22 Eylül 2023 Cuma

Bir mini sözlük ve Türkiye’deki rejim

Mahmut Boyuneğmez


Türkiye Sosyalist Hareketi’nin bileşenlerinde Türkiye’deki devletin biçimi ve siyasal rejim hakkında farklı kavramlar üzerinden farklı siyasal değerlendirmeler yapılıyor. Türkiye’de bugün var olan siyasal rejime ve devlet biçimine dair bir kavram kargaşasının var olduğu görülüyor. Yapılan değerlendirmelerde siyasal rejim/devlet biçiminin baskın biçimde “faşizm” olarak adlandırıldığı dikkati çekiyor. “İslamo-faşizm”, “yeni faşizm”, “neo-faşizm”, “sivil faşizm”, “Türk-İslam tipi faşizm” gibi nitelemeler büyük bir ağırlık oluştururken, bazı yazarlar “Bonapartizm” kavramını dahi kullanıyor. Hayra alamet olmayan bu durum karşısında, teorik bir müdahale olması umuduyla minik bir sözlük hazırlamak istedik. Gelin birlikte bakalım.

Bonapartizm: 1848-1852 yılları arasında Fransa Cumhurbaşkanlığı yapan III. Napoleon (Napoleon Bonapart’ın kardeşinin oğludur), bir darbeyle cumhuriyeti yıkarak imparatorluğunu ilan etmiştir. Bonaparte’ın darbeyle iktidarı ele geçirmesine burjuvazi pasif onay vermiştir. Fransa taşrasındaki küçük toprak sahibi köylülerin büyük bir bölümü de Bonapart’ın iktidarını desteklemiştir. Bonapartizm, burjuvazinin siyasal egemenliğinin olgunlaşmadığı dönemde gözlenen bir diktatörlüktür. Proletaryanın iktidarı alamaması, burjuvazinin ise elinde tutamaması sonucunda gelişmiştir. Bonaparist devlet, çatışma halindeki iki temel sınıf arasındaki bir denge durumunun ürünüdür. Bonapartizmde, devlet örgütlenmesi ve yürütme gücü, kapitalist sınıftan bağımsız/özerk bir görünüme sahiptir. Fakat Bonapartist diktatörlük, kapitalist toplumsal ilişkilerin gelişimini sağlamıştır. Dolayısıyla Bonapartist diktatörlük, kapitalist sınıfın hizmetkârıdır. Bonapartist devlet örgütlenmesi, zaman içerisinde güçlenip sağlamlaşan bir yapılanmadır.

Bismarkçılık: Bonapartizm, burjuvazinin toplumsal iktidarını koruyabilmesi ve geliştirebilmesi için, siyasal iktidarın bir darbeyle devlet bürokrasisine geçişidir. Bismarkçılıkta ise devlet bürokrasisi, henüz yeni gelişmekte olan burjuvazinin toplumsal iktidarını oluşturmak üzere hareket eden siyasal iktidardır. Prusya uzun süre feodal toplumsal ilişkilerin egemen olduğu bir ülke olmuştur. Bismark dönemi sonrası siyasal iktidar burjuvaziye devredilmiştir. Buna “yukarıdan devrim” denmektedir. 1848 devrimleriyle birlikte burjuvazi gericileşmiş, bundan sonra yaşanan burjuva devrimlerinde (geç burjuva devrimleri) 1789’da olduğunun tersine burjuvazi kapitalist gelişimin önündeki engelleri devrimci tarzda kaldırmaya yeltenememiş, emekçi kitleleri peşinde sürükleyen, onların devrimci enerjisini eski rejimi devirmede kullanan bir konumda bulunmamıştır. Çünkü proletarya bağımsız bir siyasal güç olarak tarih sahnesindeki yerini alarak, burjuvazi için bir tehdit ve korku unsuru olmaya başlamıştır. Almanya burjuvazisi, aristokrasiyi tasfiye etmeye yönelmemiştir. Almanya’da burjuvazinin siyasal iktidarı, Bismarkçı devlet tarafından kurulmuştur. Bu devlet zamana yayılmış bir şekilde uygulanan reformlarla kapitalistleşme süreçlerinin önünü açmıştır ve bu süreçlerde başat bir rol oynamıştır. Bismarkçılıkta, “eski mutlak monarşinin temel koşulunun –toprak sahibi aristokrasi ve burjuvazi arasında bir denge– yanı sıra modern Bonapartçılığın temel koşulu da –burju­vazi ve proletarya arasında bir denge–“ bulunmaktadır (Engels).

