Konu:
Marx’ın Louis Bonaparte’ın On Sekiz
Brumaire’i (İletişim Yayınları) adlı eserine Ahmet İnsel’in yazdığı “sunuş”
ve Ömer Laçiner’in yazdığı “sonsöz” eleştirilmektedir.
Önce Ahmet İnsel’in “sunuş”
yazısından başlayalım.
İnsel, daha ilk cümlesinde
hata yapıyor. Şöyle yazıyor: “Marx ve
Engels’in, Avrupa üzerinde bir hayalet dolaştığını ve bunun adının komünizm
olduğunu iddia etmelerinden birkaç ay sonra, beklenen devrim Şubat 1848’de
Paris’te başladı.” (s. 7). İnsel burada Komünist
Parti Manifesto’sunda bulunan “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, komünizm
hayaleti” cümlesine gönderme yapıyor ve bu cümlenin yazılması/yayınlanmasından
“birkaç ay sonra” Paris’te 1848 devriminin başladığını belirtiyor. “Bir-iki” mi,
yoksa “birkaç” mı?.. İnsel “birkaç ay sonra” şeklinde yazıyor.
Komünistler Birliği’nin 2.
Kongresi, 29 Kasım-8 Aralık 1847 tarihleri arasında yapılır. Marx’ın Brüksel’e
dönüşü 13 Aralık 1847’dir. Marx ve Engels, Komünistler Birliği kongresinin
kapanışının ardından Londra’da ve daha sonra Engels Aralık sonuna doğru Paris’e
gidinceye kadar Brüksel’de, Manifesto
üzerinde birlikte çalışır. Bundan sonra Marx, Manifesto üzerinde bütün bir ay boyunca tek başına çalışır. Manifesto Ocak ayı sonlarına doğru
bitirilir ve elyazması Londra’ya gönderilir. Londra’da Komünistler Birliği’nin
ve Alman İşçileri Eğitim Derneği’nin bir üyesi olan J.E. Burghard adında bir
Alman göçmeninin küçük matbaasında basılır. İlk Almanca baskı Fransa’daki Şubat
devrimiyle aynı güne rastlar. Mart 1848 ortalarında Fransa ve Almanya’da
dağıtımı için 1000 nüshası Paris’e getirilir; baskının geriye kalan kısmı başka
ülkelere gönderilir (Karl Marx Biyografi, SSCB Bilimler Akademisi, s. 134-135).
Manifesto’nun
yazıldığı tarih olan Aralık 1847-Ocak 1848 arası ile Paris’te Louise-Phillipe’in
devrildiği 22-24 Şubat 1848 tarihi arasındaki süreye, hiç kimse “birkaç ay”
demez. Elbette İnsel hariç…
İnsel devrim, “birkaç ay içinde Fransa’dan Almanya’ya ve
Avrupa’nın birçok kentine yayıldı” (s. 7) şeklinde yazarken de, kronolojiyi
bilmediğini dışa vuruyor. 13 Mart’ta Avusturya’nın başkenti Viyana’da, 18
Mart’ta Prusya’nın başkenti Berlin’de ayaklanmalar başlar. 1848 devrimlerinde ayaklanmaların
bir kısmının gerçekleştiği tarihler şöyledir:
“Avrupa’daki
isyanların ilki gerçekte, Sicilya ve Palermo’da 12 Ocak gibi erken bir tarihte
yaşandı. Daha sonra Napoli Krallığı’nın ana topraklarına yayılarak II.
Ferdinand’ı 29 Haziran’da anayasayı kabul etmek zorunda bıraktı. Onu, daha
sonra 17 Şubat’ta Toskana dükü, 21’inde papa ve 4 Mart’ta Piemonte’de Charles
Albert takip etti ve hepsi de bir şeylerin daha kötü olacağından çekiniyordu.
