Mahmut
Boyuneğmez
Harari’nin Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens adlı
kitabını okumazsam olmazdı; “okur-yazar”larımızdan adını sıkça duymaya
başlamıştım. Oxford Üniversitesi’inde tarih doktorasını tamamlamış biri,
herhalde tarihi popüler bir dille insanlara sevdirerek anlatıyor diye
düşünüyordum. Türkçede 61. basımını yapan bu kitabı okurken, Harari’nin cahil
kaldığı konuları, açık yanlışlarını, fantezi ürünü düşüncelerini gördüğümdeyse,
Türkiye aydınları arasında bu kadar popüler olmasını yadırgadım ve duruma
şaştım. Oysa bilimsel konular, merak ve okuma hevesi uyandıracak tarzda yazılıp
pekâlâ popülerleştirilebiliyor. Örneğin Carl Sagan’ın eserlerini, özellikle de Cosmos adlı kitabını düşünün... Ne kadar
güzel ve yararlı bir kitaptır. Sapiens
konusunda aynı düşüncelere ve duygulara sahip değilim. Okura bu yazıda Harari’nin
Sapiens’inin bir değerlendirmesini
sunuyorum. Umarım kitap hakkında fikir veren bir yazı olmuştur…
“İki milyon yıl boyunca
insan beyninin evrimini sürdüren şey neydi? Dürüst olmak gerekirse bu sorunun
cevabını bilmiyoruz.” (s. 24)
Harari bilmiyor, fakat insan
beyninin evrimini nelerin koşulladığı biliniyor. İnsanların beyninin
evrimleşmesinde ilk tetikleyici faktörü, ormanlardan savanaya inmek
oluşturuyor. İnsanların beynini evrimleşmeye zorlayan ve bir arada etkiyen, diğer
tali faktörlerin yanı sıra özellikle ön plana çıkan 6 neden bulunuyor:
1.
El-Göz Koordinasyonu
2.
Karşıt Başparmak
3.
İletişim Becerileri (Sosyal Yaşantı)
4.
İki Ayak Üzerinde Duruş (Bipedalizm)
5.
Cinsel Seçilim
6.
Et Tabanlı Diyete Geçiş[1]
Bunları bu yazıda açmak
gerekmiyor; ilgili okurun referans olarak verilen kaynağa bakmasını öneriyoruz.
Burada sadece el-göz koordinasyonunun oluşmasında ve bizzat elin evriminde emek
etkinliğinin öneminin altını çizmek istiyoruz.
Biyolojik
Düzey ile Toplumsal Düzeyi Eşitlemek
“(…) ancak yüz bin yıl önce Homo sapiens’in ortaya çıkışıyla, insan
besin zincirinde yukarı zıpladı.
“(…) insan tepeye o kadar
hızlı çıktı ki, ekosistemin gerekli ayarlamayı yapacak vakti olmadı (…) Daha
yakın zamana kadar savandaki orta halli yaratıklar olduğumuz için hala korku ve
endişelerle doluyuz, bu da bizi fazlasıyla zalim ve tehlikeli kılıyor. Ölümcül
savaşlardan çevre felaketlerine pek çok tarihsel kötülük, bu çok hızlı
gerçekleşen sıçramadan kaynaklanıyor.” (s. 26-7)
Harari burada biyolojik ve
psikolojik genelleme düzeyinde geçerli kavramları, toplum bilim ve tarih
alanına taşıyor. Buna uygunsuz transfer diyoruz ve bilimsel bir yaklaşım
kapsamında bulunmuyor. Deniyor ki insan “korku ve endişelerle dolu”, bu da
toplumsal ve tarihsel olaylarda insanların “zalim ve tehlikeli” olmasını
sağlıyor. Tarihsel ve toplumsal “kötülük”lerin, örneğin savaşların kaynağında,
insanın biyolojik olarak “besin zincirinde yukarıya zıplaması” var deniliyor.
Bunları yazanın bir “tarihçi” olması, garip ve üzücü.. Savaşların, çevre
felaketlerinin insanların “zalim ve tehlikeli” olmasıyla, “korku ve endişelerle
dolu”luğuyla bilimsel ve mantıklı bir bağı bulunmuyor. “Tarihsel kötülükler”
olarak nitelenen olguların, değer yargılarından bağımsız saptanabilir toplumsal
nedenleri bulunuyor.
“Bilişsel
Devrim”: Bir Uydurma Kavram
Harari’nin öne çıkan
iddialarından biri, bu. Bakalım:
“150 bin yıl önce Doğu
Afrika’ya yerleşen Homo sapiens’in
sonradan dünyanın geri kalanına yayılıp, yaklaşık 70 bin yıl önce de diğer
insan türlerini ortadan kaldırmaya başladığını gördük.” (s. 35)
“Homo sapiens 70 bin yıl
önceden başlayarak çok özel birtakım işler yapmaya başladı. Bu tarihte Sapiens
kabileleri Afrika’dan ikinci kez çıktılar ve bu sefer Neandertalleri ve diğer
türleri sadece Ortadoğu’dan değil, tüm yeryüzünden sildiler.” (s. 35-6)
“Bilişsel Devrim, 70 ila 30
bin yıl önce ortaya çıkan yeni düşünce ve iletişim biçimleri anlamına gelir.
Sebebi kesin olarak bilinmemekle birlikte, en çok kabul gören teoriye göre
genetik mutasyonlar Sapiens’in beyin içyapısını değiştirerek, daha önce mümkün
olamayan şekillerde düşünmelerini ve tamamen yeni dillerle iletişim kurabilmelerini
sağladı.” (s. 37)
“Efsaneler, mitler, tanrılar
ve dinler ilk kez Bilişsel Devrim sayesinde ortaya çıktı.” (s. 39)
“Sapiens’in başarısının
anahtarı işte buydu (…) Kurgu yaratma becerisi (…)” (s. 49)
“Sapiens’in yukarıda
anlatılan ticaret ağlarının tamamı kurgular üzerine kuruludur (…) Kabile
toplumundaki iki kişi ticaret yapmak istediğinde, ortak bir tanrıya, efsanevi
bir ataya veya bir totem hayvanına dayanarak karşılıklı güven
oluşturacaklardır.” (s. 50)
Harari, homo sapienslerin
“hayali gerçeklikler” “icat ettiğini” öne sürüyor ve “bunun sonucu olarak
gelişen davranış örüntülerinin” kültürü oluşturduğunu, tarihin de kültürlerin
değişim ve gelişimi olduğunu yazıyor (s. 51) Şunu da ekliyor: “Buna bağlı
olarak, Bilişsel Devrim tarihin biyolojiden bağımsızlığını ilan ettiği andır.”
(s. 51)
“Kurgu icat etme becerisi”
olarak adlandırdığı yeni bir beceri kazanılarak Bilişsel Devrim gerçekleşiyor.
Harari, bu kurgular arasında şunları örnek olarak veriyor; kabile ruhları,
milletler, sınırlı sorumlu şirketler, insan hakları vd… (s. 51). Bu becerinin
ürünü olan kurgular, “çok sayıda yabancı arasında işbirliğini” sağlıyor ve
“sosyal davranışın hızlı bir şekilde yenilenmesi”ni getiriyor (s. 51). Mitlerini
“uygun koşullarda hızlı bir şekilde değiştirebilen” insanlar, “değişen
ihtiyaçlara göre davranışlarını yenileme becerisine sahip olmuştur” (s. 47)
diyor. Örneğin, “1789’da Fransız nüfusu, neredeyse bir gecede kralların
tanrısal gücü mitine inanmayı bırakıp halkın egemenliği mitine inanmaya
başladı” (s. 47).
