1 Şubat 2025 Cumartesi

Nükleer enerjinin geleceği

Mahmut Boyuneğmez

Gelecekte insanlığın artan enerji ihtiyacını karşılamada nükleer enerjinin kullanımından sakınmamak gerekir. Artan nüfusla birlikte iktisadi büyüme gerçekleştirilirken, bunun insanlığın gelişimi ve doğayla uyum açısından bir sorun oluşturmaması öncelikli olmalıdır.


Ortalama küresel sıcaklığın sanayi öncesi dönemi 1,5°C aşması durumunda, geri dönüşü olmayan, yıkıcı bir iklim değişikliği sürecinin başlama riski var. Böylelikle, ormanların çoğunu yok eden yangınların çoğalması, nehirlerin yok olması ve yeraltı su rezervlerinin tükenmesi, artan kuraklık ve toprakların çölleşmesi, kutuplardaki buzulların erimesi, yer değiştirmesi ve deniz seviyesinin yükselmesi, büyük şehirlerin (Hong Kong, Kalküta, Venedik, Amsterdam, Şangay, Londra, New York, Rio de Janeiro) sular altında kalması gerçekleşecek. Şimdiden iklim değişikliğinin yol açtığı kuraklık Afrika ve Asya'da milyonlarca insanı açlıkla tehdit ediyor, artan yaz sıcaklıkları gezegenimizin bazı bölgelerinde dayanılmaz seviyelere ulaşmış bulunuyor, ormanlar giderek uzayan yangın mevsimlerinde her yerde yanıp kavruluyor.

Peki iklim krizinin sorumlusu kim? Atmosferdeki karbondioksit yoğunluğu Sanayi Devrimi'nden sonra artmaya ve 1945'ten bu yana yaşam için tehlikeli olmaya başladı. Kısacası, kapitalizmin dizginsiz birikim ve kâr arayışı, insanlar ve diğer canlılarla birlikte yeryüzünün içinde bulunduğu iklim krizinin sorumlusu. Kapitalizm için gelecek yoktur, şimdi vardır. Kapitalizmle dünyamızın ve insanlığın bir geleceği de olmayacak. Kapitalistlerin ve kapitalist devletlerin “sürdürülebilir enerji”lerin geliştirilmesiyle ilgilenmeleri kâr elde etme amacı dışında bir saikle gerçekleşmiyor. Kömür, petrol ve gaza (fosil yakıtlara) olan bağımlılığı bırakamazlar. Bu nedenle iklimi düzeltmek için de sistemi değiştirmek gerekiyor.

2023 yılında dünya enerji tüketimi 183,23 terawatt-saat düzeyinde bulunuyor. Bunun güneş, rüzgâr ve diğer yenilenebilir kaynaklardan gelen kısmı 12,732 terawatt-saattir. Başka bir ifadeyle bu kaynaklardan karşılanan enerji tüketimi, toplam dünya enerji tüketiminin yüzde 6,95’i düzeyinde. Gelecekte birkaç katına çıkarılsa dahi, eşitliğin, özgürlüğün ve refahın olduğu komünist bir dünya toplumunda bu oranın dünya toplumunun enerji ihtiyacını karşılayamayacağı bugünden ön görülebiliyor.

Küresel enerji tüketimi

Öte yandan yeryüzünün atmosfer sıcaklığında sanayi devriminden günümüze yaklaşık 1,2 °C’lik bir artışın olduğu biliniyor. Başka bir ifadeyle, kritik eşiğin aşılmasına 0,3 °C’lik bir fark kalmış durumda. 2 milyar dolar büyüklüğünde olan ve toplam sera gazı emisyonlarının yaklaşık yüzde 8’ine karşılık gelen karbon piyasalarıyla küresel sıcaklık artışının önüne geçilmesi mümkün görünmüyor. Birleşmiş Milletlerce yapılan düzinelerce İklim Değişikliği COP Konferansının da süreci durdurmak için gerekli önlemleri almadığı açık. 13 Aralık 2023'te yayınlanan yıllık BM İklim Değişikliği Konferansı (COP28) nihai anlaşması, derin karbonsuzlaşmaya ulaşmaya yardımcı olmak için nükleer enerji de dahil olmak üzere düşük emisyonlu teknolojilerin konuşlandırılmasının hızlandırılması çağrısında bulunmuşsa da uygulamada gerçek bir ilerleme zor görünüyor. Kapitalist toplumsal ilişkiler ve temel düsturu kâr/artık-değer üretimi, insanlığın ve diğer canlıların sonunu getirebilecek bir konuda çözüm geliştirme kapasitesine sahip bulunmuyor. İklim krizinin çözümünün dünya kapitalist-emperyalist sisteminin uhdesinde olmayışı, kapitalist toplumsal ilişkilerin doğayla/yeryüzüyle ve dolayısıyla insan uygarlığının kazanımlarıyla çelişki içerisinde olduğunu gösteriyor. Ek olarak, bu toplumsal ilişkilerin tasfiyesi ile yeni bir dünyaya, yeni toplumsal ilişkilere geçişi müjdeliyor.

1850’den günümüze küresel ortalama sıcaklıktaki değişim, °C

Dünya atmosfer sıcaklığındaki artışın 1,5 °C ile sınırlandırılmasının iklim değişikliğinin yarattığı riskleri önemli ölçüde azaltacağı yönünde bilimsel görüş birliği var. Fakat enerji kaynaklı karbondioksit emisyonları 2000 yılından bu yana %40'tan fazla artış göstermiş olup, 2018 yılında 33,1 milyar tona ulaşmış durumda. Son yıllarda rüzgâr, güneş ve diğer yenilenebilir kaynaklardan üretilen elektrik miktarı artmış olsa da fosil yakıtlardan elde edilen elektrik miktarının oranı değişmemiş bulunuyor. Enerjiyle ilgili karbondioksit emisyonlarının yüzde 40’tan fazlası, elektrik üretimi sırasında oluşuyor.

Fosil ve fosil olmayan yakıtlardan elektrik üretimi 2000 ve 2017

Çernobil (1986) ve Fukuşima (2011) santrallerindeki kazalardan sonra gelişen bir önyargı var. Bu önyargının faydalı olduğu söylenemiyor. Nükleer santrallerin olası bir kaza sonucunda çevreye ve insanlara verebileceği zarar elbette önemsenmelidir. Fakat elektrik enerjisi üretiminde bu yola başvurulmasının getirdiği yararın büyüklüğü karşısında, kaza oluşma riskinin ve kaza olduğunda oluşacak çevre tahribatının ön alıcı olmaması gerekiyor. 1950’lerden günümüze kadar geçen 70 yıllık sürede faaliyet gösteren nükleer santrallerde sadece üç kaza kamuoyunu alarma geçiriyor: 1979 Üç Mil adası kazası, 1986 Çernobil felaketi ve 2011 Fukuşima nükleer felaketi. Bunlardan sadece Ukrayna'daki Çernobil nükleer santralinde meydana gelen kaza doğrudan ölümlere neden olmuş bulunuyor. Oysa dünya çapında her 5 ölümün 1'inden petrol ve kömür tüketimi sorumlu durumda. Sadece 2018 yılında fosil yakıtların küresel çapta 8,7 milyon insanın ölümüne neden olduğu biliniyor.

Nükleer enerji santralleri çalışırken sera gazı emisyonu üretmiyor ve yaşam döngüsü boyunca nükleer santraller, birim elektrik başına rüzgâr ile yaklaşık aynı miktarda karbondioksit eşdeğeri emisyon üretiyor. Güneş enerjisi ile karşılaştırıldığında ise birim elektrik başına emisyonun üçte biri düzeyinde bir emisyon oluşturuyor.

Farklı elektrik jeneratörleri için ortalama yaşam döngüsü boyunca üretilen karbondioksit eşdeğeri emisyonlar

Küresel sıcaklıklardaki ortalama artışı 1,5°C'nin altında tutmak için karbonsuzlaşmaya gidilmesi gerekiyor. Bu amaçla, nükleer enerji santrallerinin dünya enerji üretimindeki payının (2018 yılında dünya elektrik üretimindeki payı yüzde 10,2) arttırılması gerekiyor. Bu yapılmadan iklim değişikliğiyle mücadele imkânsız görünüyor. Fakat kapitalist devletlerin genel olarak bu yönde bir politikaya sahip olmadığı, fosil yakıtların tükenmesine kadar acelelerinin olmadığı gözleniyor. Çünkü bitene kadar fosil yakıtlar kapitalist ekonomilerin temel hammadde ve kâr kaynaklarından biri olmayı sürdürecek gibi duruyor.

Oysa nükleer santraller, fosil yakıt santrallerinin yerine yaygın olarak kullanılabilir ve sanılanın aksine bu santrallerin güvenliği yüksektir. Nükleer santrallerdeki soğutma kuleleri yalnızca su buharı yayar ve dolayısıyla atmosfere herhangi bir kirletici veya radyoaktif madde salmaz. Nükleer enerji üretimi sırasında ortaya çıkan nükleer atıkların ise %90 kadarı geri dönüştürülebiliyor. Günümüzde bile nükleer enerji kullanımının kabaca dünyadaki tüm arabaların üçte birini yollardan kaldırmaya eşdeğer şekilde emisyonları azalttığı bir gerçeklikken, gelecekte bu kullanımın artması insanlığın doğayla olan ilişkisindeki uyumsuzluğun ortadan kalkmasına yol açabilir görünüyor. Günümüzden bir örnek verelim: Dünyadaki en büyük nükleer enerji oranına sahip Fransa, elektriğinin %70'inden fazlasını faaliyetteki 56 nükleer reaktörden sağlıyor. Fransa’da elektrik sektörünün emisyonları Avrupa ortalamasının altıda biri düzeyinde bulunuyor.

Fransa elektrik üretimi 1974-2017

Günümüzde 32 ülkede 439 nükleer santral faaliyette ve yaklaşık 55 yeni reaktör inşa halinde. Gelecekte fosil yakıtlar bitince dünya toplumunun artan enerji ihtiyacının karşılanmasında, güneş, rüzgâr ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmaya ek olarak nükleer enerjiyi de artan oranda kullanmak dışında şimdilik alternatif bir yol bulunmuyor.

