Marksist Araştırmalar [MAR] | Komünizm: Tarihin Çözülen Bilmecesi
sosyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sosyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Eylül 2024 Salı

Rusya’da sosyalizmin olasılığı tartışması: Marx’ın Vera Zasuliç’e mektubu

Ender Helvacıoğlu

Marx, 20. yüzyıl Marksistlerinin en önemli tartışmalarından olan “geri” ülkelerde sosyalizmin olasılığı sorununa, ömrünün sonuna doğru ciddi biçimde kafa yormuştu.

Marx, 20. yüzyıl Marksistlerinin en önemli tartışmalarından olan “geri” ülkelerde sosyalizmin olasılığı sorununa, ömrünün sonuna doğru ciddi biçimde kafa yormuştu. Öyküsü ile birlikte aktaralım:


Kapital, Avrupa’da 4 yıl içinde ancak 1000 adet satar. Oysa eserin Rusça çevirisi (1872), bir yıl içinde 4000 adet satar.

 Kapital, Rusya’da daha çok satıyor

On küsur yıllık bir çalışmanın sonunda Kapital’in ilk cildi 1867’de yayımlanır (bilindiği gibi ikinci ve üçüncü ciltler Marx’ın ölümünden sonra, onun notlarından yola çıkarak Engels tarafından yayına hazırlanmıştır). Kapital, Avrupa’da 4 yıl içinde ancak 1000 adet satar ve büyük bir hayal kırıklığı yaratır. Oysa eserin 1872 yılında yayımlanan Rusça çevirisi, bir yıl içinde 4000 adet satar.

Bu durum Marx’ı şaşırtır ve Rusya’daki toplumsal gelişmelere daha fazla ilgi göstermesine yol açar. Bu arada Rus devrimcileriyle (özellikle Çarlık rejiminin baskılarından dolayı Avrupa’ya kaçmak zorunda kalanlarla) bazı temasları olur ve onların kendi aralarında yaptıkları tartışmalara da dolaylı olarak katılır.

‘Rusya’da kapitalizmin gelişmesini mi bekleyeceğiz?’

Marx’ın, Rusya’daki “Emeğin Kurtuluşu” adlı bir Marksist grubun önderlerinden Vera Zasuliç ile mektuplaşmaları konumuz açısından oldukça önemlidir. V. Zasuliç Marx’a bir mektup yazarak, o dönemdeki Rus devrimcilerinin temel tartışmaları konusundaki fikirlerini iletmesini ister.

Rusya gibi kapitalist gelişme açısından oldukça geri bir ülkede, sosyalizmin şansı nedir? Marx’ın Kapital’de ve Kapital öncesi çalışmalarında yazdığı gibi, bir üretim tarzı sonuna kadar yaşanmadan diğer üretim tarzı gündeme gelemeyecekse, Rusya’da yapılması gereken kapitalist gelişmeyi desteklemek midir? Zasuliç’in soruları, Rusya’nın geniş kırlık alanlarında hakim üretim tarzı olan tarım komünleri somutundan yola çıkılarak sorulmuştur.

Marx, Vera Zasuliç’e yanıt vermekte zorlanır. Yazdığı kısa yanıtın ardında 3 tane taslak vardır.1 Marx’ın yoğun fikir jimnastiğini yansıtan bu taslaklardan bazı alıntılar yapalım:

Kapital esas olarak Batı Avrupa’yı tahlil ediyor

“Kapitalist üretimin doğuşunu incelerken, bunun temelinde ‘üreticinin üretim araçlarından kökten ayrılışının’ yattığını (işin sırrının bu olduğunu) söyledim, ve ayrıca, ‘Bütün bu evrimin temeli, tarımsal üreticinin mülksüzleştirilmesidir. Bu da şimdiye kadar, köklü biçimde ancak İngiltere’de oldu. … Ama Batı Avrupa’nın bütün öteki ülkeleri aynı hareketi geçirmektedirler.’ dedim. Demek ki ben, Batı Avrupa ülkelerinde bu hareketin ‘tarihsel yazgı’ olma yanını özellikle sınırladım. …

“Böylece, son tahlilde, bir mülkiyet biçimi, başka bir özel mülkiyet biçimine sokulmuş olmaktadır (Batı hareketi). Rus köylüsünün elindeki toprak hiçbir zaman özel mülkiyet olmadığına göre, bu gelişme nasıl uygulanacaktır?”2

Dikkat edilirse Marx burada, Kapital’de yaptığı analizlerin Batı Avrupa ülkeleriyle sınırlı olduğunu özellikle vurguluyor ve ele aldığı konunun bir özel mülkiyet biçiminden (feodalizm) diğer bir özel mülkiyet biçimine (kapitalizm) geçiş olduğuna, ama Rus toprağının hiçbir zaman özel mülkiyet haline gelmemiş olduğuna dikkat çekiyor. Son derece önemli! Ama sonrası daha da ilginç:

Rusya’daki “Emeğin Kurtuluşu” adlı bir Marksist grubun önderlerinden Vera Zasuliç. Petersburg valisi General Fyodor F. Trepov’u kurşunlamaktan yargılanmıştı.