Kemalist tek parti diktatörlüğü: Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüş döneminde yeni filizlenmiş kapitalist üretim ilişkileri, yaşanan burjuva devrim süreçleriyle birlikte kapitalist devletin oluşumu sonrası hızla gelişmeye başlamıştır. Türkiye burjuva devrimi, “toplumsal devrim” ve “siyasal devrim” gelişmeleri iç içe geçmiş biçimde, tek bir tarihsel kesit olarak incelenmelidir. 1908 ve 1919-23 siyasal devrimleri, 1839 (Tanzimat Fermanı)-1940 arasındaki toplumsal devrim süreçlerinin sürekliliği içerisinde yaşanan sıçramalar olarak yorumlanabilir. Türkiye burjuva devrimi, uzun bir zamana yayılmış olarak, tedricen uygulanan reformlar yoluyla ilerleyen ve kurtuluş savaşını (kurtuluş savaşında halkın katılımını) da içine alan bir tarihsel kesitte yaşanmıştır.

Jön Türkler, İttihat ve Terakki partisi ile buradan yetişmiş cumhuriyetin kurucu kadroları olan Kemalistler, Türkiye devrim sürecinin lider/öncü güçleri durumundadır. Bu kadroların görece ileri politik bilinçleri ile toplumdaki kapitalist üretim ilişkilerinin görece geri konumu arasındaki açı, eşitsiz gelişimi göstermektedir. Burjuvazi henüz cılız bir durumdayken dahi, bu sınıfın politik/ideolojik perspektifini sahiplenen siyasal kadrolar bu topraklarda var olmuştur. Siyasi ve ideolojik açıdan bu kadrolar, burjuva sınıf bilinciyle hareket etmiştir. Kadroların mesleklerine, askeri bürokrat olup olmamalarına bakıp, örneğin küçük burjuva sayılıp sayılamayacaklarını tartıp, Türkiye devrim sürecinin karakteri üzerine hüküm bildirmek doğru değildir. Bu kadrolar burjuva devrimcileridir, çünkü politik bilinçleri ve ideolojik donanımları burjuva sınıfına aittir. Avrupa’daki burjuvazinin siyasal deneyimleri ve geliştirdiği görüşler, Türkiye topraklarında kendi özgüllüğü içerisinde yeniden üretilmiş ve benimsenmiştir. Burjuvazinin işçi sınıfı ve kitlesel hareketlenmeler karşısında 19. yüzyıl boyunca Avrupa’da yaşadığı deneyimlerden süzülen politik/ideolojik bilinç, bu topraklara aktarılmış ve bu toprakların taşıdığı özgünlüklerle yeniden üretilmiştir.

Cumhuriyetin kuruluşunda öncü konumundaki Mustafa Kemal ve arkadaşları, geç gerçekleşen bir burjuva devrimi sürecinde, üzerlerine düşen rolleri yerine getiren siyasal kadrolardır. II. Meşrutiyet ve öncesinden gelen siyasal düşünceleri devralan bu kadrolar, uygulamaları açısından da geçmişle bir süreklilik içerisinde çalışmışlardır. Başta İstanbul ve Selanik’teki işçilerin verdiği mücadeleler, komünistlerin daha ileri politik konumda bulunarak yürüttükleri siyasal faaliyetler, emperyalist ülke devletlerine karşı komşu Sovyet sosyalist devletine yakınlaşma zarureti, Kemalist kadroların siyasal bilincinin artık gericileşmiş bir sınıfın bilinci olmasıyla birleşerek, yapılan reformların görece güdük ve eksikli bir biçimde yaşama geçirilmesine neden olmuştur. Yaşama geçirilirken de bunların toplumsal hareketlerin taleplerine dönüşmesinin önlenmesine, aksine işçi sınıfının ve muhalif politik hareketlerin (Çerkez Ethem/Yeşil Ordu, Kürt ayaklanmaları, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesi) baskı altında tutularak (Takrir-i Sükûn kanunu hatırlansın), tepeden inmeci bir tarzda uygulanmalarına yol açmıştır. Harf/alfabe reformu, aşar gibi vergilerin kaldırılması, kılık-kıyafet reformu, saltanat ve hilafetin kaldırılması, yurttaşlığın ve oy hakkının getirilmesi, eğitim ve öğretimin laiklik ilkesiyle yapılandırılması vd… Bu ilerici reformlar gerçekleştirilirken, laikliği yarım kılan toplumsal aydınlanmadaki yetersizlik ve bağımsızlıkçılığı güdük bırakan emperyalist ülkelerle girilen ilişkiler gözlenmiştir. Liberalizmi savunan Kemalist kadrolar, sermaye birikimindeki yetersizliği aşmak ve 1929 bunalımının dayattığı zorunluluklarla, devletçiliği uygulamaya koymuştur.

