21 Mayıs 2022 Cumartesi

Paleolitik Çağdan Neolitik Çağa Geçiş Dönemi|Alet Üretiminin İnsanlaşma ve Bilişsel Sürece Etkisi Işığında Göbeklitepe

Ercan Arslan

İnsanın evriminin geçmişi 5-4,4 milyon yıl öncesine kadar gitmektedir. İlk insansı türler olarak kabul edebileceğimiz Ardipithecus Ramidus 4,4 milyon yıl, Austrolopithekus Afarensis 3,6 milyon yıl, Austrolopithekus Afrikanus ise 3,2 milyon yıl önce, Afrika’da ormanların azalmasıyla birlikte yere inmek zorunda kalmış, savanadaki otların yüksek olması sebebiyle de etrafını görebilmek için dik yürümeye başlamıştır. Böylelikle elleri boşta kalmış ve beyinleri gelişmeye başlamıştır. Elin tutucu özellikte oluşu, başparmağın evrimi, gözün ayrıntılı üç boyutlu görmesi ve diğer hayvanlardan zayıf yapıda oluşu nedeniyle, aletler kullanmaya başlamışlardır. Diğer hayvanların doğaya karşı güçlü donanımları vardır; doğa onlar için sabit olduğu müddetçe bir sorun yoktur; oysa insansılar ve insanların hayatta kalabilmesi için hayvanlardan daha fazla çabalaması, mücadele etmesi gerekir.

Maymunların akrabalık ilişkisine yönelik bir aile portresi. Kaynak: Evrim Ağacı

Bahsedilen bu türler, bir geçiş aşamasında yer alır. Hem ağaçta yaşayabiliyor hem de yere inip iki ayak üzerinde hareket edebiliyorlardı. İklimsel değişiklikler, bu türleri zamanla iki ayak üzerinde dikilmeye zorlamıştır. Önceden ormanda ağaçlarda yaşarken, kendilerini koruyabildikleri için, değişmeleri gerekmiyordu. Gelişen yeni süreçte ormanlar azaldığı için, diğer canlılardan daha savunmasız bir vaziyette açık alanda kalmışlar; bu savunmasız kalış, onların doğada hazır bulunan malzemeleri kullanmalarını beraberinde getirmiştir. Bu türler sadece doğada buldukları hazır maddeleri (çakıl taşları, ağaç dalları vb.) alet olarak kullanmaktaydılar. Doğadaki hazır maddelerin kullanımı fazla bir bilinç birikimi gerektirmez. Beyin kapasiteleri 500 cm3 civarındaydı; yani bu türler bilinçli olmaları dolayısıyla değil, başka şansları olmadığı için alet kullanımına yönelmişlerdir. Örneğin günümüzde bazı maymun türleri bile, dal parçalarını ve taşları, yiyecekleri ağaçtan düşürmede ve kırmada kullanmaktadır.

İnsan evriminin tarihi. Kaynak: Evrim Ağacı

İki milyon yıl öncesine geldiğimizde ise Homo Habilis, Homo Erektus ve Homo Ergaster, insanlaşma sürecinde daha ileri bir aşamadaki yerlerini alır. Artık bu türler daha dik yürüyebilmekte ve kullandıkları aletlere şekil verebilmekteydiler. Bunun sebebi iklimsel değişikliklerin meydana gelmesi ve yaşam koşullarının daha da zorlaşmasıdır. Zamanla bazı yerlerde ormanlık alanlar azalmış ve bu durum, türleri değişen koşullara uyum sağlamak, hayatta kalabilmek için alet üretimine itmiştir. Yaşama koşullarının zorlaşması, bu insan türlerini değişmeye zorlamıştır; değişen çevresel koşullara uyum sağlayacak özelliklere sahip olmayan türler, doğal seçilimle yok olmuştur. Doğadaki canlılar, yaşamak için iklime göre çok iyi adapte olmuşlardır; kürkler, pençeler, dişler gibi donanımları vardır. Oysa ilk insanların böyle bir avantajı yoktur. Daha zayıf yapılıydılar. Bu durum, insanları alet kullanmaya ve üretmeye zorlamıştır. Öte yandan, insan türü zayıfken, alet üreterek güçlü hale gelir. Diğer canlıların doğaya aşırı adaptasyonu ise, ani iklimsel değişikliklerin bazı türlerin yok olmasına neden olmasını beraberinde getirir. Bu dönemde, bu insan türlerinin beyin hacmi 700 cm3 civarındadır. Bilincin gelişimi, alet kullanımı ve üretimi neticesinde zaman içerisinde gerçekleşir. İlk insanların zayıf olmaları, yaşamak için meraklı olmalarını, diğer hayvanlardan daha fazla mücadele etmelerini, arayış içinde olmalarını ve topluluk olarak yaşamalarını sağlamıştır. Uzun süreli çocuk bakımı da, sosyalleşmeyi, bir arada kalmalarını, dilin gelişimini, topluluk içi bağları pekiştirmiştir.

