Marksist Araştırmalar'da teorik incelemeler, pedagojik metinler ve eleştiri yazıları yer alır.
28 Ağustos 2023 Pazartesi
Ölüm Cezası – Karl Marx
27 Ağustos 2023 Pazar
Peuchet: İntihar Üzerine – Karl Marx
Michael Löwy : “Alışılmadık Marx”
Marx’ın yazıları arasında oldukça alışılmadık bir yazı vardır. Bu yazının
başlığı “Peuchet: vom Selbstmord” (Gesellschaftspiegel, zweiter Band, Heft VII,
Elberfeld, Januar 1846)dır, ve Jacques Peuchet’s Du Suicide et de ses Causes
(anılarından bir bölüm)den alınan pasajların çevirisinden oluşmaktadır . Burada
incelediğimiz kitap, bu dokümanın İngilizce çevirisidir. Görüleceği üzere Marx
tarafından yazılmış bu kısa ve neredeyse unutulmuş makale, modern burjuva toplumunun
kötülüklerinin, ataerkil aile yapısının kadınlara çektirdiği acıların ve
sosyalizmin geniş ve evrensel faaliyet alanının daha iyi anlaşılması için çok
değerli bir katkı oluşturmaktadır.
Marx’ın bu makalesi birçok bakımdan diğer çalışmalarından farklıdır:
bunlardan bazılarına -kitabın editörleri Kevin Anderson ve Eric Plaut
tarafından yazılmış olan- önsözde değinilmiştir:
Bu yazı, büyük ölçüde bir başka yazardan (Peuchet) yapılan alıntıların
çevirisinden oluşmaktadır, yani bizzat Marx tarafından yazılmamıştır. Marx
defterlerini bu tür alıntılarla doldurma alışkanlığına sahipti, ama bunların
hiçbirini yayınlatmadı.
-Seçilen yazar ne bir ekonomist, ne tarihçi, ne filozoftur, hatta sosyalist
bile değildir, Restorasyon döneminde Fransız polis arşivlerinin eski
başkanlarından biridir.
-Alıntılanan çalışma bilimsel değildir, “hayattan olaylar”ın, anekdotların,
küçük hikâyelerin ve de bunlara eklenen yorumların dağınık bir toplamıdır.
-Makale, genellikle beklendiği gibi politik ya da ekonomik alanlar değil,
özel yaşam ve özellikle de intihar üzerinedir.
-İntiharla bağlantılı olarak tartışılan temel toplumsal konu modern
toplumda kadının ezilmesidir.
Bu özelliklerin her biri Marx’ın bibliyografyası için alışılmadıktır, ama
tümü bu çalışmayı benzersiz kılmaktadır. Bu özellikler düşünülünce, bu
çalışmanın ne kadarının kesinlikle Marx’a ait olduğunu sormaya bile hakkımız
olacaktır. Bununla birlikte, Marx metin üzerinde farklı şekillerde kendi izini
bırakmıştır: giriş bölümüyle, metni renklendiren yorumlarıyla, alıntıları
seçişiyle, çevirirken yapmış olduğu değişikliklerle. Ve metnin Marx’ın
görüşlerini ifade ettiğini düşünmemizin temel nedeni, Marx’ın kendi
yorumlarıyla Peuchet’dan alıntıladıkları arasında herhangi bir ayrım
yapmamasıdır, yani bütün metin Marx’ın imzasını taşıyan homojen bir yazı olarak
ortaya çıkmaktadır.
Fransız toplum eleştirisi, sadece belli sınıfların ilişkilerinde değil, tüm
modern ilişki alanlarında ve biçimlerinde yaşanan (modern yaşamın) çelişkileri
ve yapaylıkları, kıs-en de olsa ortaya koyma becerisine sahiptir. Bunu,
Fransızlara özgü yaşam coşkusunu, bakışlarının zenginliğini, ince zekâlarını,
cesur yaratıcı ruhlarını açıkça anlatarak yapmıştır. Fransızların toplum
eleştirisindeki üstünlükleri hakkında fikir sahibi olmak için, mesela, kendi
dönemlerindeki insan ilişkileri üzerine çalışan Owen’in ve Fourier’ın eleştirel
yazılarını karşılaştırın. Toplumsal koşulları eleştirel bir şekilde sunanlar
yalnızca Fransız ‘sosyalist’ yazarlar değil; aynı zamanda edebiyatın bütün
alanlarındaki yazarlar, özellikle de roman ve biyografi yazarlarıdır. Jacques Peuchet’nun
“Mémoires tires des Archives de la Police etc.” (Polis Arşivlerinden Anılar)
adlı, intihar üzerine çalışmasından alıntılarla, Fransız toplum eleştirisinin
bir örneğini ele alacağım. Bu alıntılar, sadece proleterler için biraz ekmek ve
biraz eğitim sağlama sorunu ile ilgilenen ve sadece işçilerin toplumun şu anki
durumu yüzünden sıkıntı çektiğini düşünen aksi takdirde, şu an varolan dünyanın
varolması muhtemel dünyalar içinde en iyisi olduğunu savunan hayırsever burjuva
düşüncesinin dayanaklarını gösterebilir.
Jacques Peuchet gibi, 1789’dan beri sayısız ayaklanmayı tecrübe etmiş olan,
ama günümüzde artık neredeyse soyları tükenmiş, hayli yaşlı birçok Fransız
yüksek devlet memurunun siyasi deneyimleri sayesinde, sayısız hayal
kırıklıkları, coşkular, anayasalar, hükümdarlar, yenilgiler ve zaferler,
varolan mülkiyet, aile ve diğer kişisel ilişkiler, yani kısacası özel yaşam
eleştirisi hayat bulur.
Jacques Peuchet (doğumu 1760) edebiyattan tıbba, tıptan hukuka, hukuktan
yönetim ve polis şefliğine dek ilerlemiştir. Peuchet, Devrim’den önce,
çoğunlukla ekonomi politik ve yönetim sorunları ile ilgileniyordu ve Abbé
Morellet ile Dictionnaire du commerce (Ticaret Sözlüğü) üzerinde çalışıyordu,
ancak ne var ki bu sözlüğün sadece tanıtım yazısı yayınlandı. Peuchet, yalnızca
kısa bir dönem için Fransız devriminin taraftarlarından biriydi; kralcı partiye
döndükten sonra, bir dönem Gazette de France’ın editörlüğünü üstlendi ve
sonrasında kötü bir üne sahip olan kralcı Mercure [gazetesinin] editörlüğünü
Mallet du Pan’dan devraldı. Yine de, devrim boyunca akıllıca bir yol izledi,
bir dönem baskı gördü, bir dönem de Emniyet ve İdare Teşkilatı’nda çalıştı.
1800 yılında bastığı Géographie commerçante [Ticaret Coğrafyası]nın 5. cildi
ile, Birinci Konsül Bonaparte’ın dikkatini çekti ve Conseil de commerce et des
arts üyeliğine atandı. Sonraki yıllarda, François de Neufchâteau Bakanlığı’nda
yönetimde daha yüksek bir mevkiye getirildi. 1814’de Restorasyon onu tüm
görevlerinden aldı. 100 günlük bu sürede inzivaya çekildi. Bourbonların
Restorasyonunda ise, Paris polis merkezinde, 1827’ye dek süren arşiv
sorumluluğu görevine getirildi. Peuchet’nun, hem doğrudan hem de bir yazar
olarak, Kurucu Meclis, Konvansiyon, Tribunate ve Restorasyon idaresindeki
Millet Meclisinin konuşmacıları üzerinde etkisi vardı. Yukarıda belirtilen
Geography of Commerce [Ticaret Coğrafyası] dışında en bilinen, çoğunlukla
ekonomi üzerine olan çalışmaları ise Fransa istatistikleridir.
Peuchet yaşlandığında, kısmen Paris polis arşivlerinden, kısmen de Emniyet ve
İdare Teşkilatı’ndaki uzun pratik deneyimlerinden derlediği anılarını yazdı,
ama anılarının ölümünden sonra basılmasını istedi. Böylelikle hiçbir koşulda,
yazarlarımız, yüksek meslek sahipleri ve memurlarımızdaki aşırı titizlikten ve
kapsamlı bilgiden tamamen yoksun “aceleci” Sosyalistlerden ve Komünistlerden
biri olarak değerlendirilmeyecekti.
Şimdi Paris polis merkezinde çalışmış olan arşivcimizin intihar üzerine
söylediklerini dinleyelim!
Yıllık intihar sayısındaki artış, dün olduğu gibi bugün de olağan kabul
edilse de, toplumumuzun kötü örgütlenmesinin bir belirtisi olarak
değerlendirilmelidir. Özellikle, sanayinin durgun ve krizde olduğu dönemlerde,
kıtlık ve karakış yıllarında, belirtiler salgına dönüşür. Fahişelik ve
hırsızlık da aynı ölçülerde artış gösterir. İntiharın en büyük nedeni yoksulluk
olmasına rağmen, sanatçılar ve politikacılar kadar aylak zenginler de olmak
üzere tüm sınıflarda görülmesi ve intiharı arttıran nedenlerin çeşitliliği,
ahlakçıların intihar üzerine yaptıkları tek-düze ve acımasız suçlamalarla alay
eder gibidir.
Şu an bilimin zayıf hatta kayıtsız kaldığı verem hastalığı, dostluğun
suistimali, ihanete uğramış aşklar, hüsranla sonuçlanan ihtiraslar, ailevi
acılar, kaybedilmiş rekabet, tekdüze yaşamın tatminsizliği, bastırılmış coşkular
şüphesiz intihar nedenlerindendir, hele de bunlardan cömertçe nasibini almış
kişiler için. Ve yaşam sevgisi, kişiliğin bu enerjik itici gücü de, insanı
sıklıkla tiksindirici varoluşuna bir son vermeye sürükler.
En büyük meziyeti basmakalıp sözleri akıllı bir üslupla ifade etmek olan
Madame de Stael intiharın doğaya aykırı bir eylem olduğunu ve cesaret
göstergesi olarak değerlendirilmemesi gerektiğini göstermeye çalışır; özellikle
de, çaresizlikle savaşmanın ona yenilmekten daha değerli olduğunu iddia eder.
Bu tür tartışmalar talihsizlikten kahrolmuş ruhları çok az etkiler. Eğer dindar
iseler, daha iyi bir dünyayı sabırsızlıkla beklerler, ama eğer hiçbir şeye
inanmıyorlarsa, “Hiçliğin” sakinliğini ararlar. Felsefi tiradların onların
gözünde hiçbir değeri yoktur ve acıdan kurtuluşun zavallı sığınaklarıdır. Tüm
bunların ötesinde, bu kadar sıklıkla başvurulan bir eylemin doğaya aykırı
olduğunu iddia etmek talihsizliktir; her gün tanık olduğumuz için, intihar
hiçbir şekilde doğaya aykırı değildir. Doğaya aykırı olan hiçbir şey varlık
gösteremez. Diğer yandan, Tatarlar kendilerini öldürmediğine göre intiharların
çoğunu üreten bizim toplumumuzun doğasıdır. Yani, bütün toplumlarda olaylar
aynı şekilde sonuçlanmaz.
Toplumumuzu düzeltmek ve daha yüksek bir düzeye çıkarmaya çalışmak için
kendimizi’ itiraf etmek zorunda olduğumuz şey budur. Cesaret açısından ise,
eğer günışığında savaş meydanında ölüme meydan okumak cesurluk olarak
değerlendiriliyorsa, hiçbir şey karanlık bir yalnızlık içerisinde her tür
heyecanın baskısı altında kendisini öldürmeye karar veren birinin de cesaret
yoksunu olduğunu kanıtlayamaz. Bu tür tartışmaya açık bir sorun ölenleri
aşağılayarak çözümlenemez.
İntihara karşı söylenen herşey aynı düşünce etrafında dönüp durur. İnsanlar
intiharı Tanrısal iradenin çiğnenmesi olarak görürler, ama intiharın varlığı
kendi başına tanrının çözümlenemez iradesine karşı açık bir protestodur.
İnsanlar toplum hakkındaki kendi fikirlerimizi açıklamamıza ya da uygulamaya
koymamıza izin vermeden, topluma karşı görevlerimiz hakkında konuşurlar bizimle
ve sonuç olarak acıya yenilmek yerine onun üstesinden gelmeyi binlerce kez daha
büyük bir meziyet olarak yüceltirler. Öyle bir meziyettir ki bu, neden olduğu
manzara kadar üzücüdür. Kısacası, onlar intiharı korkaklığın bir eylemi,
yasaya, [topluma] ve insan onuruna karşı bir suç olarak görürler.
Tüm bu lanetlemelere karşın insanlar kendilerini niçin öldürüyorlar? Çünkü
çöküntü içindeki insanın damarlarındaki kan beyhude laflar üretmek için
zamanları olan soğukkanlı canlılarda olduğu gibi akmaz. İnsan insana bir sır
gibi görünür; insan yalnızca suçlanabilir, bilinemez. Tüm Avrupa’ya hükmeden
akıldışı kurumların nasıl ulusların kanını ve yaşamını tükettiğini, uygarlaşmış
adaletin tehlikeli kararlarını onaylatmak için hapishaneler, cezalandırmalar ve
ölüm araçları tarafından etrafının nasıl sıkıca sarıldığını gördüğümüzde; her
anlam-da sefalete terkedilmiş sınıfların sayısal büyüklüğünü ve acımasız
aşağılamalarla hırpalanan, önlem olsun diye ya da belki de onları sefilliklerinden
kurtarmak için toplum dışına itilmiş insanları gördüğümüzde, tüm bunlara tanık
olduğumuzda, çoğunlukla geleneklerimizi, önyargılarımızı, kanunlarımızı ve
ahlakımızı ayaklar altına alan bir varoluşa saygı duyması için neyin bize, bu
insanlara emretme hakkını verdiğini anlayamayız.
Cezaları azaltarak ve intihar edenleri lanetleyerek intiharı önlemenin
mümkün olduğu düşünüldü. Durumunu savunmak için artık hayatta olmayan insanları
bu şekilde karalamanın ahlaksızlığı hakkında ne söylenebilir ki? Bu arada, bu
talihsiz kişiler bunları pek de umursamazlar ve eğer intihardan birisi
suçlanacaksa, suçlanması gereken geride kalan insanlardır, çünkü bu güruh
arasında intihar eden insan için uğruna hayatta kalmayı hak edecek bir kişi
bile yoktur. Bu acımasız ve de çocukça yollar çöküntünün fısıldamalarına karşı
başarılı olabilir mi? Dünyadan kaçmak isteyen bir insan kendi cesedine
yapılacak aşağılamaları umursar mı? O, bu aşağılamaları yalnızca yaşam adına
bir diğer korkaklık eylemi olarak yorumlar. Bu nasıl bir toplum, insan
milyonların ortasında en derin yalnızlığı yaşıyor; hiç kimse farkına varmadan
dayanılmaz kendini öldürme arzusuyla kahrolabiliyor? Bu toplum, toplum
değildir, Rousseau’nun dediği gibi, vahşi hayvanların yaşadığı bir çöldür.
Emniyet teşkilatındaki görevlerim sırasında sorumlu olduğum alanlardan biri de
intiharlardı; birçok vakada insanları intihara sürükleyen nedenlerin önüne
geçilip geçilemeyeceğini öğrenme isteğindeydim. Yoğun bir şekilde bu konu
üzerinde çalıştım. Şu anki toplumsal düzenin bütünsel bir reformundan yoksun
olan her girişimin beyhude olduğunu fark ettim. (Anılar’ın yazarının
savlarından çıkan bu sonuç Marx tarafından formüle edilmiştir -Bu cümle yerine
Peuchet şöyle der : “herhangi bir kuramsal araştırma yapmadan, gerçekleri ortaya
koymaya çalışacağım”) ”
Baskıcı ana-babaların ve amirlerin kendilerine tabi olan kişilere kötü
muamele etmelerinin, adaletsiz davranmalarının, gizli cezalandırmaların,
sinirli, çok kolay heyecanlanan, derin duyguları olan tutkulu insanları ölüm
arayışına sürükleyen çaresizliğin temel nedenleri arasında olduğunu keşfettim.
Bu devrim [Fransız Devrimi] yıkamadı tüm tiranlıkları ki; keyfi otoriteleri
suçladığımız bu kötülükler sıradan ailelerde de varlığını sürdürmekte ve
devrimlerdeki gibi krizlere neden olmakta.
Menfaatler ve mizaç arasındaki ilişkiler, bireyler arasındaki gerçek
ilişkiler, daha en başından itibaren bizler tarafından yaratılmıştır ve
intihar, yalnızca, her daim yeni hareketleri teşvik eden, birçok savaşçının,
kurbanlar arasında sayılmaktan bıktığı için ya da cellatlar arasında onurlu bir
mevki işgal ettikleri düşüncesine isyan ederek, geri çekildiği evrensel
toplumsal mücadelenin binbir belirtisinden yalnızca bir tanesidir. Eğer birkaç
örnek istiyorsanız, bunları gerçek tutanaklardan aktaracağım.
1816 Temmuz’unda, bir terzi kızı, ahlaklı, iradeli, çalışkan genç bir
kasapla nişanlanır, kasap güzel gelinine çok bağlıdır, kız da ona çok
düşkündür. Genç kız da terzidir; kendisini tanıyan herkesin saygısını
kazanmakta ve damadın ailesi tarafından içtenlikle sevilmektedir. Bu iyi
insanlar, genç kızı gelinleri olarak kabul edecekleri günü çabuklaştırmak için
hiç bir fırsatı kaçırmazlar; partiler verirler ve genç kız partilerin kraliçesi
ve idolüdür.
Evlenme zamanı yaklaşır; iki aile arasında her şey ayarlanır ve anlaşmalar
sonuçlandırılır. Nikâhın kıyılmasından bir gün önce, genç kız, ve ailesi
damadın ailesi ile akşam yemeği yiyecektir. Ancak önemsiz bir olay, beklenmedik
bir biçimde bunun gerçekleşmesini engeller. Zengin müşterilerden gelen
siparişler terziyi ve karısını evde çalışmak zorunda bırakır. Özürlerini
bildirirler; ancak kasabın annesi, kendisiyle gitmesine izin verilmiş olan
gelinini götürmek için gelir.
İki önemli misafirin katılamamasına rağmen yemek oldukça eğlencelidir.
Aileye dair birçok fıkramsı anı anlatılır ki bu muhtemel evlilik bağını
güçlendirir. İçkiler içilir, şarkılar söylenir; gelecek hakkında konuşulur.
Hararetle iyi bir evliliğin güzelliklerinden bahsedilir. Yemek gece geç saatlere
kadar sürer. Basitçe açıklanabilecek müsamahakârlıkla, genç adamın ailesi
nişanlı çiftin duygularını sessizce paylaşmasını görmezden gelir. Elleri
birbirini arar, aşk ve mahremiyet başlarını döndürür. Zaten evliliğin
gerçekleştirildiği düşünüldüğünden genç çift utanılacak en ufak bir şeye neden
olmaksızın gayet uzun bir zaman boyunca görüşmektedir. Damadın ailesinin
duyguları, gecenin ilerleyen saatleri, büyüklerin hoşgörüsüyle serbestleşen
karşılıklı ateşli arzular, her zaman böyle yemeklere hakim olan sınırsız
eğlence, tüm bunlar kendisini tebessümle ortaya koyan bir fırsatla birleşir ve
şarap insanları coşturunca, tahmin edilebilecek bir sonuç ortaya çıkar. Işıklar
söndüğünde, karanlıkta aşıklar yeniden buluşurlar. Herkes şüphelenilecek bir
şey yokmuş gibi, farkında değilmiş gibi yapar. Mutluluktur onları saran burada,
hiç dertleri yoktur.
