13 Temmuz 2013 Cumartesi

[Server Tanilli’nin ‘Marksizm Üstüne Yeni Düşünceler’i - M. Boyuneğmez]

Tanilli şöyle buyuruyor:

Marx’ı yeniden okumak zorunlu; ama hangi gözlüklerle? Çünkü, onun söylediklerini sıradan tekrarlamayı aşmıştır işler; böylesi bir davranış, olsa olsa –çoğu terörist- zibidi grupçukların marifeti olabilir (…) Kitabımız, (…) Marksizm söz konusu olduğunda eski fikri alışkanlıklarını sürdürenleri de rahatsız edebilir, en azından bir burukluk yaratabilir onlarda.” (s. 10)

Aşağılamak kolay. Fakat bakalım “Değişimin Diyalektiği ve Devrim - Marksizm Üstüne Yeni Düşünceler” adındaki kitabında neler yazmış Tanilli… Göreceğiz.

Baştan belirtmeliyim. Tanilli’nin fikirlerini derinlemesine irdeleyecek ve onları çürütmeye çalışacak değilim. Öne sürdüğü fikirler sosyal-demokrasi ve reformizm çerçevesinin içerisine rahatlıkla yerleştirilebilecek fikirler. Fakat bu fikirlere, Marksizm’in adını bulaştırıyor. Birçok yerde, bir Marksist olmadığını gösteren cümleler kuran Tanilli, kelimenin kötücül anlamıyla “fantezi” nitelemesini hak eden önerilere de sahip (Hayal gücü, imgelem –imagination- ile fantezi birbirinden farklıdır ve ilki üretken olmak için önemlidir). Bu eleştiri yazısının okura sunulmasının amacı şudur: Marksizm, sosyalizm ve dolayısıyla devrimcilikle, sosyal-demokratik liberalizm/reformizm arasındaki farkın hatırlatılması. Köpeksiz köyde değneksiz gezilmesinin önüne geçmek, Marksizm’i “her niyete yenen muz” olarak kullandırmamak da Marksistlerin boynunun borcudur.

Türkiye solunun, aydınlanma mücadelesinin geliştirilmesi için bu tür aydınlarla ilişki kurmasıysa, tartışmalı bir konudur. Kendi aydınını yetiştir(e)meyen bir sosyalist hareket, örgütlenmeye hizmet edecek bir ideolojik mücadelede başarılı sayılabilir mi?.. Marksizm’den ve sosyalizmden bahseden, fakat gerçekte reformist bir siyasal çizginin dışına taşmayan fikirlere sahip bir aydın, sosyalizm mücadelesine ne kazandırır?.. Böyle bir aydının çabaları sosyalizm mücadelesinin hanesine mi yazar, yoksa örneğin onu okuyan ve dinleyenlerin kafasını bulandırmaktan başka bir şeye yaramaz mı?.. Bu türden aydınlar el üstünde tutulmalı ve çalışmalarından ötürü övülmeli midir?.. Üzerinde durulup, tartışılmalıdır.

İşte reformist düşünüşün ilk örneği:

“(…) Marksizm’i kuranlar, siyasal iktidarı elde etmede, ‘parlamenter mücadele’ yolunu da açık tutmuşlardı.” (s. 47)

Oysa toplumsal hareketin desteklemediği ve onun üzerinde yükselmeyen bir parlamento için mücadelenin adı “parlamenterizm”dir. Parlamenter mücadele, sosyalist toplumsal mücadelenin bir bileşeni olarak kurulmalıdır. Siyasal iktidarsa, ele geçirilecek bir nesne değildir; sınıflar arasındaki ilişkilerden oluşur. Siyasal iktidarı almak için, siyasal mücadelelerin alanı olan devlet aygıtları içerisindeki güçler dengesini değiştirecek bir toplumsal mücadelenin oluşmuş olması gerekir (Bu konuda eleştirel bir gözle bkz; Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, Epos yayınları, 2004, 279-97).

