Ercan Arslan
İnsanın
evriminin geçmişi 5-4,4 milyon yıl öncesine kadar gitmektedir. İlk insansı türler
olarak kabul edebileceğimiz Ardipithecus Ramidus 4,4 milyon yıl,
Austrolopithekus Afarensis 3,6 milyon yıl, Austrolopithekus Afrikanus ise 3,2
milyon yıl önce, Afrika’da ormanların azalmasıyla birlikte yere inmek zorunda
kalmış, savanadaki otların yüksek olması sebebiyle de etrafını görebilmek için
dik yürümeye başlamıştır. Böylelikle elleri boşta kalmış ve beyinleri gelişmeye
başlamıştır. Elin tutucu özellikte oluşu, başparmağın evrimi, gözün ayrıntılı
üç boyutlu görmesi ve diğer hayvanlardan zayıf yapıda oluşu nedeniyle, aletler
kullanmaya başlamışlardır. Diğer hayvanların doğaya karşı güçlü donanımları
vardır; doğa onlar için sabit olduğu müddetçe bir sorun yoktur; oysa insansılar
ve insanların hayatta kalabilmesi için hayvanlardan daha fazla çabalaması,
mücadele etmesi gerekir.
Maymunların akrabalık ilişkisine yönelik bir aile portresi. Kaynak: Evrim Ağacı |
İnsan evriminin tarihi. Kaynak: Evrim Ağacı |
İlk
insanlardaki durumsa şöyledir: Doğaya aşırı bir şekilde bağlıydılar ve doğal
dünyada zayıf yapılıydılar. Bu zayıf yönlerini ancak alet kullanarak ve
üreterek kapatmışlardır. İnsan türü gelişmesini hep doğal koşulların onun için
dezavantajlı olduğu dönemlerde sağlamıştır. Ürünlerin bol olduğu kolay
koşullarda veya izole ortamlarda gelişme için bir itki yoktur. Bu koşullarda
aletler kabadır, fauna ve flora zengindir. Topluluk ufak ve araziler genişse,
gelişme durağanlaşır. Eğer koşullar zorlaşmaya başlamışsa, insanlar arayış
içine girer. Aletleri daha ince yapmaya başlar, hayvanların azalması sebebiyle
yaşamak için hayvanları uzaktan avlayabilecek aletler üretir. Gelişmenin olduğu
yerler, genelde insanlar için doğal şartların zor olduğu yerler olmuştur. Durağan
yerler ise birincisi, genelde ılıman yerler, ürünlerin bol olduğu, arazilerin
geniş olduğu, izole yerler; ikincisi, buzulların etkisinde olan ve bu şartlara
aşırı adapte olmuş hayvan ve bitkilerin yaşadığı bölgelerdir. Buzullar geriye
çekildikçe buna adapte olan canlılar da kuzeye doğru çekilmiştir ve bazı
insanlar, özellikle Neanderthaller, hayvan sürülerini takip etmiş olabilirler.
Uzun yıllar soğuğa adapte olmuş canlılar, iklimin ılımanlaşmaya başlamasıyla
bulundukları ortamları terk etmişler ve Avrupa’nın ortalarına doğru
çekilmişlerdir. Dolayısıyla, Avrupa'da yaşayan insanlar için av hayvanları hala
mevcuttur; havanın soğuk olmasına rağmen karınlarını doyurabilmektedirler;
soğuk iklime adapte olmuş Mamutları, Ren geyiği ve benzeri hayvanları
avlayabilmektedirler. Neanderhaller soğuğa adapte olduğundan, aletleri kabadır;
daha ayrıntılı ince aletler yapmamışlardır. Buzulların hâkim olduğu Paleolitik
dönemde yaşayan ve doğaya aşırı bağımlı olan Neandartaller’in bilinç
birikimleri, doğayı açıklamaya yeterli olmamıştır. İnanç sistemleri bulundukları
koşullar tarafından şekillendirilen pratiklerine uygundur. Toprak, güneş,
hayvanlar vb. doğaya özgü varlıklar, kendisi için kutsallaşmaya başlamıştır.
