8 Haziran 2023 Perşembe

[Hukuk Teorisi]

Mahmut Boyuneğmez

“Tarihin hizmetinde olan felsefenin acil görevi, bir kere insanın öz-yabancılaşmasının kutsal formlarının maskesi düşürüldüğünde, kutsal olmayan formlarındaki öz-yabancılaşmayı ortaya çıkarmaktır. Böylelikle gökyüzünün eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine ve teolojinin eleştirisi siyasetin eleştirisine dönüşür.”[1]

“Yasaların ruhu denen şey aslında mülkiyettir” (Linguet)[2]

“Yasayı yapan otoritedir, hakikat değil” (“autoritas, non veritas facit legem”). (Hobbes, Laviathan, Bölüm 26)[3]

“Toplumun olduğu yerde hukuk vardır” (“Ubi societas, ibi jus”).

Giriş

Hukuk, sadece kurallardan ya da mevzuattan ibaret değildir; hukuksal yapı, devletin alt kümelenmesi olarak barındırdığı hukuksal pratikler ve ilişkilerle, aynı zamanda bir iktidar örgütlenmesidir. Kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki mücadeleler ve iktidar ilişkilerindeki dinamik denge, hukuksal biçimlerde yansıtılır. Örneğin neoliberal sermaye birikim biçimiyle birlikte, proletaryanın iktidar ilişkilerindeki gücü ve örgütlülüğündeki gerileme, hukuksal düzenlemelerle ifade edilmiştir.

“Hukuk, egemen sınıfın çıkarlarıyla örtüşen ve onun sistematik şiddetini/iktidarını muhafaza eden bir toplumsal ilişkiler sistemi ya da düzenidir.”[4] Başka bir ifadeyle, hukuksal normlar tarafsız değildir; hukuksal kurallar egemen sınıfın iktidarını muhafaza etmeye dönük ideolojik işlevlere sahiptir ve hukuksal yapı kapsamındaki belirli toplumsal ilişkiler/pratiklerle işlerlik kazanır. Bu kurallar, sınıflar arası mücadelelerle şekillenen toplumsal ilişkiler tarafından koşullanır. Hukuk, egemen sınıf adına geliştirilen ve kapitalist toplumsal ilişkiler sisteminin sürdürülmesinde işlevi olan politikaların mevzuat aracılığıyla büründüğü bir formdur.

Öte yandan, hukukun kapitalizm sonrası akıbetinin ne olacağı konusunda, bugünden öngörülerde bulunmak mümkündür. Ancak bu öngörülerin kapsamı, gelişimin ana çizgilerini içerebilir. İçerik olarak bakıldığındaysa, yaşanmış sosyalizm deneyimlerinin hukuk oluşumları, yolumuzu aydınlatacak bir birikime sahiptir.

I. Hukukun işlevi, oluşumu ve gelişimi

“Kural ve düzen, toplumun, salt keyfilikten ve rastlantıdan kurtulup, kendisini kalıcı kılmasının bir biçimidir. Toplum, bu biçime, üretim sürecinin ve bu sürece denk düşen toplumsal ilişkilerin durağan anlarında, kendini sürgit yeniden üretmek suretiyle erişir. Bu oluşum, belirli bir zaman kesiti boyunca süregelmişse, gelenek ve görenek olarak taşlaşır ve sonunda da açık bir yasa olarak kutsallaştırılır. Bu kural ve düzen, toplumsal dayanıklılığa kavuşacak ve rastlantıdan, keyfilikten bağımsızlık kazanacak her üretim biçiminin kendisinden vazgeçilmez öğesidir.”[5]

Hukuk kuralları, toplumsal ilişkileri “kalıcı kılmanın” ve yeniden üretmenin bir biçimidir. Tüm toplumsal ilişkiler, hukuksal biçimlere dönüştürülmez.  Fakat kapitalist toplumlarda hukuk, en kapsamlı toplumsal düzenleyicilerden biridir. Hukuksal yapı ise, toplumsal ilişkileri düzenleyen ve yeniden üreten tek pratik ve işleyiş değildir.[6] Hukuk fetişizmi, başka bir deyişle hukukun toplumsal sistemi düzenleyen başat ya da tek yapı olarak görülmesi, yabancılaşmanın sonucu olan ideolojik bir ters çevirmeye karşılık gelir.

Ahlak (etik), toplumsal ilişkilerdeki bozulmalara ve sapmalara karşıt tepkiyle oluşturulan, toplumsal ilişkilerdeki düzeni koruyan bir başka ideolojik formdur[7]. Ahlak, bir ikiyüzlülüğü anlatır; ahlakı doğuran, toplumsal ilişkilerin nesnel acımasız, halden anlamaz, vicdansız ve merhametsiz işleyişi ve sonuçlarıdır.[8] Ahlak toplumsal ilişkileri düzenlemede işlevli bir ideoloji olarak, hak ve adalet kavramları dolayımıyla hukukla ilişkilenir.[9] Hukuk ise, özneler arasındaki çekişme ve çatışmaları, toplumsal ilişkilerdeki düzensizlikleri ve ihlalleri, bir düzene bağlar.

“Toplumsal gelişmenin belirli, çok ilkel bir aşamasında, günbegün yenilenen toplumsal üretimi, üretilen ürünlerin üleşimini ve değiş tokuşunu ortak bir düzene bağlama gereksinimi doğar; bireyin kendisini üretimin ve değiş tokuşun ortak kurallarına bağımlı kılması zorunluluğu belirir. Önceleri bir ‘gelenek’ durumunda kalan kurallar dizisi, kısa bir süre sonra ‘yasa’ haline gelir. Yasanın yanı sıra, onu ayakta tutmaya yarayacak organlar, kamu otoritesi, yani ‘devlet’ de zorunlu olarak ortaya çıkar.

“Toplum daha fazla geliştiğinde, yasa da dar veya geniş kapsamlı bir hukuk sistemine dönüşür. Bu hukuk sistemi daha da karmaşıklaştığı zaman, sistemin terminolojisi de toplumsal yaşamın sıradan ekonomik koşullarını dile getiren terminolojiden uzaklaşır. Bu hukuk sistemi, varoluşunun ve sonraki gelişiminin nedenlerini süregelen ekonomik koşullarda değil de kendi iç mantığında ya da isterseniz ‘irade kavramı’nda bulan bağımsız bir öğe olarak gözükür. İnsanlar, tıpkı hayvanlardan türemiş olduklarını unuttukları gibi, hukuklarının da kendi ekonomik yaşam koşullarından kaynaklandığını unuturlar.

“Hukuk sisteminin karmaşık ve geniş kapsamlı bir bütün haline gelmesiyle, yeni bir toplumsal iş bölümü zorunluluğu doğar; bir profesyonel hukukçular zümresi oluşur ve onlarla birlikte hukuk bilimi ortaya çıkar.”[10]

Hukuk yazını olan anayasalar, yasalar, yönetmelikler, toplumsal ilişkileri koruyan, düzenleyen ve yeniden üreten kurallar olarak, varlıklarını toplumsal ilişkilere borçludur. Hukuksal metinler oluşturulurken, tarihsel miras, egemen ideolojinin bileşimi, iktisadi ilişkilerin gelişme düzeyi, karşıt sınıfsal çıkarların dengesi, uluslar arası konjonktür gibi faktörlerin etkisi vardır. Hukuksal kavramlar insan aklının soyut yaratımları değil, toplumsal ilişkileri yansıtan, profesyonellerin aklında bu ilişkilerin yeniden üretildiği kavramlardır. Hukuk, toplumsal ilişkilerin devlet dolayımıyla yeniden üretildiği ve düzenlendiği kuralları içerir. Devlet, hukukun yaratıcısı ve uygulayıcısıdır.