 ‘Rusya kuluçka dönemini atlayabilir’

“Rusya’da, bu ülkeye özgü koşulların bir araya gelmesi yüzünden, ulusal ölçüde kurulmuş olan tarım komünü, ilkel niteliklerinden adım adım kopabilir ve doğrudan doğruya, ulusal ölçüde kolektif üretimin unsuru olarak gelişebilir. Kapitalist üretimin çağdaşlığından ötürüdür ki, Rus tarım komünü, kapitalizmin (korkunç) iğrenç serüvenlerinden geçmeden, bu üretimin tüm olumlu yanlarını benimseyebilir. …

“Kapitalist sistemin Rus heveslileri böyle bir çözümün teorik olanağını yadsımaya kalkarlarsa, kendilerine soracağım soru şudur: makineleri, buharla işleyen gemileri, demiryollarını vb. işletebilmek için Rusya, Batı gibi, makine sanayinin o uzun kuluçka döneminden geçmek zorunda kaldı mı? Şunu da açıklasınlar, nasıl oldu da (bankalar, kredi kurumları vb. gibi) Batıda yaratılması yüzyıllar sürmüş olan değişim mekanizmasını göz açıp kapayana dek ülkelerine sokabildiler?”3

Görüldüğü gibi Marx bu pasajda, Rusya’nın kapitalizm aşamasını atlayabileceğini vurguluyor, ilkel tarım komününün “modern komün”e dönüşebilme olanağını tartışıyor. Buna karşı çıkanları da “kapitalizmi alırken sıçramaları kabul ediyorsunuz da, neden sosyalizm olanağını yadsıyorsunuz?” diye azarlıyor. Devam ediyor:

‘Ama önce devrim gerekir’

“Demek ki, o (Rus tarım komünleri), modern toplumun yöneldiği ekonomik sistemin doğrudan doğruya başlangıç noktası olabilir ve kendi kendini yok etmekle işe başlamadan deri değiştirebilir. …

“Kapitalist düzenden, sadece olabilecek süresi bakımından toplumun tüm yaşamı içinde hesaba katılmayacak kadar kısa ömürlü olan kapitalist düzenden geçmeden kapitalist üretimin insanlığa sağladığı ürünleri ele geçirebilir.”4

Gerek şartı böyle açıklayan Marx, yeter şarta da vurgu yapıyor:

“Rus komününü kurtarmak için bir Rus devrimi gerekli… Rus komünü, Rus toplumunun yeniden doğuşunu sağlayan bir unsur olarak, kapitalist düzenin köleleştirdiği ülkelere bir üstünlük unsuru olarak kısa zamanda gelişecektir.”5

Marx’ın Zasuliç’e yazdığı mektubun birinci taslağında yaptığı tartışmayla ulaştığı sonuçları özetleyelim:

– Kapital’de yapılan analizler esas olarak Batı Avrupa süreciyle sınırlıdır.

– Bütün ülkelerin (bu örnekte Rusya’nın) aynı yolu (kapitalizmi) izlemeleri zorunlu değildir.

– Bu ülkeler, kapitalizmi yaşamadan (onun katkılarını da özümseyerek) daha ileriye sıçrayabilirler.

–“Gerilik”leri bir üstünlük unsuruna dönüşebilir.

– Fakat öncelikle köklü bir devrim gerekir.6

Dipnotlar

1) K. Marx, F. Engels; Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yayınları, Çev. Mihri Belli, İkinci (genişletilmiş) baskı, s.232-264. Kitapta birinci, ikinci ve üçüncü taslaklar ile 8 Mart 1881 tarihli mektubun aslı bulunuyor.

2) Aynı eser, birinci taslak, s.232-233.

3) Aynı eser, birinci taslak, s.234.

4) Aynı eser, birinci taslak, s.242-243.

5) Aynı eser, birinci taslak, s.248.

6) Taslaklar oldukça uzun olmasına ve tekrarlar içermesine karşın, Zasuliç’e gönderilen asıl mektup kısa. Belli ki Marx epey kafa yorduktan sonra ulaştığı sonuçları süzmüş. Sonuçtaki mektupta şöyle yazmış: “Demek ki, Batıya özgü bu harekette (feodalizmden kapitalizme geçiş) söz konusu olan, bir özel mülkiyet biçiminin yerini bir başka özel mülkiyet biçiminin almasıdır. Rus köylülerinde ise, tersine, onların ortak mülkiyetini özel mülkiyet biçimine sokmak gerekecektir. Demek ki, Kapital’deki tahlil, tarım komününün yaşama yeteneği konusunda ne lehte, ne aleyhte nedenler ileri sürmemektedir; ancak orijinal kaynaklarda malzeme arayarak yapmış olduğum özel inceleme, bu komünün, Rusya’da toplumsal yeniden doğuşun dayanağı olduğuna beni inandırdı, ama komünün bu biçimde bir işlevi yerine getirebilmesi için, ilk önce onu her yandan kuşatan baltalayıcı etkilerden kurtarmak ve sonra da kendiliğinden-gelme bir gelişmenin doğal koşullarını kendisine sağlamak gerekir.” Aynı eser, mektup, s.264.


1 Ekim 2023 Pazar

SOSYALİST CUMHURİYET İÇİN TEZLER - TÜRKİYE TEZLERİ

MAR notu: 1) Burjuva devrimlerini 1848 devrimlerinin öncesindeki devrimler ile sonrasındaki “geç” burjuva devrimler olarak ayırmak gerekmektedir. 1848 burjuva devrimlerinden önceki devrimlerde burjuvazinin, “eski rejimin” üst-yapısal öğelerini yıkmak ve dönüştürmek için halk kitlelerinin devrimci enerjisini ve gücünü kullandığı, devrim süreçlerinde bu enerjiye kendi çıkarları doğrultusunda yön vermeye çalıştığı gözlenir. 1870’ten sonra Prusya’daki “tepeden devrim”de ya da Türkiye burjuva devriminde ise, Türkiye için Kurtuluş Savaşı’nda halkın katılımı dışında, halk kitlelerinin hareketlenmesi gözlenmez. Burjuvazi geç yaşanan devrimlerde, emekçi halkın ve işçi sınıfının devrimci süreçlere katılımından ve bağımsızca kendi taleplerini savunmasından korkmuş, ilerici reformları zamana yayılmış şekilde “tepeden” uygulamaya koymuştur. Burjuva devrimlerine, sosyalist devrime de bir sıfat olarak eklenmemesi gereken “demokratik” sıfatını yakıştırmanın, nesnel bir kriteri yoktur. “Demokratik devrim”, geçmişte Türkiye solunun geliştirdiği bir garip ve bilim-dışı kavramdır. Devrimler, sınıf iktidarlarıyla tanımlanır/tanımlanmalıdır. Burjuva devrimlerinde kapitalist sınıfın toplumsal iktidarı kurulurken, sosyalist devrimde, siyasal ve toplumsal iktidar işçi sınıfına geçer. 2) 1960’ların sonunda Türkiye solunda filizlenen “devrimci-demokrat” politik çizgiler, bu dönemde ülke ve dünya nesnelliğini, işçi sınıfının gelişim düzeyini Marksist/bilimsel analizle kavrayamamanın getirdiği bir tür “çocukluk hastalığı”dır. Parlamenterizm nasıl ki bir reformizm türü olarak reddedilmelidir, Marksizm’den teorik kalkış almayan ve her yeni konjonktürde Marksist analize yaslanmayan bir “devrimciliğin” de varabileceği bir hedef yoktur. Türkiye’de 1960’larda olduğu gibi, bugün de sosyalist devrim gündemdedir ve günceldir. İşçi sınıfı dışında devrimci kapasitesi olan bir sınıf olmadığı gibi öncü komünist parti dışında herhangi bir başka örgütsel formun sosyalist devrime öncülük yapması mümkün değildir.

Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler'den bir bölüm olan "Türkiye Tezleri"ni üzerinde tartışılması için hatırlatmak istiyoruz.


TÜRKİYE TEZLERİ

1. Osmanlı İmparatorluğu

118. Kuruluşundan yıkılışına, Osmanlı toplum düzeninin, üretim ilişkilerinin nasıl tanımlanacağı ve çözümleneceği başlı başına çetin ve tartışmalı bir konudur. En başta, 700 yıllık bir tarih dilimini ve çok büyük bir coğrafyayı içine alan Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün dönemlerini ve parçalarını tek bir birim olarak ele almak, tek bir kavram altında tanımlamak olanaklı değildir. Çokuluslu imparatorluk, farklı gelişmişlik düzeylerindeki toplumsal bileşenlerden oluşmuştur. Bunun en açık kanıtı, Osmanlı İmparatorluğu’ndan yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nin değil, çok sayıda devletin doğmuş olmasıdır. Bu aynı zamanda Osmanlı devletinin yalnızca bir Türk devleti olmadığının da kanıtıdır.

119. Osmanlı İmparatorluğu’nun ne olduğu ve ne olmadığı sorununa her şeyi yanıtlayan bir “büyük” teori ile değil, diyalektik bir süreç çözümlemesiyle yaklaşılması gerekiyor. Tüm dönem imparatorlukları gibi Osmanlı İmparatorluğu da, ulus devletlerin doğmadığı kapitalizm öncesi bir coğrafyada, yerel/bölgesel oluşumları dönüştürmeden, hatta gelişmelerini yavaşlatarak bir arada tutan bir üst örgütlenmeydi.

120. Üretim biçimleri arasındaki ilişki, sonradan egemen olanın ötekileri çözmesi ve kendine benzetmesi türünden tek yanlı bir ilişki değildir. Son çözümlemede yeni üretim biçimi egemen olmakta, bütün ilişkilere rengini vermektedir. Ancak, üretim biçimleri, tarihsel olarak belirlenmiş somut bir toplumsal formasyonda birbirlerine eklemlenerek ve birbirlerini etkileyerek var olabilmektedirler.

121. Doğu”, “Batı”, “ATÜT” ve “feodalite” kavramları, Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezinde bulunduğu coğrafya esas alındığında son derece göreli ve geçişçi anlamlar kazanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu bir yanıyla bir Asya toplumu ve Doğu despotizmi olmakla birlikte, aynı zamanda Batı’nın Doğu’ya uzanmış kolunun Bizans’ın mirasçısı, dolayısıyla Batı’nın parçasıdır.

122. Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin kuruluşundan, Türklerin Anadolu’ya çıkışlarından önceki tarih ele alındığında, son 2500 yılın en az üçte birinde bu topraklar Avrupa’nın etkisi ve denetimi altında kaldı. Avrupa uygarlığının temelleri Yunan ve Roma kanalıyla atıldı. Arap ve Bizans uygarlıkları, birlikte ve etkileşim içinde Osmanlı ve Anadolu toplumlarının ideolojik-kültürel oluşumuna renk ve özelliklerini kattılar. Sonuç olarak, Osmanlı toplumu Doğu-Batı uygarlık ve kültürleriyle en başından ve aynı anda yüz yüze geldi. Bir üst sentez oluşturduğu söylenemez; bu iki uygarlık kaynağından derin biçimde etkilendiği ise kesindir.

123. Roma hukukunun ve özel mülkiyetin varlığını sürdürdüğü Bizans İmparatorluğu, ademi merkeziyetçi feodal eğilimler karşısında merkezi ve merkeziyetçi bir düzen kurabilmek için “doğu despotizmi” modelinden yararlanmış, böylece feodal üretim tarzının oluşmasını engellemiş, Batı Avrupa’nın üstünlüğüyle sonuçlanan sürece katkı yapmıştır. Osmanlı İmparatorluğu bu çerçevede, coğrafi alanına giren feodal öncesi öğelerin doğrudan etkisi altında oluşmuş, bu oluşum döneminde Asya tipi öğeler ağır basmış, arkasından feodal eğilimler öne çıkmaya başlamıştır. 17. yüzyılda, “ayanlar”da birikmeye başlayan bölgesel gücün 1808’de hükümdarla Sened-i İttifak imzalaması doğmakta olan feodalizmin önemli hamlesiydi. Ancak, ayanların siyasal güçleri kısa zamanda silindi. Merkezi yapı ve bürokrasi feodalizm yönündeki gelişmeyi yavaşlattı.

124. Osmanlı düzeninin en az nüfuz ettiği coğrafya Kürdistan oldu. Osmanlı Tımar düzeninin geçerlilik kazanamadığı tek yöre burasıydı. Osmanlı, bölgedeki iktidarını babadan oğula geçen bir tür valilikle Kürt beyleri üzerinden yürütürken, Kürt aşiret yapılarını olduğu gibi bıraktı. Kürdistan’da feodal ilişkilerin oluşmasının ve Kürt feodalitesinin bugünlere ulaşan direngenliğinin tarihsel nedeni budur.