1946 yılına kadar olan tek parti dönemini, faşizm olarak nitelemek yanlıştır. Bu dönemde var olan kapitalist devlet, burjuvazinin siyasal diktatörlüğüdür.

Askeri diktatörlük: Kapitalist devlet tipinin olağanüstü bir biçimidir. Askeri diktatörlükler, darbeyle gelmeleri, siyasi iktidarın orduya geçmesi, toplumsal desteğe ve faşist kitle hareketine, paramiliter örgütlere sahip olmamaları, faşist bir liderin çoğu durumda yokluğu, birçok durumda emperyalist devletlerin doğrudan desteklemesi gibi özellikleriyle faşist devlet ile aynı kategoride yer almazlar. Kapitalist demokrasinin işleyişini askıya alan askeri darbeler, doğaları gereği geçici özelliktedirler. 1970’lerin sonunda Türkiye’de oluşan devrimci durumu ortadan kaldırma amaçlı karşıdevrimci nitelikteki 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle görece kısa süreli bir askeri diktatörlük kurulmuştur. Bu askeri darbenin ve diktatörlüğün, Bonapartizmle uzaktan yakından benzerliği bulunmamaktadır. “Faşist” olarak nitelenmesi Türkiye solunda yaygın olarak gözlense de, bilimsel açıdan bakıldığında bir yanlış olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğer faşizm şiddetin/baskının öne çıkarıldığı bir yönetme tarzı ya da stili olarak alınırsa, askeri diktatörlüklerin birçoğuna faşist deme yanlışı yapılabilmektedir. Fakat faşizm, bir yönetme stili değil, bizzat kapitalist bir iktidar biçimidir. “Latin Amerika faşizmi” olarak nitelenen Şili, Arjantin, Nikaragua gibi ülkelerdeki askeri diktatörlükleri de, uyguladıkları şiddet politikalarına bakarak değerlendirip, faşist devlet biçimi içerisinde saymak bir yanılgıdır. Çoğu askeri diktatörlüğün, faşizmle benzerliği her ikisinin de, kapitalist sistemin bunalım içerisinden bir çıkış yolu olarak gelişmesi ve totaliter karakterde olağan üstü devlet biçimleri olmalarıdır. Fakat bu benzerlik, askeri darbelerin ve diktatörlüklerin önlerine “faşist” sıfatı konarak değerlendirilmesine yol açmamalıdır.

Faşizm: Faşizmi, üç boyutuyla incelemek mümkündür. Bu boyutlar ideoloji, hareket ve devlet biçimi olarak faşizmdir. Burada faşizmin ideolojik ve hareket boyutlarını değerlendirme dışı bırakıp, devlet biçimi olarak faşizm üzerinde duralım.

İtalya ve Almanya’da klasik faşist devlet biçimi, bu ülkelerdeki ve ayrıca diğer emperyalist ülkelerdeki sermayenin faşist hareketlere aktif destek vermesiyle siyasi iktidara gelmeleri sonucunda oluşturulmuştur. Almanya ve İtalya’da faşist diktatörlükler, ekonomik kriz ortamında filizlenen ve zaman içerisinde kitleselleşen protest/faşist hareketlere, sermaye sınıfının krizden bir çıkış yolu olarak verdiği destekle kurulmuştur. 