“(…) iktidarda hangi sınıf bulunursa bulunsun, ‘sivil toplumun’ tüm gereksinimleri de yasalar kılığında evrensel egemenliklerini kurabilmek için, devlet iradesinden süzülmek zorundadır.”[11]

Toplumsal ilişkilerdeki değişimler ve farklılaşan gereksinimler ile sınıflar arasındaki hak mücadeleleri, kapitalist üretim biçiminin kuruluşu sırasında kapitalist hukukun oluşumunda önemlidir. Hukuksal biçimler oluşturulduktan sonra da gelişimleri devam eder: “Değişen yaşam ilişkileriyle birlikte, yasalar da ister istemez değişir.”[12]

“ (…) ‘hukukun gelişimi’nin yolu, ilkin, ekonomik ilişkilerin hukuk ilkelerine doğrudan aktarılmasından ortaya çıkacak çelişkileri gidermesi ve uyumlu bir hukuk sistemi kurma çabasıyla ve ondan sonra da yeni yeni çelişkilere yol açan daha ileri aşamadaki ekonomik gelişmelerin etkisi ve zorlamasıyla bu hukuk sisteminde ihlallerin tekrarına başvurulmasıyla sınırlı kalıyor. (Burada, şimdilik yalnızca medeni hukuktan söz ediyorum).”[13]

II. Hukuksal yapı ve kurallar

Toplumsal ilişkilerin hukuksal boyutu, hukuksal pratiklerle ilişkileri ve insanların davranışlarını/eylemlerini düzenleyen normları (kuralları) içerir. Hukuksal pratikleri ve ilişkileri, siyasal iktidar örgütlenmesi olan devletin hukuksal alt kümelenmesi (mahkemelerdeki yargılama süreçleri, cezaevleri vb.) oluşturur. Hukuk üstyapılardan biri olarak belirli bir düzenlenişe ve işleyişe, eş deyişle yapıya sahiptir.  Kapitalist toplumlarda bireylerin ve tüzel kişilerin edimleri ve işlemleri, hukuksal yapı tarafından düzenlenir. Bireylerin, örgütlenmelerin, kurumların davranış ve eylemlerinin düzenlenmesi süreçlerinde, hukuksal yapı yabancılaşmış (insanların denetimlerinde olmayan) bir iktidar ilişkileri boyutunu oluşturur. Hukuksal yapı, devletin baskı ve zor[14] uygulama pratikleriyle, hukuka ilişkin oluşan ideolojiyle ve bizzat hukukun ideolojik içeriğiyle, toplumdaki egemen ahlaki hak ve adalet anlayışıyla ilişkisiyle, insanların siyasal iktidara bağlılıklarını sağlayan bir iktidar örgütlenmesidir.

Hukuku, egemen sınıfın bir iktidar alanı ve aracı[15] olarak görmek yerine kapitalist sınıfın işçi sınıfıyla arasındaki iktidar ilişkilerinin bir boyutu ve bu ilişkilerin bir yapılanması olarak kavramak gerekir. İktidar ilişkilerinin hukuksal boyutunda, baskı uygulamalarının/tahakkümün yanı sıra hukuksal pratiklerle üretilen ideolojik değerler iş başındadır. Hukuksal pratikler, sadece yaptırımlarla/baskıyla değil, insanlar üzerinde ideolojik hegemonya oluşturmayla da sonuçlanır. “Hukukun üstünlüğü” (rule of law), “hukuk devleti” kavrayışı, devletin ve hukukun yansız olduğu şeklindeki liberal ideolojik anlayış, kapitalist toplumsal formasyonlardaki ideolojik bir illüzyonu temsil eder. Hukukla sınırlandırılmış devlet demek olan “hukuk devleti”, toplumsal yaşamda örneğin örtülü ödeneklerin, yasadışı gizli servis operasyonlarının ve yanıltıcı şekilde “derin devlet” denilen fakat aslında devletin asli bölmeleri tarafından gerçekleştirilen yasadışı faaliyetlerin de gösterdiği üzere hiçbir zaman bir gerçeklik olarak var olmamıştır.

Hukuksal kurallar, toplumsal ilişkileri yeniden üretir, düzenler ve korur. Kapitalist toplumlarda egemen sınıf olan kapitalistlerin dinamik çıkarları, devlet tarafından oluşturulan hukukun bazı kollarında, örneğin özel hukukta, iş hukukunda doğrudan gözetilir. Kamu hukukunda, devlet ile yönetilenler arasındaki ilişkiler ile temel haklar ve özgürlükler düzenlenir. Kamu hukuku da, hukukun tümü gibi toplumun iktisadi yapısı tarafından koşullanır. Kamu hukukunun bir dalı olan ceza hukuku alanında, toplumsal ilişkilerdeki düzen ve işleyiş güvenceye alınır. Proletaryanın mücadelesinin düzeyi, genel olarak kapitalist hukukta bazı hakların yasalarda ifadesiyle ya da bu hakların yasalardan çıkarılmasıyla yansımasını bulur. Kapitalist sınıfın egemenliğinin/iktidarının bir boyutu ve yapısı olarak hukuk, ancak içerisinde ezilen ve sömürülen sınıf olan proletaryanın hukuksal taleplerini kısmen barındırmasıyla ve karşılamasıyla varlığını sürdürebilir.   

Ortak duyudaki ideolojik motifler, örneğin geleneksel değer yargıları, ahlaki ölçütler (adalet, hak gibi), ahlaki olmayan ilke ve değerler (örneğin eşitlik, özgürlük gibi) hukuk kurallarında massedilerek kapsanır. Üretim ve mübadele ilişkilerinin, hukuk üstyapısında kurallar biçimine dönüştürülmesi süreçlerinde, ortak duyunun ya da egemen ideolojinin çeşitli bileşenleri üzerinden dolayım gerçekleşir. Hukuksal kuralların ideolojik içerikleri ve işlevleri vardır.

Hukuksal mevzuat hiyerarşiktir ve büyük ölçüde iç tutarlılığa sahiptir. “Modern bir devlette hukuk yalnızca genel ekonomik duruma tekabül etmekle ve onun ifadesi olmakla kalmamalıdır; ama aynı zamanda, ülke içindeki çekişmelere uyarak kendisiyle çelişmeyen, içsel olarak tutarlı bir ifadesi olmalıdır.”[16]

Hukukta karar verilirken, kurallardan çıkarım yapılmasından daha çok, olgular ile kavramlar arasındaki bir akıl yürütmeyle “karar” oluşturulur. Hukuka aykırılık/uygunluk veya suç incelemesi yapılırken formel mantık yürürlüktedir.[17]

III. Hukukun ideolojik içeriği ve işlevi

Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi dinlerde, toplumlar ağırlıkla üretici kitlelerden/emekçilerden oluşsa da, bunun üzerini örten bir “ümmet” anlayışı vardır. Sömürücü sınıflarla üretici sınıflara mensup bireylere, Tanrı önünde eşit oldukları vaaz edilir. Özel ve kamu hukuku da, benzer şekilde bireylerin eşit hak ve yükümlülüklere sahip olduğunu, yasalar önünde bireylerin eşitliğini benimser. Hangi sınıfa ait oldukları, sınıfsal farkları bir yana bırakılıp, bireyler, hukuken “kişi” soyutlamasıyla dikkate alınır.[18] Kökeni Roma hukukundaki “persona”ya[19] dayanan, hak öznesi anlamına gelen “kişi” hukuksal kavramlaştırması ve yasa önünde eşitlik, ideolojik kabullerdir. Örneğin T.C. Anayasası’nda şöyle yazmaktadır: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.”[20] Öte yandan, hukukun biçimde “kişi” kavramlaştırmasını kullanması, içerikte toplumsal ilişkilerin tarafları arasındaki farkları bazı yönlerden dikkate almadığı anlamına gelmez. Örneğin ev sahibi-kiracı, satıcı-tüketici, kredi veren-alan, patron-işçi arasındaki ilişkileri düzenleyen hukuksal kurallar, taraflar arasında ayrım yapar.[21]

