26 Şubat 2023 Pazar

Konut Sorunu

Mahmut Boyuneğmez

"Ama kesin olan şu ki, bugün bile, büyük kentlerde, akla uygun bir şekilde kullanılmaları durumunda her tür gerçek ‘konut kıtlığı’na hemen çare bulunmasına yetecek miktarda konut binası bulunuyor. Bu da doğal olarak yalnızca bugünkü sahiplerin mülksüzleştirilmesi ya da evlerine evsizlerin veya bugüne kadarki evlerinde aşırı kalabalık bir şekilde yaşayan işçilerin yerleştirilmesi yoluyla gerçekleşebilir ve proletarya siyasal iktidarı ele geçirir geçirmez, herkesin iyiliğinin gerekli kıldığı böylesi bir önlem, bugünkü devletin diğer kamulaştırma ve yerleştirme eylemleri kadar kolay bir şekilde hayata geçebilecektir."[1]

6 Şubat 2023 depremlerinin Türkiye’ye özgül kapitalizm koşullarında toplumsal afete dönüşmesiyle evsizleşen yüz binlerce yurttaşın yerleşebileceği konutlar yok mudur?.. “Bolluk içinde kıtlık” denilen işte budur. Türkiye’nin kapitalist düzeninde kabaca (bir aile ortalama 4 kişi sayılırsa) 6 milyon kişinin barınmasına hazır durumda 1,5 milyonun üzerinde boş konut stoku bulunmasına rağmen, depremzedeler için yapılacak yeni konutlardan gelecek karlar, inşaat şirketlerinin ve sektördeki firmaların iştahlarını kabartıyor. Kapitalist Türkiye’de ihtiyaçtan fazla konut yapılır, konut yapımı ile mülkiyeti bir kar ve rant elde etme kapısı olarak kullanılırken, sosyalist Türkiye’de boş duran konutlar şirketlerden alınıp kamulaştırılacak, ihtiyacı olanlara dağıtılacaktır.

Peki konutların ev sahiplerine ve kiracılara dağılımı ne durumda?.. Aşağıdaki görselde, ev sahibi olmayanlar kiracı olarak geçiyor; başka bir deyişle piyasada oluşan kira bedellerini ödeyenler yanı sıra, lojmanda kalanlar, düşük kira verenler ve akrabalarının sahip olduğu evlerde kalıp kira vermeyenlerin hepsi kiracı olarak değerlendiriliyor. Piyasanın düzenleyiciliğinde kira bedeli verenlerin oturduğu evlerin mülkiyetinin, başkalarına ait olduğu açıktır. Bu mülkiyet Almanya gibi ülkelerde gayrimenkul şirketlerinin elinde toplanıyor.


AB ülkeleri içerisinde en fazla kiracının yaşadığı ülke Almanya… Bu ülkede evlerin yarısında kiracılar ikamet ediyor.[2] 1990'da Berlin Duvarı'nın yıkılmasından sonra Berlin’de 200 binden fazla konut, yatırım fonlarına ya da özel sermaye şirketlerine satılmış bulunuyor. Örneğin Almanya'nın dev emlak şirketi "Deutsche Wohnen" Berlin’deki 110 binden fazla konutun sahibi durumunda. Berlin’de yaşayanların % 80-85’i kiracı ve artan kira fiyatlarından yakınıyor. Berlin yönetimi beş yıl süreyle kiraların dondurulması kararı alsa da, Almanya Yüksek Mahkemesi, 2020 yılında eyalet yetkilileri tarafından getirilen kira üst sınırının anayasaya aykırı olduğuna hükmetmiş bulunuyor. Çünkü kapitalizm koşullarında hukukun ruhunu, üretim ve piyasa ilişkileri oluşturuyor. Almanya'da federal seçimlerle birlikte Berlinlilerin şehirde gayrimenkul şirketleri tarafından yönetilen ve kiraya verilen yüz binlerce konutun kamulaştırılması için düzenlediği 2021 referandumundan ise evet oyu çıkmış bulunuyor.[3]

Bu örnek neyi gösteriyor?.. Kirada oturanların evlerinin kamulaştırılmasının bir ihtiyaç olduğunu ve insanların bunu arzuladığını…

Türkiye için durum farklı görünüyor… Ülkemizde daha çok ev sahiplerinin birden fazla evin mülkiyetini ellerinde bulundurması ve rant geliri elde etmeleri söz konusu… Fakat Türkiye’de de emekçiler kira ödeme derdinden kurtulmak istiyor.

Türkiye’de 2017 yılı itibariyle 23 milyon hane bulunuyor ve bu ailelerin 13,2 milyonu sahip olduğu evde oturuyor. 6 milyon hane ise yaşadığı konut için kira ödüyor.[4] Bu 6 milyon konutun, 2 veya daha fazla sayıda konutun mülkiyetine sahip ev sahiplerine ait olduğu anlaşılıyor.

2002 yılında 3 milyon 79 bin 128 kiracı varken, 2017 yılında 6 milyon 57 bin 146’ya yükseliyor. 15 yılda oturduğu ev için kira ödeyen hanelerin oranı yüzde 18’lerden yüzde 26’ya çıkıyor.[5]

Sosyalist Türkiye’de, başka bir deyişle emekçilerin iktidarında yapılacak ilk işlerden biri, kirada oturulan evlerin mülkiyetine sahip kişilere konutların bedeli, (kar düşülüp) maliyeti üzerinden devlet tarafından ödenerek, kamulaştırma yapılması olacaktır.  Böylelikle Türkiye’deki hanelerin kirada oturan % 26’sı, düşük bir kira bedeli ödemesi yaparak, kamunun mülkiyetindeki konutlarda kalacaktır.

Lojmanlarda oturanlar için kiralar zaten bir sorun oluşturmuyor. Akrabasının konutunda kira vermeden ikamet edenlerin durumunda ise, yine bu ekstradan sahip olunan konutların kamulaştırılması ve oturanların düşük düzeylerde kamuya kira ödemesi devrede olacaktır. İstatistiklerde “ev sahibi değil ama kira ödemiyor” olarak ifade edilen bu hanelerin sayısı, 2002-2017 arasında kabaca 1 milyon düzeyinden, 3 milyon 400 bin düzeyine çıkmış bulunuyor. Bu düzey, toplam hanelerin yaklaşık %15’ini oluşturuyor.

Dolayısıyla ilk etapta kamulaştırılacak konutların oranı % 26 artı % 15, eşittir %31’i buluyor. 6,5 milyona yakın hane için oturdukları konutların kamulaştırılması, toplumsal bir ihtiyaç ve talep olarak karşımıza çıkıyor.

Peki ev sahiplerine ne olacak?.. Türkiye’de hanelerin % 58’sini oluşturan 13,2 milyon hanenin oturduğu evin mülk sahipliği (2017 yılı verisi), zamana yayılarak kamulaştırılabilir görünüyor. Konutta miras hukuku lağvedileceğinden, konut sahiplerinin vefat etmeleriyle birlikte, mülkiyetlerinde bulunan konutların kamuya devredilmesiyle, zaman içerisinde konutta kişisel mülkiyet azalıp, sıfırlanabilir.

Elbette şunu da belirtmek gerekiyor… Bu süreçte kentlerdeki demografik veriler dikkate alınıp, kamu eliyle yeni konutların ihtiyaçlar ölçüsünde yapımı gerçekleştirilirken, eskiden yapılmış ve yeni yapılacak konutların depreme dirençli kılınmaları ve şehir planlamasının diğer ilke ve gereklerine dikkat edilmesi de sağlanacaktır.

Son olarak, “sızdıran bir çatı, nemli duvarları, zemin, temel veya pencerelerde çürümeler olan bir konutta yaşayan toplam nüfus” oranı Türkiye’de % 34,7 düzeyinde bulunuyor.[6] Bu konutların tamiri, bu mümkün değilse ikamet edenlerin yeni konutlara transferi gerekiyor. Yoksulluğun bunları yapmaya engel olduğunu tahmin etmek güç değil. Sosyalizm kamu eliyle yapılacak modern ve sağlıklı konutlara emekçileri yerleştirmesiyle, geçmişin bakiyesi virane konut stoğunu da tasfiye edecektir.

Özetle, sosyalist Türkiye’de herkes oturduğu konutun devlet mülkiyeti aracılığıyla sahibi olacaktır. Sağlıklı ve modern konutlarda barınma, yasal/anayasal bir hak olarak kabul edilecek, herkese bu olanak sunulacak, günümüzde piyasa ilişkilerinin pençesindeki barınma sorunu çözüme kavuşturulacaktır.

17 Şubat 2023 Cuma

Hayırseverlik X Toplumsal dayanışma

Mahmut Boyuneğmez

Hayırseverlik, toplumsal eşitsizliklerin var olduğu zeminde yeşerir. Kapitalist toplumda, emekçilerin çoğunluğu için yoksulluk, sefalet, yoksunluklar ve hayat standartlarının düşüklüğü veriliyken, toplumun azınlığı olan kapitalistlerin ultra lüks yaşamı, milyarlık serveti bulunmaktadır. Bu toplumsal sınıflar arasında ve içerisinde gelir düzeyi açısından bakıldığında eşitsizlikler yelpazesi bulunmaktadır.

Hayırseverlik, yoksulluğu, olanaklara ulaşmada eşitsizlikleri ortadan kaldırmayan, geçici ve derde derman olmayan (palyatif) bir pratiktir. Bu eşitsizliklerin, yoksunlukların ve yoksulluğun toplumsal oluşum mekanizmalarına müdahale edilmesi ve koşulların değiştirilmesi mümkün ve gerekli olduğu halde, hayırseverlik davranışı ve fikri, bu konuda bir bilinç geliştirmenin önüne geçer.

Hayırseverlik, eşitsizliklerin, yoksunlukların olduğu bu dünyada bireylerin bir vicdan meselesi olarak maneviyat alanında kendine yer bulur. Bireylerin vicdanının sesiyle “gönülden ne kopuyorsa” anlayışıyla davranmasına ve iyiliği göstermeden yapma ahlakına diyecek bir şey yoktur. Fakat günümüzde, sadaka verme ve hayırseverlik pratikleri, başka işlevlerle donatılmış durumdadır.

Hayırseverlik davranışı, herkes için ve her durumda “yardım etme” şeklinde gerçekleşir. Hayırseverlik, patron sınıfı, politikacılar ve sosyeteye dâhil pop-yıldızlar vd. için vicdan rahatlatmanın, nesnel toplumsal rollerinin onlara yüklediği vicdansızlıktan arınmanın, olumsuz toplumsal koşulların oluşumundaki sorumluluklarından sıyrılmanın, vergiden kaçırmanın, oy avcılığının, kendilerini aklama ve meşru kılmaya çalışmanın yoludur. Emekçiler içinse hayırseverlik davranışı, merhamet ve acıma duygularının ürünüdür. Toplumsal dayanışmadan farklı olarak hayırseverlik pratikleri ve fikriyle hareket eden emekçiler, eşitsizlikleri, yoksulluğu ve yoksunlukları bir yazgıymış, değiştirilemez bir kadermiş gibi görür ve algılarlar.

Hayırseverlik pratikleri, çoğu durumda bir şov olayına dönüşmüştür. Artık yapılan yardımlar göstere göstere yapılmakta, karşılığında bağlılık, oy, övgü, destek, onay istenmektedir.

Toplumsal dayanışma, hayırseverlik davranışı gibi ayrı ayrı gerçekleşen ve vicdan rahatlatan tek tek “olaylar” değil, insanların/topluluğun aktif etkileşimini, emeğini, yardımlaşmayı ve kolektif çalışmayı barındıran bir “süreç”tir.

Dayanışma, zor durumun, yoksunluğun ortadan kaldırılması yönünde ortaklaşmış bir mücadeleyi anlatır. Bu mücadele sırasında, etkilenen ya da zor durumdaki insanlarda, içinde bulundukları durumun oluşum mekanizmalarını kavramaya dönük bir bilinç gelişimi mümkündür.

Toplumsal dayanışma bir süreç içerisinde birçok insanın özverili faaliyetleriyle gerçekleştiğinden, şov yapmaya dönüştürülemez.

Kapitalist sınıf, dayanışma örneklerine sahip değilken, emekçilerin çalışma ve yaşam mekânlarında birçok konuda dayanışma içerisinde olduğu gözlenir.

