar.”

Laf arasında “liberal model”den de bahsediyor. Doğrudur, klasik liberallerin eşitlik anlayışı, biçimsel/yasalar önünde eşitliktir. İşçiler “istediği” patronla sözleşme yapmada ya da yapmama hususunda “özgürdür.” İnsel bu anlayıştan farklı düşündüklerini belirtiyor. Bu fark, işçilerin örgütlü olmalarını ve patronlar ya da devlet karşısında sendikal örgütleriyle ücretleri ve özlük hakları için pazarlık gücü oluşturmalarını istedikleri şeklinde ifade ediliyor. Aslında modern liberallerin sendikal örgütlenmeyi reddetmedikleri, aksine savundukları bilinir. Hemen hemen her liberal, devletin “sosyal” politikalarının olması gerektiğini, toplumda farklı kesimlerin örgütlenme özgürlüklerinin olması gerektiğini savunur. İnsel’in de savunduğu, bundan başkası değildir.

b) Özelleştirmelere karşı olmaması, İnsel’in başka bir liberal tutumudur. Kimi alanlarda devletin var olması gerektiğini belirterek, piyasanın savunusunu yapmanın adı nedir?.. İşte bu bir tür “sosyal liberal” düşüncedir. Eskiden bu anlayışın savunduğu ekonomi politikası, “karma ekonomik model” olarak da adlandırılırdı. İşte bakın, İnsel söylüyor:

“Sistematik olarak özelleştirmeler iyidir ya da kötüdür tavrı bağnazlıktan başka bir şey değildir. Kamu hizmetinin toplumun yararına olan alanlarda yoğunlaşmasını sağlamamız lazım. Örneğin devletin sigara ve alkollü içki üretmesi, ayakkabı üretmesi belki 1930’larda yararlıydı ama bugünün Türkiye’sinde bunun büyük bir yararı olduğu kanaatinde değiliz. Kamunun bedava ve kaliteli eğitim, sağlık, taşıma hizmeti üretmesi gerekir, bu alanlarda özelleştirmelere karşıyız. Kamu bu alanlarda bedava ve iyi hizmet vermelidir. Barınma hakkının güvence altına alınmasına yönelik, piyasanın bu alandaki yönlendiriciliğini kıran girişimlerde bulunmalıdır.”

Dikkat edilsin, “sigara ve alkollü içki üretiminin devletin işi olmadığı” belirtiliyor. Bundan, iş güvencesinin olmadığı, TEKEL işçilerini düşük ücrete çalışmak zorunda bırakan ve sendikalaşmasına engel olan 4-C politikasına özünde karşı olunmadığı sonucu çıkarılabilir. Sol liberallerin, TEKEL işçilerinin mücadelesine ciddi bir destek sunmadıklarını bu noktada hatırlatmak da gerekiyor. Taşeron firmalarda esnek çalışmak, işsiz kalmaksa bir sorun olarak algılanmıyor bile… Kamuculuğu savunmak ya da “sistematik” bir özelleştirme karşıtlığı, “bağnazlık” olarak niteleniyor, üstelik. Çünkü “piyasacılık” olarak adlandırabileceğimiz bir bakış açısı var. Çünkü işçilerin/emekçilerin çıkarları açısından bakılmıyor. Sağlık ve eğitim alanlarında hizmet verilsin, diğer alanlarda sermayenin faaliyetlerine dokunulmasın deniyor. Özcesi, kapitalizm koşullarında işçi sınıfının sömürülmesi ve sefaleti, İnsel’in ve diğer sol liberallerin derdi değil.

Devam edelim… Röportajı yapan Gökhan Kaya soruyor, “ ‘piyasayı kuşatmak’ ne demek?” diye, İnsel şöyle cevaplıyor:

“Piyasa aktörlerinin faaliyetlerine bir sınır getirmektir. Asgari ücret uygulaması örneğin piyasa ekonomisine belli bir ücret seviyesinin altında insan çalıştıramazsın kuralını getirir. Belli alanlarda üretim yapılmasını istemiyoruz demektir. Örneğin nükleer enerjiye karşıysak piyasa ekonomisinin kendiliğinden buraya yönelmesini engelleyebiliriz. İşletmelerin istediği gibi çevreyi kirletmesine karşı çıkabiliriz. Mali piyasaların hareketlerini sınırlayabiliriz, Bugün dikkat ederseniz ABD’de Obama hükümeti bankaların boyutlarını sınırlamayı tasarlıyor. Dolayısıyla piyasayı kuşatmak topluma zarar vereceği alanlarda piyasaya kısıtlamalar getirmektir. Bazı alanlara piyasa ekonomisinin girmesini engellemektir. Örneğin ben bireysel emeklilik sisteminin özendirilmesine karşıyım çünkü emeklilik hakkının mali piyasaların çalkantılarına tabi olmasını çok tehlikeli buluyorum.