Genç kız ailesinin yanına ancak ertesi sabah döner. Kızın kendisini suçlu
hissetmemesinin kanıtı eve yalnız başına dönüğü gerçeğinde yatar. Kız sessizce
kendi odasına girer ve üstünü değiştirmeye başlar; fakat kısa bir süre sonra
ailesi onu fark eder, akabinde hiddetle kızlarına en utanç verici hakaretleri
yağdırırlar ve aşağılarlar. Komşular buna tanıklık eder, rezaletin sınırı
yoktur. Kızın iffeti nedeniyle çektiği acıyı ve sırrının rezilane biçimde
ortaya dökülmesinin yarattığı şoku düşünün. Bu şaşkına dönmüş kız, ailesinin
adını kötüye çıkardığını, hatalı olduğunu, aptallık ettiğini, itaatsizlik
ettiğini kabul eder, ama boşu boşuna ailesine herşeyin eskisi gibi olacağını
anlatmaya çalışır. Kızın iddiaları ve üzüntüsü terzi çifti sakinleştirmekte
başarısız olur.
En korkak ve en tepkisiz insanlar, mutlak ailesel otoritelerini
kullanabileceklerini fark ettiklerinde yatıştırılamaz bir öfkeye kapılırlar. Bu
otoritenin kötüye kullanımı, eskiden olduğu gibi, burjuva toplumunda da
insanların ister istemez kendilerini alçaltmalarına neden olan bütün uysallık
ve bağımlılıklarının bedelidir.
Birdenbire kadın erkek işgüzarlar ortaya çıkar ve kargaşaya katılır. Bu
tiksindirici sahneden kaynaklanan utanç duygusu, genç kızın kendi yaşamına son
verme kararı almasına neden olur. Çirkef ve küfürbaz komşular güruhunun
arasından koşarak aşağı kata iner; gözleri delilikle bulutlanmıştır, Seine
nehrine seğirtir ve kendini nehre atar. Kayıkçılar kızı sudan çıkartır, kız
ölmüştür ve üzerinde hala gece giydiği tuvalet vardır. Tabii ki, ilkin kıza
hakaretler yağdıranlar şimdi ailesini suçlamaktadır; bu felaket onların boş
ruhlarını korkutmuştur. Birkaç gün sonra kızın anne ve babası polisin
emanetinde bulunan, kızın müstakbel kayınpederinin hediyesi olan boynundaki
altın zinciri, gümüş saati ve diğer küçük çeşitli mücevheratı almak için polis
merkezine geldiler. Ben bu insanları aptallık ve barbarlıkları yüzünden
hiddetle azarlama hatasına düşmedim. Bencil önyargılarını ve aşağı tüccar
sınıfına hâkim olan kendilerine has dini inançlarını göz önünde bulundurarak,
bu çılgın insanlara
Tanrıya hesap vermek zorunda kalacaklarını söylemenin onlar üzerinde çok az
etki yapacağını düşündüm. “Onları bana getiren şey hatırası olan iki üç parça
eşyaya sahip olma arzusu değil, açgözlülükleriydi ve kendi açgözlülükleri ile
onları cezalandırabileceğimi düşündüm. Kızlarının mücevherleri üzerinde hak
iddia ediyorlardı, mücevherleri onlara vermeyi reddettim; yasa gereği eşyaları
muhafaza eden ofisten bu eşyaların teslim edilmesi için ihtiyaç duyacakları
belgeleri sakladım. Bu görevde olduğum süre boyunca taleplerini hep boşa
çıkardım, aşağılamalarına meydan okumaktan keyif aldım.
Aynı yıl, Martinique’in en zengin ailelerinden birinden olan çekici genç
bir kreol(1) ofisime geldi. Bu genç kreol, genç bir kadının, yengesinin
cesedini, cesedi almayı talep eden kişiye, kendi ağabeyine yani ölmüş kadının
kocasına, teslim etmeye kesinlikle razı olmadı. Kadın suya atlayarak intihar
etmişti. Bu en yaygın intihar türüdür. Kadının cesedi, cesetleri kaldırmakla
görevlendirilmiş polis memurları tarafından Greve d’Argenteuil civarlarında
bulunmuştu. En karanlık umutsuzlukta bile kadınlara has yaygın iffet
içgüdüsüyle, boğulan kadın eteğinin ucunu açılmasın diye dikkatli bir şekilde
ayaklarına sarmıştı. Bu iffetli önlem, kadının intihar ettiğini şüpheye yer
bırakmadan kanıtlamaktaydı. Kadın bulunur bulunmaz morga götürülür. Güzelliği,
gençliği, lüks giysileri bu felaketin nedeni konusunda binlerce söylentiye yol
açar. Onu ilk teşhis eden kişinin, kocasının, üzüntüsü sonsuzdur, en azından
bana söylendiği kadarıyla, bu felaketi algılayamamıştır. Şahsen onu daha önce
görmemiştim. Kreol’e kocanın taleplerinin tüm diğerlerine göre öncelikli
olduğunu söyledim; adam talihsiz karısı için şimdiden görkemli bir mezar taşı
diktirmişti. Öfkeden köpürmüş, oradan oraya koşturarak “onu öldürdükten sonra,
canavar!” diye bağırmıştı kreol.
Bu genç adamın heyecan ve umutsuzluğundan, ricasının kabul edilmesi için
ısrarcı yalvarmalarından, gözyaşlarından, kadına âşık olduğu sonucuna vardım ve
bunu ona söyledim. Adam aşkını itiraf etti; ama tüm içtenliğiyle yengesinin
bunu hiçbir zaman öğrenmemiş olduğuna yemin etti. Bu onu sanık sandalyesine
oturmak zorunda bıraksa bile, sadece yengesinin adını lekelememek için
kardeşinin barbarlıklarını gün ışığına çıkarmak istedi, ki onun intiharı halk
arasında, böyle durumlarda hep yaşandığı gibi, gizli bir aşk macerası olarak
anılacaktı. Desteğim için bana yalvardı. Onun kırık dökük, tutkulu
açıklamalarından çıkardığım sonuç şu idi: Monsieur de M… ağabeyi, zengin bir
sanat uzmanı, lüksün ve yüksek sosyetenin bir dostuydu, yaklaşık bir yıl önce
bu genç bayanla evlenmişti, görünüşe göre sevgileri karşılıklıydı; onlar görebileceğiniz
en güzel çiftti. Evlilikten sonra genç adamın bünyesinde, birdenbire şiddetli,
muhtemelen kalıtımsal bir kan hastalığı ortaya çıktı. Eski yakışıklı
görünüşüyle ve zarif endamıyla, bir mükemmellik abidesi olmasıyla, emsalsiz,
kusursuz yapısıyla gururlanan bu adam aniden tahribatlarına karşı bilimin
çaresiz olduğu, bilinmeyen bir illetin kurbanı oldu, tepeden tırnağa çok
korkunç bir şekilde çirkinleşti. Saçları döküldü, beli büküldü. Onun özsevisi
bu gerçeği reddetmeye çalıştıysa da, gün be gün zayıflaması ve kırışıkları onu,
en azından diğerleri için, fark edilir şekilde değiştirdi. Ancak bütün bunlar
onun yatağa düşmesine neden olmadı; onun çelik iradesi bu hastalığın
saldırılarına karşı zafer kazanmış gibi göründü. Adam kendi yıkımını feci şekilde
yaşadı. Bedeni bir enkaza döndü, ancak ruhu ayakta kaldı. Ziyafetler vermeye,
av partilerine başkanlık etmeye ve karakterinin ve doğasının kanunu gibi
görünen zengin ve görkemli yaşam tarzını sürdürmeye devam etti. Fakat atıyla
gezmeye çıktığında yaşadığı aşağılanmalar, alaylar, sokak çocuklarının ve
öğrencilerin sataşmaları, kaba ve alaycı gülüşler, bayanlara karşı centilmen
davranışlarda ısrar ederek kendini alaylara maruz bıraktığı sayısız durumla
ilgili arkadaşlarının endişeli uyarıları, sonunda onun yanılsamasını parçaladı
ve kendisine karşı daha dikkatli davranmasını sağladı. Çirkinliğini ve bedensel
sakatlığını kabul eder etmez, bunun bilincine varır varmaz, içi acıyla doldu;
kederlendi. Karısını partilere, balolara, konserlere götürmeye daha az düşkün
gibi göründü; kır evine kaçıp gitti; bütün davetlere bir son verdi; binlerce
bahane bulup insanlardan kaçtı; gururu nedeniyle kendi üstünlüğüne inandığı
için hoş görebilmiş olduğu arkadaşlarının karısına ettiği iltifatlar artık onu
kıskanç, şüpheci ve zalim yaptı. Onu ziyaret etmekte ısrar eden herkesin, son
gururu ve son tesellisi olan karısının kalbini fethetmedeki kesin
kararlılıklarını sezinledi. Bu sıralarda, kreol, başarısı Bourbonların Fransa
krallığına yeniden getirilmesine yarayacak gibi görünen bir iş nedeniyle,
Martinique’den geldi. Yengesi onu içtenlikle karşıladı, kadının yaşamak zorunda
kaldığı sayısız ilişkiler enkazında yeni gelen bu kişi, ağabeyinin unvanı
sayesinde doğal olarak Monsieur de M.. olarak adlandırılma avantajına sahipti.
kreol, hem ağabeyinin arkadaşlarıyla giriştiği tartışmalar sonucunda, hem de
ziyaretçilerin gözünü korkutan ve evi terk etmesine neden olan bir sürü olay
yüzünden ev halkını saracak olan yalnızlığı önceden gördü. Onu da kıskanç yapan
aşk güdüsünün açıkça farkında olmadan, kreol bu tecrit tedbirlerini onayladı ve
öğütleriyle bu tedbirleri destekledi. Monsieur de M.. işi, Passy’de güzel bir
eve tümüyle kapanmaya dek vardırdı. Ev kısa süre sonra bir çöle dönüştü.
Kıskançlık, ne ile ilişkilendirileceği bilinmediği zaman, en ufak şeylerden
beslenir; kendine karşı döner ve yaratıcı olur; her şey onu kuvvetlendirmeye
hizmet eder. Belki de genç kadın yaşının zevklerini arzuladı. Duvarlar komşu
evlerdeki bakışlara engel oldu; panjurlar sabahtan akşama dek kapalıydı.
Talihsiz kadın katlanılmaz bir köleliğe mahkum edildi ve bu köleliği
dayatan Monseur de M..’den başkası değildi. Üstelik bunu bir yanda medeni
kanuna ve mülkiyet hakkına, bir yandan da aşkı sevgililerin özgür duygularından
koparan ve cimrinin hazinesine yaptığı gibi kıskanç kocaya karısını kilit
altında tutma izni veren toplumsal şartlara dayandırmıştı; çünkü kadın, sadece
adamın mülkiyetinin bir parçasıydı.
Gece Monseieur de M… silahlı bir şekilde, köpekleriyle birlikte sinsi sinsi
evin etrafında dolaştı. Kumda izler gördüğünü zannetti ve bahçıvan tarafından
yeri değiştirilmiş olan bir merdiven yüzünden garip şüphelere kapıldı. Nerdeyse
60’ında ayyaşın biri olan bahçıvanı bahçe kapısına nöbetçi olarak dikmişti.
Tecrit edilmiş bir ruh aşırılıkta sınır tanımaz, işi saçmalamaya kadar
vardırır. Bütün bunlardaki masum suç ortağı olan diğer erkek kardeş, gün be gün
gözetim altında tutulan, aşağılanan, güçlü ve mutlu bir hayal gücünü oyalayacak
her şeyden mahrum bırakılan, özgür ve neşeliyken umutsuz ve kederli olan bu
genç kadının mutsuzlaşmasına yardımcı olduğunu nihayet anladı. Kadın ağlamıştı,
gözyaşlarını gizlemesine rağmen izleri görülebiliyordu. Kreolun vicdanı
sızlıyordu. Kreol sahip olduğu kaçamak aşk duygularından kaynaklanan hatası
yüzünden af dilemek için yengesine niyetini açıkça söylemeye kesinlikle
kararlıydı, bir sabah bu Mahkumun zaman zaman temiz hava almak ve çiçekleriyle
ilgilenmek için gittiği küçük ağaçlıklı mesire yerine süzüldü. Bu durumu,
kıskanç kocasının bakışlarının üzerinde olduğunu bildiğinden, faydalandığı çok
kısıtlı bir özgürlük olarak ele almalıyız. Kayınbiraderini gördüğünde, onunla
ilk defa beklenmedik bir şekilde yüz yüze geldiğinde, genç kadın çok büyük bir
korkuya kapıldı. Ellerini ovuşturdu. Korkuyla ‘git buradan, Tanrı aşkına git!’
diye bağırdı ona.
Ve aslında, Monsieur de M…. birdenbire ortaya çıktığında, güç bela seraya
saklanabilecek zamanı bulabildi.’ Kreol bağrışları duydu, dinlemeye çalıştı;
kalbinin atışı, onun gizlenmesiyle ilgili olan açıklamanın en küçük kelimesini
bile duymasını engelledi, kocası bunu anlarsa, trajik bir sonuç ortaya
çıkabilirdi. Bu olay kayınbiraderi daha da cesaretlendirdi; bundan böyle bir
kurbanın koruyucusu olma ihtiyacını hissetti. Aşkının bütün kısıtlamalarından
kurtulmaya karar verdi. Aşk her türlü fedakârlığı gerektirir, ama aşkından
vazgeçme fedakârlığı ancak bir korkağa yakışır. Ağabeyiyle açıkça konuşmaya
hazır olmak, ona kendini anlatmak ve her şeyi söylemek için ağabeyini ziyaret
etmeye devam etti. Monsiuer de M … ‘nin ondan hiçbir şüphesi yoktu, ama
kardeşinin ısrarları onda şüphe uyandırmaya başladı. Monseur de M …, bu ilginin
nedenlerini tam olarak anlayamamıştı, ancak işin nereye varacağını hissederek,
onlardan kuşkulanmaya başladı. Asanlar Passy’deki evin kapısını boşu boşuna
çalarken, Kreol bir süre sonra, ağabeyinin, aslında iddia ettiği gibi,
çevresinde olan bitene çok da ilgisiz olmadığını gördü. Bir çilingir çırağı
ona, ustasının Monsieur de M… için yapmış olduğu anahtarların bir kopyasını
yaptı. On günlük bir aradan sonra, yüreği korkuyla dolan, en çılgın hayallerle
kıvranan kreol, gece duvarları tırmandı, ana avlunun önündeki çitin
parmaklılarından birini parçaladı, bir merdivenle çatıya ulaştı ve tahliye
borusundan kayarak kilerin penceresinden aşağıya ulaştı. Şiddetli bağrışmalar
onu, cam bir kapı boyunca fark edilmeden sürünmek zorunda bırakmıştı.
Gördükleri yüreğini parçaladı. Cumbada bir lambanın ışığı parlıyordu. Yatak
odasının perdesinin arkasında, Monsieur de M… saçı başı birbirine karışmış ve
öfkeden yüzü kızarmış, odayı terk etmeye cesaret edemediği, ama yavaş yavaş
kendisini ondan uzaklaştırmaya çalışan yataktaki karısının yanına yarı çıplak
çömelmiş, en acıtıcı suçlamalarla karısının üzerine gidiyordu ve onu paramparça
etmeye hazır bir kaplan gibiydi. ‘Evet’ dedi kadına, ‘ben çirkinim, ben bir
canavarım ve bunu çok iyi biliyorum, korkutuyorum seni. Benden kurtulmayı
istiyorsun, çünkü beni görmek sana acı veriyor. Seni Özgür kılacak anı
arzuluyorsun. Ve sakın bana bunun aksini söyleme, korkundan ve karşı çıkışından
belli ne düşündüğün. Değersiz gülüşümden utanırsın, içinden isyan edersin bana.
Birer birer dakikaların geçişini saydığına şüphe yok, ta ki zayıflıklarımla ve
varlığımla daha fazla senin canını sıkamayacağım güne dek. Yeter! Bana
benzemeni, çirkinleşmeni isteyecek kadar korkunç arzuların esiri oldum, böylece
artık beni tanımış olma talihsizliği yüzünden sevgililerle kendini teselli
edemezdin. Kıracağım bu evdeki bütün aynaları, böylece bu tezatlık yüzünden
beni küçük göremeyecekler ve senin gururunu okşayamayacaklar. Sırf herkesin
seni benden nasıl nefret etmeye sürüklediğini göresin diye, belki de seni,
sokağa çıkarmalıyım ya da dışarı çıkmana izin vermeliyim. Yoo, hayır, beni
öldürmeden bu evi terk edemeyeceksin. Öldür beni, hadi her gün içimi kemiren bu
şeyi benden önce yap!’ Ve bu vahşi, bağırarak, dişlerini gıcırdatarak, ağzından
köpükler saçarak, deliliğin binlerce belirtisiyle ve öfkeyle dövünerek en
şefkatli okşamaları ve en acıklı yalvarışları boşa giden bu talihsiz kadının
yanına, yatağın üzerine yuvarlandı. Sonunda kadın onu sakinleştirdi. Hiç
şüphesiz, sevginin yerini acıma almıştı; fakat yüzüne bakılmaya korkulan,
hiddeti nedeniyle neredeyse bütün enerjisi tükenen bu adam için, yeterli
değildi bu. Kreol’un kanını donduran bu sahnenin sonucu ise uzun bir depresyon
nöbetiydi. Heyecandan titredi ve talihsiz kadını bu ölümcül ıstıraptan
kurtarmak için kime koşacağını bilemedi. Görünüşe göre bu sahne her gün
tekrarlanıyordu; devamındaki nöbetler için Madam de M. işkencecisini bir parça
sakinleştirmek amacıyla hazırlanmış ilaçları kullanıyordu.
O dönemde Paris’te Monsieur de M. ailesinin tek temsilcisi kreol idi.
Yukarıdaki gibi durumlarda insan yargı sürecinin yavaşlığına ve hiçbir şeyin
onları özenle ayarlanmış rutinlerinden saptıramayacağı yasaların duygusuzluğuna
lanet okumak ister, özellikle de sorun sadece bir kadınla, kanun yapıcının en
az güvence verdiği bir varlıkla, ilgili olduğunda. Yalnızca, tutuklama yetkisi
-aşırı bir tedbir- bu deliliğe tanık olmuş kişinin çok iyi bir şekilde
olacakları önceden sezdiği bu felaketi önlemiş olacaktı. Bununla birlikte,
zenginliği çok büyük fedakârlıklar yapmasına ve riskli durumlarda sorumluluktan
korkmamasına olanak verdiğinden, her şeyi riske atmayı, bütün sonuçları
üstlenmeyi göze aldı. Kendisi gibi kararlı olan arkadaşlarının arasında bazı
doktorlar, bu delilik nöbetlerini teşhis etmek ve güç kullanarak bu karı kocayı
ayırmak için çoktan Monsieur de M’nin evine giriş izni elde etmek için
hazırlanmaya başlamışlardı, intiharın gerçekleşmesi bu gecikmiş hazırlıkları haklı
çıkardı ve soruna son noktayı koydu.
