“Marx’ı yeniden
okumak zorunlu; ama hangi gözlüklerle? Çünkü, onun söylediklerini sıradan
tekrarlamayı aşmıştır işler; böylesi bir davranış, olsa olsa –çoğu terörist-
zibidi grupçukların marifeti olabilir (…) Kitabımız, (…) Marksizm söz konusu
olduğunda eski fikri alışkanlıklarını sürdürenleri de rahatsız edebilir, en
azından bir burukluk yaratabilir onlarda.” (s. 10)
Aşağılamak kolay. Fakat
bakalım “Değişimin Diyalektiği ve Devrim - Marksizm Üstüne Yeni Düşünceler”
adındaki kitabında neler yazmış Tanilli… Göreceğiz.
Baştan belirtmeliyim.
Tanilli’nin fikirlerini derinlemesine irdeleyecek ve onları çürütmeye çalışacak
değilim. Öne sürdüğü fikirler sosyal-demokrasi ve reformizm çerçevesinin
içerisine rahatlıkla yerleştirilebilecek fikirler. Fakat bu fikirlere,
Marksizm’in adını bulaştırıyor. Birçok yerde, bir Marksist olmadığını gösteren
cümleler kuran Tanilli, kelimenin kötücül anlamıyla “fantezi” nitelemesini hak eden
önerilere de sahip (Hayal gücü, imgelem –imagination- ile fantezi birbirinden
farklıdır ve ilki üretken olmak için önemlidir). Bu eleştiri yazısının okura
sunulmasının amacı şudur: Marksizm, sosyalizm ve dolayısıyla devrimcilikle,
sosyal-demokratik liberalizm/reformizm arasındaki farkın hatırlatılması.
Köpeksiz köyde değneksiz gezilmesinin önüne geçmek, Marksizm’i “her niyete
yenen muz” olarak kullandırmamak da Marksistlerin boynunun borcudur.
Türkiye solunun,
aydınlanma mücadelesinin geliştirilmesi için bu tür aydınlarla ilişki
kurmasıysa, tartışmalı bir konudur. Kendi aydınını yetiştir(e)meyen bir
sosyalist hareket, örgütlenmeye hizmet edecek bir ideolojik mücadelede başarılı
sayılabilir mi?.. Marksizm’den ve sosyalizmden bahseden, fakat gerçekte reformist
bir siyasal çizginin dışına taşmayan fikirlere sahip bir aydın, sosyalizm
mücadelesine ne kazandırır?.. Böyle bir aydının çabaları sosyalizm
mücadelesinin hanesine mi yazar, yoksa örneğin onu okuyan ve dinleyenlerin
kafasını bulandırmaktan başka bir şeye yaramaz mı?.. Bu türden aydınlar el
üstünde tutulmalı ve çalışmalarından ötürü övülmeli midir?.. Üzerinde durulup,
tartışılmalıdır.
İşte reformist
düşünüşün ilk örneği:
“(…) Marksizm’i kuranlar, siyasal iktidarı elde etmede,
‘parlamenter mücadele’ yolunu da açık tutmuşlardı.” (s. 47)
Oysa toplumsal
hareketin desteklemediği ve onun üzerinde yükselmeyen bir parlamento için
mücadelenin adı “parlamenterizm”dir. Parlamenter mücadele, sosyalist toplumsal
mücadelenin bir bileşeni olarak kurulmalıdır. Siyasal iktidarsa, ele
geçirilecek bir nesne değildir; sınıflar arasındaki ilişkilerden oluşur.
Siyasal iktidarı almak için, siyasal mücadelelerin alanı olan devlet aygıtları
içerisindeki güçler dengesini değiştirecek bir toplumsal mücadelenin oluşmuş
olması gerekir (Bu konuda eleştirel bir gözle bkz; Nicos Poulantzas, Devlet,
İktidar, Sosyalizm, Epos yayınları, 2004, 279-97).
İşte başka bir örnek:
“Siyasetle ilişkiyi, bir sınıfın politikası doğrultusunda
değil, kapitalist sınıfa karşı mücadele içinde düşünmeli; ‘demokrasinin
kurulması’na da, ‘işçi devriminin ilk adımı’ olarak değil, sermaye iktidarını
git gide gerileten bir sürekli gelişme sürecinin anahtarı gözüyle bakmalı.” (s.