Üstelik “ekososyalist küçülme (degrowth) tezi”, komünizme içkindir. Bu tez üretim ve tüketimin önemli ölçüde azaltılmasını savunuyor. Fransızcadaki “la décroissance” ya da İtalyancadaki “la decrescita” sözcükleri, bir sel felaketinden sonra nehrin normal akışına dönmesini ifade ediyor. İşte burada olduğu gibi, “degrowth” (küçülme) kavramı da tarihsel akışta kapitalizm adındaki taşkınlıktan sonra normal bir debiye kavuşmayı anlatıyor. Komünizmde büyüme-karşıtı (anti-growth) ya da küçülme (degrowth) yanlısı bir üretim sistemi yerine, öncelikle kapitalizmin mirası olan toplumun gereksiz ve aşırı üretim-tüketim uzanımları budanacak, merkezi planlamayla kaynakların ve enerjinin kullanımında büyük tasarruflar sağlanacaktır. Örneğin bu çerçevede silah, moda ve reklam sektörü olmayacaktır. Yine örneğin özel otomobillerin kullanımı çok büyük oranda azalacak, toplu taşıma başat ulaşım tarzı haline gelecek, çok yönlü turizm ve zorunlu yük taşımacılığı için uçuşlar dışında uçak seferleri olmayacak, helikopterler yalnızca hava ambulansları ve yangın söndürme araçları olarak kullanılacaktır. Eğer o vakte kadar tükenip bitmemişse, fosil yakıtların kullanımında belirgin azalma ve güneş/rüzgâr/nükleer enerjinin kullanımında artışa gidilecektir.

Günümüzde en az 1,18 milyar insanın elektriğe erişimi yok. Resmi verilere göre ise bu sayı 733 milyon civarında. Yine Dünya Sağlık Örgütünün verilerine göre, her yıl 3,2 milyon insan, elektriksizlikten kaynaklanan kötü koşulların yarattığı hastalıklar nedeniyle yaşamını yitiriyor. Yani insanlığın çok büyük bir bölümü ileri teknolojilere rağmen temel ihtiyaçlardan biri olan elektrikten yoksun yaşıyor. Bu durum "enerji yoksulluğu" olarak adlandırılıyor ve üretici güçlerin içerisinde bulunduğu çelişkili toplumsal ilişkileri yansıtıyor. Enerji üretimi bugün sermayenin ihtiyaçları/kâr elde etme mekanizmaları için yapıldığından, gelecekte kaynaklar, insanlığın ihtiyaçları için kullanıldığında, enerji üretiminde tasarruf olacağı açık. Biyogaz, rüzgâr ve güneş enerjisi, hidrolik ile nükleer enerji… Enerji üretiminde kaynaklar kıt değil, üstelik insanların ihtiyaçları liberallerin iddiasının aksine sınırlı.

Komünist dünya toplumunda ileri teknolojinin üretimde ve tüketimde kullanımından ise vazgeçilmeyecektir. Bir örnek vermek gerekirse bugün tekellerin egemenliğindeki biyoteknolojinin insanlığın yararına değil zararına kullanılmasıyla gerçekleştirilen GDO üretiminden, bu ürünleri yeryüzündeki bütün insanların ihtiyaçları için ve onlar yararına kullanmaktan vazgeçilemez. Robotlar ve yapay zekanın üretimde ve günlük yaşamda kullanımında da durum böyle olacaktır. Gelecekte bomba üretiminde değil, fakat insanlığın artan enerji ihtiyacını karşılamada nükleer enerjinin kullanımından sakınmamak gerekir. Artan nüfusla birlikte iktisadi büyüme gerçekleştirilirken, bunun insanlığın gelişimi ve doğayla uyum açısından bir sorun oluşturmaması öncelikli olmalıdır.

Yararlanılan kaynaklar:

1. https://artigercek.com/arti-yazi/ekososyalist-kuculme-uzerine-dokuz-tez-315983h

2.https://world-nuclear.org/nuclear-essentials/how-can-nuclear-combat-climate-change

3. https://ourworldindata.org/energy-production-consumption

4. https://degrowth.info/degrowth

5. https://earth.org/the-advantages-and-disadvantages-of-nuclear-energy/

6. https://marksist.net/can-aytekin/burjuvazinin-enerji-ihtiyaci-ve-gercekler 

28 Ocak 2025 Salı

Suriye/Rojava Türkiye’nin yeni-sömürgesi olabilir mi?

MAR


Kürt halklarının ağırlıkla Türkiye, Suriye, Irak ve İran olmak üzere dört farklı ülke topraklarında yaşaması bir olgu. Bu ülkelerin sınırları içerisinde kalan Mezopotamya coğrafyasının üzerinde ilgili devletlerin “sömürgeci” oldukları ise bilim-dışı bir iddia. Peki ya bundan sonra da gerçek-dışı bir iddia olarak mı kalacak?..

Abdullah Öcalan’la, bir zamanlar dillerine pelesenk ettikleri kelimelerle söylenirse “bebek katili” ile görüşmeler sürüyor. Bahçeli’nin şimdilerde “terörist başı” demeyi sürdürmesi ise, arka planda muhtemelen görüşmeler yapılsa ve bu toplumdan gizlense de “silahları bıraktırdık, tasfiye ettik” şeklinde topluma dönük politik algıyı oluşturmak ve korumak amacını taşıyor. Kürt silahlı güçlerine silahları bırakmanın ve verilecek bazı olası tavizlerin karşılığında, Rojava bölgesinde ya da mümkünse Suriye topraklarının tamamında yeni-sömürgecilik çerçevesinde bir kontrol sağlama olanağı değerlendirilmek isteniyor.

Yeni-sömürgecilik, askeri zorlama ve baskı ön planda olmadan, ekonomik ve siyasal mekanizmalarla emperyalist ülkelerin, bağımlı ülkeler üzerinde egemenliğini anlatıyor. Yeni-sömürgecilik kapsamında, bağımlı ülkelere bir tür siyasi hamilik yapılıyor, bu ülkelerin üzerinde iktisadi ve siyasal kontrol oluşturma yoluyla, yeni pazar olanakları değerlendiriliyor, bağımlı ülkelerin yeraltı ve yer üstü kaynakları ile işgücü yağmacı bir tarzda kullanılıyor, borçlandırma ve sermaye ihracıyla yatırımlarda bulunup, emekçi halkların sömürüsü üzerinden oluşan artık-değerlerin egemen ve görece gelişmiş kapitalist ülkenin sermaye sınıfına ve devletinin kasasına akması sağlanıyor. Türkiye’nin orta gelişkinlikte kapitalist bir ülke olarak emperyalist-kapitalist dünya sisteminde “alt-emperyalist” bir konumda olduğu biliniyor. Suriye’ye ya da en azından Rojava’ya dair murat edilenin ise Türkiye’nin alt-emperyalist bir ülke olarak bu topraklar üzerinde belirli ölçülerde bir egemenlik kurması olduğu anlaşılıyor.

Akdeniz’in doğusunda bulunan Levant Havzası'nda toplamda 1,7 milyar varillik iki petrol ve 3,45 trilyon metreküp doğal gaz rezervinin olduğu tahmin ediliyor. Bunlar ABD, İsrail, Türkiye ve AB devletleri arasında paylaşım konusu. Suriye üzerinden geçen boru hatlarının (örneğin Irak-Kerkük’ten İsrail’e ulaşan boru hattının) aktifleşmesi de emperyalist devletler açısından önemli. Türkiye sermaye sınıfı açısından Suriye’nin imarı ve yapılacak yatırımlardan gelecek kârlar da öyle. Ve elbette Rojava’nın gelecekteki statüsünün ne olacağı Ankara açısından kritik önem taşıyor…

Yaşanılan süreçler hakkındaki kafa karışıklığını gidermek gerekiyor. Bir yandan Kürt siyasetçilerin yönetimindeki belediyelere kayyum atanırken, bir yandan kamuoyuna yönelik “terör son bulsun”, “barış, kardeşlik olsun” çağrıları yapılıyor. Oysa PKK'nin uzun zamandır/yıllardır Türkiye topraklarında bir çatışmaya girmediği biliniyor. Zıtmış gibi görünen bu hamleler karşısında “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” denmemesi gerekiyor. “Süreç” dahilindeki politikaların bütününe bakıldığında “havuç-sopa” taktiğinin uygulandığı anlaşılıyor. Anlamı şudur: “birlikte yürünecek yola gelinmezse, sopa devrededir.” Bahçeli’nin “Öcalan gelsin Meclis’te konuşsun, örgütü tasfiye ettiklerini açıklasın” yönündeki çağrısına, PKK’nin bir gün sonrasındaki yanıtı, TÜSAŞ’taki sivilleri hedef alan “terör” eylemi oluyor. Bu eylem görüşme masasına eli güçlü oturmak istemelerini yansıtıyor.

Peki murat edilenler olacak mı?.. Devletin ve sermaye sınıfının ABD, AB devletleri, İsrail devleti ve bu ülkelerin sermaye sınıflarının çıkarlarıyla rekabet içerisinde olma hali sürüyor. Gelişmelerin, birçok diplomatik, politik ve belki de askeri ilişkinin ve manevranın sonucu olacağı dışında bir şey söylemek mümkün görünmüyor.

27 Ocak 2025 Pazartesi

Enternasyonalizm

Mahmut Boyuneğmez

Büyük Fransız Devrimi’nin “insanların kardeşliği” fikrinin üzerine gelen “bütün ülkelerin proleterleri, birleşin” (Komünist Manifesto) cümlesi, proletarya enternasyonalizmini özlü biçimde anlatır. Marx ve Engels, “insanların kardeşliği” fikrini sahiplenmiş, fakat bunun gerçekleşebilmesi için, ona gerçekçi bir sınıfsal temel kazandırmıştır.

Enternasyonalizm, farklı ülkelere dağılmış emekçi halkların çıkarlarının ortak olduğu ve geleceklerinin birleşeceği inancını temel alır.

Enternasyonalizm komünist parti ve hareketlerin, dünya işçi devrimi, eş deyişle dünya sosyalist devrimi sürecinde birlikte ve dayanışma içinde hareket etmeleridir.