Sağlıkta piyasa ilişkilerinin girmesini engellemektir. Bir dizi toplumsal hak alanına piyasa ilişkilerinin girmesini engellemektir. Piyasa ilişkilerinin tekelleşmesini engellemektir. Örneğin İstanbul’da bir şirket doğalgaz dağıtıyor. Bölgesel olarak tekel konumunda, eğer o şirketin fiyat politikasını serbest bırakırsanız tüketicileri bütünüyle o şirketin eline teslim etmiş olursunuz. Bu tür şebeke ekonomilerinde özelleştirmelerin son derece dikkatli yapılması, çok detaylı ve ağır kamu hizmeti yükümlülükleri taşıması gerekir. Bunlara bakınca elektrik, su, gaz dağıtımı gibi şebeke ekonomilerinde özelleştirme yerine yerel yönetimlerin ortak katıldığı şirketler, güçlü şeffaflık koşulları eşliğinde toplu yarar açısından daha uygun olabilir.

Dünyada da Yeni Sol’un önemli taleplerinden birisi uluslararası spekülatif sermaye hareketlerinin sınırlanmasıdır. Bu amaçla Tobin vergisi denilen bir vergi öneriyor neo-liberal küreselleşme karşıtı hareketler.”

Çok açık. Piyasacılığı savunuyor, fakat piyasanın sınırlandırılması gerektiğini ekliyor. Bu noktada sormak gerekiyor; bu iktisadi anlayışın adı “liberalizm” değilse nedir?..

Dikkat edilirse İnsel, “yerel yönetimlerin ortak katıldığı şirketler”den de bahsediyor… Neo-liberalizm kapsamındaki bir politikanın adıdır: Yönetişim. İnsel, Uras ve diğerleri, geçtiğimiz aylarda açıklanan ve kuracakları partinin oluşumunda, üzerinde tartışmak için hazırladıklarını belirttikleri “çerçeve metni”nde de, açıkça yerinden yönetim/yönetişim politikasını savunmuşlardı. Bir yandan neo-liberalizme karşıtlıktan bahsetmekte, bir yandansa has bir neo-liberal politikayı benimsemekteler. Bu mantıksal çelişmenin iki yakası, yaşamda bir şekilde birbirine eklemlenebilecek şekilde kurulan fikirlerle, farkı anlamlandırma yetenekleriyle, birbirine iliklenebiliyor. Aslında kapitalizme karşı köklü bir reddiyenin olmayışı, “iki yaka” arasındaki uyumun tesis edileceği zemini oluşturuyor.

Sıcak paranın ülkeye girişinin durdurulması yerine, Tobin vergisinden bahsedilmesi… Bu vergi talebi, liberal düşünceye hiç de aykırı değildir. Röportajda geçmiyor ama sol liberallerin, sermaye sınıfının varlığına kastettikleri söylenemez. Olur da hükümet olurlarsa, sermayedarların vergilerini ödemelerini sağlayabilirler mi, bu bile şüpheli doğrusu…

Üç: AB’cilik…

Sol liberallerin temel ilkelerinden biri, Avrupa Birliği’ne ülkemizin katılmasıdır. Üstelik emperyalist bir örgütlenme olan AB’ye karşıtlığı, milliyetçilikle suçlama alışkanlığını da edindiler. Aktaralım:

“AB içinde liberal politikaları savunanlar ilanihayet çoğunluk olacak diye bir şey yok. AB’nin değişmesi ve başka yöne gitmesi de söz konusu olabilir.”

“Türkiye’de neoliberal partiler iktidara geldiğinde ülkeden kaçmıyoruz. Burada mücadele ediyoruz. AB içinde de bu mücadeleye devam etmemiz gerekir. İçimize kapanarak, biz bize benzeriz fetişizmini körükleyerek, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur paranoyasını kıracak bir perspektiftir AB üyeliği.”

Eski ÖDP’nin savunduğu bir söylemdi, “Emeğin Avrupası”… Burada bu söylem bile dile getirilmemiş. AB içindeki “neo-liberal politikalarla mücadele ederiz” denilmiş. İşçilerin pazarlık gücü oluşturması için sendikalaşmalarının savunulması, yönetişim, piyasacılık, Tobin vergisi, AB’cilik… İşte size neo-liberalizmle mücadele (!). Ne diyelim; hayırlı mücadeleler...