73)
Burada, katıksız
reformist düşünce apaçık ortaya konmuş. Bu düşünceler, Marksist değildir. Fakat
Tanilli, bize “Marksizm üstüne yeni düşünceler” sunduğunu iddia etmektedir.
“Solun güçlenmesine katkı koyuyor(du), sola meşruiyet sağlıyor(du)”
düşüncesiyle, Tanilli’nin bu yazdıklarına itiraz edilmeyecek(ti), öyle mi?..
“(…) toplumu ‘piyasanın erdemleri’nden yoksun bırakmak da
gerekmiyor” (s. 262)
“Reforma evet, ama kimin çıkarı için? (…) demokrasi,
haklarını yeniden kuşanarak, ekonomik etkinliği –büyük çoğunluğun çıkarına-
tekrar yönlendirecek yeni düzenlemeleri bulmalıdır.
“Yaşadığımız ortamda, dizginlerinden boşanmış bir
kapitalizmin acı meyvelerini tadıp yüzlerini buruşturan insanların, devletin
müdahalesini istemelerinden daha doğal bir şey de olamaz: Piyasaya müdahale,
bankacılığa müdahale, tarıma müdahale, kısaca körü körüne bir ekonomizm ve
kıran kırana rekabete müdahale…” (s. 263)
“(…) aklı başında hiç kimse, elbette geçmiş yılların
devletçiliğinin olduğu gibi uygulanmasını düşünmez. Elbette ‘liberal’ bir
açılış ve onun ‘piyasası’ olacaktır.” (s. 270)
“Ülke ekonomisini düzeltmek için, öncelikle siyaseti
düzeltmeli; çünkü ekonomiye yön veren siyaset! Siyasette de, önce anayasadan
başlayarak devleti ve devlet-yurttaş ilişkilerini çağdaş temeller üzerine
oturtmak; demokratik oyunun baş aktörleri olan siyasal partileri içine
düştükleri saygınsızlıktan kurtarmak için, siyasal partiler ve seçim
yasalarında köklü değişikliklere gitmek gereği üstünde de anlaşma görünüyor.
Onların yanı sıra, ekonomide, bankacılık sisteminden başlayarak yeni bir
yapılanma zorunluluğunu herkes paylaşıyor. Bütün bu konularda, daha şimdiden
birtakım adımlar atılmış halde, daha da atılacak.” (s. 268)
“Bir örnek de var tarihimizde: Cumhuriyet’i kuranlar,
böylesi bir yolla bir ‘toplum tasarısı’ ortaya koymuş, çağdaşlaşmanın,
aydınlanmanın yollarını açmışlardı; o hareket başlangıç noktası olarak
alınabilir. Kendi içinde demokratik olacak böyle bir hareket ya da parti,
gençliği de arkasına takabilir.” (s. 269)
Bütün bu alıntılar,
Tanilli’nin bir reformist, sosyal-demokratik liberal, hatta bir neo-liberal ve
ayrıca biraz da Kemalist olduğunu gösteriyor. Tanilli özelleştirme yerine,
aslında aynı şey demek olan “özerkleştirmeyi”
de benimsiyor (s. 270). Türkiye’yi
içine düştüğü badireden kurtaracak olanın “radikal,
yenileştirici ve devrimci” bir ulusal hareket olacağını belirten (s. 269-70) Tanilli, bu hareketin
çağrısına kulak kabartacaklar arasında işçilerin yanına “ulusal sanayici ve
ihracatçıları” ekleyiveriyor. Öyleyse şunu sormak gerekiyor: Bunları yazan
birinin Marksist olması mümkün müdür?..