İnsanlar arasında eşitsizliklerin, sınıfsal farkların olduğu bilinen bir gerçeklik olduğundan, hukukun bu kabulleri, ideolojik mistifikasyondur. Üstelik burjuva hukuk teorisinde/ideolojisinde devletin, kişilerin genel iradesini temsil ettiği, yurttaşların bir toplumsal sözleşmeyle anayasalarını oluşturup devlet iktidarı altında yaşayan kişiler oldukları benimsenir. “Genel irade” ve “toplumsal sözleşme” oluşturulmuş fantastik ideolojik kavramlar olarak toplumsal gerçekliği olduğundan farklı algılamaya/algılatmaya yarar. Kapitalist ulus-devletin varlığı ve sürekliliğinde, kanun önünde eşit yurttaşlardan oluştuğu benimsenen “ulus” ya da “millet”in, bir ideolojik bilinçlilik biçimi olarak her gün çeşitli pratikler üzerinden yeniden üretilmesi önem taşır. Yeri gelmişken belirtelim; “halk” kavramının farkı, sömürenler dışlanarak üretici emekçilerin kapsanmasıdır.

Hukuk, toplumsal üretim ilişkilerinin hukuksal biçimde ifadesi olan mülkiyet ilişkilerini korur ve yeniden üretir. Sömürü ilişkileri olan üretim ilişkileri, hukuksal güvence altına alınmıştır. Miras hukuku, emekçiler için bir anlama sahip değilken, onları sömüren kapitalist sınıf ve ayrıca küçük burjuvazinin mülkiyetinin nesiller boyunca aktarımını sağlar. Özel mülk edinme kapitalist hukuk sisteminde bir hak olarak tanınmıştır. Üretim araçları ve toprak üzerinde mülk edinme özgürlüğünün benimsenmesi, kapitalist üretim ilişkilerine uygun ideolojik bir kabuldür.

Sosyalizmde barınma, eğitim, sağlık, sosyal güvence birer haktır ve hukuksal olarak bu durum anayasaya ve yasalara yansıtılır. Oysa günümüzde sermaye sınıfına göre bunlar hak değildir ve metalar olarak piyasa ilişkilerine dâhil edilmeli, alım-satımın konusu olmalıdır. Neoliberal dönemde mevzuatta bu yönde yenilemeler/düzenlemeler yapılmış ve uygulamaya geçilmiştir. Hakların ne olup olmadığı konusundaki ideolojik mücadeleler, hukuksal düzenlemelere yansımaktadır.

Liberal ideolojinin negatif özgürlük fikri, yani bireylerin başkalarına zarar vermemek koşuluyla düşünce ve eylemlerine dışsal kısıtlamalar getirilemeyeceği anlayışı, hukuksal kurallara yansıtılmıştır. Uygulamada ise bu özgürlükler çoğu durumda sınırlanmış durumdadır. Bireylerin yeteneklerini ve potansiyellerini geliştirmesi ve güçlerini gerçekleştirmesi, hedefleri doğrultusunda eyleme geçmesi anlamına gelen pozitif özgürlük, kapitalist hukukta dikkate alınmaz. Çünkü bunların olabilmesi için, bireylerin koşullarında ve olanaklara ulaşmalarında eşitliğin sağlanması, yabancılaşmış üretim ilişkilerinden ve toplumsal ilişkilerden kurtulmuş olmaları gerekmektedir.

Düşünce, örgütlenme ve basın-yayın özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar/yasaklar ve cezalar, hukuk sisteminin bir iktidar örgütlenmesi/yapısı olarak varlığını gösterirken, aynı zamanda kapitalist sınıfın, toplum üzerindeki hegemonyasını koruma ve sürdürmede yürütülen ideolojik mücadelenin bileşenleridir.

IV. Bir hegemonya yapısı olarak hukuk

Althusser, “Devletin İdeolojik Aygıtları” (DİA)’ların var olduğunu ve “Devletin Baskı Aygıtları” (DBA)’lardan ayırt edilmeleri gerektiğini belirtir.[22] Althusser’in “Devletin İdeolojik Aygıtları” (DİA) yaklaşımı sorunludur. Althusser’e göre, devlet, aile DİA’sıyla ailelerde, öğrenimsel DİA’yla özel ya da devlet okulları olsun her okulda, haberleşme DİA’sıyla basın-radyo-televizyon kanallarında ve hatta internette, kültürel DİA’yla edebiyat, güzel sanatlar ve sporda, hukuk DİA’sıyla bu alanda, diğer DİA’larla da toplumsal yaşamın diğer alanlarında, “hazır ve nazır”dır. Kısacası, ona göre, devlet neredeyse her yerdedir ya da neredeyse her şey (aile, edebiyat vd.) devlettir. Devlet, ister bir “aygıt” olarak ele alınsın, istenirse de bir “toplumsal ilişki” olarak düşünülsün (ki böyle düşünülmelidir), neredeyse toplumun tüm süreç, organizasyon ve kurumlarında, ideoloji aracılığıyla da olsa, var olamaz. Toplumların tüm süreç, organizasyon ve kurumları, bir “aygıt” değildir. Üstelik bunlara, “devletin aygıtları” nitelemesi yakıştırılamaz.

Bize göre, kapitalist toplumda sermaye sınıfının iktidarı toplumsal ölçekte oluşur ve yeniden üretilir. Kapitalist sınıfın toplumsal iktidarı, tek başına devlet organizasyonuyla sağlanmaz. Bunun yanı sıra toplumsal egemenliğin/iktidarın, iktisadi, ideolojik (eğitsel, iletişimsel), kültürel (edebi, sanatsal, sportif), sivil topluma ait örgütsel (sendikalar, dernekler, vakıflar vd.) boyutları da bulunmaktadır. İşçiler ile patronlar arasında işletmeler ölçeğinde kurulan ilişkide, salt iktisadi ve hukuksal bir ilişki değil, aynı zamanda egemenlik-tabiiyet ilişkisi de vardır. Eğitim sistemi ve medya, kapitalist sınıfın toplumsal iktidarı için gerekli hegemonyanın oluşumuna katılan pratikleri ve insanlar arası ilişkileri barındırır. Sendikalar, devlet ve patronlarla işçi sınıfının çıkarlarını uzlaştıran korporatist örgütlenmeler olarak, emekçilerin kapitalist sisteme bağlanmalarını sağlar vd… İşte biz, bütün bu boyutlarda sermaye sınıfının toplumsal egemenliğinin oluşmasına katılan ve bu egemenliği her gün yeniden üreten organizasyonlara, toplumsal iktidarın hegemonya yapıları diyoruz.

Hegemonya baskı uygulama, mecbur bırakma ve zorlama, korku, yıldırma, ideolojik onay, rıza ve bağlanma, oyalama ve meşgale oluşturma gibi yollar üzerinden gerçekleşir. Sermaye sınıfının toplumsal iktidarı, oluşan hegemonyayla sağlanır ve yeniden üretilir. Toplumsal çeşitli süreçler, organizasyonlar ve üretimler aracılığıyla sermaye sınıfının toplumsal egemenliğine süreklilik kazandırılır.