Bu yazılanlar ışığında ve bunlara ek olarak, 15.02.2023 akşamı TV ekranlarında/radyolarda bir şovla toplanan 115,1 milyar liralık bağış hakkında şunlar belirtilebilir:

i) Halkın parasıyla halka hayırseverlik şovu yapılmıştır. Çünkü bu paraların kaynağı, emekçiler için düşük ücret yüksek sömürü gerçeği, kamu ihaleleriyle patronlara transfer edilen paralar, patronların kaçırdığı, ödemediği, affedilen vergileri, halkın bankalardaki tasarrufları, emekçilerin alın teriyle yarattığı değerlerdir.

ii) AFAD/Kızılay özelinde kamunun kapasitesi o kadar zayıflatılmıştır ki, Merkez Bankası ve kamu bankaları adındaki devlet kuruluşlarından, anılan bu iki diğer devlet kuruluşuna para aktarılmıştır. Devletin bir cebindeki para, diğer cebine geçmiştir.

iii) Şirketlerin ve para babaları/patronların yaptıkları bağışlar, gelirden dolayısıyla vergi ödemelerinden (zaten pek de ödemedikleri vergilerden) düşülecektir.

iv) Emekçilerin ve Türkiye solunun deprem bölgesinde yürüttükleri dayanışma mücadelesi, değerlidir ve desteklenmelidir.

9 Şubat 2023 Perşembe

Deprem: Ve ölünce beş on bin ölüyorduk güneşe karşı

Oysa korkacak hiçbir şey yoktu her şey naylondandı o kadar

Ve ölünce beş on bin ölüyorduk güneşe karşı

Turgut Uyar


Enkaz altında kalanların tamamına yakınını bulup çıkarmak, yaralıların, aç açık kalanların, tüm depremzedelerin yaşamda kalmasını ve tüm temel ihtiyaçlarını karşılamak için her şey vardı ve var. En azından potansiyel olarak.

Yıkılan tüm binaların metrik koordinatlarını köylere kadar tespit edebilecek yüksek çözünürlüklü uydu fotoğrafları ve dronelar....

Enkaz altından cep telefonuyla gelen tüm yardım çağrılarını anında toplayıp yer ve durumlarına göre tasnif edip ilgili arama kurtarma birimlerine iletebilecek dijital platform teknolojileri...

Enkaz altında kalanları arama-bulma için termal kameralar, gece görüş dürbünleri, 20 metre göçük altındakilerin soluk alış verişlerini dahi diğer her türlü sesten ayrıştırıp tespit edebilecek yüksek frekanslı cihazlar, eğitimli köpekler...

Arama kurtarma ekiplerini ülke çapından deprem bölgesine taşıyacak uçaklar, deprem bölgesinde gerekli her noktaya hızla taşıyıp dağıtacak helikopterler.

Arama kurtarma çalışmalarında kullanılacak vinçler, iş araçları, jeneratörler, projektörler, ve her türlü araç gereç...

Deprem bölgesi çapında en çok bir gün içinde kurulacak en az 10 sahra hastanesi ve çok sayıda geçici çadır kent için; gerekli tıbbi ilaç, malzeme ve teçhizat için; gıda ve diğer temel ve yaşamsal ihtiyaçları dağıtacak yüzlerce dağıtım merkezi oluşturmak için; bunları ülke çapında bölgeye ve bölge içinde gerekli noktalara taşımak için; her türlü lojistik araç, teçhizat, araç gereç, malzeme...

Ve hepsinden önemlisi tüm bu araçları nasıl kullanacağını bilen, dijital teknolojiler, lojistik, arama kurtarma, sağlık, bakım, organizasyon ve deprem bölgesinde ihtiyaç duyulan her konuda gerekli olanları yapabilecek vasıflı ve her türden insan gücü, emekçiler de var.

Onlarcası, yüzlercesi bir araya gelip, internete düşen tüm enkaz altı çağrılarını otomatik olarak toplayıp ilgili kurumlara yönlendiren dijital teknoloji platformlarını 1 gün içinde kuran yazılım/bilişim işçileri...Göçük, istihkam, arama kurtarmada uzman olan maden işçileri. İtfaiye işçileri. İnşaat işçileri. Vinç ve diğer iş makinesi operatörü işçiler. Lojistik işçileri. Dağıtım merkezi işçileri. Hekim ve hemşireler. Bakım işçileri...

Bölge çapında, ülke çapında, hatta uluslararası planda depremzedelerle dayanışmak için varını yoğunu ortaya koyan emekçiler. Arama kurtarma ve diğer faaliyetler için gönüllü kuyruğuna girenler, tedarik ve sevkiyat organizasyonu yapanlar, üç kuruşunu/lokmasını paylaşanlar, evini açanlar....

Peki olmayan ne?

Olmayan en başta merkezi organizasyon ve koordinasyon.

Tüm bu olanaklara, potansiyellere karşın, depremin 3. gününde yıkılan binaların yaklaşık yarısına halen ulaşılamamış durumda. Ulaşılan yerlerin önemli bölümünde ise belirgin bir organizasyon yoksunluğu, bazılarında kargaşa yaşanıyor. Depremzedelerin kendi olanaklarıyla iş makinesi bulup buluşturdukları yerde kurtarma ekipleri yok, kurtarma ekiplerinin olduğu yerde iş araçları olmayabiliyor, gönüllü kurtarma ekipleri içinde istihkam yapmayı bilenler olmayabiliyor, enkaz altından yaralı çıkarılanlar ambulans bulamayabiliyor, ya da ağır yaralı olarak hastaneye götürülebilenler tıbbi teçhizat ve ilaç yokluğu nedeniyle yaşamını yitirebiliyor. Benzer karışıklıklar gıda vd temel ihtiyaçların tedarik ve dağıtımında yaşanabiliyor, vd.

Merkezi tedarik, sevkiyat, organizasyon ve koordinasyonun merkezi devlet iktidarı tarafından yapılması bekleniyor. O yapmıyor ve yapamıyor, hatta yapmaya çalışanların da önemli bir bölümüne engel oluyor.

Neden?

Birincisi, devlet sermayenin baskı, savaş ve yeniden üretim aracı; neoliberal kapitalizm koşullarında kendisi de daha dolaysız olarak sermayeleşmiş, şirketleşmiş, kar ve piyasa kurallarına göre işliyor hale gelmiş. Kapitalist devletin, baskı, savaş, kar, rant, asalaklık, yiyicilik dışında bir işlevi; toplumsal ihtiyaçlar için bir tanımı zaten yok. Eğer bir dönem az buçuk ve biçimsel olarak var idiyse, o da o dönemin sınıf mücadelelerinin ve sosyalizmin basıncının bir sonucuydu. Bugün yok. Olmadığını Pandemi döneminde gördük, sel felaketlerinde gördük, büyük ve yaygın orman yangınları döneminde gördük, deprem döneminde de görüyoruz. Bunların hepsinde bırakalım merkezi iktidarı, “ilgili” kurumlarının (Sağlık Bakanlığı/Sağlık Sistemi, Çevre Bakanlığı/Su İşleri, Tarım-Orman Bakanlığı/Orman Genel Müdürlüğü, İç İşleri Bakanlığı/AFAD vd) skandallarını, rezalet ve sefaletlerini gördük: Yeterli bütçeleri, teçhizatları, malzemeleri, personelleri yok, maliyetlerin minimize edilmesi kurumların işlevsizleşeceği bir noktaya kadar dayanmış, bütçeler sermayeleştirilmiş veya sermayeye peşkeş çekilmiş, hepsi yiyicilik kurumlarına dönüşmüş.

İkincisi, kapitalist devlet özel mülkiyet üzerinde yükselmekle kalmıyor, tümüyle sermayeyle kaynaşmış; sermayenin yasası kar, devletin de yasasıdır. Bölge ve ülke çapında sayısız inşaat ve maden şirketinde arama kurtarma faaliyetlerinde kullanılabilecek sayısız iş aracı var, arama kurtarma faaliyetlerinde profesyonel olarak çalışabilecek binlerce maden ve inşaat işçisi var. Ama kapitalist devlet iş makinelerine geçici olarak el koyup deprem bölgesinde gerekli noktaya sevketmeyi aklından bile geçiremiyor, deprem bölgesinde gönüllü olarak çalışmak için başvuran sayısız maden, inşaat, makine operatörü, sağlık işçisinin de, çalıştıkları kapitalist işyerleri/patronların karları aksamasın diye, çoğunun bölgeye gitmesine engel oluyor.

Üçüncüsü, bürokrasinin hantallığı, küflü koridorları ve ultra formalist dolambaçları ve yetkeciliği, halka tamamen yabancılaşmış ve düşmanlaşmış olması. Her şehirde binlerce gönüllü bölgeye gidebilmek için işyeri patronlarından izin, onu aşabilirlerse AFAD’dan izin, AFAD başka bir kurumdan o daha yukarıdan izin bekliyor. Bu asalak bürokrasi aman koltuğumdan ve rantlarımdan olmayayım diye sorumluluk almaktan kaçıyor, yukarıdan talimat gelmeden tuvalete bile gidemiyor, ve zaten rutin, küflü, en ufak bir üretkenliği ve (kendi yiyiciliği dışında) inisiyatifi olmayan “işler”inin biraz dışına çıkan, hele ki bu çapta acil bir durum ve ihtiyaçla karşı karşıya kalınca, apışıp kalıyor. Buna bürokrasinin küflü labirentleri içinde, farklı rant/statü çeteleri arasında çekişmeler, fırsatçılar, birbirini çelmeler vbyi ekleyelim.

Dördüncüsü, kendini ülkenin, toplumun her şeyin biricik sahibi ve hakimi olarak gören; kendi kontrolü altında olmayan hemen her şeyi ve herkesi rakip ve tehdit olarak gören, tekçiliktir. Vitrinlik kadarını, oya ve ranta tahvil edilebilecek kadarını ben yaparım, benim yapmadığımı ve yapamadığımı da kimseye yar etmem mantığıdır. Bölgede koca koca kolordular varken, arama kurtarma vd işler için ilk 30 saatte yalnızca 3500 askerin sevkedilebilmesi, “darbe” korkusundan değil, deprem çalışmalarında birincisi ordunun öne çıkması ve itibar kazanması korkusu, ikincisi ve daha önemlisi ise, erlerin halkla kaynaşması korkusundandır. Keza maden işçilerinin, sağlık işçilerinin, işçi sınıfı ve halktan sayısız gönüllünün özverisi ve aktif dayanışma çabasının, tüm toplumsal ihtiyaçlar için sınıf dayanışması ve mücadelesini geliştirme dinamiklerinden duyulan korkudur.

Beşincisi, yeraltındaki fay hatları yerüstündeki toplumsal (sınıfsal, ezilen ulus, ezilen mezhep, ezilen cins) fay hatlarını da tetikler. Bu çapta bir toplumsal felaket ve kıtlığın doğal olmadığını görmeye, yerleşim alanlarından konut yapımına, kimlerin en büyük yıkıma uğradığından sonrasında kimin ne yapıp yapmadığına kadar, derin ve travmatik bir toplumsal bilinç sarsıntısına ve öfkesine yol açar. Ekonominin, üretim araçlarının, üretimin, dağıtımın, devletin, toplumun mevcut organizasyon biçiminin sınıfsal ve siyasal karakterini, kimler için ve nasıl işlediğini kendi travmatik kolektif öz deneyimleriyle daha fazla görmesine yol açar. İşte bu yüzden ve bu koşullarda bile kapitalist devlet iktidarının öncelikli işlevi, baskı, sansür, yasak, engelleme, bilinç bulandırma, manipulasyon, kitle kontrolü ve tahakkümü olmaya devam eder. Çünkü “güvenlik” her zaman sermayenin, özel mülkiyetin ve iktidar aygıtının güvenliğidir. Korku da her zaman bu bilinç sarsıntısı ve öfkenin, sermaye diktatörlüğüne karşı sınıf bilinç, dayanışma, örgütlenme, mücadele ve isyanına yol açması korkusudur. Evet onlar halkın kendi acılarını sarmak için dayanışma seferberliğinde bile bir Gezi hayaleti, bir başkaldırı hayaleti görüyorlar...

Ama tüm bunlar, kapitalist üretim tarzının, özel mülkiyetin ve kapitalist devletin, giderek sıklaşan ve büyüyen toplumsal yıkım ve felaketlerin gerçek müsebbibleri olduğunu, dahası en yakıcı en yaşamsal toplumsal ihtiyaçların karşılanmasının gerçek engelleri olduğunu göstermekle kalmaz. Çok daha derin bir şeyi de açığa çıkarır: Bunların tarihsel olarak tümüyle gereksizleştiklerini.

Çoğu emekçi devleti “toplumun ortak ihtiyaçlarını karşıladığı ve organize ettiği, can ve mal güvenliğini koruduğunu, dara düşenleri kolladığı, gerekli durumlarda elbirliğini organize ettiği”ni düşündüğü için zorunlu bir ihtiyaç gibi baştacı eder. Kriz koşullarında bu ihtiyaçlar yakıcılaştığı ve onları devletten başka karşılayabilecek ve organize edebilecek bir kurum görülemediği için emekçilerin bir kesiminde (tıpkı aile fetişizmi gibi) devlet fetişizmi de artabilir. Ama bir Pandemi sürecinde bile tedarik ve organizasyon yapamayan/yapmayan; orman yargınlarında iki tane yangın söndürme uçağı kaldıramayan; 10 ili kapsayan bir deprem yıkımı sürecinde gerekli tedarik, sevkiyat, organizasyonu yapmayan/yapamayan böyle bir devleti hangi emekçi ne yapsın ki?