Türkiye’nin bir pazar olarak görüldüğü, ucuz işgücünü yerinde sömürmek için yapılacak bir sermaye ihracı alanı olarak değerlendirilmek istendiği (o da sıcak para hareketleri varken, tahvil-bono faizlerinin tatlı kazancı varken, ne ölçüde olursa) bilinmiyor mu?.. Ya da Avrupa’da genç ve çalışabilir çağdaki nüfusun azalması sorununa bir çözüm olarak Türkiye gibi - genişleyen AB’nin dördüncü-beşinci halka ülkelerinden biri olacak- ülkelerin işgücüne ihtiyaç duyulduğu bilinmiyor mu?.. Elbette siyasal nedenleri de var AB’nin Türkiye ilgisinin, bunlar da anlaşılmıyor herhalde…

Bunların hiçbirinden bahsedilmiyor. Piyasaya karşı olmayan, emperyalizme neden karşı olsun ki?..

NATO, İMF gibi emperyalist örgütler hakkında İnsel’in düşünceleri yine çok açık. Gökhan Kaya şu soruyu yöneltiyor:

“Yeni Sol’un program metninde radikal solun klasik talepleri: NATO’dan çıkmak, IMF ile ilişkileri kesmek, ABD üslerini kaldırmak yok, daha çok küreselleşme kavramı kullanılıyor, sizce emperyalizm dönemi sona mı erdi?”

İşte İnsel’in cevabı:

“Hayır, sadece gerçekçi olmamız gerekir, bunlarla mücadele etmek imkânlarımız nispetindedir. Yeni Sol, Türkiye’de iktidara gelirse NATO çerçevesini değerlendirecektir. NATO’dan bağımsız olarak, kendi toplumumuzun barış, demokrasi ve özgürlük isteklerine uymayan taleplere yönelik tavrımızı gösteririz, karşı koyarız. Nasıl 2003’te bugün Yeni Sol’un içerisinde yer alan insanlar Irak tezkeresine karşı koyduysa bugün de Afganistan’a asker gönderme talebine karşı tavır alırız. IMF ile ilgili olarak ise zaten bugün hükümetin de IMF ile ilişkileri askıda. Bu yüzden de slogancı solun elinden bir silah alındı. Biz esas olarak IMF ile anlaşma yapmayacak durumda olmak istiyoruz, esas sorun odur. Sorumsuz kamu harcamaları yapmak, büyük bir borçlanmaya giderek dış mali müdahaleye muhtaç kalmadan bir iktisat politikası götürmektir esas sorun.”

NATO’dan çıkılsın mı?.. İnsel’e göre “gerçekçi” olunmalı… Bazı konularda, NATO’nun bazı politikalarına “karşı tavır alırız” diyor, fakat NATO’dan çıkılmasını savunmuyor. “Slogancı sol” olarak aşağılamaya çalıştığı sosyalistlerin İMF’ye karşı olmasını eleştiren sözler söylüyor. İMF’ye karşı çıkmıyor. Dediği şundan ibaret: İMF’ye muhtaç olunmasın. Bu muhtaç olma durumunu da borçlanmaya ve “sorumsuz kamu harcamaları”na bağlıyor. Kamunun yeni yatırım yapmadığı biliniyorken, bunun anlamı ne olabilir?.. Personel maaşları mı sorumsuzca artırılıyor?.. Bunu söyleyebilecek kadar akıl yoksunu değildir. Fakat şöyle düşünüyor olması muhtemeldir: “Askerlere ve diyanet’e ayrılan bütçe payında kısıtlama yapılmalı…” Geçmişte Uras’ın sarf ettiği bu tür sözleri hatırladığımızdan, İnsel’in de benzer bir fikre sahip olabileceğini düşünüyoruz. Bu talebinse, sistem içi ve başka fikirlerle desteklenmeyen bir talep olduğu ortadadır.

Dört: Sosyalist devrim mümkün değildir, sosyalizm ütopyadır… Reel sosyalizm deneyimlerine sahip çıkılmaması ve bunları eleştirmek yerine kara çalınması…

İnsel’in bu konudaki sözleri şu şekilde:

1917’de yapılan Sovyet devriminden geriye neredeyse bir iz kalmadı, çünkü o kopuş tabanda kendini üretmeye yönelik bir kopuş değildi.

