Mahmut
Boyuneğmez
Bonapartizm: 1848-1852
yılları arasında Fransa Cumhurbaşkanlığı yapan III. Napoleon
(Napoleon Bonapart’ın kardeşinin oğludur), bir darbeyle cumhuriyeti yıkarak
imparatorluğunu ilan etmiştir. Bonaparte’ın darbeyle iktidarı ele geçirmesine
burjuvazi pasif onay vermiştir. Fransa taşrasındaki küçük toprak sahibi
köylülerin büyük bir bölümü de Bonapart’ın iktidarını desteklemiştir. Bonapartizm,
burjuvazinin siyasal egemenliğinin olgunlaşmadığı dönemde gözlenen bir
diktatörlüktür. Proletaryanın iktidarı alamaması, burjuvazinin ise elinde
tutamaması sonucunda gelişmiştir. Bonaparist devlet, çatışma halindeki iki
temel sınıf arasındaki bir denge
durumunun ürünüdür. Bonapartizmde, devlet örgütlenmesi ve yürütme gücü,
kapitalist sınıftan bağımsız/özerk bir görünüme
sahiptir. Fakat Bonapartist diktatörlük, kapitalist toplumsal ilişkilerin
gelişimini sağlamıştır. Dolayısıyla Bonapartist diktatörlük, kapitalist sınıfın
hizmetkârıdır. Bonapartist devlet örgütlenmesi, zaman içerisinde güçlenip
sağlamlaşan bir yapılanmadır.
Bismarkçılık: Bonapartizm, burjuvazinin toplumsal iktidarını koruyabilmesi ve geliştirebilmesi için, siyasal iktidarın bir darbeyle devlet bürokrasisine geçişidir. Bismarkçılıkta ise devlet bürokrasisi, henüz yeni gelişmekte olan burjuvazinin toplumsal iktidarını oluşturmak üzere hareket eden siyasal iktidardır. Prusya uzun süre feodal toplumsal ilişkilerin egemen olduğu bir ülke olmuştur. Bismark dönemi sonrası siyasal iktidar burjuvaziye devredilmiştir. Buna “yukarıdan devrim” denmektedir. 1848 devrimleriyle birlikte burjuvazi gericileşmiş, bundan sonra yaşanan burjuva devrimlerinde (geç burjuva devrimleri) 1789’da olduğunun tersine burjuvazi kapitalist gelişimin önündeki engelleri devrimci tarzda kaldırmaya yeltenememiş, emekçi kitleleri peşinde sürükleyen, onların devrimci enerjisini eski rejimi devirmede kullanan bir konumda bulunmamıştır. Çünkü proletarya bağımsız bir siyasal güç olarak tarih sahnesindeki yerini alarak, burjuvazi için bir tehdit ve korku unsuru olmaya başlamıştır. Almanya burjuvazisi, aristokrasiyi tasfiye etmeye yönelmemiştir. Almanya’da burjuvazinin siyasal iktidarı, Bismarkçı devlet tarafından kurulmuştur. Bu devlet zamana yayılmış bir şekilde uygulanan reformlarla kapitalistleşme süreçlerinin önünü açmıştır ve bu süreçlerde başat bir rol oynamıştır. Bismarkçılıkta, “eski mutlak monarşinin temel koşulunun –toprak sahibi aristokrasi ve burjuvazi arasında bir denge– yanı sıra modern Bonapartçılığın temel koşulu da –burjuvazi ve proletarya arasında bir denge–“ bulunmaktadır (Engels).
Kemalist
tek parti diktatörlüğü: Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüş
döneminde yeni filizlenmiş kapitalist üretim ilişkileri, yaşanan burjuva devrim
süreçleriyle birlikte kapitalist devletin oluşumu sonrası hızla gelişmeye
başlamıştır. Türkiye burjuva devrimi, “toplumsal devrim” ve “siyasal devrim”
gelişmeleri iç içe geçmiş biçimde, tek bir tarihsel kesit olarak
incelenmelidir. 1908 ve 1919-23 siyasal devrimleri, 1839 (Tanzimat Fermanı)-1940
arasındaki toplumsal devrim süreçlerinin sürekliliği içerisinde yaşanan sıçramalar
olarak yorumlanabilir. Türkiye burjuva devrimi, uzun bir zamana yayılmış
olarak, tedricen uygulanan reformlar yoluyla ilerleyen ve kurtuluş savaşını
(kurtuluş savaşında halkın katılımını) da içine alan bir tarihsel kesitte
yaşanmıştır.