Elbette, sözün ruhunu yazıya hapsetmeyenler için bu intihar adamın işlediği
haince bir cinayetti; fakat aynı zamanda sıradışı bir kıskançlık nöbetinin
sonucuydu. Kıskanç adamların köleye ihtiyacı vardır, kıskanç adam sevebilir,
ama hissettiği aşk sadece kıskançlığın bir kopyasıdır; bütün bunlardan da öte
kıskanç adam bir özel mülk sahibidir (Marx bu cümleyi, Peuchet’nun anlattığı
başka bir intihar vakasından almıştır). Kreolun, nafile ve tehlikeli, hepsinden
de öte sevdiği kişinin anısına leke sürecek bir skandala neden olmasını
engelledim, çünkü işi gücü olmayan insanlar kocasının erkek kardeşiyle zina
etmekle suçlayacaktı bu kurbanı. Cenaze törenine katıldım. Hiç kimse gerçeği
bilmiyordu, sadece kocanın erkek kardeşi yani kreol ve ben biliyorduk. Bu
intiharla ilgili yüz kızartıcı söylentiler duydum etrafta ve söylentileri
çıkaranlardan nefret ettim. Asanların bu sahte üzüntüsüne ve kirli imalarına
yakından tanık olunca utanıyor insan. Yalnızlaşmış insanlar kadar çok, görgüsüz
ve hayli yoz olan fikirler vardır, çünkü bu insanların her biri kendine
yabancıdır ve herkes birbirine yabancıdır (Marx bu cümleyi, Peuchet’nun
anlattığı başka bir intihar vakasından almıştır, Marx çeviriye özgür bir yorum
getirir ve sonuç olarak şu kelimeleri ekler: “çünkü her biri kendine yabancıdır
ve herkes birbirine yabancıdır”). Bu arada, benzeri vakaların yaşanmadığı
birkaç hafta geçti. Aynı yıl çocuklarının ilişkilerine razı olmayan anne
babaların neden olduğu ve kızın da erkeğin de kendilerini tabancayla
vurmalarıyla noktalanan yasak bir aşk ilişkisini kayıtlarıma geçirdim.
Ayrıca, haksızlığa uğramaları nedeniyle, üstesinden gelemedikleri bir
melankoliye düşmüş, hayatlarının baharında gücü tükenmiş, görmüş geçirmiş
erkeklerin intiharlarını da kaydettim. Birçok insan, hiçbir yararı olmayan
reçetelerin uzun ve lüzumsuz işkencesinden sonra, tıbbın onları
hastalıklarından kurtarabilecek yetenekte olmadığı inancıyla yaşamlarını
sonlandırır.
Birisi, ünlü yazarların alıntılarından ve gösterişli bir edayla kendi
ölümlerine hazırlanan umutsuz insanların yazdığı şiirlerden oluşan olağanüstü
bir derleme hazırlayabilir. Ölüm kararını takip eden o muhteşem soğukkanlılık
anında, eğitimden yoksun sınıflar arasında bile, insanın ta içinden kopup gelen
azgın bir coşku akar kâğıda. Derinliklerinde kayboldukları bu kurban etmeye
iyiden iyiye kendilerini hazırlarlarken, tüm güçleriyle samimi ve kendilerini
yansıtan kelimeler bulmaya çabalarlar.
Arşivlerde unutulmuş bu şiirlerden bazıları şaheser niteliğindedir. Ruhunu
tümüyle kendi işine kaptırmış ve dini imanı para olmuş sıkıcı bir burjuva için,
belki de tüm bunlar oldukça romantiktir ve çekilen tüm bu acıları
anlayamadığından reddeder alaycı bir gülüşle: oysaki şaşırtmaz bizi onun bu
küçümseyişi.
Başka ne bekleyebilir ki insan bu paragözlerden, gün be gün, saat saat,
parça parça kendilerini, kendi insani doğalarını katledenlerden!
İnanmış ve eğitimli gibi gözüken bu iyi insanlar için ne demeli ki, oysa ta
kendileridir bu pisliği yansıtan. Şüphesiz, bu süprüntülerin toplu intiharının
yıkacağı bu dünyadaki ayrıcalıklı sınıfların umurunda olsa, bu sefil
şeytanların yaşama tahammül etmelerinin büyük bir önemi olurdu, ama
aşağılamalardan, alaylardan, süslü sözlerden başka, bu sınıfın varlığını
katlanılır kılacak araçlar var mıdır? Dahası, kendilerini harap eden ve
darağacı yoluyla intihar etmeyi tercih etmeyen, ölmeleri beklenen, bu
zavallıların ruhunda belli bir büyüklük olmalıdır. Elbette, ekonomimiz ne kadar
gelişirse, sefillerin bu soylu intiharları o kadar azalır. Bilinçli düşmanlık
bunların yerini alır ve sefiller düşüncesiz bir şekilde hırsızlık ve cinayet
riskini göze alır. Ölüm cezasına çarptırılmak iş bulmaktan daha kolaydır.
Polis arşivlerini karıştırırken intihar listesinde yalnızca tek bir korkaklık
vakasına rastladım. O da, düellodan kaçmak için kendini öldüren, Wilfrid Ramsay
adında genç bir Amerikalıydı.
İntihara yol açan çeşitli nedenlerin sınıflandırılması, toplumumuzun gerçek
eksikliklerinin sınıflandırılması olacaktır. Biri kendini öldürür, çünkü
dalavereciler buluşunu çalmıştır, ya da başka bir olayda mucit, kendini adamak
zorunda olduğu uzun bilimsel araştırmalar yüzünden, bir patent bile alamayacak
kadar korkunç bir yoksulluğun içine düşer. Bir diğeri oldukça büyük
masraflardan ve bu arada da iktisadi hayata hâkim grupların hiçbir şekilde
umursamadığı ve de çok yaygın olan parasal sıkıntılar yüzünden açılan onur
kırıcı hukuki davalardan kaçmak için kendini öldürür. Bir başkası da, aramızda
keyfine göre işverenlerin cimriliği ve aşağılamaları altında uzun süre
inledikten sonra kendini öldürür, çünkü iş bulamamıştır.
Bir gün doktorun biri, kendisini sebebi olmakla suçladığı bir ölümle ilgili
bilgi almak için bana geldi.
Bir akşam, yaşadığı yere, Belleville’e dönerken, karanlıkta, kendi evinin
civarındaki dar bir sokakta, başı örtülü bir kadın durdurur onu. Kadın titrek
bir sesle kendisini dinlemesi için yalvarır. Biraz uzakta simasını seçemediği
biri, bir aşağı bir yukarı yürümektedir. Bir adam kadını takip etmektedir.
Kadın “bayım, ben hamileyim ve bu anlaşılırsa bütün itibarımı kaybedeceğim” der
doktora. Ailem de, konu komşu da onurlu insanlar da merhamet göstermeyecektir
bana. Güvenine ihanet ettiğim bu kadın da aklını yitirecek ve şüphesiz
kocasından da boşanacaktır. Yaptıklarımın doğru olduğunu iddia etmiyorum. Ben
bir skandalın tam ortasındayım ve bu skandalın duyulmasını engelleyecek tek şey
de benim ölümümdür. Kendimi öldürmek istedim, ama insanlar yaşamamı istiyor.
Bana senin merhametli biri olduğun söylendi ve bu beni sizin bir çocuğun
öldürülmesinde suç ortağı olmayı istemeyeceğinize ikna etti, bu çocuk henüz
dünyaya gelmemiş olsa bile. Görüyorsunuz, bu bir kürtaj sorunu. Ben en
ayıplanacak suç olarak kabul ettiğim bir şey için basitçe yalvararak
küçültmeyeceğim kendimi. Sadece çevremdeki insanların yakarışlarına boyun
eğdiğim için geldim size; çünkü nasıl ölüneceğini biliyorum. Ölümü kendim
çağıracağım ve bunun için kimseye ihtiyacım yok benim. Biri bahçe sulamaktan
keyif alıyormuş gibi yapabilir; bunun için tahta takunyalar giyebilir; her gün
su taşıdığı kaygan bir zemini seçebilir; bir kuyunun derinliklerinde kaybolmayı
planlayabilir; ve insanlar bunun “kaza” olduğunu söyleyecektir. Olacakları
görüyorum bayım. Keşke tüm kalbimle çekip gitmek isteğim anın ertesi sabahı
olsa. Herşey önceden planlandı ve bu plana göre gerçekleştirilecek. Sana bunu
anlatmam söylendi bana. Sen sadece bir karar vereceksin, bir cinayet mi
işlenecek, yoksa iki cinayet mi. Yemin ederim ki, cesaretsizliğim yüzünden,
kayıtsız şartsız senin kararına biat edeceğim. Ver kararını!
‘Bu seçim’, diye devam etti doktor, ‘dehşete düşürdü’ beni. Kadının sesi
pürüzsüz ve ahenkliydi; elime aldığım elleri, güzel ve narindi; umutsuzluk
içinde bile açık sözlü ve kararlı oluşu mükemmel bir ruhun göstergesiydi. Fakat
beni gerçekten korkutan bir nokta vardı bu olayda; binlerce vakada, zor
doğumlarda, örneğin, cerrahın annenin veya çocuğun yaşamını kurtarma arasında
seçim yaptığı durumlarda karar veren cerrah olmasına rağmen, tereddüt etmeden
keyfiyetle kararını veren ya politika ya da insanlıktır’.
‘Yurtdışına kaç’ dedim. ‘İmkânsız’ dedi, ‘izin vermez buna.’
‘Tedbirli ol.’
‘Yapamam, arkadaşlığına ihanet ettiğim kadınla aynı evde yaşıyoruz.’
‘O kadın akrabanız mı?’ ‘
‘Daha fazlasını söyleyemem.’
“Bu kadını intihardan ya da suçtan kurtarmak için ya da bana ihtiyacı
kalmadan bu çıkmazdan kurtulabilsin diye canımı bile vermeliydim” diye sürdürdü
konuşmasını doktor. Kendimi barbarlıkla suçladım, çünkü bir cinayete suç ortağı
olmaktan korktum. Mücadele korkunçtu. Sonra şeytan bana, sadece biri ölmeyi
istediği için öldürmez ki kendini, diye fısıldadı; eğer kötülük yapma güçleri
ellerinden alınırsa, bu uysal kişiler yanlış yapmaktan alıkonulabilirler.
Parmaklarıyla oynadığı nakışların kalitesinden ve güzel konuşmasından belliydi
zengin olduğu. Zenginlere daha az merhamet göstermek zorunda olduğumuza
inanırız; o zamana kadar bu konuya değinilmemiş olmasına rağmen, ki bu nezaket
göstergelerinden biriydi ve karakterimin saygı gördüğünün kanıtıydı, gururum altınla
ayartılma düşüncesine karşı çıktı. Cevabım ‘hayır’dı; kadın hızla uzaklaştı; at
arabasının gürültüsünü duyunca yaptığım şeyi artık düzeltemeyeceğimi anladım.
On beş gün sonra gazeteler bu sır perdesini aralamamı sağladı. Paris’li bir
bankacının, en fazla 18’inde olan genç yeğeni, annesi öldüğünden beri gözünün
önünden ayırmayan teyzesinin çok sevdiği ve vesayeti altında tuttuğu bu kız,
Villemomble’da, vasisinin bölgesinde, ayağı kayarak dereye düşmüş ve
boğulmuştu. Vasisi teselli edilemeyecek kadar üzgündü; bu mevkiye sahip olan
enişte, bu ödlek baştan çıkarıcı, dünyanın önünde acısını böyle açığa
çıkarabilirdi.
İnsan, daha iyi bir şey isteği için, özel hayatın kötülüklerine karşı
intiharın en son çare olduğunu anlıyor.
İşten atılmalardan, işin reddedilmesinden veya maaşta ani bir düşüşten
kaynaklanan intiharların daha sık olduğunu gördüm; çünkü bunlar yüzünden
aileler artık geçinecek parayı temin edemez, birçoğu kıt kanaat yaşar.
Kraliyet sarayındaki muhafızların sayılarının azaltıldığı dönemde, iyi bir
adam bile pek de umursanmadan diğerleri gibi işten çıkarıldı. Nüfuzunun
olmaması ve yaşı yüzünden orduya dönmesi imkânsızdı; yeterli bilgisinin
olmadığı için fabrikalarda da bir iş bulamadı. Devlet memurluğuna girmeye
çalıştı; ama her yerde olduğu gibi burada da oldukça fazla olan rakipleri önünü
tıkadı. Umutsuz kederlere düştü ve kendini öldürdü. Cebinde, içinde bulunduğu
durumu anlatan, bir mektup bulundu. Karısı fakir bir terziydi; 16 ve 18
yaşlarında olan iki kızı anneleriyle çalışıyordu. Tarnau, intihar eden kişi,
arkasında bıraktığı mektupta, ‘artık ailesine bir faydası olmadığı, karısı
ve çocukları üzerinde yükten başka bir şey olmadığından, yapması gereken şeyin
onları bu fazlalıktan kurtarmak için yaşamına son vermeyi düşündüğünü’
yazıyordu. Çocukları için Angouleme düşesini öneriyordu; iyiliğiyle prensesin
birçok umutsuza derman olduğunu sanıyordu. Angles’nin emniyet müdürüne bir
rapor yazdım ve gerekli formaliteler tamamlandığında düşes, bu talihsiz Tarnau
ailesine 600 frank gönderdi.
Acıklı bir yardım aslında, böyle bir kayıptan sonra. Fakat tek bir aile
nasıl bütün yoksullara yardım edebilir, her şey hesap edildiğinde bile, şu anki
durumuyla Fransa’nın tümü onları besleyemez. Bütün ulusumuz dindar olsa bile,
zenginlerin iyiliği yeterli değildir, ki bunun konumuzla da bir ilgisi yok.
İntihar en içinden çıkılmaz sorunları çözer, geri kalanını da idam sehpası.
Gelir kaynakları ve gerçek zenginliğin sadece tarım ve sanayideki genel
sistemimizin yeniden düzenlemesinden elde edilebileceğine inanılır. Kâğıt
üzerinde, anayasaları, her vatandaşın eğitim ve çalışma hakkını ve hepsinden
öte asgari geçim parasını açıklamak kolaydır. Ama bu cömert talepleri yazıya
dökmek yeterli değildir, asıl iş bu özgür düşüncelerin somut ve akıllıca
işleyen kurumlarda başarılı sonuçlar vermesini sağlamaktır.
Bu coşku dolu dünya, putperestlik, muhteşem yaratılar ortaya çıkardı;
modern özgürlük rakibinin arkasında mı kalacak? Gücün bu iki muhteşem öğesini
kim birbiriyle kaynaştıracak?
Bitirirken, Peuchet’nun Paris’teki intiharlar üzerine olan tablolarından
birini vereceğiz.
Peuchet’nun verdiği başka bir tablodan 1817’den 1824’e kadar Paris’te 2808
intihar vakasının yaşandığını öğrendik. Aslında, elbette, gerçek sayı bundan
daha da fazlaydı. Özellikle, cesetleri morgda teşhir edilen boğulmuş insanlar
göz önüne alındığında, bu vakaların intihar olup olmadığını anlamak, yalnızca
çok azı için mümkündü.
İntihar Tablosu, Paris 1824
Yılın ilk yarısındaki sayı: 198
Yılın ikinci yarısındaki sayı: 173
Toplam: 371
İntihar teşebbüsü başarısız olanlar: 125
İntihar sonucu yaşamını yitirenler: 246
Erkekler: 239
Bayanlar: 132
Evli olmayanlar: 207
Evli olanlar: 164
İntihar Yöntemleri
Yüksek bir yerden atlayarak: 47
Kendini asarak: 38
Kesici aletlerle: 40
Ateşli silahlarla: 42
Zehir içerek: 28
Dumandan zehirlenerek: 61
Suda boğulma: 115
İntihara İten Nedenler
Tutkulu aşk, aile içi anlaşmazlıklar ve keder: 71
Hastalık, yaşamdan bıkmak, delilik: 128
Ahlak dışı davranış, kumar, şans oyunları, suçlanma ve cezalandırılma
korkusu: 53
Sefalet, yoksulluk, mevki kaybı, iş kaybı: 59
Bilinmeyen: 60
Karl Marx, İntihar Üzerine,
Derleyenler ve Çevirenler: Barış Çoban – Zeynep Özarslan, Yeni Hayat
Kütüphanesi Yay., 1. Basım, Mayıs 2006, İstanbul. Metnin
Orjinali: Peuchet: On Suicide, K. Marx
23 Ağustos 2023 Çarşamba
20 Ağustos 2023 Pazar
Kapitalizm, Komünizm ve Devlet
Mahmut Boyuneğmez
Özet
Bu makalede devletin ilk
oluşumu ve kapitalizm çağına kadarki gelişimini değerlendirme dışı bırakıp, kapitalist
devlet ve geleceğin toplumunda devletin akıbetinin ne olacağı konularına odaklanacağız.
Devletin, aile, iş bölümü ve mülkiyetin durumuna benzer şekilde, geleceğin
dünya toplumunda yok olmayacağı/ortadan kalkmayacağı, bunun yerine bazı
özelliklerini koruyup, başkalaşacağı ve dönüşeceği, tek kelimeyle aşılacağını savunacağız.
Kapitalist devlet, şu
şekilde tanımlanabilir: “Devlet iktidarı, verili bir durumda sermaye birikimi
için gerekli koşulları yarattığı, sürdürdüğü ve yenilediği oranda
kapitalisttir.”[2]
Kapitalist devlet,
kapitalist sınıfın tüm fraksiyonlarının (tekel-dışı küçük ve orta ölçekli
sermayenin, tekelci büyük sermayenin, finans sermayesinin vd.) yakın ve uzun
erimli çıkarlarını temsil eder. Kapitalist devlet, kapitalist sınıfın
üyelerinden ayrı bir yapılanma/organizasyon oluştursa da, bu sınıfın bir
iktidar örgütlenmesidir. Kapitalist devlet, kapitalist sınıf ile toplumun diğer
sınıfları arasındaki iktidar ilişkilerinin bir boyutu ve yapısıdır. Kapitalist
sınıfın iktidarı/egemenliği, devlet dolayımıyla, örneğin baskı organları, yargı
sistemi ve eğitim sistemiyle, çeşitli kurumsal yapılarındaki siyasi yöneticiler/bürokratların
ideolojik bağlanmaları üzerinden uyguladıkları politikalarla, devletin içerisinde
ve dışındaki emekçi kitleler üzerinde oluşturulmaktadır.
Kapitalist devlet, kapitalist
sınıf ile işçi sınıfının antagonizmini (karşıtlık), uzlaştıran bir arabulucu
değildir. Bu devlet, kapitalist sınıf adına kitleler üzerinde baskı
uygulamakta, toplumsal ilişkileri ideolojik olarak yönlendirmekte ve düzenlemektedir.