Ekim devrimi, Çin devrimi gibi devrimler bize bir radikal kopuş ile iktidara gelmenin, çoğunluğun rızası olmadan iktidara gelmenin, dar bir kadronun tahakküm arzusuna yol açtığını gösterdi. Sosyalizm ütopyasını insani felaketler içinde boğduğunu gösterdi. Bizim 20. yüzyıldan çıkardığımız başlıca ders devrimin bir gecede doğacak bir güneş olmadığıdır. Devrim değişimin ufuk çizgisidir ve ufuk çizgisini de biz günlük hayatımızda sürekli kılmak zorundayız. Devrim sürekli varmaya çalışacağımız ama varamayacağımız idealizmdir. İnsanları o ilkeleri kabul etmeye çağıracağız. Becerirsek de toplumu bu şekilde dönüştüreceğiz.”

Burada reel sosyalizm deneyimlerine ilişkin bir eleştiri bulunmuyor. “Dar kadro tahakkümü”, “insani felaketler” gibi ideolojik kodlamalarla, bir karalama ya da “damgalama” yapılıyor. Reel sosyalizmin insanlığa çalışma hayatı, konut sorunu, kültürel yaşam, eğitim ve sağlık, sosyal güvenlik gibi birçok başlıkta sundukları, dünyamıza bir deneyim olarak kazandırdıkları görmezden geliniyor. Klasik anti-komünist söylemin başvurduğu kaba karşı propagandanın kodlamalarıyla konuşuluyor.

Devrim mi, dediniz?.. İnsel’e göre devrim, “varılamayacak idealizmdir”, ulaşılması mümkün olmayan “ufuk çizgisidir.” Gayet açık bir beyan…

Geçelim…

Beş: “Elveda proletarya” anlayışı ve anti-Marksist söylem…

Gökhan Kaya soruyor:

“Emekçilerin iktidarı diye bir tartışma kalmadı yani?”

İnsel’in cevabı:

“Salt emekçilerin demokratik iktidarı diye bir şey söz konusu olamaz, çünkü o emekçiler toplumda azınlığı oluşturuyor. 19. yüzyıl ortasında öngörülen gelişme 20. yüzyılda doğrulanmadı.”

Burada muhtemelen Marx’ın öngörülerinin doğrulanmadığını söylemeye çalışıyor. “Emekçilerin toplumda azınlığı oluşturduğu”nu söylemesiniyse anlamak mümkün değil?.. Örneğin Türkiye gibi geç kapitalistleşen bir ülkede bile, kırsal nüfus toplam nüfusun %30’una inmişken, “emekçilerin toplumun azınlığı” olduğu iddiası, af buyurun “deli-saçması” nitelemesini hak ediyor. Herhalde işçi sınıfı ya da proletaryadan söz ederken, sadece “sanayi işçileri”ni kastettiğimiz iddia edilmeyecektir. İşçi sınıfının enformel sektörde çalışanları, işsizleri, memurları, hizmet sektörlerinde çalışanları kapsadığını ve heterojen bir bileşime sahip olduğunu, burada bir kez daha belirtmek mi gerekiyor?.. “Marx’ın yanıldığını söylemek” kolay, bunu bir ideolojik konumlanış için kullanmak da… Fakat iş bunu kanıtlarla ortaya koymaya geldiğinde, bunu yapan yok, her ne hikmetse… Oysa Marx’tan sonra, 20. Yüzyılda yapılan incelemeler ve gözlemler, Marksizm’in temel teorik soyutlamalarının geçerliliğini gösteriyor. Siyaset düzlemindeyse Marksizm’e yeni katkıların yapılarak geliştirildiği (örneğin Marksizm-Leninizm) biliniyor olmalı…

İlk cümleleri tekrar olacak, fakat İnsel’in teorik birikimini “konuşturduğu” cümlelerin oluşturduğu birliği bozmak da doğru olmaz. Öyle ya boşuna Birikim dergisi yazarı değil. Örneğin Poulantzas’ın Faşizm ve Diktatörlük adlı eserini çeviren İnsel’den biraz teorik kelam da beklenir, sohbetlerinde, röportajlarında… İşte buyurun:

Sermayenin azınlıkta olması çoğunluğun rızası olmadan iktidarda olması anlamına gelmiyor. Sermaye güçlerinin hegemonyasını kırmak, rıza üretme mekanizmalarını etkisiz bırakmak, onun yerine emekçilerin, çalışanların, geniş bir yurttaş kitlesinin rızasını alacak ideolojik üstünlüğü sol sağlayabilirse başarılı olacaktır. Ayrıca bazı yer ve zamanlarda sermayeyi iktidarda tutan diktatörlükler de var tabii. Biz, emekçi fetişizmine de karşıyız. İnsanlar sadece emekçi olmaları hasebiyle demokrat, özgürlükçü, eşitlikçi olmazlar. Faşist hareketlerin bindirilmiş kıtaları da genellikle emekçilerden oluşur.”