Jön Türkler, İttihat ve
Terakki partisi ile buradan yetişmiş cumhuriyetin kurucu kadroları olan
Kemalistler, Türkiye devrim sürecinin lider/öncü güçleri durumundadır. Bu
kadroların görece ileri politik bilinçleri ile toplumdaki kapitalist üretim
ilişkilerinin görece geri konumu arasındaki açı, eşitsiz gelişimi göstermektedir. Burjuvazi henüz cılız bir
durumdayken dahi, bu sınıfın politik/ideolojik perspektifini sahiplenen siyasal
kadrolar bu topraklarda var olmuştur. Siyasi ve ideolojik açıdan bu kadrolar,
burjuva sınıf bilinciyle hareket etmiştir. Kadroların mesleklerine, askeri
bürokrat olup olmamalarına bakıp, örneğin küçük burjuva sayılıp
sayılamayacaklarını tartıp, Türkiye devrim sürecinin karakteri üzerine hüküm
bildirmek doğru değildir. Bu kadrolar burjuva devrimcileridir, çünkü politik
bilinçleri ve ideolojik donanımları burjuva sınıfına aittir. Avrupa’daki
burjuvazinin siyasal deneyimleri ve geliştirdiği görüşler, Türkiye
topraklarında kendi özgüllüğü içerisinde yeniden üretilmiş ve benimsenmiştir.
Burjuvazinin işçi sınıfı ve kitlesel hareketlenmeler karşısında 19. yüzyıl
boyunca Avrupa’da yaşadığı deneyimlerden süzülen politik/ideolojik bilinç, bu
topraklara aktarılmış ve bu toprakların taşıdığı özgünlüklerle yeniden
üretilmiştir.
Cumhuriyetin kuruluşunda
öncü konumundaki Mustafa Kemal ve arkadaşları, geç gerçekleşen bir burjuva
devrimi sürecinde, üzerlerine düşen rolleri yerine getiren siyasal kadrolardır.
II. Meşrutiyet ve öncesinden gelen siyasal düşünceleri devralan bu kadrolar,
uygulamaları açısından da geçmişle bir süreklilik içerisinde çalışmışlardır.
Başta İstanbul ve Selanik’teki işçilerin verdiği mücadeleler, komünistlerin
daha ileri politik konumda bulunarak yürüttükleri siyasal faaliyetler,
emperyalist ülke devletlerine karşı komşu Sovyet sosyalist devletine yakınlaşma
zarureti, Kemalist kadroların siyasal bilincinin artık gericileşmiş bir sınıfın
bilinci olmasıyla birleşerek, yapılan reformların görece güdük ve eksikli bir
biçimde yaşama geçirilmesine neden olmuştur. Yaşama geçirilirken de bunların
toplumsal hareketlerin taleplerine dönüşmesinin önlenmesine, aksine işçi
sınıfının ve muhalif politik hareketlerin (Çerkez Ethem/Yeşil Ordu, Kürt
ayaklanmaları, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesi) baskı altında
tutularak (Takrir-i Sükûn kanunu hatırlansın), tepeden inmeci bir tarzda
uygulanmalarına yol açmıştır. Harf/alfabe reformu, aşar gibi vergilerin
kaldırılması, kılık-kıyafet reformu, saltanat ve hilafetin kaldırılması,
yurttaşlığın ve oy hakkının getirilmesi, eğitim ve öğretimin laiklik ilkesiyle
yapılandırılması vd… Bu ilerici reformlar gerçekleştirilirken, laikliği yarım
kılan toplumsal aydınlanmadaki yetersizlik ve bağımsızlıkçılığı güdük bırakan
emperyalist ülkelerle girilen ilişkiler gözlenmiştir. Liberalizmi savunan
Kemalist kadrolar, sermaye birikimindeki yetersizliği aşmak ve 1929 bunalımının
dayattığı zorunluluklarla, devletçiliği uygulamaya koymuştur.