İtalya ve Almanya geç kapitalistleşen ülkeler olduklarından diğer emperyalist ülkeler gibi yeterince sömürge ülkeye sahip olamamış, bu nedenle, iki klasik faşist devleti karakterize eden en önemli özelliklerden biri emperyalist yayılmacılık olmuştur. Kapitalist sınıfların emperyalist politikalarıyla, faşistlerin işgalci/yayılmacı perspektifi ve silahlanma politikası örtüşmüştür.

Faşist devlet, her türlü muhalefeti yasaklar, parlamenter demokrasiyi ortadan kaldırır. Faşist devlet, kamusal ve bireysel yaşamı, siyasi, toplumsal ve iktisadi işleyişi tam kontrolüne alır, kültürel, dinsel, sanatsal, ahlaki, sportif ilişkileri faşist prensiplere göre yapılandırır. 

Klasik faşist devlet iktidarı, engellileri, Yahudileri kitlesel olarak katletmenin yanı sıra, işçi hareketlerini ve komünistleri de ezmiştir. Almanya ve İtalya’da faşist hareket, sermaye sınıfı için hala bir tehdit oluşturan örgütlü işçi sınıfı hareketlerini ve komünistleri tasfiye etme işlevini yerine getirmiştir.

Klasik faşizmin Sovyetler Birliği’nin yok edilmesine dönük militarist yayılmacılığı, emperyalist-kapitalist sistemin çıkarına olmuştur.

Bir totaliterizm ve diktatörlük olan faşizm, kapitalist devlet tipinin olağan üstü bir biçimidir. Kapitalist sisteminin bunalımdan bir çıkış yolu olarak, kapitalistlerin aktif desteğiyle gelişen, sosyalistlerin terör eylemleriyle sindirildiği, halk kitlelerinin demogojik ideolojik motiflerle hareket olarak örgütlendiği bir iktidara tırmanış kesitinden sonra, tekelci kapitalistlerin/finans kapitalin iktidarı olarak var olur.

Karşıdevrim: Devrimci durumun iki sonucundan biri, karşıdevrimdir. Karşıdevrim kavramını, devrimle birlikte düşünmek gerekmektedir, çünkü siyasal devrim gerçekleşmediğinde gerçekleşen diğer olasılıktır. Bu kavram ve olgu, devrimci durumun bir akıbeti olarak değil de, olağan bir dönemde ya da bir siyasal devrimden on yıllar sonra gündeme gelebilecek bir tarihsel kesit olarak algılanırsa, bilimsel düşünüşten uzaklaşılır. Örneğin 1979’da İran’da devrimci durum, bir karşıdevrimle sonuçlanmış ve İslami bir cumhuriyet kurulmuştur. 1950’lerdenden sonra ya da günümüz Türkiye’sinde bir “karşıdevrim” yaşandığından bahsetme yanlışlığı yerine, kapitalist toplumsal ilişkilerin sürekliliği zemininde bu ilişkilerin üst yapılar boyutunda yaşadığı değişim/dönüşümlerden dem vurulmalıdır.

Neoliberal otoriter kapitalist devlet: 1980 yılından bugünlere kapitalist devletin iktisadi süreçlere müdahalesi artsa ve bu müdahalenin biçimi değişse de doğrudan meta ve hizmet üretimindeki rolü minimum düzeye gerilemiştir.

Neoliberal devlette yasama organı işlevsizleşmiş, yürütmenin gücü artmıştır. Yürütme erki ve idare, devleti örgütleyen ve yöneten güç olarak önem kazanmıştır. Yürütmenin devlet bürokrasisi/idare üzerinde siyasi denetimi artmış, idarenin özerkliği yiterek, yürütmeye tabi olmuştur. Milletvekillerinin devlet bürokrasisindeki/idaredeki karar alma süreçlerine katılımları kaybolmuştur. Siyasi kararların alınması, devlet politikalarının oluşturulması artık idare, hükümet, milletvekilleri ve siyasi partilerin aralarındaki görüşme ve tartışmaların sonucu olmaktan çıkmış, doğrudan yürütme gücünün ve devlet bürokrasisinin tekeline girmiştir. Parlamento siyasi uzlaşıların hazırlandığı sahne olma rolünü yitirmiştir. Devlet bürokrasisi ve yürütme gücü, artık devlet politikasını oluşturmakta ve uygulamaktadır. Böylelikle sadece yolsuzlukların üzerinin örtülmesi kolaylaşmamış, aynı zamanda devlet politikaları toplumsal denetimden tümüyle uzaklaşmış ve iktidarın geçirimsizliği cisimleşmiştir. Sermayenin çıkarına olan düzenlemelerin meşrulaştırılma yeri olan parlamento, bu işlevini terk etmiş, devlet politikalarının meşrulaştırılma süreçleri, referandumlara ve medya organları gibi yapılara kaymıştır.

