8 Temmuz 2013 Pazartesi

[Ahmet İnsel ve Ömer Laçiner’in On Sekiz Brumaire’den Anladıkları - Mahmut Boyuneğmez]

Konu: Marx’ın Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i (İletişim Yayınları) adlı eserine Ahmet İnsel’in yazdığı “sunuş” ve Ömer Laçiner’in yazdığı “sonsöz” eleştirilmektedir.

Önce Ahmet İnsel’in “sunuş” yazısından başlayalım.

İnsel, daha ilk cümlesinde hata yapıyor. Şöyle yazıyor: “Marx ve Engels’in, Avrupa üzerinde bir hayalet dolaştığını ve bunun adının komünizm olduğunu iddia etmelerinden birkaç ay sonra, beklenen devrim Şubat 1848’de Paris’te başladı.” (s. 7). İnsel burada Komünist Parti Manifesto’sunda bulunan “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, komünizm hayaleti” cümlesine gönderme yapıyor ve bu cümlenin yazılması/yayınlanmasından “birkaç ay sonra” Paris’te 1848 devriminin başladığını belirtiyor. “Bir-iki” mi, yoksa “birkaç” mı?.. İnsel “birkaç ay sonra” şeklinde yazıyor.

Komünistler Birliği’nin 2. Kongresi, 29 Kasım-8 Aralık 1847 tarihleri arasında yapılır. Marx’ın Brüksel’e dönüşü 13 Aralık 1847’dir. Marx ve Engels, Komünistler Birliği kongresinin kapanışının ardından Londra’da ve daha sonra Engels Aralık sonuna doğru Paris’e gidinceye kadar Brüksel’de, Manifesto üzerinde birlikte çalışır. Bundan sonra Marx, Manifesto üzerinde bütün bir ay boyunca tek başına çalışır. Manifesto Ocak ayı sonlarına doğru bitirilir ve elyazması Londra’ya gönderilir. Londra’da Komünistler Birliği’nin ve Alman İşçileri Eğitim Derneği’nin bir üyesi olan J.E. Burghard adında bir Alman göçmeninin küçük matbaasında basılır. İlk Almanca baskı Fransa’daki Şubat devrimiyle aynı güne rastlar. Mart 1848 ortalarında Fransa ve Almanya’da dağıtımı için 1000 nüshası Paris’e getirilir; baskının geriye kalan kısmı başka ülkelere gönderilir (Karl Marx Biyografi, SSCB Bilimler Akademisi, s. 134-135).

Manifesto’nun yazıldığı tarih olan Aralık 1847-Ocak 1848 arası ile Paris’te Louise-Phillipe’in devrildiği 22-24 Şubat 1848 tarihi arasındaki süreye, hiç kimse “birkaç ay” demez. Elbette İnsel hariç…

İnsel devrim, “birkaç ay içinde Fransa’dan Almanya’ya ve Avrupa’nın birçok kentine yayıldı” (s. 7) şeklinde yazarken de, kronolojiyi bilmediğini dışa vuruyor. 13 Mart’ta Avusturya’nın başkenti Viyana’da, 18 Mart’ta Prusya’nın başkenti Berlin’de ayaklanmalar başlar. 1848 devrimlerinde ayaklanmaların bir kısmının gerçekleştiği tarihler şöyledir:

“Avrupa’daki isyanların ilki gerçekte, Sicilya ve Palermo’da 12 Ocak gibi erken bir tarihte yaşandı. Daha sonra Napoli Krallığı’nın ana topraklarına yayılarak II. Ferdinand’ı 29 Haziran’da anayasayı kabul etmek zorunda bıraktı. Onu, daha sonra 17 Şubat’ta Toskana dükü, 21’inde papa ve 4 Mart’ta Piemonte’de Charles Albert takip etti ve hepsi de bir şeylerin daha kötü olacağından çekiniyordu. 18 Mart’ta, bu sefer tamamen Paris ve Viyana’dan gelen haberlerden esinlenen bir ayaklanma Avusturya yönetimine karşı Milan’da başladı (…) Şubat sonunda Batı Almanya’da isyan haberleri gelmeye başladı. Bavyera ve Doğu Prusya’ya Mart’ın ilk haftasında sıçradı ve daha sonraki hafta da Berlin’i de içeren Kuzey Almanya’ya geçti (…) Aynı zamanda, Orta Almanya ve Doğu Prusya’ya da sıçrayan ve güneybatıda başlayan yaygın kırsal ayaklanmalar ortaya çıktı (…) Prag’da da, 1848 Mart’ında Viyana’da meydana gelen olaylara benzer gelişmeler yaşandı (…) İtalya’da Mart ayında Viyana’dan gelen haberler hem Avusturya yönetimindeki eyaletlerde hem de bağımsız şehir devletlerinde büyük çaplı isyanların çıkmasını teşvik etmişti (…)” (1848 Devrimleri, Roger Price, Çeviri: Nail Kantemir, Babil Yayınları, 2000, passim).

Peki, kronoloji bu kadar önemli mi?.. Şu nedenle önemli: Komünist Parti Manifestosu’nun, 1848 devrimleri üzerinde herhangi bir etkiye sahip olmadığı görülmelidir. Bu devrimlerin, komünistlerin programıyla bağı yoktur. 1848 devrimleriyle Komünist Manifesto’yu, aralarında doğrudan bir bağ varmış gibi ilişkilendirmek yanıltıcıdır.

Devam edelim. İnsel, Marx’ın yazdığı Fransa’da Sınıf Savaşımları adlı eserin ana temalarından birinin, “devrim kavramının içeriğinin değişmesi” olduğunu yazıyor (s. 7). Evet, doğrudur; Haziran 1848 ayaklanmasıyla birlikte güncelleşen devrim, proletarya devrimidir. Yaşanan burjuva devrimi de olsa, devrimin “kavramı”nın değil, devrimin ta kendisinin içeriği değişir.

İnsel, 18 Brumaire’de Marx’ın “birkaç cümlede, modern devletin hâkim sınıf veya sınıflardan göreli özerkliğini çarpıcı biçimde özetle(r)”diğini iddia ediyor (s. 12). İnsel’in “göreli özerklik” kavramını kullanması, kafa karışıklığına yol açmaktadır. İnsel’in “göreli özerklik” kavramıyla burada anlatmak istediği, devlet iktidarındaki merkezileşme, devlet aygıtının giderek büyümesi ve etki alanındaki genişlemedir. Marx 18 Brumaire’de, mutlak monarşi döneminde devlet aygıtında cisimleşen iktidar gücünü “asalak yapı” olarak niteler ve Fransa’da burjuva devrimlerinin bu askeri ve bürokratik devlet aygıtını giderek güçlendirdiğini belirtir. Ardı ardına gelen birinci Fransız devrimi, 1. İmparatorluk dönemi, restorasyon dönemi, Louis-Phillipe zamanı ve parlamenter cumhuriyet döneminde, iktidarın merkezileşmesi gelişir ve etki alanı genişler, devlet mekanizması giderek yetkinleşir. Marx, mutlak monarşi, birinci devrim ve Napoleon zamanında, bürokrasiyi, burjuvazinin sınıf egemenliğini hazırlama aracı olarak niteler. Restorasyon dönemi, Louis-Phillipe zamanı ve parlamenter cumhuriyetteyse, bürokrasi, “kendi başına bağımsız bir güç oluşturma yolundaki çabaları ne olursa olsun, egemen sınıfın bir aletiydi” der (Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol yayınları, Üçüncü Baskı, 2002, s.121). Marx, ikinci Bonaparte zamanındaysa, “devlet, tamamıyla bağımsız duruma gelmiş gibi görünür” şeklinde yazar. Aslında Bonapartist rejimde de, burjuvazinin sınıfsal egemenliği devam etmektedir. Demek ki İnsel, “göreli özerklik” kavramıyla esasında, bilinen bir saptamayı anlatmak istiyor: “Burjuvazi, sınıf mücadeleleri tarihinde doğrudan devlete sahip olmayan ilk egemen sınıftır.” (s. 17). Fakat Marx, “görünüşe” değil, devletin egemen sınıfın iktidar aygıtı olmasına vurgu yapıyor.