18 Mart’ta, bu sefer tamamen Paris ve Viyana’dan gelen haberlerden esinlenen
bir ayaklanma Avusturya yönetimine karşı Milan’da başladı (…) Şubat sonunda
Batı Almanya’da isyan haberleri gelmeye başladı. Bavyera ve Doğu Prusya’ya
Mart’ın ilk haftasında sıçradı ve daha sonraki hafta da Berlin’i de içeren
Kuzey Almanya’ya geçti (…) Aynı zamanda, Orta Almanya ve Doğu Prusya’ya da
sıçrayan ve güneybatıda başlayan yaygın kırsal ayaklanmalar ortaya çıktı (…)
Prag’da da, 1848 Mart’ında Viyana’da meydana gelen olaylara benzer gelişmeler
yaşandı (…) İtalya’da Mart ayında Viyana’dan gelen haberler hem Avusturya
yönetimindeki eyaletlerde hem de bağımsız şehir devletlerinde büyük çaplı
isyanların çıkmasını teşvik etmişti (…)” (1848 Devrimleri, Roger Price, Çeviri: Nail Kantemir, Babil
Yayınları, 2000, passim).
Peki, kronoloji bu kadar
önemli mi?.. Şu nedenle önemli: Komünist
Parti Manifestosu’nun, 1848 devrimleri üzerinde herhangi bir etkiye sahip
olmadığı görülmelidir. Bu devrimlerin, komünistlerin programıyla bağı yoktur.
1848 devrimleriyle Komünist Manifesto’yu, aralarında doğrudan bir bağ varmış
gibi ilişkilendirmek yanıltıcıdır.
Devam edelim. İnsel, Marx’ın
yazdığı Fransa’da Sınıf Savaşımları
adlı eserin ana temalarından birinin, “devrim
kavramının içeriğinin değişmesi” olduğunu yazıyor (s. 7). Evet, doğrudur;
Haziran 1848 ayaklanmasıyla birlikte güncelleşen devrim, proletarya devrimidir.
Yaşanan burjuva devrimi de olsa, devrimin “kavramı”nın değil, devrimin ta
kendisinin içeriği değişir.
İnsel, 18 Brumaire’de Marx’ın “birkaç
cümlede, modern devletin hâkim sınıf veya sınıflardan göreli özerkliğini
çarpıcı biçimde özetle(r)”diğini iddia ediyor (s. 12). İnsel’in “göreli
özerklik” kavramını kullanması, kafa karışıklığına yol açmaktadır. İnsel’in
“göreli özerklik” kavramıyla burada anlatmak istediği, devlet iktidarındaki
merkezileşme, devlet aygıtının giderek büyümesi ve etki alanındaki genişlemedir.
Marx 18 Brumaire’de, mutlak monarşi
döneminde devlet aygıtında cisimleşen iktidar gücünü “asalak yapı” olarak
niteler ve Fransa’da burjuva devrimlerinin bu askeri ve bürokratik devlet
aygıtını giderek güçlendirdiğini belirtir. Ardı ardına gelen birinci Fransız
devrimi, 1. İmparatorluk dönemi, restorasyon dönemi, Louis-Phillipe zamanı ve
parlamenter cumhuriyet döneminde, iktidarın merkezileşmesi gelişir ve etki
alanı genişler, devlet mekanizması giderek yetkinleşir. Marx, mutlak monarşi,
birinci devrim ve Napoleon zamanında, bürokrasiyi, burjuvazinin sınıf
egemenliğini hazırlama aracı olarak niteler. Restorasyon dönemi, Louis-Phillipe
zamanı ve parlamenter cumhuriyetteyse, bürokrasi, “kendi başına bağımsız bir güç oluşturma yolundaki çabaları ne olursa
olsun, egemen sınıfın bir aletiydi” der (Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol yayınları, Üçüncü Baskı,
2002, s.121). Marx, ikinci Bonaparte zamanındaysa, “devlet, tamamıyla bağımsız duruma gelmiş gibi görünür” şeklinde
yazar. Aslında Bonapartist rejimde de, burjuvazinin sınıfsal egemenliği devam
etmektedir. Demek ki İnsel, “göreli özerklik” kavramıyla esasında, bilinen bir
saptamayı anlatmak istiyor: “Burjuvazi, sınıf mücadeleleri tarihinde doğrudan
devlete sahip olmayan ilk egemen sınıftır.” (s. 17). Fakat Marx, “görünüşe”
değil, devletin egemen sınıfın iktidar aygıtı olmasına vurgu yapıyor.