Enternasyonalizm, milliyetçiliği dışlar. Örneğin II. Enternasyonal’in milliyetçiliği, enternasyonalist mücadelenin dışına düşmüştür; çünkü emekçilerin dünya çapındaki çıkarlarına aykırıdır. Almanya’da sosyalistler, Almanya’nın savaşa girmesi lehinde tutum almış, işçi sınıfının uluslararası dayanışması ve her ülkenin işçi sınıfının kendi egemen sınıfını devirmesi yerine, farklı ülkelerdeki işçilerin ulusal üniformalarla savaş meydanlarında birbirini boğazlamasını savunmuştur. Rosa Luxemburg ve Lenin ise savaşa karşı çıkmış, savaşa katılan her ülkedeki işçilerin, egemenlik altında bulundukları devletin yenilgisini savunması gerektiğini belirtmiştir. Enternasyonalizm, sosyalistlerin ülkelerini ve emekçi halkını sevmesi anlamına gelen ve emperyalizme karşıt bir tutum olan yurtseverliği ise dışlamaz. Barış yanlısı olmak, anti-militarizm ve anti-emperyalizm, enternasyonalizmin şemsiyesi altındadır.

Her ülkede proletaryanın mücadelesi, öncelikle kendi kapitalist sınıfının toplumsal iktidarına karşıdır. Siyasal iktidarın devrilmesi ve yeni bir iktidarın inşası, kapitalist sınıfın siyasal ve toplumsal iktidarından işçi sınıfı iktidarına geçiş, ülke ölçeğinde verilecek mücadeleyle olanaklıdır. Dünya sosyalist devrim süreci, öncelikle her ülkede iktidar mücadelesinde başarıya ulaşıp, işçi sınıfının iktidarını geri dönülmez biçimde kalıcılaştırmakla ilerleyebilir. Bu süreçte ulus ölçeğindeki sosyalizm mücadeleleri, işçi sınıfının dünya çapındaki çıkarlarıyla uyumlu olmak zorundadır.

22 Ocak 2025 Çarşamba

Sosyalist hareketin bir ayak bağı

Mahmut Boyuneğmez

“Stalin şöyle demişti, Troçki şaşmaz bir akılla şunu savunmuştu ya da lider Mao bugünleri o zamandan öngörmüştü…” Buna benzer ifadeler, dünya ve Türkiye sosyalist hareketlerinde, yaygın ve belirgin bir tutumun dışavurumları durumunda. Geçmiş dönemlerin önder kadroları, politik ve teorik perspektif geliştiricileri hakkında, yazdıkları/söylediklerinin içeriğini tartıp değerlendirmek ve geçerliliğini koruduğu ölçüde bu içerikleri benimseyip, kullanmak yerine, bu liderlerin pratik başarılardaki payları ve oluşan kazanımlardaki katkıları nedeniyle adeta duygusal bir bağla onların düşüncelerinin statik şablonlar olarak günümüze taşınmasından bahsediyoruz. Bu tutum yanlıştır ve reddedilmelidir!..

Geçmiş devrimci süreçlere liderlik etmiş, önemli katkılarda bulunmuş kadrolara sempati duyulması, bu bireylerin sevilip sayılmasında bir sorun yoktur. Fakat bu sevgi ve saygının, siyasal bağlanmayı sağlayan ve bu bağlanmayı yeniden üreten temel unsur olması sağlıksızdır. “Yolumuz şu liderin yolu” türünde coşkunlukları biryana bırakmalı ve her ülke özgünlüğünde sosyalist devrime giden yolu açmanın/oluşturmanın çabası içerisinde olunmalıdır.

Amerika kıtasını her seferinde yeniden keşfetmeye gerek yoktur, fakat değişen dünya ve ülke koşullarını dikkate almadan geçmişin ruhlarını bugüne çağırıp, onlardan medet ummak, doğru olmayacaktır. Geçmiş teorik birikimin sağlam ve geçerliliğini yitirmeyen yanları olduğu gibi, geliştirilmesi gereken boyutları da vardır. Strateji ve politika üretimindeyse, içinde bulunulan konjonktürün ve somut koşulların teorik perspektifle ulaşılan siyasal ilkelerden taviz verilmeden değerlendirilmesi gerekir.

Mao, Stalin, Troçki, Che… Bu kadroların Marksizm’e ve politika üretimine getirdikleri katkılar ölçüsünde önemli ve değerli görülmesi gerekir. Bu liderlere karşı duyulan duygusal yakınlıklar, günümüz koşullarında strateji geliştirme ve teorik değerlendirmeleri geliştirme ve güncelleme çabasını gölgelememeli, sosyalizm mücadelesinin ayak bağı olmamalıdır. Ve bu yazılanlardan Lenin de muaf değildir.

Biz yalnız tek bir teori tanıyoruz: Marksizm. Dinamik, kendini yenileyen ve güncelleyen, kısacası geliştirilen, revizyonist bir şekilde olmadan tarihsel akışın getirdiği değişimleri ve yenilikleri kapsayıp, özümseyen bir teori. Bize göre ne Stalinizm, ne Maoizm, ne de Troçkizm adında bir teori ya da aktüel/cari siyasal perspektif yoktur. Bu tarihsel kişiliklerin yaptıklarından ve yazdıklarından öğrenilecekler vardır, fakat bunlardaki kalıcı ve sağlam yanları alıkoyarken, zamanında anlamlı olan günümüzdeyse tekrarlanması sağlıksız olan yanlar sahiplenilmemelidir. Zihnimizi geçerliliğini yitirmiş olan geçmişin siyasi doğruları ve politik ilkelerinin ağırlığından kurtarmak gerekir. Bu tavrın pusulasızlık olmadığı görülmelidir. Aksine ibreyi saptıran duygusallıklardan, geçerliliğini yitirmiş değerlendirmelere bağlılıktan, güncel siyasal mücadelelerde ayak bağlarından kurtulunmalıdır.

19 Ocak 2025 Pazar

Oportünizm (fırsatçılık)

Oportünizm terimi, siyasal kullanıma 1860’lı yılların sonunda giriyor. Engels 1891’de Erfurt programının eleştirisinde terimi şöyle tanımlıyor:

“Günübirlik çıkarlar için büyük, temel düşüncelerin unutuluşu, gelecekteki sonuçları dikkate almadan yönelinen geçici başarılar ve bu başarılar adına verilen mücadeleler, hareketin bugünü için geleceğinin feda edilerek yüzüstü bırakılışı; tüm bunların makul gerekçeleri olabilir. Ama bütün bunlar oportünizmdir ve oportünizm olarak kalır. Üstelik ‘dürüst’ oportünizm, belki de bütün oportünizmlerin en tehlikelisidir.”

Oportünizm, Marksizm’in revizyonuyla (revizyonizmle) özdeşleşmiştir. Revizyonizm, “teoriye düşmanlık” (R. Luxemburg), doğrudan pratik başarı arayışı, taktiğin önceliği, ilkelerden sürekli tavizler, “biraz olsun belirli ve sağlam ilkelerin yokluğu” (Lenin) şeklinde yorumlanabilir. Lenin, oportünizmi, kararsızlıkla, tereddütle, dolambaçlı çarelere başvurmakla, doğal eğilimi sendika reformizmi olan toplumsal hareketin kendiliğindenciliğine edilgin bir şekilde teslim olmakla, proletaryanın temel ve kalıcı çıkarlarını yüzeysel ve anlık çıkarlara feda etmekle, işçi sınıfına etkin ve kalıcı reformlar sağlama becerisinden yoksun olduğu halde, reformlar için mücadeleyi, nihai hedef uğruna mücadeleden ayırmakla niteler.

2. Enternasyonal’in 1914 Savaşındaki sosyal şovenizmi, bir oportünizm örneği olarak görülebilir. Sosyalist devrimle kapitalist devlet aygıtını parçalama ve proletarya diktatörlüğünü kurmanın gerekliliği ilkesinden vazgeçiş, bir diğer oportünizm örneğidir.

Maceracılık, devrimbazlık, politikayı tumturaklı boş sözlerle ikame etme, doktrinercilik, ülkesel özgüllükleri dikkate almama, kitlelerle bağ kurmak ve onları kazanmak yerine küçük çevre ruhu, seçimlere katılmayı reddetme ise, oportünizmin karşıtı kısır, toplumdan soyutlanmış ve umutsuz bir eğilim olarak ortaya çıkmaktadır. Buna Lenin, “çocukluk hastalığı” demektedir.

Kaynak: Marksizm Sözlüğü, Hazırlayanlar: Géerard Bensussan, Georges Labica, Yordam Kitap, 2016, s. 697-703

8 Ocak 2025 Çarşamba

ÜTOPYACILAR

Yalçın Küçük

FOURİER

François Marie Charles Fourier 1772 yılında Basonçon’da kumaş taciri bir baba ile zengin bir tüccar aileden gelen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi; yazdıkları ve yaşadıklarıyla, asıl Fransız İhtilali’ni doğuran on sekizinci yüzyıl filozoflarının çocuğu olduğunu gösterdi, yine de Fransız i İhtilali’nden duyulan hayal kırıklığı ile buna karşı tepkiyi dile getirdi. Düzenli ve titiz yaşamında pratik başarı olarak bir tüccar kâtibi olmayı aşamadı, hep sevimli bir insan oldu, kendine güvendi, güvenini kurduğu hayal dünyasında denedi, insanlığa zengin bir ütopya kataloğu bırakarak kendisinden sonraki tüm sosyalizm akımını etkileyerek, 1837 yılında, barış içinde, Paris’te öldü. Saint – Simon ve Owen ile sosyalizmin gelişmesine katkıda bulunan üç büyük ütopyacıdan birisi sayıldı; ayrıca Engels, Fourier’yi kesinlikle tüm çağların en büyük mizahçılarından biri olarak adlandırdı.