Kitlelerin mücadelelerinin sonucu, uygulanan politikalarda onlara verilen
tavizlerle birlikte iktidar ilişkilerinin yeni bir güçler dengesinde tekrar
kurulmasıdır.
Kapitalist devlet, kapitalist
sınıfın egemenliğini sağlayan açık bir sistemdir ve her zaman bir ulus devlet olarak
var olur.
Kapitalist devlet, aslen
siyasal iktidar organizasyonu/yapısıdır. Kapitalist sınıf ile işçi sınıfı
arasındaki iktidar ilişkileri, olağan kapitalist devlet biçimlerinde hukukla
sınırlanır. Faşizm ve askeri diktatörlüklerde, olağan üstü kapitalist devlet,
hukukun sınırlamasından kurtulur.
Kapitalist hukukun
yaratıcısı olan devletin bünyesinde bulunan yasaların yapıcıları, muhafızları
ve uygulayıcıları, emekçi halk karşısında iktidara sahiptir. Devletin hukuk
organizasyonları, baskı uygulama ve ideolojik işlevleriyle hegemonya
yapılarıdır. Kapitalist hukuk, iktidar ilişkilerinin bir boyutu olarak, emek-sermaye
arasındaki ilişkileri yansıtır ve bu ilişkileri düzenler. Kapitalist toplumsal
sistemde, baskı/şiddet hukukla örgütlenir ve uygulanır. Kapitalist hukuk,
kapitalist devleti meşru olan tek şiddet/baskı uygulayıcısı olarak
tekelleştirir.[3]
Kapitalist hukuk, soyut,
genel, biçimsel kurallar olarak sınıf farklarını gizleyerek ve yasa önünde
herkesin eşit olduğunu vaaz ederek ideolojik işlevlere sahiptir. Kapitalist
toplumsal ilişkiler içerisindeki failler, yalıtılmış kişiler ya da gruplar olarak
hukuksal ilişkilere girerek, aralarındaki sınıfsal/antagonist ilişkiler görünmez
kılınır. Kapitalist devletin tüm eylemleri yasal çerçeveye sığmaz; kapitalist
devlet örgütlenmesinin ve eylemlerinin, yasaların dışına uzanan veya yasalara
karşı olan yanları da bulunur. Başka bir deyişle “hikmet-i hükümet” (raison
d’etat) anlayışı, kapitalist devlete içkindir. Kapitalist devlet, işçi
sınıfının/halk hareketlenmelerinin düzeni tehdit ettiği durumlarda, açık
şiddete başvurur ve bu tarihsel kesitlerde sistemi koruma işlevine sahip
durumdaki sermaye sınıfının siyasal iktidarı olduğu görünür hale gelir. Sınıflar
arasındaki güç ilişkileri hukuka yansıdığından, emekçilerin mücadelelerinin
sonucu kazanılan haklar, kapitalist sınıfın verdiği tavizler olarak yasalarda
yer bulur. Hukuk, sadece baskı uygulamakla işlevli değildir; insanları, kapitalist
sınıfın iktidarıyla uyumlu eylemlere ve söylemlere de zorlar ve yönlendirir.
Kapitalist devlet, sermaye
sınıfının kolektif çıkarlarına yanıt verir. Kapitalist devlet, sermayenin
toplumsal yeniden üretiminde temel bir unsurdur. Kapitalist devlet, mutlakıyetçi
monarşi, liberal devlet, tekelci devlet, neoliberal devlet biçimlerinden
hangisi olursa olsun, her zaman sermaye birikimi için merkezi ve temel bir role
sahiptir. Kapitalizmin var oluşu için gerekli olan meta üretimini, mübadelesini
ve sermaye birikimini kolaylaştıran hukuki ve finansal sistemleri, devlet
kurmaktadır. Kapitalist devlet, piyasa güçlerinin işleyişini ve özel sektördeki
üretim örgütlenmesini bu iki ana dolayım üzerinden etkiler. Kapitalist devlet,
iş yasalarının çıkarılması, sendikal faaliyetlerin denetimi, eğitim, sağlık ve
toplumsal refahın sağlanması gibi emek-gücünün yeniden üretimine dönük
işlevlere de sahiptir. Özel sektörde üretimi karlı olmayan fakat sermaye
birikimi için zorunlu olan kullanım-değerlerinin üretimi kamulaştırma ya da
sübvansiyonlarla kapitalist devlet tarafından güvence altına alınır. Ayrıca
üretimi “doğal tekel” konumunda olan kullanım-değerlerini de kapitalist devlet
piyasaya arz eder. Kapitalist devlet, sermaye birikiminin sürekliliği için
diğer kapitalist devletlerle işbirliği yapar. İçinde bulunduğumuz evrede kapitalist
devlet, düşen kar oranları eğilimine karşı-eğilimlerden olan sermayenin yeniden
yapılandırılması ve emek süreçlerinin yeniden örgütlenmesini sağlayacak politik
müdahaleleri yaşama geçirmektedir. Günümüzde kapitalist devletin iktisadi işlevleri,
sermaye birikiminin neo-liberal biçimi ve sınıf mücadelelerinin durumuna bağlı
olarak değişim geçirmektedir.
Kapitalizmin
doğuşu ve gelişiminde temel devlet biçimleri
Meta üretiminin Avrupa’da
yaygınlaşması, 15. ve 16. yüzyıllarda mutlakıyetçi devletlerin egemenliği
altında yaşanmıştır. Kapitalist devletin ilk oluşumu, meta ilişkilerinin
yaygınlaşması ile koşuttur. “(…) mutlakıyetçi devlet düpedüz kapitalist
özelliklere sahip bir devlet, gerçek bir kapitalizme geçiş devleti oluşturur.”[4] Kapitalist devletin ilksel
biçimi olan merkantilist devletin özellikleri şunlardır:
“Merkantilist devlet; ticari
ayrıcalıklar, düzenlemeler ve tekeller etrafında yapılanmıştır. Bu devlet,
tarımın ticarileştirilmesini ve sonuçta emekçinin topraktan kopartılmasını
kolaylaştırır. Temel özelliklerinden biri ‘artı-nüfus’un doğrudan yönetilmesi
ve doğrudan ya da zorla çalıştırma sistemleri sayesinde (serserilik yasaları,
ıslahevleri, insanların kolonilere sürülmesi vs.) bu artı-nüfusun bir emek-gücü
olarak oluşturulmasıdır. Bu tür bir devletin bütün biçimleri, siyasaları ve
ideolojisi, toplumun tümünün devleti olma iddiası taşıyan, fakat sürekli bir
biçimde ticari ayrıcalıklar ve mülkiyet birikimi lehine faaliyet gösteren
devlet erkinin o şaşırtıcı çelişkilerini ortaya döker. Merkantilist devlet, bu
nedenle eşit değişimle değil, yetke ve güç (iktidar) sahiplerince desteklenen
eşitliksiz mülkiyet ilişkileriyle karakterize olur.”[5]
Kapitalizmin feodal
toplumsal ilişkiler içerisinde filizlendiği dönemde, sermayenin ilksel birikimi
gerçekleşmiştir. Marx, ilksel birikim hakkında şu değerlendirmede bulunur:
“Amerika'da altın ve gümüş
madenlerinin keşfi, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve
madenlerin bunların mezarı haline getirilmesi, Doğu Hint Adalarının fethine ve
yağmalanmasına başlanması, Afrika'nın, siyah derililerin ticari amaçlarla
avlandığı alana çevrilmesi, kapitalist üretim döneminin şafağının
işaretleriydi. Bu masalımsı süreçler ilk birikimin ana uğraklarını oluşturur.
Bunu, sahnesi bütün yeryüzü olmak üzere, Avrupalı ulusların ticaret savaşları
izler. Bunlar Hollanda'nın İspanya'dan ayrılmasıyla başlar, İngiltere'de
Jakobenlere karşı savaşla muazzam boyutlara ulaşır ve Çin'e karşı girişilmiş
Afyon Savaşı ile hala devam eder, vb. İlk birikimin farklı uğrakları, şimdi, az
çok bir zaman sırası izleyerek, özellikle İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa
ve İngiltere'ye dağılmış bulunuyor. Bunlar, 17. yüzyılın sonunda İngiltere'de
sömürge sistemini, devlet borçları sistemini, modern vergi sistemini ve
korumacılık sistemini içine alan sistematik bir bütün oluşturur. Bu yöntemler,
sömürgecilik sisteminde olduğu gibi, kısmen en kaba zora dayanır. Ama hepsi,
feodal üretim tarzının kapitalist üretim tarzına dönüşüm sürecini uygun bir
ortam yaratarak hızlandırmak ve geçiş süresini kısaltmak için, devlet zorundan
yararlanmıştı. Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir.
Zor, başlı başına bir iktisadi güçtür."[6]
Kapitalist ilksel birikim
süreçleri, mutlakıyetçi monarşik devletlerin izledikleri politikalarla ve baskı
uygulamalarıyla birlikte gerçekleşmiştir.
Burjuvazi, Avrupa’da feodal
üretim biçiminin son kalıntılarını yok etmiş, kilisenin/dinin toplumsal
etkisinin kırılmasını sağlamış, üretici güçlerde muazzam bir atılım
gerçekleştirmiş, kapitalist özel mülkiyeti, ticareti ve sanayi girişimciliği
hukuksal ve etik açıdan güvence altına almış, bilimselliğin ve akılcılığın
yayılıp gelişmesini sağlamıştır. Marx ve Engels, Komünist Parti Manifestosu’nda işte bu burjuvaziyi ve yaptıklarını
övmektedir. Burjuvazinin bir sınıf olarak ilericiliğini gösterdiği devrim,
Büyük Fransız Devrimi’dir. 1789 Büyük Fransız Devrimi, burjuva devrimleri
arasında en ileri uçlara kadar ilerleyen devrimdir. Bu devrimle birlikte,
aydınlanma değerlerinin benimsenmesi, laik devlet anlayışının uygulanması,
ulusun ve yurttaşlığın oluşumu gibi birçok alanda ileri adımlar atılmıştır.
Fakat 1848 devrimleriyle birlikte, burjuvazinin siyasal açıdan gericileştiği,
monarşist görüşleri yeniden canlandırdığı, kitleleri devrim sürecine katmaya
eskisi kadar hevesli olmadığı, aksine işçi sınıfının, küçük burjuvazinin ve
köylülerin hareketlenmelerinden korkuya kapıldığı ve bu hareketlenmelerin önünü
almaya çalıştığı, bu olmadığında bunları bastırdığı bilinmektedir. Avrupa’da
kapitalist üretim ilişkilerindeki gelişim, mutlak monarşilerin varlığında başlamış
ve 18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıldaki siyasal devrimlerle eski rejimin devlet
tipi ve üst yapısal boyutu değişmiştir.
Geç kapitalistleşen
Prusya’da da yine devletin kapitalist toplumsal ilişkilerin gelişiminin yolunu
açtığı gözlenir:
“Prusya devleti uzun süre
feodal yapıların egemen olduğu bir devlet olarak kaldı. Bismark zamanında
siyasal iktidarı burjuvaziye bu devletin kendisi devretti: “Yukarıdan devrim”.
Alman burjuvazisi, aristokrasiyi tasfiye kararını veremedi. Onun siyasal
egemenliği feodal biçim ve özelliklerini koruyan devlet tarafından kuruldu. Bu
kuruluş biçiminin iki önemli sonucu oldu: Feodal yapı ve biçimler uzun süre
yaşamaya devam etti ve devlet kapitalistleşme, sanayileşme süreçlerinde önemli,
hatta başat bir rol oynadı.”[7]
Osmanlı İmparatorluğu’nun
çöküş döneminde yeni filizlenmiş kapitalist üretim ilişkileri, yaşanan burjuva
devrim süreciyle birlikte kapitalist devletin oluşumu sonrası hızla gelişmeye
başlamıştır. Türkiye burjuva devrimi, “toplumsal devrim” ve “siyasal devrim”
gelişmeleri iç içe geçmiş biçimde, tek bir tarihsel kesit olarak incelenmelidir.
1908 ve 1919-23 siyasal devrimleri, 1839-1940 arasındaki toplumsal devrim
süreçlerinin sürekliliği içerisinde sıçramalar olarak yorumlanabilir.[8] Türkiye burjuva devrimi,
uzun bir zamana yayılmış olarak, tedricen uygulanan reformlar yoluyla ilerleyen
ve kurtuluş savaşını (kurtuluş savaşında halkın katılımını) da içine alan bir tarihsel
kesitte yaşanmıştır.
Özetle, feodalizmden
kapitalizme geçişte en uygun devlet biçimi merkantilist politikalar uygulayan mutlakıyetçi
monarşiler olmuş, bu devlet biçimi liberal kapitalizm evresinde burjuva
parlamenter demokrasiye dönüşmüştür. Böylelikle yönetici sınıfın farklı fraksiyonlarının
siyasal temsili için uygun olan ve sermaye sınıfının tümünü devlet bürokrasisi
tarafından denetlenen yasalara tabi kılan bir devlet biçimi oluşmuştur. Gelişiminin
ilk dönemlerinde parlamentolar, kapitalist sınıf fraksiyonlarının ortak
ihtiyaçlarını belirlemek, onları uzlaştırmak ve ortak stratejiler oluşturmak
için oluşturulan bir forum ortamı olup, burjuva partilerin seçimlerde onay
almak için emekçi sınıfların taleplerini de kısmen gözetmelerini getirmiştir. Tekelci
kapitalizm evresindeyse, kapitalist devlet tekil sermayeler ile doğrudan ilişki
kurmak ve kar oranlarının düşme eğilimine karşı-eğilimleri harekete
geçirebilmek için iktisadi süreçlere müdahale araçlarının kapsamını ve gücünü
artırarak, biçimini değiştirmiştir. Böylece parlamentolar güçsüzleşmiş,
bürokrasiler güçlenmiş, tekil sermayelerin ve sosyal-demokrat sendikaların
kapitalist devlet mekanizmalarına katılımı sağlanmıştır.[9] 1970’lerde başlayıp
günümüze kadar uzanan kriz, devlet biçiminin yenilenmesi için tarihsel bir
zemin sunmuştur. Bu tarihsel kesitte oluşan neoliberal kapitalist devlete ileride
değineceğiz.
Ulus-devlet
Önce ulus olgusunun ne
olduğuna bakabiliriz:
“Geçmişte bir arada yaşamış,
şimdi bir arada yaşama inancında, istek ve kararında olan; aynı vatan ve o
vatanın maddi ve manevî değerlerine sahip çıkan; aralarında din, dil, kültür,
tarih ve duygu birliği olan insanların oluşturduğu toplum.”[10]
Ulusun bu tanımında sorunlu
yanlar bulunmaktadır. Sömürücü sınıflar dışındaki üretici emekçilerden oluşan halklar,
tarih boyunca iç içe geçmiş ve kaynaşmıştır. Ulusları tanımlamakta ve
birbirinden ayırt etmede kullanılan dil, din, etnisite, tarih ve gelenek gibi
parametreler ise, ulusları betimlemede yetersizdir. Örneğin, Amerikalılar,
Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar ilk dil olarak İngilizceyi konuşmakla
beraber, kendilerini “İngiliz milleti”nin üyeleri olarak görmezler. İsviçre
toplumunda Fransızca, Almanca ve İtalyanca konuşulmaktadır. Kuzey İrlanda’da
aynı dili konuşan insanlar dini saflar (Protestan ve Katolik) halinde ayrışır.[11] Türkiye’de birçok
halk/etnisite var olmasına karşın, hepsinin bir ve aynı “milleti” oluşturduğu
öne sürülür vb…
Burada önemli olan “milli
kimliğin”, dinsel inanç ve “ırk”[12] birliği, abartma ve
uydurmanın işlevsel olduğu ortak bir tarih anlayışı gibi unsurlarla zihinlerde
oluşturulduğunun görülmesidir. Geçmiş zaferlerin, kurtuluş günlerinin, “milli”
liderlerin askeri başarılarının hatırlatıldığı belirli özel günlerin saptanması
ve bu günlerde törenlerin düzenlenmesi, okullardaki eğitim süreci,
vatanseverlik duygusuyla yüklü edebi eserlerin okunmasının teşviki de yine
“milli kimliğin” oluşumuna katılır.
Öyleyse uluslar bir
tarihsel-toplumsal gerçeklik değil de “hayali cemaatler”[13] midir?.. Ulusların
oluşumunda ve varlıklarını yeniden üretmelerinde, ulus bilincinin önemi
yadsınamaz. Yani bir ülkedeki insanlar topluluğunun bir ulusu oluşturması için,
her gün yeniden üretilmesi gereken bir “milli kimlik” ve “milli bilinç”
gereklidir. Fakat bu durum, bu insanlar topluluğunun toplumsal gerçeklik olarak
var olmadıkları anlamına gelmez.
Bize göre uluslar,
ulus-devletlerden ayrı olarak incelenemez. Ulus, özünde bir ülke ölçeğinde
siyasal iktidara bağlı insan topluluğudur. Ülkeler ölçeğinde insanların siyasal
iktidara bağlılıkları ve bağlanmaları, egemen ideoloji[14] kapsamındaki “milli”
olarak adlandırılan kültürel değerlere, fikirlere ve duygulara sahip olmaları
üzerinden sağlanır. “Ulusal” ya da “milli” değerlerin, duygulanımların,
davranış kalıplarının ve fikirlerin işlevi, kapitalist sınıfın toplumsal iktidarının
yeniden üretimine katılmak, bu iktidarın sürdürülmesini sağlamaktır.
Uluslar, belirli bilinç
biçimleri ile kimliklere sahip insan topluluklarıdır. Oluşumları ve her gün
yeniden üretilmeleri için belirli ideolojik düşünce, duygu ve davranış kalıplarına
gereksinim vardır. Bir ülkedeki siyasal iktidara bağlanmayı sağlayan başlıca
ideolojik kümelenme, ulus bilincidir. Ulus günümüzde, kapitalist devletin
siyasal egemenliği altında yaşayan insan topluluğudur. Gelecekte ise, sosyalist
devlete bağlanan üreticilerden oluşacak toplumu anlatır.
“Ulusun asli kurucu öğeleri,
coğrafya (ülke), ekonomi (pazar) ve siyasal örgütlenmedir (devlet).”[15] Siyasal birlikler
(ulus-devletler), değişim için üretimin gelişmesinin sonucunda (pazarın
oluşumu) coğrafi sınırlara dayanarak kurulmuştur. Burada belirleyici unsur,
devlettir. Kapitalist devlet, ulusu oluşturmuştur ve sürekliliğinde de en
önemli faktördür, belirleyici işleve sahiptir. “Milletler devletleri ve
milliyetçilikleri yaratmaz, doğru olan bunun tam tersidir.”[16]
Kapitalist devlet, ülkelerde
iç pazarın oluşumu süreçlerinde etkindir: “(…) kapitalist devlet bir ulus
devlet olma özelliği sunar (…) Bu devlet (…) etkin bir biçimde ulusal birliğin
kurulmasına çalışmaktadır (…) Devlet (…) malların ve sermayenin dolaşım uzamını
bağdaşıklaştırmak suretiyle bizzat iş başındadır; bu da ulusal birliğin
kurulmasındaki ediminin esasını oluşturur.”[17]
Kapitalist devletin ulusu
inşası, aynı zamanda kendisinin oluşumu anlamına gelmektedir. Kapitalist devlet,
burjuvazi ile emekçi halk arasındaki ulusal ölçekte cereyan eden sınıf
mücadeleleriyle şekillenir. Kapitalist devlet, ulusu inşa ederken, bir ulusal
dili de yeniden yaratmaktadır.[18]
Özcesi, ulus-devletler, oluşumu
yeni tamamlanmış kapitalist devletlerdir. Bugüne gelene kadar birçok değişimden
geçen ulus-devletlerin, ulus şeklinde kodlanan toplumlar üzerinde kapitalist
devlet iktidarları olarak varlıkları sürmektedir.
