Perry
Anderson
Çeviren:
Şükrü Alpagut
Bu durumdan, Batı
feodalizminin dinamiği açısından hepsi de temel öneme sahip üç yapısal özgüllük
doğdu. Birincisi, feodalizm öncesi üretim tarzlarına ait komünal köy
arazilerinin ve tam mülkiyetli köylü topraklarının varlığını koruması; bunlar
feodalizmin ürünü olmasa da, onunla bağdaşmaz da değildi. Hükümranlıkların
kesişen sınırlara sahip özgül kuşaklar halinde feodal bölünmesi ve tümel bir
güç merkezinin olmaması, her zaman bunun ara boşluklarında “artakalan” kurumsal
yapıların varlığına olanak tanıdı. Dolayısıyla, feodal sınıf ara sıra nulle terre sans seigneur (beysiz toprak
olmaz) kuralını geçerli kılmayı denese de, uygulamada bu herhangi bir feodal
toplumsal oluşumda hiçbir zaman başarılamadı: komünal araziler -meralar,
otlaklar, ormanlar- ve bölük pörçük tam mülkiyetli köylü toprakları, köylü
özerkliğinde ve direnişinde her zaman önemli bir öğe olmayı sürdürerek, toplam
tarımsal üretkenlik açısından önemli sonuçlar doğurdu.[3] Dahası, bizatihi malikâne
sisteminin içinde bile, malikhanelerin karakteristik şekilde doğrudan lordun
kâhyalarınca örgütlenip köylülerince işlenen hassa toprağı olarak ve lordun
tamamlayıcı bir fazlalık aldığı ama üretiminin örgütlenmesinin ve denetiminin
bizzat köylülerin ellerinde olduğu köylü evlekleri olarak bölünmesi, mülkiyetin
basamaklı yapısını ifade ediyordu.[4] Dolayısıyla, kırsal
ekonominin iki temel sınıfının tek, türdeş bir mülkiyet biçimi içinde basit,
yatay bir merkezileşmesi söz konusu değildi. Üretim ilişkilerine, malikâne
içindeki ikili bir tarımsal düzen aracılık ediyordu. Dahası, serflerin kendi lordlarının
malikâne mahkemesinde tabi oldukları adalet ile bölgesel lordlukların yargı
yetkisi arasında da sık rastlanan bir ayrım daha vardı. Malikâneler normalde
tek tek küçük köylerle örtüşmüyordu, bunların birçoğunu kapsayacak şekilde
dağılıyordu; dolayısıyla, herhangi bir köyde farklı lordlara ait birçok
malikâne tasarrufu iç içe örülüydü. Bu karmakarışık adli labirentin üstünde de
yetki alanı mülki değil coğrafi olan bölgesel senyörlerin haute juctice’i (yüksek adaleti) yer alıyordu.[5] Dolayısıyla, bu sistemde
artığın sızdırıldığı köylü sınıfı, hak taleplerinin ve güçlerin kesiştiği bir
toplumsal alemde yaşıyordu; burada bizatihi sömürü "katları"nın
çoğulluğu, daha birleşik bir hukuksal ve ekonomik sistemde imkansız olan gizil
ara boşluklar ve uyumsuzluklar yaratıyordu. Ortak (komünal) toprakların, tam
mülkiyetli toprakların ve evleklerin bizatihi hassa arazisiyle bir arada var
olması, Batı Avrupa'da feodal üretim tarzının yapısal bir özelliğiydi ve
gelişmesi açısından kritik sonuçlar yaratıyordu.