Bu süreçte yalnızca alet kullanımı değil, aynı zamanda aletlerin üretilmesi, insanın bilişsel gelişimini uyarmıştır. Bir şeyi üretmeye çalıştığında ve ürettiğinde, insanın beyni daha iyi çalışır. Daha meraklı olur, arayış içine girer, gelişmeye açık olur. Bir işi pratikte yaptıkça deneyim kazanılır, kendine güven duygusu iyiden iyiye gelişir. Beynin birçok merkezi çalışmaya ve ilişkilenmeye başlar. Örneğin günümüzde bazı toplumlar ve insanlar, aletleri nasıl üretildiklerini bilmeden sadece kullanmaktadır. Bu ise onların bilişsel gelişimlerinde engel teşkil etmektedir. Her insanda beyin kapasitesi hemen hemen aynıdır. Önemli olan bu potansiyeli, ileriye doğru kullanabilmektir. Bu ise üretim ve merak duygusuyla olabilir.

Homo Heidelbergensis balta ucu. Kaynak: Wikipedia

İnsanın bilinç gelişimi, kültürel birikimin ve gelişiminin ürünüdür. Bunu, insanın bebeklikten yetişkinliğe ulaşana kadar geçirdiği bilişsel gelişim aşamalarına bakarak tasvir edebiliriz. Bebeklik çağında insan yavrusu bakıma muhtaçtır. Bilişsel birikimi yoktur. Bu, zamanla yetişkin bireyler tarafından ona verilecektir. Bilişsel birikimin az olduğu bebeklik döneminde, yetiştiricilere karşı aşırı bağımlılık söz konusudur. İnsanın bireysel gelişimini tamamlamadığı çocukluk döneminde, bilinci de buna uygundur. Yetişkin hale gelmeye ve kendi başına ihtiyaçlarını gidermeye başladığında, muhakeme yeteneği gelişir, bilişsel gelişimi de iyice ilerler. Bebeklik döneminde öteki dünya inancı yoktur. Bu inanç, ancak belirli bir bilinç birikimiyle yetişkinliğe geçmeye başlanılan dönemde meydana gelir. İlk dönemlerinde insan yavrusu, ana babasına aşırı bağımlıdır; zamanla bilinç birikimi geliştikçe, çevresiyle ilişkiye geçer ve toplumsallaşmaya başlar. Artık topluluk onun için önemlidir. 15-16 yaşından itibaren de bilinç birikimi oturmaya başlar ve topluluk içerisinde kendi başına hareket etmeyi öğrenir.