Lyons, 1793 yılında Cumhuriyet’e karşı durunca, Charles Fourier de bunlar arasında karşı devrimci bir savaşta yer aldı, darağacından kurtuldu, hapis yattı; daha sonra Cumhuriyet Ordusu’na kaydolarak devrimin yayılmasında yer aldı. Fourier, tarihin periodizasyonunu ilk kez açıklıkla formüle etti, insanlığın çeşitli tarih aşamalarından geçtikten sonra mutluluğun doruğunu veren bir dönem yaşayacağını ve bunu çöküşün izleyeceğini ileri sürdü. Böylece Karl Marx dahil, insanlığın gelişimini dönemlere ayıran çözümleyicileri önceledi. Kadınların özgürlüğünün ve bu arada cinsel özgürlüğünün inatçı bir savunucusu oldu; kadının kurtuluşunun toplumun genel olarak kurtuluşunun bir ölçüsü olduğu ilkesini ilk kez Fourier ileri sürdü. Bu ilkeye karşın tüm araştırıcılar, Fourier’in somut yaşamında hiçbir kadın izi bulamadılar; bunu ya gel-geç ilişkiler yaşamasına ya da cinsel iktidarsız olmasına bağladılar. (N. V. Riasonovsky, The Teaching of Charles Fourier, University of Calfornia Press, 1969, s.15) Engels, Eduard Bernstein’e yazdığı bir mektupta, çalışma hakkının il önce Fourier tarafından ileri sürüldüğünü, “the right to work was first advanced by Fourier”, belirtti. (K. Marx-F. Engels, Selected Correspondence, s.352) Fourier ise ütopyalarını geliştirmek için tüm zamanını düşünmeye ayırdığı evinde, her gün saat 12’de, projelerini finanse etmek için kendisine kredi getirecek zengin adama sokak kapısını açmak üzere yerinden kalktı, harekete geçti. Finansör hiçbir zaman gelmedi, Fourier, Owen kadar bile ütopyalarını uygulamaya koyma şansından yoksun kaldığı için olmalı, zamanında ve sonra hep sevilmiş tek ütopyacı olarak kaldı.

Fransız İhtilali’nin Çalışanların Örgütlenmesini Yasaklaması

Fransız İhtilali, eşitlik, kardeşlik ve özgürlük ilkelerinin bayraktarlığını yaparken, bir araya gelme hakkını yasakladı; bunu bir araya gelme ve birlik kurmanın, feodal dönemin loncalarını ve tekelci şirketlerini hatırlatmasına bağlamak, bunda, geri ve özgürlüğü kısıtlayıcı bir öz bulmak mümkündür. Ancak Fransız İhtilali’nin en ileriye atılmış zaman kesitinde bile çalışanlara, haklarını aramak için, bir araya gelme hakkını tanınmamış olmasının, yalnızca tarihe bakmakla açıklanması mümkün görünmüyor; bir hayal kırıklığını ve tepkiyi doğuruyor. Saint–Simon ve Owen gibi, Fourier de, insanlığın kurtuluşunu, bir araya gelmede  ve örgütlü birlikler yaratmada görüyor. Bir gün ‘Aujourd hui jour du Vendredi-Saint, J’ai trouve le secret de l’Association’ diye yazıyor.

Babası iflas etmiş, annesinin serveti dayılarının manevralarıyla kendisinden ayrılmış, bir kez denediği ticarette gemileri denizde batmış Charles Fourier’in, tarih on dokuzuncu yüzyıla dönerken kapitalizmin zenginlikle birlikte yoksulluğu da beraberinde getirdiğini görmesi zor olmuyor. Tüm yazılarında kapitalizmi bitmez tükenmez bir tiksinti ile mahkûm ediyor. On sekizinci yüzyıl aydınlanma yazınının ve hayranı olduğu Newton’un etkisinden çıkmıyor, yurttaşları fizyokratların doğadan bulup çıkardığı ve klasik siyasal iktisadın, tüm insan düşüncesinin bir parçası haline getirdiği, doğal ahenk düşüncesini tümden reddetmemekle birlikte, toplumsal düzende ahengin kendiliğinden ortaya çıkmayacağına ve üstelik de kalıcı olmayacağına inandı, ahenkli toplumun insan tarafından kurulmasını savundu.

Fourier’in hayal kırıklığı ile tepkisi bir üçüncü eksende de kendisini belirtti: Sanayinin yarattığı zenginlikle yoksulluk ikileminin, çalışanları giderek zenginleşenler ile yoksul işçilere ayırdığını görünce, hayalindeki dünyayı, sanayi üzerine değil tarıma dayalı kurdu.

Falans: Ortak Yaşam Birlikleri

Ancak Fourier, tüm büyük ütopyacılara özgü genel çizgilerin dışına çıkmadı; yalnızca yoksulları ve bu arada işçileri değil tüm insanlığı kurtaracak formüller geliştirmeye çalıştı. Buna ek olarak ütopyacılar türünden ve Engels’in sözleriyle, ‘eğer saf akıl ve adalet şimdiye kadar dünyaya egemen olmadıysa, insanların bunları doğrulukla anlamamış olmasından ileri geldiğine’ inanıyordu; (F. Engels, Anti-Dühring, s.28) insanlığın inanması için bir yandan, bunları anlatabilecek dâhilerin çıkması ve insanlığa örneklerle göstermesi gerekiyordu.

Charles Fourier’in modelinde temel birim, Falans, Felange’dır; Falans, insanları bir araya getiren birlikler, association, oluyor. Falans’ların içinde yer aldığı yapıya ise, Fourier, Falanster, Phalanstére, adını veriyor. Gide ve Ch. Rist, falanster’i, İsviçre, veya Nice’deki Palac Hotel ya da Londra ya da Milano’daki l’Hotel Populaire türünden bir büyük otele, un grande hotel, benzetiyorlar. (Ch. Gide- Ch. Rist, Historie des  Doctrines Economiques, 1959, s.274) Ancak bu otelde hem tüketim ve hem de üretim oluyor.

Falans’lar, zengin, orta, yoksul üç tabakadan insanı da barındıracaklar, Fourier, insanlar arasında ayrılıkların yararlı olduğunu düşünüyor. Ayrıca kuşkusuz kadın, erkek ve çocuklar bir arada yaşayacaklar. Yalnız Falans yönetiminde, ekonomik uğraşlarda, ağırlık ve öncelik, tarıma veriliyor. Sanayi, yardımcı bir role sahip oluyor; bütün ayrıntıları önceden düşünen ve yazan Fourier, tarım ile sanayi arasındaki oranın her Falans’ta ancak üç imalat kurumu ve sanayinin tarıma oranının da dörtte bir, beşte bir, ya da altıda bir olacak biçimde düzenlenmesine karar veriyor.

Falans’ın başkanına, Duargue nitelemesini uygun görüyor, iki ya da üç falans’ın başkanı Duargues adını alıyor. Falans’lar bir araya gelerek birlikler büyüdükçe başkanın adı değişiyor, en büyük başkan Omniargue adını alıyor; Fourier, Omniarque’a oturacak yer olarak Constantinople, İstanbul’u uygun buluyor.

Fourier’nin ütopyasında Falans ve Falanster’in ayrı bir yeri var; bu görüşlerini çeşitli baskıları yapılan ve en son Theorie de l’Unité Universille adıyla yayınladığı çalışmasında açıklıyor. Uygulamaya konmadan kalmasına karşın, taraftarlarının Fourier’nin düşüncelerini yaymak için çıkardıkları derginin adı 1832- 34 yılları arasında Le Phalenstére ve 1835-1843 yıllarında da La Phlange adını alıyor. Dergi, Fourier’nin ölümünden sonra adını, La Democratice Pacifique olarak değiştiriyor.

Evrenin Ahenginden Toplumun Ahengine

Charles Fourier’nin ilk yayınlandığı kitap ise, 1808 yılında Theoirie des Quatre Mouvements et des Destinées Generales’dir; tarihin periodizasyon denemesi, bu çalışmada yer alıyor. Zamanın bütün aydınları gibi, burada, Newton’a büyük bir hayranlık ve bağlılık gösteriyor; Newton’dan evrende yasaların varlığını, bir çekim yasası bulunduğunu ve bu çekim yasasının bir ahenk, harmonie, sağladığını alıyor, bu ahenk’in Tanrı’ya ait olduğunu, insanların toplumdaki yasaları bularak Tanrı’ya  ortak olabileceklerini  ve yeryüzünde ahenkli çevreler yaratabileceklerine inanan Fourier, Newton’a borcunu tarihin bir döneminden diğerine  geçişin yasalarını açıklayarak ödemeye çalışıyor

Tarihi, sanayi öncesi, sanayi kapitalizmini içerecek biçimde, hilekâr ve iğrenç sanayi dönemi ve üçüncü olarak da toplumcu, gerçek ve çekici sanayi dönemi olmak üzere üç büyük döneme ayırdı. Bunlar da kendi içlerinde alt dönemlere ayrılıyor. İlk büyük dönem, kapitalizm öncesi feodal döneme denk düşüyor; ikinci dönem, Fourier’nin kapitalizmden bitmez tükenmez tiksintisini yansıtan terminolojisi bir yana, manifaktürden başlayarak kapitalizmin gelişmesini işaret eden alt dönemlere dayanıyor. İzleyicilerinin üstün bilgisini övmelerine karşın, parlak olsa da sınırlı bir eğitime sahip Charles Fourier’nin daha on dokuzuncu yüzyılın ilk yıllarında, tekel sözcüğünü kullanmamakla birlikte, kapitalizmde ‘yeni feodal lordlar’ olacağını haber vermiş olması, dikkat çekiyor. Fourier, kapitalizm sonrası dönemi, yarı-birlik, basit birlik ve gelişmiş adlarını verdiği üç alt döneme ayırıyor; bu sonuncusu tüm ahengi sağlıyor.

Fourier’nin ütopyasında özel mülkiyet reddedilmiyor, kamu yararına ve çıkarlarına göre denetim altına alınıyor. Falans sistemi içinde tüm yaşayanlara yaşamlarını sürdürmeleri garanti ediliyor.

Charles Fourier, diğer büyük ütopyacılar türünden, geçici gördükleri yaşadıkları düzeni mahkûm etmekle kalmıyor; aynı zamanda değiştirmeye çalışıyor. Fourier türünden bir ütopist için değiştirmek için, göstermek yeterli oluyor. Bu nedenle sürekli proje yapıyor ve rapor hazırlıyor. Projelerini ve raporlarını, iktidardakilere ve iktidara kim gelirse sunmaktan bıkmıyor.