İnsanın
ortaya çıkışı, jeolojik devirlerden 4. zamana (Kuvaterner) tekabül eder. Bu
dönemi de Pleistosen ve Holosen çağ diye ayırmaktayız. Pleistosen döneme ayrıca
buzul çağı dönemi demekteyiz. Pleistosen dönemini, Avrupa’da 4 buzul evresine bölümlendirmekteyiz:
Günz, Mindel, Riss, Würm. Günz, zamanımızdan 1.180.000- 820 bin yıl, Mindel
730-429 bin yıl, Riss 347-248 bin yıl, Würm 110-11 bin yıl önce gerçekleşmiştir.
Bu çağların aralarını da buzul arası devreler (İnterglasiyal) olarak
adlandırıyoruz. Ayrıca bu çağlardaki deniz seviyelerinde alçalma Günz’de 20
metre, Mindel’de 90 metre, Riss’de 110 metre, Würm’de 90-100 metre civarındadır.
Pleistosen dönemde deniz seviyesi 130 metre düşük, sıcaklıkta 10-15 derece
soğuktur.
Neanderthal
250 bin yıl, Homo Sapiens 100 bin yıl önce Riss-Würm buzul arası ve Würm buzul
devresinde tarih sahnesine çıkmıştır. Buzul arası dönemde deniz seviyesi yüksek
olduğundan, karalar ve kara köprüleri azalır, canlılar daha içeri bölgelere
çekilirler. Buzul evresinde ise, deniz seviyesi azalır ve karalar genişler. Bu
sebeplerden dolayı insanlığın ilk yerleşim yerlerinden sayılabilecek Karain
mağarasının, buzul dönemlerinde iskâna elverişli olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü
buzul döneminde kara, mağaradan ileriye doğru bir alan bırakmaktadır. Ilıman
iklimde bunu söyleyemeyiz, çünkü deniz seviyesi o evrede yükselecek, hatta
mağaranın yakınına kadar gelebileceğini varsayarsak, mağaranın kullanımı
işlevsizleşecektir. Böylelikle, mağaranın önündeki av sahası kısıtlı hale
gelmiş ve insanların avladığı hayvanlar daha iç bölgelere göç etmiştir.
İşte
insan türü bu zor koşullarda evrimleşmiştir. Bu doğal koşulların baskısı
altındadır; ya zor koşullara dayanamayıp yok olacak ya da hayatta kalmak için
mücadele edecektir. Buzul çağlarında canlılar soğuk iklimlere adapte
olmuşlardır. Kimisi buna aşırı adapte olur kimisi de kısmen olur; aşırı adapte
olanlar ani iklim değişmelerinde yok olabilirler. İlk insanlar ise bu soğuk
iklimde diğer canlılar kadar donanımlı olmadığından, bu açığı ancak alet
üreterek kapatabilirdi. Günümüzden 50-40 bin yıl öncesine kadar, doğa şartları
yaşamaları için uygun olduğundan, insanlar hayatlarını sürdürebilmişlerdir. Bu
yıllardan sonra ise belki de şartların zorlaşması, diğer hayvanlardan
donanımsız olması ve vahşi hayvanlarla yakın mücadeleye girmekten korkması
sebebiyle, daha ayrıntılı ve ince aletler üretme yoluna gitmiştir. Özellikle
okun bulunması, insanın kültürel değişimi için bir devrim niteliğinde olmuştur.