1946 yılına kadar olan tek
parti dönemini, faşizm olarak nitelemek yanlıştır. Bu dönemde var olan
kapitalist devlet, burjuvazinin siyasal diktatörlüğüdür.
Askeri
diktatörlük: Kapitalist devlet tipinin olağanüstü bir
biçimidir. Askeri diktatörlükler, darbeyle gelmeleri, siyasi iktidarın orduya
geçmesi, toplumsal desteğe ve faşist kitle hareketine, paramiliter örgütlere
sahip olmamaları, faşist bir liderin çoğu durumda yokluğu, birçok durumda
emperyalist devletlerin doğrudan desteklemesi gibi özellikleriyle faşist devlet
ile aynı kategoride yer almazlar. Kapitalist demokrasinin işleyişini askıya
alan askeri darbeler, doğaları gereği geçici özelliktedirler. 1970’lerin
sonunda Türkiye’de oluşan devrimci durumu
ortadan kaldırma amaçlı karşıdevrimci
nitelikteki 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle görece kısa süreli bir askeri diktatörlük
kurulmuştur. Bu askeri darbenin ve diktatörlüğün, Bonapartizmle uzaktan
yakından benzerliği bulunmamaktadır. “Faşist” olarak nitelenmesi Türkiye
solunda yaygın olarak gözlense de, bilimsel açıdan bakıldığında bir yanlış
olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğer faşizm şiddetin/baskının öne çıkarıldığı
bir yönetme tarzı ya da stili olarak alınırsa, askeri diktatörlüklerin
birçoğuna faşist deme yanlışı yapılabilmektedir. Fakat faşizm, bir yönetme
stili değil, bizzat kapitalist bir iktidar biçimidir. “Latin Amerika faşizmi”
olarak nitelenen Şili, Arjantin, Nikaragua gibi ülkelerdeki askeri
diktatörlükleri de, uyguladıkları şiddet politikalarına bakarak değerlendirip,
faşist devlet biçimi içerisinde saymak bir yanılgıdır. Çoğu askeri
diktatörlüğün, faşizmle benzerliği her ikisinin de, kapitalist sistemin bunalım
içerisinden bir çıkış yolu olarak gelişmesi ve totaliter karakterde olağan üstü
devlet biçimleri olmalarıdır. Fakat bu benzerlik, askeri darbelerin ve
diktatörlüklerin önlerine “faşist” sıfatı konarak değerlendirilmesine yol
açmamalıdır.
Faşizm: Faşizmi,
üç boyutuyla incelemek mümkündür. Bu boyutlar ideoloji, hareket ve devlet biçimi
olarak faşizmdir. Burada faşizmin ideolojik ve hareket boyutlarını
değerlendirme dışı bırakıp, devlet biçimi olarak faşizm üzerinde duralım.
İtalya ve Almanya’da klasik
faşist devlet biçimi, bu ülkelerdeki ve ayrıca diğer emperyalist ülkelerdeki
sermayenin faşist hareketlere aktif destek vermesiyle siyasi iktidara gelmeleri
sonucunda oluşturulmuştur. Almanya ve İtalya’da faşist diktatörlükler, ekonomik
kriz ortamında filizlenen ve zaman içerisinde kitleselleşen protest/faşist
hareketlere, sermaye sınıfının krizden bir çıkış yolu olarak verdiği destekle
kurulmuştur.
İtalya ve Almanya geç
kapitalistleşen ülkeler olduklarından diğer emperyalist ülkeler gibi yeterince
sömürge ülkeye sahip olamamış, bu nedenle, iki klasik faşist devleti
karakterize eden en önemli özelliklerden biri emperyalist yayılmacılık olmuştur.
Kapitalist sınıfların emperyalist politikalarıyla, faşistlerin
işgalci/yayılmacı perspektifi ve silahlanma politikası örtüşmüştür.
Faşist devlet, her türlü
muhalefeti yasaklar, parlamenter demokrasiyi ortadan kaldırır. Faşist devlet,
kamusal ve bireysel yaşamı, siyasi, toplumsal ve iktisadi işleyişi tam
kontrolüne alır, kültürel, dinsel, sanatsal, ahlaki, sportif ilişkileri faşist
prensiplere göre yapılandırır.