Yasama, yürütme, yargı arasında görece var olan erkler ayrılığı, artık tümüyle ortadan kalkmakta, bunlar kaynaşmaktadır.

Devlet iktidarı, artan bir biçimde merkezileşip yoğunlaşmıştır. Başkanlık sistemi, bir tür Bonapartizm türü olmayıp, devlet iktidarının bu merkezileşmesi ve yoğunlaşmasını cisimleştirmektedir. Devlet idaresinin iktidar mekânları ve kanallarının iktidarın tepesine doğru yöneltilmesi olan başkanlık sisteminde, başkan, devlet idaresinin artan siyasi rolünün temsilcisidir. İdari-siyasi düzenekler, başkana bağlanmaktadır.

Neoliberal otoriter devlette, devlet idaresini birleştirip bütünleştiren, idarenin farklı kolları arasında uyumu, yürütme gücünün tepesindekilere karşı sadakatini ve bağımlılığını sağlayan egemen bir devlet partisine gereksinim vardır. Devlet örgütlenmesi, neoliberal dönemde açık ve yoğun biçimde siyasallaşmaktadır. Egemen devlet partisi, devlet personeli içerisinde kadrolaşmakta olduğundan, devlet yapısı ile egemen parti arasında kadrolar açısından geçişkenlik bulunur. Egemen kitle partisi, devlet ideolojisini ve politikalarını kitlelere ulaştırmada, medya organlarıyla birlikte hareket etmektedir.

Neoliberal otoriter devlet, kapitalist demokrasideki siyasi düzeneklerin artan otoriterizmiyle karakterize dönüşümler içermektedir. Kitleler siyasi karar merkezlerinden dışlanmakta, devlet organları ile yurttaşların arasındaki mesafeler büyümekte, devlet ileri derecede merkezileştirilmekte, örgütlü fiziki baskı artırılmakta ve ideolojik yönlendirmeler güçlendirilmektedir. Bu devlette birçok faşizan/faşizmi çağrıştıran düzenek de kristalleşmektedir.

Neoliberal dönemde hukuk sistemi piyasa ilişkilerine açılmakta ve bir tür özelleştirme yaşanmaktadır. Tahkim, arabuluculuk, uzlaştırma, kısa yargılama, müzakere, yargıç kiralama gibi yeni yollarla devlete ait yargılama yetkisi, özel yargı piyasasına devredilmektedir. Kamu yararını gözeten ulusal mahkemelerin yerini bir iktisadi sektöre dönüşen özel yargı sistemi (hukuk şirketleri) almaktadır.

Kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki iktidar ilişkilerinin örgütlenmesi olarak devlet, işçi sınıfının bu iktidar ilişkisindeki örgütlülüğünü ve gücünü kırıp asimetriyi artırmış, topluma dönük sosyal işlevlerini tasfiye etmiştir.

İşçi sınıfının mücadelelerinin kapitalist sınıfın hegemonyası için oluşturduğu tehlikeler karşısında, bu mücadeleleri önleyici maddi düzenekler oluşturulmuştur. Sendika bürokrasisi, yandaş sendikalar, devlet-sendika-patronlar-işçiler arasında korporatif ilişkiler bu düzeneklerden bazılarıdır. Reformist, sarı/yandaş işçi sendikaları bundan böyle idari düzeneğin içine doğrudan doğruya yerleştirilmişlerdir. Neoliberal kapitalist demokrasilerde, politik özgürlüklerde belirgin bir gerileyiş ve toplumsal ilişkilerin bütün boyutları üzerinde otoriter denetimin genişlemesi yaşanmaktadır.