Kapitalist
devlet ve ekonomi
İlksel sermaye birikiminde
devletin temel rolünden, geç kapitalistleşen ve kapitalist sınıfı cılız olan
ülkelerde devletin, kapitalist toplumsal ilişkilerin gelişimindeki belirleyici
işlevinden bahsetmiştik. Peki kapitalist devletin güncel iktisadi işlevleri
nelerdir?.. Şimdi buna bakabiliriz.
Kapitalist devlet, işçilerin
sömürülmesini garanti altına alıp, sürekliliğini sağlayan iktidar
örgütlenmesidir. Bunu toplum ve çalışma düzenini bozacak aykırı davranış ve
eylemler karşısında baskı uygulama potansiyeliyle, hukuksal kurallar oluşturup
iş hayatını ve toplumsal ilişkileri düzenleyerek, eğitim sistemi ve kültür
endüstrisi yoluyla işçi sınıfının bilinçlilik durumu üzerinde hegemonya
oluşturulmasında rol alıp, bu yapıları yönlendirerek sağlar. Yine işçilerin
sendikalaşma, toplu sözleşme ve grev haklarını kullanması, sömürüyü sınırlasa da
devlet-patronlar-işçi sendikaları arasında kurulan korporatif sendikal
ilişkilerle sömürü ilişkileri güvence altına alınır. Sömürü, bir defalık bir
olay değil, bir olgu/süreçtir. Sürekli var olması ve sürdürülmesi gerekir. Toplumsal
maddi yaşamın üretimi, salt iktisadi pratiklerle değil, toplumsal ilişkilerin
farklı boyutlarındaki çeşitli pratiklerle hep birlikte sağlanır ve bir
sürekliliğe kavuşur. Kapitalist devlet, kapitalist toplumsal ilişkilerin
iktisadi, siyasal, ideolojik, kültürel ve hukuksal boyutlarıyla birlikte bir var
oluşa sahiptir. Kapitalist devlet, bu boyutların birbirlerinden ayrı ve yalıtık
değil de iç içe ve etkileşim içerisinde olduğu bir toplumsal
ilişkiler sisteminin öğesidir.
“Kapitalist toplumlardaki
devletin ekonomik sömürüye tarafsız anayasal devlet görünümü nedeniyle doğrudan
müdahalesine ihtiyaç yoktur, ancak sermaye hâkimiyetinin ve piyasa güçlerinin
kendilerini güvende hissedebilmeleri için gereken koşulları tesis eden devlet,
sömürü sürecine dolaylı olarak bulaşacaktır.”[19]
Kapitalist devlet aslen bir
siyasal iktidar organizasyonu olmakla birlikte, iktisadi süreçler içerisinde tarihsel
akışta değişen oranlarda olmak üzere bizzat bulunur. Örneğin Avrupa’da 20.
yüzyılın ortalarından 1970’lerin sonuna kadar süren bir tarihsel dönemde
gözlenen kapitalist gelişmenin Fordizm aşamasında, emek güçlerinin yeniden
üretilmesine ilişkin olarak, sosyal güvenlik, sağlık ve eğitim gibi alanlarda
devlet, organizasyonlarıyla doğrudan yer almıştır. Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşundan
1980’lere kadar olan tarihsel kesitte devletin kamu iktisadi teşekkülleri
oluşturarak, iktisadi faaliyetler yürütmesi söz konusudur. 1970’lerde başlayan
krizle birlikte, sosyal devlet formundan neoliberal kapitalist devlete dönüşüm
dönemi yaşanmış, kapitalist devletin iktisadi süreçlere müdahalesinde
değişiklikler olmuş, özelleştirmelerle sermaye birikimine yeni alanlar
açılırken, devlet bu alanlardan çekilmiştir.
Kapitalist devletin ekonomik
bir işlevi olan emek gücünün yeniden üretimi süreçlerini organize etmesi geçmişte,
kamusal eğitim ve sağlık sistemi, sosyal güvenlik, sosyal yardımlar, kreş
desteği, işsizlik sigortası, iş bulma büroları, kamusal ulaşım, konut yapımı,
tatil ve spor alanının düzenlenmesi gibi başlıklarda somutlaşmıştır. Kapitalist
devletin bu yükümlülükleri, sermaye birikimi için gerekli koşulları sağlamıştır.
Kapitalist devlet, işçi sınıfının bu başlıklarda yürüttüğü mücadelelerdeki
taleplerini sermayenin birikim stratejisiyle uyumlu olarak üstenmiş, sınıfın
kazanımlarını sınırlamış ve toplumsal patlamaların önünü almıştır. Kapitalist
devletin emek gücünün yeniden üretiminde üstlendiği roller ve oluşturduğu maddi
düzenekler, emekçiler üzerinde siyasal-ideolojik denetim sağlamış ve hegemonya
oluşturmuştur. Toplumsal sermayenin bütününün yeniden üretimi, eş deyişle
sermaye birikim süreçlerinin sürdürülebilirliği açısından bilimsel
araştırmalar, enerji sektörü, iletişim sistemi vd. kapitalist devletin
tekelinde bulunmuştur.[20] 1970’lerden beri yaşanan kapitalist
sistemdeki kriz tarihsel kesitinde, kar oranlarındaki düşme eğilimine
karşı-eğilimlerin hayata geçirilmesi ve göreli artık-değerin artırılması amacıyla
emek süreçlerinin düzenlenmesi neoliberal kapitalist devletin ekonomiye
müdahalesinin bir biçimi olmuştur. Emek gücünün yeniden üretiminde yer alan birçok
öğe, piyasalaştırılmış, kapitalist devletin tekelinde olan enerji, telekomünikasyon
gibi sektörlerde özelleştirmeler yaşanmıştır.
Kapitalist devlet, sermaye
birikim süreçleri için gerekli olan hukuksal ve parasal düzenlemeleri
yapmaktadır. Üretim ve sermaye birikim süreçlerinin oluşturucu (ihaleler,
özelleştirmeler) öğesi olabildiği gibi, bu süreçlerle her zaman içsel olarak
ilişkilidir. Ayrıca kapitalist devlet, altyapı yatırımlarıyla sermaye birikimi
için gerekli bir koşulu oluşturarak, vergilendirme politikaları uygulayarak, ihalelerle
şirketlerin kar edeceği projeler yaratarak, özelleştirmelerle sermayeye kaynak
aktarımları yaparak, Merkez Bankası ve üst kurullar aracılığıyla para ve maliye
politikaları oluşturarak, bütçe üzerinden temel harcama ve yatırım kalemlerini belirleyerek,
borçlar hukuku ve ticari hukuk ile dolaşım alanını organize ederek, ülke
kapitalist sınıfının ülkeler arası sermaye ihracı yapmasını ve pazarlar bulmasını
destekleyerek, emperyalist örgütler aracılığıyla bağımlı ülkelerin iktisat
politikalarını yönlendirerek iktisadi süreçleri düzenleyip, bunlara müdahale
etmektedir.
Devlet
iktidarı, devlet aygıtı, hükümet
İktidar sınıfsaldır. İktidar
sınıflar arası güç ilişkileridir.[21] Kapitalist sınıf ile işçi
sınıfı arasındaki toplumsal ilişkilerin iktisadi, siyasal, ideolojik, kültürel,
hukuksal ve devletsel boyutları
bulunmaktadır. Bu iki temel sınıf arasında gerçekleşen toplumsal ilişkiler ve pratikler,
hegemonya yapıları tarafından
koşullanır. Hegemonya yapıları, bazı durumlarda ağırlıkla baskı ve zor
kullanımıyla, başka bazı durumlarda ağırlıkla ideolojik onay ve rıza yoluyla,
bazen de bunların bileşimiyle çalışır. Hegemonya, baskı uygulama, mecbur
bırakma ve zorlama, korku, yıldırma, ideolojik onay, rıza ve bağlanma, oyalama
ve meşgale oluşturma gibi yollar üzerinden gerçekleşir. İşçi sınıfı ve toplumun
diğer kesimleri üzerinde oluşan kapitalist sınıfın hegemonyası, kapitalist
sınıfın toplumsal iktidarını sağlar. Kapitalist devlet, kapitalist sınıf ile
işçi sınıfı arasındaki iktidar ilişkilerinin[22] aslen siyasal yapısı olsa
da, toplumsal ilişkilerin devlet boyutunun da barındırdığı iktisadi, siyasal,
ideolojik, kültürel, hukuksal yanlar vardır. Dolayısıyla devlet iktidarı, salt
siyasi iktidar değildir.
Kapitalist sınıfın toplumsal
iktidarını sağlayan iktisadi, siyasal, ideolojik, kültürel, hukuksal ve
devletsel pratikler nelerdir?.. İşyerlerinde işçiler ile patron(lar) arasındaki
ilişkiler, iktidar ilişkileridir. Üretim araçlarının sahibi olan patronların
işçiler üzerinde iktidarı olmadan ve bu iktidar her gün yeniden üretilmeden,
sömürü ilişkileri sürdürülemez. Sömürü ilişkileri olan üretim ilişkileri, bir
yönüyle aynı zamanda iktidar ilişkileridir. Dinsel ideolojiler, milliyetçilik,
hayırseverlik, mistik ve metafizik mikro-ideolojiler vb., günlük pratiklerde
üretilirken kapitalist sınıfın toplumsal iktidarı için hegemonya oluşturur.
Kültür endüstrisi kapsamındaki ürünlere yönelmiş aktiviteler, endüstrileşmiş sportif
etkinlikler, toplumsal iktidarı yeniden üretir. Hukuksal kurallar ve hukuk
yapısı, baskı uygulama ve ideolojik işlevler üzerinden kapitalist sınıfın
iktidarına hegemonya sağlar.
Devlet aygıtı, klasik
yaklaşımla devlet kurumları, bürokrasi, bakanlıklar, yasama organı, yargı
kurumları ve baskı organlarını içerir. Üstelik Althusser’le birlikte bunlara “Devletin
İdeolojik Aygıtları” (DİA)’lar da eklenmiştir. Bize göre devlet, kapitalist
sınıfın işçi sınıfıyla ilişkilerinde bir organizasyon olduğundan, üst-yapılardan biridir. Kapitalist devlet,
her ülkede özgül yönleri de olan fakat genel hatlarıyla kapitalist demokrasi
olarak adlandırılan biçimiyle belirli bir düzenlenişe ve işleyişe sahip bir
yapıdır.
Hükümet, devlet iktidarını
işleten yürütme gücü olarak siyasal iktidarın bileşenidir. Yürütme gücü
kapitalist sınıfın güncel, yakın ve uzak erimli çıkarları doğrultusunda
iktisadi ve diğer toplumsal pratiklere yön veren, toplumsal ilişkilerin farklı
boyutlarına müdahalelerde bulunan bir komitedir. Parlamentolarda artık eskiden
olduğu gibi kapitalist sınıfın farklı fraksiyonlarının temsilcilerinin
bulunması yerine, düzen partilerine mensup, tümü kapitalist sınıfa ideolojik
angajman gösteren vekiller bulunmaktadır. Düzen partileri ideolojik/politik
vizyonları itibariyle nüanslara sahipse de, bu ideolojik perspektifler burjuva
dünya görüşünün/liberalizmin çatısı altında toplanır.
‘DİA’lar
ve ‘devlet aygıtı’
Althusser, “Devletin İdeolojik
Aygıtları” (DİA)’ları tarif ederek, “Devletin Baskı Aygıtları” (DBA)’lardan ayırt
edilmeleri gerektiğini belirtir.[23] Althusser’e göre,
devlet, aile DİA’sıyla ailelerde, öğrenimsel DİA’yla özel ya da devlet okulları
olsun her okulda, haberleşme DİA’sıyla basın-radyo-televizyon kanallarında ve
hatta internette, kültürel DİA’yla edebiyat, güzel sanatlar ve sporda, hukuk
DİA’sıyla bu alanda, diğer DİA’larla da toplumsal yaşamın diğer alanlarında,
“hazır ve nazır”dır. Kısacası, ona göre, devlet neredeyse her yerdedir ya da
neredeyse her şey (aile, edebiyat vd.) devlettir.
Althusser’in çizgisinde yer
alan Poulantzas’ta ise bu ayrım şu şekilde ifade edilmektedir:
“Egemen ideoloji toplumun
bağrında bir dizi aygıtların ve kurumların içinde maddileşir, bu aygıt ve
kurumlar arasında, kiliseler (dini aygıt), siyasal partiler (siyasal aygıt),
sendikalar (sendikal aygıt), okullar ve üniversiteler (öğretim aygıtı), ‘haber alma
araçları’ (gazeteler, radyo, sinema, tv, kısacası enformasyon aygıtı),
‘kültürel’ olan (yayın), belli bir görünüm altında aile vb. sayılabilir. Bunlar
devletin ideolojik aygıtlarıdırlar.
“Bu aygıtlar, göreli olarak
devletin ‘baskı’ aygıtından ayrıdırlar, ana görünümü örgütlü fizik baskı olan
ve rolünü bu görünüm altında, devletin yasal tekeli altında yerine getiren
aygıt dar anlamda devlet aygıtıdır.”[24]
Poulantzas’ın başka bir
yazısından alıntılayıp tekrarlayalım:
“Devlet sistemi, içlerinde
bazılarının temelde, en katı anlamıyla baskı rolünü yüklendiği ve ötekilerin
ideolojik rolü üstlendiği çeşitli aygıtlar ya da kurumlardan oluşmaktadır.
Birinciler, devletin baskı öğesi aygıtını, yani klasik Marksist anlamda devleti
(hükümet, ordu, polis, mahkemeler ve idare) oluştururlar. İkinciler ise,
kilise, siyasal partiler, dernekler (tabii ki devrimci parti ve sendikalar
bunların dışında), okullar, kitle haberleşme araçları (gazeteler, radyo,
televizyon) ve bir bakıma da aile gibi, devletin ideolojik aygıtlarını meydana
getirirler.
“(…) devletin ideolojik
aygıtları başlıca işlevleri –telkin ve iletim- sayesinde daha fazla ve daha
önemli bir özerkliğe sahiptirler: Bunların birbirleriyle ve devlet baskı
aygıtıyla ilişkileri, devlet baskı aygıtının kollarının karşılıklı bağlarıyla
karşılaştırıldığında daha fazla bağımsızlığa sahip oldukları görülmektedir.”[25]
Türkiye sosyalist solu
içerisinde ve Marksist aydınlar arasında, “yapısalcı Marksizm” adıyla anılan bu
okulun, etkisi kuvvetlidir. Sol liberal aydınların bu konuda iflah olacağı
yoktur. Fakat örnek olsun Haluk Yurtsever gibi tecrübeli sosyalist politik
figürler dahi, DİA’lar-devlet aygıtı ayrımını benimsemektedir. Yurtsever
DİA’ları “devlet sisteminin dışında saymak düşülebilecek bir başka yanlış olur”
demektedir.[26]
Ralph Miliband’ın bu
kavrayışa dönük eleştirisi ise uyarıcı niteliktedir:
“(…) Adı geçen kurumların
bir iktidar sisteminin parçası olduklarını ve (…) giderek devlete bağlandıklarını
ve onun tarafından desteklendiklerini göstermenin gerekliliği (…) Ama ilgili
kurumların aslında devlet sisteminin parçası olduklarını söylemek gerçekle
bağdaşmıyor (…)”[27]
Bize göre, kapitalist
toplumda sermaye sınıfının iktidarı toplumsal ölçekte oluşur ve yeniden
üretilir. Kapitalist sınıfın toplumsal iktidarı, tek başına devlet
organizasyonuyla sağlanmaz.[28] Bunun yanı sıra toplumsal
egemenliğin/iktidarın, iktisadi, ideolojik (eğitsel, iletişimsel), kültürel
(edebi, sanatsal, sportif), sivil topluma ait örgütsel (sendikalar, dernekler,
vakıflar vd.) boyutları da bulunmaktadır. İşçiler ile patronlar arasında
işletmeler ölçeğinde kurulan ilişkide, salt iktisadi ve hukuksal bir ilişki
değil, aynı zamanda egemenlik-tabiiyet ilişkisi de vardır.[29] Eğitim sistemi ve medya,
kapitalist sınıfın toplumsal iktidarı için gerekli hegemonyanın oluşumuna
katılan pratikleri ve insanlar arası ilişkileri barındırır. Sendikalar, devlet
ve patronlarla işçi sınıfının çıkarlarını uzlaştıran korporatist örgütlenmeler
olarak, emekçilerin kapitalist sisteme bağlanmalarını sağlar vd… İşte biz,
bütün bu boyutlarda sermaye sınıfının toplumsal egemenliğinin oluşmasına
katılan ve bu egemenliği her gün yeniden üreten organizasyonlara, toplumsal iktidarın hegemonya yapıları diyoruz.
Sermaye sınıfının toplumsal iktidarı, oluşan hegemonyayla sağlanır ve yeniden
üretilir. Toplumsal çeşitli süreçler, organizasyonlar ve üretimler aracılığıyla
sermaye sınıfının toplumsal egemenliğine süreklilik kazandırılır.
Öte yandan devlet, belirli
bir düzenlenişe ve işleyişe sahip toplumsal bir yapıdır. “Araç”, “aygıt” türü
nitelemeler yerine organizasyon, örgütlenme, yapı gibi kavramlaştırmaları
kullanmanın sağlıklı olduğu inancındayız.
Kapitalist
devlet “göreli özerk” mi?