İnsel’in yanlış olan bir saptamasıysa şudur: “20. yüzyıl dünya siyasi tarihi Bonapartizmin farklı birçok örneğini karşımıza çıkararak, bu rejim biçiminin Marx’ın öngördüğü kadar geçici olmadığını gösterecektir” (s. 17). İnsel, 18 Brumaire’in günümüzde güncelliğini korumasının nedenlerinden birinin, bu durum olduğunu belirtiyor. Burada ilk akla gelen faşist devlet ve rejimler olmalıdır. Oysa faşizm, emperyalizm döneminde devrimci yönelişin bastırıldığı zayıf halka ülkelerde, sermaye sınıfının önemli bir bölümünün aktif desteğiyle iktidara gelmiştir. Bonaparte’ın darbeyle iktidarı ele geçirmesiyse, burjuvazinin pasif onayıyla gerçekleşmiştir. Kapitalistleşme sürecine geç giren ülkelerdeki devlet ve siyaset kadrolarının sınıflar-üstü bir politik görünüme sahip olmaları da, Bonapartizmin bir örneği değildir (Prusya, Türkiye örnekleri). Çünkü bu kadrolar burjuvazinin temsilcileridir; bu sınıfın politik bilincine sahip kişiliklerdir. Zayıf olan burjuvaziyi güçlendirmek, sermaye birikim sürecinin önündeki engelleri kaldırmak, onların politik bilinçlerinin başat unsurudur. Bu örneklerden farklı olarak Bonapartizm, burjuvazinin siyasal egemenliğinin olgunlaşmadığı dönemde gözlenen bir diktatörlüktür ve proletaryanın iktidarı alamaması, burjuvazinin ise elinde tutamaması sonucunda gelişmiştir.

Buradan, Ömer Laçiner’in yazmış olduğu Sonsöz’e geçebiliriz. Laçiner de İnsel’inkine benzer biçimde yanlış bir değerlendirmeye sahip görünüyor. Şöyle yazıyor: “1920’lerde Kıta Avrupa’sında faşizm ve Nazizim yükselirken, bu kez On Sekiz Brumaire’in Bonapartizmin kaynak ve dayanaklarına dair tespitlerinin isabeti, öngörü zenginliği keşfedilmişti” (s. 177). Fakat Laçiner’in 18 Burmaire üzerinden yaptığı değerlendirmeler bununla sınırlı değil…

Laçiner, 18 Brumaire’in nasıl okunması gerektiğine dair şunları söylüyor:

“Eğer bugün bu kitap, şu son yıllarda devrim kavramının nasıl sönükleştiği, bir devrim umudu, inancı ve ihtimalinin niçin/neden bu denli düşükleştiği sorusu/sorunsalı bağlamında okundu ise; kanaatimiz odur ki, bize keşfettireceği pek çok önemli nokta vardır.” (s. 177-178)

Laçiner’in 1848 devrimlerine referansla, bir devrim “modeli” önereceği sanılmasın!.. Amaç başka:

(Marx, 18 Brumaire’de)(…) burjuva devrim(ci)lerin giderek daha yakın kuşakların deneyiminden çıkarılmış “model”ler ışığında düşünüp davranmalarını normal karşılarken; toplumsal devrim(ci)lerin ‘kendi öz içeriklerine ulaşmak için’, en yakını da dahil geçmiş kuşakların mirasını gömmelerinin zorunlu olduğunu, hatta ‘halledilmiş görünen’in bile, yeniden başlatılmasının gerekliliğini öne sürer.