İnsel’in yanlış olan bir
saptamasıysa şudur: “20. yüzyıl dünya
siyasi tarihi Bonapartizmin farklı birçok örneğini karşımıza çıkararak, bu
rejim biçiminin Marx’ın öngördüğü kadar geçici olmadığını gösterecektir”
(s. 17). İnsel, 18 Brumaire’in
günümüzde güncelliğini korumasının nedenlerinden birinin, bu durum olduğunu
belirtiyor. Burada ilk akla gelen faşist devlet ve rejimler olmalıdır. Oysa
faşizm, emperyalizm döneminde devrimci yönelişin bastırıldığı zayıf halka
ülkelerde, sermaye sınıfının önemli bir bölümünün aktif desteğiyle iktidara
gelmiştir. Bonaparte’ın darbeyle iktidarı ele geçirmesiyse, burjuvazinin pasif
onayıyla gerçekleşmiştir. Kapitalistleşme sürecine geç giren ülkelerdeki devlet
ve siyaset kadrolarının sınıflar-üstü bir politik görünüme sahip olmaları da,
Bonapartizmin bir örneği değildir (Prusya, Türkiye örnekleri). Çünkü bu
kadrolar burjuvazinin temsilcileridir; bu sınıfın politik bilincine sahip kişiliklerdir.
Zayıf olan burjuvaziyi güçlendirmek, sermaye birikim sürecinin önündeki
engelleri kaldırmak, onların politik bilinçlerinin başat unsurudur. Bu
örneklerden farklı olarak Bonapartizm, burjuvazinin siyasal egemenliğinin
olgunlaşmadığı dönemde gözlenen bir diktatörlüktür ve proletaryanın iktidarı
alamaması, burjuvazinin ise elinde tutamaması sonucunda gelişmiştir.
Buradan, Ömer Laçiner’in
yazmış olduğu Sonsöz’e geçebiliriz. Laçiner de İnsel’inkine benzer biçimde yanlış
bir değerlendirmeye sahip görünüyor. Şöyle yazıyor: “1920’lerde Kıta Avrupa’sında faşizm ve Nazizim yükselirken, bu kez On Sekiz Brumaire’in Bonapartizmin
kaynak ve dayanaklarına dair tespitlerinin isabeti, öngörü zenginliği
keşfedilmişti” (s. 177). Fakat Laçiner’in 18 Burmaire üzerinden yaptığı değerlendirmeler bununla sınırlı
değil…
Laçiner, 18 Brumaire’in nasıl okunması
gerektiğine dair şunları söylüyor:
“Eğer
bugün bu kitap, şu son yıllarda devrim kavramının nasıl sönükleştiği, bir devrim
umudu, inancı ve ihtimalinin niçin/neden bu denli düşükleştiği sorusu/sorunsalı
bağlamında okundu ise; kanaatimiz odur ki, bize keşfettireceği pek çok önemli
nokta vardır.” (s. 177-178)
Laçiner’in 1848 devrimlerine
referansla, bir devrim “modeli” önereceği sanılmasın!.. Amaç başka:
“(Marx,
18 Brumaire’de)(…) burjuva
devrim(ci)lerin giderek daha yakın kuşakların deneyiminden çıkarılmış
“model”ler ışığında düşünüp davranmalarını normal karşılarken; toplumsal
devrim(ci)lerin ‘kendi öz içeriklerine ulaşmak için’, en yakını da dahil geçmiş
kuşakların mirasını gömmelerinin zorunlu olduğunu, hatta ‘halledilmiş
görünen’in bile, yeniden başlatılmasının gerekliliğini öne sürer.