İlk insanlardaki durumsa şöyledir: Doğaya aşırı bir şekilde bağlıydılar ve doğal dünyada zayıf yapılıydılar. Bu zayıf yönlerini ancak alet kullanarak ve üreterek kapatmışlardır. İnsan türü gelişmesini hep doğal koşulların onun için dezavantajlı olduğu dönemlerde sağlamıştır. Ürünlerin bol olduğu kolay koşullarda veya izole ortamlarda gelişme için bir itki yoktur. Bu koşullarda aletler kabadır, fauna ve flora zengindir. Topluluk ufak ve araziler genişse, gelişme durağanlaşır. Eğer koşullar zorlaşmaya başlamışsa, insanlar arayış içine girer. Aletleri daha ince yapmaya başlar, hayvanların azalması sebebiyle yaşamak için hayvanları uzaktan avlayabilecek aletler üretir. Gelişmenin olduğu yerler, genelde insanlar için doğal şartların zor olduğu yerler olmuştur. Durağan yerler ise birincisi, genelde ılıman yerler, ürünlerin bol olduğu, arazilerin geniş olduğu, izole yerler; ikincisi, buzulların etkisinde olan ve bu şartlara aşırı adapte olmuş hayvan ve bitkilerin yaşadığı bölgelerdir. Buzullar geriye çekildikçe buna adapte olan canlılar da kuzeye doğru çekilmiştir ve bazı insanlar, özellikle Neanderthaller, hayvan sürülerini takip etmiş olabilirler. Uzun yıllar soğuğa adapte olmuş canlılar, iklimin ılımanlaşmaya başlamasıyla bulundukları ortamları terk etmişler ve Avrupa’nın ortalarına doğru çekilmişlerdir. Dolayısıyla, Avrupa'da yaşayan insanlar için av hayvanları hala mevcuttur; havanın soğuk olmasına rağmen karınlarını doyurabilmektedirler; soğuk iklime adapte olmuş Mamutları, Ren geyiği ve benzeri hayvanları avlayabilmektedirler. Neanderhaller soğuğa adapte olduğundan, aletleri kabadır; daha ayrıntılı ince aletler yapmamışlardır. Buzulların hâkim olduğu Paleolitik dönemde yaşayan ve doğaya aşırı bağımlı olan Neandartaller’in bilinç birikimleri, doğayı açıklamaya yeterli olmamıştır. İnanç sistemleri bulundukları koşullar tarafından şekillendirilen pratiklerine uygundur. Toprak, güneş, hayvanlar vb. doğaya özgü varlıklar, kendisi için kutsallaşmaya başlamıştır.

İnsanın ortaya çıkışı, jeolojik devirlerden 4. zamana (Kuvaterner) tekabül eder. Bu dönemi de Pleistosen ve Holosen çağ diye ayırmaktayız. Pleistosen döneme ayrıca buzul çağı dönemi demekteyiz. Pleistosen dönemini, Avrupa’da 4 buzul evresine bölümlendirmekteyiz: Günz, Mindel, Riss, Würm. Günz, zamanımızdan 1.180.000- 820 bin yıl, Mindel 730-429 bin yıl, Riss 347-248 bin yıl, Würm 110-11 bin yıl önce gerçekleşmiştir. Bu çağların aralarını da buzul arası devreler (İnterglasiyal) olarak adlandırıyoruz. Ayrıca bu çağlardaki deniz seviyelerinde alçalma Günz’de 20 metre, Mindel’de 90 metre, Riss’de 110 metre, Würm’de 90-100 metre civarındadır. Pleistosen dönemde deniz seviyesi 130 metre düşük, sıcaklıkta 10-15 derece soğuktur.

Neanderthal 250 bin yıl, Homo Sapiens 100 bin yıl önce Riss-Würm buzul arası ve Würm buzul devresinde tarih sahnesine çıkmıştır. Buzul arası dönemde deniz seviyesi yüksek olduğundan, karalar ve kara köprüleri azalır, canlılar daha içeri bölgelere çekilirler. Buzul evresinde ise, deniz seviyesi azalır ve karalar genişler. Bu sebeplerden dolayı insanlığın ilk yerleşim yerlerinden sayılabilecek Karain mağarasının, buzul dönemlerinde iskâna elverişli olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü buzul döneminde kara, mağaradan ileriye doğru bir alan bırakmaktadır. Ilıman iklimde bunu söyleyemeyiz, çünkü deniz seviyesi o evrede yükselecek, hatta mağaranın yakınına kadar gelebileceğini varsayarsak, mağaranın kullanımı işlevsizleşecektir. Böylelikle, mağaranın önündeki av sahası kısıtlı hale gelmiş ve insanların avladığı hayvanlar daha iç bölgelere göç etmiştir.