“Türkiye gibi ‘devrimci’lerinin daha önce zafere ulaşmış saydıkları devrimlerden çıkarılma ‘model’ler üzerinde tartışa geldiği, durumu, koşul, imkan ve eylemlerini bu modellerden biri içinde kavramaya ve tespite uğraştığı ve o modeller bazında ayrıştığı bir ülke için, bu önermelerin ne anlama geldiğini açıklamak bile gerekmez.” (s. 180)

Marx’ın 18 Brumaire’de değerlendirdiği 1848-51 Fransız burjuva devriminin, burjuvazinin gericileşmesi, burjuva demokratik ideallerini terk etmesi, proletaryanın bağımsız bir politik aktör olarak belirmesi gibi birçok yeni olguyu tarih sahnesine çıkarmasını, Laçiner işte böyle anlıyor. Birinci Fransız Devrimi’nde burjuva politik kadrolar, Roma cumhuriyeti döneminde beliren ideallere, sözlere, davranışlara öykünür, gerçekleşen burjuva devriminin sınırlı ve belirli olan içeriğini aşan bir tutku, söylem ve algılayış içerisinde bulunurlar. Bu politik aktörlerin kendi eylemlerini anlamlandırışları, meşrulaştırmaları, “geçmişin ruhlarını çağırarak” gerçekleştirilir. Oysa 1848-51 Fransız Devrimi’nde, birinci devrimdekilere görünüşte benzer burjuva politik kadrolar mücadele içerisinde yer alırken ve bir burjuva devrimi gerçekleşirken, bu kez bu devrimin içeriği, yeni olgular, sınıflar ve yönetimsel biçimler barındırmaktadır. Marx, Bonapartist rejimle birlikte “toplum şimdi çıkış noktasının gerisine çekilmiş görünüyor” (Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Çeviren: Tanıl Bora, İletişim yayınları, s. 35) şeklinde yazdıktan sonra, proleter devrimleri için şunu belirtir; “halledilmiş görünene geri dönüp yeniden başlar, ilk denemelerinin yarım yamalaklığını, zaaflarını, zavallılıklarını gaddarca ve esaslı biçimde alaya almaktan geri kalmazlar (…)” (s. 35). 1848-51 Fransız Devrimi’nden dersler çıkaran Marx, gelişecek proletarya devrimlerinin, “geçmişten beslenemeyeceğini”, kendi içeriğiyle tarih sahnesine çıkacağını ve burjuva devrimlerinin sınırlı içeriğini aşacağını kavramıştır. Fakat bu durum, tarihsel gelişimin ve onun özel kesitleri olan devrimlerin soyutlanabilir genel çizgileri olmadığı, bunlardan yararlanarak geliştirilmeye açık modellerin oluşturulamayacağı/oluşturulmaması gerektiği anlamına gelmez. Aslında çıkarsananlar, saptamalar, soyutlamalar bir modelden daha çok, dinamik bir teorik muhtevayı oluşturur. Her yeni somut durumun incelenmesi ve siyasal açıdan değerlendirilmesi, bu muhtevanın dinamizmine katılmaktadır.

Laçiner, kısacası devrimlerin modeller içerisinde düşünülmesini ve bu modellere referansla politik perspektif geliştirilmesini eleştiriyor. “Marksist sıfatlı hareketler”in, Marx’ın “tavsiyesi”ne aykırı düşündüklerini, “uyarı”sını dikkate almadıklarını beliriyor (s. 180). Oysa Marx’ın Büyük Fransız Devrimi’ni ve 1848-51 devrimini incelediği, bunlardan kalkarak kendi devlet ve devrim kavrayışını geliştirdiği bilinmektedir. 1871 Paris Komünü deneyiminden de örneğin “proletarya diktatörlüğü” hakkında, bazı dersler çıkarır. Bütün bu soyutlamalar statik bir “şablon” oluşturmaz, fakat belirli genel eğilimleri, evrenselleştirilebilir saptamaları ve yaklaşım biçemlerini taşıyan dinamik bir teorik bakışa katılırlar.