125. II. Mahmut’tan sonra getirilen vergi reformuyla Kürt aşiret beylerinin gücü arttı. Aynı reform, Ermeni köylüsünü Osmanlıya vergiyle birlikte, bir de Kürt beylerine haraç ödemek zorunda bıraktı. Artı-ürünlerine iki kez el konulması Ermenilerin yaşam koşullarını ciddi biçimde kötüleştirdi ve küçük-burjuva devrimci örgütlerin (Taşnak ve Hınçak) başlattığı ayaklanmalara (1893-1896) katılmalarında etken oldu. “Ermeni sorunu”nun arka planında da bu tarihsel olgu bulunuyor. Ermenileri Osmanlıya muhalefete iten koşulları yaratanların, 1915’te yüz binlerce Ermeni insanını katletmeleri ise, “hem suçlu, hem güçlü” tutumunun tipik örneğidir.

126. Osmanlı İmparatorluğu’nda üstün ve egemen mülkiyet türü devlet mülkiyetiydi. Tımar topraklarında da hem çıplak mülkiyet, hem mülkiyet hakkının tüm fiili sonuçları devlet denetimindeydi ve bu ikisi bütün toprakların yüzde 88’ini içine alıyordu. Reaya, kullanma (intifa) ve kullandığı toprağı miras bırakma hakkına sahipti. Artı-ürünü devlete vermek, devlet hizmetlerine katılmakla yükümlüydü. Tımar denilen, mal ve insan kaynakları sayılı, gelirleri belirlenmiş toprak parçası, devletin atadığı kişi ya da kişilere (sipahi) verilirdi. Sipahi talandan pay alarak, kaynak ve insanlar üzerinden vergi toplayarak rant elde eder, buna karşılık orduya elde ettiği gelirlere oranlı donatılmış savaşçılar sağlardı. Sipahilerin ayrıcalıkları babadan oğula geçerdi; ancak bu mutlak değildi. Ayrıcalık görevin sürmesine bağlıydı. Merkezi denetim ve müdahaleler, sipahinin tımarından vazgeçme hakkı, orduya yeterli askeri vermeyenlerin açığa alınması, tımarların durmadan sahip değiştirmesine yol açmış, sipahiler aristokrat bir sınıf konumuna ulaşamamışlardır.

127. İmparatorluğun yayıldığı alanın en büyük bölümünde devletin üstün mülkiyeti geçerli olmakla birlikte, Rumeli’de, Mısır ve Mezepotamya gibi uzak eyaletlerde, daha önceki işgallerin prekapitalist ilişkileri geliştirdiği Ege adaları gibi bölgelerde, “arpalıklar”, “yurd”lar, “ocaklık”lar, “malikane-divani”ler, “eşkincülü tımar”lar olarak adlandırılan çeşitli karma ve saf özel mülkiyet biçimlerine rastlanmaktadır.

128. Giderek genişleyen topraklarda üretilen artı ürünün bir bölümüne el konularak merkeze aktarılması Osmanlı İmparatorluğunun büyüme döneminin temel ekonomik düzeneğiydi. Merkeze aktarılan payın küçülmesi de çözülme zeminini döşeyen etkenlerden biri oldu.

129. Osmanlı devleti bir imparatorluk formasyonuydu ve tüm imparatorluklar gibi fetihçiydi. İmparatorluğun büyümesi ve zenginleşmesi, yeni toprakların ele geçirilmesiyle, bu topraklardaki artı ürünün bir bölümünün merkeze aktarılmasıyla gerçekleşiyordu. Devletin koruyucusu, fethin sürdürücüsü olan silahlı kuvvetler, padişaha kulluk bağıyla bağlı hassa ordusu ile varlığı ve geleceği fethin fetihle finanse edilmesine bağlı sipahilerden oluşmaktaydı. Sistem fethin sürekliliği üzerine kurulmuştu. Sonuncu savaşta elde edilenin bu savaş için harcanana eşit ya da daha az hale geldiği noktada fethi sürdürmenin nesnel temeli ortadan kalktı.

130. Büyüme ve zenginleşmenin bir başka önemli kaynağı, Batı-Doğu ticaret yolundan elde edilen gelirlerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişinin koşullarından birini oluşturan Ortadoğu ticaret tekeli, Batı’da feodalizm içinde gelişmekte olan ticaret sermayesi tarafından kırıldı. Kapitalizm dünya ticaretinin yolunu ve merkezini değiştirdi. Onaltıncı yüzyıl sonlarında büyük Doğu ticareti Atlantik Okyanusu’na kaydı. Osmanlı İmparatorluğu Batı Avrupa merkezli kapitalist dünya pazarına bağlandı.

131. Ticaret yollarının değişmesi, fetihleri sürdürmenin “ekonomik” ve askeri maliyetinin “optimum” eşiği aşması, geniş Osmanlı topraklarından çekilen artı-ürün miktarının oran ve miktar olarak azalması Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş ve çözülüş sürecinin nedenleridir. Uluslararası ticaret tekel ve ayrıcalığının yitirilmesi, ticaret yollarının uzaklaşması, gelirlerde azalmayla birlikte fetih ve silahlanma giderlerinin artmasına yol açtı. Uluslararası ticaretin gelişmesinin önemli sonuçlarından biri, toplam üretimin merkezi devletin denetimi altındaki dolaşım ağından geçen bölümünün küçülmesi oldu.

132. Özetlenen süreç, Osmanlı İmparatorluğu’na egemen olan kapitalizm-öncesi üretim ilişkilerini çözen dinamikleri de harekete geçirmiştir. Yüzyıllara yayılan bir süreç içinde uluslararası ticarete aracılık eden tüccarların elinde servet birikmiş, bir tür vergi taşeronluğu uygulaması olan iltizam sistemi ile devletle doğrudan üreticinin arasına giren ve artı ürünün giderek daha çok bölümüne el koyan mültezimler zenginleşmiş, özel mülkiyetin habercisi olan tefeci sermaye oluşmuştur.

133. Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı toplumunda sermaye birikmeye, kapitalist ilişkiler mayalanmaya, Selanik, Ege, Akdeniz, Şam, Halep vb. yörelerde farklı üretim birimlerini birbirine bağlayan meta üretimi oluşup yayılmaya başladı. Osmanlı, sanayi devrimini yaşamakta olan Batı Avrupa ekonomisiyle bütünleşme sürecine girdi.

134. 1838’de İngiltere ile imzalanan ticaret anlaşması Osmanlı’nın dünya pazarına bağlanmasında önemli bir adım oldu. Tanzimat Fermanı (1839) gayrimüslim ve yabancıların varlıklarının müsaderesine sınırlar getirerek Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kez özel mülkiyeti korudu. 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi ile belli sınırlamalarla da olsa toprakta özel mülkiyet hakkı tanındı.

135. Batıcılık ve modernizasyon akımını bu gelişmelerden ayrı düşünmek olanaksızdır. “Çağdaş uygarlık düzeyi”ne ulaşma hedefi, o günden bugüne, Türk burjuvazisinin değişmeyen ve kapitalistleşmekten, emperyalizmle bütünleşmekten başka bir anlama 26 gelmeyen ortak yoludur. Bunların olduğu yerde burjuva devrimciliğinin doğması kaçınılmazdı.

136. Osmanlı devletinde dini hukukun egemenliği esas olmakla birlikte, hükümdarın iradesiyle konulan yasa ve kurallardan oluşan siyasal ve yönetsel dünyevi bir hukuk da vardı. “Din ve Devlet”, “Şeriat ve Kanun” terimleri bu ikiliği yansıtıyordu. Osmanlı hukuk düzeninin tümüyle şeriat kurallarına dayandırılması 16. yüzyıldan sonradır.

137. Osmanlı İmparatorluğu Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında kendi toprakları üzerinde egemenliğini yitirmiş, bağımsız devlet işlev ve yetkilerinin bir bölümünü emperyalist ülkelere devretmiş, emperyalizmin yarı-sömürgesi haline gelmiş bir ülkeydi.

2. Burjuva Devrimciliği ve Türkiye Cumhuriyeti

138. 1640 İngiliz, bağımsızlık yanı ağır basan 1776 Amerikan ve 1789 Fransız devrimlerini “demokratik devrim” yapan en önemli olgu, emekçi sınıfların bu hareketlere “aşağıdan” verdiği destekti. Bu devrimler, feodal mutlakçı devletleri devirerek burjuva ulus-devleti oluşturdular; kapitalizmin gelişmesinin önündeki hukuksal engelleri kaldırdılar; tarımda kapitalizm öncesi ilişkileri tasfiye ederek üretim araçlarından yoksun “özgür” emekçinin, proletaryanın oluşumunu hızlandırdılar.

139. Almanya, Avusturya, İtalya, Rusya ve Osmanlı vb. toplumlar burjuva dönüşümleri geç ve farklı yaşadılar. “Erken” ve “geç” arasındaki bıçak keskinliğindeki çizgiyi 1848 Avrupa devrimleri çekti. 1848’den sonraki hiçbir burjuva devrim, “aşağıdan” ve “demokratik” olmadı. Birçoğu, ani ve hızlı sınıfsal iktidar değişikliği anlamında siyasal devrim de değildi. Örneğin kapitalist ilişkilerin “Prusya tipi” geliştiği, 1848 emekçi barikatlarından ürken burjuvazinin eski düzenin egemen sınıflarıyla uzlaştığı Almanya’da 1870’de “devrim” olmadan Alman birliği kuruldu. Devletten topluma doğru burjuvalaşma süreci yaşandı. Almanya deneyimini Marx ve Engels, bu nedenle “yukarıdan devrim” olarak nitelediler.

140. Jön Türk, İttihat ve Terakki hareketleri Osmanlı döneminin burjuva hareketleridir. 1908 bir burjuva devrimi denemesiydi. Mustafa Kemal, aktif ve önde olmasa da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyesiydi. Kurtuluş savaşının kadroları çok önemli ölçüde Ittihat ve Terakki’den devşirildi. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Osmanlı paşaları Osmanlı İmparatorluğu’nun burjuva devlete dönüşümündeki sürekliliğin canlı temsilcileri oldular.

141. Batı’da feodalizmin içinden çıkan mutlakçı monarşiler burjuva ulus-devletlere ebelik ettiler. Burjuva devrimleri bu monarşileri devirerek kapitalizmin önünü açtı. Abdülhamit despotizmine karşı “hürriyet” bayrağını kaldıranlar kapitalist gelişmişlik açısından geri ve tarihsel bakımdan geç kalmış bir coğrafyadaki burjuva devrimciliğinin temsilcileriydiler. Öteki geç burjuva devrimlerini idealize etmeden Osmanlı’dan TC’ye geçişi kopuşsuz düz bir çizgi, Türkiye ulus-devletinin, cumhuriyetin kuruluşunu Osmanlı paşalarının yaptığı bir hükümet darbesi, tek yeniliği de padişahlığın kaldırılması olarak nitelemek olanaksızdır.

142. 1920’lerde Türkiye’de gerçekleşen “yukarıdan” bir burjuva devrimidir. Marksist tanımla “burjuva demokratik devrim” değildir. Halk hareketine dayanmadığı için devrimciliği sınırlı kalan, kapitalizm öncesi sınıflarla bağlaşıklığı nedeniyle toprak sorununu çözemeyen, burjuva demokratik parlamenter bir rejim kuramayan güdük bir burjuva devrimi.