Neoliberal dönemin siyasal rejiminde partilerin yöneticileri ile tabanları, katılımcıları arasındaki kopukluk belirginleşmiştir. Bu kopukluğun bir göstergesi kitlelerle doğrudan etkileşimler yerine kamuoyu anketlerine başvurmanın yaygın kullanımıdır. Tabandan gelen ve parti değerlendirmesinden geçen taleplerin, iktidar partilerince devlet politikalarının oluşumunda dikkate alınması söz konusu değildir. Milletvekilleri adaylarının belirlenmesi de iktidarın tepesindekilerin ataması şeklinde yaşanmaktadır. Neoliberal dönemde partilerin politik yaklaşımları arasındaki farklar yelpazesi iyice daralmıştır. Kapitalist sınıf iktidarının toplum üzerindeki hegemonyasının oluşması, toplumsal güçlerin çoğulculaştırılmasını içerir,  fakat düzen partilerinin oluşturduğu çoğulculuk aldatıcıdır. Kapitalist sınıfın toplumsal iktidarının oluşturulmasında siyasi partiler, birer hegemonya yapısı olarak işlevlerinde gerileme içerisindedir.

Neoliberal kapitalist devletin güvenlik örgütlenmesi güçlendirilmekte ve yeniden yapılandırılmaktadır. Örneğin Türkiye’de profesyonel ordu/sözleşmeli askerlik üzerinden ordu yeniden yapılandırılmakta, polis örgütlenmesinin kadroları ağırlıkla milliyetçi-muhafazakâr parti tabanlarından devşirilerek, yapı sağlamlaştırılmaktadır.

AB, DB, IMF ve NATO gibi emperyalist örgütler, kapitalist devletlerin uyguladığı bazı politikalarda yönlendirici olarak ülkelerdeki siyasal iktidarın içsel bir bileşeni olmakta, böylelikle kapitalist devletin uyguladığı bazı politikaların sorumluluğu ulaşılamaz, anonim örgütlenmelere aktarılmaktadır.

Neoliberal kapitalist devlet, bir holdinge benzer şekilde işlemektedir. Piyasa ilişkileri devletin içerisine ve ilişkilerine nüfuz etmiş bulunmaktadır.

Popülizm: Arjantin’deki J. Peron ve Brezilya’daki G. Vargas yönetimlerini “popülizm”in örnekleri olarak gören yaklaşımlara göre, “popülizm otoriter bir demokrasi biçimidir.” Oysa popülizm terimi, halkçılık anlamına geldiğinden, bu konuda kafa karışıklığına yol açtığı gibi, günlük politik söylemlerde “popülizm”in pejoratif anlamıyla kullanımı da, halkçılık üzerine verilmesi gereken bir ideolojik mücadeleyi baltalayabilmektedir. Popülizmi, bir siyasal projeyi gerçekleştirmek için tutturulan bir siyasal strateji olarak görenler de bulunmaktadır (örneğin Cenk Saraçoğlu). Bu yaklaşımda popülizm, siyasal iktidardaki “elitlere”/bürokrasi ve siyasetçilere karşıtlıkla halkın değerlerini temsil iddiasıyla yürütülen ve bu değerleri iktidara taşımayı vaat eden bir siyasal strateji olarak görülmektedir.

Popülizm, birçok insanın gözünde ise “ucuz halkçılık”, “halk dalkavukluğu”, “ağza bir parmak bal çalmak” gibi pejoratif anlamlarıyla kullanılmaktadır. Kelimenin anlamı bozulmuş ve geçici refah/düzelme sağlayan, gerçekçi bir çözüm üretmeyen, statükocu olup sorunlara köklü (radikal) çözümler getirmeyen, planlama içermeyen, geleceği düşünmeden günü kurtarmaya yarayan uygulamalara, politikalara da popülist denir duruma gelinmiştir. Sempati toplamak ve onaylanmak için kullanılan retoriğe, burjuva politikacıların ilkesiz tavırlarına, kitleyi maniple etmeye çalışmak için ona hoş görünmeye “popülizm” denmektedir. Halkın dini duygularının sömürüsü, cuma namazlarına gitmeyi bir gösteriye çevirme, gecekondularda oturanlara tapu dağıtma, hayırseverlik şovları ve sadaka uygulamaları vb. bunların hepsi “burjuva popülist” tavırlardır. Burjuva popülizminin özü, halkı aptal yerine koymaktır.