Bu sayede diğer hayvanları, fazla riske girmeden uzaktan avlayabilmiş ve ürün
bollaşması yaşanmıştır. Okun bulunmasından önce, ava genelde erkekler gitmekte ve
avlanma süreci belki de haftalar almaktaydı. Kullanılan aletlerin kısıtlı
olması sebebiyle de, çoğu zaman eli boş dönülmekteydi. Avcı-toplayıcıların
konakladıkları yerlerde ise kadınlar, hem yaşlılara ve çocuklara bakmakta,
grubun aç kalmaması için de bitki toplama, konaklama yerinin idaresi gibi işleri
yürütmekteydiler. Bu dönemde kadınlar ekonomide söz sahibiydiler. Kadınların
doğurganlığı, kabileyi çoğaltma potansiyeli ve kabileyi yönetmesi gibi
sebepler, ana tanrıça figürlerinin yapılmasına yol açmıştır. Toprak, su, güneş
nasıl canlıları besliyor, ısıtıyor ve çoğaltıyorsa, kadın da öyle
simgeleştirilmiştir. Burada bir dini geçiş evresi mevcuttur. Kadının
ekonomideki üstünlüğü ona bir statü sağlamıştır. İlk ruhban kesimler de
kadınlar olabilir.
Aletlerin
çeşitlenmesi beraberinde ürün bollaşmasını getirmiştir. Artık erkekler avdan
eli boş dönmemektedir ve kabilenin beslenmesinde daha fazla söz sahibi olmaya
başlamışlardır. Ürün bollaşması, bütün erkeklerin değil de belirli bir kesiminin
avda uzmanlaşmasını sağlamış, bazıları kamp alanında kalmaya ve önceden kadınların
yaptığı ağır işleri yapmaya başlamıştır. Aynı zamanda ürün bollaşması,
insanları yerleşikliğe geçişe zorlamıştır. Avcılığın gelişmesi ve hayvanların fazla
avlanması sebebiyle, av hayvanlarının kısıtlı oluşu, onları evcilleştirme
yoluna gitmelerine yol açmıştır. Evcilleştirmeye, yetişkin hayvanlarla başlanamaz.
İlk insanlar evcilleştirmeye, öldürdükleri hayvanların yavrularını besleyerek
başlamışlardır. Evcileştirilen hayvanları ve kendilerini besleyebilmek için,
tarımsal faaliyete geçmişlerdir. Bunun için, su kaynaklarına yakın yerleri,
yerleşim birimleri olarak seçmiş olabilirler.
Buzul
çağlarında fauna ve flora, buzullara göre hareket etmekteydi ve buna göre
evrimleşmişti. Dünyada her yer buzullarla kaplı değildi. Buzullar aslında bir
denge unsuruydu. Dünyayı kuzey ve güney yarım küreden baskılayan buzulların
yoğun olduğu dönemlerde, önceden kavurucu sıcakların olduğu bölgeler,
ılımanlaşır, buraları canlılar için verimli hale gelir. Buzullar çekilmeye
başlayınca ılıman olan kesim daha yukarılara kayar ki, bu çekilme daha da
yukarıya ilerleyince, ekvatora yakın bölgeleri çölleştirir. Buzullar aynı
zamanda dünyanın temiz su ihtiyacını karşılar. Ilıman dönemde buzulların
azalması ve eriyen buzul sularının denize karışması sebebiyle temiz su azalır.
Deniz suyu tuzlu olduğundan karaya adapte olmuş canlılar için tüketimi uygun
değildir.
Buzullar,
dünyayı dengede tutar. Dünya ılımanlaşmaya başladığında, buzullara adapte olmuş
canlılar buzulları takip etmiş ve daha kuzeye çekilmiştir. Neandertal insan
türü de, bu iklime aşırı adapte olmuştu ve soğuğa karşı çok dayanıklıydı. Belki
yok olmasının sebebi buydu. Soğuğa dayanıklılık, diğer soğuğa adapte olmuş
canlıların kuzeye çekilmesi ve orada bol olması, onu değişmeye itmemiştir. Kaba
aletlerle avını yakalayabilmektedir. Neandertaller’in fiziksel açıdan güçlü
olmaları, daha ince aletler yapmalarını engellemiştir. Daha detaylı alet yapımı,
doğada güçsüzlüğün tezahürüdür. Gelişme rahat ortamlarda olmaz. Ürünlerin, kaynakların
kıt olduğu ortamlarda olur. Bizim türümüz Homo Sapiens doğaya aşırı adaptasyon gösterememiş
bir canlı türüdür. Çünkü yaşadığı ortamlarda doğal koşullar sabit değildir.