İşte şimdi “zurnanın zırt dediği yer”e geldik. Laçiner buyuruyor:

“Az önce işaret edilen referanslara ve amaç/değerlere (-‘bilim/teknoloji gibi referanslar”, ‘üretim artışı gibi değerler’ şeklinde yazmış –MB) yaslandırıldığı için adeta değişmeyecek bir veri addedile gelen ‘kısıtlı varoluş koşulları’nın kendisini değil, onun ücret boyutunu sorun etme noktasına adım adım gerileyen bu ‘toplumsal devrim’ler trendi 20. yüzyıl sonunda adeta tükenme noktasına indi. Onun içler acısı düşüklüğünden kurtulup yeniden –ve şüphesiz daha kökten- bir yükseliş göstermesi için sözünü ettiğimiz o referans ve amaçların bizzat kendisinde bir devrimin gerçekleştirilmesi ilk ve zorunlu koşullardan biridir.” (s. 184)

Evet, “zırt” denmiş; görülüyor. Burada, reel sosyalizme dönük az çok ustalıkla yapılmış bir karalama bulunuyor. Kapitalist üretim biçiminin “empoze ettiği” proleterliğin “kısıtlı varoluş koşulları” değiştirilemediğinden, reel sosyalizm deneyimleri tükendi deniyor. Marx, 18 Brumaire’de, bir yerde “takas bankaları “ ve “işçi birlikleri”nden bahsederek, bu “doktriner deneyleri” şöyle niteliyor: “(…) eski dünyayı kendi büyük bütünsel araçlarıyla altüst etmekten feragat eden, daha ziyade –burjuva- toplumun arkasından dolanarak özel yollardan, varoluşunun kısıtlı koşulları içinde kurtuluşu arayan, dolayısıyla yenilgiye mecbur bir hareket” (s.40). Marx’ın “kısıtlı varoluş koşulları”yla kastettiği, burjuva toplumun koşulları, işçi sınıfının varoluş biçimi olarak bu toplumdaki “ücretli köleliği”dir. Laçiner’in anladığı “kısıtlı varoluş koşulları”ysa bu olmamalı; Laçiner bu “koşullar”la sömürüyü anlatıyor olmamalı. Bu denli salakça bir iddiada bulunuyor olamaz. Eğer bu iddiadaysa, söyledikleri bir totolojiden ibarettir: Kapitalist üretim tarzının işçilere sunduğu koşullar kaldırılmadığından, yani kapitalist üretim yok edilmediğinden, reel sosyalizmde kapitalist restorasyon gerçekleşmiş denmiş olacaktır.

Ama belki de “yabancılaşmadan” veya “özgürlük” boyutundan bahsediyordur… Elbette kendi kısıtlı “özgürlük” anlayışıyla… Çünkü Laçiner, “yığınların bastırılmış, kısıtlanmış yaratıcı kapasitelerinin harekete geçişi Marx’ın sosyalizm/komünizm ‘teori’sinin temeli, mihenk taşıdır” diyor; Paris Komünü’nünde, proletaryanın “kendiliğinden, kendi yaratıcılığıyla sadece siyasi değil toplumsal-ekonomik boyutlarıyla da bir doğrudan demokrasiyi gerçekleştirme atılımı yapmış olması”ndan bahsediyor (s. 185). Ayrıca Stalin’e diktatörlüğü, Sovyetler Birliği’ndeki rejime de “totaliterizm”i yakıştırıyor olabilir. Bunları yazdıklarından öğrenemiyoruz. Fakat şunu netlikle söyleyebiliyoruz: Laçiner’in bakışı, bir çarpıtmadır. Yazdıkları, reel sosyalizmin çözülüşünün nedenlerini anlatmamaktadır. Çözülüşte, kitlelerin siyasal ve ideolojik dinamizmlerini yitirmesinin bir payı olduğuysa zaten bilinmektedir.

Laçiner devam ediyor. Proletaryanın devrimci sınıf olmasını şu şekilde açıklıyor:

(Marx) Proletaryanın o bastırılmış kapasitesini, kısıtlanmış potansiyelini, sistemin kaçınılmaz krizlerinin herhangi birinde harekete geçirerek, yığınların yaratıcı-üretici etkinliklerini geliştirmek, bu alandaki ‘eski’ sınırlamaları geçersizleştirmek temelinde girişimler ve çözümlerle kendini gösterecek bir devrimi başlatacaklarına inanır.” (s. 184-185)