İşte başka bir örnek:

“Siyasetle ilişkiyi, bir sınıfın politikası doğrultusunda değil, kapitalist sınıfa karşı mücadele içinde düşünmeli; ‘demokrasinin kurulması’na da, ‘işçi devriminin ilk adımı’ olarak değil, sermaye iktidarını git gide gerileten bir sürekli gelişme sürecinin anahtarı gözüyle bakmalı.” (s. 73)

Burada, katıksız reformist düşünce apaçık ortaya konmuş. Bu düşünceler, Marksist değildir. Fakat Tanilli, bize “Marksizm üstüne yeni düşünceler” sunduğunu iddia etmektedir. “Solun güçlenmesine katkı koyuyor(du), sola meşruiyet sağlıyor(du)” düşüncesiyle, Tanilli’nin bu yazdıklarına itiraz edilmeyecek(ti), öyle mi?..

“(…) toplumu ‘piyasanın erdemleri’nden yoksun bırakmak da gerekmiyor” (s. 262)

“Reforma evet, ama kimin çıkarı için? (…) demokrasi, haklarını yeniden kuşanarak, ekonomik etkinliği –büyük çoğunluğun çıkarına- tekrar yönlendirecek yeni düzenlemeleri bulmalıdır.

“Yaşadığımız ortamda, dizginlerinden boşanmış bir kapitalizmin acı meyvelerini tadıp yüzlerini buruşturan insanların, devletin müdahalesini istemelerinden daha doğal bir şey de olamaz: Piyasaya müdahale, bankacılığa müdahale, tarıma müdahale, kısaca körü körüne bir ekonomizm ve kıran kırana rekabete müdahale…” (s. 263)

“(…) aklı başında hiç kimse, elbette geçmiş yılların devletçiliğinin olduğu gibi uygulanmasını düşünmez. Elbette ‘liberal’ bir açılış ve onun ‘piyasası’ olacaktır.” (s. 270)

“Ülke ekonomisini düzeltmek için, öncelikle siyaseti düzeltmeli; çünkü ekonomiye yön veren siyaset! Siyasette de, önce anayasadan başlayarak devleti ve devlet-yurttaş ilişkilerini çağdaş temeller üzerine oturtmak; demokratik oyunun baş aktörleri olan siyasal partileri içine düştükleri saygınsızlıktan kurtarmak için, siyasal partiler ve seçim yasalarında köklü değişikliklere gitmek gereği üstünde de anlaşma görünüyor. Onların yanı sıra, ekonomide, bankacılık sisteminden başlayarak yeni bir yapılanma zorunluluğunu herkes paylaşıyor. Bütün bu konularda, daha şimdiden birtakım adımlar atılmış halde, daha da atılacak.” (s. 268)

“Bir örnek de var tarihimizde: Cumhuriyet’i kuranlar, böylesi bir yolla bir ‘toplum tasarısı’ ortaya koymuş, çağdaşlaşmanın, aydınlanmanın yollarını açmışlardı; o hareket başlangıç noktası olarak alınabilir. Kendi içinde demokratik olacak böyle bir hareket ya da parti, gençliği de arkasına takabilir.” (s. 269)

Bütün bu alıntılar, Tanilli’nin bir reformist, sosyal-demokratik liberal, hatta bir neo-liberal ve ayrıca biraz da Kemalist olduğunu gösteriyor. Tanilli özelleştirme yerine, aslında aynı şey demek olan “özerkleştirmeyi” de benimsiyor (s. 270). Türkiye’yi içine düştüğü badireden kurtaracak olanın “radikal, yenileştirici ve devrimci” bir ulusal hareket olacağını belirten (s. 269-70) Tanilli, bu hareketin çağrısına kulak kabartacaklar arasında işçilerin yanına “ulusal sanayici ve ihracatçıları” ekleyiveriyor. Öyleyse şunu sormak gerekiyor: Bunları yazan birinin Marksist olması mümkün müdür?..

“Bunun gibi, bilişim ve iletişim devriminin yeni olanakları, bir aydın öncüler grubunun başını çektiği –şiddete dayanan- bir siyasal devrim anlayışını da yeniden tartışılır duruma getirmiştir; ‘Kışlık Saray’ın zaptı’, ne denli saygı duyarsak duyalım, sadece bir tarihsel anıdır şimdi. İletişim devrimi, yeni tartışma ve fikir alışverişi kültürü gibi, yalnız Sovyet modeli değil Blanquist modele dayalı devrimlerin yapısıyla da zıtlaşıyor: ‘Bir Önce ve Bir Sonra’ (Cennete kavuşma) fikri, bir kopuş düşüncesi yerine, fikirlerin –git gide ilerleyen bir süreç içinde- demokratik fethi, çok daha gerçekçi görünüyor artık; düşüncelerin karşılaşması ise, birbirine zıt iki kamptaki karşılaşmayı, bir tür savaş durumunu giderip yok edebilir. Bu anlamda, Habermas’ın, ‘tartışmanın kamusal mekanı’ diye adlandırdığı ütopya, demokrasinin ve barışçı yoldan bir devrimci değişimin modern biçimine dönüşebilir pekala.” (s. 109)