Ama ikinci olarak, hatta
daha önemlisi, hükümranlıkların feodal paylaşımı, Batı Avrupa'da Ortaçağ kenti
olgusunu yarattı. Yine burada, kentsel üretimin doğuşu bizatihi feodalizmin
içinde gerçekleşmiş değildir: Elbette ondan öncedir. Ama yine de feodal üretim
tarzı, doğal-tarımsal bir ekonomi içinde bunun özerk bir gelişme göstermesine izin veren ilk tarzdı. En büyük Ortaçağ kentlerinin, ölçek açısından, gerek
Eski Çağdaki gerekse Asya İmparatorluklarındaki kentlere asla rakip olmaması
gerçeği, bunların toplumsal oluşum içindeki işlevlerinin çok daha ileri düzeyde
olduğu gerçeğini sıklıkla gölgede bırakmıştır. Yüksek düzeyde gelişkin bir
kentsel uygarlığa sahip Roma İmparatorluğunda kentler, orada yaşayan ama oradan
geçinmeyen soylu toprak sahiplerinin hâkimiyetindeydi; Çin'de geniş taşra
yerleşimleri, tüm ticari faaliyetlerden soyutlanmış özel bir bölgede ikamet
eden mandarin bürokratların denetimi altındaydı. Buna karşılık, Avrupa'nın
ticaretle ve imalatla uğraşan tipik Ortaçağ kentleri, kendi kendini yöneten,
soyluluk ve Kilise karşısında kurumsal ve askeri özerkliğe sahip komünlerdi.
Marx bu farkı çok açık olarak gördü ve unutulmaz bir anlatımla ifade etti:
"Eski klasik tarih kentlerin tarihidir, ama toprak sahipliğine ve tarıma
dayanan kentlerin; Asya tarihi, kent ile kırsalın bir tür ayrımlaşmamış
birliğidir (tam söylemek gerekirse, büyük kent, ekonomik yapının üzerine
bindirilmiş salt bir prenslik karargâhı sayılmalıdır); Ortaçağ (Cermen dönemi),
kırsalın tarihin odağı olmasıyla başlar ve sonra bunun daha ileri gelişimi kent
ile kırsalın karşıtlığı yoluyla ilerler; çağcıl tarih, kadim zamandaki gibi
kentin kırsallaşması değil, kırsalın kentselleşmesidir.”[6] Bu nedenle, kentin ve
kırsalın dinamik karşıtlığı ancak
feodal üretim tarzında olanaklıydı: meta mübadelesinin arttığı, tüccarlarca
kontrol edilen, loncalar ve birlikler halinde örgütlenmiş bir kentsel ekonomi
ile doğal mübadelenin geçerli olduğu, soylularca kontrol edilen, topluluğa ve
bireysel köylülere ait toprak parçalarının bulunduğu evlekler ve malikâneler
halinde örgütlenmiş bir kırsal arasındaki karşıtlık. Kırsallığın muazzam bir
önceliğe sahip olduğunu söylemeye bile gerek yok: Feodal üretim tarzı ezici bir
ağırlıkla tarımsaldı. Ama bu tarzın hareket yasalarını, görüleceği gibi,
basitçe malikânelerin ağırlığı değil, farklı alanlarının karmaşık birliği
yönetiyordu.
Üçüncüsü, tüm feodal
bağımlılıklar sıradüzeninin tepesinde, doğasından gelen bir muğlâklık ya da
salınım vardı. Zincirin "zirve"si, belirli önemli bakımlardan onun en
zayıf halkasıydı. İlke olarak, Batı Avrupa'nın herhangi bir bölgesinde feodal sıradüzenin
en yüksek üstlük düzeyi, onun altındaki bağımlı lordluk düzeylerinden nitelik
olarak değil, derece olarak farklıydı. Başka bir deyişle kral, uyruklarının
tepesinde yer alan üstün bir hükümdar değil, kendisine karşılıklı sadakat
bağlarıyla bağlı olan vassallarının feodal üstüydü (süzereniydi). Sahip olduğu
ekonomik kaynaklar, hemen hemen yalnızca, bir lord olarak kendi kişisel mülklerinde
yatıyordu, vassallarına yönelik talepleri ise esas olarak askeri nitelikteydi. Nüfusun
bütününe doğrudan siyasal erişim olanağına sahip değildi, çünkü nüfus üzerindeki
hukuksal yetki sayısız alt feodal sıradüzen katmanları aracılığıyla kullanılırdı.