Klasik faşist devlet
iktidarı, engellileri, Yahudileri kitlesel olarak katletmenin yanı sıra, işçi
hareketlerini ve komünistleri de ezmiştir. Almanya ve İtalya’da faşist hareket,
sermaye sınıfı için hala bir tehdit oluşturan örgütlü işçi sınıfı hareketlerini
ve komünistleri tasfiye etme işlevini yerine getirmiştir.
Klasik faşizmin Sovyetler
Birliği’nin yok edilmesine dönük militarist yayılmacılığı,
emperyalist-kapitalist sistemin çıkarına olmuştur.
Bir totaliterizm ve
diktatörlük olan faşizm, kapitalist devlet tipinin olağan üstü bir biçimidir.
Kapitalist sisteminin bunalımdan bir çıkış yolu olarak, kapitalistlerin aktif
desteğiyle gelişen, sosyalistlerin terör eylemleriyle sindirildiği, halk
kitlelerinin demogojik ideolojik motiflerle hareket olarak örgütlendiği bir
iktidara tırmanış kesitinden sonra, tekelci kapitalistlerin/finans kapitalin iktidarı
olarak var olur.
Karşıdevrim:
Devrimci durumun iki sonucundan biri, karşıdevrimdir. Karşıdevrim kavramını,
devrimle birlikte düşünmek gerekmektedir, çünkü siyasal devrim
gerçekleşmediğinde gerçekleşen diğer olasılıktır. Bu kavram ve olgu, devrimci
durumun bir akıbeti olarak değil de, olağan bir dönemde ya da bir siyasal
devrimden on yıllar sonra gündeme gelebilecek bir tarihsel kesit olarak
algılanırsa, bilimsel düşünüşten uzaklaşılır. Örneğin 1979’da İran’da devrimci
durum, bir karşıdevrimle sonuçlanmış ve İslami bir cumhuriyet kurulmuştur.
1950’lerdenden sonra ya da günümüz Türkiye’sinde bir “karşıdevrim”
yaşandığından bahsetme yanlışlığı yerine, kapitalist toplumsal ilişkilerin
sürekliliği zemininde bu ilişkilerin üst yapılar boyutunda yaşadığı değişim/dönüşümlerden
dem vurulmalıdır.
Neoliberal
otoriter kapitalist devlet: 1980 yılından bugünlere kapitalist devletin iktisadi süreçlere
müdahalesi artsa ve bu müdahalenin biçimi değişse de doğrudan meta ve hizmet
üretimindeki rolü minimum düzeye gerilemiştir.
Neoliberal devlette yasama
organı işlevsizleşmiş, yürütmenin gücü artmıştır. Yürütme erki ve idare,
devleti örgütleyen ve yöneten güç olarak önem kazanmıştır. Yürütmenin devlet
bürokrasisi/idare üzerinde siyasi denetimi artmış, idarenin özerkliği yiterek,
yürütmeye tabi olmuştur. Milletvekillerinin devlet bürokrasisindeki/idaredeki
karar alma süreçlerine katılımları kaybolmuştur. Siyasi kararların alınması,
devlet politikalarının oluşturulması artık idare, hükümet, milletvekilleri ve
siyasi partilerin aralarındaki görüşme ve tartışmaların sonucu olmaktan çıkmış,
doğrudan yürütme gücünün ve devlet bürokrasisinin tekeline girmiştir.
Parlamento siyasi uzlaşıların hazırlandığı sahne olma rolünü yitirmiştir.
Devlet bürokrasisi ve yürütme gücü, artık devlet politikasını oluşturmakta ve
uygulamaktadır. Böylelikle sadece yolsuzlukların üzerinin örtülmesi
kolaylaşmamış, aynı zamanda devlet politikaları toplumsal denetimden tümüyle
uzaklaşmış ve iktidarın geçirimsizliği cisimleşmiştir. Sermayenin çıkarına olan
düzenlemelerin meşrulaştırılma yeri olan parlamento, bu işlevini terk etmiş,
devlet politikalarının meşrulaştırılma süreçleri, referandumlara ve medya
organları gibi yapılara kaymıştır.