Tanilli aslında özetle şunu yazıyor: İletişim “devrimi”, siyasal devrimi olanaksız kılmıştır. Düşüncesinin özü budur. Bir Marksist olmadığından toplumsal gerçekliğe kör kalıyor ve fantezi üretiyor. Sağın ve devletin, sol bir hareketlenmeyi önlemek için çeşitli faaliyetlerde bulunmadığını zannetmenin, sol yeterince güçlendiğindeyse “bir tür savaş durumu” yaratmayacaklarını düşünmenin adı nedir?.. “Düşüncelerin karşılaşması” saflığına, “demokrasi ve barışçı yoldan devrimci değişim” masalına inanalım mı?..

Tanilli, düzen yanlısı düşüncelerini bakın nasıl açıklıyor:

“Özetle, doksanlı yıllardan beri, şu ders bir kez daha öğrenilmiş olmalı: İnsan haklarına saygı, gerçek bir çok partililiğin belirleyici öğesi olduğu demokrasi ve iktisadi, sosyal, kültürel gelişmişlik, etle tırnak gibi birbirine bağlıdırlar; onlar birlikte ilerliyorlarsa, toplumun siyasal yapısı sağlam temeller üzerindedir, rejim de sarsıntısız yürüyebilir.” (s. 137)

“Denecek odur ki, ‘kültürel bölünme ve parçalanma’, sosyal patlamalar kadar büyük bir tehlikedir. Buna karşı çare de, olsa olsa ‘insandan ve emekten yana sosyal politikalar’dır, onların hayata geçirilmesidir.” (s. 267)

Bu düşünceleriyle Tanilli’ye Marksist/sosyalist denemeyeceği çok açık, değil mi?.. Fakat yazdıklarına Marksizm’in adını bulaştırarak, kafaları bulandırdığı da açık.

“Peki, ne yapmalı? Bu emperyalist küreselleşmenin meydan okumasına karşı yanıt, başta söz konusu beş tekelin gücünü azaltmaktan geçiyor (…) En başta, anti-tekel/antiemperyalist/anti-komprodor/anti-tüketimci bir halk ve demokrasi cephesi ya da cepheleri kurulmalıdır.” (s. 116)

“Tekellerin gücünü azaltmak”: İşte size “Marksizm üstüne yeni bir düşünce”(!)..

Başka bir uçuk düşüncesini daha görelim. Tanilli “küreselleşme”ye karşı çözüm olarak “yerele dönüşü” öneriyor:

“Hemen hatırlatmalı da: Şu içinde bulunduğumuz serbest mübadele döneminde pek ters karşılanabilecek olan ‘yeniden yerelleştirme’yi, korumacılığın yeni bir biçimi olarak almamalı; bu, yerel kaynakların, el emeğinin ve doğal ortamların korunmasına yönelik bir kavram. İhtiyaçların yerinde karşılanmadığı bir yerde, ancak bu halde dünya ticaretine başvurulabilir. Böylece bir sistem, sosyal olarak da ekolojik olarak da daha çok yaşama olanağına sahiptir (…) Doğrudur, izlenecek yol henüz iyice tanımlanmış değil, ama bir şey pek açıktır: Yerele dönüş kaçınılmazdır.” (s. 122)

Tanilli’nin “enternasyonalizm” hakkındaki fikri, daha doğrusu bu konudaki temennisiyse şu şekilde:

“XXI. yüzyılın enternasyonalizmi ise, şunların aynı yönde gelişmesi ve işbirliğinden doğacak: Anti-kapitalist ve anti-emperyalist sosyalist gelenekteki yenileşme; Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da başlattıkları proleter enternasyonalizmi; evrensel, hümanist, özgürleştirici, çevreci, feminist ve demokratik yeni sosyal hareketler.” (s. 146)