İklimsel geçişlerin olduğu, fauna ve floranın kıt olduğu ortamlarda evrimleşmiştir.
O
çağlardaki dünyanın iklimsel kuşaklarını 3 bölmeye ayırabiliriz: 1. kuşak
ılıman iklimlerin hüküm sürdüğü, 2. kuşak ılıman ve soğuk iklimin birleşme
noktası, dengenin sürekli değiştiği, iklimsel koşulların sabit olmadığı, 3.
kuşak soğuk iklimlerin hüküm sürdüğü yerlerdir. Birinci ve üçüncü kuşakta iklim
genelde sabit kaldığı için, canlılar bu şartlara göre evrimleşmişler ve doğaya
adapte olmuşlardır. Oysa ikinci kuşaktaki canlılar, bazen bolluk yaşarlar,
bazen de kıtlıkla cebelleşirler; sürekli bir denge yoktur ve bu dengesizlik
onları daha fazla mücadeleye iter. Bu açıdan değerlendirildiğinde “Bereketli Hilal”
adı verilen coğrafi bölge, aslında bereketli değildir ve bereketsiz olması ilk
insanları arayışa itmiştir. Buzullar çekilmeden önce Anadolu’nun güneyine kadar
olan yerler buzullarla kaplıydı. Bizim bugün “Bereketli Hilal” olarak
adlandırdığımız bölgenin iklimi daha aşağıda geçerliydi; Irak ve Arabistan’ın
belirli bölgelerinde bu iklim vardı ve çölleşme azdı. Buzulların daha
yukarılara çekilmesiyle birlikte iklimsel koşullar da yukarılara kaymıştır ve
bu süreç hala devam etmektedir. Günümüzde buzullar biraz daha çekilse, bizim
bugün verimli sayabileceğimiz yerler çölleşecektir.
Buğdayın
anavatanı olan kuzey Mezopotamya aslında sınır bölgesidir (buğday karasal bir
bitkidir, fazla sulamaya ihtiyaç duymaz, doğal yağmur sularıyla yetişebilir). Holosen
çağla birlikte Avrupa’nın alt kısımları, Anadolu’nun orta bölgeleri ve kuzeyi,
ormanlık alanlarla kaplıydı ve doğal ortam açısından verimliydi. Bundan dolayıdır
ki insanlar daha ince aletler yapmamışlar ve avcı-toplayıcı olarak
kalmışlardır. Mevcut ürünler kendilerine yetmekteydi. Fakat Anadolu’nun alt
kısımları ve kuzey Mezopotamya’da ise iklim dengesizdi. Bu dengesizlik fauna ve
floraya da yansımıştır. Koşulların zor olması, insanları daha fazla mücadeleye
itmiştir. İnsan türü yaşamını sürdürmek için daha ayrıntılı aletler üretme
yoluna gitmiştir. Daha önce bahsetmiştim, örneğin okun bulunması devrim
niteliğindedir; 40-50 metreden avı vurabilmişlerdir. Bu sayede diğer hayvanları
daha kolay avlayabildiğinden ürün bollaşması meydan gelmiş ama bu beraberinde
bir karşıt bir süreci de koşullamıştır. Avladıkları hayvanların sayısı bu sefer
azalmaya başlamıştır. Bu durum, hayvanların evcileştirilmesine, evcileştirmeyle
ürün bollaşması da, insanları yerleşikliğe götürmüştür.