“Bunun gibi, bilişim ve iletişim devriminin yeni
olanakları, bir aydın öncüler grubunun başını çektiği –şiddete dayanan- bir
siyasal devrim anlayışını da yeniden tartışılır duruma getirmiştir; ‘Kışlık
Saray’ın zaptı’, ne denli saygı duyarsak duyalım, sadece bir tarihsel anıdır
şimdi. İletişim devrimi, yeni tartışma ve fikir alışverişi kültürü gibi, yalnız
Sovyet modeli değil Blanquist modele dayalı devrimlerin yapısıyla da
zıtlaşıyor: ‘Bir Önce ve Bir Sonra’ (Cennete kavuşma) fikri, bir kopuş
düşüncesi yerine, fikirlerin –git gide ilerleyen bir süreç içinde- demokratik
fethi, çok daha gerçekçi görünüyor artık; düşüncelerin karşılaşması ise,
birbirine zıt iki kamptaki karşılaşmayı, bir tür savaş durumunu giderip yok
edebilir. Bu anlamda, Habermas’ın, ‘tartışmanın kamusal mekanı’ diye adlandırdığı
ütopya, demokrasinin ve barışçı yoldan bir devrimci değişimin modern biçimine
dönüşebilir pekala.” (s. 109)
Tanilli aslında özetle
şunu yazıyor: İletişim “devrimi”, siyasal devrimi olanaksız kılmıştır. Düşüncesinin
özü budur. Bir Marksist olmadığından toplumsal gerçekliğe kör kalıyor ve
fantezi üretiyor. Sağın ve devletin, sol bir hareketlenmeyi önlemek için çeşitli
faaliyetlerde bulunmadığını zannetmenin, sol yeterince güçlendiğindeyse “bir
tür savaş durumu” yaratmayacaklarını düşünmenin adı nedir?.. “Düşüncelerin
karşılaşması” saflığına, “demokrasi ve barışçı yoldan devrimci değişim”
masalına inanalım mı?..
Tanilli, düzen yanlısı
düşüncelerini bakın nasıl açıklıyor:
“Özetle, doksanlı yıllardan beri, şu ders bir kez daha
öğrenilmiş olmalı: İnsan haklarına saygı, gerçek bir çok partililiğin
belirleyici öğesi olduğu demokrasi ve iktisadi, sosyal, kültürel gelişmişlik,
etle tırnak gibi birbirine bağlıdırlar; onlar birlikte ilerliyorlarsa, toplumun
siyasal yapısı sağlam temeller üzerindedir, rejim de sarsıntısız yürüyebilir.”
(s. 137)
“Denecek odur ki, ‘kültürel bölünme ve parçalanma’,
sosyal patlamalar kadar büyük bir tehlikedir. Buna karşı çare de, olsa olsa
‘insandan ve emekten yana sosyal politikalar’dır, onların hayata
geçirilmesidir.” (s. 267)
Bu düşünceleriyle
Tanilli’ye Marksist/sosyalist denemeyeceği çok açık, değil mi?.. Fakat
yazdıklarına Marksizm’in adını bulaştırarak, kafaları bulandırdığı da açık.
“Peki, ne yapmalı? Bu emperyalist küreselleşmenin meydan
okumasına karşı yanıt, başta söz konusu beş tekelin gücünü azaltmaktan geçiyor
(…) En başta, anti-tekel/antiemperyalist/anti-komprodor/anti-tüketimci bir halk
ve demokrasi cephesi ya da cepheleri kurulmalıdır.” (s. 116)
“Tekellerin gücünü
azaltmak”: İşte size “Marksizm üstüne yeni bir düşünce”(!)..
Başka bir uçuk
düşüncesini daha görelim. Tanilli “küreselleşme”ye karşı çözüm olarak “yerele
dönüşü” öneriyor:
“Hemen hatırlatmalı da: Şu içinde bulunduğumuz serbest
mübadele döneminde pek ters karşılanabilecek olan ‘yeniden yerelleştirme’yi,
korumacılığın yeni bir biçimi olarak almamalı; bu, yerel kaynakların, el
emeğinin ve doğal ortamların korunmasına yönelik bir kavram. İhtiyaçların
yerinde karşılanmadığı bir yerde, ancak bu halde dünya ticaretine
başvurulabilir. Böylece bir sistem, sosyal olarak da ekolojik olarak da daha
çok yaşama olanağına sahiptir (…) Doğrudur, izlenecek yol henüz iyice
tanımlanmış değil, ama bir şey pek açıktır: Yerele dönüş kaçınılmazdır.” (s.
122)
Tanilli’nin “enternasyonalizm”
hakkındaki fikri, daha doğrusu bu konudaki temennisiyse şu şekilde:
“XXI. yüzyılın enternasyonalizmi ise, şunların aynı yönde
gelişmesi ve işbirliğinden doğacak: Anti-kapitalist ve anti-emperyalist
sosyalist gelenekteki yenileşme; Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da başlattıkları proleter enternasyonalizmi;
evrensel, hümanist, özgürleştirici, çevreci, feminist ve demokratik yeni sosyal
hareketler.” (s. 146)
Enternasyonalizm, dünya
sosyalist devrim sürecinde ülkeler arasında kurulan bir örgütsel işbirliğini
anlatır. Bu örgütsel birliğin katılımcıları, farklı ülkelerin komünist
partileri ve sosyalist devletleridir. Küreselleşme karşıtı hareketlerin bugüne
kadarki performansına bakıldığındaysa, bu türden kendiliğinden hareketlerin
kalıcı kazanımlara yol açamadıkları görülmektedir. Tanilli’nin temennisini
gerçekleştirecek bir “aynı yönde gelişme ve işbirliği” yaşanmamıştır.