Enternasyonalizm, dünya sosyalist devrim sürecinde ülkeler arasında kurulan bir örgütsel işbirliğini anlatır. Bu örgütsel birliğin katılımcıları, farklı ülkelerin komünist partileri ve sosyalist devletleridir. Küreselleşme karşıtı hareketlerin bugüne kadarki performansına bakıldığındaysa, bu türden kendiliğinden hareketlerin kalıcı kazanımlara yol açamadıkları görülmektedir. Tanilli’nin temennisini gerçekleştirecek bir “aynı yönde gelişme ve işbirliği” yaşanmamıştır. “Sosyalist gelenekteki yenileşme”den kast edileninse, sosyalizm perspektifinin reddi olduğu Tanilli’nin yazdıklarından anlaşılmaktadır.

Uçuk önerilere bakmaya devam edelim:

“(…) bir sosyal Avrupa’nın motoru olabilecek Avrupa sendikacılığı, yeniden inşa edilmeyi bekler (…)

“Birleşmiş bir Avrupa sendikal konfederasyonu inşa etmek, ilk bakışta ne denli ütopik görünürse görünsün, kolektif ve bireysel sayısız değişimlerin yönlendirilmesi için hiç kuşkusuz kaçınılmaz (…)

Böylesi güç bir girişimi düşünmek için, yararlı da olsa, geleceğin Avrupa sosyal hareketini tasarlarken, onunla geçen yüzyılın işçi hareketi modeli arasında fazla benzerlikler kurmaktan da sakınmalı (…)

Gerçekten sosyal bir Avrupa’yı kuracak olan, akla yatkın bir ütopyadır. Bunun çerçevesinde birleşebilenler, davayı kazanacaklar. Sendikalar bunu anlamalı ve militan temellerini de ona göre donatıp pekiştirmeliler.” (s. 165-7)

Tanilli’nin “sosyal Avrupa” hayalinin olduğunu ve Avrupa çapında sendikal bir konfederasyon oluşturma fikrine sahip olduğunu anlıyoruz. Aslında böyle bir sendikal konfederasyon zaten var ve adı ETUC. Tam da Tanilli’nin önerdiği türden bir örgüt. Fakat Tanilli, bu konfederasyonun adını vermediğine göre, başka birinin inşa edilmesinden yana olmalı… Uçuşta sınır yok ki; bahsedilen sendikal konfederasyonu kim kuracak, nasıl kurulacak? Siz “peygamberce” buyurun da, gerisi önemli değil. Ancak… Bu öneri pek bir Marksist(!), değil mi?..

Tanilli’nin AB hakkındaki saptamaları da pek bir Marksist(!), görelim:

“Avrupa Birliği’nin, insan deneyimlerinin işbirliğini ve ortaklığını sağlama ve güçlendirme yolunda çalıştıkça şansı vardır. Egemenlerin görüşme ve pazarlık yeri olur da, dünyanın geri kalanını Schengen Anlaşması’nın kapalı sınırlarının dışında tutmayı sürdürürse, bir aldatmaca, bir tuzak haline gelir. Öyle olunca da hiçbir şeye yaramaz: Ne ortak bir Avrupa evi kurulmasında rolü olabilir; ne de, Avrupa’yı geleneksel olarak ulusa ayrılmış niteliklerle donanan bir ulus-benzeri bir gerçeklik diye düşünmenin yolunu açabilir.” (s. 177)

Ek bir şeyler yazmama gerek var mı?.. AB’yi emperyalist devletlerin bir örgütü olarak görmeyenin, “Marksizm üstüne yeni düşünceler” yazdığına inanılır mı?..

Tanilli’nin sosyal-demokrasiye bakışı nasıl, onu da görelim:

“Özetle, sosyal demokratların demokrasi için önemi hiçbir zaman göz ardı edilmemeli; her halde liberal tutucular ya da Hıristiyan Demokratlardan çok onlara güvenmeli” (s. 84).