Peki, kavramlar üzerinde durduktan sonra, şimdi günümüz Türkiye’sinde devlet biçiminin ve siyasal rejimin ne olduğu sorunsalına geçebiliriz.

1) Türkiye’de devlet içerisinden ordunun ve büyük sermayenin önemli bölümünü oluşturan TÜSİAD’ın aktif karşı mücadelesine rağmen ve bu güçlerin restorasyon girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine AKP, devleti tam denetimi altına almış ve siyasal rejimi Başkanlık sistemiyle birlikte kısmen değiştirmiştir. Kapitalistler arasında AKP’ye destek verenler, MÜSİAD’la temsil edilen “yeşil” sermaye ile küçük-orta ölçekli birçok işletmenin patronlarıdır. AKP’nin kapitalist devleti ve toplumsal ilişkileri İslamileştirmesi süreçlerine finans kapitalin ağırlıklı bölümünün desteği olmamıştır.

2) Günümüzde klasik faşizmin yaşandığı dönemdeki gibi bir sömürgecilik bulunmadığından, Türkiye’nin sömürgeci emellerle yayılmacı/işgalci bir dış politikaya sahip olması mümkün değildir.

3) Türkiye’deki bürokratik devlet örgütlenmesinin büyük ölçüde AKP kadroları tarafından karşılanması, medyanın ağırlıklı kesiminin siyasi iktidarın güdümüne girmiş olması, yargının, ordunun, kolluk kuvvetlerinin, MİT’in, üniversitelerin, ekonomiyi düzenleyen üst kurulların AKP’nin kontrolü altına olması, faşizan/faşizmi çağrıştıran özelliklerdir. Fakat bunlar Türkiye’de faşist devlet biçiminin var olduğunu göstermemektedir. Türkiye’de bugün başkanlık sistemine geçilmiş olsa da, seçim, parlamento, toplumsal örgütlenmeler ve partiler varlığını korumaktadır. Toplumsal ilişkiler siyasi iktidar tarafından biçimlendirilmekteyse de, bunlar üzerinde tam bir kontrol ve denetim oluşturulamamaktadır. Faşizmin totaliter karakteristik özelliği, Türkiye’de yoktur.

4) Türkiye’de işçi sınıfı ve sol hareketlenmenin baskılanması 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte gerçekleştirilmiş, sonrasında devlet iktidarı bu hareketlere karşı güçlendirilmiş ve tahkim edilmiştir. Bugün bir parti-devlet olan AKP’nin iktidarını tehdit eden ne bir işçi hareketi ne de sosyalist bir hareket bulunmaktadır. Oysa faşizm, komünist ve işçi hareketinin yarattığı tehdidin bertaraf edilmesini sağlar.

5) Günümüzde emperyalist ülkelerin yok etmeyi düşündükleri büyük ve etkili bir sosyalist güç/devlet bulunmamaktadır. Dolayısıyla emperyalist-kapitalist sistemin ürünü olan ve bu sistem tarafından kullanılan, yayılmacı bir faşist devletin desteklenmesine ihtiyaçları yoktur.

6) Parlamenter cumhuriyet/demokrasi, kapitalist devlet tipinin olağan biçimidir. Neoliberal sermaye birikim biçimi, kapitalizmin uzun süredir içinde bulunduğu krizi aşmak üzere kendini re-organize ettiği, toplumsal ilişkilerin ve devlet yapısı dâhil üst yapıların, egemen ideolojilerin, kültürel değerlerin (örneğin “kültürel ırkçılığın” yaygınlaşması, Avrupa’da “İslamofobi”nin oluşması), felsefi düşüncelerin (postmodernizm) reel sosyalizm sonrası dönemde yeniden şekillendiği bir toplumsal sistemin oluşumuyla birlikte gelişmektedir. İçinde bulunduğumuz neoliberal dönemin genel devlet biçimini faşizm olarak nitelemek mümkün değildir.