Birincisi; “60.000-70.000
yıl kadar önce (veya herhangi bir zamanda) ortaya çıkmış, bizi "biz"
yapan, ne tek bir (veya birkaç tane) bilişsellik geni, ne davranışımızda tekil
ve spesifik bir yenilik, ne de yeni bir beyin yapımız bulunmakta...”[2] “Biz modern insanlar, tek
özgün bir mutasyonun ya da rakiplerinin veya geçmiş insan türlerinin üstesinden
gelmemizi sağlayan spesifik bir yeteneğin ürünü değiliz. Görünüş, davranış
ve inançtaki çeşitlilik, günümüzde olduğu gibi insanın geçmişinde de norm
olarak görünmektedir.”[3]
İkincisi; Neandartallerin
ve diğer homininlerin yok olmasını, homo sapiens topluluklarının şiddet uygulamasına
dayandıran iddialar elbette var. Fakat “elimizdeki veriler içerisinde, insanın
evrimsel başarısını açıklamak için çatışma, şiddet ve savaşların merkezi öneme
sahip olduklarını gösterecek arkeolojik veya genetik kanıt bulunmuyor.”[4] Neandartallerin yok
oluşunu, habitat bozulması/iklimsel değişim, homo sapiensle sınırlı kaynaklar
için girişilen rekabet ve Neandartal toplulukların demografik özellikleriyle ya
da bu faktörlerin birlikte etkileşimiyle açıklamaktayız.[5] Neandartallerin dışındaki
homininlerin soyunun tükenmesinin nedenlerini ise bilmiyoruz, fakat homo
sapiensleri bu konuda sorumlu tutmak, sadece niyetinden şüphe duyulması gereken
bir iddia durumunda…
Üçüncüsü; Harari
bir kurgu yaratıyor; “hayali gerçekler”/”kurgular”/”mitler”, insanların
davranışlarını belirliyor, bu davranışlara yön veriyor ve ortaya kültür çıkıyor,
dolayısıyla tarih şekilleniyor diyor. Harari’nin kurgusuna göre, toplumsal
ilişkileri, üretimleri, pratikleri yok sayılan insanlar, “kurgu yaratma
becerisi” sayesinde, büyük topluluklar halinde işbirliğine gidiyor ve değişen
koşullara göre kurgularını değiştirip, davranışlarını farklılaştırıyorlar. Bu
idealist yaklaşımla, “sapiens, toplumsal yapılarını, kişiler arası
ilişkilerini, ekonomik faaliyetlerini ve pek çok diğer davranışını on ila yirmi
yılda değiştirebiliyordu.” (s. 49). Yine örneğin 1900 yılında doğan ve yüz
yaşına kadar yaşayan bir Berlin’li, beş farklı devletin yönetiminde yaşayacaktı
(s. 49). Harari’nin iddiasına göre, bu değişimleri sağlayansa yeni kurgular ya
da “hayali gerçeklikler” yaratma becerisi. Harari’nin bu yazdıklarına inanılması
güç, değil mi?.. Bunları bir tarihçi yazıyor!..
Başka bir örneği aktaralım:
“Osmanlı İmparatorluğu’nun veya Cumhuriyet Devrimi’nin yükselişini anlamak için
genlerin, hormonların ve organizmaların etkileşimini anlamak yeterli olmaz.
Fikirlerin, hayallerin ve fantezilerin etkileşimini de hesaba katmamız
gerekir.” (s. 51-2)
Osmanlı’nın veya
Cumhuriyet’in yükselişini, biyolojik faktörlerle tek başına anlayamayız, bunun
yanı sıra fikirlere, hayallere, fantezilere de bakılması gerekir diyen bir
tarihçinin bu değerlendirmesine, bilimsel olmayı bırakın, iler-tutar yanı da
olmayan uçuk bir yorum demekten başka ne diyebiliriz?..
Tarım
Devrimi Bir Tuzak
Harari, bir “avcı toplayıcı
insan özü”nün olduğundan dem vuruyor (s. 372). “Evrim zihinlerimize ve
bedenlerimize avcı toplayıcı yaşamını işlemiştir; ilk önce tarım sonra da
sanayi toplumuna geçiş, eğilimlerimize ve içgüdülerimize denk düşmeyen doğal
olmayan yaşamlar sürmemize sebep oldu” (s. 372) şeklinde yazıyor.
İnsanın biyolojik donanımını
yadsımaksızın, insanların davranış ve eylemlerinin biyolojinin sunduğu zemin
üzerinde toplumsal ilişkiler tarafından belirlendiğini görmek gerekiyor.
İçgüdülerimiz arasında yemek-içmek, üremek ve kendimizi savunmak yer alıyor.
Oysa günlük yaşamdaki davranış ve eylemlerimizde ağırlıkla toplumsallığın
şekillendirdiği faaliyetlerle uğraşıyoruz. Tarihsel olarak değişmeyen,
biyolojik olarak verili ve sabit “eğilimler”e sahip değiliz.
Öte yandan ilkel eşitlikçi
toplulukların sahip olduğunu öne sürdüğü özelliklerini öven Harari, tarım
devriminin bir ilerleme oluşturmadığını, bir “tuzak” olduğunu iddia ediyor:
“Yeterli ve çeşitli gıda,
görece kısa çalışma saatleri ve bulaşıcı hastalıkların olmaması, pek çok
uzmanın tarım öncesi avcı toplayıcı topluluklarını ‘ilk müreffeh toplumlar’
olarak tanımlamasına sebep olmuştur.” (s. 66)
“Tarım Devrimi yeni ve kolay
bir yaşam biçimi sağlamaktan ziyade, çiftçilere genellikle avcı
toplayıcılarınkinden daha zor ve daha az tatmin edici bir yaşam oluşturdu (…)
Ortalama çiftçi ortalama avcı toplayıcıdan daha fazla çalışarak karşılığında
daha kötü besinlere sahip oldu. Tarım Devrimi tarihin en büyük aldatmacasıdır.”
(s. 93)
“Tarım Devrimi’nin özüdür:
daha çok sayıda insanı daha kötü koşullar altında da olsa hayatta tutmak (…)
Tarım Devrimi bir tuzaktı.” (s. 97)
“Mideyi daha iyi doldurmak
ve güvenliği pekiştirmeyi” (s. 102) amacı olarak açıkladığı bu “lüks tuzağı”na
insanlar yakalanıvermiş ve bir daha geriye dönmek mümkün olmamıştır diyor,
Harari…(s. 97-102). Öte yandan Göbeklitepe hakkındaki erken öne sürülmüş
“inançlar/din, yerleşik hayata ve tarıma geçişte kritik rol oynadı” şeklindeki
önermeyi de hatırlatan Harari (s. 102-4), son kazı bulgularının bu iddiayı
doğrulamadığını bilmiyor.
Tarım devrimine “lüks
tuzağı” demek, aslında tarihte ilerleme olduğu fikrine dönük bir saldırıyı
barındırıyor. Oysa tarım, avcı toplayıcılığa göre çok daha fazla insanın
yaşamasını destekleyebiliyor. Avcı toplayıcıların nüfusları arttıkça, tarımın
keşfi bir zorunluluk oluyor.