Tanilli aslında Türkiye’deki sosyal demokrat partileri eleştiriyor ve onların “Türkiye’de güçlü bir ekonomi kuramayacağı gibi, bugün dışarıdan kendisine dayatılana da karşı çıkamaz” olduğunu yazıyor (s. 269). Fakat sosyal-demokrasinin “ehveni şer” sayılması gerektiği fikrini, zihninin bir köşesinde muhafaza ettiği de anlaşılıyor. Bu durumda, Türkiye’de 1970’li yılların sonlarında solun CHP’yi desteklemesinin büyük bir hata olduğunu bilen ve söylen marksistlerin, Tanilli gibi aydınların kitaplarının okunmasını salık vermesi tuhaf kaçacaktır. Çünkü bir marksistin sosyal-demokrasiyi “ehveni şer” olarak görmesi ve göstermesi mümkün değildir.

“Demokrasi, onun genel oy ilkesi, iktidarı yurttaşların çoğunluğuna verir. Yasaları yapan, zengin ya da yoksul, herkese uygulanacak kuralları saptayan o çoğunluktur. Devlet, işte onun yaptığı yasalar ve koyduğu kurallarla yönetilir (…) ne demokrasi ne de devlet, bir ‘seçkin’ azınlığın çıkarına hizmet edemez.” (s. 206)

Bu yazılanlarda tipik sosyal-demokrat söylemi görmemek mümkün müdür? Tanilli, yine pek Marksist(!)… Sosyal demokrat/reformist anlayışta olduğunu gösteren ve bir marksistin yazmayacağı başka cümleleri de var:

“(…) sanayileşmiş ülkelerin çalışan sınıfları ile sanayileşmekte olan ülkeler için felaket getiren bir politikayı dünya çapında yapılandırıp uygulayan Dünya Bankası, Uluslar arası Para Fonu, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşların reforma muhtaç yanları da gözler önündedir.” (s. 208-9)

“Dizginsiz ve başıbozuk bir liberalizm, çok daha fazla skandallara yol açacağından, demokrasi, artık tam zamanıdır, haklarını yeniden kuşanarak, ekonomik etkinliği büyük çoğunluğun çıkarına tekrar yönlendirecek yeni düzenlemeleri bulmalıdır. Bu savaş, ulusal çerçevede, Avrupa Birliği’nde ve dünya çapında –aynı anda- sürüyor.” (s. 209)

Tanilli’nin, Marksist dünya görüşüyle ilgisi olmayan uçuk düşüncelerine, fantezilerine dönelim tekrar:

“Kurallar dünya çapında uygulandıklarında, işsizliğin sürekli yükselişi ve ücretlerin düşüşü durdurulabilir. Daha genel bir deyişle, dünya ekonomisinin istikrarı, para, bütçe politikası, borçlar ve ticaret politikası konularında bütün devletler ortak kurallara uyarlarsa sağlanabilir. Güvenlik konusunda uyuşmazlıkların durdurulmasında, örneğin göç hareketlerinin dünya çapında bir soruna bürünmesinin önüne geçilmesinde, yoksul ülkelerin ekonomilerine yapılacak katkılar, özellikle dünya zenginliklerinin bir bölümünün yeniden bölüşümü etkili olabilecektir.

“Son olarak, barışın git gide yerleştirilmesi için zorunlu kültürel iletişim, uluslar arası kurumların, yalnız hükümetler değil sivil toplumun temsilcileri arasında da sağlayacağı uyumla ve demokratik denetimle gerçekleşebilir. Dünya çapında bir toplumun bütünleşmesinin denetimini apayrı bir kurum da üstlenebilir.” (s. 211)

“Dünya federasyonu” fantezisine ne dersiniz?..

“Böylece, belki tek çözüm görülüyor: Bir tür demokratik ‘federasyon’! Tarihin tanıdığı federasyonlar pek özel koşulların ürünü olmuştur; bugün de, ‘dünya çapında bir federasyon’u kurmayı koşullar dayatıyor.” (s. 213)

Tanilli’ye göre tarihin itici gücü de “yöneticiler, devlet adamları olmalı”, nasıl mı?.. Bakın şöyle:

“Belki tek umut, siyasal ve ekonomik yöneticilerden bir bölümünün öne düşüp, özellikle kurumlar planında radikal yenilikleri kabul ettirmeleridir (…) ağır bunalımlar, çarparken kurtarıcı da olup zihniyetleri değiştirebilir ve devlet adamlarına yenilikçi birtakım çözümleri dayatabilir.” (s. 213)