Kapitalist sınıfın toplumsal iktidarının bir hegemonya örgütlenmesi/yapısı olarak hukuk, hem baskıcı (mahkemeler, hapishaneler, ceza sistemi) işlevlere, hem de ideolojik işlevlere sahiptir.

V. Hukuk ‘göreli özerk’ midir?

Poulantzas’a göre devlet ve hukuk, ekonomik düzeyden göreli olarak özerktir. Ona göre kapitalist toplumda, siyasi olan ekonomik olandan ayrışmıştır. Üretim sürecinde veya dolaşım alanında üretici emekçiler doğrudan siyasal bir şiddete maruz kalmazlar.[23] Poulantzas devletin, yönetici sınıf olan burjuvazi karşısında göreli özerkliğinden de bahseder.[24] Örneğin günümüzde siyasetçilerin ve bürokrasinin ağırlıklı çoğunluğunun, kapitalist sınıftan ayrışmış olduğu bir gerçekliktir.

Böyle de olsa, emek güçlerinin yeniden üretiminde, yani işçilerin her ertesi gün yeniden işbaşı yapabilmelerinde, onlar üzerindeki kültürel ve ideolojik hegemonyanın önemi bulunmaktadır. Sömürü ilişkileri olan kapitalist üretim ilişkilerinin sürdürülebilirliği, ancak işçiler üzerinde ideolojik hegemonya sağlandığında olanaklıdır. Ayrıca, aykırı eylemlerde bulunulduğunda fiziksel baskının olabilirliğini hissetmeden ve siyasal/ideolojik alternatiflerin görülemeyişinin sonucu mevcut hayat koşullarında yaşamaya ve çalışmaya zorlanma olmadan, sömürü ilişkileri sürdürülemez. İşçiler baskı mekanizmaları var olmadan ve çalışma dışında alternatifleri olmaması yüzünden çalışmaya zorlanmadan, sömürülemezler.

Bize göre kapitalizm, iktisadi, siyasal, ideolojik, kültürel, hukuksal ve devletsel boyutları olan, bunların birbirlerinden ayrı ve yalıtık değil de, iç içe ve etkileşim içerisinde olduğu bir toplumsal ilişkiler sistemidir. Toplumsal ilişkilerin hukuksal, devletsel, ideolojik, siyasal ve kültürel boyutları, iktisadi yapı/temel tarafından en genel bir koşullamaya tabidir. Toplumsal ilişkilerin farklı boyutları bir sistem/bütünlük oluşturur ve üstelik bu sistemin/bütünlüğün öğeleri eşitsiz gelişim gösterir. Toplumsal ilişkilerin iktisadi boyutu, toplumsal ilişkilerin diğer boyutlarıyla dışsal ilişkili yalıtık bir “düzey”, izole bir “alan” ya da “mekân” oluşturmaz. Toplumsal maddi yaşamın üretimi, salt iktisadi pratiklerle değil, toplumsal ilişkilerin farklı boyutlarındaki çeşitli pratiklerle hep birlikte sağlanır ve bir sürekliliğe kavuşur.

Siyasetçilerin ve bürokrasinin büyük çoğunluğunun, faal kapitalist sınıftan ayrışması yani “göreli özerkliği” ise bir görünümdür. Özündeyse, burjuvazinin dünya görüşü olan liberalizmin farklı tonlarına ya da egemen ideolojik tayfın çeşitli kesitlerine angajmanları olan siyasetçiler ve bürokratların, ideolojik bağlanmaları üzerinden kapitalist sınıfın toplumsal iktidarını sürdürecek siyasal, teknik ve ideolojik mesaileri vardır.

Hukukun görünürdeki tarafsızlığı ve ayrıca biçimselliği, genelliği/evrenselliğine bakıp, emek-sermaye ilişkilerine karşı göreli özerkliğinden bahsedilemez. Çünkü hukuk kuralları ve yapısı bir sistem olarak, emek-sermaye uzlaşmaz karşıtlığını dinamik bir dengede tutma, bu karşıtlığın çelişkilere dönüşmesinin önünü almak için karşıtlıkları tolere edilebilir kılıp, yumuşatma işlevine de sahiptir.[25] Ayrıca, sınıflar arası mücadeleler hukuksal biçimlerin oluşumunu etkiler.

VI. Hak ve adalet

"Hak, hiç bir zaman toplumun ekonomik yapısından ve onun koşulladığı kültürel gelişimden daha ileri olamaz."[26]

Toplumsal ilişkilerin farklı gelişim düzeylerinde, bu ilişkilerden türeyen haklar ve etik/moral değerler oluşur; bunlar yaygın biçimde tanınır, benimsenir ve hukuki biçimlere de kavuşturulur. Her toplumsal formasyonun içinde bulunduğu çağın üretim yapısına göre şekillenen egemen hakkaniyet kriterleri, hak tanımları, etik değerlere ve hukuksal ifadelere kavuşturulan adalet anlayışı bulunmaktadır. Hak ve adalet kavramları, ahlaki ve aynı zamanda hukuksal kavramlardır.

Her tarihsel çağda toplumsal ilişkilerin durumu, hakların ne olduğunu ve neleri kapsadığını belirler. Babil İmparatorluğu’nda, toprak sahiplerinin, rahiplerin, tüccarların ve tefecilerin çıkarları ve hakları, Hammurabi yasaları tarafından düzenlenmiştir. Bu yasalarda köleler üzerindeki hakların korunması dikkat çekicidir. Köle efendisinin mutlak malıdır; satılabilir, devredilebilir, rehin verilebilir. Bunlar efendinin haklarıdır. Kölenin boyun eğmemesi durumunda, yasa, efendiye onu sakatlama hakkını tanımaktadır. Bu toplumda köle ve mülk sahibi olan özgür insanların iki kesimi bile (muşkinu ile amelu/maremelu) eşit haklardan yararlanmaz. Bu durum da Hammurabi yasalarında düzenlenmiştir. Babil İmparatorluğu’nda özgür tarımcılardan oluşan kırsal topluluksa, sulamayla ilgili haklar ve yükümlülüklerle birleşmiştir. Sparta devletine bakacak olursak, toplumsal katmanları oluşturan spartiatlar, perioikos’lar ve ilotlar’ın hakları birbirinden farklıdır. Atina köleci demokrasisinde, Attika nüfusunun altı-yedi’de biri haklara sahiptir; kölelerin, kadınların ve meteklerin siyasal hakları yoktur.[27] Ortaçağda feodal toplumsal ilişkiler, serflere efendi hakkı (cens) ödemeleri zorunluluğunu getirir. Feodal beylerin ilk gece hakkı, serfleri hapse atıp, işkence yapma hakkı vardır. Aslında feodal angaryalar, haraç, vergilerin tümü, feodal beylerin, yüksek din adamlarının, soyluların ve kralların hakkı olarak kabul görmüştür.[28]

“Tarihin tanıdığı devletlerin çoğunda, yurttaşlara verilen haklar, ayrıca servetlerine göre değişmişlerdir; bu olgu, devletin, mülksüz sınıfa karşı korunmak için, bir mülk sahibi sınıf örgütü olduğunu açıkça gösterir. Atina ve Roma’da, servete göre kurulmuş sınıflar için daha o zaman, durum buydu. Siyasal gücün, toprak mülkiyetine göre, hiyerarşik olarak düzenlendiği Orta Çağ devletinde durum buydu. Modern temsili devletlerde, seçimlere katılabilmek için belirli bir vergi ödenmesinde (cens electoral) de durum budur. (…) demokratik cumhuriyet, (bu) en yüksek devlet biçimi, servet ayrımlarını artık resmen tanımaz. Zenginlik, demokratik cumhuriyette, gücünü, dolaylı, ama o kadar da güvenli bir biçimde gösterir.”[29]

Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimiyle birlikte yeni hakların belirdiği görülür.