Yasama, yürütme, yargı
arasında görece var olan erkler ayrılığı, artık tümüyle ortadan kalkmakta,
bunlar kaynaşmaktadır.
Devlet iktidarı, artan bir
biçimde merkezileşip yoğunlaşmıştır. Başkanlık sistemi, bir tür Bonapartizm
türü olmayıp, devlet iktidarının bu merkezileşmesi ve yoğunlaşmasını
cisimleştirmektedir. Devlet idaresinin iktidar mekânları ve kanallarının
iktidarın tepesine doğru yöneltilmesi olan başkanlık sisteminde, başkan, devlet
idaresinin artan siyasi rolünün temsilcisidir. İdari-siyasi düzenekler, başkana
bağlanmaktadır.
Neoliberal otoriter
devlette, devlet idaresini birleştirip bütünleştiren, idarenin farklı kolları
arasında uyumu, yürütme gücünün tepesindekilere karşı sadakatini ve
bağımlılığını sağlayan egemen bir devlet partisine gereksinim vardır. Devlet
örgütlenmesi, neoliberal dönemde açık ve yoğun biçimde siyasallaşmaktadır.
Egemen devlet partisi, devlet personeli içerisinde kadrolaşmakta olduğundan,
devlet yapısı ile egemen parti arasında kadrolar açısından geçişkenlik bulunur.
Egemen kitle partisi, devlet ideolojisini ve politikalarını kitlelere ulaştırmada,
medya organlarıyla birlikte hareket etmektedir.
Neoliberal otoriter devlet,
kapitalist demokrasideki siyasi düzeneklerin artan otoriterizmiyle karakterize
dönüşümler içermektedir. Kitleler siyasi karar merkezlerinden dışlanmakta,
devlet organları ile yurttaşların arasındaki mesafeler büyümekte, devlet ileri
derecede merkezileştirilmekte, örgütlü fiziki baskı artırılmakta ve ideolojik
yönlendirmeler güçlendirilmektedir. Bu devlette birçok faşizan/faşizmi
çağrıştıran düzenek de kristalleşmektedir.
Neoliberal dönemde hukuk
sistemi piyasa ilişkilerine açılmakta ve bir tür özelleştirme yaşanmaktadır.
Tahkim, arabuluculuk, uzlaştırma, kısa yargılama, müzakere, yargıç kiralama
gibi yeni yollarla devlete ait yargılama yetkisi, özel yargı piyasasına
devredilmektedir. Kamu yararını gözeten ulusal mahkemelerin yerini bir iktisadi
sektöre dönüşen özel yargı sistemi (hukuk şirketleri) almaktadır.
Kapitalist sınıf ile
proletarya arasındaki iktidar ilişkilerinin örgütlenmesi olarak devlet, işçi
sınıfının bu iktidar ilişkisindeki örgütlülüğünü ve gücünü kırıp asimetriyi
artırmış, topluma dönük sosyal işlevlerini tasfiye etmiştir.
İşçi sınıfının
mücadelelerinin kapitalist sınıfın hegemonyası için oluşturduğu tehlikeler
karşısında, bu mücadeleleri önleyici maddi düzenekler oluşturulmuştur. Sendika
bürokrasisi, yandaş sendikalar, devlet-sendika-patronlar-işçiler arasında
korporatif ilişkiler bu düzeneklerden bazılarıdır. Reformist, sarı/yandaş işçi
sendikaları bundan böyle idari düzeneğin içine doğrudan doğruya yerleştirilmişlerdir.
Neoliberal kapitalist demokrasilerde, politik özgürlüklerde belirgin bir
gerileyiş ve toplumsal ilişkilerin bütün boyutları üzerinde otoriter denetimin
genişlemesi yaşanmaktadır.
Neoliberal dönemin siyasal
rejiminde partilerin yöneticileri ile tabanları, katılımcıları arasındaki
kopukluk belirginleşmiştir. Bu kopukluğun bir göstergesi kitlelerle doğrudan
etkileşimler yerine kamuoyu anketlerine başvurmanın yaygın kullanımıdır.