Depremin en acil ve yaşamsal müdahale gerektiren ilk günlerinde, ne yapılabildiyse, büyük çoğunluğunu, yine cansiperane biçimde işçiler, emekçiler yaptılar. Az sayıda sol sendika ve örgüt, sayısız gönüllü inisiyatifi, hem de büyük yoksunluklar içinde büyük bir yaratıcılıkla, inisiyatifle, özveriyle.

Hatta işçi emekçi gönüllü ekip ve inisiyatiflerinin ilk 2-3 günde tüm yıkım alanlarına ulaşması, aç açıkta tek kişi bırakmaması da mümkün olabilirdi, eğer:

Sermaye, özel mülkiyet ve kapitalist devlet engelleri ve engellemeleri olmasaydı;

Ve işçi sınıfı ve emekçilerin, bağımsız merkezi bir seferberlik, tedarik, sevkiyat, elbirliği organizasyon ve koordinasyonu olsaydı...

Hele ki bugünün teknolojisiyle, nerede ne kadar uzman, operatör, şu veya bu yetiye sahip emekçi, nerede ne kadar iş aracı, diğer araç gereç, tıbbi malzeme, gıda vd stoğu, sağlam boş barınma alanı vd var; deprem bölgesinde nerede ne kadar neye ve kime ihtiyaç var... Şu şu noktalardaki insanların ve araçların bu bu noktalara götürülmesi için neye ihtiyaç var ve en kısa zamanda nasıl gerçekleştirilebilir... Şu şu noktalardaki enkaz altından çağrılar için hemen nasıl yeni ekipler ve ekipmanlar oluşturulabilir ve şu şu ekiplerin sonraki hareket noktaları ne olacak... Günümüzde dijital algoritmik platform teknolojileri, nasıl yüzbinlerce tedarikçi, yüzlerce dağıtım merkezi, lojistik hatları ve dağıtım ağları ve tüm alanlardaki yüzbinlerce emekçi ile çağrıları birlikte, dakik ve dinamik olarak organize edebiliyorsa öyle...

Tüm bunlar kapitalizmde yapılamayacak ve kapitalist devletin de yapamayacağı bir şeyi gerektirir: Merkezi planlama.

Her türlü merkeziyetçilik ve planlamayı “otoriterizm, totalitarizm” diye yaftalayıp, bu kadar yakıcı ve yaşamsal hale geldiği bir dönemde solda bile hatırlanmamasında rol oynayan liberallerin, anarşistlerin, “yeni” ve post-modern solun, bugün deprem sürecinde “devlet nerede” ya da “merkezi koordinasyon yok her şey karadüzen gidiyor” diye ağlaması ironiktir.

Oysa böylesi bir deprem olasılığı karşısında kapsamlı önlemler (güvenli kent ve yapı stoğu yerleşim planlamaları, bina-yapı tasarımları vd), deprem durumu için çeşitli simülasyonlar ve senaryolar çerçevesinde gerekli her türlü insan, araç ve malzemenin nereden nasıl harekete geçirilip organize edileceğine dair (yedekler dahil) önceden hazırlanmış program ve projeler, deprem gerçekleştiğinde hızla somut durumu analiz edip gerekli seferberlik organizasyonunu yürütecek ve düzenleyecek birimler, merkezi planlama ve organizasyon olmadan mümkün değildir.

Çünkü kapitalizmde diğer her türlü engeli bir yana bıraksak bile, emeğin, üretim araçlarının ve ürünlerin dağılımını ve birbiriyle ilişkisini belirleyen değer yasası ve kar oranlarıdır. Ve bu deprem koşullarında bile işlemeye devam eder. Açlık ve susuzluk koşullarında zaten aşırı pahalılandırılmış suyun ve ekmeğin fiyatının ikiye katlanması gibi.

Merkezi planlama, günümüz teknolojik gelişmeleriyle (yapay zeka, nesnelerin interneti, dijital platformlar vd) çok daha gelişkin olanaklara sahip olmakla birlikte, kuşkusuz yalnızca ve basitçe teknik bir sorun değil, sınıfsal, toplumsal, siyasal bir sorundur. Neyin, ne kadar, kimler tarafından kimler için nasıl üretileceği sorunudur. Üretim, yönetim, toplumsal koşul ve ilişkilerinin kimlerin (hangi sınıfın) elinde ve kontrolünde nasıl biçimlendirildiği sorunudur. Bir devrim sorunudur. Sosyalizm ve toplumsal ihtiyaçlar için, yaşamı korumak ve geliştirmek için planlama ve organizasyon sorunudur.

Depremin ilk 3 gününe bu eksenden baktığımızda:

1- Milyonlarca işçinin ve ezilenin yaşamda kalması ve yaşamlarının yeniden üretimi (karlarını azaltmadığı tam tersine artırdığı ölçüde) sermaye diktatörlüğünün umurunda değildir.

2- Sermaye diktatörlüğü bizzat kendi yol açtığı toplumsal yıkım koşullarında da, emekçilerin yaşamda kalabilmesinin ve yaşamlarının yeniden üretiminin en büyük engelidir.

3- Sermaye diktatörlüğü, emekçilerin yaşamda kalabilmesi ve toplumsal yaşamın yeniden üretimi açısından bile, tarihsel olarak tamamen gereksizleşmiştir.

4- Muazzam toplumsallaşmış işçi sınıfı, bağrında büyüyen yeni üretici güç ve yaratıcı yetilerle birlikte, bin kat daha iyi, daha hızlı, daha nitelikli, daha gelişkin, daha inisiyatifli, daha kolektif elbirliği seferberlik ve organizasyonlarını gerçekleştirme potansiyeline sahiptir.

5- Bu açıdan ihtiyaç duyulan, taban inisiyatifleri, gönüllü inisiyatifleriyle de hızla bütünleşen, bu inisiyatifleri engelleyip bastırma yerine geliştiren, birbiriyle buluşturan ve organize ve koordine eden, merkezi planlama ve organizasyondur.

6- Bugünkü koşullarda bunun ilk adımı depremzedelerin olabildiğince çok sayıda, işçi, emekçi, kadın, Kürt, Arap, vd komitelerini oluşturmak ve bunlar arasında adım adım bir merkezi koordinasyon oluşturmaya çalışmaktır. Çünkü onbinlerce gönüllünün büyük bölümü önünde sonunda geri dönmek durumunda kalacak, dışarıdan destek sürecek olsa da, yüzbinlerce, milyonlarca depremzedenin iş, ekmek, sağlık, eğitim, yaşam mücadelesi, bu sürecin her bir kademesinde ve bütününde (çadır kentler, konteynır kentler, göçülen yerler, kayıpların telafisi, istihdam, tedarik, devlet baskıları ve çetelere karşı özsavunma...) aylar ve yıllar boyunca devam edecektir. Bir diğer adım halkın katillerinin müteahhitlerden ve en tepedeki yetkililere kadar, belgeleriyle tam listelerinin çıkartılması (bu konuda şimdiden bazı önemli inisiyatifler var), teşhir edilmeleri ve depremzedelerin halk mahkemelerinde yargılanmalarıdır.

7- Bugün zaten işçi sınıfının, ezilenlerin büyük bir bölümü yaşamda kalma savaşı veriyor. Ama o da nasıl bir yaşam? Kendi yaşamlarımızı sömürmeleri için sermayeye pazarlayabildiğimiz ölçüde yaşamda kalabildiğimiz bir “yaşam”. Bir son noktaya doğru gelip dayanıyoruz: Bu sistem kapanında, bırakalım gelecek güvencesini, artık yaşamda kalabilme güvencesi de yok. Emek, yaşam, doğa sürekli bu sistemin tehdidi, yağması ve katliamı altında. Ve ölünce beş on bin, yirmi bin, yüz bin ölüyoruz artık seri iş cinayetlerinde, kadın cinayetlerinde, savaşlarda, kanserde, kuraklıkta, açlıkta, pandemide, depremde.... Yaşamda kalabilmek için bile devrime zorlanan sınıf, diye tanımlamıştı Engels işçi sınıfını bir keresinde. Yaşamda kalabilmek için değil yalnızca, yaşamlarımızı toplumsal ve bireysel, doğayla kaynaşmış bir büyük yaşam olarak geliştirebilmek, özneleştirebilmek, özgürleştirebilmek içindir sosyalizm mücadelesi...

4 Şubat 2023 Cumartesi

Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü

Hazırlayan: MAR

Bu yazı, Kemal Okuyan’ın Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Antitezler adlı çalışmasının özetidir. Bu özetin eksikleri olduğu gibi, yazılanlar kavrandığı oranda yansıtılabilmiştir. Okura Sovyetler Birliği’nin çözülüşü hakkında bir perspektif sunulması amaçlanmıştır. Kitabın okunmasını önerdiğimiz ise açıktır.


1) Sovyetler Birliği (SB)’nin çözülüşü kaçınılmaz değildi. Sosyalizm, tarihsel olarak nesnel bir olgu olan siyasal devrimi izler ve nesnel toplumsal dönüşümler üzerinde yükselir. Bu nesnel kesitler, öznel karar almaları ve gerçekliğe müdahaleleri içerir. Öznelerin politikaları ve uygulamaları, nesnel süreçlerin bileşenidir. SB’nin çözülüşü tarihsel kesitinde, süreçlerin başka türlü gelişimini sağlayacak, sorunları düzeltecek, karşı-devrimcilerin eylemlerini boşa çıkaracak müdahalelerde bulunulabilirdi.

2) SB’nde sosyalizmin çözülüşünde Bolşevizm adındaki siyaset yapma tarzının gereğinden erken terk edilmesi etkilidir. Bolşevizm olmasaydı, Rus devrimi kısa sürede karşı-devrimle sonlanır, ülkeye emperyalist müdahale gerçekleşir ya da devrim kendiliğinden sönüp giderdi. Bolşevizm uzunca bir süre sosyalist iktidarı korumuştur. Bolşevik öncü devrimci siyaset tarzı ve toplumsal yaşama jakoben müdahalelerden uzaklaşıldığında, sosyalizmin kuruluşunda ilerleme tıkanmıştır.

3) Rusya, sosyalist kuruluşa izin vermeyecek ölçüde geri bir ülke değildir. Sovyet iktidarının, endüstrileşmek, eğitim sorunlarını çözmek için büyük çabalar sarf ettiği doğrudur. Fakat eşitsiz gelişme sadece siyasal iktidarın işçilere geçişi döneminde değil, siyasal devrimi izleyen toplumsal devrim döneminde de gözlenir. Sosyalist kuruluş için gerekli olan, kitlelerin yaratıcı enerjisi ve bu enerjiyi komünizm hedefi doğrultusuna yönlendirecek öncü komünist partidir. Bu ileri unsurlara sahip bir ülke, iktisadi gelişmişlik açısından göreli olarak geri de olsa, sosyalist kuruluşta başarıyla ileri sıçramalar gerçekleştirebilir.

4) Sovyet iktidarı, 1. Dünya Savaşı ve sonrasında iç savaşla, toplamda 7 yıl savaşın yıkıcı yükünü sırtlamış, 2. Dünya Savaşı’nda 20 milyonun üzeride yurttaşını kaybetmenin ağırlığını taşımıştır. Fakat bunlarla baş edebilecek güce sahip olduğunu da göstermiştir. SB’nin bu süreçlerin yükünü taşıyamadığından yıkıldığını söylemenin hiçbir inandırıcılığı yoktur. Öte yandan kolektivizasyon politikasıyla toprak sahibi zengin köylülerin tasfiyesi, toplumsal gelişimi/devrimi frenlememiş, aksine bu gelişimin bir hamlesini oluşturmuştur.

5) SB’nde sosyalizmin çözülüşü temel olarak ekonomik sorunlardan kaynaklanmamıştır.

Sosyalist kuruluş döneminde, ekonominin farklı sektörlerinde farklı zamanlarda ve farklı hızlarda üretim araçlarının kamulaştırılması gerçekleşir. Bunun için sosyalist iktidarın iradi politikaları gereklidir. Bu öznel iradi politikalar ve uygulamalar, nesnel süreçler içerisinde özel bir yere sahiptir. Komünizm hedefi/perspektifi, “sosyalist üretim tarzını” bu hedefe bağlı ve geçici kılar. Sosyalizmin sınırlandırılmış meta üretimi ve piyasası, kendi hallerine bırakıldığında yayılır ve derinleşir, üstelik kamu mülkiyeti bunu önlemek için yeterli değildir.