“Sosyalist gelenekteki yenileşme”den kast edileninse, sosyalizm perspektifinin
reddi olduğu Tanilli’nin yazdıklarından anlaşılmaktadır.
Uçuk önerilere bakmaya
devam edelim:
“(…) bir sosyal Avrupa’nın motoru olabilecek Avrupa
sendikacılığı, yeniden inşa edilmeyi bekler (…)
“Birleşmiş bir Avrupa sendikal konfederasyonu inşa etmek,
ilk bakışta ne denli ütopik görünürse görünsün, kolektif ve bireysel sayısız
değişimlerin yönlendirilmesi için hiç kuşkusuz kaçınılmaz (…)
Böylesi güç bir girişimi düşünmek için, yararlı da olsa,
geleceğin Avrupa sosyal hareketini tasarlarken, onunla geçen yüzyılın işçi
hareketi modeli arasında fazla benzerlikler kurmaktan da sakınmalı (…)
Gerçekten sosyal bir Avrupa’yı kuracak olan, akla yatkın
bir ütopyadır. Bunun çerçevesinde birleşebilenler, davayı kazanacaklar.
Sendikalar bunu anlamalı ve militan temellerini de ona göre donatıp
pekiştirmeliler.” (s. 165-7)
Tanilli’nin “sosyal
Avrupa” hayalinin olduğunu ve Avrupa çapında sendikal bir konfederasyon
oluşturma fikrine sahip olduğunu anlıyoruz. Aslında böyle bir sendikal
konfederasyon zaten var ve adı ETUC. Tam da Tanilli’nin önerdiği türden bir
örgüt. Fakat Tanilli, bu konfederasyonun adını vermediğine göre, başka birinin
inşa edilmesinden yana olmalı… Uçuşta sınır yok ki; bahsedilen sendikal
konfederasyonu kim kuracak, nasıl kurulacak? Siz “peygamberce” buyurun da,
gerisi önemli değil. Ancak… Bu öneri pek bir Marksist(!), değil mi?..
Tanilli’nin AB
hakkındaki saptamaları da pek bir Marksist(!), görelim:
“Avrupa Birliği’nin, insan deneyimlerinin işbirliğini ve
ortaklığını sağlama ve güçlendirme yolunda çalıştıkça şansı vardır. Egemenlerin
görüşme ve pazarlık yeri olur da, dünyanın geri kalanını Schengen Anlaşması’nın
kapalı sınırlarının dışında tutmayı sürdürürse, bir aldatmaca, bir tuzak haline
gelir. Öyle olunca da hiçbir şeye yaramaz: Ne ortak bir Avrupa evi kurulmasında
rolü olabilir; ne de, Avrupa’yı geleneksel olarak ulusa ayrılmış niteliklerle
donanan bir ulus-benzeri bir gerçeklik diye düşünmenin yolunu açabilir.” (s.
177)
Ek bir şeyler yazmama
gerek var mı?.. AB’yi emperyalist devletlerin bir örgütü olarak görmeyenin, “Marksizm
üstüne yeni düşünceler” yazdığına inanılır mı?..
Tanilli’nin
sosyal-demokrasiye bakışı nasıl, onu da görelim:
“Özetle, sosyal demokratların demokrasi için önemi hiçbir
zaman göz ardı edilmemeli; her halde liberal tutucular ya da Hıristiyan
Demokratlardan çok onlara güvenmeli” (s. 84).
Tanilli aslında
Türkiye’deki sosyal demokrat partileri eleştiriyor ve onların “Türkiye’de güçlü bir ekonomi kuramayacağı
gibi, bugün dışarıdan kendisine dayatılana da karşı çıkamaz” olduğunu yazıyor
(s. 269). Fakat sosyal-demokrasinin “ehveni şer” sayılması gerektiği
fikrini, zihninin bir köşesinde muhafaza ettiği de anlaşılıyor. Bu durumda, Türkiye’de
1970’li yılların sonlarında solun CHP’yi desteklemesinin büyük bir hata
olduğunu bilen ve söylen marksistlerin, Tanilli gibi aydınların kitaplarının
okunmasını salık vermesi tuhaf kaçacaktır. Çünkü bir marksistin
sosyal-demokrasiyi “ehveni şer” olarak görmesi ve göstermesi mümkün değildir.