“Kapitalist burjuva toplumunda, ayrıcalığın (imtiyazın) yerini hukuk alır. Mülkiyet üzerindeki hak, her yurttaşa, mal varlığından, gelirinden, emeğinin ve çalışkanlığının ürünlerinden dilediği gibi yararlanma ve bunlar üzerinde serbestçe tasarruf etme hakkı olarak, ayrıcalıklı toprak sahipliğinin yerini alınca da, serbest parselleme ve serbest sözleşme hakkı ortaya çıkar.”[30]

Liberal özgürlük ilkesi, özünde mülkiyet hakkına gönderme yapar. Buna kısıtlama getirilemeyeceği savunulur. Burjuva yurttaşın özel mülk edinme hakkı, servet edinme ve bunun tasarrufuna sahip olma hakkı, bireysel özgürlük olarak benimsenir. Güvenlik hakkı, yurttaşların kişiliğini, haklarını ve mülkiyetlerini korumak üzere tanımlanır ki bu, burjuvazinin toplumun diğer kesimlerine karşı korunması anlamına gelir. “Doğuştan gelen haklar” olarak kabul edilen bu hakların, adalete dair ahlaki değerlere ve ayrıca yasalara yansıdığı gözlenir. Marx, bu hakların kökeninin, değişim değerlerinin alışverişinde, eş deyişle mübadele ilişkilerinde olduğunu saptar:

“Sınırları içerisinde emek gücü alım ve satımının sürüp gittiği ayrıldığımız bu alan (dolaşım ya da meta mübadelesi alanı-MB), aslında, insanın doğuştan var olan haklarının tam bir cennetiydi.  Burada egemen olan yalnızca, Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır (faydacılığın kurucusu-MB). Özgürlüktür, çünkü metanın, diyelim emek gücünün, hem alıcısı hem satıcısı yalnızca kendi serbest iradelerinin etkisi altındadırlar. Serbest taraflar olarak sözleşme yaparlar ve vardıkları anlaşma, ortak iradelerinin yasal ifadesinden başka bir şey değildir. Eşitliktir, çünkü birbirleriyle basit meta sahipleri olarak ilişki içine girerler ve eşdeğeri eşdeğerle değişirler. Mülkiyettir, çünkü bu taraflar, kendi malı olan şeyler üzerinde tasarrufta bulunur. Ve Bentham’dır, çünkü her iki taraf da yalnız kendisini düşünür. Bunları bir araya getiren ve ilişki içerisine sokan tek güç, bencillik, kazanç ve özel kişisel çıkardır.”[31]

Adalet ve haklara ilişkin anlayışlar, ideolojik yargılar ve değerler içerir. Fakat bu durum, bu anlayışların tümünün zorunlulukla statükoyu desteklemeye yaradığı anlamına gelmez. Başka bir ifadeyle adalet standartları, toplumlara içseldir, fakat toplumsal ilişkiler karşıt eğilimler barındırdığından, bu eğilimlerin ve devrimci sınıfların çıkarlarının yansıdığı bir ideolojik boyut da vardır. Kapitalist toplumda işçi sınıfının mücadelesi ve bunun statükoya karşıtlığı, sosyalist ideolojinin eleştirel değerlere, ilkelere, adalet ve haklar anlayışına sahip olmasının nesnel zeminini sağlar. Sosyalistlerin mücadelelerinde haklardan ve adaletten bahsetmemesi düşünülemez. Ahlaki bir kavramlaştırma olarak adaletin sosyalistlerce anlamlandırılması, hiç de insanların çıkarları arasında tarafsız kalmalarını gerektirmez.

“(…) adalet, varlığını sürdüren ekonomik ilişkilerin, kimi zaman tutucu, kimi zaman devrimci yönden ideoloji katına çıkarılıp yüceltilmiş bir yansısından başkaca bir şey değildir.

Yunanlıların ve Romalıların adalet anlayışı, köleliği adaletli buluyordu. 1789’un burjuva adalet anlayışı ise feodalizmi adaletli bulmuyor ve ortadan kaldırılmasını istiyordu. Prusyalı Junker’in (toprak sahibinin) gözünde o miskin Kreisordnung (toprak reformu) bile ebedi adalete aykırı bir şeydi. İmdi, ‘ebedi adalet’ kavramı yalnızca zamana ve yere göre değil, fakat aynı zamanda insanlara göre de değişen ve herkesin başka türlü anladığı kavramlardan biridir.”[32]

Kapitalist sömürünün ve onun toplumsal sonuçlarının eleştirisinde, sosyalist toplumun bakış açısıyla yapılacak ahlaki yargılamalar gereksiz ve anlamsız değildir. Çünkü geleceğin toplumunun değer yargıları, haklar ve adalet anlayışı, özgürlük ilkesi, bu toplumun sahip olduğu ekonomik yapı hakkındaki bilgilerimizle bugünden öngörülebilmektedir. Yaşanmış sosyalizm deneyimlerinin kazanımları ve işçi sınıfının mücadele pratikleriyle kapitalist ülkelerde kazanılmış sınırlı haklar da, politik mücadelede savunulması gereken değerlere ve ilkelere yol gösterir.

VII. Neoliberal dönemde haklar ve hukuktaki değişim

Neoliberal dönemde kamusal hizmetler, meta/mübadele ilişkilerine tabi kılındığından, devletin yurttaşlarla kurduğu ilişkiler değişmekte, sınıfsal mücadelelerle elde edilmiş kamusal haklar tasfiye edilmektedir. Sağlık, eğitim, sosyal güvenlik talep edildiği zaman devlet tarafından karşılanması zorunlu birer hak olmaktan çıkarılmakta, piyasa koşullarında karşılanır duruma getirilmektedir.

Sermaye birikiminin neoliberal biçiminin gereksinimleri, kapitalist devletin düzenleniş ve işleyişini, eş deyişle yapısını belirler. Sermaye birikim biçimi, bir toplumsal formasyondaki sınıfsal yapılanma ve o toplumun uluslar arası kapitalizmle eklemlenme tarzı tarafından oluşturulur.[33] Neo-liberal sermaye birikim biçiminin oluşturulması, sürdürülmesi ve korunmasında işlevli olan kapitalist devlet, hukuksal, ideolojik ve siyasal boyutlardaki değişimlerle birlikte yeniden yapılanmıştır. Kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki iktidar ilişkilerinin örgütlenmesi olarak devlet, işçi sınıfının bu iktidar ilişkisindeki örgütlülüğünü ve gücünü kırıp asimetriyi artırmış, sınıfa dönük sosyal işlevlerini tasfiye etmiş, otoriter özellikler kazanmıştır.