SB’nde somut olarak neler olmuştur?.. 3 yıl süren “savaş komünizmi” döneminde, iç savaş sırasında ortaya çıkan gıda gereksinimini karşılamak için otoriter bir ekonomi yönetimi uygulanmıştı. İç savaşla birlikte 7 yıl süren savaş nedeniyle, altyapı tahrip olmuş, iş disiplini kaybolmuş, işletmeler arası bağlantılar kaybolmuş, birçok fabrika yönetsel bir karmaşanın içerisine girmiş, tarımda mülk sahibi sınıfların direnişiyle kentlerde açlık baş göstermişti. Bunun üzerine geçici bir soluklanma olarak NEP (Yeni Ekonomi Politika)’ya geçildi. Durma noktasına gelen üretim canlandırıldı. Bu dönem sayesinde Sovyet ekonomisi toparlandı. Fakat bazı sektörlerde yerli ve yabancı kapitalistler sahne almaya başladı, mülk sahibi sınıflar palazlandı. 1929 yılında başlatılan kolektivizasyon hamlesiyle, zengin çiftçileri denetleme politikasından, onları bir sınıf olarak ortadan kaldırma politikasına geçildi. Sosyalizm, tarımda üretim ilişkilerini dönüştürme ve komünizmin kır ile kent arasındaki farkı azaltarak sonunda kaldırma hedefi doğrultusunda, tarımdaki özel mülkiyeti tasfiye etmek zorundadır. SB’nde köylü nüfusunun % 5’ini oluşturan zengin toprak sahipleri, kolektivizasyonla tasfiye edildiler.

Kolektivizasyon ile birlikte tarımdaki mülkiyet biçimleri şunlar oldu: Devlet çiftliklerindeki kamu mülkiyeti, kolektif çiftlikler (kolhozlar)’daki üye çiftçilerin sınırlandırılmış mülkiyeti, çiftçi ailelerin kendi tasarruflarındaki topraklardaki mülkiyeti… Kolhozlar ürünlerini devlete, başka ekonomik birimlere ve doğrudan pazara sürüyorlardı. Toprağı alıp satma hakları yoktu, fakat meta üretimi yapıyorlardı. SB’nde belirgin bir kırsal nüfus vardı ve Sovyet iktidarı, işçilerle yoksul köylülerin ittifakına dayanıyordu. 1935 yılında 250 bine ulaşan kolhoz bulunuyordu. Bu kolektif çiftliklerde melez bir mülkiyet biçimi, melez bir toplumsal örgütlenme ve melez bir sınıfsal karakter bulunmaktaydı.

Kolektivizasyon hamlesi, kırların dönüşümünü tamamlamamıştır. Bunun nedeni tarımın modernizasyonunun zamana ihtiyaç duymasıdır. Fakat Sovyet köylüsü 2. Dünya Savaşı’nın bitimine kadar, ideolojik ve siyasal mücadeleyle rejime kazanılmıştır. 1950’lerle birlikte kolhoz sistemi ve sınırlandırılmış meta üretimi kanıksanmış, kırların dönüşümü doğrultusunda yeni siyasal ve ideolojik hamleler geliştirilememiştir. Kolhozların sovhozlara (devlet çiftlikleri) dönüşüm süreci örgütlenmemiştir. Kolhozlar, planlama sistemine bütünüyle dâhil edilemiyordu, halkı birçok ürünü farklı fiyatlardan almak durumunda bırakıyordu, Sovyet devletinin dış ticaret tekeliyle uyum sorunları bulunuyordu. Kolhozlara sorun oluşturmuyormuşçasına ve kalıcı bir mülkiyet biçimi olarak yaklaşılması yanlıştı.

Köylülerin kendi gereksinimlerini karşılaması için kullandırılan ve geçici bir uygulama olarak görülen “kişisel bahçeler”in, yüz ölçümlerine kıyasla tarımsal üretimdeki paylarının çok artması, kolhoz üyesi çiftçilerin, kolhozların yanı başında yer alan bu topraklardaki üretimi, asli iş alanı haline getirmesi, bu bahçelerde yetiştirilen ürünlerin ve hayvanların, kişisel gereksinimlerin karşılanmasının ötesine geçip, pazara sürülmesinin önüne geçilmemesi, hatta bazı örneklerde teşvik edilmesi başka bir sorunu oluşturmaktaydı. “Komünizme doğru ilerlediği” iddia edilen SB’nde 1977 Anayasası’nda bahçe ekonomisine yeni güvenceler bile verilmişti. 1935-56 yılları arasında bahçe ekonomisinin küçültülmesi/denetlenmesi yolunda girişimlerde bulunulmuşsa da, Sovyet iktidarı, bu uygulamayı ortadan kaldırmadı.

SB’nde sınırlandırılmış meta üretimi, bir egemen ya da yönetici sınıf doğurmamıştır. Garbaçovcu kapitalist restorasyon, uyuşturucu, silah, kadın pazarlayıp, kamusal zenginlikleri yağmayla oluşan bir sermaye birikimiyle/kapitalist sınıfla birlikte gerçekleşmiştir. SB’inde kapitalizmin restorasyonu, “devlet kapitalizmi” olarak adlandırılan bir zemin üzerinde olmadı. SB’nde çözülüş Stalin sonrası SBKP önderliğinin ideolojik çizgisinin belirsizleşmesi, siyasal ve ideolojik mücadele dinamizmini yitirmesiyle şekillenmiştir.

SB’nde planlama mekanizmalarındaki aksaklıkların iki temel nedeni bulunmaktadır: Kolhozlar, kişisel bahçeler gibi planlamayı dağıtıcı ekonomik unsurlar tasfiye edilememiştir ve merkezi planlama, toplumu ileri hedeflere yönlendiren öncü partinin ideolojik açıdan kurumasıyla teknik boyuta indirgenmiştir. Sosyalizmde planlama, komünizme dönük toplumsal hedeflere doğru mevcut üretici güçleri geliştirme işlevine sahiptir. Sosyalizmde merkezi planlama, ekonomiyi toplumun yararına, rasyonel biçimde, sektörler arası uyum sağlayıp, tasarruflu şekilde yönetmenin adıdır. Fakat sosyalist kuruluş sürecinde planlama, neyin ne kadar üretileceği teknik boyutunun ötesinde komünizme dönük hedefler doğrultusunda siyasal bir mücadele aracıdır da. Sosyalizmde ideal planlama, merkezidir, çünkü mülkiyet ilişkilerinde, tamamıyla kamu mülkiyetine geçiş, sosyalist kuruluşun temel izleğidir.

6) SB’nde kapitalist sistemde görülen insanlar arası eşitsizliklere karşı büyük pratik başarılar elde edilmiştir. Eğitim, sağlık, kültür, barınma, spor, ulaşım, tatil, ısınma gibi başlıklarda paranın saltanatı kırılmış, bu alanlarda eşitlikçi bir toplumsal yaşam oluşturulmuştur. Sovyet insanı, doğal bir şeymiş gibi gördüğü eşitlikçi yaşamın, karşı-devrim sonrasında elinden kaçıp gitmesi karşısında önce şaşa kalmıştı, iş işten geçtikten sonraysa öfkelenmişti… SB’nde henüz 1930’ların ortalarına gelindiğinde bile toplumsal eşitsizlikler, neredeyse ücret farklılıklarına kadar daraltılmıştır. Fakat 2. Dünya Savaşı’nın ardından Stalin henüz hayattayken, daha ileri bir eşitlikçilik, siyasal-ideolojik mücadele konusu olmaktan çıkmıştır. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalist kuruluşta yeni bir hamle için gerekli olan ideolojik/siyasal silkiniş yaşanmamıştır. Bu konuda ideolojik-siyasal hedefler konulmamıştır. Maddi özendiriciler ve ücret farklılıklarının yerine ücret farklılıklarının minimum düzeye çekilmesi için kitlelerin ideolojik anlayışında bir dönüşüm seferberliği, parti önderliği tarafından yaşama geçirilmemiştir.

7) SB’nde çalışma hayatında, komünizm hedefiyle uyumlu bir çizgide çalışma saatlerinin azaltılması perspektifi yitirilmiştir. Hruşçov’dan itibaren Sovyet yöneticileri, “komünizmi kuruyoruz” diye dursun, 7-8 saatlik çalışma yürürlükteydi. Komünizmde çalışmanın doğallaşması ve yaşamsal bir gereksinime dönüşmesi (insanların yetenekleri ve güçlerinin gerçekleşmesi, yaratıcı bir faaliyet olarak çalışma) için, sosyalizm dönemi bir geçiş toplumudur. Komünizm ise, dünya ölçeğinde olanaklı bir toplumsal sistemdir.

8) SB’nin ekonomik sorunları vardı; gerilik, verimsizlik, hantallık, köhnemişlik, kalitesizlik gibi. Fakat bunlar merkezi planlamaya veya kamu mülkiyetine bağlanamaz. Ne yaptığını bilen bir önderlikle bu ekonomik sorunlar aşılabilirdi. SB’nde üretici güçlerin gelişiminde yaşanan durgunlaşma, ülke ekonomisinin yönünü yitirmesiyle ilişkilidir. SB bilimsel-teknolojik ilerlemede nicel ve nitel birçok başarıya imza atmıştır. Örneğin Sovyet uzay ve silah sanayisi hiç de geri durumda değildir. Fakat Sovyet teknolojisinin göreli olarak geri olduğu alanlar vardı. Bu geriliğin nedeni, sosyalizmin yeni bir toplumsal yaşam oluşturulmaya başlandıktan sonra, bu yaşam tarzında ısrarını korumak, bilimsel-teknolojik gelişmeleri yeni toplumsal yaşama aktarmanın yollarını aramak için gereksindiği devrimci siyasal-ideolojik hedeflerin yokluğuydu. SB kendi referans kriterlerini unutarak, verimlilik, büyüme, tüketim, demokrasi, insan hakları, kültür gibi başlıklarda kapitalist referanslarla değerlendirme yapılmasına izin vermiştir. Örneğin, Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde “portakal yoktu, tüketilmiyordu” türünde bir sefihçe fikrin altında ezilmek yerine, sosyalist ülkelerde tüketim kültürsüzlüğüne meydan okuyacak bir ideolojik/etik duruş sergilenmeliydi. Kapitalist referanslar yerine, sanat, spor, çalışma hayatı, eğlenme kültürü gibi başlıklarda sosyalizmin kazanımları ve referansları ön plana çıkarılmalıydı.

9) Sosyalist demokrasi, başka bir deyişle proletarya diktatörlüğü, “doğrudan yönetim”, “özyönetim” perspektifleriyle uyuşmaz. Bu perspektif Yugoslavya’da Tito tarafından savunulmuş ve uygulanmıştır. Bu görüşe göre devletin sönümlendirilmesi doğrultusunda merkezi devlet yapılanması dağıtılmalı, üretim süreçlerinin örgütlenmesi ve yürütülmesi, işçi birliklerine/kolektiflerine devredilmeliydi. Tito’nun söylemindeki bireysel inisiyatif, serbest pazar, sosyalist rekabet, komünizmin alt evresi olan sosyalizmle bağdaşmayan olgu ve kavramlardır. Sonuçta Yugoslavya’da devlet balon gibi sönmedi, fakat devlet eliyle işçilerin küçük bir bölümü zenginleşip tekelci kapitalistlere dönüştürüldü. SB’nde ise Lenin ve Stalin âdemi merkeziyetçi, özyönetimci politikalara her daim teorik ve pratik olarak uzak durmuştur. Stalin, Lenin’in perspektifinden ayrı ve ona aykırı bir yolda bulunmadan, sosyalizmin kuruluşuna önderlik etmiş bir tarihsel kişiliktir.

10) Stalin, Sovyet tarihinin en devrimci ve müdahaleyi en fazla gerektiren döneminde sorumluluk üstlenmiş devrimci bir liderdir. Onun liderliğinde yapılan ileri hamleler, bu hamlelerde kullanılan yöntem ve araçlar, alınan riskler ve ödenen bedeller, Bolşevik parti kültürüne aittir. SB’nde sosyalizmin zayıflaması ve çözülüşe gidiş sürecinde Stalin’in en büyük kabahati, Bolşevik siyaset tarzını ve kültürünü yeniden üretecek mekanizmalar ve kaynaklar yaratmamış olmasıdır. Stalin, son Bolşevik kadrodur. SB’nde kitlelerin Stalin’e duyduğu güven ise, “kişi putlaştırması” olarak damgalanmaya çalışılmaktadır. Oysa siyasallaşan kitlelerin, birlikte hareket edebilmek için lider bir kişiye gereksinim duyması doğaldır.

11) 1956’da 20. Kongre konuşmasında Stalin hakkında gerçeklerle yalanları kurnazlıkla birleştiren Hruşçov, Sovyet toplumunun kendine güvenini büyük ölçüde sarsmıştır. Hruşçov bir devrimci lider değil, reformisttir. Hruşçov, SBKP’nin genel sekreteri olarak sosyalizmi ilerletme yolunda devrimci bir hamle örgütlemeye yetecek bir çapa sahip değildi. Stalin ve parti önderliği, gelecek için etkili bir kadrolaşma politikası geliştirmediğinden, meydan Hruşçov gibi ikinci sınıf bir politikacıya kalmıştır. Hruşçov, ülkesini ve uluslar arası hareketi “barış içinde bir arada yaşama” formülüne hapsetmiş, SB’nin devrimci bir inisiyatif almayacağını, emperyalist ülkelere hissettirmiştir.

