Mahmut
Boyuneğmez
“Tarihin hizmetinde olan felsefenin acil görevi, bir kere insanın öz-yabancılaşmasının kutsal formlarının maskesi düşürüldüğünde, kutsal olmayan formlarındaki öz-yabancılaşmayı ortaya çıkarmaktır. Böylelikle gökyüzünün eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine ve teolojinin eleştirisi siyasetin eleştirisine dönüşür.”[1]
“Yasaların ruhu denen şey aslında mülkiyettir” (Linguet)[2]
“Yasayı yapan otoritedir, hakikat değil” (“autoritas, non veritas facit legem”). (Hobbes, Laviathan, Bölüm 26)[3]
“Toplumun olduğu yerde hukuk vardır” (“Ubi societas, ibi jus”).
Giriş
Hukuk, sadece kurallardan ya
da mevzuattan ibaret değildir; hukuksal yapı, devletin alt kümelenmesi olarak
barındırdığı hukuksal pratikler ve ilişkilerle, aynı zamanda bir iktidar
örgütlenmesidir. Kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki mücadeleler ve
iktidar ilişkilerindeki dinamik denge, hukuksal biçimlerde yansıtılır. Örneğin
neoliberal sermaye birikim biçimiyle birlikte, proletaryanın iktidar
ilişkilerindeki gücü ve örgütlülüğündeki gerileme, hukuksal düzenlemelerle
ifade edilmiştir.
“Hukuk, egemen sınıfın
çıkarlarıyla örtüşen ve onun sistematik şiddetini/iktidarını muhafaza eden bir
toplumsal ilişkiler sistemi ya da düzenidir.”[4] Başka bir ifadeyle,
hukuksal normlar tarafsız değildir; hukuksal kurallar egemen sınıfın iktidarını
muhafaza etmeye dönük ideolojik işlevlere sahiptir ve hukuksal yapı
kapsamındaki belirli toplumsal ilişkiler/pratiklerle işlerlik kazanır. Bu
kurallar, sınıflar arası mücadelelerle şekillenen toplumsal ilişkiler
tarafından koşullanır. Hukuk, egemen sınıf adına geliştirilen ve kapitalist
toplumsal ilişkiler sisteminin sürdürülmesinde işlevi olan politikaların
mevzuat aracılığıyla büründüğü bir formdur.
Öte yandan, hukukun
kapitalizm sonrası akıbetinin ne olacağı konusunda, bugünden öngörülerde bulunmak
mümkündür. Ancak bu öngörülerin kapsamı, gelişimin ana çizgilerini içerebilir.
İçerik olarak bakıldığındaysa, yaşanmış sosyalizm deneyimlerinin hukuk
oluşumları, yolumuzu aydınlatacak bir birikime sahiptir.
I.
Hukukun işlevi, oluşumu ve gelişimi
“Kural ve düzen, toplumun, salt
keyfilikten ve rastlantıdan kurtulup, kendisini kalıcı kılmasının bir
biçimidir. Toplum, bu biçime, üretim sürecinin ve bu sürece denk düşen
toplumsal ilişkilerin durağan anlarında, kendini sürgit yeniden üretmek
suretiyle erişir. Bu oluşum, belirli bir zaman kesiti boyunca süregelmişse,
gelenek ve görenek olarak taşlaşır ve sonunda da açık bir yasa olarak
kutsallaştırılır. Bu kural ve düzen, toplumsal dayanıklılığa kavuşacak ve
rastlantıdan, keyfilikten bağımsızlık kazanacak her üretim biçiminin
kendisinden vazgeçilmez öğesidir.”[5]
Hukuk kuralları, toplumsal
ilişkileri “kalıcı kılmanın” ve yeniden üretmenin bir biçimidir. Tüm toplumsal
ilişkiler, hukuksal biçimlere dönüştürülmez.
Fakat kapitalist toplumlarda hukuk, en kapsamlı toplumsal
düzenleyicilerden biridir. Hukuksal yapı ise, toplumsal ilişkileri düzenleyen
ve yeniden üreten tek pratik ve işleyiş değildir.[6] Hukuk fetişizmi, başka bir
deyişle hukukun toplumsal sistemi düzenleyen başat ya da tek yapı olarak
görülmesi, yabancılaşmanın sonucu olan ideolojik bir ters çevirmeye karşılık
gelir.
Ahlak (etik), toplumsal
ilişkilerdeki bozulmalara ve sapmalara karşıt
tepkiyle oluşturulan, toplumsal ilişkilerdeki düzeni koruyan bir başka
ideolojik formdur[7].
Ahlak, bir ikiyüzlülüğü anlatır; ahlakı doğuran, toplumsal ilişkilerin nesnel
acımasız, halden anlamaz, vicdansız ve merhametsiz işleyişi ve sonuçlarıdır.[8] Ahlak toplumsal ilişkileri
düzenlemede işlevli bir ideoloji olarak, hak ve adalet kavramları dolayımıyla
hukukla ilişkilenir.[9] Hukuk ise, özneler
arasındaki çekişme ve çatışmaları, toplumsal ilişkilerdeki düzensizlikleri ve
ihlalleri, bir düzene bağlar.
“Toplumsal gelişmenin belirli, çok
ilkel bir aşamasında, günbegün yenilenen toplumsal üretimi, üretilen ürünlerin
üleşimini ve değiş tokuşunu ortak bir düzene bağlama gereksinimi doğar; bireyin
kendisini üretimin ve değiş tokuşun ortak kurallarına bağımlı kılması
zorunluluğu belirir. Önceleri bir ‘gelenek’ durumunda kalan kurallar dizisi,
kısa bir süre sonra ‘yasa’ haline gelir. Yasanın yanı sıra, onu ayakta tutmaya
yarayacak organlar, kamu otoritesi, yani ‘devlet’ de zorunlu olarak ortaya
çıkar.
“Toplum daha fazla geliştiğinde, yasa
da dar veya geniş kapsamlı bir hukuk sistemine dönüşür. Bu hukuk sistemi daha da
karmaşıklaştığı zaman, sistemin terminolojisi de toplumsal yaşamın sıradan ekonomik
koşullarını dile getiren terminolojiden uzaklaşır. Bu hukuk sistemi,
varoluşunun ve sonraki gelişiminin nedenlerini süregelen ekonomik koşullarda
değil de kendi iç mantığında ya da isterseniz ‘irade kavramı’nda bulan bağımsız
bir öğe olarak gözükür. İnsanlar, tıpkı hayvanlardan türemiş olduklarını
unuttukları gibi, hukuklarının da kendi ekonomik yaşam koşullarından
kaynaklandığını unuturlar.
“Hukuk sisteminin karmaşık ve geniş
kapsamlı bir bütün haline gelmesiyle, yeni bir toplumsal iş bölümü zorunluluğu
doğar; bir profesyonel hukukçular zümresi oluşur ve onlarla birlikte hukuk
bilimi ortaya çıkar.”[10]
Hukuk yazını olan
anayasalar, yasalar, yönetmelikler, toplumsal ilişkileri koruyan, düzenleyen ve
yeniden üreten kurallar olarak, varlıklarını toplumsal ilişkilere borçludur.
Hukuksal metinler oluşturulurken, tarihsel miras, egemen ideolojinin bileşimi,
iktisadi ilişkilerin gelişme düzeyi, karşıt sınıfsal çıkarların dengesi, uluslar
arası konjonktür gibi faktörlerin etkisi vardır. Hukuksal kavramlar insan
aklının soyut yaratımları değil, toplumsal ilişkileri yansıtan,
profesyonellerin aklında bu ilişkilerin yeniden üretildiği kavramlardır. Hukuk,
toplumsal ilişkilerin devlet dolayımıyla yeniden üretildiği ve düzenlendiği
kuralları içerir. Devlet, hukukun yaratıcısı ve uygulayıcısıdır.