Tarım devrimi sürecini
kısaca özetlemek istiyoruz: Günümüzden 12.900 yıl önce iklimsel değişimler
yaşanıyor ve iri otçullar yok oluyor. Ortadoğu’da kurak mevsim uzuyor ve
şiddetleniyor. Böylece tek yıllık bitki türleri evrimleşiyor. İri otçulların
soyunun tükenmesi, insanları daha çok bitkisel besinlere yönlendiriyor. Buzul
çağı sona erdiğinden biryanda da iri otçullar daha kuzeye çekiliyor ve insanlar
daha küçük hayvanları avlamaya başlıyor. Yine de kuraklıkla birlikte gıda
kaynakları azalan insanlar, stokçuluğa yöneliyor ve yabani tahıllar depolamaya
uygun durumda bulunuyor. Yerleşik düzene geçiş böylesi süreçlerle birlikte
gerçekleşiyor ve bu topluluklar daha çok toplayıcılıkla besleniyorlar. Yabani
tahıl devşiriciliği ön plana çıkıyor. Depolama, taşıma sırasında yerleşim
alanlarına yakın yerlere saçılan tohumların sonraki mevsimde filizlendiğini
gören insanlar, bu tahılları giderek kendileri yetiştirmeye başlıyor. Bu
topluluklarda avcı toplayıcılığın devam ettirildiği, fakat bir süre sonra
bırakıldığı düşünülüyor.[6]
Tarımın, avcılık ve
toplayıcılığa göre çok daha fazla emek harcayarak gerçekleştirilen bir faaliyet
olduğu doğrudur. İnsanların, tüketebileceklerinden fazla gıda maddesi
üretebilmesi (toplumsal artık ürün), tarım devrimi sonrasında olanaklı hale
geliyor. Tarım devrimi, nüfus artışına olanak sağlıyor, işbölümünü çeşitlendiriyor,
sanatın/kültürün daha fazla gelişmesi için uygun zemin oluşturuyor. Ayrıca
toplumsal artık ürünün ortaya çıkması, özel mülkiyetin ortaya çıkması
anlamına geliyor. Tarım devriminin açtığı yolda, 5500 yıl öncesinden itibaren
Sümer kentleri ve siyasi yönetim biçimleri doğuyor.
Bize göre tarım devrimine
böylesi bir perspektifle bakmak gerekiyor. Öyleyse “ilerleme” ne demek?.. İlerleme,
“felaket”, “kötüye gidiş” gibi bir değer yargısı değildir. Örneğin avcı
toplayıcılıktan, yerleşik hayata geçiş ya da kapitalist üretim ilişkilerinin
gelişimi, insanlık için “felaket”, “katastrofik bir süreç” değildir. “Aldatmaca”,
“tuzak” gibi bireysel davranış ve eylemleri de anlatmaz. Tarihte ilerleme,
insan toplumunun, taşıdığı ilişkilerin, pratiklerin ve ürünlerinin farklılaşması,
karmaşıklığının ve organizasyonunun artışıdır. Ve ilerleme karşıt eğilimlerin,
süreçlerin mücadelesi ve birikimleriyle gerçekleşir.
İnsanın oluşumu ve tarihini,
her bir saatin 100 bin yılı temsil ettiğini varsayıp 24 saat ölçeğiyle
anlatsaydık, neredeyse bütün günü avcı toplayıcı olarak yaşadığımızı ve saat
23.54’te tarım yapmaya başladığımızı söyleyecektik. Son 6 dakikalık insanlık
tarihi ile avcı toplayıcı olarak geçirilen süre kıyaslansın!.. Homo sapiens’in
300.000 yıllık tarihinde avcı toplayıcı topluluklar halinde yaşadığı dönemde,
tarihin tekerinin yavaş döndüğü veya çok az yol aldığı açık olmalı…
Hayali
Bir Dünyada Yaşıyoruz(!)
Harari’nin kitabındaki en temel
iddiası işte budur. Harari’ye göre “ataların ruhu ve kabile totemleri”,
“hiyerarşi”, “eşitlik”, “özgürlük”, “adalet ilkeleri”, “Hammurabi Kanunları”, “hukuk”,
“insan hakları”, “tanrılar”, “milletler”/”ulus”, “onur”, “vatan”, “erkeklik”,
“para”, “Amerikan doları”, “Amerika Birleşik Devletleri” ve “limited
şirketler”, “tüketici toplulukları” “icat edilmiş”, “hayal ürünü” “ideal”ler ya
da “mit”lerdir (passim). Ona kalırsa, bu kurgular/hayaller/mitlere inanan
insanlar, işbirliğine giderler ve toplum kurup, değiştirirler. “Hıristiyanlık,
demokrasi ve kapitalizm gibi hayali düzenler” (s. 123) şiddet uygulama yolunun
yanı sıra, insanların bu düzenlerin ilkelerine inanmalarıyla sürdürülür (s.
122). Bu “ilkeler, peri masallarında, dramalarda, resimlerde, şarkılarda, görgü
kurallarında, siyasi propagandada, mimaride, yemek tariflerinde ve modada var
olmalıdır.” (s. 123-4)
Belirli tarihsel dönemlerde
toplumun sürekliliğini sağlayan böylesi “hayali düzenler”dir diyen Harari, şunları
yazıyor: “İnsanların yaşamlarını örgütleyen temel düzenin, aslında sadece hayallerinde
var olduğu (…) Zira hayali düzen, kendi hayal gücümde yaşattığım öznel bir
düzen değil, insanlar arasında yaşayan, binlerce veya milyonlarcasının
paylaştığı hayal gücünde yaşayan bir düzendir.” (s. 124, 127)
Oysa şirketlerin, paranın,
ABD’nin, hukukun, insan haklarının, eşitlik ve özgürlüğün toplumsal ilişkilerin
ve pratiklerin farklı boyutları olarak nesnel gerçeklikte var olduğu ve bunlar
hakkında soyutlamalar da yapıldığı açıktır. “Tanrılar”, “milletler”, “vatan”,
“onur”, “erkeklik” gibi inançlar ise, toplumsal ilişkilerin ürünü olan ideallerdir,
eş deyişle duygu ve düşünceler düzleminde oluşturulurlar ve insanların
eylemlerine ve davranışlarına yol gösterirler. Hıristiyanlık bir ideolojiyken,
demokrasi bir devlet yönetim biçimidir, kapitalizm ise bir üretim tarzı
üzerinde şekillenen toplumsal ilişkileri anlatır.
Peki Harari’nin bu
yazdıkları neyi gösteriyor?.. Tarihçilere, toplum biliminin ne kadar gerekli
olduğunu görüyoruz. Parayı, devleti, hukuku, şirketleri “hayal ürünü” ya da
”kurgu” olarak görmek, bilimsel anlayışın yokluğunda, tuhaf bir idealizmi
hortlatıyor.
Harari’ye göre:
“Hayali bir topluluk
birbirini tanımayan ancak tanıdığını düşünen insanlardan oluşur. Bunlar yeni
buluşlar değildir; binlerce yıldır krallıklar, imparatorluklar ve kiliseler
hayali topluluklar olarak var oldular (…) Ulus ve tüketici topluluklar bunların
en iyi iki örneğidir. Ulus, devletin; tüketici toplumsa piyasanın hayali
topluluğudur (…) Tüketimcilik ve milliyetçilik hepimizin milyonlarca yabancıyla
aynı topluluktan olduğumuza, ortak bir geçmişe, ortak çıkarlara sahip
olduğumuza ve ortak bir geleceğimiz olacağına inanmamız için uğraşır. Bu yalan
değil, hayal gücüdür. Para, sınırlı sorumlu şirketler ve insan hakları gibi
uluslar ve tüketici topluluklar da kişiler arası gerçekliklerdir. Sadece hayal
gücümüzde yaşarlar ama güçleri muazzamdır.” (s. 358)
Oysa krallıklarda,
imparatorluklarda, kiliselerde, insan toplumunun çeşitli ülkelere dağılmış
bölmelerinde, toplumsal ilişkiler gerçek ve faal durumdadır. “Ulus”un, ülkeler
ölçeğinde kapitalist sınıfın siyasal ve toplumsal iktidarı için bilinçlerde
oluşturulan bir kurgu olduğu doğrudur. Fakat toplumsal gerçeklikte, bu bilinçle
davranış ve eylemlerine yön verir insanlar. Tüketimcilik kültürüyse, topluluklar
oluşturmaz, örneğin Beşiktaş taraftarları ya da Tarkan hayranları bir tüketici
“kabilesi” olarak görülemez.