“Türkiye
gibi ‘devrimci’lerinin daha önce zafere ulaşmış saydıkları devrimlerden
çıkarılma ‘model’ler üzerinde tartışa geldiği, durumu, koşul, imkan ve
eylemlerini bu modellerden biri içinde kavramaya ve tespite uğraştığı ve o
modeller bazında ayrıştığı bir ülke için, bu önermelerin ne anlama geldiğini
açıklamak bile gerekmez.” (s. 180)
Marx’ın 18 Brumaire’de değerlendirdiği 1848-51 Fransız burjuva devriminin, burjuvazinin
gericileşmesi, burjuva demokratik ideallerini terk etmesi, proletaryanın
bağımsız bir politik aktör olarak belirmesi gibi birçok yeni olguyu tarih
sahnesine çıkarmasını, Laçiner işte böyle anlıyor. Birinci Fransız Devrimi’nde
burjuva politik kadrolar, Roma cumhuriyeti döneminde beliren ideallere,
sözlere, davranışlara öykünür, gerçekleşen burjuva devriminin sınırlı ve
belirli olan içeriğini aşan bir tutku, söylem ve algılayış içerisinde
bulunurlar. Bu politik aktörlerin kendi eylemlerini anlamlandırışları,
meşrulaştırmaları, “geçmişin ruhlarını çağırarak” gerçekleştirilir. Oysa
1848-51 Fransız Devrimi’nde, birinci devrimdekilere görünüşte benzer burjuva
politik kadrolar mücadele içerisinde yer alırken ve bir burjuva devrimi
gerçekleşirken, bu kez bu devrimin içeriği, yeni olgular, sınıflar ve yönetimsel
biçimler barındırmaktadır. Marx, Bonapartist rejimle birlikte “toplum şimdi çıkış noktasının gerisine
çekilmiş görünüyor” (Louis
Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Çeviren: Tanıl Bora, İletişim yayınları, s. 35)
şeklinde yazdıktan sonra, proleter devrimleri için şunu belirtir; “halledilmiş görünene geri dönüp yeniden
başlar, ilk denemelerinin yarım yamalaklığını, zaaflarını, zavallılıklarını
gaddarca ve esaslı biçimde alaya almaktan geri kalmazlar (…)” (s. 35).
1848-51 Fransız Devrimi’nden dersler çıkaran Marx, gelişecek proletarya
devrimlerinin, “geçmişten beslenemeyeceğini”, kendi içeriğiyle tarih sahnesine
çıkacağını ve burjuva devrimlerinin sınırlı içeriğini aşacağını kavramıştır.
Fakat bu durum, tarihsel gelişimin ve onun özel kesitleri olan devrimlerin
soyutlanabilir genel çizgileri olmadığı, bunlardan yararlanarak geliştirilmeye
açık modellerin oluşturulamayacağı/oluşturulmaması gerektiği anlamına gelmez.
Aslında çıkarsananlar, saptamalar, soyutlamalar bir modelden daha çok, dinamik bir
teorik muhtevayı oluşturur. Her yeni somut durumun incelenmesi ve siyasal
açıdan değerlendirilmesi, bu muhtevanın dinamizmine katılmaktadır.
Laçiner, kısacası
devrimlerin modeller içerisinde düşünülmesini ve bu modellere referansla politik
perspektif geliştirilmesini eleştiriyor. “Marksist sıfatlı hareketler”in,
Marx’ın “tavsiyesi”ne aykırı düşündüklerini, “uyarı”sını dikkate almadıklarını
beliriyor (s. 180). Oysa Marx’ın Büyük Fransız Devrimi’ni ve 1848-51 devrimini
incelediği, bunlardan kalkarak kendi devlet ve devrim kavrayışını geliştirdiği
bilinmektedir. 1871 Paris Komünü deneyiminden de örneğin “proletarya diktatörlüğü”
hakkında, bazı dersler çıkarır. Bütün bu soyutlamalar statik bir “şablon”
oluşturmaz, fakat belirli genel eğilimleri, evrenselleştirilebilir saptamaları
ve yaklaşım biçemlerini taşıyan dinamik bir teorik bakışa katılırlar.