“(…) iktidarda hangi sınıf bulunursa
bulunsun, ‘sivil toplumun’ tüm gereksinimleri de yasalar kılığında evrensel
egemenliklerini kurabilmek için, devlet iradesinden süzülmek zorundadır.”[11]
Toplumsal ilişkilerdeki
değişimler ve farklılaşan gereksinimler ile sınıflar arasındaki hak
mücadeleleri, kapitalist üretim biçiminin kuruluşu sırasında kapitalist hukukun
oluşumunda önemlidir. Hukuksal biçimler oluşturulduktan sonra da gelişimleri
devam eder: “Değişen yaşam ilişkileriyle birlikte, yasalar da ister istemez
değişir.”[12]
“ (…) ‘hukukun gelişimi’nin yolu, ilkin,
ekonomik ilişkilerin hukuk ilkelerine doğrudan aktarılmasından ortaya çıkacak
çelişkileri gidermesi ve uyumlu bir hukuk sistemi kurma çabasıyla ve ondan
sonra da yeni yeni çelişkilere yol açan daha ileri aşamadaki ekonomik
gelişmelerin etkisi ve zorlamasıyla bu hukuk sisteminde ihlallerin tekrarına
başvurulmasıyla sınırlı kalıyor. (Burada, şimdilik yalnızca medeni hukuktan söz
ediyorum).”[13]
II.
Hukuksal yapı ve kurallar
Toplumsal ilişkilerin
hukuksal boyutu, hukuksal pratiklerle
ilişkileri ve insanların davranışlarını/eylemlerini düzenleyen normları
(kuralları) içerir. Hukuksal pratikleri ve ilişkileri, siyasal iktidar
örgütlenmesi olan devletin hukuksal alt kümelenmesi (mahkemelerdeki yargılama
süreçleri, cezaevleri vb.) oluşturur. Hukuk üstyapılardan biri olarak belirli
bir düzenlenişe ve işleyişe, eş deyişle yapıya sahiptir. Kapitalist toplumlarda bireylerin ve tüzel
kişilerin edimleri ve işlemleri, hukuksal yapı tarafından düzenlenir. Bireylerin,
örgütlenmelerin, kurumların davranış ve eylemlerinin düzenlenmesi süreçlerinde,
hukuksal yapı yabancılaşmış (insanların denetimlerinde olmayan) bir iktidar
ilişkileri boyutunu oluşturur. Hukuksal yapı, devletin baskı ve zor[14] uygulama pratikleriyle,
hukuka ilişkin oluşan ideolojiyle ve bizzat hukukun ideolojik içeriğiyle, toplumdaki
egemen ahlaki hak ve adalet anlayışıyla ilişkisiyle, insanların siyasal
iktidara bağlılıklarını sağlayan bir iktidar örgütlenmesidir.
Hukuku, egemen sınıfın bir iktidar
alanı ve aracı[15]
olarak görmek yerine kapitalist sınıfın işçi sınıfıyla arasındaki iktidar
ilişkilerinin bir boyutu ve bu
ilişkilerin bir yapılanması olarak
kavramak gerekir. İktidar ilişkilerinin hukuksal boyutunda, baskı
uygulamalarının/tahakkümün yanı sıra hukuksal pratiklerle üretilen ideolojik
değerler iş başındadır. Hukuksal pratikler, sadece yaptırımlarla/baskıyla
değil, insanlar üzerinde ideolojik hegemonya oluşturmayla da sonuçlanır.
“Hukukun üstünlüğü” (rule of law), “hukuk devleti” kavrayışı, devletin ve
hukukun yansız olduğu şeklindeki liberal ideolojik anlayış, kapitalist
toplumsal formasyonlardaki ideolojik bir illüzyonu
temsil eder. Hukukla sınırlandırılmış devlet demek olan “hukuk devleti”,
toplumsal yaşamda örneğin örtülü ödeneklerin, yasadışı gizli servis
operasyonlarının ve yanıltıcı şekilde “derin devlet” denilen fakat aslında
devletin asli bölmeleri tarafından gerçekleştirilen yasadışı faaliyetlerin de
gösterdiği üzere hiçbir zaman bir gerçeklik olarak var olmamıştır.
Hukuksal kurallar, toplumsal
ilişkileri yeniden üretir, düzenler ve korur. Kapitalist toplumlarda egemen
sınıf olan kapitalistlerin dinamik çıkarları, devlet tarafından oluşturulan
hukukun bazı kollarında, örneğin özel hukukta, iş hukukunda doğrudan gözetilir.
Kamu hukukunda, devlet ile yönetilenler arasındaki ilişkiler ile temel haklar
ve özgürlükler düzenlenir. Kamu hukuku da, hukukun tümü gibi toplumun iktisadi yapısı
tarafından koşullanır. Kamu hukukunun bir dalı olan ceza hukuku alanında,
toplumsal ilişkilerdeki düzen ve işleyiş güvenceye alınır. Proletaryanın
mücadelesinin düzeyi, genel olarak kapitalist hukukta bazı hakların yasalarda
ifadesiyle ya da bu hakların yasalardan çıkarılmasıyla yansımasını bulur. Kapitalist
sınıfın egemenliğinin/iktidarının bir boyutu ve yapısı olarak hukuk, ancak
içerisinde ezilen ve sömürülen sınıf olan proletaryanın hukuksal taleplerini
kısmen barındırmasıyla ve karşılamasıyla varlığını sürdürebilir.
Ortak duyudaki ideolojik
motifler, örneğin geleneksel değer yargıları, ahlaki ölçütler (adalet, hak gibi),
ahlaki olmayan ilke ve değerler (örneğin eşitlik, özgürlük gibi) hukuk
kurallarında massedilerek kapsanır. Üretim ve mübadele ilişkilerinin, hukuk
üstyapısında kurallar biçimine dönüştürülmesi süreçlerinde, ortak duyunun ya da
egemen ideolojinin çeşitli bileşenleri üzerinden dolayım gerçekleşir. Hukuksal
kuralların ideolojik içerikleri ve işlevleri vardır.
Hukuksal mevzuat
hiyerarşiktir ve büyük ölçüde iç tutarlılığa sahiptir. “Modern bir devlette
hukuk yalnızca genel ekonomik duruma tekabül etmekle ve onun ifadesi olmakla
kalmamalıdır; ama aynı zamanda, ülke içindeki çekişmelere uyarak kendisiyle
çelişmeyen, içsel olarak tutarlı bir
ifadesi olmalıdır.”[16]
Hukukta karar verilirken,
kurallardan çıkarım yapılmasından daha çok, olgular ile kavramlar arasındaki
bir akıl yürütmeyle “karar” oluşturulur. Hukuka aykırılık/uygunluk veya suç
incelemesi yapılırken formel mantık yürürlüktedir.[17]
III.
Hukukun ideolojik içeriği ve işlevi
Hıristiyanlık ve İslamiyet
gibi dinlerde, toplumlar ağırlıkla üretici kitlelerden/emekçilerden oluşsa da,
bunun üzerini örten bir “ümmet” anlayışı vardır. Sömürücü sınıflarla üretici
sınıflara mensup bireylere, Tanrı önünde eşit oldukları vaaz edilir. Özel ve
kamu hukuku da, benzer şekilde bireylerin eşit hak ve yükümlülüklere sahip
olduğunu, yasalar önünde bireylerin eşitliğini benimser. Hangi sınıfa ait
oldukları, sınıfsal farkları bir yana bırakılıp, bireyler, hukuken “kişi”
soyutlamasıyla dikkate alınır.[18] Kökeni Roma hukukundaki
“persona”ya[19]
dayanan, hak öznesi anlamına gelen “kişi” hukuksal kavramlaştırması ve yasa
önünde eşitlik, ideolojik kabullerdir. Örneğin T.C. Anayasası’nda şöyle
yazmaktadır: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç,
din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.”[20] Öte yandan, hukukun
biçimde “kişi” kavramlaştırmasını kullanması, içerikte toplumsal ilişkilerin
tarafları arasındaki farkları bazı yönlerden dikkate almadığı anlamına gelmez.