Tabandan gelen ve parti değerlendirmesinden geçen taleplerin, iktidar
partilerince devlet politikalarının oluşumunda dikkate alınması söz konusu
değildir. Milletvekilleri adaylarının belirlenmesi de iktidarın
tepesindekilerin ataması şeklinde yaşanmaktadır. Neoliberal dönemde partilerin
politik yaklaşımları arasındaki farklar yelpazesi iyice
daralmıştır. Kapitalist sınıf iktidarının toplum üzerindeki hegemonyasının
oluşması, toplumsal güçlerin çoğulculaştırılmasını içerir, fakat
düzen partilerinin oluşturduğu çoğulculuk aldatıcıdır. Kapitalist sınıfın
toplumsal iktidarının oluşturulmasında siyasi partiler, birer hegemonya yapısı
olarak işlevlerinde gerileme içerisindedir.
Neoliberal kapitalist
devletin güvenlik örgütlenmesi güçlendirilmekte ve yeniden yapılandırılmaktadır.
Örneğin Türkiye’de profesyonel ordu/sözleşmeli askerlik üzerinden ordu yeniden
yapılandırılmakta, polis örgütlenmesinin kadroları ağırlıkla
milliyetçi-muhafazakâr parti tabanlarından devşirilerek, yapı
sağlamlaştırılmaktadır.
AB, DB, IMF ve NATO gibi emperyalist
örgütler, kapitalist devletlerin uyguladığı bazı politikalarda yönlendirici
olarak ülkelerdeki siyasal iktidarın içsel bir bileşeni olmakta, böylelikle
kapitalist devletin uyguladığı bazı politikaların sorumluluğu ulaşılamaz,
anonim örgütlenmelere aktarılmaktadır.
Neoliberal kapitalist
devlet, bir holdinge benzer şekilde işlemektedir. Piyasa ilişkileri devletin
içerisine ve ilişkilerine nüfuz etmiş bulunmaktadır.
Popülizm: Arjantin’deki
J. Peron ve Brezilya’daki G. Vargas yönetimlerini “popülizm”in örnekleri olarak
gören yaklaşımlara göre, “popülizm otoriter bir demokrasi biçimidir.” Oysa
popülizm terimi, halkçılık anlamına geldiğinden, bu konuda kafa karışıklığına
yol açtığı gibi, günlük politik söylemlerde “popülizm”in pejoratif anlamıyla kullanımı
da, halkçılık üzerine verilmesi gereken bir ideolojik mücadeleyi
baltalayabilmektedir. Popülizmi, bir siyasal projeyi gerçekleştirmek için
tutturulan bir siyasal strateji olarak görenler de bulunmaktadır (örneğin Cenk
Saraçoğlu). Bu yaklaşımda popülizm, siyasal iktidardaki “elitlere”/bürokrasi ve
siyasetçilere karşıtlıkla halkın değerlerini temsil iddiasıyla yürütülen ve bu
değerleri iktidara taşımayı vaat eden bir siyasal strateji olarak
görülmektedir.
Popülizm, birçok insanın
gözünde ise “ucuz halkçılık”, “halk dalkavukluğu”, “ağza bir parmak bal çalmak”
gibi pejoratif anlamlarıyla kullanılmaktadır. Kelimenin anlamı bozulmuş ve
geçici refah/düzelme sağlayan, gerçekçi bir çözüm üretmeyen, statükocu olup
sorunlara köklü (radikal) çözümler getirmeyen, planlama içermeyen, geleceği
düşünmeden günü kurtarmaya yarayan uygulamalara, politikalara da popülist denir
duruma gelinmiştir. Sempati toplamak ve onaylanmak için kullanılan retoriğe,
burjuva politikacıların ilkesiz tavırlarına, kitleyi maniple etmeye çalışmak
için ona hoş görünmeye “popülizm” denmektedir. Halkın dini duygularının
sömürüsü, cuma namazlarına gitmeyi bir gösteriye çevirme, gecekondularda
oturanlara tapu dağıtma, hayırseverlik şovları ve sadaka uygulamaları vb.
bunların hepsi “burjuva popülist” tavırlardır. Burjuva popülizminin özü, halkı
aptal yerine koymaktır.
Peki, kavramlar üzerinde
durduktan sonra, şimdi günümüz Türkiye’sinde devlet biçiminin ve siyasal
rejimin ne olduğu sorunsalına geçebiliriz.