“Bu hayali düzenler özneler
arasıdır, bu yüzden de onları değiştirmek için aynı anda milyarlarca insanın
bilincini değiştirmeniz gerekir ki, bu çok kolay değildir (…) mevcut bir hayali
düzeni değiştirmek için alternatif bir hayali düzene inanmamız gerekir (…)
Hayali düzen dışında bir yol mümkün değil.” (s. 128)
“Milyonlarca insanın ortak
hayal gücünde yaşayan” Amerikan doları, insan hakları, devletler vd… Harari’nin
hayal gücü işte bu!.. Tarihteki değişimler için, bu ortak hayal gücünün,
insanların bilincinin değişmesi, farklı “hayali düzenlere” inanmaları
gerekiyormuş; öyle söylüyor Harari. İdealist bir yaklaşım olan Harari’nin bu
kurgusu karşısında, şunu sormak hakkımız oluyor... Farklı “hayali düzenler”
nasıl insanların bilincinde oluşuyor? Neden bir “hayali düzen” sadece tarihin
belirli bir döneminde ortaya çıkıyor ve neden tarihsel olarak geçici bir süre
boyunca insanlar buna inanıyor?..
Harari’nin anlayışı, çocuksu
bir idealizm olarak nitelenebilir. Bakın bir tarihçi mi yoksa bir çocuk mu
yazıyor bunları, belli değil:
“Sapiens’in toplumsal düzeni
hayali olduğundan (…) Yasaları, gelenekleri, adetleri korumak için bilinçli bir
çaba gerekir, aksi takdirde toplumsal düzen hızla çökebilir. Örneğin Kral
Hammurabi insanların üstün insanlar, sıradan insanlar ve köleler olarak
ayrıldığını ilan etmişti. Bu doğal bir ayrım değildir, insan genomunda yeri
yoktur. Eğer Babililer bu ‘gerçeği’ akıllarında tutamasalardı, toplumları yok
olurdu” (s. 130)
Oysa yasalar, gelenekler,
adetler, toplumsal ilişkilerin ürünüdür ve toplumda pratikler olarak var
olurlar. İnsanların Babil İmparatorluğu’nda sınıflara ayrılması bir
gerçekliktir ve Hammurabi’nin kanunları bu sınıfların çıkarlarını yansıtır.
Harari’nin kurgusundaysa, “sınıflara ayrıldınız, bunu aklınızda tutunuz, yok
tutamazsanız, yok olursunuz” gibi bir çocuğun hayalinde canlandırabileceği bir
düşünce var..
Harari’ye göre “insanların
kitleler halinde işbirliği yaptığı ağlar”ın sürekliliğini “hayali düzenler”
sağlıyor ve “hayali düzenler”, “insanları yapay olarak yaratılmış gruplara
bölerek hiyerarşiyi oluşturdular.” (s. 142). Kitabında yalnızca bir yerde “sınıf”
terimi geçen (s. 146) Harari’nin gözünde, “özgür insanlarla köleler, beyazlarla
siyahlar ve zenginlerle fakirler arasında”ki “ayrımlar”, kurgulara dayanıyor
(s. 143). İnsanlar arasında var olan “ayrımları”, eşitsizlikleri, sınıf
farkını, kurgusal saymak!.. Aslında Harari bu fikirleriyle okura, tarihsel/toplumsal
gerçekliğe aykırı bir kurguyu servis ediyor. Aşağıdaki satırları, “hayali
hiyerarşiler”, “toplumsal düzeni hayali kategorilerle sağladılar”, “kategoriler
milyonlarca insan arasındaki ilişkileri düzenledi” ifadelerine dikkat ederek
okuyalım:
“Bütün hiyerarşilerin hayal
ürünü olduğu açıkça ortadadır (…) Kastlar arasındaki farklar, Kuzey
Hindistan’da üç bin yıl kadar önce insanlar tarafından icat edilen yasaların ve
normların sonucudur (…) İnsan yasa ve normları, kimi insanları sahip,
kimileriniyse köle yapmıştır” (s. 144)
“Maalesef karmaşık insan
toplumları, hayali hiyerarşilere ve adil olmayan ayrımlara ihtiyaç duyar (…)
İnsanlar toplumsal düzeni her seferinde, üstünler ve köleler; siyahlar ve
beyazlar; asilzadelerle avamlar; Brahminler ile Şudralar veya zenginler ile
fakirler olarak çeşitli hayali kategorilerle sınıflandırarak sağladılar. Bu
kategoriler, milyonlarca insan arasındaki ilişkileri, insanları birbirlerine
karşı yasal, politik veya toplumsal olarak üstün kılarak düzenledi.” (s. 145)
“Hayali hiyerarşiler”in
oluşumunun ise tesadüflerin sonucu olduğunu bildiriyor:
“Çoğu durumda hiyerarşi, kazara bir araya gelen
bir dizi tarihi durumun sonucu olarak ortaya çıkmış ve durumdan avantaj
sağlayan grupların oluşmasıyla da nesiller boyunca gelişerek kalıcı hale
gelmiştir.” (s. 146). “Çoğu sosyopolitik hiyerarşinin mantıklı veya biyolojik
bir temeli yoktur; hepsi tesadüfî olayların mitlerle güçlendirilerek kalıcı
hale gelmesinden ibarettir.” (s. 152).
Kanımızca bu cümleleri yazan
bir tarihçiye ancak “3. sınıf” bir tarihçi denebilir. Örneğin kapitalistler ile
proletarya arasındaki “ayrım”, kölelik, patriyarka vd. yazarımıza göre, kazara
ortaya çıkıyor ve “avantaj” sağladığından kalıcılaşıyor… Harari bir an için
unutmuş olabilir, bu ortaya çıkış ve kalıcılaşma, toplumsal gerçeklikte mi,
yoksa “hayal gücünde” mi oluyor?..
Yine Harari, toplumsal
cinsiyetin, “insanın hayal gücünü yansıttığını” iddia ediyor (s. 156-7). Biyolojik
bir kavram olan cinsiyet ile toplumsal ilişkilerin gelişmişlik durumuna göre
koşullanan kadınlık ve erkeklik ile ilgili değer yargılarını, normları,
davranış kalıplarını, hak ve görevleri anlatan “toplumsal cinsiyet” birbirinden
farklı kavramlaştırmalar. “Çoğu erkek ve kadın özelliği biyolojik olmaktan çok
kültüreldir (…)” (s. 158). Bu da doğru… Fakat erkeklerin ve kadınların
haklarını, görevlerini, rollerini belirleyen kültürel mitlerdir diye yazan
Harari (s. 157), bu kültürel mitlerin içeriğini oluşturan değerlerin, normların,
anlayışların tekrarlanan davranışlara, bu davranışları yeniden üreten
pratiklere bağlı olduğunu göremiyor.
Harari değişmeyen bir
temayla yazıyor … Bakalım:
“Toplumsal düzeni sürdüren
hayali kurgular” ve “mitler”in, insanları doğuştan itibaren belirli biçimlerde
düşünmeye, bazı davranış kalıplarına ve arzulara alıştırdığını, bu sayede
“milyonlarca yabancının etkili biçimde işbirliği yapmasını sağlayan yapay
içgüdüler” yarattığını, bu yapay içgüdüler ağına “kültür” dendiğini söylüyor
(s. 171).