Proletaryanın kapitalist sömürü altında, toplumsal-insani vasıflardan göreli yoksunlaştırıldığı, üretimin mevcut gelişim düzeyiyle çok daha gelişkin koşullar içerisinde yaşamasının ve çalışmasının mümkün olduğu, fakat kapitalist üretim ilişkilerinin çelişkili karakteri nedeniyle servet birikimi gerçekleşirken, göreli olarak, yani olması gerekenin gerisinde bulunan, yaşam ve çalışma koşullarına sahip olduğu bilinmektedir. Proletaryanın devrimci kapasitesi/potansiyeli buradan kaynaklanır. Marx, buna “inanır” denebilir. Ama Laçiner, “devrimci kapasite”den değil, “bastırılmış kapasite”den ya da “kısıtlanmış potansiyel”den de değil, bunları işçilerin herhangi bir krizde “harekete geçirmesi”nden dem vuruyor. İşte devrimin sihirli Laçiner formülü: “İşçiler, kısıtlanmış potansiyellerini, bastırılmış kapasitelerini harekete geçirir ve böylelikle devrim başlar.”

Laçiner “devletin göreli özerkliği” ve bonapartizm üzerinde kısaca dururken de, şu saptamada bulunuyor:

“Buradan, bir sınıf olarak burjuvazinin siyasal egemenlik konusunda titiz, ısrarcı olmadığı veya bir başka deyişle siyasal rejim bahsinde ‘ilkesiz’ olduğu sonucunu elbette çıkarabiliriz. Burjuvazinin bu ‘karakter’i -deyim yerindeyse- özseldir ve o nedenle de hep geçerli olmuştur ve olacaktır da.” (s. 187)

Bize göre, burjuvaziye bu türden bir “ilkesizlik” atfetmek doğru değildir. Sınıflar arasındaki mücadeleler ve güç dağılımının somut durumu, sermaye birikiminin ihtiyaçları, geçmişten devralınan kurumlar, devletin tipini ve ne yöne doğru evirileceğini genel olarak belirler. Sermaye sınıfının devlet aygıtından ayrışmışlığı, onun devlet tipi ve rejim biçimi konusunda kendinde bir “ilkesizlik” özelliğine sahip olduğu anlamına gelmez.

Laçiner, Marx’ın burjuva devrimleri için geçerli olan bir saptamasını hatırlatıp, sosyalistlere bir uyarıda bulunmayı da ihmal etmiyor:

“ ‘Bugüne kadarki tüm devrimler devlet aygıtını daha da büyütüp güçlendirmekten başka bir şey yapmadılar” deyişindeki endişe yüklü ifade, onun ‘toplumsal devrim’in niteliği hakkında düşünen ve eyleyenlere en başından yaptığı bir uyarı olarak, günümüz koşullarında da mutlaka yeniden yorumlanmalıdır.” (s. 187)

“Uyarı”yı yapan Marx mı, Laçiner mi?.. Elbette Laçiner. Çünkü Marx, proletarya devriminin, devlet aygıtını olduğu gibi devralıp, kendi iktidarı için kullanmasının mümkün olmadığını ve yeni bir iktidar biçiminin, farklı bir aygıtla kurulması gerektiğini belirtmektedir. Fakat Laçiner’in uyarısı, sosyalist devrimle kurulacak iktidar ve devlete yönelik; kurulacak sosyalist devletlerin, birilerinin Sovyetler Birliği’nde var olduğunu iddia ettikleri “bürokratik devlet” gibi olmaması yönünde bir iması var sanki…

Son olarak değineceğimiz husus ise şudur: Laçiner, Marx’ın 18 Brumaire’de köylülük hakkında söylediklerinin, günümüzde küçük-orta boy işletmeler konusunda düşünürken konuya ışık tutucu olduğunu belirtiyor (s. 188). Oysa Marx’ın köylüler üzerine yazdıklarının, KOBİ’lerin ya da bu işletmelerin patronlarının özellikleriyle hiçbir anlamlı bağı bulunmamaktadır.

Eleştirilen kaynak: Karl Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, Çeviren: Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Temmuz 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.