12) 1985 yılına gelindiğinde Sovyet toplumu apolitikleşmiş, uyanıklığını yitirmişti. Garbaçov kliği, SB’ne karşı bir komplonun içerisindeydi. Fakat asıl sorun bu komploya karşı direniş gösterilememiş olmasıdır. Garbaçov, karşı-devrimin kolay sonuç almasında önemlidir. SB’nde ve tüm ülkelerde birçok komünist, Gorbaçova umut bağlamakla ve çok değerli bir süre tanımakla hata yapmıştır. Sovyet halkı ve dünya komünist hareketi, SBKP’ye dönük güven nedeniyle, Garbaçovcu kliğin eleştirdikleri bazı sorunlar karşısında “devrimci” rolü yapmasına aldanmıştır. Oysa Garbaçov genel sekreter olmadan önce Sovyet düzeninin bertaraf edilmesi yolunda Edvard Şvardnadze ve Aleksandr Yakovlev ile görüşmeler yapmaktaydı. Karşı-devrimci kliğin merkezini oluşturan bu üç isim, partinin “liberal” görüşlerdeki diğer yöneticileriyle de temasa geçip, 1985’ten sonra birbirlerini kollayıp, kritik noktaları tutmuşlardır. Yeltsin, Roy Medvedev, Sobçak, Popov, Frolov gibi kişiler, karşı-devrimci ekipte yer almıştır. Karşıdevrimci süreç ilerledikçe bu ekibe bir kısım parti yöneticisinden ve Moskova entelijansiyasından destek gelmiştir. Sivil-asker bürokratlardan, Katolik ve Rus Ortodoks kilisesinden de… Özetle, Garbaçov, karşı-devrimci bir koalisyonu örgütlemiştir. Lenin’in arkasına saklanarak, “iyi komünist” kılığına girerek, “daha fazla sosyalizm” diyerek, sosyalizme karşı açık bir mücadeleye girişmeden, kendilerini gizleyip iş gördüler. SBKP’ye ve Sovyet halklarına SB’nin önemli sorunları bulunduğu ve yeni bir devrimci atılımın gerekli olduğu mesajını verdiler. SB’nde nüfusun önemli bir bölümü de daha çok sosyalizm istiyordu. İşte bunu istismar ettiler. Aslında 1987’ye gelindiğinde Garbaçov’un yaptığı konuşmalarda, uluslar arası politikada teslimiyetçilik ve ekonomide piyasacı yönelimler sırıtıyordu. Fakat bu tarihe kadarki 2 yılı karşı-devrim kazanmıştı.

Yeltsin’e kitlelerin verdiği destekse, halkın mücadeleci olmayan, siyasetten soğumuş idarecilerin ellerindeki olanaklardan bunalmış olmasından ve Yuriy Andropov’un başlattığı fakat erken ölümüyle yarım kalan “ahlaki yenilenme” döneminin yeniden açılacağını sanmalarındandı.

13) Garbaçov’un ne yapmakta olduğunun toplumsal bilince çıktığı 1988 yılından kapitalist egemenliğin tesis edildiği 1993 Ekim’ine kadarki sürede, emekçiler ayağa kalkabilirdi, gidişatı durdurabilirdi. Bunun olmamasının nedeni, SBKP’nin dağınıklığı ve öndersizliği, Rusya Komünist Partisi’nin tereddütleridir. 1988 Haziranında toplanan 19. SBKP Konferansı’nda ve 1990 Temmuz’unda toplanan SBKP 28. Kongresi’nde komünistler, karşı-devrimcilerin önünü kesmediler.

19 Ağustos 1991’de Rusya’da “darbe” yapanlar ise, ne yaptıklarını bilmiyorlardı ve bu işi ellerine gözlerine bulaştırdılar. Garbaçov, bu darbeci ekiple işbirliğine de istifaya da yanaşmadı. Sonuçta darbe iki günde çözüldü, SBKP yasaklandı, SB’nin dağılma süreci hızlandı. SB halkları ne olduğunu anlamadan, ülkesini kaybetmişti. 1993 yılında henüz yerli yerine oturmayan kapitalist devlette yaşanan ve “parlamento olayları” olarak bilinen kriz sırasında silaha başvurulsa da, artık çok geçti ve Yeltsin’in parlamentoyu topa tutturmasıyla binlerce komünist öldürüldü.

Özetle, 1985-1991 arasında karşı-devrimcilerin faaliyetlerine karşı yürütülen mücadelede yenik düşüldü. SB’nin çözülüşü bu şekilde gerçekleşti.

14) Sınıflar bütünüyle ortadan kaldırılmadığı müddetçe, komünizme giden kendiliğinden bir yol yoktur. Sosyalist kuruluşun sürekliliği iktisadi olarak güvenceye alınamaz. Bunun için siyaset gerekir. Öncü parti ve sosyalist devlet, işçi sınıfının örgütlü birliğini sağlar. Çok partililik, işçi sınıfının birliğini parçalar ve devrimci dönüşümleri gerçekleştirmeyi engeller. Fakat elbette sosyalist demokraside, kararlar çok boyutlu değerlendirmelerle, yaratıcı tartışmalarla alınır.

15) SB’nde öncü partinin ideolojik mücadelede geriye çekilişi ve komünizm perspektifiyle hareket etmeyişi, bir sonuç olarak bürokratlaşmayı da doğurmuştur. Bürokratlaşma bunların nedeni değildir. Sosyalist kuruluşta siyaset, tüm toplumsal süreçleri kapsar ve bu süreçlere yön veren güçtür. Sosyalizmde siyasal yapılanma, toplumsal örgütlenmelerle iç içedir. SBKP ile Sovyetler, sendikalar, gençlik örgütü, Kızıl Ordu kulüpleri, kadın örgütleri arasındaki ilişkiler hatırlansın. Sosyalizmde devlet ve parti, birbirlerinden ayrılmazlar. Öncü parti, sosyalist devlet örgütlenmesi içerisinde kadrolarıyla yer alır. Sosyalizmde parti-devlet iç içeliği, kapitalist diktatörlüklerdeki, eş deyişle kapitalist demokrasilerdeki “kuvvetler ayrılığı”nın reddiyesidir. Komünist parti, yasama ile yürütme birliğini sağlar. Öncü parti, devletin içerisinde yer aldığı için, onu mücadeleci bir örgütlenme olarak yapılandırabilir, onu dinamik kılacak müdahalelerde bulunabilir. SBKP, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra toplumsal süreçlere olduğu kadar, sosyalist devlete dönük müdahale yeteneğini de yitirmiştir. Bu nedenle SB’nde devlet, öncü partiyi hantallaştırmıştır.

16) Her dönemde SB’ndeki bürokrat sayısı, gelişmiş kapitalist ülkelerdekinden daha azdı. Fakat zihinlerde SB’nin çözülüşünü, bürokratlaşmaya bağlayanların sayısı o kadar çoktu ki… Oysa mademki iktidarda bir bürokrasi vardı, bu bürokrasi 1991 yılında neden hiçbir direniş göstermeden alaşağı edilebildi; komik… Gerçekte SB’nde bürokrasi, ayrıcalıklı bir sınıfa hiçbir zaman dönüşmedi. SB’nde çözülüşü de, asıl olarak bürokrasi sağlamadı. Çözülüşle birlikte büyük çoğunluğu yoksullaşan bürokratların ancak küçük bir kısmı kapitalist restorasyon sırasında sermaye birikim sürecinde köşeyi dönmüştür.

SB’nde yöneticilerin yolsuzluk yaptıkları olmuştur, toplumda siyasal süreçlere dönük ilgisizlik vardı, kadro standartlarında gerileme bulunuyordu, ekonomide tıkanıklıklar da vardı; fakat bunların nedeni olarak bürokrasi ve bürokratlaşma gösterilemez.

SBKP’nin örgütsel mekanizmalarında bürokratlara/idareci-yöneticilere sahip olması gayet doğaldı. Bu bürokratlarla kolektivizasyon, endüstrileşme, faşizme karşı savaş gibi dönemeçler alındı. Sovyet tarihinde bürokratlaşmaya ilişkin birçok kez önlemler alınmaya çalışılmış, uyarılar da yapılmıştır. Fakat SBKP’nin bürokratlaşması, partinin mücadele etmekten vazgeçtiği andan (1950’lerin başından) itibaren bir sonuç olarak gerçeklik haline geldi. Partinin yeniden devrimci hedefleri gündemine alamaması nedeniyle, bürokratlaşma sorunu kronikleşti. Bu durumun “taban inisiyatifi/dinamizmi” ile düzeltilmesi ise mümkün değildir.

17) SB’nin Ekim 1977’de kabul edilen son anayasasında “proletarya diktatörlüğünün tüm halkın devletine dönüştüğü” ilan edilmiştir. Bu ilan, SB’nde sınıflar var olmaya devam ettiği halde, artık aralarında uzlaşmaz çelişkiler bulunmamasına dayandırılmıştır. Yani Sovyet iktidarının temelinin genişlediği ve siyasi iktidarın, tüm toplum üzerinde yükseldiği belirtilmiştir. Bu, Stalin sonrasında teorik bir derinlik kazandırılabilen tek siyasal hamledir ve sorunlu değildir. Fakat bu anayasa, 1936 Anayasası’ndaki mülkiyet ilişkilerini daha ileriye taşımak için hiçbir madde içermiyordu. Tıpkı Hruşçov döneminde “komünist aşamaya geçilmekte olduğu” tezi gibi, Brejniyev dönemindeki “halkın devletine geçiş” de, Sovyet toplumuna doğrultu kazandıracak bir hedef oluşturmuyordu. 1970’lerden itibaren SB’nde sağlık, eğitim, kültür emekçileri ile uzmanlaşmış teknik personel “işçi sınıfından ayrı durma” gayreti içerisine girmişti. “Halkın devletine geçiş”, bu kesimlerin sosyalizmle sorunlarını azaltmaya dönük bir yan da taşıyordu. Fakat SBKP, bu tavır ve düşünceyle ideolojik mücadele görevini, yerine getirmedi. “Halkın devleti” için bir toplumsal seferberlik başlatılmadı. İyi eğitimli kentli kesimler, daha sonra çözülüş sürecinde karşı-devrimin motor gücü olacaklardı.

18) SB, kapitalizmin eşitsizlikçiliği doğallaştırmasına alternatif olarak eşitliğin hava kadar, su kadar doğal olduğunu Sovyet insanına kavratmıştı. Bu durum SB’nin insan faktörünü ne kadar önemsediğinin açık kanıtıdır. Ayrıca geri toplumsal ilişkiler içindeki insanları, okulla, hastaneyle, makinelerle tanıştıran SB’ne, insan faktörünü küçümsediler demek haksızlıktır. Sosyalist kuruluşa milyonlarca insanın emeği, heyecanı, coşkusu katılarak, ilerlendi. SB’nde insanlar mücadele içerisindeydi, kısacası… Fakat 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, mücadele etmeyen bir parti, mücadele etmeyen bir halk yarattı. Stalin ve parti yöneticileri, savaş sonrası SB’nin güvende olduğunu düşünmekle, Sovyet halkları ise eşitliğin ellerinden alınamayacağını düşünmekle hata ettiler.

19) SB’nde 1950’lere kadar aydın damarı canlı tutulmuştur. Kültür ve sanat alanında bu tarihe kadarki yaratım eşsizdir. Bu dönemde SBKP tarafından aydınları harekete geçirici, özgürleştirici, yön gösterici müdahaleler yapılmıştır. Ancak müdahaleler zaman zaman düzeysizleşmiş ve kısıtlayıcı, kalıplaştırıcı da olabilmiştir. 1950’lerden sonraysa, aydın damarı kurumaya başlamış, Sovyet aydını düzenle olan mesafesini açmaya başlamıştır. SBKP bu dönemde aydınlara müdahale edip, onları karşıt konumlanışlara itmemiş, tersine aydınları kendi haline bıraktığı için deforme olmalarının önüne geçmemiştir. Böylelikle ideolojik mücadele hafife alınmıştır. Çünkü aydın ideolojik mücadelede tarihin ileriye gidişinden yana düşünsel şiddet kullanandır. Sovyet aydınları burjuva ideolojisinin etki alanına girmiş oldular. 1980’lere gelindiğinde Sovyet aydınlarının çoğunda “özgürlük ve demokrasi” hayranlığı gelişmişti. Özetle SBKP, aydınlara yön ve hedef sunmaktan vazgeçti ve kendisini de aydınsızlaştırdı. 20 milyon üyeye ulaşan SBKP ile bu partiye üye olan yüz binlerce aydın arasındaki bağ, ideolojik bir perspektifle şekillenmiyordu.