Kral uygulamada yalnızca kendi mülklerinin efendisi olurdu, başka bakımlardan
büyük ölçüde törensel bir kişilikti. Ne var ki, zirvesinde nitel olarak ayrı ya
da tam yetkili bir otorite bulunmayacak şekilde siyasal gücün yukarıdan aşağıya
katmanlaştığı böyle bir siyasal yapılanmanın saf modeli Ortaçağ Avrupa'sının
hiçbir yerinde asla var olmadı.[7] Çünkü bu tür bir siyasal
yapılanmanın gerektirdiği biçimde feodal sistemin tepesinde gerçekten
bütünleştirici herhangi bir mekanizmanın olmaması, bu sistemin istikrarına ve
ayakta kalmasına karşı sürekli bir tehdit oluşturdu. Hükümranlığın tam
parçalanmışlığı bizatihi soyluların sınıfsal birliğine aykırıydı, çünkü bunun yarattığı
anarşi olasılığı, ayrıcalıklarının dayanağı olan üretim tarzının bütünü için
ister istemez yıkıcı nitelikteydi. Dolayısıyla, feodalizmin içinde, hükümranlığı
ayrıştırma yönündeki güçlü eğilim ile uygulamada bir yeniden birleşmenin
meydana gelebileceği nihai bir otorite merkezinin mutlak gerekliliği arasında
içsel bir çelişki vardı. Bu nedenle, Batı'da feodal üretim tarzı üst otoriteyi
(süzerenliği) özgün bir biçimde belirledi: Böyle bir otorite, vassal ilişkileri
alanının ötesinde, ideolojik ve hukuksal alanda her zaman bir ölçüde var oldu;
aksi halde, vassal ilişkilerinin zirvesinde dükler ya da kontlar bulunurdu ve
bunlar, vassalların göz dikemeyecekleri haklara sahip olurdu. Aynı zamanda,
şahsi hukuksal yetkilerin oluşturduğu sıkı ağın dışında bir "kamu" otoritesi
kurmaya yönelik sürekli mücadelede, bir bütün olarak feodal siyasal yapının
dokusundan kaynaklanan güçlü eğilime karşı her zaman gerçek kraliyet gücü
gösterilmeli ve uygulanmalıydı. Bu nedenle, Batı'da feodal üretim tarzı,
merkezkaç devlet içinde organik olarak ürettiği ve yeniden ürettiği dinamik bir
gerilimi ve çelişkiyi kendi bünyesinde özgün bir şekilde belirledi.
Böyle bir siyasal sistem,
yaygın bir bürokrasiyi zorunlu olarak dışladı ve sınıfsal hâkimiyeti işlevsel
açıdan yeni bir tarzda böldü. Çünkü bir yandan, erken Ortaçağ Avrupa'sında
hükümranlığın paylaşılması bütünüyle ayrı bir ideolojik düzenin kurulmasına yol
açtı. Eski Çağın geç döneminde, imparatorluk devlet aygıtıyla her zaman
doğrudan bütünleşmiş ve ona boyun eğmiş olan Kilise, artık feodal siyasal yapı
içinde seçkin bir özerk kurum olup çıktı. Dinsel otoritenin biricik kaynağı
olan Kilisenin kitlelerin inançları ve değerleri üzerindeki denetim gücü
muazzamdı; ama kendi iç örgütlenmesi herhangi bir dünyevi soyluluğun ya da
monarşinin örgütlenmesinden farklıydı. Yeni gelişen Batı feodalizminin doğası
gereği baskının dağılması nedeniyle, Kilise gerektiğinde kendi kurumsal
çıkarlarını bölgesel bir müstahkem mevkiden ve silahlı güçten yararlanarak
savunabilirdi. Düz lordluk ile dinsel lordluk arasındaki kurumsal çatışmalar bu
yüzden Ortaçağ'da eşyanın tabiatının gereğiydi: Bu çatışmaların sonucu olarak
feodal meşruiyetin yapısında çatlama meydana geldi, sonraki düşünsel gelişme
açısından bunun kültürel sonuçları epeyce önemli olacaktı. Öte yandan, dünyevi
yönetimin kendisi karakteristik şekilde daralarak yeni bir kalıba girdi. Esas
olarak "adalet"in uygulanması haline geldi; bunun feodalizmde
kapladığı işlevsel konum, bugün kapitalizmde olduğundan tamamen farklıydı. Adalet, siyasal gücün merkezi biçimiydi -bizatihi feodal siyasal yapının doğası bunu
böyle belirledi. Çünkü görmüş olduğumuz gibi, saf feodal sıradüzen, yasaların
uygulanması için devletin kalıcı bir idari aygıtı olarak, çağcıl anlamda her
türlü "yürütme"yi dışlıyordu: Hükümranlığın paylaşılması bunu gereksiz
ve olanaksız kılıyordu. Aynı zamanda, daha sonraki türden ortodoks bir
"yasama organı"na da yer yoktu, çünkü feodal düzen, yeni yasalar yaratarak siyasal yenilenme
sağlamaya ilişkin genel bir kavrama sahip değildi. Krallar görevlerini, yeni yasalar
icat ederek değil, geleneksel yasaları koruyarak yerine getiriyorlardı. Bu
nedenle, bir dönem için siyasal güç, var olan yasaları yorumlayıp uygulamak
ibaret tek bir "adli" işlevle neredeyse özdeşleşti. Dahası, bir kamu
bürokrasinin olmaması nedeniyle, yerel baskı ve yönetim -kolluk, ceza yazma,
vergi toplama ve infaz yetkileri- de kaçınılmaz olarak ona kaldı. Dolayısıyla,
şunu her zaman anımsamak gerekir: Ortaçağ'da "adalet" gerçekte modern
adaletten çok da geniş bir faaliyet alanını kapsıyordu, çünkü toplam siyasal
sistem içinde yapısal olarak çok daha merkezi bir yer işgal ediyordu. İktidarın
alışılmış ismiydi.