Örneğin ev sahibi-kiracı, satıcı-tüketici, kredi veren-alan, patron-işçi
arasındaki ilişkileri düzenleyen hukuksal kurallar, taraflar arasında ayrım
yapar.[21]
İnsanlar arasında
eşitsizliklerin, sınıfsal farkların olduğu bilinen bir gerçeklik olduğundan,
hukukun bu kabulleri, ideolojik mistifikasyondur. Üstelik burjuva hukuk
teorisinde/ideolojisinde devletin, kişilerin genel iradesini temsil ettiği, yurttaşların
bir toplumsal sözleşmeyle anayasalarını oluşturup devlet iktidarı altında
yaşayan kişiler oldukları benimsenir. “Genel irade” ve “toplumsal sözleşme”
oluşturulmuş fantastik ideolojik kavramlar olarak toplumsal gerçekliği
olduğundan farklı algılamaya/algılatmaya yarar. Kapitalist ulus-devletin
varlığı ve sürekliliğinde, kanun önünde eşit yurttaşlardan oluştuğu benimsenen
“ulus” ya da “millet”in, bir ideolojik bilinçlilik biçimi olarak her gün
çeşitli pratikler üzerinden yeniden üretilmesi önem taşır. Yeri gelmişken
belirtelim; “halk” kavramının farkı, sömürenler dışlanarak üretici emekçilerin
kapsanmasıdır.
Hukuk, toplumsal üretim
ilişkilerinin hukuksal biçimde ifadesi olan mülkiyet ilişkilerini korur ve
yeniden üretir. Sömürü ilişkileri olan üretim ilişkileri, hukuksal güvence
altına alınmıştır. Miras hukuku, emekçiler için bir anlama sahip değilken, onları
sömüren kapitalist sınıf ve ayrıca küçük burjuvazinin mülkiyetinin nesiller
boyunca aktarımını sağlar. Özel mülk edinme kapitalist hukuk sisteminde bir hak
olarak tanınmıştır. Üretim araçları ve toprak üzerinde mülk edinme özgürlüğünün
benimsenmesi, kapitalist üretim ilişkilerine uygun ideolojik bir kabuldür.
Sosyalizmde barınma, eğitim,
sağlık, sosyal güvence birer haktır ve hukuksal olarak bu durum anayasaya ve
yasalara yansıtılır. Oysa günümüzde sermaye sınıfına göre bunlar hak değildir
ve metalar olarak piyasa ilişkilerine dâhil edilmeli, alım-satımın konusu
olmalıdır. Neoliberal dönemde mevzuatta bu yönde yenilemeler/düzenlemeler
yapılmış ve uygulamaya geçilmiştir. Hakların ne olup olmadığı konusundaki
ideolojik mücadeleler, hukuksal düzenlemelere yansımaktadır.
Liberal ideolojinin negatif
özgürlük fikri, yani bireylerin başkalarına zarar vermemek koşuluyla düşünce ve
eylemlerine dışsal kısıtlamalar getirilemeyeceği anlayışı, hukuksal kurallara
yansıtılmıştır. Uygulamada ise bu özgürlükler çoğu durumda sınırlanmış
durumdadır. Bireylerin yeteneklerini ve potansiyellerini geliştirmesi ve
güçlerini gerçekleştirmesi, hedefleri doğrultusunda eyleme geçmesi anlamına
gelen pozitif özgürlük, kapitalist hukukta dikkate alınmaz. Çünkü bunların
olabilmesi için, bireylerin koşullarında ve olanaklara ulaşmalarında eşitliğin
sağlanması, yabancılaşmış üretim ilişkilerinden ve toplumsal ilişkilerden
kurtulmuş olmaları gerekmektedir.
Düşünce, örgütlenme ve basın-yayın
özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar/yasaklar ve cezalar, hukuk sisteminin bir
iktidar örgütlenmesi/yapısı olarak varlığını gösterirken, aynı zamanda
kapitalist sınıfın, toplum üzerindeki hegemonyasını koruma ve sürdürmede
yürütülen ideolojik mücadelenin bileşenleridir.
IV.
Bir hegemonya yapısı olarak hukuk
Althusser, “Devletin
İdeolojik Aygıtları” (DİA)’ların var olduğunu ve “Devletin Baskı Aygıtları”
(DBA)’lardan ayırt edilmeleri gerektiğini belirtir.[22] Althusser’in “Devletin
İdeolojik Aygıtları” (DİA) yaklaşımı sorunludur. Althusser’e göre, devlet, aile
DİA’sıyla ailelerde, öğrenimsel DİA’yla özel ya da devlet okulları olsun her
okulda, haberleşme DİA’sıyla basın-radyo-televizyon kanallarında ve hatta
internette, kültürel DİA’yla edebiyat, güzel sanatlar ve sporda, hukuk
DİA’sıyla bu alanda, diğer DİA’larla da toplumsal yaşamın diğer alanlarında,
“hazır ve nazır”dır. Kısacası, ona göre, devlet neredeyse her yerdedir ya da
neredeyse her şey (aile, edebiyat vd.) devlettir. Devlet, ister bir “aygıt”
olarak ele alınsın, istenirse de bir “toplumsal ilişki” olarak düşünülsün (ki
böyle düşünülmelidir), neredeyse toplumun tüm süreç, organizasyon ve
kurumlarında, ideoloji aracılığıyla da olsa, var olamaz. Toplumların tüm süreç,
organizasyon ve kurumları, bir “aygıt” değildir. Üstelik bunlara, “devletin
aygıtları” nitelemesi yakıştırılamaz.
Bize göre, kapitalist
toplumda sermaye sınıfının iktidarı toplumsal ölçekte oluşur ve yeniden
üretilir. Kapitalist sınıfın toplumsal iktidarı, tek başına devlet
organizasyonuyla sağlanmaz. Bunun yanı sıra toplumsal egemenliğin/iktidarın,
iktisadi, ideolojik (eğitsel, iletişimsel), kültürel (edebi, sanatsal,
sportif), sivil topluma ait örgütsel (sendikalar, dernekler, vakıflar vd.)
boyutları da bulunmaktadır. İşçiler ile patronlar arasında işletmeler ölçeğinde
kurulan ilişkide, salt iktisadi ve hukuksal bir ilişki değil, aynı zamanda
egemenlik-tabiiyet ilişkisi de vardır. Eğitim sistemi ve medya, kapitalist
sınıfın toplumsal iktidarı için gerekli hegemonyanın oluşumuna katılan
pratikleri ve insanlar arası ilişkileri barındırır. Sendikalar, devlet ve
patronlarla işçi sınıfının çıkarlarını uzlaştıran korporatist örgütlenmeler
olarak, emekçilerin kapitalist sisteme bağlanmalarını sağlar vd… İşte biz,
bütün bu boyutlarda sermaye sınıfının toplumsal egemenliğinin oluşmasına
katılan ve bu egemenliği her gün yeniden üreten organizasyonlara, toplumsal iktidarın hegemonya yapıları diyoruz.
Hegemonya baskı uygulama,
mecbur bırakma ve zorlama, korku, yıldırma, ideolojik onay, rıza ve bağlanma,
oyalama ve meşgale oluşturma gibi yollar üzerinden gerçekleşir. Sermaye
sınıfının toplumsal iktidarı, oluşan hegemonyayla sağlanır ve yeniden üretilir.