Tanilli “Marksizm üstüne yeni düşünceler” ileri sürüyor, “değişimin diyalektiği ve devrim” üzerine yazıyor ya, alın size süper öneriler: “Dünya çapında bir Güvenlik Konseyi”, “Dünya Parlamentosu”, “Dünya Merkez Bankası’nın temellerinin atılması” (s. 213-4)

Tanilli yaptığı uçuk önerilereyse şu gözle bakıyor: “Sırası geldiğinde devlet adamlarının kabul edebilecekleri mümkün, makul ve yabancılık çekmeyeceğimiz bir çözüm taslağı ortaya koymak, öyle kolay iş değil.” (s. 214)

Bitmedi, Tanilli emperyalist örgütlerin bir halitası yapılsın da diyor:

“XXI. yüzyılın dünya çapında ticaret ve sermaye hareketlerinin düzenlenmesinde, her türlü ciddi ve etkili adalet ve dayanışma aranışını (…)

“Böylesi bir aranışı gerçekten yaşama geçirmek amacıyla, içinde yaşadığımız karmaşık dünyanın yeni kurumlarla donatılmaya ihtiyacı var: Başkalarının yanı sıra, Dünya Ticaret Örgütü (OMC), Uluslar arası Para Fonu (FMI), Dünya Bankası ve Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (OIT) tek bir kalıpta yeniden dökümünü yaparak bir Dünya Sosyal Kalkınma Örgütü’nü (OMDS) kurmanın sırası gelmiştir.” (s. 251)

Bu halita örgütün üç işlevinden birini şu şekilde tanımlıyor:

“En yoksul halkların yararına olmak üzere, dünya çapında kaynakları yeni bir dağıtıma gitmek.” (s. 251)

İnanılmaz, değil mi?.. Tanilli, bize “değişimin diyalektiği ve devrim”i, işte bu şekilde anlatıyor.

Fantezi üretmede sınır yok. Başka bir uçuk öneri:..

“Örneğin beş kentin derneklerinin topluca girişimiyle ‘XXI. yüzyılın kent şantiyeleri’ için bir federal anlaşmayı tasarlayıp imza attırmak üzere dünya çapında bir şebeke niçin ortaya konamaz olsun?

“Söz konusu anlaşma, elli ila yüz kentte –özellikle de megapollerde- büyük yenileştirme programlarını gerçekleştirecek araçları ortaya koymayı amaç edinecek. ‘XXI. yüzyılın kent şantiyeleri’nden her biri, önce yerel el emeğine çağrıda bulanmalıdır. Bu şantiyelere, mali ve sanai yardımcı sıfatıyla katılan girişimciler, ‘dünya yararına girişimler’ adıyla bir etiket alacak ve özellikle vergisel olmak üzere, çeşitli kolaylıklardan yararlanacaklardır.” (s. 252-3)

Devam edelim. Tanilli “kamusal iktidarların” “egemen toplum modelini değiştirmesinden” bahsediyor (s. 214-8); “zengin ya da yoksul bütün ülkeler, ‘karma ekonomi’nin demokratik düzenleniş biçimlerini yeni baştan düşünmek, hatta onları yaratmak zorundalar” (s. 219) diyerek, eski bir sosyal demokrat fikri tekrarlıyor; “kamusal ile özel ikiliği aşılarak (…) sivil toplum, devlet ve işletmeler arasında birbirine destek olmanın yeni biçimleri yürürlüğe konmalıdır” (s. 220) derken neo-liberal yönetişimi onaylıyor; “üretici yatırım için eldeki fonların git gide büyük bir bölümünü kısırlaştıran mali spekülasyonla da amansız bir mücadele içine girmeli, ağır vergilere bağlanmalı” (s. 220) derken, sosyal demokrat/liberal sol bir talepte bulunuyor.

Tanilli “ılımlılık ilkesi” adı verilen bir ilkeyi onaylayıp alıntılıyor:

“Ilımlılık ilkesi: Açgözlülüğümüzü dizginlemeyi öğrenmeliyiz. En zenginler, soygun burgacına kendilerini kaptırmış olanlar, yaşam biçimlerini değiştirmeli, tüketimlerine bir ılımlılık getirmeli, yetingenliği öğrenmelidirler.” (s. 223)

Burada okuru çocuk yerine koyup, masal anlatıyor. Açgözlü kedi gibi olmayın ey “zenginler”, yoksa elinizdeki ciğerden mahrum olursunuz; obur sincap yetingenliği öğrenemediğinden, açgözlülüğü yüzünden çok yemiş ve kilere girdiği delikten geri çıkamamış, yakalanmış… Aramızdaki zenginler ve biz, hepimiz, açgözlülüğümüzü dizginlemeyi öğrenmeliyiz(!).. Ilımlı olun ey açgözlü kediler, obur sincaplar ve kapitalistler(!).. (Burada geçen masallar, çocukluğumda okuduğum, yıllar sonra Timaş Yayınları’ndan çıkan baskılarından da okuduğum masallardır).