Murat Belge ve diğer Birikim’cilerin yıllardır Türkiye soluna Avro-komünizmin, Frankfurt okulu, Althusser ve diğer “Batı”lı teorisistlerin makalelerini, kitaplarını çevirerek, yorumlayarak servis ettiğini bilmeyen herhalde yoktur. Sol eğilimli genç kuşakların gözünde “Marksizm’den anlayan adamlar” imajını yaratmayı geçmişte gerçekten başarmış oldukları söylenebilir. Fakat Türkiye sosyalist hareketinin görece güçlenmesiyle birlikte, bu tayfanın politik pratiklerinin de, teori diye sunduklarının da foyası ortaya çıkmış, eski saygınlıkları giderek azalmıştır.

Bu noktada Uras’ın İdeolojilerin Sonu Mu? adlı kitabını hatırlatmak istiyorum. Marx’ın bazı ifadelerini anlamadan eleştirdiği, eklektik ve bulaşık fikirler içeren bu çalışmanın, 1992 yılında Marksist Araştırmaları Destek Ödülü’nü aldığını da anımsatmalıyım. Ödülü veren jürinin Uras’ın bu çalışmasını ödüle layık görmesi, Uras’a ilişkin sol içerisinde belli bir imajın oluşmasına yaramış, buna katkı yapmıştır. (2)

Bitirirken son bir alıntı daha yapalım… Röportajı yapan Gökhan Kaya soruyor:

“Yeni Sol’un programı itibariyle Türkiye’deki sosyalist hareketten koptuğunu söyleyebilir miyiz?”

Bu haklı ve yerinde bir sorudur. Cevabını İnsel şu şekilde veriyor:

“Türkiye’de sosyalist hareketin klasik iddiaları olarak sıralanan şeylerin çoğu zaten sosyalistlere değil milliyetçilere özgü. Bu anlamda milliyetçilikten koptuğumuzu söyleyebiliriz. Türkiye’deki sosyalist geleneğin Kemalizm ve milliyetçilikle olan göbek bağı yavaş yavaş kopuyor.”

İnsel’in içinde bulunduğu Birikim tayfasının da, Uras ve çevresinin de, SHP’nin de, programatik bazda, politik hat olarak ya da teorik bakışta, sosyalist olduklarına inanmamız beklenmesin. Türkiye solunun çeşitli bölmeleriyle ilişkilenmeleri dolaylı ya da doğrudan yollarla hep olageldi. Fakat artık sosyalist hareketin belli bir siyasal toparlanmayı sağladığı, teorik birikimini az çok sağlam bir biçimde yapılandırdığı ve bu çabasında belirli bir mesafe kat ettiği de görülmelidir. Her ne kadar, çoğu durumda haklı nedenlerle, birçok ayrı yapılanma şeklinde ayrışmış olsalar da, belli başlı hiç bir yapılanmanın, “yeni sol”a artık sempatiyle yaklaşmayacağı görülmektedir. Aksine, bunları eleştirme konusunda bir yoğunlaşmanın asıl şimdi olacağı söylenebilir.

Notlar:

(1) Yeni “sol” parti girişiminin “çerçeve metni” olarak adlandırdığı metin, “sosyal liberal” görüşlere sahiptir.

(2) Uras’ın İdeolojilerin Sonu mu? adlı kitapçığındaki görüşlerini eleştiren bir yazı için bkz; http://marksistarastirmalar.blogspot.com/2013/07/ufuk-urasn-ideolojilerin-sonu-mu-adl.html

Ahmet İnsel’in röportajları için kaynak:

18.02.2010 tarihli Radikal.com.tr’de yayınlanan, Ahmet İnsel 'Yeni Sol'u anlatıyor: “Türkiye'de sosyalistlerin klasik iddialarının çoğu zaten milliyetçilere özgündür” başlıklı yazı. Adresi:

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=980992&Date=19.02.2010&CategoryID=78

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.

[Toplumbilim İçin Materyalist Kılavuz]

Mahmut Boyuneğmez Giriş Maddenin organizasyon düzeyleri ya da gelişim evreleri bulunmaktadır. Bunlara biz temel gerçeklik katmanları diyo...