Toplumsal çeşitli süreçler, organizasyonlar ve üretimler aracılığıyla sermaye
sınıfının toplumsal egemenliğine süreklilik kazandırılır.
Kapitalist sınıfın toplumsal
iktidarının bir hegemonya örgütlenmesi/yapısı olarak hukuk, hem baskıcı
(mahkemeler, hapishaneler, ceza sistemi) işlevlere, hem de ideolojik işlevlere
sahiptir.
V.
Hukuk ‘göreli özerk’ midir?
Poulantzas’a göre devlet ve
hukuk, ekonomik düzeyden göreli olarak özerktir. Ona göre kapitalist toplumda, siyasi
olan ekonomik olandan ayrışmıştır. Üretim sürecinde veya dolaşım alanında
üretici emekçiler doğrudan siyasal bir şiddete maruz kalmazlar.[23] Poulantzas devletin,
yönetici sınıf olan burjuvazi karşısında göreli özerkliğinden de bahseder.[24] Örneğin günümüzde
siyasetçilerin ve bürokrasinin ağırlıklı çoğunluğunun, kapitalist sınıftan
ayrışmış olduğu bir gerçekliktir.
Böyle de olsa, emek
güçlerinin yeniden üretiminde, yani işçilerin her ertesi gün yeniden işbaşı
yapabilmelerinde, onlar üzerindeki kültürel ve ideolojik hegemonyanın önemi
bulunmaktadır. Sömürü ilişkileri olan kapitalist üretim ilişkilerinin
sürdürülebilirliği, ancak işçiler üzerinde ideolojik hegemonya sağlandığında
olanaklıdır. Ayrıca, aykırı eylemlerde bulunulduğunda fiziksel baskının olabilirliğini
hissetmeden ve siyasal/ideolojik alternatiflerin görülemeyişinin sonucu mevcut
hayat koşullarında yaşamaya ve çalışmaya zorlanma olmadan, sömürü ilişkileri
sürdürülemez. İşçiler baskı mekanizmaları var olmadan ve çalışma dışında
alternatifleri olmaması yüzünden çalışmaya zorlanmadan, sömürülemezler.
Bize göre kapitalizm,
iktisadi, siyasal, ideolojik, kültürel, hukuksal ve devletsel boyutları olan, bunların
birbirlerinden ayrı ve yalıtık değil de, iç içe ve etkileşim içerisinde olduğu
bir toplumsal ilişkiler sistemidir. Toplumsal ilişkilerin hukuksal, devletsel,
ideolojik, siyasal ve kültürel boyutları, iktisadi yapı/temel tarafından
en genel bir koşullamaya tabidir. Toplumsal ilişkilerin
farklı boyutları bir sistem/bütünlük oluşturur ve üstelik bu
sistemin/bütünlüğün öğeleri eşitsiz gelişim gösterir. Toplumsal ilişkilerin
iktisadi boyutu, toplumsal ilişkilerin diğer boyutlarıyla dışsal ilişkili
yalıtık bir “düzey”, izole bir “alan” ya da “mekân” oluşturmaz. Toplumsal maddi
yaşamın üretimi, salt iktisadi pratiklerle değil, toplumsal ilişkilerin farklı
boyutlarındaki çeşitli pratiklerle hep birlikte sağlanır ve bir sürekliliğe
kavuşur.
Siyasetçilerin ve
bürokrasinin büyük çoğunluğunun, faal kapitalist sınıftan ayrışması yani “göreli
özerkliği” ise bir görünümdür. Özündeyse, burjuvazinin dünya görüşü olan
liberalizmin farklı tonlarına ya da egemen ideolojik tayfın çeşitli kesitlerine
angajmanları olan siyasetçiler ve bürokratların, ideolojik bağlanmaları
üzerinden kapitalist sınıfın toplumsal iktidarını sürdürecek siyasal, teknik ve
ideolojik mesaileri vardır.
Hukukun görünürdeki
tarafsızlığı ve ayrıca biçimselliği, genelliği/evrenselliğine bakıp, emek-sermaye
ilişkilerine karşı göreli özerkliğinden bahsedilemez. Çünkü hukuk kuralları ve
yapısı bir sistem olarak, emek-sermaye uzlaşmaz karşıtlığını dinamik bir
dengede tutma, bu karşıtlığın çelişkilere dönüşmesinin önünü almak için
karşıtlıkları tolere edilebilir kılıp, yumuşatma işlevine de sahiptir.[25] Ayrıca, sınıflar arası
mücadeleler hukuksal biçimlerin oluşumunu etkiler.
VI.
Hak ve adalet
"Hak, hiç bir zaman toplumun
ekonomik yapısından ve onun koşulladığı kültürel gelişimden daha ileri
olamaz."[26]
Toplumsal ilişkilerin farklı
gelişim düzeylerinde, bu ilişkilerden türeyen haklar ve etik/moral değerler
oluşur; bunlar yaygın biçimde tanınır, benimsenir ve hukuki biçimlere de
kavuşturulur. Her toplumsal formasyonun içinde bulunduğu çağın üretim yapısına
göre şekillenen egemen hakkaniyet kriterleri, hak tanımları, etik değerlere ve
hukuksal ifadelere kavuşturulan adalet anlayışı bulunmaktadır. Hak ve adalet
kavramları, ahlaki ve aynı zamanda hukuksal kavramlardır.
Her tarihsel çağda toplumsal
ilişkilerin durumu, hakların ne olduğunu ve neleri kapsadığını belirler. Babil
İmparatorluğu’nda, toprak sahiplerinin, rahiplerin, tüccarların ve tefecilerin
çıkarları ve hakları, Hammurabi yasaları tarafından düzenlenmiştir. Bu
yasalarda köleler üzerindeki hakların korunması dikkat çekicidir. Köle
efendisinin mutlak malıdır; satılabilir, devredilebilir, rehin verilebilir.
Bunlar efendinin haklarıdır. Kölenin boyun eğmemesi durumunda, yasa, efendiye
onu sakatlama hakkını tanımaktadır. Bu toplumda köle ve mülk sahibi olan özgür
insanların iki kesimi bile (muşkinu ile amelu/maremelu) eşit haklardan
yararlanmaz. Bu durum da Hammurabi yasalarında düzenlenmiştir. Babil
İmparatorluğu’nda özgür tarımcılardan oluşan kırsal topluluksa, sulamayla
ilgili haklar ve yükümlülüklerle birleşmiştir. Sparta devletine bakacak
olursak, toplumsal katmanları oluşturan spartiatlar, perioikos’lar ve
ilotlar’ın hakları birbirinden farklıdır. Atina köleci demokrasisinde, Attika
nüfusunun altı-yedi’de biri haklara sahiptir; kölelerin, kadınların ve
meteklerin siyasal hakları yoktur.[27] Ortaçağda feodal
toplumsal ilişkiler, serflere efendi hakkı (cens) ödemeleri zorunluluğunu
getirir. Feodal beylerin ilk gece hakkı, serfleri hapse atıp, işkence yapma
hakkı vardır. Aslında feodal angaryalar, haraç, vergilerin tümü, feodal
beylerin, yüksek din adamlarının, soyluların ve kralların hakkı olarak kabul
görmüştür.[28]
“Tarihin tanıdığı devletlerin çoğunda,
yurttaşlara verilen haklar, ayrıca servetlerine göre değişmişlerdir; bu olgu, devletin,
mülksüz sınıfa karşı korunmak için, bir mülk sahibi sınıf örgütü olduğunu
açıkça gösterir. Atina ve Roma’da, servete göre kurulmuş sınıflar için daha o
zaman, durum buydu. Siyasal gücün, toprak mülkiyetine göre, hiyerarşik olarak
düzenlendiği Orta Çağ devletinde durum buydu. Modern temsili devletlerde, seçimlere
katılabilmek için belirli bir vergi ödenmesinde (cens electoral) de durum budur.