SBKP’nde troçkizmin yenilgiye uğradığı 1927 yılından sonra parti yönetiminin düşünsel derinliği belli ölçülerde kaybolmaya başladı. Boşluğu Stalin dolduruyordu. SBKP, 2. Dünya Savaşı sonrasında soğuk savaşın en önemli cephesinin ideolojik mücadele olduğunu kavrayamadı. Mücadeleciliği bırakan öncü parti, düşünsel olarak da geriliğe mahkûmdu. Çünkü ileri düşünceler, ilerletici mücadelelerden çıkar. Stalin sonrası parti genel sekreterleri teorik üretimi bıraktılar. Teoriyle uğraşmak Bilimler Akademisi’ne ya da Marksizm-Leninizm Enstitüsü’ne bırakıldı. Parti, ileri düşünceden böylelikle uzaklaştı.

20) Tek ülkede sosyalizm kurulabilir, fakat ulaşabileceği sınırları vardır. Bu sınırların nerede yerleştiğini kestirmek mümkün değildir. Sosyalist kuruluş ekonomik ve ayrıca siyasal açıdan komünizme doğru “ilerlenemediğinde geriye düşülen” bir dönemdir. Komünizm ise, ancak dünya ölçeğinde gerçeklik kazanabilir.

SB önderliğinin tek ülkede sosyalizmin kuruluşunu gerçekleştirme dışında bir tercih şansı yoktu. 3. Enternasyonal, yükselen Avrupa devrimine öznel faktörü yetiştirme gayretinin bir sonucuydu. Fakat bu çaba kısmi sonuçlar verebildi. Sonuçta Avrupa’da 1920’lerin ilk yarısında devrimin geriye çekilişi yaşandığından ve artık yeni bir devrimci yükselişin gecikeceği anlaşıldığından, tek ülkede sosyalizmin kuruluşunda ilerlemeye devam edildi. 1924-39 arasında Sovyet işçi sınıfı ilgisini ve enerjisini, sosyalist kuruluşa odakladı. Bu enternasyonalizme ve dünya devrimine ihanet değildir. SB, dünya sosyalist devrimine sırt çevirmemiştir. Örneğin, 1926-7 yılında İngiltere’de yükselen işçi sınıfı hareketini destekleyen Sovyet yönetimi, 1932 yılında bu kez KPD’ye yardım etmekteydi. Moğolistan, Çin Halk Cumhuriyeti, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Laos, Vietnam, Kamboçya, Bulgaristan, Arnavutluk, Romanya, Macaristan, Çekoslavakya, Polonya, Demokratik Almanya Cumhuriyeti, Küba, Demokratik Yemen, Angola, Mozambik, Etiyopya, Afganistan… Tüm bu ülkelerin devrimci iktidarla tanışmasında ve iktidarı korumasında SB’nin özel katkısı bulunuyordu. SB’nin dünya devrimine ihanet ettiği ve bu yüzden çözüldüğü önermesi doğru değildir.

21) Hruşçov’un “barış içinde bir arada yaşama” politikasında yanlış olan barış istemek değildi. Emperyalistlerle barış yapılsa da, asla barışılmaz, mücadele edilir. Emperyalizmin militarist politikalarına karşı yanıtlar vermek varken, ideolojik açıdan ülkeyi savunmasız kılan bu politika, “emperyalizm ve sosyalist devrimler çağı” tanımlamasının yerine geçirildi. Emperyalist ülkelerle mücadele gevşetildi.

22) SB’nin ve dünya işçi sınıfı hareketinin yenildiği coğrafya Avrupa’dır. SB Avrupa’yı bir mücadele alanı olarak terk etmiş, Avrupa’da bir mücadele stratejisi geliştirememiştir. Stalin, gelişmiş kapitalist ülkelerde yeni bir devrimci dönem açılıncaya kadar, emperyalizmle barışı korumak üzerine strateji geliştirmiştir. Stalin’in ölümünden sonra buna bir de, geri kalmış coğrafyalarda emperyalizmi kemirme unsuru eklendi. SB Asya, Afrika ve Latin Amerika’da sömürgeciliğe karşı mücadeleye anti-emperyalist ve sosyalizan bir karakter veren hareketlere açık destekler verdi. SB güvenliğini Avrupa’da kurmuştu, fakat emperyalistlerin halk demokrasileri olan ülkelere ve Baltık Cumhuriyetleri’ne baskısına karşı etkili mücadele geliştirmedi. Emperyalizm, Yugoslavya’yı işin başında kendisine bağlamıştı, Polonya ve Macaristan’ın ekonomisine ve siyasal yaşamına sürekli müdahale ediyordu, Romanya’yı diplomatik etki altına almışlardı, Çekoslovakya ve DAC’inde karşı-devrimci unsurları her zaman diri tuttu. ABD, Avrupa’da, SB’ne dönük “insan hakları ve demokrasi” başlığında bir saldırı başlatmıştı. SSCB tartışma masasına yatırılmıştı…

2. Dünya Savaşı sonrasında SBKP, diğer ülkelerdeki devrimci ve komünist partilere yardım etmiştir, fakat bu partilerin iç işlerine de karışmış ve bazı komünist partileri geriye çekmiştir. SB, hangi ülkede hangi partinin “resmi” parti olduğunu belirler hale gelmiştir. Bunlar yanlıştı. Öte yandan, SBKP “Maoizm, troçkizm ve goşizm”le uğraşayım derken, anti-leninist ve anti-sovyetik Avro-komünizmle ideolojik mücadeleye girişmemiştir. Oysa SB’nin kuşatılmasında Avro-komünizm de yer almaktaydı. Son olarak Çin’in sosyalist kamptan kopması, SB’ni çözülüşe götüren diğer nedenlerden biriydi…

2 Şubat 2023 Perşembe

Latife Tekin’in Manves City novellasının eleştirel analizi

Fuat Filizler

Manves City'nin bana ilk düşündürdüğü, Latife Tekin'in ilk romanlarının (Sevgili Arsız Ölüm, 1983 ve özellikle Berci Kristin Çöp Masalları, 1984), 35 yıl sonraki güncellenmiş bir uzanımı olması. İlk romanları, kırdan büyük kente (kent çeperine) göç etmiş “pılık pırtık” insanların, bu geçiş sürecindeki, iki arada bir deredeki durum, değişim, açmaz, çırpınışlarını vb anlatıyordu. Manves City ise, bir Anadolu kasabasının, bir büyük modern sanayi (hatta teknoloji?) merkezine yıkıcı dönüşüm sürecinde bu kasaba insanlarının durum, açmaz, çırpınışlarını anlatıyor. (Manves City, Manisa'daki Vestel City olsa gerek.) Her ikisinde de roman kahramanları açısından yıkıcı bir geçiş/dönüşüm süreci anlatılıyor: Birincilerde geleneksel kır ekonomisi ve kültüründen kapitalist kente, Manves City'de ise kapitalizmin bir döneminden yeni bir dönemine. Berci Kristin'de Çiçek Tepe mahallesi özgülünde bu dönüşüm anlatılır, Manves City'de ise Erice özgülünde. Birinciler 24 Ocak-12 Eylül koşullarında, ikincisi neoliberal kapitalizm-AKP koşullarında yazılıyor. Birinciler toplumsal gerçekçilik (ve varoluşçuluktan) benim “sol post-modernizm” dediğim büyülü-mistik gerçekçiliğe geçiş çerçevesindedir, ikincisi ise halen post-modernizmin bir çok özelliğini göstermekle birlikte toplumsal-eleştirel gerçekçiliğin bazı (yeni?) belirimlerini de gösteriyor.

Bu yüzden Berçi Kristin Çöp Masalları ile Manves City'nin karşılaştırılmalı bir okuması, hem paralellikler, süreğenlikler, uzanımlar, hem de güncellemeler, değişenlerin saptanması açısından iyi olur kanısındayım. Şöyle dikkate değer bir soru açısından ilginç olur: Türkiye'de “sol post-modernizmin” başlatıcısı, öncüsü olan Latife Tekin, 35 yıl sonra “yeni bir işçi edebiyatının” başlatıcısı, öncüsü olabilir mi?

Dil, kendi başına beni pek rahatsız etmedi. Dilin ön plana çıkması ve dilde şiirsel estetizm, malum uzunca bir süredir romanın olmazsa olmazı sayılıyor. Bu, zincirleme çağrışım, gönderme, simge, imge, ritm vb ile yüklü “bilinç akışı” tekniğinin yine son dönem romanında öne çıkmış olmasıyla da örtüşüyor. Asıl soru kanımca şu: Böyle bir dil, ele alınan temayı, tarihsel-toplumsal dönüşüm sürecini işlemeye uygun ve yeterli mi? Burada bahsettiğim tabii ki, “sefaletin, yıkımın estetikleştirilmesi” tehlikesi. Böyle olup olmadığını, ya da Manves'in ne kadar buna düştüğü ne kadar bunun üzerine çıktığını ortaya çıkartıp göstermemiz gerekecek.

Büyülü gerçekçilik'in dili, felsefesinden (panteizm, animizm, doğaya ve nesnelere ruh ve kişilik atfeden, Baconvari, şiirsel mistik doğacıl materyalizm ve ütopizmden) ayrılmaz. Bu, Latin Amerika edebiyatında oradaki dönüşüm süreci çerçevesinde ortaya çıkmış, Latife Tekin üzerinden Türkiye'ye taşınmıştı. Manves'te bunun bazı biçim ve kalıntıları halen var (örneğin Nergis'in gazete yazılarında, doğaya, mevsimlere kişilik atfetmesi, gibi.) Ancak bu, anaakım post-modernizmde olduğu gibi, dilin bir gösteren olmaktan ziyade kendinde bir gösteri/şov olması denli değil. Ayrıca: Tekin'in ilk romanlarında sözlü kültür öğeleri (efsaneler, destanlar, masallar, özdeyişler, vd) ve görsellik baskındı, gerçek anlamda yazınsallık öğesi eksikti ki, bu da onların gerçek anlamda, ele aldığı geçiş/dönüşüm süreçlerini derinlemesine edebi olarak işlenmiş, gerçek roman olmasını engelleyen temel etkenlerden biriydi. Manves'te ise, yazınsallık daha belirgin ve nispeten daha güçlü. Manves'in kişi kadrosunun “bilinç akışları” evet sık sık şiirsel, ama sözlü ve görsel kültürle sınırlı olmadığı gibi, çok belirginleştirilen bir “anlatıcı” tarafından yazınsallaştırılarak yazılmış. Dolayısıyla gerçek yazınsallık öğeleri, gerçek toplumsal dönüşüm sürecinin iç yüzünün bazı yönlerine az çok ışık tutabiliyor. Dil şiirsel, ritmik, ama ağdalı değil, oldukça yalın ve anlaşılır. Yalnız virgüllerle uzayıp giden cümleler, yani şu “bilinç akışları”, yer yer yorucu oluyor.

Manves'te bir çok post-modernizm öğesi var. En başta ve en göze çarpanı tabii “metinler-arasılık”. En az 5-6 metin türü, her biri farklı harf karakterlerleriyle: Öykü, mektup, gazete makaleleri (deneme), günlük, işçilerin fabrika idarelerine şikayet/istem dilekçe/yazıları, patron-idare bildirgeleri, (ki bunlara face ve cep telefonu “metinleri” de eklenebilir.) Bazılarının iç bağıntılarını kurmuş, bazılarında okura bırakmış. Bu “metinler-arasılık” yönteminin post-modernizmden geldiğini, ama Manves'teki kullanım biçimine tam post-modernist denemeyeceğini, tam tersi öyküye bir çok boyutluluk ve zenginlik, -ama aynı zamanda da bir kolaycılık- kattığını düşünüyorum. Özellikle işçi dilekçeleri, denemeler, ve günlüklerdeki açık ve örtük ironik eleştirellik (“insan kaynakları”, “kişisel gelişim”, “psikoloji” vb gibi kapitalist/burjuva anlayışlarına karşı) hoşuma gitti. Bunlarda, ve şirket isimleri, tabelalalar, logolardan doğru (“Koltuk Dünyası”, “Meydan Yemek Dünyası”, “Manves Şehri”, vb) bir ideoloji/meta fetişizmi eleştirisi var. Metalar Dünyası büyüdükçe, insanlar dünyası küçülüyor. Bir de tabii, herkesin Eda gerçeğini Ersel'den gizlemesinde veya yalan ve manipulasyon yapmasında, bir ideoloji eleştirisi var. Kimisi onu üzmemek veya tehlikeden korumak, kimisi kendi gerçeğini saklamak, kimisi kendine yedirememek, kimisi kendi çıkarları için vb yalan söylüyor. Tekin, bunu, Ersel'in düşüncesinden, herkesin bu suça ortak olması ve elbirliğiyle üretmiş olması olarak yorumluyor. Kanımca bu, çok iyi bir burjuva ideolojisi tarifi. Çünkü burada, post-modernizmin gerçekliğin olmadığı ve kim onun hakkında ne düşünüyorsa o olduğu, veya varsa bilinemez olduğu, veya bilinse bile başkasına aktarılamaz olduğu anlayışından net olarak kopuyor. Yerine mevcut toplumsal ilişkilerin ideal ifadesi olarak ve bu gerçeklikteki çelişkileri örten, işçiler tarafından da yeniden üretilen, yani toplumsal-maddi ilişkilerde bir izdüşümü ve onun ters yüz ifadesi olan, bir ideoloji kavrayışı ve eleştirisi ortaya koyuyor. Çünkü ideoloji eleştirisi yapılmadan, onun bir izdüşümü ve tersyüz ifadesi olduğu, gerçek toplumsal ilişkilerin eleştirisi yapılamaz. “Görünen büfe”? Kanımca tüm o tabelaların, logoların, kapitalizmin idealize edilmiş ifadelerinin yanında küçüçük bir “görünür” olmaya çalışan, nesnesi ile ismi bir olan tek şey gibi? Ama bu da, küçük mülkiyet, küçük meta eşitlikçiliğine duyulan ütopik bir özlem gibi?