Öte yandan, neoliberal dönmede hukuk sistemi piyasa ilişkilerine açılmakta ve bir tür özelleştirme yaşanmaktadır. Tahkim, arabuluculuk, uzlaştırma, kısa yargılama, müzakere, yargıç kiralama gibi yeni yollarla devlete ait yargılama yetkisi, özel yargı piyasasına devredilmektedir. Kamu yararını gözeten ulusal mahkemelerin yerini bir iktisadi sektöre dönüşen özel yargı sistemi almaktadır. Böylelikle yüksek ciroları kasasına indiren hukuk şirketleri gelişmiştir.[34]

VIII. Paşukanis’in hukuk teorisinin eleştirisi

Paşukanis 1924 yılında Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm adlı eserini yayınlamasından sonraki yıllarda, 1936 yılına ulaşıncaya dek, görüşlerini değiştirmiş ve orijinal düşüncelerinin yanlış olduğunu kabul etmiştir.[35] Biz burada Paşukanis’in bu eserinde öne sürdüğü görüşlerinden bazılarını değerlendirmek istiyoruz.

Hukuk, salt iktisadi ilişkilerin, örneğin mübadele ilişkilerinin üstyapısal bir yansıması olarak görülemez. Paşukanis’in hukuku oluşturanın, mübadele ilişkileri olduğu yönündeki tezi, doğru değildir. Paşukanis şöyle yazmaktadır:

“Kapitalist toplumun zenginliği inanılmaz bir meta birikimi şeklinde ortaya çıktığı gibi, toplum da sonsuz sayıda hukuksal ilişkiler toplamı olarak görünür. Mübadele, küçük birimlere ayrılmış bir ekonomiyi varsayar. Yalıtık özel ekonomik birimler arasındaki ilişkiler sözleşmelerle kurulur. Özneler arasındaki hukuksal ilişki, metalaşmış emek ürünleri arasındaki ilişkinin diğer yüzünden başka bir şey değildir.”[36]

Roma Özel Hukuku ve Fransız Medeni Kanunu (Code Napoléon) gibi örneklerde olduğu gibi özel hukuk, toplumun iktisadi ilişkilerini yansıtır ve düzenler. Fakat suçların ve cezaların düzenlenmesi, dernek ve sendika gibi örgütlerin hukuku, siyasi yaşamın kurallar altına alınması, evlilik ve boşanma hukuku gibi örneklerden de anlaşılacağı üzere, tüm hukuk iktisadi ilişkilerin yansımasına/kurallarla ifade edilmesine denk düşmez.

Paşukanis ceza hukukunu, “mübadele ilişkilerinin bir türevi” olarak görmektedir:

“Modern toplumun tabi olduğu temel biçimin bir türevini temsil ettiği oranda ceza hukuku, hukuksal üstyapının bir parçasıdır: tüm sonuçları ile eşdeğer mübadele biçimi. Ceza hukukunda bu mübadele ilişkilerinin gerçekleşmesi, pazarda karşılaşan bağımsız ve eşit meta üreticileri arasındaki ilişkilerin ideal biçimi olan hukuk devletinin gerçekleşmesinin bir yönüdür.”[37]

Oysa ceza hukukunun tarihsel gelişimine dair yaptığı değerlendirmeler de göstermektedir ki, bu hukuk türü, mübadele ilişkilerinin ürünü/türevi değildir.[38]

Paşukanis, kapitalist hukuksal kavramların sosyalizmde yerlerini, gelişen toplumsal ilişkilerin yansıması olarak yeni kavramlara bırakacağı fikrine karşı çıkarken de yanılmaktadır.

“İşçi sınıfı hukukunun, kendisine başka genel kavramlar bulmak zorunda olduğu ve bu arayışın da Marksist hukuk kuramının görevi olması gerektiği söylenilmektedir. (…) Bu eğilim, işçi sınıfı hukuku için kendine özgü yeni genel kavramlar talep ederken pek devrimci görünmektedir. Fakat gerçekte, hukuksal biçimin ölümsüzlüğünü ilan edip, bu biçimi, tam gelişimine izin veren belirli tarihsel koşullardan soyutlamaya ve sürekli yenilenme yeteneğine sahipmiş gibi sunmaya çalışırlar. Burjuva hukukunun belirli kategorilerinin (şu ya da bu buyrukların değil, belirli kategorilerin) sönümlenmesi, hiçbir biçimde, işçi sınıfı hukukunun yeni kategorilerinin bunların yerini alması anlamına gelmez. (…) Burjuva hukuk kategorilerinin sönümlenmesi, genel olarak hukukun sönümlenmesi, insan ilişkilerindeki hukuksal unsurun yitip gitmesi anlamına gelecektir.”[39]

Buradaki sorun şudur: Burjuva hukuk kategorileri sönümlenirken, neden genel olarak ve en bloc hukuk da sönümlensin?.. Sosyalizm, bir toplumsal formasyon olarak taşıdığı ilişkilere üstyapısal biçimler kazandıracaktır. Sosyalist toplum dinamizmi içerisinde devleti zaman içerisinde sınıfsal/siyasi belirlenimden kurtarıp kamusallaştıracak, hukuku ise bilimsel düzenleyici kurallara dönüştürecektir.

“Ahlakın, hukukun ve devletin burjuva toplumunun biçimleri olduğu gerçeği akılda tutulmalıdır. İşçi sınıfı bu biçimleri kullanmak zorunda olsa bile, bu durum kesinlikle, onların sosyalist bir içerik alarak gelişmeyi sürdürecekleri anlamına gelmez. Bu biçimler, sosyalist içeriği özümleyemezler; bunlar, söz konusu içerik gerçekleştiği oranda sönümlenmek zorunda kalacaklardır.”[40]

Oysa örneğin toplumsal yararı gözetme, insanların kardeşliğine inanma (“insanın kardeşliği boş bir söz değil, bir gerçekliktir” (Marx, 1844 Elyazmaları)), “kendine yapılmasını istemediğin bir davranışı başkasına yapmama”, dayanışma ve yardımlaşma, diğerkâmlık (altruizm, özgecilik) gibi ahlaki değerler, sosyalizmde geliştirilen ilke ve değerlerden bazılarıdır. Toplumsal ilişkilerin içeriği değiştikçe, hukuk ve devlet biçimleri dönüşüme uğrayacak, bunların kapsamı da başkalaşım geçirecektir.

IX. Komünizm ve hukuk

Siyasal devrimle birlikte kapitalist devlet ve hukuksal iktidar örgütlenmesi dağıtılacaktır. Sosyalizmde hukuk, sosyalist devletle birlikte yeniden inşa edilecek ve toplumla birlikte gelişip kapsamı genişleyecektir. Toplumsal devrim boyunca hukuk, eski toplumsal ilişkileri bastırma ve yeni toplumsal ilişkileri geliştirmenin bir aracı olarak da kullanılacaktır. Devletin toplumsal örgütlenmeler ile kaynaşması ve bunlar içerisinde erimesi sürecinde (devletin kamuyla özdeşleşmesi) hukuk, toplumsal ilişkilerin doğal (yabancılaşmış değil) hukuku olacaktır. Örneğin özel mülkiyet ve sözleşmeden doğan haklar, hak olmaktan çıkacak, yaşam hakkı, barınma hakkı, sağlık hakkı, eğitim hakkı, örgütlenme hakkı vd. anayasal ve yasal olarak güvenceye alınacaktır.