(…) demokratik cumhuriyet, (bu) en yüksek devlet biçimi, servet ayrımlarını
artık resmen tanımaz. Zenginlik, demokratik cumhuriyette, gücünü, dolaylı, ama
o kadar da güvenli bir biçimde gösterir.”[29]
Kapitalist üretim
ilişkilerinin gelişimiyle birlikte yeni hakların belirdiği görülür.
“Kapitalist burjuva toplumunda, ayrıcalığın
(imtiyazın) yerini hukuk alır. Mülkiyet üzerindeki hak, her yurttaşa, mal
varlığından, gelirinden, emeğinin ve çalışkanlığının ürünlerinden dilediği gibi
yararlanma ve bunlar üzerinde serbestçe tasarruf etme hakkı olarak, ayrıcalıklı
toprak sahipliğinin yerini alınca da, serbest parselleme ve serbest sözleşme
hakkı ortaya çıkar.”[30]
Liberal özgürlük ilkesi,
özünde mülkiyet hakkına gönderme yapar. Buna kısıtlama getirilemeyeceği
savunulur. Burjuva yurttaşın özel mülk edinme hakkı, servet edinme ve bunun
tasarrufuna sahip olma hakkı, bireysel özgürlük olarak benimsenir. Güvenlik
hakkı, yurttaşların kişiliğini, haklarını ve mülkiyetlerini korumak üzere
tanımlanır ki bu, burjuvazinin toplumun diğer kesimlerine karşı korunması
anlamına gelir. “Doğuştan gelen haklar” olarak kabul edilen bu hakların,
adalete dair ahlaki değerlere ve ayrıca yasalara yansıdığı gözlenir. Marx, bu
hakların kökeninin, değişim değerlerinin alışverişinde, eş deyişle mübadele
ilişkilerinde olduğunu saptar:
“Sınırları içerisinde emek gücü alım
ve satımının sürüp gittiği ayrıldığımız bu alan (dolaşım ya da meta mübadelesi
alanı-MB), aslında, insanın doğuştan var olan haklarının tam bir cennetiydi. Burada egemen olan yalnızca, Özgürlük,
Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır (faydacılığın kurucusu-MB). Özgürlüktür, çünkü
metanın, diyelim emek gücünün, hem alıcısı hem satıcısı yalnızca kendi serbest
iradelerinin etkisi altındadırlar. Serbest taraflar olarak sözleşme yaparlar ve
vardıkları anlaşma, ortak iradelerinin yasal ifadesinden başka bir şey
değildir. Eşitliktir, çünkü birbirleriyle basit meta sahipleri olarak ilişki
içine girerler ve eşdeğeri eşdeğerle değişirler. Mülkiyettir, çünkü bu
taraflar, kendi malı olan şeyler üzerinde tasarrufta bulunur. Ve Bentham’dır,
çünkü her iki taraf da yalnız kendisini düşünür. Bunları bir araya getiren ve
ilişki içerisine sokan tek güç, bencillik, kazanç ve özel kişisel çıkardır.”[31]
Adalet ve haklara ilişkin
anlayışlar, ideolojik yargılar ve değerler içerir. Fakat bu durum, bu anlayışların tümünün zorunlulukla
statükoyu desteklemeye yaradığı anlamına gelmez. Başka bir ifadeyle adalet
standartları, toplumlara içseldir, fakat toplumsal ilişkiler karşıt eğilimler
barındırdığından, bu eğilimlerin ve devrimci sınıfların çıkarlarının yansıdığı
bir ideolojik boyut da vardır. Kapitalist toplumda işçi sınıfının mücadelesi ve
bunun statükoya karşıtlığı, sosyalist ideolojinin eleştirel değerlere,
ilkelere, adalet ve haklar anlayışına sahip olmasının nesnel zeminini sağlar.
Sosyalistlerin mücadelelerinde haklardan ve adaletten bahsetmemesi düşünülemez.
Ahlaki bir kavramlaştırma olarak adaletin sosyalistlerce anlamlandırılması, hiç
de insanların çıkarları arasında tarafsız kalmalarını gerektirmez.
“(…) adalet, varlığını sürdüren
ekonomik ilişkilerin, kimi zaman tutucu, kimi zaman devrimci yönden ideoloji
katına çıkarılıp yüceltilmiş bir yansısından başkaca bir şey değildir.
Yunanlıların ve Romalıların adalet
anlayışı, köleliği adaletli buluyordu. 1789’un burjuva adalet anlayışı ise
feodalizmi adaletli bulmuyor ve ortadan kaldırılmasını istiyordu. Prusyalı
Junker’in (toprak sahibinin) gözünde o miskin Kreisordnung (toprak reformu)
bile ebedi adalete aykırı bir şeydi. İmdi, ‘ebedi adalet’ kavramı yalnızca
zamana ve yere göre değil, fakat aynı zamanda insanlara göre de değişen ve
herkesin başka türlü anladığı kavramlardan biridir.”[32]
Kapitalist sömürünün ve onun
toplumsal sonuçlarının eleştirisinde, sosyalist toplumun bakış açısıyla
yapılacak ahlaki yargılamalar gereksiz ve anlamsız değildir. Çünkü geleceğin
toplumunun değer yargıları, haklar ve adalet anlayışı, özgürlük ilkesi, bu
toplumun sahip olduğu ekonomik yapı hakkındaki bilgilerimizle bugünden öngörülebilmektedir.
Yaşanmış sosyalizm deneyimlerinin kazanımları ve işçi sınıfının mücadele
pratikleriyle kapitalist ülkelerde kazanılmış sınırlı haklar da, politik
mücadelede savunulması gereken değerlere ve ilkelere yol gösterir.
VII.
Neoliberal dönemde haklar ve hukuktaki değişim
Neoliberal dönemde kamusal
hizmetler, meta/mübadele ilişkilerine tabi kılındığından, devletin yurttaşlarla
kurduğu ilişkiler değişmekte, sınıfsal mücadelelerle elde edilmiş kamusal
haklar tasfiye edilmektedir. Sağlık, eğitim, sosyal güvenlik talep edildiği
zaman devlet tarafından karşılanması zorunlu birer hak olmaktan çıkarılmakta,
piyasa koşullarında karşılanır duruma getirilmektedir.
Sermaye birikiminin neoliberal
biçiminin gereksinimleri, kapitalist devletin düzenleniş ve işleyişini, eş
deyişle yapısını belirler. Sermaye birikim biçimi, bir toplumsal formasyondaki
sınıfsal yapılanma ve o toplumun uluslar arası kapitalizmle eklemlenme tarzı
tarafından oluşturulur.[33] Neo-liberal sermaye
birikim biçiminin oluşturulması, sürdürülmesi ve korunmasında işlevli olan
kapitalist devlet, hukuksal, ideolojik ve siyasal boyutlardaki değişimlerle
birlikte yeniden yapılanmıştır. Kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki
iktidar ilişkilerinin örgütlenmesi olarak devlet, işçi sınıfının bu iktidar
ilişkisindeki örgütlülüğünü ve gücünü kırıp asimetriyi artırmış, sınıfa dönük sosyal
işlevlerini tasfiye etmiş, otoriter özellikler kazanmıştır.
Öte yandan, neoliberal
dönmede hukuk sistemi piyasa ilişkilerine açılmakta ve bir tür
özelleştirme yaşanmaktadır. Tahkim, arabuluculuk, uzlaştırma, kısa yargılama,
müzakere, yargıç kiralama gibi yeni yollarla devlete ait yargılama yetkisi, özel
yargı piyasasına devredilmektedir. Kamu yararını gözeten ulusal mahkemelerin
yerini bir iktisadi sektöre dönüşen özel yargı sistemi almaktadır. Böylelikle yüksek
ciroları kasasına indiren hukuk şirketleri gelişmiştir.[34]
VIII.