Poulantzas, “göreli
özerklik” konusunda şunları yazmıştır:
“Ekonomik düzey ve siyasal
düzey ayrımı, kapitalizmin değişik aşamalarına ve evrelerine bağlı olarak (bu
ayrımın kendisi de dönüşüme açıktır), kapitalist devletin göreli özerkliğini
incelememiz için genel çerçeveyi sağlar (…) Devletin ‘göreli özerkliği’
ifadesindeki ‘göreli’ teriminin (neye ve kime bağlı olarak göreli?) burada
devlet ve hâkim sınıflar arasındaki ilişkiyi göstermekte oluşudur (yani, hâkim
sınıflarla ilişkisinde görece özerk).”[30]
Poulantzas “kapitalist
devlet tipinin ayırt edici özellikleri” olarak “iktisat ve politikanın
birbirinden görece ayrılması” ile “egemen sınıf ve fraksiyonlar karşısında
devletin görece özerkliği”ni öne sürmektedir.[31]
Kapitalizm çağında siyasi
olanın ekonomik olandan ayrılmışlığı görüşü, aldatıcı ve yanıltıcıdır. Çünkü kapitalist
toplum, etkileşimli bir toplumsal ilişkiler ve yapılar sistemidir. Bu yanlış
görüşün oluşumunda üretimin, teknik bir süreç olarak kavranmasının rolü
büyüktür. Bu şekilde kavrandığında kapitalist üretim ilişkileri kendi kendini
sürekli yeniden üretir/süreklileşir ve sonuç sömürü ilişkilerinin
ebedileştirilmesidir. Kapitalist üretim ilişkileri olan sömürü ilişkileri, salt
iktisadi ilişkiler değildir ve süreklilik içerisinde var olmaları, toplumun
kapsadığı tüm ilişkilerin etkileşimli bütünlüğüne/sistemine bağlıdır.[32] Kapitalist devlet,
sermaye birikim süreçlerinin dışındaki bir yapılanma olmasına karşın, bu
süreçlerin oluşturucu bir bileşenidir. Sermaye birikim süreçleri, salt iktisadi
olgular olmayıp, sermaye birikim sürecinin biçimini, sınıf mücadeleleri
şekillendirir.[33]
Özetle, “(…) kapitalist devlet, kapitalist üretim ilişkilerinden ayrı ve
onların üzerinde olan bir şey değildir, fakat bu ilişkilerin doğrudan bir
parçasıdır.”[34]
Bu saptamayı Poulantzas da yapmıştır: “(…) siyaset-devlet (ama ideoloji için de
aynı şey geçerlidir) farklı biçimlerde olmakla birlikte, üretim ilişkileri
içinde ve böylece de onların yeniden üretiminde her zaman kurucu olarak mevcut
olmuştur.”[35]
Jessop’un kapitalist
devletin, sermaye birikim sürecinden kurumsal olarak ayrışmış olduğunu belirtmesi
de yerindedir:
“Kapitalist devlet biçiminin
en önemli genel özelliği onun tikelleştirilmiş
(sermaye çevriminden kurumsal olarak ayrışmış) olmasıdır.”[36]
Bunun anlamı, kapitalist
devletin kapitalist sınıftan ve sermaye birikim süreçlerinden ayrışmış bir yapılanma olduğudur. Yoksa “(…) devletin
asli özelliği onun özerkliği değil, fakat onun sınıfsal karakteridir.”[37]
Bu noktada Marx’ın Kapital’deki analiz ve sentezlerinde,
devletin, kapitalist üretim için gerekli olmadığı, Kapital’de geliştirilen kavramların hiçbirinin devleti ön
varsaymadığı şeklindeki düşüncenin[38] yanlış olduğunu
belirtmeliyiz. Bize göre üretim, toplumsal ilişkileri ve devleti önden
varsayar, üstelik toplumsal ilişkilerin yeniden üretimine de yol açar. Marx’ın
konuyu katmanlı bir tarzda incelemesi nedeniyle kapitalist devleti incelemeye
daha sonra dâhil etme planını gerçekleştirmeye ömrünün yetmeyişi, onun eserinde
kapitalist üretimin izole iktisadi bir süreç olarak yanlış kavranışını beslemektedir.
Devletin, sınıf mücadelesinin gelişmesinden kaynaklandığı belirtilerek, onun tarihsel
bir gereklilik olarak görülmesi doğru olmakla birlikte, siyasal olanı iktisadi
olandan ayırma yanılgısına düşülmemelidir.[39] Çünkü kapitalist üretim
ilişkileri, sınıflar arası ilişkilerdir. Kapitalist devlet, kapitalist
toplumsal ilişkilerin ve üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesi için
gereklidir.
Tarihin hiçbir döneminde
devlet, toplumun üstünde, ondan ayrı bir güç olmamıştır. Devlet, toplumsal
ilişkilerin bir boyutudur.[40] Bize göre devlet,
sınıflar üstü bir hakem ya da güç değildir, çünkü toplumsal ilişkilerin üstünde
değildir.
Kapitalist devlet,
kapitalist sınıfın bir egemenlik örgütlenmesidir. Kapitalist sınıf, kapitalist
devlete doğrudan egemen değildir, ona istisnai bireysel durumlar haricinde
nüfuz etmez. Kapitalist devlet, kapitalist sınıfın toplumda egemen olmasını
sağlayan iktidar ilişkilerinin bir yapılanmasıdır.
Devlet yapısı içerisinde yer
alan siyasilerin ve bürokrasinin, kapitalist sınıftan ayrışmış durumda oluşunu,
“göreli özerklik” olarak nitelemenin getirdiği teorik bir yarar yoktur. Bu
kategoriler, ideolojileriyle kapitalist dünya görüşünün kapsamında bulunan
perspektiflere sahip olup, kapitalist sınıfın çıkarlarıyla uyumlu şekilde
çalışır.
Şimdi, “olağanüstü” devlet
olarak adlandırılabilecek bazı devlet tiplerine bakabiliriz.
Bonapartizm
1848-1852 yılları
arasında Fransa Cumhurbaşkanlığı yapan III. Napoleon (Napoleon
Bonapart’ın kardeşinin oğludur), bir darbeyle cumhuriyeti yıkarak
imparatorluğunu ilan etmiştir. Bonaparte’ın darbeyle iktidarı ele geçirmesine burjuvazi
pasif onay vermiştir. Bonapartizm, burjuvazinin siyasal egemenliğinin
olgunlaşmadığı dönemde gözlenen bir diktatörlüktür. Proletaryanın iktidarı
alamaması, burjuvazinin ise elinde tutamaması sonucunda gelişmiştir. Bonaparist
devlet, çatışma halindeki iki temel sınıf arasındaki bir denge durumunun
ürünüdür.
“Bu yönetim, üretim
tarzlarının sonucu olarak birbirlerinden yalıtılmış bulunan, çıkarlarını
savunacak tutarlı ve bilinçli bir sınıf oluşturma yetisinden yoksun oldukları
için ‘temsil edilme ihtiyacı’ (Marx) duyan ve Fransız taşrasında Napolyon'un
anılarının canlılığından dolayı tarihsel geleneğin değerli kıldığı kişiyi
benimseyen küçük toprak sahibi muhafazakâr köylülerin büyük bir bölümü
tarafından da destekleniyordu. Bir diğer destek ‘kesesini kurtarmak için tacını
kaybetmesi gereken’ (Marx) ve iktidarı maddi çıkarlarını koruyacağına inandığı
2 Aralık serüvencisine emanet eden burjuvaziden geliyordu.”[41]
Bonapartizmde, devlet
örgütlenmesi ve yürütme gücü, kapitalist sınıftan bağımsız/özerk bir görünüme
sahiptir. Bonapartist devlet örgütlenmesi, zaman içerisinde güçlenip
sağlamlaşan bir yapılanmadır. Bonapartist diktatörlük, kapitalist toplumsal
ilişkilerin gelişimini sağlamıştır.
Faşist
devlet ve askeri diktatörlük
Faşizm ve askeri diktatörlük
biçimindeki olağanüstü kapitalist devlet biçimleri, kapitalist toplumsal
ilişkiler sisteminin hegemonya krizlerinde gündeme gelmiştir.
Almanya’da 1921-33 yılları,
İtalya’da 1919-27 yılları arasında bunalımlar yaşanmıştır. Bu iki ülkedeki klasik
faşist devletler, kriz koşullarının ürünüdür. İtalya ve Almanya’da yaşanan
krizlerden çıkış, emek üretkenliğini artırmaktan, hammadde kaynaklarına ve yeni
pazarlara ulaşmaktan geçmektedir. Geç kapitalistleşen bu iki ülkenin yeterli sömürgeleri
olmadığından, yeni bir paylaşım savaşını koşullamışlardır.[42]
Almanya ve İtalya’da faşist
diktatörlükler, ekonomik kriz ortamında filizlenen ve zaman içerisinde
kitleselleşen protest/faşist hareketlere, sermaye sınıfının krizden bir çıkış
yolu olarak verdiği destekle kurulmuştur. Kapitalist sınıfların emperyalist
politikalarıyla, faşistlerin işgalci/yayılmacı perspektifi ve silahlanma
politikası da örtüşmektedir.[43]
Faşizm, emek-sermaye
karşıtlığının artık çelişki formunu aldığı ve baş çelişki (ön plandaki ve diğer
çelişkilerin çözümünün bağlandığı çelişki) olduğu bir tarihsel kesitin
sonucudur.[44]
“(…) devrimin zincirin en zayıf halkasında (Rusya’da) gerçekleştiği halde,
bundan sonra gelen ve çağın Avrupa’sına göre en zayıf olan öteki iki halkada da
faşizmin kurulduğu söylenebilir.”[45] Almanya ve İtalya’da kriz
döneminde, işçi sınıfı hareketi güçlenmiştir. Faşist hareket, sermaye sınıfı
için bir tehdit oluşturan örgütlü işçi sınıfı hareketlerini ve komünistleri
tasfiye etme işlevini yerine getirmiştir.[46]
Bunlara bir de faşizmin, Sovyetler
Birliği’nin yok edilmesine dönük militarist yayılmacılığının,
emperyalist-kapitalist sistemin çıkarına geldiği eklenmelidir.
Faşizm, yürütmenin faşist
partinin “lideri” odağında merkezileştirildiği ve güçlendirildiği, açık bir
diktatörlüktür. Faşizm, bir totaliterizmdir.
“Totalitarizm elbette en
başta siyasal çoğulculuğun ve her türlü muhalefetin kaldırılması, parlamenter
hükümet biçimine ve güçler ayrılığına son verilmesi, tek lider ve tek parti
(“Führer ilkesi”) etrafında birleşmiş hiyerarşik devlet yapılanması, merkezi
ekonomik yönetim, kısacası devletin toplumu tam kontrol altına alması demektir.
Buna resmî ideoloji ve medya üzerindeki devlet tekeliyle birlikte temel hak ve
özgürlüklerin kaldırılması ve terörün başat yönetim tekniği olarak kullanılması
da eklenmelidir.”[47]
Faşist devlet iktidarının
sürekliliği, faşist partiye ve onun toplum içerisindeki kitle hareketi örgütlenmesine
yaslanır. Devlet iktidarı, havada asılı durmaz, toplumsal destek üzerinde
yükselir. Bu durum, faşizm için de geçerlidir. Ayrıca, işçi sınıfı
örgütlenmesini dağıtmak için devletin korporatif devlet olarak emekçilerle
alternatif ilişkilenmesi de gerekmektedir.
Faşist devlet, tekelci
kapitalist sınıfın, eş deyişle finans kapitalin çıkarlarını savunur, fakat bu
iktidar bütün sınıflara mensup bireyleri, kitle tabanı olarak örgütleyebilmiş,
en çok da ara katmanları oluşturan küçük burjuvaziden destek görmüştür.[48]
Emperyalist hiyerarşide alt
basamaklarda yer alan bağımlı ülkelerdeki askeri/sivil diktatörlükleri ya da otoriter
yönetim biçimlerini, faşizm olarak nitelemek doğru değildir. Faşizm ile bu
siyasal rejimler arasında milliyetçilik, ırkçılık, lider fetişizmi, baskının ön
planda devrede oluşu, hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, kitlelerin edilgenleştirilmesi/sürüleştirilmesi
gibi benzerlikler vardır. Bu yönetimlere/devlet biçimlerine “faşizan”
denebilir. Bize göre, iki dünya savaşı arasındaki klasik faşizm örneklerinin
mirası, artık kapitalist demokrasiler tarafından genel ve yaygın olarak içselleştirilmiştir.
Kapitalist demokrasilerde toplumsal iktidar ilişkileri, biçimsel demokratik
nitelikler yanı sıra faşizan nitelikler de kazanmıştır. Bu durum
neoliberalizmin otoriter yönetim ihtiyacı ve eğiliminin olduğu 1980’lerin
başından günümüze ulaşan tarihsel kesitte, billurlaşmıştır.
Kapitalist
demokrasi ve neoliberal otoriter kapitalist devlet
Burjuva demokrasisi,
kapitalist devletin olağan/alışılmış biçimidir. Önceleri kapitalist demokrasi
adındaki bu devlet biçiminde parlamentolarda, sınıfsal kompozisyon açısından
farklı taraflar bulunuyorken (ağırlıkla burjuvazinin fraksiyonları), günümüzde
geçirilen başkalaşımla birlikte parlamentoda temsil edilen partilerin tümü
ideolojik/siyasal vizyonları itibarıyla kapitalist sınıfın çıkarlarına
bağlanmakta ve artık hepsi sadece bu çıkarlarla uyumlu kalarak ufak nüanslar
göstermektedir.
Demokrasi, devlet
iktidarının ve otoritesinin sınırlanması[49] olarak görülemez.
Kapitalist demokrasi, kapitalist sınıfın toplumsal iktidarının oluşturucu bir unsuru
olarak var olan kapitalist devlet yapısının klasik/olağan biçimdir. Kapitalist
demokrasi adındaki devletin/rejimin yapılanması, zaten işçi sınıfı ile
kapitalist sınıf arasındaki güç ilişkilerine göre şekillenir.
Toplumsal ilişkiler ile
kapitalist devletin yapısı birlikte değişmektedir. Günümüzde neoliberal
kapitalist devlet, kapitalist sınıfın iktidar organizasyonu durumundadır.
Öyleyse bu devletin özellikleri nelerdir?..
Önce neoliberal ideoloji ve
pratiklerin ne olduğuna bakabiliriz:
“Neoliberalizm, hem gelişmiş hem de gelişme yolundaki kapitalist
dünyanın egemen sınıflarının ideolojisi ve pratiğidir.
"(…) Neoliberal
ideoloji, İkinci Dünya Savaşı’nın sonu ile 1970’lerin ortası arasında emekçi ve
köylü sınıfların elde ettikleri kayda değer kazanımlara, egemen sınıfların
verdikleri yanıttır. O zamandan beri eşitsizlikte oluşan devasa artış, egemen
sınıfların gelirinde meydana gelen ve sınıfın belirlediği şu tür politikalardan
kaynaklanan büyümenin dolaysız sonucudur: a) emek piyasalarının kuralsızlaştırılması,
işçi sınıfı karşıtı bir hamle; b) finans piyasalarının kuralsızlaştırılması ve
1980-2005 döneminde sermayenin egemen kolu olan finans kapitalin bundan büyük
yararlar elde etmesi; c) nüfusun tüketim düzeyi yüksek kesimine emekçiler
pahasına yarar sağlayacak şekilde, mal ve hizmet ticaretinin
kuralsızlaştırılması; d) toplumsal kamu harcamalarının azaltılması ve bundan
işçi sınıfının zarar görmesi; e) kamu hizmetlerine bağımlı olan emekçi
sınıfların refahı pahasına, nüfusun en zengin %20’sine yarar sağlayacak şekilde
hizmetlerin özelleştirilmesi; f) dayanışma kültürünü zedeleyecek şekilde
bireyciliğin ve tüketimciliğin teşvik edilmesi; g) piyasalara sözde büyük saygı
gösteren ama ulus aşırı şirketler ile kurulu oldukları devletlerarasındaki
apaçık bir ittifakı maskeleyen kuramsal bir anlatının ve söylemin
geliştirilmesi; h) egemen sınıfların çıkarlarını ve bu çıkarları besleyen
ekonomik birimleri – ulus aşırı şirketleri- desteklemek için devlet
müdahaleciliğinin gerçekte artmasıyla açıkça çelişen müdahalecilik karşıtı bir
söylemin öne sürülmesi.”[50]
Neoliberal ideoloji,
devletin ekonomik faaliyetlere müdahalesinin azaltılmasını savunurken, aslında
pratikte devletin iktisadi süreçlere müdahalesinin niteliği değişmiştir. Bu
müdahaleler sonucunda toplumsal/sınıfsal eşitsizlikler artmış, neoliberal
kapitalist devletin sınıfsal niteliği pekişmiştir.
Ticaretin
kuralsızlaştırılması, özelleştirmeler, finansal serbestleşme, çalışma hayatında
esnek üretim süreçlerine geçiş, neoliberal sermaye birikim biçimi döneminin
özellikleridir. Özelleştirmeler yoluyla toplumsal servet sermayeleştirilmekte,
sermaye birikimi üzerindeki toplumsal kısıtlama böylelikle ortadan
kalkmaktadır. Bu mekanizmaların oluşturduğu stratejiye “ilkel birikim” diyenler
bulunmaktadır.[51]
Harvey ise “el koyarak birikim” şeklinde bir kavramlaştırma yapmaktadır:
“Hisse senedi
spekülasyonları, anonim şirketleri ele geçirme kumpasları, enflasyonun neden
olduğu yapısal değer yitirmeler, birleşme ve kazanımlar aracılığıyla
varlıkların parçalanması, ileri kapitalist ülkelerde bile tüm halkı pençesine
alan yüksek borç yükü, şirket yolsuzlukları, kredi ve hisse senedi
manipülasyonlarıyla varlıklara el konulması (emeklilik fonlarının hisse senedi
ve büyük holdinglerde yaşanan çöküşlerle erimesi) hepsi ama hepsi, çağdaş
kapitalizm denen olgunun temel özellikleridir. Enron’un iflası, birçok kişinin
işsiz kalmasına ve emeklilik haklarını yitirmelerine neden olmuştur. Fakat
hepsinden daha fazla dikkat edilmesi gereken, el koyarak birikimin son
zamanlarda eriştiği doruk nokta olan başıboş fonlar ve diğer mali sermaye
araçlarıyla girişilen spekülatif saldırılardır.”[52]
Yurtsever “el koyarak
birikim”in yeni yöntemleri olarak fikri mülkiyet “haklarının”, biyoteknoloji
ürünlerinin patent ve lisans “haklarının” tekelleştirilmesini, biyolojik
korsanlığın yaygınlaşmasını, dünyanın genetik kaynaklarının tekellerin
denetimine geçmesini, doğanın toptan metalaştırılmasını, kamu hizmetlerinin
özelleştirilmesini sıralamaktadır.[53] Anlaşıldığı gibi, bütün
bunlar sermaye birikiminin sadece yeni mekanizmalarıdır. Yani süreçler yenidir,
fakat sermaye birikimi kavramında/soyutlamasında değişiklik yapmaya gerek yoktur.
Kavramın içeriği zenginleşmiştir.
Şimdi neoliberal otoriter kapitalist
devletin bazı temel özelliklerini sıralayabiliriz:
i. Kapitalist devletin
iktisadi süreçlere müdahalesi artsa ve bu müdahalenin biçimi değişse de
doğrudan meta ve hizmet üretimindeki rolü minimum düzeye gerilemiştir.
ii. Neoliberal devlette
yasama organı işlevsizleşmiş, yürütmenin gücü artmıştır. Yürütme erki ve idare,
devleti örgütleyen ve yöneten güç olarak önem kazanmıştır. Yürütmenin devlet
bürokrasisi/idare üzerinde siyasi denetimi artmış, idarenin özerkliği yiterek,
yürütmeye tabi olmuştur. Milletvekillerinin devlet bürokrasisindeki/idaredeki
karar alma süreçlerine katılımları kaybolmuştur. Siyasi kararların alınması,
devlet politikalarının oluşturulması artık idare, hükümet, milletvekilleri ve
siyasi partilerin aralarındaki görüşme ve tartışmaların sonucu olmaktan çıkmış,
doğrudan yürütme gücünün ve devlet bürokrasisinin tekeline girmiştir.