“Demokrasi, onun genel oy ilkesi, iktidarı yurttaşların
çoğunluğuna verir. Yasaları yapan, zengin ya da yoksul, herkese uygulanacak
kuralları saptayan o çoğunluktur. Devlet, işte onun yaptığı yasalar ve koyduğu
kurallarla yönetilir (…) ne demokrasi ne de devlet, bir ‘seçkin’ azınlığın
çıkarına hizmet edemez.” (s. 206)
Bu yazılanlarda tipik
sosyal-demokrat söylemi görmemek mümkün müdür? Tanilli, yine pek Marksist(!)… Sosyal
demokrat/reformist anlayışta olduğunu gösteren ve bir marksistin yazmayacağı başka
cümleleri de var:
“(…) sanayileşmiş ülkelerin çalışan sınıfları ile
sanayileşmekte olan ülkeler için felaket getiren bir politikayı dünya çapında
yapılandırıp uygulayan Dünya Bankası, Uluslar arası Para Fonu, Dünya Ticaret
Örgütü gibi kuruluşların reforma muhtaç yanları da gözler önündedir.” (s.
208-9)
“Dizginsiz ve başıbozuk bir liberalizm, çok daha fazla
skandallara yol açacağından, demokrasi, artık tam zamanıdır, haklarını yeniden
kuşanarak, ekonomik etkinliği büyük çoğunluğun çıkarına tekrar yönlendirecek
yeni düzenlemeleri bulmalıdır. Bu savaş, ulusal çerçevede, Avrupa Birliği’nde
ve dünya çapında –aynı anda- sürüyor.” (s. 209)
Tanilli’nin, Marksist
dünya görüşüyle ilgisi olmayan uçuk düşüncelerine, fantezilerine dönelim
tekrar:
“Kurallar dünya çapında uygulandıklarında, işsizliğin
sürekli yükselişi ve ücretlerin düşüşü durdurulabilir. Daha genel bir deyişle,
dünya ekonomisinin istikrarı, para, bütçe politikası, borçlar ve ticaret
politikası konularında bütün devletler ortak kurallara uyarlarsa sağlanabilir.
Güvenlik konusunda uyuşmazlıkların durdurulmasında, örneğin göç hareketlerinin
dünya çapında bir soruna bürünmesinin önüne geçilmesinde, yoksul ülkelerin
ekonomilerine yapılacak katkılar, özellikle dünya zenginliklerinin bir
bölümünün yeniden bölüşümü etkili olabilecektir.
“Son olarak, barışın git gide yerleştirilmesi için
zorunlu kültürel iletişim, uluslar arası kurumların, yalnız hükümetler değil
sivil toplumun temsilcileri arasında da sağlayacağı uyumla ve demokratik
denetimle gerçekleşebilir. Dünya çapında bir toplumun bütünleşmesinin
denetimini apayrı bir kurum da üstlenebilir.” (s. 211)
“Dünya federasyonu”
fantezisine ne dersiniz?..
“Böylece, belki tek çözüm görülüyor: Bir tür demokratik
‘federasyon’! Tarihin tanıdığı federasyonlar pek özel koşulların ürünü
olmuştur; bugün de, ‘dünya çapında bir federasyon’u kurmayı koşullar
dayatıyor.” (s. 213)
Tanilli’ye göre
tarihin itici gücü de “yöneticiler, devlet adamları olmalı”, nasıl mı?.. Bakın
şöyle:
“Belki tek umut, siyasal ve ekonomik yöneticilerden bir
bölümünün öne düşüp, özellikle kurumlar planında radikal yenilikleri kabul
ettirmeleridir (…) ağır bunalımlar, çarparken kurtarıcı da olup zihniyetleri
değiştirebilir ve devlet adamlarına yenilikçi birtakım çözümleri dayatabilir.”