Paşukanis’in hukuk teorisinin eleştirisi
Paşukanis 1924 yılında Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm adlı
eserini yayınlamasından sonraki yıllarda, 1936 yılına ulaşıncaya dek,
görüşlerini değiştirmiş ve orijinal düşüncelerinin yanlış olduğunu kabul
etmiştir.[35]
Biz burada Paşukanis’in bu eserinde öne sürdüğü görüşlerinden bazılarını
değerlendirmek istiyoruz.
Hukuk, salt iktisadi
ilişkilerin, örneğin mübadele ilişkilerinin üstyapısal bir yansıması olarak görülemez.
Paşukanis’in hukuku oluşturanın, mübadele ilişkileri olduğu yönündeki tezi,
doğru değildir. Paşukanis şöyle yazmaktadır:
“Kapitalist toplumun zenginliği
inanılmaz bir meta birikimi şeklinde ortaya çıktığı gibi, toplum da sonsuz
sayıda hukuksal ilişkiler toplamı olarak görünür. Mübadele, küçük birimlere
ayrılmış bir ekonomiyi varsayar. Yalıtık özel ekonomik birimler arasındaki
ilişkiler sözleşmelerle kurulur. Özneler arasındaki hukuksal ilişki, metalaşmış
emek ürünleri arasındaki ilişkinin diğer yüzünden başka bir şey değildir.”[36]
Roma Özel Hukuku ve Fransız
Medeni Kanunu (Code Napoléon) gibi örneklerde olduğu gibi özel hukuk, toplumun
iktisadi ilişkilerini yansıtır ve düzenler. Fakat suçların ve cezaların
düzenlenmesi, dernek ve sendika gibi örgütlerin hukuku, siyasi yaşamın kurallar
altına alınması, evlilik ve boşanma hukuku gibi örneklerden de anlaşılacağı
üzere, tüm hukuk iktisadi ilişkilerin yansımasına/kurallarla ifade edilmesine
denk düşmez.
Paşukanis ceza hukukunu,
“mübadele ilişkilerinin bir türevi” olarak görmektedir:
“Modern toplumun tabi olduğu temel
biçimin bir türevini temsil ettiği oranda ceza hukuku, hukuksal üstyapının bir
parçasıdır: tüm sonuçları ile eşdeğer mübadele biçimi. Ceza hukukunda bu
mübadele ilişkilerinin gerçekleşmesi, pazarda karşılaşan bağımsız ve eşit meta
üreticileri arasındaki ilişkilerin ideal biçimi olan hukuk devletinin
gerçekleşmesinin bir yönüdür.”[37]
Oysa ceza hukukunun tarihsel
gelişimine dair yaptığı değerlendirmeler de göstermektedir ki, bu hukuk türü,
mübadele ilişkilerinin ürünü/türevi değildir.[38]
Paşukanis, kapitalist
hukuksal kavramların sosyalizmde yerlerini, gelişen toplumsal ilişkilerin
yansıması olarak yeni kavramlara bırakacağı fikrine karşı çıkarken de
yanılmaktadır.
“İşçi sınıfı hukukunun, kendisine
başka genel kavramlar bulmak zorunda olduğu ve bu arayışın da Marksist hukuk
kuramının görevi olması gerektiği söylenilmektedir. (…) Bu eğilim, işçi sınıfı
hukuku için kendine özgü yeni genel kavramlar talep ederken pek devrimci
görünmektedir. Fakat gerçekte, hukuksal biçimin ölümsüzlüğünü ilan edip, bu
biçimi, tam gelişimine izin veren belirli tarihsel koşullardan soyutlamaya ve
sürekli yenilenme yeteneğine sahipmiş gibi sunmaya çalışırlar. Burjuva
hukukunun belirli kategorilerinin (şu ya da bu buyrukların değil, belirli
kategorilerin) sönümlenmesi, hiçbir biçimde, işçi sınıfı hukukunun yeni
kategorilerinin bunların yerini alması anlamına gelmez. (…) Burjuva hukuk
kategorilerinin sönümlenmesi, genel olarak hukukun sönümlenmesi, insan
ilişkilerindeki hukuksal unsurun yitip gitmesi anlamına gelecektir.”[39]
Buradaki sorun şudur:
Burjuva hukuk kategorileri sönümlenirken, neden genel olarak ve en bloc hukuk
da sönümlensin?.. Sosyalizm, bir toplumsal formasyon olarak taşıdığı ilişkilere
üstyapısal biçimler kazandıracaktır. Sosyalist toplum dinamizmi içerisinde
devleti zaman içerisinde sınıfsal/siyasi belirlenimden kurtarıp
kamusallaştıracak, hukuku ise bilimsel düzenleyici kurallara dönüştürecektir.
“Ahlakın, hukukun ve devletin burjuva
toplumunun biçimleri olduğu gerçeği akılda tutulmalıdır. İşçi sınıfı bu
biçimleri kullanmak zorunda olsa bile, bu durum kesinlikle, onların sosyalist
bir içerik alarak gelişmeyi sürdürecekleri anlamına gelmez. Bu biçimler,
sosyalist içeriği özümleyemezler; bunlar, söz konusu içerik gerçekleştiği
oranda sönümlenmek zorunda kalacaklardır.”[40]
Oysa örneğin toplumsal
yararı gözetme, insanların kardeşliğine inanma (“insanın kardeşliği boş bir söz değil, bir gerçekliktir” (Marx, 1844
Elyazmaları)), “kendine yapılmasını istemediğin bir davranışı başkasına yapmama”,
dayanışma ve yardımlaşma, diğerkâmlık (altruizm, özgecilik) gibi ahlaki
değerler, sosyalizmde geliştirilen ilke ve değerlerden bazılarıdır. Toplumsal
ilişkilerin içeriği değiştikçe, hukuk ve devlet biçimleri dönüşüme uğrayacak,
bunların kapsamı da başkalaşım geçirecektir.
IX.
Komünizm ve hukuk
Siyasal devrimle birlikte
kapitalist devlet ve hukuksal iktidar örgütlenmesi dağıtılacaktır. Sosyalizmde
hukuk, sosyalist devletle birlikte yeniden inşa edilecek ve toplumla birlikte
gelişip kapsamı genişleyecektir. Toplumsal devrim boyunca hukuk, eski toplumsal
ilişkileri bastırma ve yeni toplumsal ilişkileri geliştirmenin bir aracı olarak
da kullanılacaktır. Devletin toplumsal örgütlenmeler ile kaynaşması ve bunlar
içerisinde erimesi sürecinde (devletin kamuyla özdeşleşmesi) hukuk, toplumsal
ilişkilerin doğal (yabancılaşmış değil) hukuku olacaktır. Örneğin özel mülkiyet
ve sözleşmeden doğan haklar, hak olmaktan çıkacak, yaşam hakkı, barınma hakkı,
sağlık hakkı, eğitim hakkı, örgütlenme hakkı vd. anayasal ve yasal olarak
güvenceye alınacaktır.
Tüketim ürünlerinden
yararlanma hakkı ise, sosyalist toplumun ekonomik yapısı tarafından koşullanır.
Bu noktada “herkesten yeteneğine göre, herkese çalıştığı kadar” ilkesi geçerlidir.