[1] Kronolojik olarak bu yasal tanım,
tanımladığı somut olgudan çok sonra ortaya çıktı. Bu, 11-12. yüzyıllarda Roma
hukukçularınca icat edilen ve 14. yüzyılda yaygınlaşan bir tanımdı. Bkz. Marc Bloch, Les Caractéres
Originaux de l'Histoire Rurale Française (Fransa'da Kırsal Tarihin Özgün
Nitelikleri), Paris 1952, s. 89-90. Ekonomik ve toplumsal ilişkilerin hukuksal
kurallara bağlanmasındaki bu gecikmenin örnekleriyle sık sık karşılaşacağız.
[2] Liyejans, teknik
olarak, bir vassalın birden fazla lorda bağlılık borçlu olduğu durumlarda, tüm
diğer biatlardan öncelikli olan bir biat biçimiydi. Ama uygulamada, liyej lord
terimi çok geçmeden herhangi bir feodal üst ile eşanlamlı hale geldi ve
liyejans ilk baştaki özgül anlamını yitirdi. Marc Bloch, Feudal Society (Feodal Toplum), Londra 1962, s. 214-18.
[3] Engels, ortak arazilerin ve üç tarla
sisteminin bütünleştirdiği köy topluluklarının Ortaçağ'da köylülüğün durumu
açısından doğurduğu toplumsal sonuçları haklı olarak her zaman vurguladı.
Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni'nde belirttiğine göre, "gerek
Eski Çağda kölelerin, gerekse modern proleterlerin ellerinin altında hazır
bulmadıkları yerel dayanışmayı ve direniş araçlarını, Ortaçağ serfliğinin en
çetin koşullarında bile ezilen sınıfa ve köylülere" sağlayan işte bu
topluluklardı. Marx-Engels, Selected
Works (Seçme Yapıtlar), Londra 1968, s. 575. Alman tarihçi Maurer'in
çalışmalarını temel alan Engels, geçmişi en eski Karanlık Çağlara kadar giden
bu toplulukların "mark birlikleri" olduğu şeklinde yanlış bir kanıya
kapıldı; aslında, bu sözü edilenler 14. yüzyılda ortaya çıkmış, geç Ortaçağ'a
özgü bir yenilikti. Ama bu hata onun temel savını etkilemez.
[4] Ortaçağ malikâneleri, içerdikleri bu
iki bileşen arasındaki göreli dengeye bağlı olarak yapı değişikliği
gösteriyordu. Bir uçta, din kardeşliğine dayalı biçimde işlenen Sistersiyan
tarikatı "tahıl çiftlikleri" gibi bütünüyle hassa (demesne) çiftçiliğine tahsis edilmiş
malikâneler (az sayıda) vardı; öteki uçta ise, bütünüyle oradaki köylülere
kiralanan bazı malikâneler vardı. Ama temel model, her zaman, tek kişinin olan
malikâne ile kiralık mülklerin değişen oranlarda birleşmesinden oluşuyordu:
"Malikânenin ve kazançlarının bu iki taraflı bileşimi, tipik malikânenin
gerçek alâmetifarikasıydı." M. M. Postan, The eval Economy and Society (Ortaçağ Ekonomisi ve Toplumu), Londra
1972, s. 89-94.