İçgüdülerin yapayı
olamayacağı gibi, kurgu ve mitlerin, içgüdüler oluşturmadığını da biliyoruz.
Oysa “toplumsal yaşam özünde pratiktir” (Marx). İnsanların kurguları ve
mitleri, pratikleri tarafından şekillendirilir. Kültür, ideal olanların yanı
sıra, nesnel üretimleri, yaratımları ve pratikleri de içerir. İdeolojilerin,
değer yargılarının, inançların insanlara aile içerisinde, eğitim sürecinde,
kitle kültürü araçlarıyla vd. aktarılması söz konusudur, fakat bu aktarımın ya
da ideolojilerin/inançların toplumu var kılmadığını görmek gerekir. Kültürün
ideolojik boyutu, toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi ve değişime uğramasında
elbette işleve sahiptir. İdeolojilerin/inançların/kurguların, toplumsal
ilişkileri yarattığı veya kurduğu iddiası ise başlı başına ideolojik bir
illüzyondur.
Kültürlerin “çevre
koşullarındaki farklılıklar veya komşu kültürlerle etkileşim sonucu
değişebileceğini” (s. 171) yazan Harari, “insan yapısı tüm düzenler içsel
çelişkilerle doludur. Kültürler daima bu çelişkileri gidermeyi denerler, bu
süreç de değişimi getirir.” (s. 172) diyor. Okur “çelişkiler”in toplumsal
ilişkilerde olduğunu düşünecektir, fakat Harari bunu kastetmiyor. Onun
bahsettiği egemen kültür ve ideolojinin barındırdığı heterojen, parçalı
değerler, idealler ve inançlar arasındaki karşıtlıklar. Bu karşıtlıklar, değişimi
getiriyormuş.. Bakın Haçlı Seferleri’nin nedeni neymiş? “Bu çelişkilerle baş
etmeye çalışmanın bir sonucu da Haçlı Seferleri’dir. Şövalyeler hem askeri
becerilerini hem de dini bağlılıklarını aynı anda gösterebiliyorlardı.” (s.
172). Okur ne der bilmiyoruz, fakat bize bu yazılanlar “çocuksu” geliyor...
“1789’dan beri tüm dünyanın siyasi tarihi bu çelişkiyi giderme çabaları olarak
görülebilir.” (s. 173). Hangi çelişkiyi? “Eşitlik ve bireysel özgürlük”
değerleri arasındaki “çelişki”yi… Peki, neden böyle yazıyor Harari; şu örneği
veriyor, “(…) komünizmin eşitlikçi idealinin kişisel yaşamın her boyutunu
kontrol etmeye çalışan tiranlıklar oluşturduğu (…)” (s. 173). Harari’ye göre
liberal rejimler ise, bireysel özgürlükleri artırayım derken, eşitsizlikleri
doğuruyor (s. 173). Oysa yaşanan sosyalizm deneyimlerinde, olanaklara ulaşmada
eşitlik vardı ve bu durum, bireysel özgürlükler için gerekli bir koşuldu.
Kapitalist toplumdaysa, sınıfsal eşitsizlik üzerine kurulu toplumsal ilişkilerin
ve piyasanın insanlar üzerindeki kontrolü, yabancılaşmayı ve dolayısıyla
özgürlük eksikliğini getiriyor.
Milattan önceki bin yılda üç
evrensel düzenin ortaya çıktığını belirten Harari, bunları; parasal düzen,
imparatorluk düzeni ve dinlerin evrensel düzeni olarak sıralıyor (s. 179).
Paranın icadını, “zihinsel
bir devrim” olarak gören Harari, “bu devrim, sadece insanların ortak hayal
gücünde yaşayan yeni bir gerçekliğin yaratılmasında gizliydi.” diyor (s. 184).
Eşdeğerlerin değişim aracı olan para konusunda bilgisiz olan yazar, para, “mal
ve hizmetlerin takasını gerçekleştirmek amacıyla diğer ürünlerin değerini
sistemli olarak belirleyebilmek için insanların kullanmaya razı oldukları
şeydir” şeklinde yazıyor (s. 184). Oysa para, ürünlerin değerini belirlemez;
eşdeğerli ürünlerin değişimine aracı olur. “Deniz kabukları ve dolarların
sadece hayal gücümüzde belli bir değeri vardır (…) para (…) psikolojik bir
kurgudur” şeklinde yazan Harari açıkça yanlış bir argüman öne sürerken, “(…)
arpa parası da yoğunlaşan ekonomik faaliyetlerin ihtiyacına cevap oldu” (s.
186, 187) diyerek, bu sefer paranın hayal gücünün bir icadı olmadığını
doğrularcasına yazıyor. “Gümüş ve altın sadece mücevher, taç ve diğer statü
sembolleri yapımında kullanıldı (…) dolayısıyla bunların değeri tamamen
kültüreldi” (s. 188-9) şeklinde yazıyor. İlk paraların hammaddesi olan altın ve
gümüşün değerinin olduğunu ve bu değerin onları üretmek için gerekli toplumsal
ortalama emek zamanıyla ölçüldüğünü bilmemesinden kaynaklı bir yanlışla,
düşüncelerini desteklemeye çalışıyor. Bakın nasıl saçmalıyor: “(…) paraya inanç
(…) çünkü din bir şeye inanmamızı isterken, para başkalarının da bir şeye inandığına inanmamızı ister.” (s. 192) Ne
din, ne de para, biz insanların bir şeylere inanmasını isteyebilir. Dinler
ideolojiler olarak toplumsal ilişkilerin ürettiği metafizik inançlar; para, ilk
ortaya çıkışında eşdeğerlerin değişim aracıdır, o kadar.
“İmparatorluk düzeni” konusunda
bakalım neler yazıyor:
“Bu yeni emperyal vizyon (“insanlığın
büyük ve geniş bir aile olarak görülmesi”ni kastediyor-MB) Cyrus ve
İranlılardan Büyük İskender’e, ondan Yunan krallarına, Roma imparatorlarına,
halifelere, Hint hanedanlarına ve nihayet Sovyet liderlerine ve Amerikan
başkanlarına geçti.” (s. 202).
Tarihte böylesi bir
“imparatorluk ideolojisi”nin bulunduğu iddiası, Harari’nin kurgusal bir
icadıdır. ABD ve Sovyetler Birliği’ni de “imparatorluk” olarak görmesi, bir
tarihçiye ne kadar da yakışıyor(!) ABD için söylenmesi gereken, emperyalist
dünya hiyerarşisinde yer alan kapitalist bir devlet olduğu, olmasın?..
“MÖ 200’den beri çoğu insan
imparatorluklarda yaşadı. Öyle anlaşılıyor ki gelecekte de öyle olacak.” (s.
211). Harari fal da bakıyor; günümüzde imparatorluklar bulunmadığı halde,
muhtemelen emperyalist-kapitalist dünya düzenini kastederek, gelecekten haber
veriyor.
Para ve imparatorluklar yanı
sıra “insanlığı birleştiren” üçüncü şeyi din olarak gören Harari, “tüm
toplumsal düzenler ve hiyerarşiler hayali olduğundan kırılgandır (…) Dinin
kritik önemdeki tarihsel rolü, bu kırılgan yapılara adeta insanüstü bir
meşruiyet vermesidir” diye yazıyor (s. 214). Dinlerin toplumsal düzenlere
meşruiyet sağladığı doğrudur, fakat toplumlar ve düzenleri, sınıfsal farklar ve
hiyerarşileri hayal ürünü saymak, ancak bir fantezi olabilir. Üstelik
“kırılgan” da ne demek?..