Bu hak, hala burjuva dar ufuk içerisinde yer alır ve kusurludur. Çünkü insanlar
arasındaki yetenekleri, verimleri ve aile yapıları açısından farkları hesaba
katmaz. İnsanların ihtiyaçlarını dikkate almaz. Aslında sosyalizmde, yani
komünizmin ilk fazında eğitim, sağlık, barınma hakları tüm üreticilere sağlanır
ve bunlara ulaşmada eşitlik vardır. Bunlar için gerekli toplumsal fonlar
ayrılmıştır. Üreticilerin aile yapıları arasındaki farkları dengeleyecek
yardımların yapılacağı da söylenmelidir. Fakat yine de bu ilk faz için geçerli
olan dağıtım standardının, üretimin sosyalist koşullarına bağlı olarak
gerçekleşeceği görülmelidir. Bu sosyalizmin “adil” dağıtım standardıdır.
Sosyalizmin kendine özgü dağıtım tarzı ve adalet formu vardır. Komünist toplum,
bugün için dünya çapında bir bolluk toplumunun var oluş koşulları
bulunduğundan, dünya sosyalist devrim süreci akamete uğramazsa, hızla
sosyalizmin yerini alabilir. O zaman dağıtım standardı da değişir ve “herkese
ihtiyacı kadar” kuralıyla gerçekleşir.
Sosyalizmde refah içinde
yaşama hakkı, geçimlik hakları (beslenme, içilebilir su bulma, barınma,
giyinme, temel tıbbi yardım, yaşanabilir bir çevre vd.) ve güvenlik hakları
(öldürülmeme, saldırıya uğramama gibi); konuşma, örgütlenme ve toplantı yapma
hakkı; oy verme, siyasal görev alma ya da ayrılma hakkı ile bireylerin parçası
olduğu toplumsal/ekonomik tüm kurumlarda kararlara katılma hakkı; konut hakkı,
çalışma hakkı, eğitim ve sağlık hakkı vardır. Sosyalizmde toplumsal ilişkilere
uygun olan ve onları düzenleyen adalet ilkeleri bulunur. Konuşma ve toplantı
yapma özgürlüğü, vicdan ve düşünce özgürlüğü, bireysel tüketim araçlarını mülk
edinme hak ve özgürlüğü, keyfi uygulamalardan korunma hakkı yürürlüktedir.
Bireylerin çeşitli görevlere ulaşmasında maksimum fırsat eşitliği vardır ve
kişilerin katıldıkları kurumlarda karar oluşturma süreçlerine eşit katılım
hakkı bulunur. Çalışamayacak durumda olanların, engellilerin hakları toplum
tarafından korunur. Çocuklara nitelikli ve bilimsel (elbette ücretsiz) eğitim bir
hak olarak sağlanır. İnsanlar arasında ayrımcılık yapılmaz (eşit muamele
hakkı). Sosyalizmde adalet ilkeleri ve uygulamadaki haklar, hukuksal düzlemde
yasalara ve anayasaya yansıtılacaktır. Vergiler ve ortak savunma görevi gibi
yükümlülükler de hukuksal ifadelere kavuşacaktır.
Komünizmde hukuk, toplumu ve
insanların davranışlarını düzenleyen bilimsel kurallara dönüşecek, tahakküm
uygulama ve ideolojik hegemonya oluşturma işlevi yitip gidecektir. Komünizmde, suç ve ceza tanımları yerine toplumsal
ilişkiler için tehlike oluşturan belirtiler
ve toplumu korumak için bu belirtilere karşı uygulanacak yöntemler olacaktır.
“Cezanın, tazmin niteliğinden,
toplumsal savunmanın tedbiri olmaya ve toplumsal olarak tehlikeli bireylerin
yeniden eğitilmesine dönüştürülmesi (…) yeniden eğitme, artık herhangi bir
‘suçu’ müeyyidelendiren bir mahkeme kararının basit bir ‘adli sonucu’
olmayacak, fakat tıbbi ve eğitbilimsel nitelikte, tamamen özerk bir toplumsal
işleve dönüşecektir. (…) Toplumsal savunma ilkesinin düzenli uygulanması, ayrı
bir suçlar (ve mantıksal olarak
bunlara bağlı, yasa veya mahkemece belirlenmiş cezai tedbirler) derlemesi
yaratılmasını değil, fakat toplumsal olarak tehlikeli durumları gösteren belirtilerin açık bir tanımını ve
toplumu korumak için her bir özel durumda uygulanacak yöntemlerin açık ve ayrıntılı biçimde hazırlanmasını gerektirir.”[41]
Hukukun sönümlenmesi, sadece
tahakkümün ve hukukun ideolojik işlevlerinin yok olup gitmesi anlamına gelir.[42] Komünizmde hukuk ortadan
kalkmaz. Çünkü “ubi societas, ibi jus” (toplumun olduğu yerde hukuk vardır).
Sosyalizm döneminden komünist dünya toplumuna geçilirken, hukuksal kurallar ve
yapılar başkalaşıma (metamorfoza) uğrar.
İnsanların gereksinimlerinin komünizmin bolluk toplumunda yeterince
karşılandığı, herkes için tüm olanaklara ulaşmada eşitlik olduğu, insanların
hayat koşullarını denetim altına aldıkları, yani yabancılaşmadan kurtulup özgür
oldukları bir durumda, adaletten ve haklardan bahsetmenin anlamı kalmaz. Hukuk
burada, toplumun işleyiş ilkelerinin yazılı olarak kayıt altına alınması ve
toplumsal ilişkilerin bilimsel düzenleniş ilkeleri olması dışında başkaca bir
var oluşa sahip değildir.
[1] Karl Marx, The Introduction to Contribution To The Critique Of Hegel's Philosophy
Of Right https://www.marxists.org/archive/marx/works/1843/critique-hpr/intro.htm
[2] Karl Marx, Kapital 1. Cilt, Sol Yayınları, 7. Baskı, 2004, s. 587
[3] Taner Yelkenci, Marksist-Leninist Devlet Teorisi, Marksist Devlet ve Hukuk Teorisi
içinde, NotaBene Yayınları, 1. Basım, 2013, s. 90
[4] Taner Yelkenci, Marksist-Leninist Devlet Teorisi, a.g.e. içinde, s. 89
[5] Karl Marx MEW XXV, 801’den aktaran Rona Serozan, a.g.e., s. 26-7
[6] “Tüm toplumsal ilişkiler hukuksal
biçimler almadığı gibi toplumsal ilişkileri düzenleyen tek araç da hukuk
değildir.” Bkz; Onur Karahanoğulları, Diyalektik Hukuk Bilimi Notları, Marksizm ve Hukuk içinde, Yordam Kitap,
1. Baskı 2018, s. 205
[7] “Taşınır malların özel mülkiyetinin
gelişmiş bulunduğu andan başlayarak, bu özel mülkiyetin üstün geldiği bütün toplumların
şu ahlak buyruğuna ortaklaşa sahip bulunmaları gerekiyordu: Çalmayacaksın.” Bkz;
Friedrich Engels, Anti-Dühring, Sol
Yayınları, 4. Baskı 2003, s. 160
[8] “Ahlaki tumturaklı sözler, toplumsal
pratiğin ahlaksızlığı ile kopmaz biçimde bağlantılıdır ve ondan beslenir. (…)
Etik biçimin bu ikiyüzlülüğü (…) etik biçimin ayırt edici temel özelliğidir.”
Bkz; Evgeny B. Paşukanis, Genel Hukuk
Teorisi ve Marksizm, Birikim Yayınları, 1. Baskı, 2002, s. 164
[9] “Adalet, etiki hukuka götüren
basamaktır.” Bkz; Evgeny B. Paşukanis, a.g.e.,
s. 168
[10] Friedrich Engels Konut Sorunu’ndan aktaran Rona Serozan, a.g.e., s. 27
[11] Friedrich Engels Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu’ndan aktaran
Rona Serozan, a.g.e., s. 28
[12] Karl Marx Ren Bölgesi Demokratlar Komitesi Davasındaki Konuşma’dan aktaran Rona
Serozan, a.g.e., s. 37
[13] Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yazışmalar 2, Sol Yayınları, 1.