143. Bu devrim, öteki “yukarıdan” burjuva devrimleri gibi yalnızca tarihsel olarak “geç” kalmış değil, emperyalizm çağına kalmış bir devrimdi. Emperyalist dönemin geç kalmış burjuva sınıfı kapitalizm-öncesi ilişkileri devrimci/köktenci biçimde çözmek yerine bunların kapitalizme eklemlenerek yaşamasını, evrimci yoldan çözülmesini yeğlediğinden, kapitalizm öncesi sınıflar kapitalizme ortak edilmişlerdir. Türkiye burjuva devriminin geriliğinin ve güdüklüğünün önemli nedenlerinden biri budur.

144. Birinci Dünya Savaşı’nda üstün gelen emperyalist devletlerin paylaşma ve işgaline karşı siyasal bağımsızlık mücadelesi ve Ekim Devrimi’nin emperyalistleri Türkiye’yi bölüşmekten caydıran etkisi Türk burjuva devriminin iki önemli dayanağı oldular.

145. Kemalistler, ulusal kurtuluş mücadelesinin temel toplumsal sınıflardan bağımsız, sivilasker ulusal kadro ve güçlerin önderliğinde yürütülen ulusal demokratik bir devrim olduğunu, sonunda da “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış” bir toplum ve devlet kurulduğunu iddia ederler.

146. Resmi ve Kemalist tarih görüşüne tepkiden ve Kürt hareketinin Kemalizme eleştirilerinden beslenen, ademi merkeziyetçi, sivil toplumcu bir dünya görüşünü benimseyen liberaller ve sol liberaller ise, cumhuriyetin Osmanlı devletinin merkezi, despotik geleneğinin kesintisiz devamı olduğunu, bu sürekliliğin sivil toplumun oluşmasını, böylelikle de demokrasinin gelişmesini önlediğini savunurlar. Bu yaklaşımda toplumdaki tüm kötülüklerden sorumlu sınıfsal özü belirsiz soyut bir devlet ve onun karşısında da, yine içinde sınıfsal ayrışma ve mücadele olmayan “demokratik” bir sivil toplum vardır. Bu görüşe göre cumhuriyet, devleti kurtarmak isteyen Osmanlı bürokrasisinin son sığınağıdır. Bu iki yaklaşımın ortak yanı, devleti ve burjuva dönüşüm sürecini sınıflar dışı ve sınıflar üstü görmesidir.

147. Dağılan ve paylaşım nesnesi haline gelen yarı-sömürge, pre-kapitalist, teokratik Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine Misak-ı Milli olarak tanımlanan bir coğrafya üzerinde, siyasal olarak bağımsız bir burjuva ulus devlet kurulmuştur. Bu, tarihsel açıdan ileri bir adım olan tipik bir geç kalmış burjuva devrimidir. Hilafetin kaldırılması, laiklik, eğitimin birliği ve sekülerleşmesi, yeni Medeni Kanun, kadınlara hukuksal eşitlik tanınması vb. bu dönüşümün bir kopuş olduğunun hiçbiri sıradan olmayan kanıtlarıdır. Ticaret, sözleşme, mülkiyet ve miras haklarının yasal güvenceye kavuşturulması, devletin sermaye birikiminin ana aktörü olarak işlevlendirilmesi ve daha bir dizi önlem cumhuriyetin kapitalizmin önündeki engelleri temizleyen bir burjuva devrimi olduğunun yadsınamaz göstergeleridir.

148. Ulusal kurtuluş savaşına önderlik eden Kemalist hareketi devrimci-demokrat, antiemperyalist ya da kimilerinin zaman zaman yapmaya çalıştığı gibi anti-kapitalist bir yönelim olarak değerlendiren savlar temelsizdir.

149. Kemalizmin emperyalizmle uzlaşmacı karakterini, kapitalist yolu tercih etmesini, komünizm karşıtlığını “kanıtlayarak” Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan dönüşümün burjuva devrimi olmadığını kanıtlamaya kalkışmak ise metreyle sıcaklık ölçmeye kalkmak türünden bir saçmalıktır.

150. Ulusal/burjuva devrim anti-sömürgeci bir devrimdi. 1917 Ekim Devrimi ve bu devrimin Türkiye’ye sıçrama olasılığı karşısında emperyalistler Türkiye’yi bölme/bölüşme siyasetlerini değiştirmek zorunda kaldılar. İngilizler ve Fransızlar 1919-1921 arasında Anadolu’nun bolşevikleştirilmesini çok yakın bir tehlike olarak görüyorlardı. Bu tehlikeyi savuşturmak üzere Kemalist iktidarla uzlaşma yolunu seçtiler. Temel hedefi bağımsız ulusal/burjuva devlet olan ve bu hedef için savaşma gücü göstererek direnen Kemalist önderlik bu uzlaşma için kendisinden istenenleri yerine getirdi: 21 Kasım 1922’de Lozan Konferansı başladı. 4 Şubat 1923’te konferansa 2,5 aylık bir ara verildi ve bu arada, 17 Şubat 1923’te Türkiye’de İzmir İktisat Kongresi toplandı. İzmir İktisat Kongresi, emperyalistlerin istediği temel güvencelerin tümünü verdi: Türkiye kapitalist Batı kampında kalacaktır! Kapitülasyonlar kaldırılacak ancak Osmanlı borçları ödenecektir; karşılıksız kamulaştırma ve yabancı sermaye düşmanlığı yapılmayacaktır!

151. Bu süreçten çıkarılacak sonuçlar net ve açıktır. Bir: Kurtuluş hareketi emperyalist işgale, en azından emperyalistlerin desteklediği bir işgale karşı siyasal bağımsızlık hedefiyle yürütüldüğü ve sonunda bağımsız bir ulus-devlet kurulduğu için, hem nesnel hem öznel olarak anti-sömürgecidir. Yarı-sömürge Osmanlı İmparatorluğu yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti emperyalistlerin istediği bir sonuç değildi; daha büyük bir tehlike karşısında kabul etmek zorunda kaldıkları bir çözümdü. Ulusal mücadele emperyalist güçlere karşı verildi. İki: Kemalist hareket üniter devletin varlığını korumak anlamında bağımsızlıkçı olmakla birlikte, programı, ideolojisi ve yürüttüğü siyasetle hiçbir zaman antiemperyalist olmamıştır. Emperyalizm, tekelci kapitalizmdir. Yarı-sömürge devlet yerine siyasal olarak bağımsız bir devlet hedeflemek tek başına antiemperyalist bir tutum olarak nitelenemez. Tekelci, sömürücü, yayılmacı ve militarist bir sistem olan emperyalist/kapitalizme karşı olunmadan antiemperyalist olunamaz.