(s. 213)
Tanilli “Marksizm
üstüne yeni düşünceler” ileri sürüyor, “değişimin diyalektiği ve devrim”
üzerine yazıyor ya, alın size süper öneriler: “Dünya çapında bir Güvenlik Konseyi”, “Dünya Parlamentosu”, “Dünya
Merkez Bankası’nın temellerinin atılması” (s. 213-4)
Tanilli yaptığı uçuk
önerilereyse şu gözle bakıyor: “Sırası
geldiğinde devlet adamlarının kabul edebilecekleri mümkün, makul ve yabancılık
çekmeyeceğimiz bir çözüm taslağı ortaya koymak, öyle kolay iş değil.” (s. 214)
Bitmedi, Tanilli
emperyalist örgütlerin bir halitası yapılsın da diyor:
“XXI. yüzyılın dünya çapında ticaret ve sermaye
hareketlerinin düzenlenmesinde, her türlü ciddi ve etkili adalet ve dayanışma
aranışını (…)
“Böylesi bir aranışı gerçekten yaşama geçirmek amacıyla,
içinde yaşadığımız karmaşık dünyanın yeni kurumlarla donatılmaya ihtiyacı var:
Başkalarının yanı sıra, Dünya Ticaret Örgütü (OMC), Uluslar arası Para Fonu
(FMI), Dünya Bankası ve Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (OIT) tek bir kalıpta
yeniden dökümünü yaparak bir Dünya Sosyal Kalkınma Örgütü’nü (OMDS) kurmanın
sırası gelmiştir.” (s. 251)
Bu halita örgütün üç
işlevinden birini şu şekilde tanımlıyor:
“En yoksul halkların yararına olmak üzere, dünya çapında
kaynakları yeni bir dağıtıma gitmek.” (s. 251)
İnanılmaz, değil mi?..
Tanilli, bize “değişimin diyalektiği ve devrim”i, işte bu şekilde anlatıyor.
Fantezi üretmede sınır
yok. Başka bir uçuk öneri:..
“Örneğin beş kentin derneklerinin topluca girişimiyle
‘XXI. yüzyılın kent şantiyeleri’ için bir federal anlaşmayı tasarlayıp imza
attırmak üzere dünya çapında bir şebeke niçin ortaya konamaz olsun?
“Söz konusu anlaşma, elli ila yüz kentte –özellikle de
megapollerde- büyük yenileştirme programlarını gerçekleştirecek araçları ortaya
koymayı amaç edinecek. ‘XXI. yüzyılın kent şantiyeleri’nden her biri, önce
yerel el emeğine çağrıda bulanmalıdır. Bu şantiyelere, mali ve sanai yardımcı
sıfatıyla katılan girişimciler, ‘dünya yararına girişimler’ adıyla bir etiket
alacak ve özellikle vergisel olmak üzere, çeşitli kolaylıklardan
yararlanacaklardır.” (s. 252-3)
Devam edelim. Tanilli “kamusal iktidarların” “egemen toplum
modelini değiştirmesinden” bahsediyor (s.
214-8); “zengin ya da yoksul bütün
ülkeler, ‘karma ekonomi’nin demokratik düzenleniş biçimlerini yeni baştan
düşünmek, hatta onları yaratmak zorundalar” (s. 219) diyerek, eski bir
sosyal demokrat fikri tekrarlıyor; “kamusal
ile özel ikiliği aşılarak (…) sivil toplum, devlet ve işletmeler arasında
birbirine destek olmanın yeni biçimleri yürürlüğe konmalıdır” (s. 220)
derken neo-liberal yönetişimi onaylıyor; “üretici
yatırım için eldeki fonların git gide büyük bir bölümünü kısırlaştıran mali
spekülasyonla da amansız bir mücadele içine girmeli, ağır vergilere bağlanmalı”
(s. 220) derken, sosyal demokrat/liberal sol bir talepte bulunuyor.
Tanilli “ılımlılık
ilkesi” adı verilen bir ilkeyi onaylayıp alıntılıyor:
“Ilımlılık ilkesi: Açgözlülüğümüzü dizginlemeyi
öğrenmeliyiz. En zenginler, soygun burgacına kendilerini kaptırmış olanlar,
yaşam biçimlerini değiştirmeli, tüketimlerine bir ılımlılık getirmeli,
yetingenliği öğrenmelidirler.” (s. 223)
Burada okuru çocuk
yerine koyup, masal anlatıyor. Açgözlü kedi gibi olmayın ey “zenginler”, yoksa
elinizdeki ciğerden mahrum olursunuz; obur sincap yetingenliği
öğrenemediğinden, açgözlülüğü yüzünden çok yemiş ve kilere girdiği delikten
geri çıkamamış, yakalanmış… Aramızdaki zenginler ve biz, hepimiz, açgözlülüğümüzü
dizginlemeyi öğrenmeliyiz(!).. Ilımlı olun ey açgözlü kediler, obur sincaplar
ve kapitalistler(!).. (Burada geçen masallar, çocukluğumda okuduğum, yıllar
sonra Timaş Yayınları’ndan çıkan baskılarından da okuduğum masallardır).