Baskı, 1996; F. Ensgels’ten Conrad Schmidt’e 27.10.1890 tarihli mektup, s. 243
[14] “Baskı kasıtlı (bir) failin ya da
baskıcının varlığını gösterirken, zor seçeneğe hiç yer bırakmayan
kısıtlamaların varlığından daha fazlasını gerektirmez. Bir başka yerde iş
bulamıyorsam kendi kasabamda yaşamak zorunda kalırım, ancak oradan ayrılamaya
çalıştığım zaman tutuklanacaksam orada yaşamak için baskı altına alınmış
olurum.” Bkz; Jon Elster, Making Sense of
Marx’tan aktaran R.G. Peffer, Marksizm,
Ahlak ve Toplumsal Adalet, 1. Baskı, 2001, s. 154
[15] “Hukuk (…) devlet iktidarı kadar
gerçek ve sürekli mücadelenin konusu bir iktidar alanıdır.” Bkz; Onur
Karahanoğulları, a.g.e., s. 141
[16] Karl Marx-Friedrich Engels, a.g.e., s. 242
[17] Onur Karahanoğulları, a.g.e., s. 139-40
[18] Taner Yelkenci, Marksist-Leninist Devlet Teorisi, a.g.e. içinde, s. 94-5
[19] Latince
“persona” kelimesi, maske anlamına gelir. Roma’da oyuncular sahneye çıkarken,
yüzlerine temsil ettikleri tiplerin maskelerini geçirirlerdi. Bu maskeler her
rol için sabitlenmişti. Rol yapmayı anlatmaya yarayan bu kelime, giderek hayatta
oynanan rolü anlatmak için kullanılmıştır. Bugünkü hukuksal anlamı, hak
ehliyetine sahip varlıklardır (bkz; https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/504794).
[20] T.C. Anayasası, 10. Madde, https://www5.tbmm.gov.tr/anayasa.htm
[21] Ronnie Warrington, Paşukanis ve Meta Biçimi Teorisi,
Marksist Devlet ve Hukuk Teorisi içinde,
s. 130
[22]
Louis Althusser, İdeoloji ve
Devletin ideolojik Aygıtları, Çeviren: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları,
Birinci Baskı, 2003
[23] Sonja Buckel, Güç İlişkilerinin Hukuki Yoğunlaşması: Nicos Poulantzas ve Hukuk, Marksist Devlet ve Hukuk Teorisi içinde, NotaBene Yayınları, 1. Basım, 2013, s. 279-301
[24] Nicos Poulantzas, Kapitalist Devlet Sorunu, Hazırlayanlar: Bertell Ollman, Kevin B. Anderson, Çağdaş Marksizm Seçkisi-Yüzyıla Damda Vuran Metinler içinde, 1. Basım, 2019, s. 316-28
[25] “Devletin dört temel işlevi öne çıkartılmıştır: Birincisi, üretimin genel koşullarını sağlamak (altyapı); ikincisi, hem toplumun üyeleri için hem de doğrudan devletin kendi müdahale hakkı için genel yasal normları belirlemek; üçüncüsü, emek ve sermaye arasındaki çelişkiyi sadece hukuk ile değil, aynı zamanda ‘devletin baskı aygıtları’ ile dengelemek; son olarak, tüm ulusal sermayenin dünya pazarında mücadele edebilmesini diplomatik ve askeri politikalarla garanti etmek.” Elmar Altvater, Jürgen Hoffmann, Batı Almanya’da Devlet Türetme Tartışması: Marksist Devlet Teorisi Sorunu Olarak Ekonomi ve Politika İlişkisi, Marksist Devlet ve Hukuk Teorisi içinde, NotaBene Yayınları, 1. Basım, 2013, s. 322
[26] “Right
can never be higher than the economic structure of society and its cultural
development conditioned thereby.” Bkz; https://www.marxists.org/archive/marx/works/1875/gotha/ch01.htm, Karl
Marx, Gotha Programının Eleştirisi
[27] V. Diakov, S. Kovalev, İlkçağ Tarihi, V Yayınları, Birinci
Basım, 1987, s. 110, 113, 114, 117, 358, 422
[28] Bkz; Friedrich Engels, Köylüler Savaşı, Sol Yayınları
[29] Friedrich Engels Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, 7.
Baskı, 1979, s. 223-4
[30] Karl Marx-Friedrich Engels, Kutsal Aile’den aktaran Rona Serozan, a.g.e., s. 52
[31]
Karl Marx, Kapital 1. Cilt, Sol
Yayınları, 7. Baskı, 2004, s. 178-9
[32] Friedrich Engels Konut Sorunu’ndan aktaran Rona Serozan, a.g.e., s. 27-8
[33] Haldun Gülalp, Kapitalizm, Sınıflar ve Devlet, s. 69-73
[34] İlhan Gülhan, Karşıdevrimci burjuvazi ile geriye dönüş, https://sendika.org/2023/06/karsidevrimci-burjuvazi-ile-geriye-donus-686105/
[35] Bu konuda bkz; Norbert Reich, Devrim ve Stalinizm Arasında Marksist Hukuk
Teorisi: Paşukanis Örneği, Marksist Devlet ve Hukuk Teorisi içinde,
NotaBene Yayınları, 1. Basım, 2013, s. 183-98
[36] Evgeny B. Paşukanis, a.g.e., s. 83
[37] Evgeny B. Paşukanis, a.g.e., s. 186
[38] “Ceza hukukunun tarihsel kökeni,
kanlı öç alma geleneğine bağlıdır.” “Öç alma ancak, yanı sıra uzlaşma veya
parasal tazminat sisteminin gelişip yerleşmeye başlaması ile gelenek tarafından
düzenlenmeye ve ‘göze göz, dişe diş’ kuralına dayanan bir tazmine dönüşmeye
başlamıştır.” “Sırf biyolojik bir olgu olan öç alma, eşdeğerlerin mübadelesi
biçimine, değerlerle ölçülen mübadele biçimine bağlanır bağlanmaz hukuksal bir
kuruma dönüşür.” “Feodal bey, boyun eğmeyen köylüleri ve egemenliğine karşı
çıkan kentlileri cezalandırmıştır. Birleşik kentler, soyguncu şövalyeleri asmış
ve onların şatolarını yıkmıştır. Ortaçağda loncaya girmeksizin bir mesleği icra
etmek isteyen bireyin hukuku ihlal ettiği kabul edilmiş; kapitalist burjuvazi
de doğar doğmaz, işçilerin derneklerde bir araya gelmesini suç saymıştır.” Bkz;
Evgeny B. Paşukanis, a.g.e., s. 177,
178, 179-80, 184
[39] Evgeny B. Paşukanis, a.g.e., s. 55-56
[40] Evgeny B. Paşukanis, a.g.e., s. 167
[41] Evgeny B. Paşukanis, a.g.e., s. 196
[42] Onur Karahanoğulları şöyle yazıyor: “Devlet ve hukuk ebedi biçimler değildir. Bunların insanlık tarihinden silinmesinin başlangıcı devrim anı olmadığı gibi ortadan kalkacakları gün için de bir tarih veya aşama verilemez. Kapitalizm içinde de hukukun sönümlenmeye doğru yönelmesi olanaklıdır.” Bkz; Onur Karahanoğulları, a.g.e., s. 231. Bize göre, devlet ve hukuk yapıları/örgütlenmeleri, sosyalizm döneminde “kamulaşacak”, eş deyişle toplumsal örgütlenmeler içerisinde eriyip onlarla kaynaşacaktır. Kapitalizm koşullarında hukukun sönümlenmeye doğru yönelmesinden bahsetmek ise akıl karı değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.