7) Faşizm ile otoriter siyasal rejimler ya da askeri/sivil diktatörlükler arasında milliyetçilik, ırkçılık, lider fetişizmi, baskının ön planda devrede oluşu, hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, kitlelerin edilgenleştirilmesi/sürüleştirilmesi gibi benzerlikler vardır. Bu yönetimlere/devlet biçimlerine “faşizan” denebilir. Fakat artık, iki dünya savaşı arasındaki klasik faşizm örneklerinin mirası, kapitalist demokrasiler tarafından genel ve yaygın olarak içselleştirilmiştir. Kapitalist demokrasilerde toplumsal iktidar ilişkileri, biçimsel demokratik nitelikler yanı sıra faşizan nitelikler de kazanmıştır. Bu durum neoliberalizmin otoriter yönetim ihtiyacı ve eğiliminin olduğu 1980’lerin başından günümüze ulaşan tarihsel kesitte, billurlaşmıştır. Kapitalist demokrasi, kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki güçler dengesine göre şekillenir. İşçi sınıfının örgütlenmesinin ve sosyalist ideolojinin göreli güçsüzlüğü, kapitalist demokrasinin otoriter karakterinin oluşumunun hem nedeni hem de bu otoriterliğin sonucudur (elbette tek başına bunun sonucu değildir).

Bu nedenlerle Türkiye’de neoliberal otoriter kapitalist devlet ve başkanlık sistemini barındıran bir kapitalist demokrasinin var olduğunu, siyasal rejimin ve toplumsal ilişkilerin İslamileştirilmesinden bahsedilmesinin doğru olduğunu, var olan kapitalist demokrasinin faşizan, eş deyişle faşizmi çağrıştıran özellikler taşıdığını, fakat olağan kapitalist devlet biçiminden ve kapitalist demokrasiden, faşist devlete ve rejime doğru bir geçişin yaşanmadığını düşünmekteyiz.

Kapitalist demokrasiyi geliştirmek, "faşizme" ya da "anti-demokratik" uygulamalara (aslında bunlar bas bağı gerici, baskıcı burjuva demokratik uygulamalardır) karşı demokrasi mücadelesi vermek sosyalistlerin görevi değildir. Anti-emperyalizm/bağımsızlık, aydınlanmacılık ve laiklik, halkçılık gibi mücadele ilkelerini barındıran sosyalizm mücadelesinin seyri boyunca bazı demokratik kazanımları oluşturabileceği ise açıktır.

Yararlanılan kaynaklar:

1) Hazırlayanlar: Gérard Bensussan-Georges Labica, Marksizm Sözlüğü, Yordam Kitap, 2016, 1. Basım

2) Karl Marx,, Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i

3) Haluk Yurtsever, Tarihten Güncelliğe Sınıf Savaşları ve Devlet, Yordam Kitap, 1. Basım, 2006

4) Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, Epos Yayınları, 2004, s. 243-53, 257

5) Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, İletişim Yayınları, 4. Basım, 2019

6)İlhan Gülhan, Karşıdevrimci burjuvazi ile geriye dönüş, https://sendika.org/2023/06/karsidevrimci-burjuvazi-ile-geriye-donus-686105/

7) Bob Jessop, Devlet Teorisi, Epos Yayınları, 1. Basım, 2008

8) Mahmut Boyuneğmez, Halkçılık Üzerine Tezler, https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2022/08/halkcilik-uzerine-tezler.html

9) Yaşar Ayaşlı, Eski ve Yeni Faşizm, Yordam Kitap, 2023

10) Şebnem Oğuz, AKP’li Yıllarda Siyasal Rejimin Dönüşümü: Çelişkili Bir Süreç Olarak Yeni Faşizm, https://noktahaberyorum.com/akpli-yillarda-siyasal-rejimin-donusumu-celiskili-bir-surec-olarak-yeni-fasizm-sebnem-oguz.html

11) Hazırlayanlar: Gökhan Atılgan, E. Attila Aytekin, Siyaset Bilimi içinde, Mehmet Okyayuz, Faşizm, Yordam Kitap, 2012

12) Cenk Saraçoğlu, Faşizm ve popülizm: Kavramsal bir tartışma, https://www.youtube.com/watch?v=G8707DqCYUk

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.