“Bereketli
hilal” dediğimiz bölge kültürel etkileşimin olduğu bir geçiş bölgesidir. İlk
insanlar Afrika kıtasından çıkıp dünyanın diğer bölgelerine genelde buradan
dağılmışlardır. Burada iklim dengesizdir, insanların daha ilerilere ya da gerilere
gitmesini gerektirir. İlk insan toplulukları ileriye doğru gittiğinde ve
buralardaki topraklar ancak küçük gruplara yettiği ölçüde, geriden gelen
grupları buralara kabul etmemeye başlarlar. Geriye de dönemezler, çünkü gerideki
iklim koşulları, orada kalmış insan gruplarına ancak yetmektedir. İlerideki ve
gerideki gruplar çoğaldıkça ve buzulların çekilmesiyle karalar azaldıkça,
kandaş gruplar parçalanmaya başlar. İşte bu gruplardan parçalananlar, bu
bölgeye gelmek zorunda kalır. Bu bölge izole bir bölge değildir. Ayrıca topraklar
artık insanlara yetmemektedir. Bu bölgede koşullar zordur. Bu zor koşullar
onları yerleşikliğe, tarıma, hayvan evcilleştirmeye, suyu kontrol etmeye yöneltmiştir.
Bu açıdan değerlendirdiğimizde Engels’in Ailenin,
Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserindeki “gens” kavramını, yakın
doğudaki duruma uygulamak doğru olmayabilir; çünkü burada kaynaklar kısıtlıdır
ve “gens” parçalandıkça gidecek fazla bir yer yoktur. Bu yüzden de kültürel değişim
kaçınılmaz hale gelmiştir.
Kendine
yeten izole ortamlar, değişikliğe yol açmaz. İzole bölgelerde insanlar, yıllarca
aynı teknolojiyi ve sosyal-kültürel yapıyı sürdürebilir. Amerika yerlileri ve
Avustralya’daki Aborjinler bunun örneğidir. Nüfusları az olup, yaşadıkları topraklar
geniştir. Diğer insan gruplarından izole bir şekilde binlerce yıl yaşamışlardır.
Bu yüzden de Amerika ve Avustralya’ya gittikleri zamandan beri aynı
teknolojileri kullanmışlar ve kandaş yapıyı sürdürmüşlerdir. Topraklar yeterli olduğundan,
“gens” yapısı parçalandıkça yeni topraklara gitmekteydiler. Böylece durağan bir
topluluk yapısı sürdürülmekteydiler.
Göbeklitepe’deki
mabet benzeri yerlerde, ortada 2 adet, kenarlarda ise 12 adet taş yapı
bulunmaktadır. Ortadaki 2 taş dişi ve erkeği temsil ediyor olabilir. Kenarlardaki
12 adet taş ise topluluğu veya 12 ayı temsil ediyor olabilir. Bu mabetlerden 15-16
tane daha olabileceği söylenmektedir. Kanımca bu mabetler, bir araya gelmiş kabileleri
temsil ediyor olabilir. Her kabilenin liderleri, ata ruh tapınması şeklinde
gösterilmiş olabilir. Kabileler genişledikçe ve topraklar insanlara yetmemeye
başladıkça, kabileler parçalanmış olabilir. Diğer mabetler de bunun üzerine
yapılmıştır. Yahut nasıl doğa her yıl kendini yeniliyorsa, yaşam ve ölüm de,
kışın doğanın ölmesi, yazın da topraktan tohumların yeşermesi olarak tasvir
edilmiş olabilir. Bu açıdan kenardaki 12 taş yapı, ayları temsil ediyor
olabilir.