Görüşlerini ilk kez oluştururken iktidarda Napoleon var; Napoleon, Fourier’nin umudu oluyor. Umudunu Napoleon’un yerine geçenlere proje ve rapor hazırlayarak sürdürüyor. Fransız Devrimi’nden hayal kırıklığına uğramış olmakla birlikte insanlığı kurtaracak projelerinin karşıtlığı ilgisizlik, Fourier’nin hülyalarını etkilemiyor. Restorasyon döneminde Bourbon’ların Bayındırlık Bakanı Baron Guillaume-Antoine Capelle’den çok umutlanıyor, projelerinin uygulamaya konmasını beklerken ihtilal çıkıyor ve Bourbon’lar iktidardan uzaklaştırılıyor. Bu kez Fourier, İmparator Louis-Philippe için proje ve rapor hazırlamaya başlıyor.

İnce, kısa boylu, büyük alınlı, yırtıcı mavi gözlere sahip temiz ve özenli, genellikle siyah, ‘bir yargıç gibi’ giyinen Charles Fourier, yaşadığı sürece, iktidardakiler bir yana, hiç kimseden bir destek almıyor. Hep yalnız kalıyor ve yalnız yaşıyor; yeni bir toplum düşlerken kendisine bir aile ya da ev bile kuramıyor, hiçbir aşk yaşamadığı biliniyor, projelerini gerçekleştirecek parayı beklerken ölüyor.

OWEN

Büyük Britanya Adası’nda Galler Bölgesi’nde 1771 yılında, saraç ve aynı zamanda kasabanın posta işlerini üstlenmiş bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen Robert Owen yedi yaşında okuduğu okulda öğretmeninden öğreneceğinin kalmadığına karar vererek öğretmeninin yardımcılığını üstlendi. 10 yaşında ise doğduğu Newton kasabasında yapacağının kalmadığını anlayan Owen, ailesini ikna ederek evini bıraktı, Londra’da iş aramaya çıktı. 87 yıllık yaşamının bundan sonraki 77 yılını hep arayarak ve mücadele ederek geçirdi, 20 yaşına gelmeden önce zamanın en modern ve 500 işçi çalıştıran fabrikasına yönetici oldu, hem işçilere kendisini sevdirdi ve hem de fabrikanın kârını arttırdı. Sosyalizmin kurucuları arasında sayılan ütopyacılar içinde zenginliğe ve dünya ölçüsünde üne yalnızca Robert Owen ulaştı. Aklını ve enerjisini, kapitalizmi reforme etmeye ve böylece daha insani bir yüze kavuşturmaya ayırdığı sürece, prenslerin ve devlet adamlarının ziyareti ve övgüsüyle karşılaştı; ancak burada durmayarak, özel mülkiyetin olmadığı planlı insan çevreleri önermeye ve yaratmaya kalkınca, yalnız kaldı, hücumlarla karşılaştı ve alay konusu oldu.

Karl Marx ve Frederich Engels, Owen’ı diğer ütopyacılardan ayrı bir yere koydular. Marx, Artık Değer Kuramları’nda, Ricardo iktisadına muhalefet ile ilgili bölümü ‘siyasal iktisadın Ricardo’cu döneminde, antitez, komünizm (Owen) ve sosyalizm (Fourier, Saint-Simon, sonuncusu yalnızca başlangıçtadır)’de ortaya çıkar’ değerlendirmesiyle başlatıyor. (Theories of Surplus Value, C.III, s.238) Marx, Owen’ın ütopyasının komünist olduğunu belirtirken, Engels de Owen’ın komünizminin iş temeline, business foundation, dayandığını ve bir tür ticari hesaptan, commercial calculation, çıktığını vurgulamak gereğini duyuyor. Owen’ın ütopyası olan Kooperatif Topluluklar için, ‘gelecek için kesinleşmiş plan’ında, ayrıntıların teknik tasarımı öylesine bir pratik bilgiyle yapılmış ki, -master planı, cephe ve yan ile kuş bakışı tasarımları, hepsi dahil- toplumsal reformda Owen yöntemi bir kez kabul edilince, ayrıntıların gerçekleştirilmiş düzenlemesine, pratik açıdan söylenecek pek az kalıyor diye yazıyor. (F. Engels, Socialism: Utopian and Scientific, Selected Work, s. 408) Ayrıca her ikisi de yazılarında geçerken değinirken, Owen’ın kişiliğini övmekten geri kalmıyorlar. Engels, ‘harikulade denebilecek çocuksu basitlikle bir karaktere sahip ve aynı zamanda, insanoğlunun pek az doğuştan liderlerinden birisi’ olarak nitelediği Owen’ı, Marx’ın, 1851 yılında Owen’ın sekseninci yaş gününü kutlamak için yapılan bin kişinin katıldığı toplantıda görmüş olduğu anlaşılıyor. Marx, buradaki izlenimlerini 21 Mayıs 1851 tarihli mektubunda Engels’e, sabit düşüncelerine karşın ‘şakacı ve sevimli bir ihtiyar’ olarak aktarıyor.

Yöneticileri İkna Etmek

Robert Owen, Fourier ve Saint-Simon türünden aydınlanma çağının çocuğudur; aydınlanma akımının belli çizgilerini net bir biçimde taşıyor: Toplumsal kurumlar, aklın süzgecine dayanabildikleri ölçüde var olabiliyorlar. Owen’da bu çizgi mantıki ucuna kadar uzanıyor; aklının peşine takılmış giden bir gövdeye benziyor. Tarihi, sınıfları, birikimi, kalıtımı kabul etmiyor; mevcut düzenin bozukluklarını anlatmaya ve yeni düzenin üstünlüklerini göstermeye önem veriyor. Modern bilimin deneyciliğini de mantıki sonuçlarına vardırarak, insanın kendisi değil çevresi tarafından yaratıldığını düşünerek, çevre değiştikçe, insanın da değişeceğini bütün sosyal önerilerinin temeli yapıyor.

Sınıfların varlığını ve sınıf kavgasını kabul etmeyen birisi için şu soru ortaya çıkıyor: Mevcut düzenin kötülükleri ile gelecek dünyanın planı kimlere gösterilecek, kimlere anlatılacak? Aklı rehber kabul eden Owen için, bu sorunun bir tek cevabı var: Anlayabileceklere. Aydınlanma çağının bir çocuğu, birikimi, sınıfları ve kalıtımın etkisini küçümseyen bir ütopyacı için, fakirlerin ve işçilerin, ne içinde yaşadıkları günlerin kötülüklerini ne de Owen’ın geleceğe ait planlarını anlamaları mümkün. Bu nedenle, Owen, diğer ütopyacıların tüm toplumu kurtarma projelerine karşın ve ancak öneriler çağının sonlarına doğru yalnızca işçi sınıfını kurtarmak öne çıkmasına karşın, hiçbir zaman bunu, işçilerle beraber yapmayı düşünmüyor. Owen yaşadığı çağın kendisi türünden aydınlar ve daha geniş bir anlamda orta tabakalar tarafından kurtarılabileceğine inanıyor; çünkü onlar anlayabilecekler. Ancak aydınların ve geniş orta tabakaların yardımıyla yöneticiler ikna edilebilecek. Dolayısıyla Owen, sonunda, diğer ütopyacılardan ayrılmıyor: bir yandan, düşünceleri için uygun bir kamuoyu yaratmaya çalışırken, hep yöneticileri ikna etmeye özen gösteriyor.

Owen, Fransa’ya gittiği zaman kısa zaman sonra imparator olabilecek prenslerle, Amerika Birleşik Devletleri’ni ziyaret ettiğinde de görevde ya da ayrılmış devlet başkanlarıyla görüşüyor. Ancak yaşamının ileri ve ütopyacı olarak kariyerinin sonlarına doğru, 1830 yıllarına doğru, anlatmaya ve ikna etmeye önem verdiği bütün çevreler Owen’ın projelerine sırt çevirince, Owen işçilere dönmeye ve bütün çabasını işçileri uyandırmaya adıyor. Burada da işçilerin yaptığı pratik eylemlere ve 1830 yıllarında İngiltere’yi etkisi altına alan ve ilk büyük örgütlü işçi hareketi sayılan Chartist Hareketi’ne katılmıyor, uzak duruyor.

New Lanark’da İnsancıl Çalışma Düzeni

Robert Owen’ın bütün ütopyacılardan daha çok etkili olması, hepsinden daha çok bir pratisyen yanı olmasından ve radikalizmi ile zenginliğinin aynı yönde artması sonucunda edindiği serveti ve ünü, giderek komünizme kayan ütopyalarını gerçekleştirmek için kullanmasından ileri geliyor. Henüz 19 yaşında 560 işçi çalıştıran Drinkwater tesisinin başına geçmeyi büyük bir cüretle istemesi, patronun kabul etmesi, kısa zamanda edindiği başarı ve anlaşmazlığa düşerek ayrıldığı patrona zarar vermemeye özen göstermesi, Robert’e kısa zamanda ve Büyük Britanya ölçeğinde ün getiriyor. Bir iş gezisi için İskoçya’ya giderken zamanın en büyük zenginlerinden David Dale’in kızıyla tanışıyor; David Dale’i büyük New Lanark tesislerini, kendisine satmaya ve ayrıca kendisini damatlığa kabul etmeye ikna ediyor. New Lanark’ta uygulamaya koyduğu sistem, Owen’a dünya ölçüsünde ün sağlıyor; burası, daha sonra çar olacak Arşidük Nikola dahil zamanın ünlü-ünsüz yeniliğe ve başarıya eğilimli herkesin ziyaret ettiği bir yer oluyor.