Tanilli’nin Marksist klasikleri ve tarihi gerçekleri bilmediğini gösteren saçmalamalarına da bir-iki örnek verelim:

“Lenin, sosyalizme geçişi, fabrika disiplini ve maşinizmden doğan düzenle bir tutuyordu; daha da açık olarak, siyasal devrimi, birbirine zıt iki yüzlü bir süreç olarak anlıyordu: Bir yandan, merkeziyetçi ve devletleştirilmiş otoriter bir sistem söz konusu idi ve orada şefe itaat, sosyalist akliliğin yolunda gitmesi için tek güvence idi; öte yandan, kitleler, tartışmalar, özgür siyasal söylem söz konusu idi. Ne var ki, bir örgüt (tek parti) ve bir makine (hükümet) bir başka şeyin yerine geçer: Marx’ın Paris Komünü’nde dile getirdiği ‘özyönetimci’ vasiyetin, Lenin açısından devletçi okunuşu idi bu!” (s. 107)

“(…) Komünist Manifesto’nun ilk sayfalarındaki parlak –ve peygamberce!-çözümleme, örneğin modern burjuva sanayi uygarlığı üstüne yetersiz bir eleştiri koyar ortaya. Kaynağı da şudur: Marx ve Engels’in bakışı, bir yerde açıkça ‘Avrupa merkezli’dir (…)” (s. 141)

Tanilli’nin Marx’a atfettiği “özyönetimci” vasiyet de, Lenin’in anlayışının bileşenleri olarak sunduğu “otoriter sistem” ile “şefe itaat” kavramlaştırmaları da birer uydurmadır. Sosyalizmi bu kadar çarpık biçimde kavrayan birinin, sosyalist olması da beklenmez, değil mi?..

Marx ve Engels’i “Avrupa merkezci” bakışla yaftalayan birinin, kapitalizm’in nerede geliştiğinden bihaber olması gerekir. Oysa Manifesto yazıldığında işçi sınıfı mücadelesinin dünya üzerinde sadece Avrupa’da, o da belli ölçülerde bir gelişim gösterdiği bilinmeliydi. Manifesto’nun “modern burjuva sanayi uygarlığı” üstüne yetersiz bir eleştiri içerdiğini söylemekse, tam bir yalancılıktır. Manifesto’nun “burjuva uygarlığı” eleştirisi, günümüzde geçerliliğinden hiçbir şey yitirmemiştir.

Tanilli kitabıyla ne yapmaya çalıştığını şu şekilde açıklıyor:

“Gelip vardığımız nokta açıkça şudur: Marx’ı bugün yeniden okumak bir zorunluluk. Ama o eserin sayfalarına eski gözlüklerle, özellikle de geleneksel Marksizm’in gözlükleriyle eğilemeyiz, eğilmemeliyiz. (…)

“Daha da açık söylemek gerekirse diyeceğiz ki, Marx’ta önemli olan, her şeyden önce gerçeğe varmada izlediği yol, yani ‘düşünme yöntemi’dir (…) yani ‘materyalist diyalektik’ yöntemdir. Geri kalan ayrıntıdır.” (s. 264)

Tanilli Marksizm’in saygınlığını istismar ederek kendi düşüncelerini okura sunuyor. Basmakalıp bir zırvalık olarak, Marx’ta önemli olanın, onun “düşünme yöntemi” olduğunu belirttikten sonra, kitabı boyunca reddettiği Marksist dünya görüşü hakkında düşüncesini özetliyor: “Geri kalanı ayrıntıdır.” Reformist fikirlerininse, “materyalist diyalektik”le uzaktan yakından herhangi bir ilişkisi bulunmuyor. Elbette Tanilli reformist düşüncelerini “Marksizm üstüne yeni düşünceler” olarak sunarken “aptal” konumuna düşmek istemez ve şunu da ekliyor:

“Marx’ın dediklerine kulak vermez olur muyuz? (…) Düpedüz aptal değilsek göz ardı edebilir miyiz?” (s. 265)

Kitabın adının seçimi de, kitabın özellikle ilk bölümlerinde “tarihsel materyalizm”, “materyalist diyalektik” üzerinde durulması da, kanımca tek bir amaca hizmet ediyor: Reformist, sosyal-demokratik liberal görüşlerini ve uçuk önerilerini meşrulaştırmak…

Tanilli’nin “Marksizm Üstüne Yeni Düşünceler” adlı kitabındaki fikirleri ne marksisttir, ne de Marksizm üstüne yeni düşüncelerdir. Uçuk önerilere sahip, reformist fikirli bir aydın, Marksizm’in adının saygınlığını kullanmaya çalışıp, kendi fikirlerini okura pazarlamaya çalışmıştır, o kadar... Bu tür aydınları gereksiz yere övmek ve el üstünde tutmak, kanımca uygun değildir. Onların Marksizm’e dönük fikri saldırılarına yanıt vermemek de olmaz.


Yararlanılan kaynak: Server Tanilli, Değişimin Diyalektiği ve Devrim - Marksizm Üstüne Yeni Düşünceler, Cumhuriyet Kitapları, 7. Baskı, Ocak 2009

1 yorum:

  1. Bu yazıyı 2013'te yazmışsın, çok zaman geçmiş, görüşlerin değişmedi mi, bu yazıyı yeniden gözden geçirmeyi düşündün mü? Yazıda yalnızca yanlışlama-yerme var, doğrusu nedir yazmamışsın.
    Benim bildiğim, Marx, bir sistem, bir akım kurmayı usundan geçirmemişti. Belki Plehanov önayak oldu, ama asıl bir ideolojik akım (Marxizm) durumuna getiren Lenin oldu. Lenin, bu akıma kendi yorumlarını, katkılarını ekledi. Sonra Marxizm'e çok sayıda farklı yorum ve katkılar yapıldı. Troçki, Stalin, Gramsci, Frankfurt Okulu, Mao, Enver Hoca, Kim İl Sung başlıcaları. Türkiye'de TKP, Mihri Belli, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Metin Çulhaoğlu ve elli ayrı grup, parti, dergi çevresi.
    Her biri farklı yorum ve katkı yapıyor, ötekileri Marxizm'den sapma olarak suçluyor. Dışardan bu yorum-katkılara baktığında, hangisine doğru yorum-katkı diye bakarsın? Tanilli'ninkine de bu koşulda bakmak gerekir. Ben ve sen de farklı yorum ve katkı yapıyoruz. Birbirimize "Sen Marxist değilsin!" demek doğru değil. Neden?
    Çünkü Marx'ı temel alıyoruz. Ancak, Marx'ın "Kapital'i komünizm konusunda, gidiş yolu konusunda her şeyi yazmış değil. Deneyimlerimize, bilgilerimize dayanarak eksikleri bütünlemeye çalışıyoruz. Hangi yorum ve katkının doğru olduğu, Marx'ın dediği gibi pratikte belli olur, masa başı tartışmasıyla olmaz. Bugün yorum-katkılarımın doğru olduğuna inanıyorum, ama pratiğe geçmediği sürece doğruluğunu kanıtlayamam, kimse de yanlışlığını kanıtlayamaz. Pratikte yanlışlanabilme olasılığı olduğunu bilerek savunuyorum. Benim açımdan Marx, Marxizm diye bir sistem kurmamıştır. Evrensel önermeleri yanında, yerel ve zamanında geçerli görüşleri de var. Marx'ın düşüncelerinden kalkarak, günümüz koşullarında komünizme gidiş yolunda ne yapılacağını araştırıyor-düşünüyor öneriler geliştiriyorum. "Marx yaşasaydı böyle düşünürdü!" demiyorum. Ben böyle düşünüyorum, bunlar benim görüşlerim. Mücadelede farklı düşünen herkesle ortak çalışmaya hazırım.
    Bu yüzden, başkalarının yorum-katkılarına olumsuz yaklaşmak bence yanlış tutumdur. Kim bilir, belki de onunki doğru çıkar, benimki yanlış.

    YanıtlaSil

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.