Tüketim ürünlerinden yararlanma hakkı ise, sosyalist toplumun ekonomik yapısı tarafından koşullanır. Bu noktada “herkesten yeteneğine göre, herkese çalıştığı kadar” ilkesi geçerlidir. Bu hak, hala burjuva dar ufuk içerisinde yer alır ve kusurludur. Çünkü insanlar arasındaki yetenekleri, verimleri ve aile yapıları açısından farkları hesaba katmaz. İnsanların ihtiyaçlarını dikkate almaz. Aslında sosyalizmde, yani komünizmin ilk fazında eğitim, sağlık, barınma hakları tüm üreticilere sağlanır ve bunlara ulaşmada eşitlik vardır. Bunlar için gerekli toplumsal fonlar ayrılmıştır. Üreticilerin aile yapıları arasındaki farkları dengeleyecek yardımların yapılacağı da söylenmelidir. Fakat yine de bu ilk faz için geçerli olan dağıtım standardının, üretimin sosyalist koşullarına bağlı olarak gerçekleşeceği görülmelidir. Bu sosyalizmin “adil” dağıtım standardıdır. Sosyalizmin kendine özgü dağıtım tarzı ve adalet formu vardır. Komünist toplum, bugün için dünya çapında bir bolluk toplumunun var oluş koşulları bulunduğundan, dünya sosyalist devrim süreci akamete uğramazsa, hızla sosyalizmin yerini alabilir. O zaman dağıtım standardı da değişir ve “herkese ihtiyacı kadar” kuralıyla gerçekleşir.

Sosyalizmde refah içinde yaşama hakkı, geçimlik hakları (beslenme, içilebilir su bulma, barınma, giyinme, temel tıbbi yardım, yaşanabilir bir çevre vd.) ve güvenlik hakları (öldürülmeme, saldırıya uğramama gibi); konuşma, örgütlenme ve toplantı yapma hakkı; oy verme, siyasal görev alma ya da ayrılma hakkı ile bireylerin parçası olduğu toplumsal/ekonomik tüm kurumlarda kararlara katılma hakkı; konut hakkı, çalışma hakkı, eğitim ve sağlık hakkı vardır. Sosyalizmde toplumsal ilişkilere uygun olan ve onları düzenleyen adalet ilkeleri bulunur. Konuşma ve toplantı yapma özgürlüğü, vicdan ve düşünce özgürlüğü, bireysel tüketim araçlarını mülk edinme hak ve özgürlüğü, keyfi uygulamalardan korunma hakkı yürürlüktedir. Bireylerin çeşitli görevlere ulaşmasında maksimum fırsat eşitliği vardır ve kişilerin katıldıkları kurumlarda karar oluşturma süreçlerine eşit katılım hakkı bulunur. Çalışamayacak durumda olanların, engellilerin hakları toplum tarafından korunur. Çocuklara nitelikli ve bilimsel (elbette ücretsiz) eğitim bir hak olarak sağlanır. İnsanlar arasında ayrımcılık yapılmaz (eşit muamele hakkı). Sosyalizmde adalet ilkeleri ve uygulamadaki haklar, hukuksal düzlemde yasalara ve anayasaya yansıtılacaktır. Vergiler ve ortak savunma görevi gibi yükümlülükler de hukuksal ifadelere kavuşacaktır.

Komünizmde hukuk, toplumu ve insanların davranışlarını düzenleyen bilimsel kurallara dönüşecek, tahakküm uygulama ve ideolojik hegemonya oluşturma işlevi yitip gidecektir. Komünizmde, suç ve ceza tanımları yerine toplumsal ilişkiler için tehlike oluşturan belirtiler ve toplumu korumak için bu belirtilere karşı uygulanacak yöntemler olacaktır.

“Cezanın, tazmin niteliğinden, toplumsal savunmanın tedbiri olmaya ve toplumsal olarak tehlikeli bireylerin yeniden eğitilmesine dönüştürülmesi (…) yeniden eğitme, artık herhangi bir ‘suçu’ müeyyidelendiren bir mahkeme kararının basit bir ‘adli sonucu’ olmayacak, fakat tıbbi ve eğitbilimsel nitelikte, tamamen özerk bir toplumsal işleve dönüşecektir. (…) Toplumsal savunma ilkesinin düzenli uygulanması, ayrı bir suçlar (ve mantıksal olarak bunlara bağlı, yasa veya mahkemece belirlenmiş cezai tedbirler) derlemesi yaratılmasını değil, fakat toplumsal olarak tehlikeli durumları gösteren belirtilerin açık bir tanımını ve toplumu korumak için her bir özel durumda uygulanacak yöntemlerin açık ve ayrıntılı biçimde hazırlanmasını gerektirir.”[41]

Hukukun sönümlenmesi, sadece tahakkümün ve hukukun ideolojik işlevlerinin yok olup gitmesi anlamına gelir.[42] Komünizmde hukuk ortadan kalkmaz. Çünkü “ubi societas, ibi jus” (toplumun olduğu yerde hukuk vardır). Sosyalizm döneminden komünist dünya toplumuna geçilirken, hukuksal kurallar ve yapılar başkalaşıma (metamorfoza) uğrar.  İnsanların gereksinimlerinin komünizmin bolluk toplumunda yeterince karşılandığı, herkes için tüm olanaklara ulaşmada eşitlik olduğu, insanların hayat koşullarını denetim altına aldıkları, yani yabancılaşmadan kurtulup özgür oldukları bir durumda, adaletten ve haklardan bahsetmenin anlamı kalmaz. Hukuk burada, toplumun işleyiş ilkelerinin yazılı olarak kayıt altına alınması ve toplumsal ilişkilerin bilimsel düzenleniş ilkeleri olması dışında başkaca bir var oluşa sahip  değildir.



[1] Karl Marx, The Introduction to Contribution To The Critique Of Hegel's Philosophy Of Right https://www.marxists.org/archive/marx/works/1843/critique-hpr/intro.htm

[2] Karl Marx, Kapital 1. Cilt, Sol Yayınları, 7. Baskı, 2004, s. 587

[3] Taner Yelkenci, Marksist-Leninist Devlet Teorisi, Marksist Devlet ve Hukuk Teorisi içinde, NotaBene Yayınları, 1. Basım, 2013, s. 90

[4] Taner Yelkenci, Marksist-Leninist Devlet Teorisi, a.g.e. içinde, s. 89

[5] Karl Marx MEW XXV, 801’den aktaran Rona Serozan, a.g.e., s. 26-7

[6] “Tüm toplumsal ilişkiler hukuksal biçimler almadığı gibi toplumsal ilişkileri düzenleyen tek araç da hukuk değildir.” Bkz; Onur Karahanoğulları, Diyalektik Hukuk Bilimi Notları, Marksizm ve Hukuk içinde, Yordam Kitap, 1. Baskı 2018, s. 205

[7] “Taşınır malların özel mülkiyetinin gelişmiş bulunduğu andan başlayarak, bu özel mülkiyetin üstün geldiği bütün toplumların şu ahlak buyruğuna ortaklaşa sahip bulunmaları gerekiyordu: Çalmayacaksın.” Bkz; Friedrich Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, 4. Baskı 2003, s. 160

[8] “Ahlaki tumturaklı sözler, toplumsal pratiğin ahlaksızlığı ile kopmaz biçimde bağlantılıdır ve ondan beslenir. (…) Etik biçimin bu ikiyüzlülüğü (…) etik biçimin ayırt edici temel özelliğidir.” Bkz; Evgeny B. Paşukanis, Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm, Birikim Yayınları, 1. Baskı, 2002, s. 164

[9] “Adalet, etiki hukuka götüren basamaktır.” Bkz; Evgeny B. Paşukanis, a.g.e., s. 168

[10] Friedrich Engels Konut Sorunu’ndan aktaran Rona Serozan, a.g.e., s. 27

[11] Friedrich Engels Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu’ndan aktaran Rona Serozan, a.g.e., s. 28

[12] Karl Marx Ren Bölgesi Demokratlar Komitesi Davasındaki Konuşma’dan aktaran Rona Serozan, a.g.e., s. 37