İşte insan türü bu zor koşullarda evrimleşmiştir. Bu doğal koşulların baskısı altındadır; ya zor koşullara dayanamayıp yok olacak ya da hayatta kalmak için mücadele edecektir. Buzul çağlarında canlılar soğuk iklimlere adapte olmuşlardır. Kimisi buna aşırı adapte olur kimisi de kısmen olur; aşırı adapte olanlar ani iklim değişmelerinde yok olabilirler. İlk insanlar ise bu soğuk iklimde diğer canlılar kadar donanımlı olmadığından, bu açığı ancak alet üreterek kapatabilirdi. Günümüzden 50-40 bin yıl öncesine kadar, doğa şartları yaşamaları için uygun olduğundan, insanlar hayatlarını sürdürebilmişlerdir. Bu yıllardan sonra ise belki de şartların zorlaşması, diğer hayvanlardan donanımsız olması ve vahşi hayvanlarla yakın mücadeleye girmekten korkması sebebiyle, daha ayrıntılı ve ince aletler üretme yoluna gitmiştir. Özellikle okun bulunması, insanın kültürel değişimi için bir devrim niteliğinde olmuştur. Bu sayede diğer hayvanları, fazla riske girmeden uzaktan avlayabilmiş ve ürün bollaşması yaşanmıştır. Okun bulunmasından önce, ava genelde erkekler gitmekte ve avlanma süreci belki de haftalar almaktaydı. Kullanılan aletlerin kısıtlı olması sebebiyle de, çoğu zaman eli boş dönülmekteydi. Avcı-toplayıcıların konakladıkları yerlerde ise kadınlar, hem yaşlılara ve çocuklara bakmakta, grubun aç kalmaması için de bitki toplama, konaklama yerinin idaresi gibi işleri yürütmekteydiler. Bu dönemde kadınlar ekonomide söz sahibiydiler. Kadınların doğurganlığı, kabileyi çoğaltma potansiyeli ve kabileyi yönetmesi gibi sebepler, ana tanrıça figürlerinin yapılmasına yol açmıştır. Toprak, su, güneş nasıl canlıları besliyor, ısıtıyor ve çoğaltıyorsa, kadın da öyle simgeleştirilmiştir. Burada bir dini geçiş evresi mevcuttur. Kadının ekonomideki üstünlüğü ona bir statü sağlamıştır. İlk ruhban kesimler de kadınlar olabilir.

Aletlerin çeşitlenmesi beraberinde ürün bollaşmasını getirmiştir. Artık erkekler avdan eli boş dönmemektedir ve kabilenin beslenmesinde daha fazla söz sahibi olmaya başlamışlardır. Ürün bollaşması, bütün erkeklerin değil de belirli bir kesiminin avda uzmanlaşmasını sağlamış, bazıları kamp alanında kalmaya ve önceden kadınların yaptığı ağır işleri yapmaya başlamıştır. Aynı zamanda ürün bollaşması, insanları yerleşikliğe geçişe zorlamıştır. Avcılığın gelişmesi ve hayvanların fazla avlanması sebebiyle, av hayvanlarının kısıtlı oluşu, onları evcilleştirme yoluna gitmelerine yol açmıştır. Evcilleştirmeye, yetişkin hayvanlarla başlanamaz. İlk insanlar evcilleştirmeye, öldürdükleri hayvanların yavrularını besleyerek başlamışlardır. Evcileştirilen hayvanları ve kendilerini besleyebilmek için, tarımsal faaliyete geçmişlerdir. Bunun için, su kaynaklarına yakın yerleri, yerleşim birimleri olarak seçmiş olabilirler.

Buzul çağlarında fauna ve flora, buzullara göre hareket etmekteydi ve buna göre evrimleşmişti. Dünyada her yer buzullarla kaplı değildi. Buzullar aslında bir denge unsuruydu. Dünyayı kuzey ve güney yarım küreden baskılayan buzulların yoğun olduğu dönemlerde, önceden kavurucu sıcakların olduğu bölgeler, ılımanlaşır, buraları canlılar için verimli hale gelir. Buzullar çekilmeye başlayınca ılıman olan kesim daha yukarılara kayar ki, bu çekilme daha da yukarıya ilerleyince, ekvatora yakın bölgeleri çölleştirir. Buzullar aynı zamanda dünyanın temiz su ihtiyacını karşılar. Ilıman dönemde buzulların azalması ve eriyen buzul sularının denize karışması sebebiyle temiz su azalır. Deniz suyu tuzlu olduğundan karaya adapte olmuş canlılar için tüketimi uygun değildir.