“Tanrı merkezli dinler”den
ayrı olarak “doğa dinleri” şeklinde bir kavram öne sürerek, şunları yazıyor:
“Modern çağ liberalizm,
komünizm, kapitalizm, milliyetçilik ve Nazizm gibi yeni birtakım doğa
dinlerinin yükselişine tanık olmuştur (…) Din insanüstü bir düzene olan inanca
dayanan bir insani değerler ve normlar istemiyse, Sovyet Komünizmi İslam’dan
daha az din değildir (…) Budistler gibi komünistler de insanın eylemlerini
yönlendirmesi gereken, doğal ve engellenemez yasalara dayanan bir insanüstü
düzene inanıyorlardı (…) Diğer dinler gibi komünizmin de kendi kutsal metinleri
ve kitapları vardı (…) Sovyet Komünizmi fanatik ve tebliğci bir dindi, inançlı
bir komünist Müslüman veya Budist olamazdı, gerekirse hayatı pahasına, Marx ve
Lenin’in öğretisini yayması beklenirdi.” (s. 230).
Bu yazılanlara biraz toplum
bilim ve tarih yazınını okuyan herkes güler. Sosyalist ideolojiyi ya da
Marksizm’i bir din olarak görmek, kutsal kitapları olduğundan bahsetmek,
“fanatizm”, “tebliğcilik”, “hayatı pahasına öğreti yayma” gibi tuhaf
yakıştırmalar yapmak… Kaba ideolojik damgalama ve karalama olmaları dışında,
hiçbir anlamı ve değeri olmayan ifadeler…
Bakın ne gülünç şeyler
yazıyor Harari:
“(Sosyalistler) her bir
bireyin iç sesinin değil, Homo sapiens
türünün tamamının kutsallığına inanırlar (…) Sosyalistlere göre eşitsizlik
insan kutsallığına karşı yapılabilecek en büyük hakarettir; insanların evrensel
özünden ziyade daha önemsiz özelliklerini öne çıkarır. Örneğin zenginler
fakirlerden daha ayrıcalıklı olduğunda, parayı hem zengin hem de fakirlerde
aynı olan özden daha fazla önemsiyoruz anlamına gelecektir (…) Tüm insanların
eşit olduğu fikri tüm ruhların Tanrı önünde eşit olduğu biçimindeki tektanrıcı
görüşün modernize edilmiş halidir.” (s. 233-4).
Oysa insanlar kutsal
olmadığı gibi, eşitsizlikler, böylesi bir kutsallığa yapılan büyük veya küçük
bir hakaret değildir. Sınıfsal eşitsizlikler tarihsel ve toplumsal ilişkilerin
var olan durumunu anlatır; bunun ortadan kalkması yönünde bir tarihsel eğilim
bulunmaktadır. Eşitlik fikri kurgusal bir icat değil, mevcut eşitsizliklerin
doğurduğu bir karşıt eğilimin soyutlanmasıyla belirmiştir. “Kul” olmak ile
sınıfsal eşitsizliğin ortadan kalkması bambaşka olgulardır. Bunları yazan
birisi, Nazizmi de “hümanist mezhep”, “evrimsel hümanizm” olarak niteliyor (s.
234); Allah akıl fikir versin…
Harari’nin bireyci,
idealist, bilimsel ve mantıklı olmayan fantezi dünyasını ve anlayışını
anlamamız açısından bazı örnek alıntılar da yapmak istiyorum.
Yazının
İşlevi
Şimdi gelin, Harari’nin
tarih kurgusunda yazının işlevine bakalım. Büyük şehirlerin, imparatorlukların
oluşmasını sağlayan ona göre yazı:
“Sümerler böylece toplumsal
düzenlerini insan beyninin sınırlarından kurtarıp büyük şehirlerin,
krallıkların ve imparatorlukların önünü açmış oldular. Sümerler tarafından
yaratılmış bu veri işleme sistemine ‘yazı’ diyoruz.” (s. 132)
İlginç olan, yazı doğrudan
ekonomik ihtiyaçların koşullamasıyla geliştirilen insan zihninin gerçekliği
sembollerle/işaretlerle hayal gücünde yeniden üretmesi ve böylelikle nesnel
olarak bir bilgi biriktirme yoluyken, Harari bu konuda “hayal gücü”nden tek bir
kelimeyle olsun bahsetmiyor. Bunun yerine hiçbir bilimsel dayanağı olmayan ve
tarihsel bir ilerlemeyi değersizleştiren şu yoruma sahip:
“Yazının insanlık tarihine
en önemli katkısı şudur; yavaş yavaş insanların düşünme ve dünyaya bakış
biçimlerini değiştirmiştir. Özgür düşünce ve bütüncül bakış, yerini bürokrasiye
ve sınıflandırmaya bırakmıştır.” (s. 139)
Yabancı
düşmanı Homo Sapiens
“Evrim diğer sosyal
memeliler gibi Homo sapiens’i de yabancı düşmanı (ksenofobik) yaratıklar haline
getirmişti. Sapiens içgüdüsel olarak insanlığı ‘biz’ ve ‘onlar’ olarak ikiye
bölmüştü.” (s. 201). Bu yazılanın bilimsel bir yanı bulunmuyor... İnsanların
“yabancı düşmanlığı” gibi bir içgüdüsü yok! Takım yaşamının bazı memelilerde ve
ilk insanlarda, işbirliği/kooperasyon ve yardımlaşmayı getirdiğini ise
biliyoruz.