Parlamento siyasi uzlaşıların hazırlandığı sahne olma rolünü yitirmiştir.
Devlet bürokrasisi ve yürütme gücü, artık devlet politikasını oluşturmakta ve
uygulamaktadır. Böylelikle sadece yolsuzlukların üzerinin örtülmesi
kolaylaşmamış, aynı zamanda devlet politikaları toplumsal denetimden tümüyle
uzaklaşmış ve iktidarın geçirimsizliği cisimleşmiştir. Sermayenin çıkarına olan
düzenlemelerin meşrulaştırılma yeri olan parlamento, bu işlevini terk etmiş,
devlet politikalarının meşrulaştırılma süreçleri, referandumlara ve medya
organları gibi yapılara kaymıştır.[54]
iii. Yasama, yürütme, yargı
arasında görece var olan erkler ayrılığı, artık tümüyle ortadan kalkmakta,
bunlar kaynaşmaktadır.
iv. Devlet iktidarı, artan
bir biçimde merkezileşip yoğunlaşmıştır. Başkanlık sistemi, bir tür Bonapartizm
türü olmayıp, devlet iktidarının bu merkezileşmesi ve yoğunlaşmasını
cisimleştirmektedir. Devlet idaresinin iktidar mekânları ve kanallarının
iktidarın tepesine doğru yöneltilmesi olan başkanlık sisteminde, başkan, devlet
idaresinin artan siyasi rolünün temsilcisidir. İdari-siyasi düzenekler, başkana
bağlanmaktadır.[55]
v. Neoliberal otoriter
devlette, devlet idaresini birleştirip bütünleştiren, idarenin farklı kolları
arasında uyumu, yürütme gücünün tepesindekilere karşı sadakatini ve bağımlılığını
sağlayan egemen bir devlet partisine gereksinim vardır. Devlet örgütlenmesi,
neoliberal dönemde açık ve yoğun biçimde siyasallaşmaktadır. Egemen devlet
partisi, devlet personeli içerisinde kadrolaşmakta olduğundan, devlet yapısı
ile egemen parti arasında kadrolar açısından geçişkenlik bulunur. Egemen kitle
partisi, devlet ideolojisini ve politikalarını kitlelere ulaştırmada, medya
organlarıyla birlikte hareket etmektedir.[56]
vi. Neoliberal otoriter
devlet, kapitalist demokrasideki siyasi düzeneklerin artan otoriterizmiyle
karakterize dönüşümler içermektedir. Kitleler siyasi karar merkezlerinden
dışlanmakta, devlet organları ile yurttaşların arasındaki mesafeler büyümekte,
devlet ileri derecede merkezileştirilmekte, örgütlü fiziki baskı artırılmakta ve
ideolojik yönlendirmeler güçlendirilmektedir. Bu devlette birçok faşizan
düzenek de kristalleşmektedir.[57]
vii. Neoliberal
dönmede hukuk sistemi piyasa ilişkilerine açılmakta ve bir tür
özelleştirme yaşanmaktadır. Tahkim, arabuluculuk, uzlaştırma, kısa yargılama,
müzakere, yargıç kiralama gibi yeni yollarla devlete ait yargılama yetkisi,
özel yargı piyasasına devredilmektedir. Kamu yararını gözeten ulusal
mahkemelerin yerini bir iktisadi sektöre dönüşen özel yargı sistemi (hukuk
şirketleri) almaktadır.[58]
viii. Kapitalist sınıf ile
proletarya arasındaki iktidar ilişkilerinin örgütlenmesi olarak devlet, işçi
sınıfının bu iktidar ilişkisindeki örgütlülüğünü ve gücünü kırıp asimetriyi
artırmış, topluma dönük sosyal işlevlerini tasfiye etmiştir.
ix. İşçi sınıfının mücadelelerinin
kapitalist sınıfın hegemonyası için oluşturduğu tehlikeler karşısında, bu
mücadeleleri önleyici maddi düzenekler oluşturulmuştur. Sendika bürokrasisi,
yandaş sendikalar, devlet-sendika-patronlar-işçiler arasında korporatif
ilişkiler bu düzeneklerden bazılarıdır. “‘Reformist’ işçi sendikaları bundan
böyle idari düzeneğin içine doğrudan doğruya yerleştirilmişlerdir.”[59] Neoliberal kapitalist
demokrasilerde, politik özgürlüklerde belirgin bir gerileyiş ve toplumsal
ilişkilerin bütün boyutları üzerinde otoriter denetimin genişlemesi
yaşanmaktadır.
x. Neoliberal dönemin
siyasal rejiminde partilerin yöneticileri ile tabanları, katılımcıları
arasındaki kopukluk belirginleşmiştir. Bu kopukluğun bir göstergesi kitlelerle
doğrudan etkileşimler yerine kamuoyu anketlerine başvurmanın yaygın
kullanımıdır. Tabandan gelen ve parti değerlendirmesinden geçen taleplerin,
iktidar partilerince devlet politikalarının oluşumunda dikkate alınması söz
konusu değildir. Milletvekilleri adaylarının belirlenmesi de iktidarın
tepesindekilerin ataması şeklinde yaşanmaktadır. Neoliberal dönemde partilerin
politik yaklaşımları arasındaki farklar yelpazesi iyice daralmıştır.[60] Kapitalist sınıf iktidarının toplum üzerindeki
hegemonyasının oluşması, toplumsal güçlerin çoğulculaştırılmasını içerir[61], fakat düzen partilerinin oluşturduğu
çoğulculuk aldatıcıdır. Kapitalist sınıfın toplumsal iktidarının
oluşturulmasında siyasi partiler, birer hegemonya yapısı olarak işlevlerinde gerileme
içerisindedir.
xi. Neoliberal kapitalist
devletin güvenlik örgütlenmesi güçlendirilmekte ve yeniden
yapılandırılmaktadır. Örneğin Türkiye’de profesyonel ordu/sözleşmeli askerlik
üzerinden ordu yeniden yapılandırılmakta, polis örgütlenmesinin kadroları
ağırlıkla milliyetçi-muhafazakâr parti tabanlarından devşirilerek, yapı
sağlamlaştırılmaktadır.
xii. AB, DB, IMF ve NATO
gibi emperyalist örgütler, kapitalist devletlerin uyguladığı bazı politikalarda
yönlendirici olarak ülkelerdeki siyasal iktidarın içsel bir bileşeni olmakta,
böylelikle kapitalist devletin uyguladığı bazı politikaların sorumluluğu
ulaşılamaz, anonim örgütlenmelere aktarılmaktadır.
xiii. Neoliberal kapitalist
devlet, bir holdinge benzer şekilde işlemektedir. Piyasa ilişkileri devletin
içerisine ve ilişkilerine nüfuz etmiş bulunmaktadır.
Neoliberal otoriter devlet
ile faşizm arasındaki farklar konusunda da Poulantzas’ın yazdıkları anlamlıdır:
“Otoriter devletçiliğin yüze
çıkışı ne yeni bir faşizmle ne de bir faşizan süreçle özdeşleştirilebilir. Bu
devlet gerçek bir istisnai devletin yeni biçimi olmadığı gibi, kendi başına,
böylesi bir devlete doğru geçişin formu da değildir. Burjuva cumhuriyetin
mevcut evredeki yeni ‘demokratik’ formunu temsil etmektedir (…) Ayrıca
faşist devlet bir siyasi bunalıma ve onun da ötesinde gerçek bir devlet bunalımına
tekabül eder: Otoriter devletçiliğin, bunalım halindeki bir devlete tekabül
etmeksizin, kendini dayattığı birçok ülkedeki durum bu değildir (…) Faşist
devlet halkçı hareketin ve işçi sınıfının önceden uğradığı tarihsel bir bozgunu
varsayar (…)”[62]
Komünizm
ve devlet
Avrupa’da mutlak monarşiler,
kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimine yardımcı olmuş, burjuva devrimleri
sonrasındaysa devlet iktidarları, kapitalizmin gelişiminde önemli işlevlere
sahip olmuştur. Bu nedenle kapitalist toplumsal ilişkilerin oluşumu tümüyle
kendiliğinden bir süreç olmayıp, kapitalizmin doğuşunda burjuva sınıfsal bilinç
ve örgütlülük faktörleri devrededir. Komünizmin inşası içinse burjuvazinin
sahip olduğundan daha gelişkin bir dünya görüşü ile öncü parti ve proletarya
diktatörlüğü gibi örgütlenmelere ihtiyaç bulunmaktadır.
Burjuva devlet yapısını
sosyalizmde, sosyalist amaçlarla olduğu gibi kullanmanın mümkün olduğu
şeklindeki anlayış, Paris Komün’ünden ve Sovyet iktidarından buyana tarihsel
olarak olumsuzlanmıştır. Kapitalist devlet örgütlenmesinin hem tasfiye edilecek
hem de dönüştürülecek öğeleri bulunmaktadır. Sosyalist devrim, sosyalist tipte
yeni bir devleti kurar ve örgütler. Devlet iktidarının organları olan ordu,
polis, yargı ve diğer bürokratik yapıların “yıkılması” ya da “parçalanması”ndan
kastedilen, bunların yapılanma ve işleyişinin dönüştürülmesi, halkın
katılımıyla yeni organların örgütlenmesidir.
Proletarya diktatörlüğü,
sosyalist devrim sonrası işçi sınıfının iktidarı ya da egemenliğini anlatan bir
olgu ve kavramdır. “İşçi sınıfının devleti”, “sosyalist devlet”, “sosyalist
demokrasi”, “proletarya demokrasisi” kavramları ile proletarya diktatörlüğü
aynı anlamlara sahiptir.
Marx’ın bu konudaki
formülasyonu şu şekildedir:
“Kapitalist toplum ile
komünist toplum arasında, birinin ötekine devrimci dönüşüm dönemi yatar. Bunun
karşılığı ise, devletin proletaryanın
devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamayacağı bir geçiş dönemidir.”[63]
Marx, komünizmi iki evreye ayırmakta
ve “sosyalizm” kavramını kullanmamaktadır. Lenin, proletarya diktatörlüğüne
sosyalizm demektedir. Sosyalizm döneminde işçiler ve köylüler toplumsal
sınıflar olarak vardır, fakat bu dönem boyunca sınıfsal farklar zaman
içerisinde kaybolur. Ülke ölçeğinde kapitalist sınıftan ve dünya ölçeğinde
emperyalist devletlerden gelebilecek direniş ve saldırılara karşı koymak için gerektiği
kadar, sosyalist ülke(ler)de sınıfların ortadan kalması için de proletarya
diktatörlüğüne, eş deyişle sosyalist devlete gereksinim duyulmaktadır.
Bize göre, proletarya
diktatörlüğü bir devlet biçimidir, sosyalizm ise bir geçiş toplumu. Fakat bu
“geçiş toplumu”, kapitalizmden komünizme geçiş komünizmin içerisinde
gerçekleştiğinden ikisi arasında ayrı
bir evre oluşturmaz. Sosyalist siyasal devrim sonrası “devrimci dönüşümler
dönemi” ile başlayıp komünizmin alt aşamasının sonuna kadar olan tarihsel
kesiti, sosyalizm olarak kavramanın sakıncası yoktur. Sosyalizm evresi, eş
deyişle komünizmin ilk evresinde siyasal devrim sonrasının ilk devlet biçimi
proletarya diktatörlüğüdür. Proletarya diktatörlüğü zaman içerisinde değişen
dinamik bir yapıdır. Sosyalist devletin ilk biçimi olan proletarya
diktatörlüğü, sınıfların ortadan kalkmasıyla başkalaşır ve üreticilerin katılım
gösterdiği böylelikle kamusallaşan bir sosyalist devlet formuna erişir. Komünizmin
ilk evresi olan sosyalizm, dinamik bir toplumsal ilişkiler sistemi olarak
kavranmalıdır.
Haluk Yurtsever ise bizim
görüşümüzün aksini savunmaktadır:
“Komünizmin alt aşamasıyla,
proletarya diktatörlüğü altındaki geçiş dönemini birleştirip bütün bu sürece
‘sosyalizm’ demek kanımca büyük ve önemli bir teorik yanlışa yol açmaktadır.”[64]
Oysa Yurtsever konuyu
“köşeli” olarak ele almakla, süreklilikler ve dönüşümlerle karakterize bir
tarihsel kesiti, kompartmanlara ayırarak düşünmekle yanlış yapmaktadır.
Yurtsever’in komünist
topluma dair düşüncesi şöyledir:
“Komünist toplum, özel
mülkiyetin, sömürünün, sınıfların, meta ilişkilerinin olmadığı, değer yasasının
işlemediği, yabancılaşmış emeğin ortadan kaldırıldığı bir toplumdur. Komünizmin
alt evresinde de, üst evresinde de bu kategoriler yoktur. Bunlar varsa henüz
komünist toplum yoktur. Sorunu bu kadar kesin ve köşeli koymadan doğru bir
teorik zeminde tartışmak olanaksızdır.”[65]
Bize göre bu yaklaşım,
statik bir bakışa sahiptir. Komünist topluma dair teorik kavrayış, tarihsel
gerçekliğin dinamizmini barındırmalıdır. Komünizm bir oluşum sürecidir.
Komünizmin alt evresi olan sosyalizmde, Yurtsever’in sıraladıkları bir dönüşüm
içerisinde gerçekleşir. Süreçlerin ve dönüşümlerin, soyutlamada statik ve
“köşeli” biçimde kavranması, yanlış sonuçlara götürmektedir. “Şu varsa,
komünizm yoktur” türünde bir kavrayış, komünizmin zaman içerisindeki gelişimini
anlayamaz. Örneğin kapitalizm gelişip değişimler geçirerek emperyalizm formuna
bürünmüştür. Emperyalizm kapitalizmin bir evresidir. Emperyalizm gelişti diye,
kapitalizm ortadan kalkmamıştır. Buna benzer şekilde komünizmin ileri evresi,
alt evresi olan sosyalizm adı verilen geçiş döneminden geçilerek oluşan bir toplumsal
sistemi anlatır. Yine saf bir kapitalizmin olmadığını, kapitalist üretim
ilişkilerinin egemen üretim tarzı olarak toplumsal formasyonlarda var olduğunu
biliyoruz. Komünizmin ilk evresi olan sosyalizmde de böylesi bir saf olma
durumu yoktur.
Komünizmin alt evresi olan
sosyalizm, tarihsel olarak bir geçiş kesitidir. Başlangıçtaki devlet biçimi
olan proletarya diktatörlüğü üreticilerin devleti olacak şekilde gelişir,
güçlenir ve dönüşür. Sömürünün kaldırılması sosyalist devrim sonrası hızlıca uygulamaya
konacak bir konudur. Meta üretiminin önce sınırlandırılması ve sonrasında
tamamen kaldırılması, sınıfların yerini üretici emekçilerin alması, komünizmin
ilk evresi olan sosyalist dönüşümler döneminde gerçekleşir. Sosyalizmde örneğin
emekçilerin eğitim farklılıkları ücretlere yansıtılır, çünkü işçilerin
vasıfsızlığı kutsamaması için bu düzenleme gerekli olduğu kadar, bu geçiş
evresinin kapitalizmden çıkıp geldiği kadarıyla onun doğum lekelerini taşıması
kaçınılmazdır.[66]
Sosyalizmde sömürü kısa
zamanda yok edilir, fakat sınıfların sönümlenmesi/yok oluşu daha uzun bir süre
zarfında gerçekleşir. Sınırlandırılmış meta üretimi ve dolayısıyla kısıtlı bir
alanda hüküm süren değer yasası da, ancak belirli bir zaman sonrasında tümüyle
lağvedilebilir. Başlangıçta proletarya diktatörlüğü formundaki sosyalist
devlet, giderek tüm üreticilerin devleti olacak, sınıflar üreticiler haline
gelecek, toplum-devlet ayrışması giderek silikleşecektir. Sosyalizm döneminden
komünist dünya toplumuna (ikinci evreye) geçişle birlikte, insanların
birbirlerini siyasal olarak yönetmesinin yerini, işlerin ve süreçlerin kolektif
yönetimi alacaktır.
Toplumsal ilişkilerin
sınıfsal belirlenimi komünizmde ortadan kalkacağından, tarihin bu döneminde
insanlar arasında gözlenen siyasal egemenlik ve yönetim ilişkileri de ortadan
kalkar. Bu, siyasal egemenlik, tahakküm ve baskı aracı olarak devletin ortadan
kalkması anlamına gelir. Sosyalizm döneminde devlet, bu eski işlevini giderek
terk edecektir. Siyasal organizasyon olarak devlet, ancak tüm toplumsal yaşamın
örgütlenme biçimi olduğunda sönümlenir ve
toplum içerisinde erir.
Devlet/devletler, giderek tüm dünya üzerinde yaşayan insanların kolektif bir
biçimde, örgütlenerek denetimlerine aldıkları nesnel toplumsal işleri yapar
duruma gelecektir. Planlamaların yapılması, üretim süreçlerinin gerçekleşmesi,
gereksinimlerin giderilmesi, genç kuşakların eğitimi, yaşlıların ve
engellilerin bakımı gibi toplum
mühendisliği kapsamındaki işler, herkesi kapsayan bir örgütlenmeyle
yerine getirilecektir. Kısacası tahakküm örgütlenmesi ve siyasal iktidar yapısı
olan devlet/devletler söner ve toplum içerisinde erirken, giderek tüm insanlığı
kapsayan bir örgütsel yapılanma yaratılacaktır. Devlet/devletler birliği, tüm
insanlığı kapsayan toplum örgütlenmesi olacaktır. Devlet, örgütlü toplumla özdeşleşecektir. Devletin tarihsel olarak aşılması, ancak dönüşümü ve gelişimiyle
olanaklıdır. “Komünizm “devletsiz” ya da devletin yok edildiği bir toplum
değil, devletin aşıldığı bir
toplumsal sistemdir.[67]
Bu noktada, Bakunin’in
Marx’a “Almanya’da yaklaşık 40 milyon (proleter var-MB). Mesela 40 milyonun
tümü hükümetin üyesi mi olacak?” sorusuna Marx’ın yanıtını hatırlamak yararlıdır:
“Elbette! (…) ‘Halkın tümü yönetecek ve yönetilen olmayacak’.”[68]
Sosyalizm döneminde öncü
komünist parti ile devlet arasındaki ilişkiye gelirsek… Sosyalist devlet,
toplumsal ilişkilerin bir boyutu olduğundan, komünist parti, bu ilişkilere de
öncülük eder. Sosyalist devleti çalıştıran, yöneten, komünizm hedefiyle uyumlu
doğrultu kazandıran öncü örgütlenmedir. Komünist partinin, sosyalist devletle
tümüyle özdeşleşmesi fiziksel/nesnel olarak olanaklı değildir. Kapitalist
devlet örgütlenmesinin “yıkılması”, yani belli başlı organlarının dağıtılması
ve yeniden organize edilmesi, üreticilerin devlet yönetimine katılımının
sağlanması, ancak öncü örgütlenmenin devlet pratiklerinde bizzat çalışması ile
mümkündür. Geçmişten devralınan bürokratik, akademik ve teknik kadroların
sabotajlarına, aksamalar oluşturmalarına karşı koyacak öznel faktör de öncü yapıdır.