Robert Owen, içinde yetiştiği İngiltere’de on dokuzuncu yüzyılda da bütün şiddetiyle işleyen Fakir Yasaları’na ve bundan kaynaklanan işlik, workhouse, sistemine ve bu sistemin insan onuruna aykırı işleyişine tepki duyuyor. New Lanark yönetimini eline alır almaz, ilk önce daha insancıl bir ‘işlik’ kurmaya çalışıyor. İşliklerde en çok, çocuk işçiler sömürüldüğü için, New Lanark’a işliklerden çocuk işçi almayı, on yaşından küçük çocukları çalıştırmayı yasaklıyor ve bütün İngiltere’de 14 saatin üstünde olan çalışma süresini, kuşkusuz büyükler için, 10 saat 30 dakikaya indiriyor. Owen, deneyci yapısının gereği, işçilerini, sarhoş ve sabıkalılardan seçiyor, işçi evlerinin temizliğini denetleyecek ekipler kuruyor. Cezalandırmayı ve ödüllendirmeyi sevmeyen yapısı gereği, fabrikalarda çalışan ve okuma-yazma bilmeyen işçilerin, çalışmalarını ayarlayabilmeleri için, yanlarına yavaş ya da hızlı çalıştıklarını gösteren renkli tahtalar koyuyor. Bunun dışında, İngiltere’de ve dünyada ilk kez, ana okulu, New Lanark’ta açılıyor. Önce iki yaşındaki çocuklar ve daha sonra ailelerin isteği üzerine bir yaşındaki işçi çocukları, anne ve babaları işte iken ana okullarında eğitiliyorlar. Owen, oyuna ve dansa önem veriyor, çocuklar evlerine dönmek istemiyor.

Owen sisteminin çalıştığı çabuk ortaya çıkıyor. New Lanark’ta meyhaneler kapanıyor, kavga ve sürtüşme olmuyor ve daha önemlisi tesisler kâr getiriyor. Owen, New Lanark tesislerini satın almak için para yatırmaya ikna ettiği sermayedarlarına, temettülerini aksatmadan ödüyor.

“Yeni Bir Toplum Görüşü”

Fakat Owen burada durmuyor; aklının izinde yürüyor. Verimliliğinin artmasıyla, New Lanark’ta çalışanlarla, elli yıl öncesine göre daha fazla insanın iş bulup beslenme olanağı varken, bütün başarılara rağmen, sistemini geliştirmeyi, dağıttığı kârda buluyor ve buradan özel mülkiyete karşı cephe almaya başlıyor. New Lanark’taki reformlarından sonra, Owen Yeni Bir Toplum Görüş’üne ulaşıyor ve 1813 yılında bu adla ilk kitabını, A New View of Society, çıkarıyor. Bundan sonra Owen, hızla komünizme kayarken, servetini ve ününü kaybetmeye başlıyor; önce İngiltere’de, şimdiye kadar kendisine açık olan kapılar, bir bir kapanıyor.

Bütün ütopyacılar ve bu arada Owen da yenilginin ve hayal kırıklığının ürünüdür; Napoleon ablukasının sona ermesinden sonra 1815 yılında İngiltere’nin içine düştüğü ekonomik bunalım, bütün iktisatçıları ve aydınları etkiliyor. Owen, karşılaşılan satış bunalımını, artık gözle görülen sanayi devriminin verimliliğin artmasına karşın bir yandan üretilenin satılmamasını ve diğer yandan da işsizliğin ve dolayısıyla fakirliğin artmasını mevcut sisteme ve bu arada İngiltere’de fakirlerin kullanılmamasına, yeteri kadar iş verilmemesine bağlıyor. Owen bu görüşlerini, Cantenbury Piskoposu’nun başkanlığında kurulan, Commitee for the Relief of Manufacturing Poor, İmalat Kesimindeki Fakirlere Yardım Komitesi’ne sunuyor. Fakat ayrıntıyı, proje ve plan yapmayı hiç ihmal etmeyen Owen, Komite’nin önüne bir ‘Plan’ ile geliyor. Bu ‘Plan’ önce bu Komiteyi, daha sonra havale edildiği Fakir Yasaları üzerinde çalışan özel komisyonu şaşırtıyor; bu özel komisyon, bütün ününe karşın, Owen’ı dinlemiyor, atlatıyor. Owen, fakirlerin, şimdiki ilişkilerde değil, yeni bir plana göre yaratılacak Cooperative Community’lerde, Kooperatif Toplumlar olarak örgütlenmesini öneriyor.

Kooperatif adını kullanmakla birlikte Owen’ın önerdiği kare biçimindeki köy toplumlarında özel mülkiyet bulunmuyor. Ortaklaşa çalışma ve herkesin köyün ortak deposundan ihtiyacı için istediği ölçüde yararlanma ilkeleri, Owen’ın Planı’nın temelini meydana getiriyor. Karenin ortasında komünal mutfak, yemekhane ve benzeri yapılar, yer alıyor. Plan’da bu binaların yanında çocuklar için yerler ve bunun dışında konuklar için ayrılan lojmanlar da dahil bütün kullanım alanları ve ailelerin büyüklükleri, çocukların kaç yaşında ailelerinden alınacağı türünden birlikte yaşamın tüm bölümleri titiz bir ayrıntıyla işleniyor. Owen, her köy topluluğunun kaç kişiden oluşacağını da kararlaştırıyor; ayrıca bir fizibilite çalışması yaparak gerekli finansmanı gösteriyor ve bunun Fakir Yasaları’nın gerektirdiği harcamalardan daha fazla olmayacağını ekliyor.

Plan’ının açıklanmasıyla birlikte kendisine sırt çevrilmesi, Owen’ı yolundan çevirmiyor. Planı’nı açıklayacak toplantılar yapıyor ve buna zamanın en ünlü iktisatçısı Ricardo’yu çağırıyor. Robert Owen, Plan’ına karşı ilgisizliği, yetkililer üzerinde Robert Malthus’un etkisine bağlayarak hem Malthus’a karşı bir kampanyayı başlatıyor ve hem de dine karşı tutumunu daha da serleştiriyor. Kampanyasını gazeteler yoluyla da destekliyor. Owen’ın henüz tümden erimemiş ünü ve daha önemlisi görüşlerini yazan gazetelerin her sayısından 30 bin kadar alarak dağıtması nedeniyle, bir süre gazetelerde sesini duyurabiliyor. Fakat sonunda Plan’ını Hükümet’in uygulamayacağını anlamakta gecikmiyor.

ABD’de Yeni Ahenk Arayışı

Bu durumda Plan’ını gerçekleştirmek Owen’a düşüyor; 1825 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde İndiana Eyaleti’nde bir tarikata ait bir köyü satın alıyor. Adını, beklenebileceği gibi, New Harmony, Yeni Ahenk’e çevirerek, ortak mülkiyete dayalı Cooperative Community’sini uygulamaya başlıyor. Kısa bir süre başarılı oluyor; 1826 yılında, Amerika Birleşik Devletleri’nin bağımsızlığının elli birinci yıl dönümü 4 Temmuz gününde, Declaration of Mental Independence’i, Akli Bağımsızlık Bildirgesi’ni ilan ediyor. Başarılarından güven ve coşku duyan Fransız ihtilalcileri türünden, artık kurduğu yeni dünyada, takvimi de bu tarihten başlatıyor ve 1826 yılına Akli Bağımsızlığın İlk Yılı adını veriyor.

Owen, ütopya ile gerçekliği, hiçbir zaman birbirinden ayırmıyor. New Harmony’de yaşayanlara tek tip elbise çizerken, başında bulunmadığı sürece bu projesinin de sonunun geldiğini anlamakta gecikmiyor. İngiltere’ye dönünce artık yalnızca işçileri ikna edebileceğini düşünüyor. 1830 yıllarına doğru ve bundan sonra Owen’ın tek muhatabı işçiler oluyor. Owen, 1830 yılında emek-değer kuramını pratiğe geçirmeyi deniyor; Labor Exchanges, Emek Piyasaları’nı kuruyor. Robert Owen’ın kurduğu piyasalarda değişim yalnızca mallar içindeki işgücü miktarı ve saat cinsinden hesaplanarak yapılıyor. Önce Londra, daha sonra Liverpool ve Birmingham’da kurulan ve Owen’ın emekçiler arasında yaratmış olduğu güvenden destek alan bu proje de bir süre başarıyla çalıştıktan sonra, Emek Piyasaları’na kaliteli mal gelmediği gerekçesiyle dağılıyor.

Fakat Owen’ın işçileri ikna etmek için, yöneticilere ayırdığı kadar zaman ayırmadığı anlaşılıyor. Bunda, M. Beer’in şu değerlendirmesi etkin olmalıdır: ‘Emekçi kitleler içindeki tüm propaganda çabalarına karşın bir demokrat değildi. Hep onlarla beraberdi, hiçbir zaman onların bir parçası olmadı. Emekçilerin, kendisini feda eden babası ve öğretmeni, son sözü söyleyen danışmanı ve lideri olabilirdi fakat hiçbir zaman, primus inter pares, eşitler arasında birinci olamazdı’. (M. Beer, A History of British Socialism, C.I, London, 1919-1953, s.162) 1834 yılında tüm kitle hareketlerinden çekildi. Ölümünden bir yıl önce, 1857 yılında, otobiyografisini yayınladı.

Ana Okullarından başka kooperatif hareketinin de kurucusu olarak biliniyor. Bunun dışında ‘sosyalist’ sözcüğünün bugünkü anlamda kullanılması, Owen’a bağlıdır; Fransızların, bu sözcüğün ilk kez 1830 yıllarında Pierre Leroux tarafından kullanıldığını ileri sürmelerine karşın ilk kullanılışının Owen’cı Cooperative –Magazin’in Kasım 1827 sayısında ve dipnotta olduğu kesindir.

Owen’ın dört oğlu da Amerikan yurttaşı oldular. En büyük oğlu, 1844-47 yıllarında Kongre üyeliği yaptı ve 1871 yılında doların devalüasyonu kararlarının alındığı Smithsonian Institution’un kurulması için yasa çıkmasına ön ayak olmasının yanında, ücretsiz okullar ve boşanmanın kolaylaşması yönünde çalıştı.