Bazı işçi dilekçelerinde, işçilerin şikayet ve istemlerini, tam da burjuva performans/verimlilik vb sistemleri/ideolojisi içinden ifade etme çabalarının gösterilmesi, gerçekten çok başarılı. Sınıf sezgilerini ama dayatılan üretim-emek organizasyonu sistemleri çerçevesinde/uyarlanmış biçimde, ama bu sistemlerin iç tutarsızlık ve saçmalıklarını da açığa çıkartacak biçimde göstermeye çalışıyor. Burada illa bir post-modernizm aranacaksa, sınıf çelişkilerinin gelişimin kendiliğinden sınıf bilincinin gelişiminin belli bir uğrağındaki tezahürü olarak, hem sınıf sezgi ve çıkarlarını ama hem de burjuva ideolojisini içeren, bunların iç içe geçtiği eklektik bir durumun eklektik ifadesi görülebilir. Ama bunları metindeki çelişkilerden ziyade bizzat bunları yazan işçilerin bilincindeki çelişki ve eklektizmin ifadeleri olarak görmek daha doğru olur.

Manves City'deki asıl post-modernizm öğeleri, öykünün başından sonuna sıkıntı, ikircik ve gizemcilik iklimi ve Ersel nezdindeki bilinç bulanıklığı öğeleri. Tekin'in ilk romanlarında şamanizm bile vardı (ve Buket Uzuner'in romanlarında), Uyurkulak'ın Toll'unun kahramanları alkolikti, Manves City'nin Ersel'i ise, zaten Erice'nin değişen durumunu ve kendi durumunu anlayamaz ve anlamlandıramaz olduğu gibi, bir de üstüne hastalanıp ateşlenmesi, dahası tüp gazcıda yatması filan gerekiyor ki, bilinci iyice bulansın!

Gerçi hakkını yemeyelim, öykü sonunda Eda gizeminin, ve birçok başka gizemin, daha büyük bir gizemle birlikte tam olarak çözüme kavuşması, (ki bunların birçok ipuçları, pek çok yalan, manipulasyon, kurgu, vb kabuğu içinde de olsa, verilmişti) post-modernizm ile bağdaşmaz. Ersel'in “üvey kızı” Eda'da, ailesinden kalan tek ve son parçayı arar, ve yıkılmış ve parçalanmış ailesini yeniden geri getirmeyi umar görünse de, aslında besbellidir ki aradığı, eskiden değer verdiği ve onu o yapan ilişkileriyle birlikte, kendi gerçekliği ve Erice'ye ne olduğu gerçekliğidir!? Ve bu aradığını da tam olarak bulmuş olur: Tekelci oligarşik kapitalizmin yeni düzlemi ve buna şu veya bu düzeyde daha beter köleleşme biçimleri. Ki Eda'yı arayışı bile, farkında olmadan, Erice'nin büyük kapitalistlerinin bir fraksiyonunun planlarına (ya da güç ve paylaşım kavgalarına) hizmet etmeye dönüşmüştür. Eh bu da, eski ailesinden kalanı ve eski ilişkilerini canlandırma, iyi bir iş bulma gibi masum ve nostaljik özlemlerin imkansızlığı karşısında yeterince gerçekçi bir son'dur!

Malum, Erice'de zaten neredeyse tüm aile ilişkileri “üvey”dir, ve bu “üvey”lik ilişkileri de, daha güvencesiz, iğreti (prekarite) ilişkiler karşısında parçalanıp çözülürken, bir işçinin “üvey” kızını kendi kızı gibi sevip sahiplenmesi, kurtarmaya çalışması mümkün değildir! Burada Tekin'in, “üvey”liği, genel bir imge olarak, geleneksel toplumsal ilişkilerin kapitalizm koşullarında iğretileşmesinin, melezleşmesinin bir ifadesi olarak kullandığı açık.

Yolculuk, bir yerden bir yere yetişmeye çalışma, birini veya bir şeyi arama, roman/sinemada 4-5 temel kategorik yöntemden biridir. Eser kahraman(lar)ının bu süreçte hızlıca girip çıktığı ortamlar, ilişkiler ile, bu yöntem, toplumun daha genel bir panaromasını çizmeye yarar. Bu yolculuk ya da arayış sırasında, eser kahramanlarının istediği yere/kişiye/şeye ulaşsın veya ulaşamasın, aslında kendini ve/veya toplumsal dönüşümü vb keşfetmesi, yüzyılların eskitemediği bir izlektir. Buna karşın, bu yöntem, kahramanların hızlıca girip çıktığı, görüp geçtiği vb ortam ve ilişkilerden belki çarpıcı ama ancak anlık ve sınırlı kesitler sunabildiğinden, genellikle yüzeysel kalmaya mahkumdur. Kanımca Manves de, bir dizi önemli derinleşme noktası içermesine karşın, bu hızlı hızlı iç kesitler gösterip geçme yüzeyselliğinin ötesine pek geçemiyor. Bunların “iç kesit” (örneğin fabrikalardaki ve modern kapitalist çiftlikteki üretim ilişkileri, vd) olması bu derinleştirme olanağını sunuyor, ama işaret edip geçme biçimiyle de yüzeyselleştiriyor. Bu yöntemin sorunlarından biri de, çeşitli ortam ve ilişkilere girip çıkan kahramanımızın, bunların her birinden şu veya bu düzeyde etkilenmeler içerse de, bunlar üzerinde bir etki yaratamaması, yani özne olamaması.

Manves, işçi, kadın, ekoloji sorunlarını birlikte, yer yer iç içe geçmiş biçimlerde işlemeye çalışması, ona belli bir zenginlik katıyor. Ancak kısalığı ölçüsünde (toplam 140 sf civarında, hem de küçük boy bir kitap, kanımca bir roman kapsam, muhteva ve derinliğine erişemeyen bir “uzun öykü”), bunların ancak en “sivri uçları”nı sergilemekle kalıyor. İlki açısından azami üretkenlik, verimlilik, performans (göreli artı-değer) sistemleri, işçi-emek yıkımı, işsizlik, iş cinayet ve sakatlanmaları, tükenme sendromu, vd. Kadın sorunu açısından, kadın cinayet ve sakatlanmaları, kadın ve çocuklara dönük şiddet, fuhşa ve metresliğe itilmek, vd. Doğa sorunu açısından, tarım ve doğa alanlarının sanayi alanı haline gelmesi, kiraz ağaçları ve balıkların yok olması, nefes alacak yer kalmaması. Emek, kadın ve doğa yıkımı ve yağması, kuşkusuz günümüz kapitalizminin bir tanımıdır. Bunların bazan iç içe, bazan birinden ötekine geçişlerle, bazen yan yana eşdüzlemli akışına karşın iç bağıntılarının kurulması konusunda sorun ve yetersizlik var gibi. Ama iki kayıtla: Her üçünün bir kesişme noktası, işçi, kadın ve doğa savunucusu olarak Nergis'te cisimleşiyor. İkincisi, öykü kapitalist üretim ilişkileri ve bundaki dönüşümle başlıyor, ve bunu temele koymuş görünse de, ikinci yarısında gizem dolambaçlarında arasında giderek bunu kaybediyor. Finalinde yine dönüp hepsini birbirine bağlamaya çalışıyor.

Bu arada yazarın ana kahramanı gibi görünen kişiye verdiği isim, Ersel, yazarın güçlü feminist damarı bilindiğinde, bir rastlantı olmasa, erilliğin bir eleştirisini de içeriyor olsa gerek. Bu açıdan Ersel'deki eril düşünce ve davranış biçimleri neler? Bahal'a duyduğu arzu ve bununla mücadele etmeye çalışması, ya da yazarın Ersel'in Eda'yı aramasında başka niyetler olabileceğine dair yer yer uyandırdığı şüpheler; vb bir değerlendirmek gerekebilir. Nergis ise, daha arka planda tutulmasına karşın, kanımca, öykünün asıl kahramanı. Onun ismi ise, doğadan alınma, klasik “kadın-doğa” özdeşleştirmesi bağlamında düşünülebilir mi? Gerçi feministler “çiçek senin babandır” derler ama, kadının, işçi, kadın ve doğa olarak üç kat ezilmişliğine, ve hepsinin mücadelesinin Nergis'te cisimleşmesine işaret ediyor olabilir mi?

Başladığım yere dönersem. Tekin'in ilk romanları, bir işçileşme/işçileşememe durumunu ele alır görünür. Manves City'nin ele aldığı dönüşüm süreci ise, işçilik/artık işçi bile olamama (işçiliğin, emeğin giderek gereksizleşmesi) ikilemini anlatmaya çalışıyor gibidir. Bu, Berci Kristin Çöp Masalları ve Manves City karşılaştırmasından ve Manves City üzerine, temel hipotezim (önsav, varsayım). Ama tabii kanıtlanması gerekecek.

Berci Kristin'de, Berci geçmişe, kıra dönük özlemler olarak “saflığı, temizliği, naifliği”, Kristin ise kapitalist kent olarak “fahişeliği, yozlaşmayı” vb temsil ediyordu. Ve iki arada bir derede “pılık pırtık” insanlar. Manves'te ise, Erice bir tür geçmişe dönük özlemi, “saflığı, iyi niyeti” (doğa planında kiraz ağaçları vd. Toplumsal ilişkiler planında ise, hepsi “doğuştan” işçi olsalar bile, en azından iş buldukları, aşık oldukları, aile filan kurdukları bir dönem), Manves City ise, daha büyük bir yıkım, yozlaşma, makineleşme vbyi temsil ediyor olabilir. Ve yine, iki arada bir derede, Erice ile Manves City arasındaki, yani Erice'nin ve kendilerinin geçmişiyle hızlanan değişimi arasındaki sırat köprüsüne gerilmiş; insanlar. Belki artık “pılık pırtık” değilse bile, “yaralı” (Leyla Erbil), “tutunamayan” (Oğuz Atay), büyüklü küçüklü yıkımlara uğramış, tüm bu olup bitenleri anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan ama (kısmen Nergis dışında) anlayamayan, bir çıkış bulamayan işçiler, kadınlar.

Berci Kristin'de “işçileşememe” sorunu, Manves City'de ise “işçi olarak gereksizleşme” sorunu. (İkincisinde bu, hem teknolojik işsizlik, hem de daha ucuz göçmen emeği boyutuyla var.) Dolayısıyla, her ikisinde de “artı-nüfus”, kapitalist üretimin ememediği ya da tükürdüğü “gereksiz nüfus” sorunu.

Ve tabii, post-modernizmin gözde temalarından (zamansal ve mekansal olarak) “yersiz yurtsuzluk”. “Kimsesizlik”. “Sevgisizlik”. “Çaresizlik”. Eh, aile, akrabalık, vb yani kana ve yere/toprağa bağlı toplumsal ilişkiler çözülmüşse, artık tüm ilişkileri metalar ve sermaye dolayımlıyorsa, ortaya “yersiz yurtsuzluk”, “kimsesizlik” çıkar. (Çıkar mı, 100 puanlık baraj sorusu!) Çünkü bu “gereksiz nüfus” ne eskisi gibi Erice'li olarak kalabiliyor, Erice zaten artık yok veya hızla yok oluyor, ne de Manves City'de kendine bir aidiyet bulabiliyor. Zaten Tekin, sık tekrar ettiği bir dizi mottolaştırmayla bu durumu gözümüze sokuyor: “Hani ev, hani yuva?” vb. Burada, yalnızca az buçuk istikrarlı aile, evlilik kurumu anlamında değil, Erice'deki eski/mevcut toplumsal ilişkilerin, yani Erice'nin hızla çözülüşüne, yerini neoliberal kapitalist, mali oligarşik kapitalist ilişkilere bırakışına bir eleştiri ve ağıt söz konusudur.

Bunu kendi başına büyük bir sorun olarak görmüyorum. Çünkü her yıkıcı “büyük dönüşüm” sürecinde, işçilerin, emekçilerin ilk eldeki tepkilerinden biri, şu veya bu düzeyde “geçmişe özlem” olabilir. Ancak Tekin açısından asıl sorun, daha da beter olacağından başka, geleceğe dönük bir çıkış, umut, özlem görmemesinde ve gösterememesinde. Çünkü, Manves City'nin, büyük modern sanayinin, teknolojinin vb getirdiği bilumum kötülüklerin eleştirilmesi çok net olarak var, ama Marksist eleştirisi, yani bizzat içindeki uzlaşmaz çelişkilerin (üretici güçler/üretim ilişkileri ve sınıf çelişkisi) tarihsel gelişim süreci olarak kendi çözülüşünün, yıkılmasının koşullarını oluşturması yok.