1) Türkiye’de devlet
içerisinden ordunun ve büyük sermayenin önemli bölümünü oluşturan TÜSİAD’ın
aktif karşı mücadelesine rağmen ve bu güçlerin restorasyon girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine AKP,
devleti tam denetimi altına almış ve siyasal rejimi Başkanlık sistemiyle
birlikte kısmen değiştirmiştir. Kapitalistler arasında AKP’ye destek verenler,
MÜSİAD’la temsil edilen “yeşil” sermaye ile küçük-orta ölçekli birçok
işletmenin patronlarıdır. AKP’nin kapitalist devleti ve toplumsal ilişkileri
İslamileştirmesi süreçlerine finans kapitalin ağırlıklı bölümünün desteği
olmamıştır.
2) Günümüzde klasik faşizmin
yaşandığı dönemdeki gibi bir sömürgecilik bulunmadığından, Türkiye’nin sömürgeci
emellerle yayılmacı/işgalci bir dış politikaya sahip olması mümkün değildir.
3) Türkiye’deki bürokratik
devlet örgütlenmesinin büyük ölçüde AKP kadroları tarafından karşılanması,
medyanın ağırlıklı kesiminin siyasi iktidarın güdümüne girmiş olması, yargının,
ordunun, kolluk kuvvetlerinin, MİT’in, üniversitelerin, ekonomiyi düzenleyen
üst kurulların AKP’nin kontrolü altına olması, faşizan/faşizmi çağrıştıran
özelliklerdir. Fakat bunlar Türkiye’de faşist devlet biçiminin var olduğunu
göstermemektedir. Türkiye’de bugün başkanlık sistemine geçilmiş olsa da, seçim,
parlamento, toplumsal örgütlenmeler ve partiler varlığını korumaktadır.
Toplumsal ilişkiler siyasi iktidar tarafından biçimlendirilmekteyse de, bunlar
üzerinde tam bir kontrol ve denetim oluşturulamamaktadır. Faşizmin totaliter
karakteristik özelliği, Türkiye’de yoktur.
4) Türkiye’de işçi sınıfı ve
sol hareketlenmenin baskılanması 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte
gerçekleştirilmiş, sonrasında devlet iktidarı bu hareketlere karşı
güçlendirilmiş ve tahkim edilmiştir. Bugün bir parti-devlet olan AKP’nin
iktidarını tehdit eden ne bir işçi hareketi ne de sosyalist bir hareket
bulunmaktadır. Oysa faşizm, komünist ve işçi hareketinin yarattığı tehdidin
bertaraf edilmesini sağlar.
5) Günümüzde emperyalist
ülkelerin yok etmeyi düşündükleri büyük ve etkili bir sosyalist güç/devlet
bulunmamaktadır. Dolayısıyla emperyalist-kapitalist sistemin ürünü olan ve bu
sistem tarafından kullanılan, yayılmacı bir faşist devletin desteklenmesine
ihtiyaçları yoktur.
6) Parlamenter
cumhuriyet/demokrasi, kapitalist devlet tipinin olağan biçimidir. Neoliberal
sermaye birikim biçimi, kapitalizmin uzun süredir içinde bulunduğu krizi aşmak
üzere kendini re-organize ettiği, toplumsal ilişkilerin ve devlet yapısı dâhil
üst yapıların, egemen ideolojilerin, kültürel değerlerin (örneğin “kültürel
ırkçılığın” yaygınlaşması, Avrupa’da “İslamofobi”nin oluşması), felsefi
düşüncelerin (postmodernizm) reel sosyalizm sonrası dönemde yeniden
şekillendiği bir toplumsal sistemin oluşumuyla birlikte gelişmektedir. İçinde
bulunduğumuz neoliberal dönemin genel devlet biçimini faşizm olarak nitelemek
mümkün değildir.