SAİNT-SİMON

“Karlmanj’ın soyundan geliyorum”, babam Saint-Simon Kontu’ydu, diyen Claude Henry Douvroy, 1760 yılında Paris’te doğduktan sonra 13 yaşında Şato’sunda kutsal kitapları reddetti. Amerika Bağımsızlık Savaşında, İngilizlere karşı savaştı, coşkuyla karşıladığı Fransız İhtilali’nde asalet unvanını ve mülkiyetini reddettiğini açıkladı. Çocukken oda hizmetçisine, kendisini “Efendimiz, kalkınız, büyük işler sizi bekliyor” sözleriyle uyandırmasını emreden Claude Henry, 1805 yılından sonra bir süre, eski hizmetçilerinden birisinin kendisini evine almasıyla açlıktan ölmekten kurtuldu. 1791 yılında Fransız İhtilali’nin coşkusunu ve mülkiyeti reddedişini çabukça unutarak, Baron Redern’le birlikte emlak spekülasyonuna başladı, çok büyük paralar kazandı. 1794 yılında, Terör Saltanatı sırasında giyotine gönderilmekten, gerici Thermidor darbesiyle kurtuldu. 1823 yılında ise ekmek ve suyla yaşamanın, ısınmak için yakıt, yazmak için de mum bulamamanın acısına dayanamayarak intihara teşebbüs etti. Bir gözünü yitirerek ölümden döndü. 1825 yılında Le Nouveau Christianisme’ı yayınladıktan birkaç hafta sonra öldü.

Yaşamak, bir insanın düşüncelerinin gelişmesiyse ve yaşamak, etkilemekse, Saint-Simon, en çok öldükten sonra yaşadı.  1830 sonrası kuşakta ve Fransa’da önde gelen politikacı, tarihçi, bilim adamı, müzikçi ve diğerlerinde bir parça Saint-Simon vardı; ancak öldükten sonra canlılığını sürdürmesi asıl tilmizleri Saint Armand Bazard ve Barthelmy Enfantin aracılığıyla oldu. Tilmizleri, yayınladıkları Doctrine de Saint-Simon: Exposition başlıklı temel çalışmalarında ve Le Producteur dergisiyle, Saint-Simon’un düşüncelerinden hareketle ve ustalarının adını kullanarak bir sosyalizm kurmaya çalıştılar.

Fakat K. Marx’ın “gerçekte Saint-Simon’un yalnızca son çalışmalarından Le Nouveau Christianisme, doğrudan işçi sınıfı için konuşur ve onların kurtuluşunun çabalarının amacı olduğunu açıklar” (Capital, C.III, s.605) diyerek diğer çalışmalarından ayırdığı “Yeni Hıristiyanlık” kitabının da etkisiyle, tilmizleri Saint–Simonizmi bir din olarak görmekten kaçınmadılar ve tam bir tarikat türünden hareket ettiler. Toplu olarak ayrı çevrelerde yaşamaya ve arkadan düğmeli yelekler giymeye özen gösterdiler; işçi sınıfının çoğalmasıyla birlikte sosyalist kuramın gelişmesiyle de tarikat içi kavgalar arasında parçalanarak etkisizleştiler.

Eylemsel Kumarbaz

Saint-Simon’un kendisi ise işçi sınıfına hiç güvenmedi. Bunda, kendisini giyotine yaklaştıran Terör Saltanatı’nın mülksüzlere dayandığını bilmesinin rolü var; ancak işçilerin yönetimine güvenmeyişini, Jacobin yönetimi sırasında ekonomik düzende kıtlık baş göstermesiyle açıkladı. Bunun yanında, emlak spekülasyonunda birlikte milyonlar kazandığı Baron Redern’in bütün işin kendi adına tescil edilmiş olduğunu gerekçe göstererek, Saint–Simon’u ortaklıktan atarak yoksulluğa mahkûm etmesinin de Saint-Simon’un  düşüncelerini etkilemiş olmasını kabul etmek gerekiyor. Macerayı, sürekli riski ve eylemi seven bir tür eylemsel kumarbaz olan Saint-Simon, bütün yaşamı boyunca emlak sahiplerine karşı tutumundan vazgeçmedi.

İktisatta bir katkısı olmadı; bütün katkısı özel mülkiyeti reddetmesinden kaynaklandı. Büyük Fransız İhtilali’nin bu çalışmayı kutsayan oğlu, daha 1802 tarihli bir mektubunda, Fransız İhtilali’ni asiller, burjuvazi ve mülksüzler arasında bir sınıf kavgası olarak görmesine karşın, Engels, bunu “çok doğurgan bir buluş” (F. Engels, Anti-Dühring, s.307) olarak niteliyor, geliştirdiği modelini iki taraf temeline dayandırdı. Saint-Simon, endüstriyalizm adı verilen görüşlerini açıklığa kavuşturduğu sorulu-cevaplı “Parabole de Saint-Simon” adını taşıyan kitabında toprak sahipleriyle diğer tüm rantiyeleri, üretimin ve yönetimin dışında tuttu.

Saint-Simon’un sistemi, üretimi temel alarak Fransa’yı büyük bir manüfaktür olarak düzenlemekten ibarettir. Manüfaktür, içinde imalat yapılan büyük atölye ve fabrikalar, Fransız geleneğinden ve Colbert zamanında doruğuna ulaşan merkantilist uygulamalar döneminden biliniyor. Saint-Simon’un yeniliği tüm ülke yönetimini, manüfaktür tabanına oturtmayı önermek oluyor. Bu sistemle, Saint-Simon’a göre politika yerini üretim bilimi, science de la production demek olan pozitif bilime, science positive bırakıyor. Daha açık bir deyişle, Saint-Simon, ülkenin tüm yönetimini, tüccar, sanayici ve tarımcıdan oluşan bir meclise bırakmayı öneriyor.

On dokuzuncu yüzyılın başında yaşamış önde gelen ütopyacılardan sayılan Saint-Simon’un sistem dışına çıkardığı rantiyelerden sonra geriye bir tek temeli kalıyor. Travailleur. Türkçesiyle çalışanlar demek olan Traveillaur, fizyokratların sistemindeki cultivateur türünden kendi içinde ayrışmıyor ve tıpkı kültivatörün toprağı işleyen ile işlemeden toprağa sahip olanı kapsaması gibi tüccarı, sanayiciyi, tarımcıları ve kuşkusuz işçileri içine alıyor.

Çıkarları Uzlaştıran Meclis

Ütopyacı, çıkar çelişkilerinin akıllı yöntemlerle çözülebileceğine inanan kimsedir; Saint-Simon, manüfaktür kurulduktan sonra ilk önemli işin üretim yönteminin saptanmasıyla birlikte “combiner les interets des entrepreneurs  avec ceux  des ouvriers d’une part et de l’autre avec ceux de consommateurs”, yüklenicilerle işçilerin ve tüketicilerin çıkarlarını birleştirmek olduğunu yazıyor. Önerdiği pozitif bilimi kullanan ve bilim adamı, sanatçı, mühendislerden oluşan meclisin hazırladığı tasarıları inceleyip karara bağlayan tüccar, sanayici ve tasarımcılardan meydana gelen meclisin, bu önemli işlerin kolaylıkla üstesinden geleceğine inanıyor.

Kâr ile ücreti bir sepete, rant ile faizi diğer sepete koyan Saint-Simon sisteminde bankalar, üretimin gerektirdiği kredileri serbestçe sağlamakla yükümlü tutuluyor. Aynı biçimde, saint-simonizm’de, planlama sözcüğü kullanılmamakla birlikte, işçilerin hangisinin nerede çalışılacağının da belirtilmesi yer alıyor.

Claude Henri de Saint-Simon’un, 1803 yılında yayınladığı “Letters d’un habitant de Geneve a’  Ses Contemporains”den sonra ikinci çalışması, kendisini evine alarak açlıktan kurtaran eski oda hizmetçisinin parasıyla 1808 yılında yayımlamış olduğu “İntroduction aux Travaux Scientifiques xıx-e Siécle” oluyor. Burada, on sekizinci yüzyılın her alandaki bilimsel çalışmalarını, okuyucuları için özetliyor.

Engels, Saint-Simon için, Hegel ile birlikte zamanının en ansiklopedik bilgisine sahip kimsedir, diye yazıyor. Saint-Simon’un bilim merakı, toplumsal reform merakından önce başlıyor. Bununla birlikte, science positive’i bilimi geliştirmeden yaşamı sona eriyor.

Saint-Simon’un en ünlü öğrencileri ve bir ara yardımcılığını yapanlar arasında Auguste Comte var; Saint-Simon’un eksik bıraktığını tamamlıyor ve positivizmi geliştiriyor. Böylece Saint-Simon, özel mülkiyeti reddeden ve planlayan görüşleriyle, bir yandan, sosyalizmin kurucuları arasında sayılırken, diğer yandan da çok daha haklı olarak, materyalist dünya görüşüne karşıt bir tez olarak geliştirilmiş olan pozitivizmin de kurucuları arasına girmiş oluyor.

5 Ocak 2025 Pazar

Devrimcilik nedir?

Mahmut Boyuneğmez


Dünya sosyalist devrimi perspektifiyle uyumlu bir şekilde bulunduğu ülke işçi sınıfının iktidarını hedeflemeyen siyasi hareketlere devrimci denmez. Hedef/perspektif olarak sosyalist devrimi gözetmeden ve bu doğrultuda politikalar üretmeden devrimci, eş deyişle komünist olunmaz. Geliştirilen politikalar, işçi sınıfının yakın ve uzak erimli çıkarlarını bir arada dikkate alıp, sosyalist iktidarla ilişkilendirildiğinde devrimcilikten bahsedilebilir.

Günümüzde dünya sosyalist devrimi gündemde ve güncel olduğundan, işçi sınıfının sosyalist iktidarı doğrultusunda siyasal, ideolojik, kültürel mücadele verilmeden, devrimci olunması mümkün değildir. Başka bir deyişle sosyalist devrimcilik dışında bir devrimcilik türü artık günümüz için geçerli değildir.

Devrimci kapasiteye sahip olan işçi sınıfıdır, devrimci olan proletaryadır. Tıpkı geçmişte burjuvazinin devrimci sınıf olması gibi… Devrimcilik, sınıflara özgüdür. Çağımızın devrimci sınıfı olan proletaryayı kendi iktidarını kurmaya götürecek siyasal çizginin adı komünizmdir. Eş deyişle, çağımızın tek devrimci siyasal çizgisi komünizmdir. Komünist parti ve destekleyici ilerici örgütlenmeler olmadan, işçi sınıfının kapitalist sınıftan siyasal ve toplumsal iktidarı devralması olanaksızdır. Bu nedenle işçilerin anlamlı bir bölmesini örgütleyerek onlara öncülük edecek komünistlerin, devrimciliğinden, sosyalist devrime giden süreçte işçi sınıfına öncülük yapmasından bahsedilir.