Göbeklitepe'nin yapılışını gösteren bir illüstrasyon. |
Bütün inanışların kökeninde bu tasvirler mevcuttur. İnsanoğlu doğaya bağımlı olduğu için, dini inanışları da doğa olaylarına, güneşe, toprağa ilişkindir. Tarımsal sürecin oluşmaya başladığı dönemde, insanlar için toprak kutsallaşır. Bereket kültü daha fazla gelişir. İlk önce ana tanrıça toprakla simgeleştirilir. Nasıl ki dişiler, insanları çoğaltıyorsa, toprakta bitkileri ve diğer canlıları çoğaltır diye inanılır. Zamanla erkeğin tarımda söz sahibi olmaya başlaması, sabanın kullanımı, erkeğin gücünü arttırır. (Örneğin Mezopotamya mitolojisinde, dişi İnanna, Temmuz’la birlikte anılır. İnanna toprak anadır, Temmuz ise bahar ayında dirilen, İnanna’yı dölleyen, Kasım ayında ise ölen tanrı olarak tasvir edilir.) Bu da ritüellerin değişmesine sebep olur; artık dişi ve erkek toplulukta eşit haklara sahiptir. Ortada 2 figürün olmasının nedeni bu olabilir. Zamanla bu durum yerini, erkeğin ekonomide daha fazla etkisinin olmasıyla birlikte ata-erkil döneme bırakacaktır.
Üst
Paleolitik ve Neolitik çağda, dini ve sosyal-kültürel gelişimi üç döneme
ayırabiliriz:
1.
dönem; kadının ekonomide söz sahibi olduğu ana-erkil dönem,
2.
dönem; aletlerin daha fazla gelişmesiyle beraber kadın ve erkeğin eşit olduğu dönem,
3.
dönem; tekniğin daha da ilerlemesi ve erkeğin ekonomide öne geçtiği ata-erkil dönem.
Birinci
dönem, dinin oluşmaya başladığı bir geçiş sürecidir. Bereketi ve doğurganlığı
simgeleyen ana tanrıça figürleri bu dönemde görülür. Bu dönemde insanların
aletleri çeşitlenmeye başlamış, bilgi birikimi artmış, belirli kişiler bazı
işlerde uzmanlaşmış, diğerlerine yol gösterici, öğretici olmuş, yani bilgi ve
ustalaşma belirli kesimlere statü kazandırmaya başlamıştır. Bu durum beraberinde
kişiler arasında farklılaşmayı getirir. Ayrıca aletlerin çeşitlenmesi, daha az
kişiyle avcılığın vb, işlerin yapılmasını sağlamıştır. Birileri bir konuda
uzmanlaşırken, diğerleri de başka işlerde uzmanlaşmaya başlar. Avcılık
faaliyeti önceden kabilenin tüm zamanını alırken, artık boş zaman oluşmaya
başlamıştır. Böylelikle, öteki dünya inancının doğduğu, sanatsal faaliyetin
gelişmeye başladığı görülür. Bilgiyi elinde tutan ve yol gösteren kişiler artık
topluluklarda bir statü elde etmişlerdir. Bu dönemde mağaraların duvarlarına
resimler çizenler, insanları hayvanlarla mücadelede gösteren, aslında bir nevi
avın provasını yapan usta avcılardır.
İkinci
dönemde, kadın ve erkek eşit şartlardadır. Bu yüzden hem kadın, hem erkek
tasvirleri ön plandadır. Göbeklitepe’deki mabetlerde ortadaki iki büyük taş
anıt, erkek ve kadını temsil ediyor olabilir. Kenarlardaki 12 adet, biraz daha
küçük olan taş yapılar, 12 ayı veya kabiledeki yönetici sınıfı temsil ediyor
olabilir.
Üçüncü
dönemde, artık erkeğin toplulukta egemen olması sebebiyle, dini inanışlarda
tanrıçadan tanrıya doğru bir evrilme gerçekleşmiştir.
***
İnsanın Evriminin Kısa Tarihi adlı videoyu izleyebilirsiniz:
İleri okuma önerisi: https://evrimagaci.org/insan-evrimi-insanlar-nasil-evrimlesti-insanlarin-atalari-kimlerdi-insanin-evriminde-hangi-turler-var-60
Emeğinize sağlık Ercan Arslan .
YanıtlaSil