Buzullar, dünyayı dengede tutar. Dünya ılımanlaşmaya başladığında, buzullara adapte olmuş canlılar buzulları takip etmiş ve daha kuzeye çekilmiştir. Neandertal insan türü de, bu iklime aşırı adapte olmuştu ve soğuğa karşı çok dayanıklıydı. Belki yok olmasının sebebi buydu. Soğuğa dayanıklılık, diğer soğuğa adapte olmuş canlıların kuzeye çekilmesi ve orada bol olması, onu değişmeye itmemiştir. Kaba aletlerle avını yakalayabilmektedir. Neandertaller’in fiziksel açıdan güçlü olmaları, daha ince aletler yapmalarını engellemiştir. Daha detaylı alet yapımı, doğada güçsüzlüğün tezahürüdür. Gelişme rahat ortamlarda olmaz. Ürünlerin, kaynakların kıt olduğu ortamlarda olur. Bizim türümüz Homo Sapiens doğaya aşırı adaptasyon gösterememiş bir canlı türüdür. Çünkü yaşadığı ortamlarda doğal koşullar sabit değildir. İklimsel geçişlerin olduğu, fauna ve floranın kıt olduğu ortamlarda evrimleşmiştir.

O çağlardaki dünyanın iklimsel kuşaklarını 3 bölmeye ayırabiliriz: 1. kuşak ılıman iklimlerin hüküm sürdüğü, 2. kuşak ılıman ve soğuk iklimin birleşme noktası, dengenin sürekli değiştiği, iklimsel koşulların sabit olmadığı, 3. kuşak soğuk iklimlerin hüküm sürdüğü yerlerdir. Birinci ve üçüncü kuşakta iklim genelde sabit kaldığı için, canlılar bu şartlara göre evrimleşmişler ve doğaya adapte olmuşlardır. Oysa ikinci kuşaktaki canlılar, bazen bolluk yaşarlar, bazen de kıtlıkla cebelleşirler; sürekli bir denge yoktur ve bu dengesizlik onları daha fazla mücadeleye iter. Bu açıdan değerlendirildiğinde “Bereketli Hilal” adı verilen coğrafi bölge, aslında bereketli değildir ve bereketsiz olması ilk insanları arayışa itmiştir. Buzullar çekilmeden önce Anadolu’nun güneyine kadar olan yerler buzullarla kaplıydı. Bizim bugün “Bereketli Hilal” olarak adlandırdığımız bölgenin iklimi daha aşağıda geçerliydi; Irak ve Arabistan’ın belirli bölgelerinde bu iklim vardı ve çölleşme azdı. Buzulların daha yukarılara çekilmesiyle birlikte iklimsel koşullar da yukarılara kaymıştır ve bu süreç hala devam etmektedir. Günümüzde buzullar biraz daha çekilse, bizim bugün verimli sayabileceğimiz yerler çölleşecektir.

Buğdayın anavatanı olan kuzey Mezopotamya aslında sınır bölgesidir (buğday karasal bir bitkidir, fazla sulamaya ihtiyaç duymaz, doğal yağmur sularıyla yetişebilir). Holosen çağla birlikte Avrupa’nın alt kısımları, Anadolu’nun orta bölgeleri ve kuzeyi, ormanlık alanlarla kaplıydı ve doğal ortam açısından verimliydi. Bundan dolayıdır ki insanlar daha ince aletler yapmamışlar ve avcı-toplayıcı olarak kalmışlardır. Mevcut ürünler kendilerine yetmekteydi. Fakat Anadolu’nun alt kısımları ve kuzey Mezopotamya’da ise iklim dengesizdi. Bu dengesizlik fauna ve floraya da yansımıştır. Koşulların zor olması, insanları daha fazla mücadeleye itmiştir. İnsan türü yaşamını sürdürmek için daha ayrıntılı aletler üretme yoluna gitmiştir. Daha önce bahsetmiştim, örneğin okun bulunması devrim niteliğindedir; 40-50 metreden avı vurabilmişlerdir. Bu sayede diğer hayvanları daha kolay avlayabildiğinden ürün bollaşması meydan gelmiş ama bu beraberinde bir karşıt bir süreci de koşullamıştır. Avladıkları hayvanların sayısı bu sefer azalmaya başlamıştır. Bu durum, hayvanların evcileştirilmesine, evcileştirmeyle ürün bollaşması da, insanları yerleşikliğe götürmüştür.