[13] Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yazışmalar 2, Sol Yayınları, 1. Baskı, 1996; F. Ensgels’ten Conrad Schmidt’e 27.10.1890 tarihli mektup, s. 243

[14] “Baskı kasıtlı (bir) failin ya da baskıcının varlığını gösterirken, zor seçeneğe hiç yer bırakmayan kısıtlamaların varlığından daha fazlasını gerektirmez. Bir başka yerde iş bulamıyorsam kendi kasabamda yaşamak zorunda kalırım, ancak oradan ayrılamaya çalıştığım zaman tutuklanacaksam orada yaşamak için baskı altına alınmış olurum.” Bkz; Jon Elster, Making Sense of Marx’tan aktaran R.G. Peffer, Marksizm, Ahlak ve Toplumsal Adalet, 1. Baskı, 2001, s. 154

[15] “Hukuk (…) devlet iktidarı kadar gerçek ve sürekli mücadelenin konusu bir iktidar alanıdır.” Bkz; Onur Karahanoğulları, a.g.e., s. 141

[16] Karl Marx-Friedrich Engels, a.g.e., s. 242

[17] Onur Karahanoğulları, a.g.e., s. 139-40

[18] Taner Yelkenci, Marksist-Leninist Devlet Teorisi, a.g.e. içinde, s. 94-5

[19] Latince “persona” kelimesi, maske anlamına gelir. Roma’da oyuncular sahneye çıkarken, yüzlerine temsil ettikleri tiplerin maskelerini geçirirlerdi. Bu maskeler her rol için sabitlenmişti. Rol yapmayı anlatmaya yarayan bu kelime, giderek hayatta oynanan rolü anlatmak için kullanılmıştır. Bugünkü hukuksal anlamı, hak ehliyetine sahip varlıklardır (bkz; https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/504794).

[20] T.C. Anayasası, 10. Madde, https://www5.tbmm.gov.tr/anayasa.htm

[21] Ronnie Warrington, Paşukanis ve Meta Biçimi Teorisi, Marksist Devlet ve Hukuk Teorisi içinde, s. 130

[22] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin ideolojik Aygıtları, Çeviren: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları, Birinci Baskı, 2003

[23] Sonja Buckel, Güç İlişkilerinin Hukuki Yoğunlaşması: Nicos Poulantzas ve Hukuk, Marksist Devlet ve Hukuk Teorisi içinde, NotaBene Yayınları, 1. Basım, 2013, s. 279-301

[24] Nicos Poulantzas, Kapitalist Devlet Sorunu, Hazırlayanlar: Bertell Ollman, Kevin B. Anderson, Çağdaş Marksizm Seçkisi-Yüzyıla Damda Vuran Metinler içinde, 1. Basım, 2019, s. 316-28

[25] “Devletin dört temel işlevi öne çıkartılmıştır: Birincisi, üretimin genel koşullarını sağlamak (altyapı); ikincisi, hem toplumun üyeleri için hem de doğrudan devletin kendi müdahale hakkı için genel yasal normları belirlemek; üçüncüsü, emek ve sermaye arasındaki çelişkiyi sadece hukuk ile değil, aynı zamanda ‘devletin baskı aygıtları’ ile dengelemek; son olarak, tüm ulusal sermayenin dünya pazarında mücadele edebilmesini diplomatik ve askeri politikalarla garanti etmek.” Elmar Altvater, Jürgen Hoffmann, Batı Almanya’da Devlet Türetme Tartışması: Marksist Devlet Teorisi Sorunu Olarak Ekonomi ve Politika İlişkisi, Marksist Devlet ve Hukuk Teorisi içinde, NotaBene Yayınları, 1. Basım, 2013, s. 322

[26] “Right can never be higher than the economic structure of society and its cultural development conditioned thereby.” Bkz; https://www.marxists.org/archive/marx/works/1875/gotha/ch01.htm, Karl Marx, Gotha Programının Eleştirisi

[27] V. Diakov, S. Kovalev, İlkçağ Tarihi, V Yayınları, Birinci Basım, 1987, s. 110, 113, 114, 117, 358, 422

[28] Bkz; Friedrich Engels, Köylüler Savaşı, Sol Yayınları

[29] Friedrich Engels Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, 7. Baskı, 1979, s. 223-4

[30] Karl Marx-Friedrich Engels, Kutsal Aile’den aktaran Rona Serozan, a.g.e., s. 52

[31]  Karl Marx, Kapital 1. Cilt, Sol Yayınları, 7. Baskı, 2004, s. 178-9

[32] Friedrich Engels Konut Sorunu’ndan aktaran Rona Serozan, a.g.e., s. 27-8

[33] Haldun Gülalp, Kapitalizm, Sınıflar ve Devlet, s. 69-73

[34] İlhan Gülhan, Karşıdevrimci burjuvazi ile geriye dönüş, https://sendika.org/2023/06/karsidevrimci-burjuvazi-ile-geriye-donus-686105/

[35] Bu konuda bkz; Norbert Reich, Devrim ve Stalinizm Arasında Marksist Hukuk Teorisi: Paşukanis Örneği, Marksist Devlet ve Hukuk Teorisi içinde, NotaBene Yayınları, 1. Basım, 2013, s. 183-98

[36] Evgeny B. Paşukanis, a.g.e., s. 83

[37] Evgeny B. Paşukanis, a.g.e., s. 186

[38] “Ceza hukukunun tarihsel kökeni, kanlı öç alma geleneğine bağlıdır.” “Öç alma ancak, yanı sıra uzlaşma veya parasal tazminat sisteminin gelişip yerleşmeye başlaması ile gelenek tarafından düzenlenmeye ve ‘göze göz, dişe diş’ kuralına dayanan bir tazmine dönüşmeye başlamıştır.” “Sırf biyolojik bir olgu olan öç alma, eşdeğerlerin mübadelesi biçimine, değerlerle ölçülen mübadele biçimine bağlanır bağlanmaz hukuksal bir kuruma dönüşür.” “Feodal bey, boyun eğmeyen köylüleri ve egemenliğine karşı çıkan kentlileri cezalandırmıştır. Birleşik kentler, soyguncu şövalyeleri asmış ve onların şatolarını yıkmıştır. Ortaçağda loncaya girmeksizin bir mesleği icra etmek isteyen bireyin hukuku ihlal ettiği kabul edilmiş; kapitalist burjuvazi de doğar doğmaz, işçilerin derneklerde bir araya gelmesini suç saymıştır.” Bkz; Evgeny B. Paşukanis, a.g.e., s. 177, 178, 179-80, 184

[39] Evgeny B. Paşukanis, a.g.e., s. 55-56

[40] Evgeny B. Paşukanis, a.g.e., s. 167

[41] Evgeny B. Paşukanis, a.g.e., s. 196

[42] Onur Karahanoğulları şöyle yazıyor: “Devlet ve hukuk ebedi biçimler değildir. Bunların insanlık tarihinden silinmesinin başlangıcı devrim anı olmadığı gibi ortadan kalkacakları gün için de bir tarih veya aşama verilemez. Kapitalizm içinde de hukukun sönümlenmeye doğru yönelmesi olanaklıdır.” Bkz; Onur Karahanoğulları, a.g.e., s. 231. Bize göre, devlet ve hukuk yapıları/örgütlenmeleri, sosyalizm döneminde “kamulaşacak”, eş deyişle toplumsal örgütlenmeler içerisinde eriyip onlarla kaynaşacaktır. Kapitalizm koşullarında hukukun sönümlenmeye doğru yönelmesinden bahsetmek ise akıl karı değildir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.