7) Faşizm ile otoriter siyasal
rejimler ya da askeri/sivil diktatörlükler arasında milliyetçilik, ırkçılık,
lider fetişizmi, baskının ön planda devrede oluşu, hak ve özgürlüklerin
kısıtlanması, kitlelerin edilgenleştirilmesi/sürüleştirilmesi gibi benzerlikler
vardır. Bu yönetimlere/devlet biçimlerine “faşizan” denebilir. Fakat artık, iki
dünya savaşı arasındaki klasik faşizm örneklerinin mirası, kapitalist
demokrasiler tarafından genel ve yaygın olarak içselleştirilmiştir. Kapitalist
demokrasilerde toplumsal iktidar ilişkileri, biçimsel demokratik nitelikler
yanı sıra faşizan nitelikler de kazanmıştır. Bu durum neoliberalizmin otoriter
yönetim ihtiyacı ve eğiliminin olduğu 1980’lerin başından günümüze ulaşan
tarihsel kesitte, billurlaşmıştır. Kapitalist demokrasi, kapitalist sınıf ile
proletarya arasındaki güçler dengesine göre şekillenir. İşçi sınıfının
örgütlenmesinin ve sosyalist ideolojinin göreli güçsüzlüğü, kapitalist
demokrasinin otoriter karakterinin oluşumunun hem nedeni hem de bu
otoriterliğin sonucudur (elbette tek başına bunun sonucu değildir).
Bu nedenlerle Türkiye’de
neoliberal otoriter kapitalist devlet ve başkanlık sistemini barındıran bir
kapitalist demokrasinin var olduğunu, siyasal rejimin ve toplumsal ilişkilerin
İslamileştirilmesinden bahsedilmesinin doğru olduğunu, var olan kapitalist
demokrasinin faşizan, eş deyişle faşizmi çağrıştıran özellikler taşıdığını,
fakat olağan kapitalist devlet biçiminden ve kapitalist demokrasiden, faşist
devlete ve rejime doğru bir geçişin yaşanmadığını düşünmekteyiz.
Kapitalist demokrasiyi
geliştirmek, "faşizme" ya da "anti-demokratik" uygulamalara
(aslında bunlar bas bağı gerici, baskıcı burjuva demokratik uygulamalardır)
karşı demokrasi mücadelesi vermek sosyalistlerin görevi değildir.
Anti-emperyalizm/bağımsızlık, aydınlanmacılık ve laiklik, halkçılık gibi
mücadele ilkelerini barındıran sosyalizm mücadelesinin seyri boyunca bazı
demokratik kazanımları oluşturabileceği ise açıktır.
Yararlanılan
kaynaklar:
1) Hazırlayanlar: Gérard
Bensussan-Georges Labica, Marksizm Sözlüğü, Yordam Kitap, 2016, 1. Basım
2) Karl Marx,, Louis
Bonaparte'ın 18 Brumaire'i
3) Haluk
Yurtsever, Tarihten Güncelliğe Sınıf Savaşları ve Devlet, Yordam Kitap, 1.
Basım, 2006
4) Nicos Poulantzas, Devlet,
İktidar, Sosyalizm, Epos Yayınları, 2004, s. 243-53, 257
5) Nicos
Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, İletişim Yayınları, 4. Basım, 2019
6)İlhan Gülhan, Karşıdevrimci burjuvazi ile geriye dönüş, https://sendika.org/2023/06/karsidevrimci-burjuvazi-ile-geriye-donus-686105/
7) Bob Jessop, Devlet
Teorisi, Epos Yayınları, 1. Basım, 2008
8) Mahmut Boyuneğmez,
Halkçılık Üzerine Tezler, https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2022/08/halkcilik-uzerine-tezler.html
9) Yaşar Ayaşlı, Eski
ve Yeni Faşizm, Yordam Kitap, 2023
10) Şebnem Oğuz, AKP’li
Yıllarda Siyasal Rejimin Dönüşümü: Çelişkili Bir Süreç Olarak Yeni
Faşizm, https://noktahaberyorum.com/akpli-yillarda-siyasal-rejimin-donusumu-celiskili-bir-surec-olarak-yeni-fasizm-sebnem-oguz.html
11) Hazırlayanlar: Gökhan
Atılgan, E. Attila Aytekin, Siyaset Bilimi içinde, Mehmet Okyayuz, Faşizm,
Yordam Kitap, 2012
12) Cenk Saraçoğlu, Faşizm
ve popülizm: Kavramsal bir tartışma, https://www.youtube.com/watch?v=G8707DqCYUk
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.