Tanilli’nin Marksist
klasikleri ve tarihi gerçekleri bilmediğini gösteren saçmalamalarına da bir-iki
örnek verelim:
“Lenin, sosyalizme geçişi, fabrika disiplini ve
maşinizmden doğan düzenle bir tutuyordu; daha da açık olarak, siyasal devrimi,
birbirine zıt iki yüzlü bir süreç olarak anlıyordu: Bir yandan, merkeziyetçi ve
devletleştirilmiş otoriter bir sistem söz konusu idi ve orada şefe itaat,
sosyalist akliliğin yolunda gitmesi için tek güvence idi; öte yandan, kitleler,
tartışmalar, özgür siyasal söylem söz konusu idi. Ne var ki, bir örgüt (tek
parti) ve bir makine (hükümet) bir başka şeyin yerine geçer: Marx’ın Paris
Komünü’nde dile getirdiği ‘özyönetimci’ vasiyetin, Lenin açısından devletçi
okunuşu idi bu!” (s. 107)
“(…) Komünist Manifesto’nun
ilk sayfalarındaki parlak –ve peygamberce!-çözümleme, örneğin modern burjuva
sanayi uygarlığı üstüne yetersiz bir eleştiri koyar ortaya. Kaynağı da şudur:
Marx ve Engels’in bakışı, bir yerde açıkça ‘Avrupa merkezli’dir (…)” (s. 141)
Tanilli’nin Marx’a
atfettiği “özyönetimci” vasiyet de, Lenin’in anlayışının bileşenleri olarak
sunduğu “otoriter sistem” ile “şefe itaat” kavramlaştırmaları da birer
uydurmadır. Sosyalizmi bu kadar çarpık biçimde kavrayan birinin, sosyalist
olması da beklenmez, değil mi?..
Marx ve Engels’i
“Avrupa merkezci” bakışla yaftalayan birinin, kapitalizm’in nerede
geliştiğinden bihaber olması gerekir. Oysa Manifesto
yazıldığında işçi sınıfı mücadelesinin dünya üzerinde sadece Avrupa’da, o
da belli ölçülerde bir gelişim gösterdiği bilinmeliydi. Manifesto’nun “modern burjuva sanayi uygarlığı” üstüne yetersiz bir
eleştiri içerdiğini söylemekse, tam bir yalancılıktır. Manifesto’nun “burjuva uygarlığı” eleştirisi, günümüzde
geçerliliğinden hiçbir şey yitirmemiştir.
Tanilli kitabıyla ne
yapmaya çalıştığını şu şekilde açıklıyor:
“Gelip vardığımız nokta açıkça şudur: Marx’ı bugün
yeniden okumak bir zorunluluk. Ama o eserin sayfalarına eski gözlüklerle,
özellikle de geleneksel Marksizm’in gözlükleriyle eğilemeyiz, eğilmemeliyiz.