Sosyalist devrim hedefiyle bağı kurulmayan taleplerle verilecek mücadeleler, reformisttir. Bu mücadeleler ister parlamenterist yolla ister silahlı mücadele gibi yöntemlerle verilsin, durum değişmez. Parlamenterizm, tek başına mecliste bulunmayı ve seçimlerle yürütme gücüne gelmeyi amaçlamakla, devrim için parlementoyu toplumsal diğer mücadele yöntem ve organizasyonları yanı sıra kullanma anlayışından farklıdır. Devrimcilik, her durumda silahlı mücadele vermekle, illegal çalışma ile örtüşmez. Pekâlâ bunları benimseyenler, reformist politikalara sahip olabilir.

Devrimcilik, politikalar üretirken işçi sınıfı iktidarı hedefine ulaşmayı esas alır. Yine de bir parti/örgütlenmenin ya da hareketin devrimci olup olmadığına nihai olarak karar veren, tarihsel süreçlerin akıbetidir. Sosyalist bir devrimle sonuçlanmayan bir tarihsel akışta, öncü örgütlenmelerin devrimciliğine halel getiren hataların mutlaka var olduğu söylenebilir.

Peki sosyalist iktidar perspektifi nasıl bir örgütlenme şeklini gerektirir?.. Birimler, ilçe ve il örgütlerinin yönetimleri, kurullar ve komiteler, öncü örgütlenmenin bütün bileşenleri ile sorumluluk alan kadrolar, aşağıdan yukarıya doğru kadroların kararlarıyla ve inisiyatifleriyle belirlenmelidir. Üstelik sorumlulukların ve görevlerin dağılımı, dinamik bir şekilde ihtiyaç duyulduğunda değiştirilebilir olmalıdır. Yeni ve ehil kadroların görev üstlenmesi ve sorumluluk alması, birimlerin onayıyla her zaman mümkün olmalıdır. Politikalar aşağıdan yukarıya doğru yürütülecek tartışmalarla saptanmalı, merkezi kurullar tartışmalara bir yön verecek, onları dağınıklıktan ve verimsizlikten kurtaracak çerçeveleri çizmelidir. Kolektif öncülüğün her düzeyde uygulanması için geliştirilen bu örgütlenme biçimine demokratik merkeziyetçilik denir. Kadroların yukarıdan aşağıya saptanan politikaları uygulayacak taban olarak görülmesi, genel sekreterlik veya başkanlık gibi “kerte”ler oluşturarak, yetkinin aşırı şekilde bireylerde yoğunlaşması, bu örgütlenme biçiminde kabul edilemez.

1 Ocak 2025 Çarşamba

Eşitsiz ve bileşik gelişim örüntüsü

Mahmut Boyuneğmez

Önce “gelişim” nedir, ona bakalım.

“Gelişim, maddi ve ideal nesnelerin yeni niteliklerinin ortaya çıkışıyla sonuçlanan, geri döndürülemez, kesinlikle yönelmiş ve yasayla yönetilen değişimidir.”[1] Vurgulayacak olursak, gelişimin dört temel niteliği şunlardır:

·     Yeni niteliklerin ortaya çıkması

·     Geri dönülmezlik

·     Bir yöne/eğilime sahip olma

·     İçerdiği değişimlerin yasalara uyması

Güneş’in oluşumunu ve gelişimini örnek olarak irdeleyelim. Güneş’in “doğumu”, hidrojen moleküler bulutun hızla kendi içine çökmesi sonucudur. Gelişiminin daha sonraki bir döneminde çekirdekte oluşan nükleer füzyon reaksiyonları hidrojeni helyuma dönüştürür. Böylece Güneş'in çekirdeğinde madde enerjiye çevrilir. Hidrojen atomlarının helyum atomlarına dönüşmesi, yeni bir niteliğin, geriye dönülmez şekilde ortaya çıktığını gösterir. Bu dönüşüm fizik yasalarına tabidir. Güneş süpernova olarak patlayacak kadar fazla kütleye sahip değildir. Bunun yerine 5-6 milyar yıl içinde kırmızı dev aşamasına girecektir. Bu, gelişimindeki bir eğilim ya da yöndür. Çekirdekte bulunan hidrojen yakıtı tükendikçe dış katmanları genişleyecek, çekirdeği büzüşerek ısınacaktır. Çekirdek sıcaklığı bir noktaya ulaştığında helyum füzyonu tetiklenecek ve karbon ile oksijen üretecektir. Böylelikle yüzeyinden kütle kaybetmeye başlayacaktır. Yine yeni nitelikler, geri dönülmez şekilde ortaya çıkmakta ve belirli yasalar uyarınca bu değişimler oluşmaktadır. Kırmızı dev aşamasından sonra geride kalan tek cisim, aşırı derecede sıcak olan yıldız çekirdeğidir. Bu çekirdek milyarlarca yıl boyunca yavaşça soğuyup beyaz cüceye dönüşecektir.

Şimdi de “eşitsiz gelişim” olgusuna bakalım. Eşitsiz ve bileşik gelişme, kanımızca bir bilimsel “yasa” değil, evrende, doğada, toplumda ve örneğin ideolojiler dünyasında görülen bir örüntüdür.

Gelişim örüntüsündeki “eşitsizlik”, süreçlerdeki farklı tempolarda gelişimi, yani ilerleyiş hızını anlatır. Kimi unsurların hızlıca, kısa zaman kesitlerinde belirgin değişimler geçirmesini, buna karşın bazı diğer unsurların yavaş ve tedrici ilerlemelerle gelişimi anlamına gelir. Eşitsiz gelişim olgusunda, sıçramalar ve kaplumbağa hızında değişimler bir arada yaşanmaktadır.

Bu örüntünün “bileşik” kısmıysa, eski ve yeninin, ilkel ile daha gelişkin olanın, geri olan ile ileride olanın bir arada ve aynı zaman diliminde görülmesini vurgular.

Evrende farklı tempolarda gelişime sahip olan galaksiler, yıldızlar ve gezegenler bulunmaktadır. Gelişiminin farklı dönemlerinde yıldızlara, gezegenlere ve galaksilere sahip olan evrenimiz, ileri ile geri oluşumları bir arada barındırmaktadır.

Türleşmeyi açıklamak üzere “filogenetik tedricilik” ile “sıçramalı evrim” modelleri, evrim teorisinde yerleri olan iki yaklaşımdır. “Filogenetik tedricilik”, birçok canlı türleşmesi yavaş ve tedrici olarak gerçekleşir anlayışındayken, “sıçramalı evrim” modeli, nadir de olsa görece kısa zaman kesitlerinde hızlı evrimleşmenin olduğunu, bu dönemlerde bir türün farklı iki türe evrimleştiğini, daha sonrasındaysa değişimin çok olmadığı bir “staz” döneminin yaşandığını öne sürer. Bunlardan ayrı olarak “değişken hızlı evrim” modeline göreyse, farklı canlı türleri farklı tempolarda evrimleşmektedir. Bu konudaki tartışmalar bitmemiş olsa da canlıların evrimsel süreçlerinde eşitsiz ve bileşik gelişimin olduğunu öne sürebiliriz. Yani bir yandan canlıların evrimleşme tempoları farklılıklar gösterirken, bir yandan da geri ve ileri formların bir arada ve etkileşim içerisinde var olduklarını söyleyebiliyoruz.

İnsanlık tarihi de eşitsiz ve bileşik gelişmiştir. Farklı gelişim evreleri bölgeden bölgeye, imparatorluklarda, ülkelerde, kentlerle kırsal bölgeler arasında aynı zaman kesitinde görülmüş, gelişim hızları arasında farklılıklar hep olmuştur.

Toplumsal tarihin fikirler boyutundaysa, eşitsiz ve bileşik gelişim örüntüsü hemen herkesin gözüne çarpacak kadar belirgindir. En son bilimsel bilgilerin üretildiği ve kullanıldığı, fakat en ilkel ve tarihsel olarak geri düşüncelerin, inançların da benimsendiği bir dünyada yaşıyoruz. Üstelik bu saptama tüm tarih boyunca geçerlidir. Bazı inançlarda çok yavaş ve tedrici bir değişim yaşanırken, bilimsel atılımların ve devrimci siyasal görüşlerin görece daha kısa tarihsel dönemlere sıkıştığını biliyoruz.

Şimdi, konuyu devrim teorisi bağlamında değerlendirelim. Bir ülkede kapitalist toplumsal ilişkilerin gelişmişlik düzeyi, eş deyişle görece gelişmemiş ya da görece ileri olması, o ülkede sosyalizme geçişin somut bir olanak olmasını etkilemez. Bunun nedeni, bir ülkede sosyalist devrime önderlik edecek siyasal çizginin ve örgütün, eşitsiz gelişmenin bir sonucu olarak görece geri toplumsal ilişkiler içerisinde dahi oluşabilmesidir. Zayıf halka ülkelerde, proleterleşme süreçleri görece gelişmemiş de olsa, sömürülen üreticilerin/emekçilerin kapitalist toplumsal ilişkilerin olgunlaşmasını beklemeden, kendi iktidarları için sosyalist devrime yönelmeleri mümkündür. Dünya emperyalist-kapitalist sistemi içerisinde bir ülkede kapitalist toplumsal ilişkiler yaygınlaşıp oturmuşluk kazanmadan da yöneten sınıf ile sömürülen/yönetilen diğer sınıflar arası karşıtlıklar çelişki formunu alabilir ve mevcut iktidar zayıflayıp çatırdayabilir. İşte o zaman, sosyalist bir devrimin gerçekleşmesi için gerekli koşullar oluşmuş demektir.  


[1] Aleksandr Spirkin, Felsefenin Temelleri, Yazılama Yayınevi, 1. Baskı, 2016, s. 146

[Toplumbilim İçin Materyalist Kılavuz]

Mahmut Boyuneğmez Giriş Maddenin organizasyon düzeyleri ya da gelişim evreleri bulunmaktadır. Bunlara biz temel gerçeklik katmanları diyo...