İşte şimdi “zurnanın zırt
dediği yer”e geldik. Laçiner buyuruyor:
“Az
önce işaret edilen referanslara ve amaç/değerlere
(-‘bilim/teknoloji gibi referanslar”, ‘üretim artışı gibi değerler’ şeklinde
yazmış –MB) yaslandırıldığı için adeta
değişmeyecek bir veri addedile gelen ‘kısıtlı varoluş koşulları’nın kendisini
değil, onun ücret boyutunu sorun etme noktasına adım adım gerileyen bu
‘toplumsal devrim’ler trendi 20. yüzyıl sonunda adeta tükenme noktasına indi.
Onun içler acısı düşüklüğünden kurtulup yeniden –ve şüphesiz daha kökten- bir
yükseliş göstermesi için sözünü ettiğimiz o referans ve amaçların bizzat
kendisinde bir devrimin gerçekleştirilmesi ilk ve zorunlu koşullardan biridir.”
(s. 184)
Evet, “zırt” denmiş;
görülüyor. Burada, reel sosyalizme dönük az çok ustalıkla yapılmış bir karalama
bulunuyor. Kapitalist üretim biçiminin “empoze ettiği” proleterliğin “kısıtlı
varoluş koşulları” değiştirilemediğinden, reel sosyalizm deneyimleri tükendi
deniyor. Marx, 18 Brumaire’de, bir
yerde “takas bankaları “ ve “işçi birlikleri”nden bahsederek, bu “doktriner
deneyleri” şöyle niteliyor: “(…) eski
dünyayı kendi büyük bütünsel araçlarıyla altüst etmekten feragat eden, daha
ziyade –burjuva- toplumun arkasından dolanarak özel yollardan, varoluşunun kısıtlı
koşulları içinde kurtuluşu arayan, dolayısıyla yenilgiye mecbur bir hareket”
(s.40). Marx’ın “kısıtlı varoluş koşulları”yla kastettiği, burjuva toplumun
koşulları, işçi sınıfının varoluş biçimi olarak bu toplumdaki “ücretli
köleliği”dir. Laçiner’in anladığı “kısıtlı varoluş koşulları”ysa bu olmamalı;
Laçiner bu “koşullar”la sömürüyü anlatıyor olmamalı. Bu denli salakça bir
iddiada bulunuyor olamaz. Eğer bu iddiadaysa, söyledikleri bir totolojiden
ibarettir: Kapitalist üretim tarzının işçilere sunduğu koşullar
kaldırılmadığından, yani kapitalist üretim yok edilmediğinden, reel sosyalizmde
kapitalist restorasyon gerçekleşmiş denmiş olacaktır.
Ama belki de “yabancılaşmadan”
veya “özgürlük” boyutundan bahsediyordur… Elbette kendi kısıtlı “özgürlük” anlayışıyla…
Çünkü Laçiner, “yığınların bastırılmış,
kısıtlanmış yaratıcı kapasitelerinin harekete geçişi Marx’ın sosyalizm/komünizm
‘teori’sinin temeli, mihenk taşıdır” diyor; Paris Komünü’nünde,
proletaryanın “kendiliğinden, kendi
yaratıcılığıyla sadece siyasi değil toplumsal-ekonomik boyutlarıyla da bir
doğrudan demokrasiyi gerçekleştirme atılımı yapmış olması”ndan bahsediyor
(s. 185). Ayrıca Stalin’e diktatörlüğü, Sovyetler Birliği’ndeki rejime de
“totaliterizm”i yakıştırıyor olabilir. Bunları yazdıklarından öğrenemiyoruz.
Fakat şunu netlikle söyleyebiliyoruz: Laçiner’in bakışı, bir çarpıtmadır. Yazdıkları,
reel sosyalizmin çözülüşünün nedenlerini anlatmamaktadır. Çözülüşte, kitlelerin
siyasal ve ideolojik dinamizmlerini yitirmesinin bir payı olduğuysa zaten
bilinmektedir.
Laçiner devam ediyor.