Tarihe
Fanteziyle Bakış
“Hitler (…) İkinci Dünya Savaşı’nı
başlattığında (…)” (s. 236)
“İmparator Konstantin iç savaşlarla
parçalanmış bir önceki yüzyıla bakarak, açık ve belirli bir doktrini olan tek
bir dinin etnik açıdan çok bölünmüş olan ülkesini toparlayabileceğini düşünmüş
olmalı.” (s. 240)
“Ekim 1913’te küçük ve
radikal bir Rus hizbi olan Bolşeviklerin, dört yıl içinde ülkenin tamamını ele
geçireceklerini aklı başında hiç kimse düşünemezdi.” (s. 241)
“Tarihin determinist
olmadığını kabul etmek bugün pek çok insanın milliyetçiliğe, kapitalizme ve insan
haklarına inanmasının bir tesadüf olduğunu kabul etmek demektir.” (s. 242)
(…) kültürler tesadüfen
ortaya çıkan ve ortaya çıktıktan sonra etkilenen herkesten faydalanan zihinsel
parazitlerdir.” (s. 244)
“’Silahlanma yarışı’ bir
ülkeden diğerine virüs gibi yayılan bir davranış biçimidir; evrimsel hayatta
kalma ve yeniden üreme stratejisine harfiyen uygun olarak kendisine fayda
sağlar ama diğer herkese zarar verir.” (s. 245)
“Bir bilimsel teoriyi, hâkim
bilimsel pratiğe aykırı olarak, nihai ve
mutlak doğru ilan etmek. Bu yöntem Naziler ve komünistler tarafından
kullanılmıştı.” (s. 255)
Tarihi insan kitleleri yapar
değil mi?.. Hitler’in savaş başlatması, Bolşeviklerin “ülkeyi ele geçirmesi”,
bireyci bir perspektifi gösteriyor. Ya tesadüfse her şey(!); mesela
“kapitalizme inanmak”, “zihinsel parazit olan kültürler” de neyin nesidir
bilemedim ama hepsi tesadüf(!).. Silahlanma yarışını, evrimle ilişkilendirmek,
bir davranış biçimi saymak; tuhaf ve fantezi ürünü, değilse nedir?.. Nazizmle
komünizmi bir arada, ortaklıkları varmış gibi sunup, damgalamak; bu tutuma
sahip olanların ya cahil olduklarını ya da kasıtlı bir biçimde psikolojik savaş
yürüttüklerini gösterir sadece…
“Peki, modern bilimle Avrupa
emperyalizmi (kolonyalizmi kastediyor-MB) arasındaki ilişkiyi kuran neydi? (…)
Hem bilim insanı hem de fatih, işe ilk önce cehaletlerinin farkına vararak
başladılar, ikisi de ‘uzaklarda ne olup bittiğini bilmiyorum’ dedi ve ikisi de
yeni keşifler yapma ihtiyacını hissetti; sonuç olarak ikisi de keşfedecekleri
bu yeni bilginin onları dünyanın efendileri yapmasını umuyordu.” (s. 284)
Bu satırları bir fantastik
romandan değil, bir tarihçinin kitabından aktardık!.. Harari, “cehaletinin
farkına varmıyor” mudur, bilemiyoruz. Fakat tarih bilimi, kapitalizmin
yükselişiyle, bilimsel atılımlar arasındaki bağlar konusunda geniş bir
külliyata sahip. Örneğin toplumsal ihtiyaçlar, egemen sınıfın çıkarları,
coğrafi keşiflerin yapılmasında temel itici güçlerden. Bu keşiflerin
yapılmasını olanaklı kılan belli bir bilimsel-teknik birikimin varlığı da
gerekli. Oysa Harari daha eski dönemlerde böyle keşiflerin olmamasını “meşgul
olmaya”, “amacı olmamaya” bağlıyor: “Tarih boyunca çoğu insan toplumu, yerel
çatışmalarla ve savaşlarla o kadar meşguldü ki, uzak diyarları keşfetmek ve
fethetmek gibi bir amaçları olmamıştı.” (s. 289). Keşifleriyse “hırslara”
bağlayıp, kâşiflerin bir “hastalığa tutulmuş” olduklarından bahsediyor:
“Avrupalıları sıra dışı
yapan şey keşfetmek ve fethetmek konusunda benzeri görülmemiş doyumsuz
hırslarıydı (…) Tuhaflık erken modern çağdaki Avrupalıların yabancı kültürlerle
dolu uzak topraklara yelken açıp karaya ayak bastıklarında, ‘Bu topraklara
kralım adına el koyuyorum!’ demek gibi bir hastalığa tutulmuş olmalarındaydı.”
(s. 291)
En naif ifadelerle, tarih
bilimine saygısızlık, Harari’nin bu tutumu…
Düşüncelerinizi
Okuyacaklar!..
“(…) her havaalanı ultra
karmaşık fMRI aletleriyle donatılabilir ve böylece insanların beyinlerinden
geçen öfke ve nefret dolu düşünceleri anında tespit edebilirler.” (s. 263)
Yani “düşüncelerinizi
okuyacaklar” diyor. Kim okuyacak, ABD Savunma Bakanlığı… Fonksiyonel MR’ın
tıpta kullanıldığını ve düşüncelerin okunmasıyla hiçbir alakasının olmadığını
belirtmeliyiz. Havaalanlarına MR cihazı koymak ve geleni geçeni bu cihaza
sokmak, ne biçim bir fantezinin ürünüdür; bilemedim…
Kapitalizme
Güzelleme
Şimdi de gelin, Harari’nin
kapitalist üretim tarzına ve iktisada yaklaşımına bakalım:
“Tarım, ekonomi, tıp ve
sosyolojideki son buluşlara dayanarak fakirliğin ortadan kaldırılabileceği,
artık üzerinde uzlaşılan bir fikirdir. “(s. 266)
Bu doğrudur, fakat Harari
bunu kapitalist toplumsal ilişkilerinin sınırları içerisinde mümkün görüyor.
Öyle olunca sormak gerekiyor; yüzyıllardır istatistiksel verilerin gösterdiği
gibi neden fakirlik ortadan kalkmıyor. Kapitalist toplumsal sistemde bir yanda
servet, bilgi birikirken, buna karşıt eğilim olarak “büyük insanlık” için
fakirlik, cehalet ve sağlıksızlık göreli artıyor.
“Geçtiğimiz beş yüz yıl
boyunca, ilerleme fikri insanların geleceğe giderek daha fazla güvenmelerini
sağladı. Bu güven krediyi ortaya çıkardı, kredi gerçek ekonomik büyümeyi,
büyüme de geleceğe olan güveni güçlendirdi ve daha fazla kredi verilmesinin
yolunu açtı.” (s. 309)
İktisattan anlamıyorsanız,
neden bu konuda yazarsınız?.. Harari’ye göre, kredilerin alınıp verilmesini,
ilerleme fikri ve geleceğe güven duygusu sağlıyor.
“Smith’in, insanların bencil
bir şekilde kar artırma dürtüsünün, kolektif zenginliğin temeli olduğu iddiası,
insanlık tarihindeki en devrimci fikirlerden biridir.” (s. 310)
Sermaye, bir toplumsal
ilişki olarak sömürüsüz var olmaz. Bencilliğin ya da dürtünün ürünü olmayan
sermaye, “kolektif zenginlik” de oluşturmaz.
“Bu yatırım sonuçta daha
fazla kar getirir, bu fazla kar yine üretime yatırılır, bu da daha fazla kar
getirir… bu döngü bu şekilde sonsuza dek gider” (s. 311)
Harari’nin azalan kar
oranları eğilimini bilmesini beklemiyorduk, değil mi?..
“Gelirinin bir kısmını
borsaya yatıran çalışkan bir fabrika işçisiyse kapitalisttir.” (s. 311)
Borsada devede kulak bir
payı oldu mu, bir işçiyi kapitalist saymak!.. Oysa işçi ve kapitalist olmak,
belirli bir toplumsal ilişki olan sömürü, eş deyişle üretim ilişkilerine dâhil
olmak demektir.
“Dünyayı farklı bir şekilde
yönetmeye dönük tek deneme (komünizm) her anlamda kapitalizmden o kadar kötüydü
ki, kimse bunu bir daha denemeye cesaret edemiyor (…) kapitalizmi
sevmeyebilirsiniz ama artık onsuz yaşayamayız (…) Tarihte Atlantik köle ticareti
ve Avrupa işçi sınıfının sömürülmesi gibi bazı yanlışlar yapılmıştır ama
bunlardan ders çıkardık ve biraz daha bekleyip pastanın biraz daha büyümesine
izin verirsek herkes daha büyük pay alacaktır (…) Buna dönük olumlu işaretler
mevcut.” (s. 330)
Harari bu cümleleri
olumlayıp yazıyor. “Denemeye cesaret etmek”, “köle ticareti ve işçi sınıfının
sömürülmesi gibi yanlışlar”, “ders çıkarmak”, “pastanın büyümesi”… Yaşanmış
sosyalizm deneyimlerini kötülerken, kapitalizmi ebedi bir toplumsal sistem
olarak göstermeye çalışıyor.
Hayvanların
Duyguları
Harari hayvanların
duygularının olduğunu, insanların endüstriyel tarım ve hayvancılıkla,
evcilleştirilmiş birçok hayvana eziyet edildiğini de yazıyor (s. 338-43).
“Laboratuvar maymunları, süt inekleri ve üretim bantlarındaki tavukların
çektiği acılar” (s. 373)dan bahsediyor.