152. 1920’ler Türkiye’sinin sınıfsal kompozisyonu şöyle özetlenebilir: Rumeli’de, İstanbul’da ve Batı Anadolu’da oluşum ve gelişim halindeki ticaret burjuvazisi, kırda küçük üretici köylü, kentlerde zanaatkârlar, Osmanlı devlet aparatının büyük küçük, asker sivil görevlileri, aşiret reisi ve dinsel önder konumundaki büyük toprak sahipleri, topraksız yoksul köylüler ve İstanbul’da kümelenmiş küçük proletarya çekirdeği. Proletarya ve yoksul köylülük, birincisinin maddi, ikincinin sınıfsal zayıflığı/örgütsüzlüğü nedeniyle ulusal mücadele ve iktidar kavgasının tarafı olamadılar.

153. Aşağı yukarı bütün sınıf ve katmanlar kendi içlerinde ayrışarak, saflaşarak mücadelenin yanında ya da karşısında yer aldılar. İstanbul’daki ticaret burjuvazisi uzun zaman emperyalist işgalcilerin yanında yer aldı; Anadolu’da büyük toprak sahiplerinin ve tüccarların içinden de ulusal mücadeleye aktif katılanların, destek verenlerin yanı sıra İstanbul’daki hükümdarla işbirliği içinde ulusal güçlere karşı isyan örgütleyenler çıktı… Çetelerden, düzenli orduya gerilla ve askerler, baştaki isteksizlik ve edilginliklerine rağmen ağırlıklı olarak köylülerden oluştu.

154. Ulusal mücadelenin güçleri esas olarak siyasal bir eksen ve etkinlik üzerinden bir araya getirilmiştir. Erken siyasallaşan sermaye sınıfı, maddi varlığının ötesinde bir önderlik ve birleştiricilik kapasitesi göstermiştir.

155. Mücadelenin önderliği, sınıfsal köken tartışmaları bir yana, ideolojik-siyasal çizgisinin içeriğiyle tastamam burjuva niteliktedir. Böyle bakıldığında tablo netleşmektedir. Mücadelenin, Kuvayı Milliye müfrezelerinden, Müdafayı Hukuk Cemiyetlerinden, gerilla gruplarından, Türk ve Kürt büyük toprak sahiplerinden, aşiret reislerinden, aydınlardan oluşan geniş cephesi Mustafa Kemal’in yürüttüğü karmaşık ve pragmatik siyasal uzlaşma ve taktiklerle örülmüştür. Kürtlerle, İslamcılarla ve hatta başlangıçta Türkiye’deki Bolşevizm yandaşlarıyla kurulan ittifaklar bu cepheyi oluşturmanın siyasal kaldıraçlarıydı.

156. Ulusal mücadelenin yeni ulus devlet iktidarına dönüştüğü süreçte Mustafa Kemal ve arkadaşları bu güçleri parçalayarak ve hepsini şiddet yöntemleriyle tasfiye ederek iktidar blokunun dışına ittiler. Önce Bolşevik eğilim, Lozan Konferansı’ndan sonra Kürtler ve halifeliğin kaldırılmasıyla da İslamcılar tasfiye edildiler.

157. Ekim Devrimi’nin yaydığı bolşevikleşme dalgası yalnız emperyalistlerle Türk ulusçularının uzlaşma zeminini yaratmadı. Kuzey’den gelen “tehlike” karşısında Kemalist burjuvazi en başından antikomünizm silahına sarıldı. Mustafa Kemal ve öteki paşalar, Ekim Devrimi’ne ve komünizme en başından ve sınıfsal nedenlerle karşıydılar.

158. Düzen için komünizmin gerçek bir tehdide dönüşmesiyle birlikte, Rusya ile Fransa ve İngiltere arasındaki çelişkilere dayanan ve son döneminde Osmanlı'nın varlığını sürdürmesine olanak veren denge politikası geleneği, cumhuriyetin kurulmasından Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar olan dönemde emperyalist-kapitalist sistemle Sovyetler Birliği arasındaki çelişki üzerinden yeniden üretilip sürdürüldü.

159. Komünist hareketin gücü, ülkedeki işçi hareketinden ve bu temelde örgütlenmiş bir partinin varlığından gelmiyordu. Büyük Ekim devriminin ve Bolşevizmin yüksek prestijinin yaydığı etkiler, Türkiye toplumunda komünist düşüncelere açık genişçe bir alıcı kitle yaratmıştı. Çerkez Ethem komutasındaki Yeşil Ordu, TBMM' deki Türkiye Halk İştirakuyun Fırkası (THİF) ve TKP, alternatif bir cephe oluşturacak potansiyel taşıyorlardı. Yeşil Ordu Yunanlılarla savaşta önemli yararlılıklar göstermiş, halk desteğine sahip bir orduydu. THİF liderini Mustafa Kemal'in muhalefetine rağmen İçişleri Bakanı seçtirecek kadar güçlü meclis grubuna sahip bir partiydi; TKP komünist birikim ve kolları birleştirerek toparlanmış, Komintern'in desteğine sahip bir örgüttü. Mustafa Kemal ve arkadaşları üçlü gücün bloklaşmasının güçlü bir olasılık olduğunu gördüler ve bu tehlikeyi ortadan kaldırmak için, iyi düşünülmüş bir planı hiç zaman yitirmeden yürürlüğe koydular. 1921 başında, bir ay kadar kısa bir zamanda bu üç gücü de ortadan kaldırdılar. 6 Ocak'ta Yeşil Ordu dağıtıldı; 28 Ocak'ta Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı Karadeniz'de boğduruldu. Aynı gün TBMM' deki THİF mensupları tutuklandılar.