Proletaryanın devrimci sınıf olmasını şu şekilde açıklıyor:
“(Marx)
Proletaryanın o bastırılmış
kapasitesini, kısıtlanmış potansiyelini, sistemin kaçınılmaz krizlerinin herhangi
birinde harekete geçirerek, yığınların yaratıcı-üretici etkinliklerini
geliştirmek, bu alandaki ‘eski’ sınırlamaları geçersizleştirmek temelinde
girişimler ve çözümlerle kendini gösterecek bir devrimi başlatacaklarına
inanır.” (s. 184-185)
Proletaryanın kapitalist
sömürü altında, toplumsal-insani vasıflardan göreli yoksunlaştırıldığı,
üretimin mevcut gelişim düzeyiyle çok daha gelişkin koşullar içerisinde
yaşamasının ve çalışmasının mümkün olduğu, fakat kapitalist üretim
ilişkilerinin çelişkili karakteri nedeniyle servet birikimi gerçekleşirken,
göreli olarak, yani olması gerekenin gerisinde bulunan, yaşam ve çalışma
koşullarına sahip olduğu bilinmektedir. Proletaryanın devrimci
kapasitesi/potansiyeli buradan kaynaklanır. Marx, buna “inanır” denebilir. Ama
Laçiner, “devrimci kapasite”den değil, “bastırılmış kapasite”den ya da
“kısıtlanmış potansiyel”den de değil, bunları işçilerin herhangi bir krizde “harekete
geçirmesi”nden dem vuruyor. İşte devrimin sihirli Laçiner formülü: “İşçiler,
kısıtlanmış potansiyellerini, bastırılmış kapasitelerini harekete geçirir ve
böylelikle devrim başlar.”
Laçiner “devletin göreli
özerkliği” ve bonapartizm üzerinde kısaca dururken de, şu saptamada bulunuyor:
“Buradan,
bir sınıf olarak burjuvazinin siyasal egemenlik konusunda titiz, ısrarcı
olmadığı veya bir başka deyişle siyasal rejim bahsinde ‘ilkesiz’ olduğu
sonucunu elbette çıkarabiliriz. Burjuvazinin bu ‘karakter’i -deyim yerindeyse-
özseldir ve o nedenle de hep geçerli olmuştur ve olacaktır da.” (s.
187)
Bize göre, burjuvaziye bu
türden bir “ilkesizlik” atfetmek doğru değildir. Sınıflar arasındaki
mücadeleler ve güç dağılımının somut durumu, sermaye birikiminin ihtiyaçları,
geçmişten devralınan kurumlar, devletin tipini ve ne yöne doğru evirileceğini
genel olarak belirler. Sermaye sınıfının devlet aygıtından ayrışmışlığı, onun
devlet tipi ve rejim biçimi konusunda kendinde bir “ilkesizlik” özelliğine
sahip olduğu anlamına gelmez.
Laçiner, Marx’ın burjuva
devrimleri için geçerli olan bir saptamasını hatırlatıp, sosyalistlere bir
uyarıda bulunmayı da ihmal etmiyor:
“
‘Bugüne kadarki tüm devrimler devlet aygıtını daha da büyütüp güçlendirmekten
başka bir şey yapmadılar” deyişindeki endişe yüklü ifade, onun ‘toplumsal
devrim’in niteliği hakkında düşünen ve eyleyenlere en başından yaptığı bir
uyarı olarak, günümüz koşullarında da mutlaka yeniden yorumlanmalıdır.” (s.
187)
“Uyarı”yı yapan Marx mı,
Laçiner mi?.. Elbette Laçiner. Çünkü Marx, proletarya devriminin, devlet
aygıtını olduğu gibi devralıp, kendi iktidarı için kullanmasının mümkün
olmadığını ve yeni bir iktidar biçiminin, farklı bir aygıtla kurulması
gerektiğini belirtmektedir. Fakat Laçiner’in uyarısı, sosyalist devrimle
kurulacak iktidar ve devlete yönelik; kurulacak sosyalist devletlerin, birilerinin
Sovyetler Birliği’nde var olduğunu iddia ettikleri “bürokratik devlet” gibi
olmaması yönünde bir iması var sanki…
Eleştirilen kaynak: Karl Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, Çeviren: Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Temmuz 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.