[5] Bu sistemin temel
özelliklerinin mükemmel bir açıklaması için bkz.
B. H. Slicher Van Balth, The Agrarian
History of Western Europe (Batı Avrupa'nın Tarım Tarihi), Londra 1963, s.
46-51. İngiltere’nin büyük kısmında olduğu gibi, bölgesel lordlukların
bulunmadığı yerlerde, tek bir köyde birden çok malikâne bulunması, köylü
topluluğuna özdenetim için oldukça geniş serbestlik sağlıyordu: bkz. Postan, The Mediaeval Economy and Society, s. 117.
[6] Karl Marx, Pre-Capitalist Formations (Kapitalizm
Öncesi Oluşumlar), Londra 1964, s. 77-78.
[7] Ortadoğu'da kurulan Haçlı Devleti,
sıklıkla, kusursuz bir feodal oluşuma en çok yaklaşan yapı olarak görülmüştür.
Avrupa feodalizminin kurduğu denizaşırı yapılar yabancı bir çevrede hiç yoktan var edildi ve bu nedenle,
olağanüstü sistematik bir hukuksal biçim aldı. Başkalarının yanı sıra Engels de
bu benzersizliğe parmak basmıştır: "Feodalizmin hiç kendi kavramına tam
denk düştüğü oldu mu? Batı Frankların krallığında kurulan, Norveçli fatihlerce
Normandiya'da daha da geliştirilen, Fransız Normanlarca Ingiltere'de ve Güney
Italya'da oluşumu sürdürülen feodalizmin kendi kavramına en fazla yaklaştığı
örnek, Assizes of Jerusalem (Kudüs
Yazmaları) ile feodal düzenin en klasik ifadesini ardında bırakan kısa ömürlü
Kudüs krallığıydı." Marx-Engels, Selected
Correspondence (Seçme Yazışmalar), Moskova, 1965, s. 484. Ama Haçlı
âleminin bile uygulamadaki gerçekleri, bu sistemin feodal hukukçularının
düzenlemelerine hiçbir zaman tam olarak uymadı.
Kaynak: Çağdaş Marksizm Seçkisi-Yüzyıla Damga Vuran Metinler, Yordam Kitap, 2019, s. 490-4
Tarihte başlıca 4 toplum biçiminin (ATÜT eklenirse 5) yaşandığı kabul ediliyor. Ancak bu toplum biçimleri Dünya'nın her yanında aynı tarihte başlayıp aynı tarihte bitmemiştir. Geçen yüzyıla kadar komünal toplumlar hâlâ vardı örneğin. Köleci biçimi, feodal biçimi yaşamamış toplumlar vardır.
YanıtlaSilKimi ortak özellikleri ya da temel özellikleri dikkate alınarak, toplum biçimleri tanımlanmıştır. Ama aynı adı alan toplum biçimlerinin her bakımdan özdeş oldukları ileri sürülemez, farklılıkları da vardır. Farklar önce coğrafi koşullardan doğmuştur. Avrupa toplumları ile Asya ya da Amerika toplumları aynı adı alslar bile özdeş olmamışlarıdr. Farklılığın ikinci nedeni, tarih sahnesine çıkışlarının değişik zamanda olmasıdır. Her toplum biçimi ortaya çıktıktan sonra, özde aynı olsalar bie biçimde değişikliğe uğramıştır. 6. yüzyılda feodalizme geçen toplum ile 10. yüzyılda feodalizme geçen toplum, benzer coğrafi ortamda olsalar bile, her bakımdan aynı olamazlar.
Perry Andersen, bu durumu farklı biçimde anlatmaya çalışmış. Ancak, bu feodal toplumların hangi toplumlardan, hangi toplum biçiminden nasıl ortaya çıktığını ele almamış. Bunları da ele alsaydı, feodal toplumların farklarını daha eksiksiz açıklayabilirdi.
Sonuç olarak, bugün eski toplumları değerlendirirken ayrıntılar üzerinde durmuyoruz. Temel ve ortak özellikleri üzerinden genel değerlendirme yapmamız yeterli olmaktadır.