“Bereketli hilal” dediğimiz bölge kültürel etkileşimin olduğu bir geçiş bölgesidir. İlk insanlar Afrika kıtasından çıkıp dünyanın diğer bölgelerine genelde buradan dağılmışlardır. Burada iklim dengesizdir, insanların daha ilerilere ya da gerilere gitmesini gerektirir. İlk insan toplulukları ileriye doğru gittiğinde ve buralardaki topraklar ancak küçük gruplara yettiği ölçüde, geriden gelen grupları buralara kabul etmemeye başlarlar. Geriye de dönemezler, çünkü gerideki iklim koşulları, orada kalmış insan gruplarına ancak yetmektedir. İlerideki ve gerideki gruplar çoğaldıkça ve buzulların çekilmesiyle karalar azaldıkça, kandaş gruplar parçalanmaya başlar. İşte bu gruplardan parçalananlar, bu bölgeye gelmek zorunda kalır. Bu bölge izole bir bölge değildir. Ayrıca topraklar artık insanlara yetmemektedir. Bu bölgede koşullar zordur. Bu zor koşullar onları yerleşikliğe, tarıma, hayvan evcilleştirmeye, suyu kontrol etmeye yöneltmiştir. Bu açıdan değerlendirdiğimizde Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserindeki “gens” kavramını, yakın doğudaki duruma uygulamak doğru olmayabilir; çünkü burada kaynaklar kısıtlıdır ve “gens” parçalandıkça gidecek fazla bir yer yoktur. Bu yüzden de kültürel değişim kaçınılmaz hale gelmiştir.

Kendine yeten izole ortamlar, değişikliğe yol açmaz. İzole bölgelerde insanlar, yıllarca aynı teknolojiyi ve sosyal-kültürel yapıyı sürdürebilir. Amerika yerlileri ve Avustralya’daki Aborjinler bunun örneğidir. Nüfusları az olup, yaşadıkları topraklar geniştir. Diğer insan gruplarından izole bir şekilde binlerce yıl yaşamışlardır. Bu yüzden de Amerika ve Avustralya’ya gittikleri zamandan beri aynı teknolojileri kullanmışlar ve kandaş yapıyı sürdürmüşlerdir. Topraklar yeterli olduğundan, “gens” yapısı parçalandıkça yeni topraklara gitmekteydiler. Böylece durağan bir topluluk yapısı sürdürülmekteydiler. 

Göbeklitepe’deki mabet benzeri yerlerde, ortada 2 adet, kenarlarda ise 12 adet taş yapı bulunmaktadır. Ortadaki 2 taş dişi ve erkeği temsil ediyor olabilir. Kenarlardaki 12 adet taş ise topluluğu veya 12 ayı temsil ediyor olabilir. Bu mabetlerden 15-16 tane daha olabileceği söylenmektedir. Kanımca bu mabetler, bir araya gelmiş kabileleri temsil ediyor olabilir. Her kabilenin liderleri, ata ruh tapınması şeklinde gösterilmiş olabilir. Kabileler genişledikçe ve topraklar insanlara yetmemeye başladıkça, kabileler parçalanmış olabilir. Diğer mabetler de bunun üzerine yapılmıştır. Yahut nasıl doğa her yıl kendini yeniliyorsa, yaşam ve ölüm de, kışın doğanın ölmesi, yazın da topraktan tohumların yeşermesi olarak tasvir edilmiş olabilir. Bu açıdan kenardaki 12 taş yapı, ayları temsil ediyor olabilir.

Göbeklitepe'nin yapılışını gösteren bir illüstrasyon.