Kapitalist üretim tarzı
karlılık için bahsettiği üretim yöntemlerini uyguluyor. Bundan hiç bahsetmeyen
Harari, endüstriyel hayvancılık kapsamındaki evcil hayvanlara üzülüyor ve okuru
da üzülmeye davet ediyor. Geleceğe ilişkin ütopik bir iddiada bulunmak
istemeyiz, fakat komünist toplumda, insanların ihtiyaçlarını karşılayacak bir
düzeyin altına düşülmeksizin, hayvanların duygularını dikkate alan farklı
üretim yöntemlerinin planlanıp uygulanacağını belirtebiliriz.
Yeni
Bir Din Türü: Tüketimcilik
“(Kapitalizmde tüketimci
etik-MB), tüm yapılması buyrulanları inananların yerine getirdiği tarihteki ilk
dindir.” (s. 346)
Meta estetiğinden, tüketim
kültürü ya da ideolojisinden belki de en iyisi “çılgınlığından” bahsetmek
yerine, yeni bir din türünden bizi haberdar ediyor(!)..
Emperyalizm
mi İmparatorluk mu?..
Emperyalist-kapitalist dünya
sistemine güzelleme yapan Harari, okuru ikna etmeye çalışıyor:
“Bugün insanlık bu orman
kanununu bozdu; nihayet sadece savaşsızlık değil, gerçek barış da var.” (s.
366) “İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinden itibaren geçen 70 yıl (…) insanlık
tarihinin açık arayla en barışçıl dönemidir.” (s. 361)
“Bizim çağımız, tarihte ilk
defa dünyanın barışsever seçkinler tarafından domine edildiği, politikacıların,
işadamlarının, entelektüellerin ve sanatçıların savaşı hem kötü hem de
kaçınılabilir bir şey olarak gördüğü çağ oldu.” (s. 368)
“(…) küresel bir
imparatorluğun doğuşuna tanık oluyoruz. Daha önceki imparatorluklar gibi bu da
sınırları içinde barışı tesis ediyor. Sınırları tüm dünya olunca da Dünya
İmparatorluğu fiilen dünya barışını da tesis etmiş oluyor.” (s. 369)
Rusya-Ukrayna savaşı güncel
bir örnek... Son 70 yılda ilk elde akla gelen Irak-İran savaşı, Körfez savaşı,
Kore savaşı, Vietnam savaşı, İsrail-Mısır savaşı gibi birçok savaşın üzerini
örtmek de mümkün değil. Bunlara kör kalmamızı isteyen Harari “küresel ticaret
ve finans ağından”, “hızla yayılan modalardan”, “küresel sorunları paylaşan
ülkelerden”, “küresel bir toplum”dan ve “yeni küresel imparatorluktan” dem
vuruyor (s. 211). Aslında bahsettiği, savaşların yaşanmaması olanaksız bir
dünya sistemi olan emperyalist-kapitalist dünya düzeni… “İnsanlık bugün eskiden
sadece masallarda anlatılan bir zenginliği yaşıyor” (s. 370) şeklinde yazan
Harari, büyük insanlık olan üretenlerin, sömürülenlerin ve bağımlı/az gelişmiş
kapitalist ülkelerin halklarının yaşam koşulları, beslenme durumu ya da
sağlıkları hakkındaki istatistik verileri gözlerden uzak tutmuş oluyor.
“(…) modern tıbbın zaferleri
bunun örneklerinden sadece biridir. Daha önce örneği bulunmayan diğer
başarılarımız arasında şiddetin çok ciddi oranda azalması, uluslar arası
savaşların neredeyse ortadan kalkması, büyük ölçekli açlık ve kıtlıkların hemen
hemen bitmesi sayılabilir. (s. 372)
Oysa ne savaşlar ortadan
kalkmış bulunuyor, ne Güney Amerika, Afrika ve Güneydoğu Asya’daki beslenme
yetersizlikleri, sağlıklı koşullarda yaşayamama gibi sorunlar çözülmüş durumda,
ne de şiddet istatistiklerinde bir düşüş var. Kapitalist üretim ilişkileriyle
birlikte insanlık tarihinde beslenme, sağlık, eğitim, konut gibi alanlarda ortalama
ve genel düzey olarak ilerleme elbette var, fakat bu gelişmeler, insan
toplumuna eşit dağılmadığı gibi olanaklı olan düzeyin de gerisinde bulunuyor.
Mutluluğun
Sırrı
“Bugün nihayet mutluluğun
sırrının biyokimya sistemimizde olduğunu anladığımıza göre, zamanımızı politika
ve sosyal reformlara, siyasi mücadele ve ideolojilerle ilgilenmekle geçirmeyi
bırakıp bizi gerçekten mutlu eden tek şeye odaklanabiliriz: biyokimyamızı
manipüle etmek. Eğer beyin kimyamızı anlamak ve uygun tedavileri geliştirmek için
milyarlar harcarsak, insanların her zamankinden daha mutlu olmasını
sağlayabiliriz (…) Para, toplumsal statü, plastik cerrahi, güzel evler, iktidar
konumları, bunların hiçbiri size mutluluk getirmez, uçup gitmeyen gerçek
mutluluk sadece seratonin, dopamin ve oksitosin sayesinde olur.” (s. 382)
Kısaca Harari adeta herkese
Prozac kullanmayı öneriyor!.. “Biyokimyayı manipüle etmek”, durup dururken hem
de… Bu düşünce “boş ver, dünyayı sen mi kurtaracaksın” kodlamasının başka bir
versiyonu aslında. Biyolojist ve faşizan bir versiyon…
“İnsanların yaşamlarına
atfettiği herhangi bir anlam sadece
sanrıdan ibarettir.” (s. 384)
İnsanlar yaşamlarını
değerlerle, inançlarla, ideolojilerle anlamlandırdığına göre, Harari sanrılarla
yaşandığını öne sürüyor. Mutluluğun, “belki de, bir insanın anlamla ilgili
sanrılarını, hâkim kolektif sanrılarla uyumlu hale getirmesi” (s. 385) olduğunu
yazıyor. Özcesi, “sürüden ayrılma” diyor.
Bitirirken
Şaşmamak elde değil. Öyle
değil mi? Harari neden bu kadar popüler?.. Kitabının ve kendisinin reklamı iyi
yapılıyor, bu bir neden olabilir. Diğer bir nedense, ortalama okurun teorik ve
ideolojik yönelimlerinin durumu ve düzeyi tarafından şekilleniyor.
Yazdıklarımıza itirazı olan, eleştiren, katkı yapacak olan okurlar olursa, bu hepimizi geliştirecektir.
Eleştirilen kitabın künyesi: Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens, 61. Basım, Kolektif Kitap, Mart 2022
[1] https://evrimagaci.org/insan-zekasinin-evrimi-neden-sadece-insanin-beyni-bu-kadar-evrimlesmistir-41 Erişim tarihi: 18.09.2022
[2] https://evrimagaci.org/bircok-populer-bilim-kitabi-insan-evrimi-konusunda-hatali-bilgiler-veriyor-7172, Erişim tarihi: 18.09.2022
[3] https://evrimagaci.org/bircok-populer-bilim-kitabi-insan-evrimi-konusunda-hatali-bilgiler-veriyor-7172, Erişim tarihi: 18.09.2022
[4] https://evrimagaci.org/bircok-populer-bilim-kitabi-insan-evrimi-konusunda-hatali-bilgiler-veriyor-7172, Erişim tarihi: 18.09.2022
[5] https://evrimagaci.org/neandertallere-ne-oldu-7364 Erişim tarihi: 18.09.2022
[6] https://tr.wikipedia.org/wiki/Tar%C4%B1m_devrimi Erişim tarih: 21.09.2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.