(…)
“Daha da açık söylemek gerekirse diyeceğiz ki, Marx’ta
önemli olan, her şeyden önce gerçeğe varmada izlediği yol, yani ‘düşünme
yöntemi’dir (…) yani ‘materyalist diyalektik’ yöntemdir. Geri kalan
ayrıntıdır.” (s. 264)
Tanilli Marksizm’in
saygınlığını istismar ederek kendi düşüncelerini okura sunuyor. Basmakalıp bir
zırvalık olarak, Marx’ta önemli olanın, onun “düşünme yöntemi” olduğunu
belirttikten sonra, kitabı boyunca reddettiği Marksist dünya görüşü hakkında
düşüncesini özetliyor: “Geri kalanı ayrıntıdır.” Reformist fikirlerininse,
“materyalist diyalektik”le uzaktan yakından herhangi bir ilişkisi bulunmuyor. Elbette
Tanilli reformist düşüncelerini “Marksizm üstüne yeni düşünceler” olarak
sunarken “aptal” konumuna düşmek istemez ve şunu da ekliyor:
“Marx’ın dediklerine kulak vermez olur muyuz? (…) Düpedüz
aptal değilsek göz ardı edebilir miyiz?” (s. 265)
Kitabın adının seçimi
de, kitabın özellikle ilk bölümlerinde “tarihsel materyalizm”, “materyalist
diyalektik” üzerinde durulması da, kanımca tek bir amaca hizmet ediyor:
Reformist, sosyal-demokratik liberal görüşlerini ve uçuk önerilerini
meşrulaştırmak…
Tanilli’nin “Marksizm
Üstüne Yeni Düşünceler” adlı kitabındaki fikirleri ne marksisttir, ne de
Marksizm üstüne yeni düşüncelerdir. Uçuk önerilere sahip, reformist fikirli bir
aydın, Marksizm’in adının saygınlığını kullanmaya çalışıp, kendi fikirlerini
okura pazarlamaya çalışmıştır, o kadar... Bu tür aydınları gereksiz yere övmek
ve el üstünde tutmak, kanımca uygun değildir. Onların Marksizm’e dönük fikri
saldırılarına yanıt vermemek de olmaz.
Yararlanılan kaynak: Server Tanilli, Değişimin
Diyalektiği ve Devrim - Marksizm Üstüne Yeni Düşünceler, Cumhuriyet Kitapları,
7. Baskı, Ocak 2009
Bu yazıyı 2013'te yazmışsın, çok zaman geçmiş, görüşlerin değişmedi mi, bu yazıyı yeniden gözden geçirmeyi düşündün mü? Yazıda yalnızca yanlışlama-yerme var, doğrusu nedir yazmamışsın.
YanıtlaSilBenim bildiğim, Marx, bir sistem, bir akım kurmayı usundan geçirmemişti. Belki Plehanov önayak oldu, ama asıl bir ideolojik akım (Marxizm) durumuna getiren Lenin oldu. Lenin, bu akıma kendi yorumlarını, katkılarını ekledi. Sonra Marxizm'e çok sayıda farklı yorum ve katkılar yapıldı. Troçki, Stalin, Gramsci, Frankfurt Okulu, Mao, Enver Hoca, Kim İl Sung başlıcaları. Türkiye'de TKP, Mihri Belli, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Metin Çulhaoğlu ve elli ayrı grup, parti, dergi çevresi.
Her biri farklı yorum ve katkı yapıyor, ötekileri Marxizm'den sapma olarak suçluyor. Dışardan bu yorum-katkılara baktığında, hangisine doğru yorum-katkı diye bakarsın? Tanilli'ninkine de bu koşulda bakmak gerekir. Ben ve sen de farklı yorum ve katkı yapıyoruz. Birbirimize "Sen Marxist değilsin!" demek doğru değil. Neden?
Çünkü Marx'ı temel alıyoruz. Ancak, Marx'ın "Kapital'i komünizm konusunda, gidiş yolu konusunda her şeyi yazmış değil. Deneyimlerimize, bilgilerimize dayanarak eksikleri bütünlemeye çalışıyoruz. Hangi yorum ve katkının doğru olduğu, Marx'ın dediği gibi pratikte belli olur, masa başı tartışmasıyla olmaz. Bugün yorum-katkılarımın doğru olduğuna inanıyorum, ama pratiğe geçmediği sürece doğruluğunu kanıtlayamam, kimse de yanlışlığını kanıtlayamaz. Pratikte yanlışlanabilme olasılığı olduğunu bilerek savunuyorum. Benim açımdan Marx, Marxizm diye bir sistem kurmamıştır. Evrensel önermeleri yanında, yerel ve zamanında geçerli görüşleri de var. Marx'ın düşüncelerinden kalkarak, günümüz koşullarında komünizme gidiş yolunda ne yapılacağını araştırıyor-düşünüyor öneriler geliştiriyorum. "Marx yaşasaydı böyle düşünürdü!" demiyorum. Ben böyle düşünüyorum, bunlar benim görüşlerim. Mücadelede farklı düşünen herkesle ortak çalışmaya hazırım.
Bu yüzden, başkalarının yorum-katkılarına olumsuz yaklaşmak bence yanlış tutumdur. Kim bilir, belki de onunki doğru çıkar, benimki yanlış.