Ama yine haksızlık etmeyelim, bazı tohumları var. Örneğin geleneksel sanayi işçilerinin geleneksel istemlerinin ötesinde, özellikle daha ileri teknolojik üretim birimlerinde çalışan işçilerin, “dans kursu istiyoruz, tiyatro kulübü, psikolog istiyoruz” gibi istemleri; üretici güçlerin gelişimiyle, yeni ihtiyaçların da nasıl geliştiğini gösteriyor (en azından düşünmeye sevk ediyor). (Kick box vb ile bunu iyice ironikleştirip aynı zamanda ileri teknolojili kapitalist işletmelerin ve beyaz yakalı işyerlerin bir dönemki atraksiyonları olarak aynı zamanda eleştirse de, “fabrikamız süper modernken çorbamızdan çıyan çıkması”, gibi ifadelere bağlayıp, çelişkiyi uç noktasından gösterebiliyor.) İşyerlerinde zaman ve mekan sorunu (ulaşım süresi vd), işçi sağlığı ve güvenliği, mobing ve taciz gibi pek çok sorunun nasıl iç içe geçtiği, yeni mücadele konuları haline geldiği keza.

Kanımca Manves City'nin en dikkate ve takdire değer yönü, sol edebiyattan bile uzunca bir süredir tasfiye edilmiş olan, üretim ve emek süreçleri ve ekonomi-politiği (eğer denilebilirse şu veya bu düzeyde bir ekonomi-politik eleştirisini), yeniden edebiyata sokmaya başlaması.

Emeğin gereksizleşmesi” gibi çok kritik bir sorunu, salt klasik “işsizlik,vd” boyutuyla değil, üretici güçlerin, teknolojinin gelişimi bağlamında, (çözemese bile) ortaya koymuş, edebiyata sokmuş olması, başlıbaşına dikkate ve takdire değer.

Ama bunlar, Manves City'yi bir “işçi sınıfı” romanı/öyküsü yapmaya yetiyor mu? Yapıtın ilk çeyreği veya üçte birlik kısmı bana bu açıdan epey bir heyecan ve umut verdi. Ama sonrası, bunun belirimlerinin giderek azaldığı yerini daha fazla post-modernist edebiyat alışkanlıklarının nüksettiği (ikirciklik, gizemcilik, parçalanma, anektodculuk, bilinç bulanıkları, vd) sonraki bölümler ise artan bir hayal kırıklığı yarattı. (Tıpkı Oruçoğlu'nun Grizu'sundaki ilk ciltte tarihsel-toplumsal eleştirel gerçekçiliğe daha yakın durması, sonrasında her ciltte Cebeli bakış açısına kayarak çözülmesi, daha fazla post-modernizme iltica etmesi gibi!)

İlginçtir, Manves City'de, direniş süreçlerinin anlatıldığı 3-4 sayfalık bölüm (s. 41-44), devrik cümleler filan bir yana bırakılırsa, neredeyse tüm edebi örgünün yok olduğu, bir düz “olaylar anlatımına” indirgeniyor. Sonraki birçok bölümde var olan edebi estetik-incelikler niyeyse bu bölümde hemen hiç yok. Bu bölümde dışsallık iyice belirginleşiyor. (Tıpkı Oruçoğlu'nun Cebeli'nin düşe dalışlarında onca konuşturulan edebi-estetik kalemin, grev, direniş anlatımlarında ortadan kaybolup, ortada salt bir kuru “toplumcu-gerçekçiliğin” kalıvermesi gibi!) Bunu, neden post-modernizmle işçi edebiyatı yapılamayacağına dair önemli bir kanıt olarak görüyorum. Grevler, direnişler, mücadeleler, edebiyatın kreşondoları olacağına, araya metazori konulmuş edebiyatsız parçalar gibi duruyor!!

İşçi sınıfı edebiyatı” derken, elbette olup bitenleri mükemmelen tahlil edip mükemmel bir sosyalist sınıf bilinç ve ufku sergileyecek bir eser kahramanı veya yan kahramanı beklemiyorum. Asıl bu dönüşüm süreci ve bizzat Manves City içindeki uzlaşmaz sınıfsal-toplumsal çelişkilerin tarihsel gelişim sürecinin edebi tarihsel-toplumsal eleştirel gerçekçilikle açığa çıkarılması ve işlenmesini anlıyorum. Ve bunun için de, toplumcu-gerçekçilik ve post-modernizmden belli şeyler alacak olsa da, ikisinin şu veya bu biçimdeki sentezi de olmayan, her ikisini de özümseyerek eleştirerek aşan, yeni bir dil, yeni bir edebi tarza ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki yeni ve daha yüksek bir işçi sınıfı edebiyatının, kadın sorunu, ekoloji sorunu gibi kritik sorunları bir yana bırakmayacağı gibi, onlara daha büyük bir somutluk ve derinlik kazandırabileceğini düşünüyorum.

Bu arada, post-modernist romanda neredeyse kaybolmuş, kenara itilmiş ya da roman kişi kadrosundan daha fazla bir şey bilmez hale gelmiş “anlatıcı”nın, Manves City'de yine anlatının merkezine yerleşmiş olmasını, önemli ve tarihsel-toplumsal sorun ve süreçleri, az çok bir derinlik potansiyeli ile anlatılabilmenin, kaçınılmaz bir zorunluğu olarak görüyorum. Buna karşın, farklı metinler takviyeli de olsa bilinç akışlarının ağırlıkta, diyalog, tartışma, eylemlerin ise çok az olması, karakterlerin etkinleşme, özneleşme şansını da törpülüyor veya öldürüyor. (Manves'te Nergis'in az çok sınıf bilinçli bir işçi-kadın olduğu söylenebilir, ama onun da hem yörenin büyüyen burjuvalarından birinin sevgilisi/metresi olması, hem onun gazetesine kapitalist işletmelerden reklam alma işinde çalışması, hem de onun gazetesinde halkçı-demokratik, toplumsal ihtiyaçlara dönük vd yazılar yazması, yapıt içerisinde son derece tutarsız.)

Tekin, okurda hınzırca bu yönlü beklentiler ve manipilasyonlar yaratsa da, Eda'nın bulunmasının veya Ersel'in Bahal veya Nergis ile birleşmesinin, hem imkansız olduğunu hem de çözüm olmayacağını net şekilde göstererek, ileri doğru bir adım atıyor. Belki bu küçük ideal beklentileri açısından okurunun da kendisini sorgulamasını sağlamaya çalışıyor. Ne var ki bu arayış sürecinde, Ersel'in salt bir sıkıntı ve gizem halleri dışında gerçek bir gerilim yaratmıyor. Gerilimin olmadığı, ve bunun sıkıntı, gizem, ironi ile örtüldüğü yerde, işaret edilen bir çok çelişkinin işlenmesi de sönük kalıyor. Dahası, temel kişi kadrosunun çoğu işçi olmasına karşın, işçilik, işçi sınıfı giderek geri plana, fona doğru itiliyor. Manves City vbnin yeni durum içindeki işçilerini, artık ancak Ersel'in şaşkın ve anlayamaz bakışları içinden görebiliyoruz. (İlginçtir, Ersel, sermaye komplosuyla tutuklanan bir öncü işçi olmasına karşın, çıktıktan sonra ne sermayeye ne zenginlere vb karşı bir tepkisi yok. Tamam onun başlıca sorunu Eda'yı bulmak ve ancak bu şekilde kendini gerçekleştirebileceğini sanmak olabilir. Ama Manves City'ye, VedPlast'a, çiftliğe şaşkın şaşkın bakmakla yetiniyor, ve bilinç akışında bunlara dair hiçbir sorgulama, sonuç çıkarma, anlamaya çalışma yok! Cinsel ilgi duyduğu Bahal dışında, konuştuğu ettiği eskiden tanıdığı veya yeni tanıştığı işçilerle hiçbir duygu ortaklığı da yok! Yazar Ersel'i, aslında işçi olmaktan çıkarıyor, en post-modernist tarzda kendini arayan “yersiz yurtsuz bir ruh”a çeviriyor.)

Şimdi en kritik soruya gelelim: Peki bütün bunlar, işçi sınıfının belli bir tarihsel durumunu, parçalı, dağınık, bu sistemden bir çıkış göremediği veya düşünmediği belli bir durum ve bilinç halini son derece gerçekçi biçimde yansıtıyor olamaz mı? Hem Manves City'de bir dizi işçi direnişinden, istem ve şikayetinden de bahsedilmiyor mu? Olabilir tabii, en kötü post-modernist edebiyat bile, öznesiz, teorisiz, eylemsiz, tarihsiz, geleceksiz bir tarihsel dönem görünümünün izdüşümü değil midir? Ama mesele, işçilerin belli bir durumunu/bilinç durumunu göründüğü gibi yansıtmak değildir, ve tabii, idealize ederek, henüz içermediği ileri, sosyalist, anti-kapitalist bilinç formları yüklemeye çalışmak da değildir. Asıl dip akıntılarını, bunun tarihsel dinamiklerini açığa çıkarmak, ve edebi olarak işlemektir. Tekin, evet bu yöndeki kimi kıpırtı ve işaretleri göstermeye çalışıyor. Ama edebi bir işçilikle, gelişkin bir edebi dramatizasyon ve örgüyle değil. Çok kolaycı bir yöntemle, salt parça parça metincikler olarak ve face tarzı. Yani, kendilerini işçi olarak görmeyen, ama yakınsadıkça hem korktuğu hem sempati duyduğu bir toplumsal arka fon, hatta “kendi-başkası” olarak gören, beyaz yakalılar gibi. İşçilerin ruhuna, kıpırtılarına, çıkış arayışlarına yer yer temas ediyor, ama daha fazla yaptığı onları “acı çekenler” olarak görmek ve onlara küçük burjuva bir “kimlik”, bir “ruh” yüklemek. Bu açıdan kadın ve ekoloji ruhunu ve duyarlılığını daha iyi yansıttığını, ama işçileri anlamakta ve anlatmakta daha başarısız olduğu söylenebilir. Elbette pek çok işçi de bunalıma girebilir, hem de nasıl giriyor, kafayı şu veya bu kişisel meseleye, hatta “üvey kızına” takıp onu ütopikleştirebilir, ama kendi “yitik ruhu”nu arayıp durmak işçi sınıfının karakteristiği değildir; küçük burjuva aydının karakteristiğidir. İşçi sınıfının, muazzam genişleyen ve yeni ve daha yüksek bir temelden mücadele içinde yeniden oluşum içinde bir sınıf olarak karakteristiği, kendine yeni ve daha yüksek bir “ruh” ve “ufuk”, tüm dünya ve mücadele olarak yeni ve daha yüksek bir “yuva” yaratmaktır.

En sonu, “5 kişinin bilmem kaç yüz ineğe bakar hale gelmesi”nde, “robotik insansız fabrikalar”da, vb yani “emeğin gereksizleşmesinde”, Tekin ne görüyor? İşsizlik, göç, fuhuş, yozlaşma, rantiyelik patlaması, yıkım ve “çorbadan çıyan çıkması” dışında ne görüyor? Üretici sınıfın daralmasını mı, makinelerin/teknolojinin kenarına itilmesini ya da onlara yem edilmesini mi, ya da felsefi antropolojik bir insanlık krizini mi, ne görüyor? Tuhaf, emeğin, kadının, doğanın, bir bütün olarak insanın krizini ve kendini aramasını görüyor ama, kapitalizmin krizini, kapitalizmin tüm toplumsal ilişkilerinin krizini görmüyor. Kapitalist üretim tarzının içindeki tüm uzlaşmaz çelişkilerin tarihsel gelişme sürecini ve doğrultusunu görmüyor. Belki bu yapıtın, bu çelişkilerin Türkiye'de, somut, fiili, pratik olarak, henüz “az gelişmiş” olduğu bir dönemde yazılmış olmasından. Bunun ve yeninin bazı tohumlarını içeriyor olsa da, bunun bütünlüklü ve içsel bir edebi örgüyle yapılamamış olması da bunun ifadesi. Eskinin içinden yeninin tohumları doğuyor ve bu doğumu artık tarih ve hayat dayatıyor; ama eski bakış açısının, eski sınıf açısının, eski edebi üretim tarzının ve ruh halinin iç sınırlarının aşılamamış ve parçalanamamış olması, bu tohumları, eski form içinde yeni içerik, eski içerik içinde yeni biçim tohumları olarak sıkıştırıyor, büzüştürüyor, iğdiş ediyor. Marksist eleştirinin görevi, halen bulundukları post-mortem fanus içinde yeşeremeyecek olan bu tohumları, bu iç sınırlarından özgürleştirmek olmalı.