Bütün inanışların kökeninde bu tasvirler mevcuttur. İnsanoğlu doğaya bağımlı olduğu için, dini inanışları da doğa olaylarına, güneşe, toprağa ilişkindir. Tarımsal sürecin oluşmaya başladığı dönemde, insanlar için toprak kutsallaşır. Bereket kültü daha fazla gelişir. İlk önce ana tanrıça toprakla simgeleştirilir. Nasıl ki dişiler, insanları çoğaltıyorsa, toprakta bitkileri ve diğer canlıları çoğaltır diye inanılır. Zamanla erkeğin tarımda söz sahibi olmaya başlaması, sabanın kullanımı, erkeğin gücünü arttırır. (Örneğin Mezopotamya mitolojisinde, dişi İnanna, Temmuz’la birlikte anılır. İnanna toprak anadır, Temmuz ise bahar ayında dirilen, İnanna’yı dölleyen, Kasım ayında ise ölen tanrı olarak tasvir edilir.) Bu da ritüellerin değişmesine sebep olur; artık dişi ve erkek toplulukta eşit haklara sahiptir. Ortada 2 figürün olmasının nedeni bu olabilir. Zamanla bu durum yerini, erkeğin ekonomide daha fazla etkisinin olmasıyla birlikte ata-erkil döneme bırakacaktır.

Üst Paleolitik ve Neolitik çağda, dini ve sosyal-kültürel gelişimi üç döneme ayırabiliriz:

1. dönem; kadının ekonomide söz sahibi olduğu ana-erkil dönem,

2. dönem; aletlerin daha fazla gelişmesiyle beraber kadın ve erkeğin eşit olduğu dönem,

3. dönem; tekniğin daha da ilerlemesi ve erkeğin ekonomide öne geçtiği ata-erkil dönem.

Birinci dönem, dinin oluşmaya başladığı bir geçiş sürecidir. Bereketi ve doğurganlığı simgeleyen ana tanrıça figürleri bu dönemde görülür. Bu dönemde insanların aletleri çeşitlenmeye başlamış, bilgi birikimi artmış, belirli kişiler bazı işlerde uzmanlaşmış, diğerlerine yol gösterici, öğretici olmuş, yani bilgi ve ustalaşma belirli kesimlere statü kazandırmaya başlamıştır. Bu durum beraberinde kişiler arasında farklılaşmayı getirir. Ayrıca aletlerin çeşitlenmesi, daha az kişiyle avcılığın vb, işlerin yapılmasını sağlamıştır. Birileri bir konuda uzmanlaşırken, diğerleri de başka işlerde uzmanlaşmaya başlar. Avcılık faaliyeti önceden kabilenin tüm zamanını alırken, artık boş zaman oluşmaya başlamıştır. Böylelikle, öteki dünya inancının doğduğu, sanatsal faaliyetin gelişmeye başladığı görülür. Bilgiyi elinde tutan ve yol gösteren kişiler artık topluluklarda bir statü elde etmişlerdir. Bu dönemde mağaraların duvarlarına resimler çizenler, insanları hayvanlarla mücadelede gösteren, aslında bir nevi avın provasını yapan usta avcılardır.

İkinci dönemde, kadın ve erkek eşit şartlardadır. Bu yüzden hem kadın, hem erkek tasvirleri ön plandadır. Göbeklitepe’deki mabetlerde ortadaki iki büyük taş anıt, erkek ve kadını temsil ediyor olabilir. Kenarlardaki 12 adet, biraz daha küçük olan taş yapılar, 12 ayı veya kabiledeki yönetici sınıfı temsil ediyor olabilir.

Üçüncü dönemde, artık erkeğin toplulukta egemen olması sebebiyle, dini inanışlarda tanrıçadan tanrıya doğru bir evrilme gerçekleşmiştir.

***

İnsanın Evriminin Kısa Tarihi adlı videoyu izleyebilirsiniz:

İleri okuma önerisi: https://evrimagaci.org/insan-evrimi-insanlar-nasil-evrimlesti-insanlarin-atalari-kimlerdi-insanin-evriminde-hangi-turler-var-60

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.