Gelecekte sosyalist devletin
organlarının/yapılanmalarının nasıl şekilleneceği konusunda yaşanmış sosyalizm
deneyimlerini yok saymak, doğru olmayacaktır. Her ülkenin bu konuda özgüllükleri
bulunacaktır, fakat sosyalist devrim yayıldıkça, devletler arasında entegrasyon
ve birbirine benzeşmeler yaşanacaktır.
Sosyalizm evresinin
öncelikli düzenlemeleri, emeğin sömürülmesine son vermek, üretim araçları
üzerindeki özel mülkiyeti kaldırmak, üretim ile dağıtımı merkezi planlamayla
gerçekleştirmek, meta üretimini ve pazarı ortadan kaldırmaktır. Kapitalizmin
oluşturduğu ileri endüstriyel üretimin toplumsal karakterine uygun olan
mülkiyet, toprağın ve üretim araçlarının toplumsal/kamusal mülkiyetidir.
Sosyalizmde mülkiyet ortadan kaldırılmaz, toplumsallaştırılır.[69] Üretim araçlarının ve
toprağın mülkiyeti sosyalizmde devletin elindedir. Mülkiyetin
toplumsallaştırılması/kamulaştırılmasının temel ve nihai biçimi devlet
mülkiyetidir. Mülkiyetin yok edilmeyeceği ya da ortadan kaldırılmayacağı, tıpkı
devlet ve ailenin durumunda olduğu gibi aşılacağı görülmelidir. Ev, araba gibi
büyük tüketim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması içinse zamana
ihtiyaç bulunmaktadır.[70]
Merkezi planlama, boşa giden
toplumsal kaynakları kullanmayı sağlar, atıl insan gücünü toplumsal hedefler
doğrultusunda seferber eder, yeni kaynaklar yaratmaya yönelir. “Merkezi
planlama, teknik olmaktan çok siyasal bir süreçtir; siyasal kararlar alma,
tercihler yapma etkinliğidir.”[71] Sosyalizmde merkezi
planlama, ekonomiyi toplumun yararına, rasyonel biçimde, sektörler arası uyum
sağlayıp, tasarruflu şekilde yönetmenin adıdır. Fakat sosyalist kuruluş
sürecinde planlama, neyin ne kadar üretileceği teknik boyutunun ötesinde
komünizme dönük hedefler doğrultusunda siyasal bir mücadele aracıdır. Sosyalizmde
ideal planlama, merkezidir, çünkü mülkiyet ilişkilerinde, tamamıyla kamu
mülkiyetine geçiş, sosyalist kuruluşun temel izleğidir.[72]
İş bölümünün aşılması ise,
komünizmin ileri evresinde mümkündür. İş bölümü “toplumsal faaliyetin
sabitlenmesi” olup, dışsal olarak dayatılan bir toplumsal kısıtlamadır. Bu
nedenle iş bölümü bir özgürlük eksikliği, dolayısıyla yabancılaşma biçimidir.
Komünist toplumda iş bölümü, çalışma alanlarının ya da somut emek türlerinin
bireylere dağılımı anlamında var olacak, ancak bireyler tekil faaliyetlerle
sınırlanmış olmayacaklardır. “Komünist bir toplumda ressamlar yoktur, olsa olsa
başka şeylerin yanı sıra resimle de meşgul olan insanlar vardır.”[73]
[1]Bu alt başlığın yazılmasında
Poulantzas ve Jessop’un düşüncelerinden yararlanılmış, Poulantzas’ın
düşünceleri yer yer eleştirilmiştir.
[2] Bob Jessop, Devlet Teorisi, Epos Yayınları, 1. Basım, 2008, s. 474
[3]Silahlı
gücün devlette yoğunlaşması, sınıflar arası mücadelelerin iç savaşa
evrilmesinin önünü alarak, siyasal, sendikal ve diğer mücadele örgütleri
üzerinden gerçekleşmelerini sağlar.
[4]Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar,
Sosyalizm, Epos Yayınları, 2004, s. 102
[5]John Holloway, Sol Picciotto, Sermaye, Kriz ve Devlet, Editör: Simon
Clarke, Devlet Tartışmaları-Marksist Bir
Devlet Kuramına Doğru içinde, Ütopya Yayınları, 1. Basım, 2004,s. 155
[6]K. Marx, Kapital Cilt 1, Yordam Kitap, s. 718-9
[7]Haluk Yurtsever, Tarihten Güncelliğe Sınıf Savaşları ve Devlet, Yordam Kitap, 1.
Basım, 2006, s. 90
[8]Bu konuyu değerlendiren bir makaleyi
okumak için: https://ayrintidergi.com.tr/burjuva-devrimi-tartismalari-isiginda-1908-ve-1923e-bakmak/
[9] Bob Jessop, a.g.e., s. 61-2
[10]https://tr.wiktionary.org/wiki/ulus[11]Andrew Heywood, Siyasi İdeolojiler; Bir Giriş, 2007, s. 197-8
[12]Bilimsel verilere göre “ırklar”
yoktur. “Irk” ideolojik bir kodlamadır. Bu konuda bkz; https://evrimagaci.org/irk-nedir-biyolojik-olarak-insan-irklari-var-midir-683
[13]Anderson,
ulusu, kan bağıyla ya da dinsel ilişkilerle var olan eski tip cemaatlerin
yerini alan hayal edilmiş bir topluluk olarak kavramaktadır. Bkz; Benedict
Anderson, Hayali
Cemaatler-Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Metis Yayınları
[14]
Egemen ideoloji, toplumda yaygın olan ve toplumsal ilişkilerin yeniden
üretimini sağlayan, kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki iktidar
ilişkilerinde ideolojik egemenlik/iktidar oluşumuna katılan ideolojik öğeler
birliğidir. Egemen ideolojinin kapsamında realist ideolojik motifler, sağduyu
öğeleri de dinci ve milliyetçi, liberal ideolojik motif ve temalarla birlikte
parçalı, karşıtlıklar içerecek şekilde, muğlâk anlamlarıyla bulunur. Resmî
ideoloji ise, kapitalist devlet personelinin birliğini ve sürekliliğini
sağlayan, toplumdaki egemen ideolojinin bazı öğelerinin devlet içerisinde
aldığı formdur.
[15]Haluk Yurtsever,a.g.e., s. 108-9
[16]E. J. Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınları, 3. Basım, 2006, s.
24
[17]Nicos Poulantzas, a.g.e., s.
106-7
[18]Nicos Poulantzas, a.g.e., s.
129
[19] Bob Jessop, a.g.e., s. 238-9
[20] Bkz; Nicos Poulantzas, a.g.e.,
s. 184-212
[21] “İktidarın alanı kesinlikle
ilişkiseldir. Bir sınıfın iktidarı (örneğin egemen sınıfınki), onun elinde
tuttuğu bir tözü anlatmaz: İktidar, çeşitli sınıfların toplamı hiç olan
iktidara ilişkin eski anlayış uyarınca paylaşacakları ya da mübadele edecekleri
nicelenebilir bir büyüklük değildir. Bir sınıfın iktidarı, her şeyden önce, o
sınıfın ekonomik, siyasi ve ideolojik münasebetler içindeki nesnel yerine (…)
gönderme yapar.” Bkz; Nicos Poulantzas, a.g.e., s. 163
[22]“Devletin (Marx’a göre sermayenin
olduğu gibi) bir ilişki veya daha belirgin olarak, mücadele eden sınıflar
arasındaki iktidar ilişkisinin bir şekillenmesi olarak görülmesi gereklidir.”
Bkz; Nicos Poulantzas, Kapitalist Devlet:
Miliband ve Laclau’ya Cevap, N. Poulantzas-E. Laclau-R. Miliband-Kapitalist Devlet Sorunu içinde,
İletişim Yayınları, 2. Basım, 1990, s. 161
[23]Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin ideolojik Aygıtları,
Çeviren: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları, Birinci Baskı, 2003
[24]Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, İletişim Yayınları, 4. Basım, 2019, s. 351-2
[25]Nicos Poulantzas, Kapitalist Devlet Sorunu, a.g.e.
içinde, s. 35-6
[26]Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 132
[27]Ralph Miliband, Kapitalist Devlet: Nicos Poulantzas’a Cevap, a.g.e. içinde, s. 52-3
[28]“Devlet iktidarı, sınıf iktidarının
sağlandığı ve sürdürüldüğü başlıca ve nihai –ama tek değil- yoldur.” Bkz; Ralp
Miliband, Poulantzas ve Kapitalist Devlet,
a.g.e. içinde, s. 67. “(…) iktidar,
Marksizm açısından devletle özdeşleşmez ve devlete indirgenmez (…)” Bkz; Nicos
Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, Epos Yayınları, 2004, s. 39
[29] Şu cümlelerde benzer bir argüman ifade edilmiştir: “Bölüşüm ilişkilerinin egemenlik ilişkilerinin ve çatışmanın temeli olduğunu söylemesek de üretim ilişkilerinin böyle bir temel oluşturduğunu kesinkes söyleyebiliriz. Bu, üretim ilişkilerinin (…) toplumsal sınıflar arasındaki egemenlik ilişkileri olduğu anlamına gelir.” Simon Clarke, Marksizm, Sosyoloji ve Poulantzas’ın Devlet Kuramı, Editör: Simon Clarke, Devlet Tartışmaları-Marksist Bir Devlet Kuramına Doğru içinde, s. 118 “(…) ekonomik mülkiyet en başta üretim araçlarını verili kullanımlara koşmanın ve böylece elde edilen ürünlerin sahibi olmanın erkini, sahiplenme de üretim araçlarını çalıştırmanın ve emek sürecine hâkim olmanın erkini gösterir.” Bkz; Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, Epos Yayınları, 2004, s. 39
[30]Nicos Poulantzas, Kapitalist Devlet: Miliband ve Laclau’ya Cevap, a.g.e. içinde, s. 154-5
[31]Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, İletişim Yayınları, 4. Basım, 2019, s. 364
[32]“Üretim ilişkileri, basitçe emek
sürecine dair ilişkiler değildir (…) Üretim ilişkileri toplumdan bağımsız
değildir (…)” Bkz; Simon Clarke, Marksizm,
Sosyoloji ve Poulantzas’ın Devlet Kuramı, Editör: Simon Clarke, a.g.e. içinde, s. 106
[33]Kapitalist devletin birikim
süreçlerinden görünürde özerk oluşuna dair aşırı vurguyu “politisizm” olarak
isimlendirenler bulunmaktadır. Bkz; John Holloway, Sol Picciotto, Sermaye, Kriz ve Devlet, Editör: Simon
Clarke, a.g.e. içinde, s.146, 152
[34]Colin Barker, Kapitalist Devlet Kuramı
Üzerine Bir Not, Editör: Simon Clarke, a.g.e.
içinde, s. 253
[35]Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar,
Sosyalizm, Epos Yayınları, 2004, s. 18
[36]Bob Jessop, Birikim Stratejileri, Devlet Biçimleri ve Hegemonya Projeleri,
Editör: Simon Clarke, a.g.e. içinde,
s. 208
[37]Simon Clarke, Devlet, Sınıf Mücadelesi ve Sermayenin Yeniden Üretimi, Editör:
Simon Clarke, a.g.e. içinde, s. 230
[38]Simon Clareke, Devlet, Sınıf Mücadelesi ve Sermayenin Yeniden Üretimi, Editör:
Simon Clarke, a.g.e. içinde, s. 231
[39]Clarke şöyle yazmaktadır: “(…) devlet
mantıksal olarak sermayenin gerekliliklerinden dolayı gelişmemiştir; o,
tarihsel olarak sınıf mücadelesinden çıkıp gelmiştir” Bkz; Simon Clarke, Devlet, Sınıf Mücadelesi ve Sermayenin
Yeniden Üretimi, a.g.e. içinde,
s. 231
[40]Devletin bir ilişki olarak kavranması
Poulantzas’ın ve başka yazarların bahsettiği bir husustur. Örneğin bkz; Nicos
Poulantzas, Kapitalist Devlet: Miliband
ve Laclau’ya Cevap, a.g.e.
içinde, s. 163-4; Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, Epos
Yayınları, 2004, s.143. “(…) devlet, ekonomik temele gönderme yapılarak
açıklanabilecek bir üstyapı değildir. Tıpkı para, değer vb. gibi tarihsel olarak
özgül bir toplumsal ilişkiler biçimidir (…) bir toplumsal ilişki biçimi olarak
tanımlanabilecek devlete (…)” Bkz; John Holloway, Devlet ve Gündelik Mücadele, Editör: Simon Clarke, a.g.e. içinde, s. 275-314. “Devlet erki
de biçim-belirlenimli bir toplumsal ilişkidir.” Bkz; Bob Jessop, Birikim Stratejileri, Devlet Biçimleri ve
Hegemonya Projeleri, Editör: Simon Clarke, a.g.e. içinde, s. 208 “Devlet iktidarı, belirli bir konjonktürde
değişen güçler dengesini yansıtan karmaşık bir toplumsal ilişkidir.”
“Kapitalist devlet tipine en temel biçimsel özelliğin tikelleştirilmesi; yani,
sermaye dolaşımından kurumsal ayrımı olan, biçim-belirlenimli bir toplumsal
ilişki (…)” Bob Jessop, Devlet Teorisi,
Epos Yayınları, 1. Basım, 2008, s. 162, 455
[41]Hazırlayanlar: Gérard
Bensussan-Georges Labica, Marksizm
Sözlüğü, Yordam Kitap, 2016, 1. Basım, s. 144
[42]Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 158, 173-4
[43]Mehmet Okyayuz, Faşizm, Hazırlayanlar: Gökhan Atılgan, E. Attila Aytekin, Siyaset Bilimi içinde, s. 377-90
[44]Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 174
[45]Nicos Poulantzas, Faşizm ve
Diktatörlük, İletişim Yayınları, 4. Basım, 2019, s. 36
[46]Mehmet Okyayuz, Faşizm, a.g.e. içinde, s.
377-90
[47]Yaşar Ayaşlı, Eski ve Yeni Faşizm, Yordam Kitap, 1. Basım, 2023, s. 196
[48]“Bu partiler, kitle tabanı,
taraftarları, militanları ve temsilcilerini esas olarak küçük burjuvazinin
oluşturduğu, iyi örgütlenmiş kitle patileridirler.” Nicos Poulantzas, Faşizm
ve Diktatörlük, İletişim Yayınları, 4. Basım, 2019, s. 292. Poulantzas’ın
küçük burjuvazi kapsamında “üretken olmayan ücretlileri”, örneğin sermayenin
dolaşımı alanında çalışanları, artık-değerin gerçekleşmesine katkıda bulunan
emekçileri, hizmet sektörü işçilerini ve devlet memurlarını sayması bir teorik
yanlıştır. Bütün bu emekçiler, işçi sınıfının bileşenidirler. Ayrıca
Poulantzas, küçük burjuvaziyi, eş deyişle işçi sınıfı ile kapitalist sınıf
arasındaki katmanları, bir “sınıf” olarak görürken de yanılgı içerisindedir.
Bkz; Poulantzas, a.g.e., s. 277-88
[49]H. Yurtsever böyle görüyor. Bkz; Haluk
Yurtsever, a.g.e., s. 199
[50]Vincent Navarro, Dünya Çapında Sınıf Mücadelesi, Çağdaş
Marksizm Seçkisi-Yüzyıla Damga Vuran Metinler içinde, Hazırlayanlar:
Bertell Ollman-Kevin B. Anderson, Yordam Kitap, 2019, s. 302
[51]Metin Özuğurlu’nun bu düşüncesini
aktaran Haluk Yurtsever, a.g.e., s.
204 Oysa Kapital 1. Ciltte Marx’ın
kullandığı kavram “ilksel birikim” ya da “ilk birikim”dir (İng. primitive
accumulation).
[52]David Harvey’den aktaran Haluk
Yurtsever, a.g.e., s. 204-5
[53]Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 205
[54]Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar,
Sosyalizm, Epos Yayınları, 2004, s. 243-53, 257
[55]Nicos Poulantzas, a.g.e., s.
255-6
[56]Nicos Poulantzas, a.g.e., s.
261-6
[57]Nicos Poulantzas, a.g.e., s.
268-9
[58] İlhan Gülhan, Karşıdevrimci burjuvazi ile geriye dönüş, https://sendika.org/2023/06/karsidevrimci-burjuvazi-ile-geriye-donus-686105/
[59]Nicos Poulantzas, a.g.e., s.
253
[60]Nicos Poulantzas, a.g.e., s.
258-9
[61] Bob Jessop, Devlet Teorisi, Epos Yayınları, 1. Basım, 2008, s. 245
[62]Nicos Poulantzas, a.g.e., s.
234
[63]Karl Marx, Gotha Programının Eleştirisi
[64]Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 255
[65]Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 289
[66]H. Yurtsever aksini savunuyor: “Herkes
için eşit ve karşılıksız eğitimin kamu tarafından güvence altına alındığı bir
toplumda eğitim farklılıklarının ücretlere yansıtılmasının hiçbir akla uygun
açıklaması yoktur.” (a.g.e., s. 291)
[67]Aile de devlet gibi komünizm döneminde
yok olmayacak, aşılacaktır. Bu aşmanın yolu ailenin içerisinde gerçekleşen
birçok işin toplumsallaştırılmasıdır. Yurtsever komünizde devletin ne olacağı
hakkında şunları yazmıştır: “Devlet, toplumsal gelişmeye paralel olarak,
değişime uğrayacak, zaman içinde kimi işlevleri azalıp yok olurken, kimi
işlevleri başkalaşacak, kimi işlevleri toplumsallaşacak, kim bilir bugünden hiç
düşünemeyeceğimiz yeni işlevler belirecek ve sonunda ‘devlet’, bildiğimiz
devlet olmaktan çıkacaktır. Öteki sınıf ya da sınıflar üzerindeki baskı işlevi ortadan
kalktığı anda siyasal devletin sönümlenmesi süreci de başlayacaktır. Komünizmin
ileri aşamasında da, ‘şeylerin’ örgütlenmesi, toplumsal yaşamın planlanması,
eşgüdümü için somut biçim ve ilişkilerini şimdiden bilemeyeceğimiz bir
örgütlülüğün gerekli olacağı ise açıktır.” (a.g.e.,
s. 301) Bize göre işte bu örgütlülük de devlettir. Komünizmin ileri evresinde,
egemen devletten değil, toplumun kendisine egemen olduğu bir devletten
bahsedilmelidir. Tüm toplumu kapsayıcı bir örgütlenme olarak devlettir bu.
[68]Aktaran Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 257-8
[69]Sean sayers, Marx ve Yabancılaşma-Hegelyan Temalar Üzerine Yazılar, Kor Kitap,
Birinci Basım, 2018, s. 163
[70]Bu konuda bkz; Mahmut Boyuneğmez, Konut Sorunu, https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2023/02/konut-sorunu.html Araba kullanımının giderek azalacağı,
toplu taşımacılığın yaygınlaşacağı, demiryolu, havayolu ve deniz yolu
ulaşımının geliştirileceği de akılda bulundurulmalıdır.
[71]Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 283
[72]Kemal Okuyan, Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Antitezler, Yazılama
Yayınevi, 4. Basım
[73]Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi’nden aktaran Sean sayers, a.g.e., s. 183