160. 1924 ile 1938 yılları arasında 16 Kürt isyanı çıktı. Aşiret ve din ileri gelenlerinin önderlik ettiği, yer yer emperyalistlerce de körüklenen bu isyanların kanla bastırılması, askeri harekâtların Kürt halkının varlığını inkâr eden bir siyasetin devamı olması, Cumhuriyetin kuruluşuna katılan Kürtler ile kardeşlik ilişkisine ciddi zararlar verdi.

161. Türk burjuvazisi, Türk milliyetçiliğini Kürtlerin inkârı ve onlardan bir düşman ulus yaratma temelinde geliştirdi. Türklerin Orta Asya’dan çıkarak dünyanın farklı yerlerine uygarlık taşıdıklarına dayanan Türk Tarih Tezi ve Türkçenin Orta Asya’da konuşulan bütün dillerin temeli olduğunu iddia eden Güneş Dil Teorisi en azından bir dönem Türk milliyetçiliğinin teorik tezleri olarak sunuldu.

162. Bunlar, Türk burjuvazisinin daha kurtuluş savaşının dumanlan tüterken ve daha ayakları üzerinde tam dikilmemişken bile ne denli gerici ve antidemokratik olduğunu gösteriyor. Ama bunların hiçbiri 1920 dönüşümünü, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu tarihsel anlamda ileri bir adım olmaktan çıkarmıyor.

163. Laiklik sosyalistlerin daha gerisini hiçbir koşulda kabul etmeyecekleri bir kazanımdır. İslamcı güçlerin, uleması, tarikatları, dergâhları, mürit ve yandaşlarıyla Ankara’daki merkezi devlet iktidarından uzaklaştırılmaları, eğitimin laik temelde birliğinin sağlanması önemli ve ileri adımlardı. Diyanet İşleri Başkanlığı ile dinin devlet denetimine alınması ise başından itibaren Türkiye laikliğinin çelişkisi oldu. 80 yılın sonunda dini denetim altında tutmak isteyen devlet süreç içinde dinin denetimine girdi.

3. Kapitalist Cumhuriyet

164. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren bir burjuva devlettir. Kapitalist gelişmenin tarihsel olarak geciktiği ülkelerde kapitalist üretim biçiminin koşullarını ve dinamiklerini pazarı yaratarak, birikimin dış koşullarını sağlayarak, birikim sürecinin aktif öğesi rolünü üstlenerek devlet oluşturur. Burjuvazinin dünya çapında egemen sınıf, kapitalist üretim ilişkisinin evrenselleşmiş bir üretim ilişkisi olduğu koşullarda verili ülkede kapitalist devletin oluşması için burjuva sınıfın egemen olacak ölçüde gelişmiş olması gerekmez. Bir ülkenin cılız burjuvazisi devlet kanalıyla ve kapitalizmin dünya çapındaki egemenliğinden güç alarak önce kapitalist devleti sonra da daha gelişmiş kapitalist ilişkileri oluşturabilir. Türkiye’de böyle olmuştur.

165. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Kemalizm, burjuva sınıf bilinciyle donanmış örgütlü bir siyasi kadronun, iktidar olduğu coğrafyada kapitalizmi yerleştirme, egemen kılma hareketi olarak gelişti. Cumhuriyet kopuşuna rağmen, bir sürekliliğin ve dönemin azgelişmiş ülkelerinin birçoğundan daha ileri bir örgütlülüğün anlatımı olan Türkiye devleti, kapitalizm yolundaki yürüyüşün başat aktörü oldu.

166. Türkiye’de kapitalizmin gelişmesinin, aynı anlama gelmek üzere ülkenin sanayileşmesinin gerekli kıldığı sermaye ne yabancı sermaye ne de ülke içi sermaye olarak hazır değildi. O günkü uluslararası koşullar ve konjonktür içinde emperyalist sermaye özendirmelere rağmen Türkiye’ye yönelmiyordu. Ticaret ve tarım sermayesi ise yetersizdi. Bu koşullarda, sanayileşmeye yönelik sermaye birikiminin sağlanacağı tek kaynak yoksul halkın amansız ve vahşi sömürüsü temelinde devlet, tek yöntem devlet kapitalizmiydi.

167. Cumhuriyet’in ilk dönemindeki devletçilik ve planlamacılığa, “programlı devletçilik” söylem ve uygulamalarına, Mustafa Kemal’in devletçiliği liberalizm ve komünizm dışında bir üçüncü “ekol” olarak tanımlayan konuşmalarına rağmen, 1932-1939 dönemi devletçiliği kapitalist içerikli bir “milli sanayileşme” atılımı oldu. Kamuculuk, ideolojik bir ilke değil pratik bir ihtiyaçtı.

168. Mustafa Kemal’in deyişiyle “sosyalizm ilkesine” dayanmayan devletçilik “ferdin yapamayacağı işleri devletin yapması” formülünde anlatımını bulan bir devlet kapitalizmi olarak son biçimini aldı. Sınıf mücadelesini önlemek üzere planlı devletçilik öneren, bu yolla sosyalizme alternatif üretileceği iddiasında olan Kadro hareketinin akibeti üçüncü yolun olanaksızlığını gösterdi. Kapitalizmin bir devlet kapitalizmi olarak kurulmuş olmasının önemli sonuçlarından biri, büyük bir kamu sektörünün varlığı ve bu varlığın burjuvazinin farklı siyasal eğilimleri ve emekle-sermaye arasında çeşitli çatışma ve mücadelelere yol açması oldu.

169. Kurucu önderliğin asker kökenli olması, silahlı kuvvetlerle organik ilişkilerin devamı vb. Kemalizmi ve kuruluş dönemi Türkiye devletini “sınıflar üstü” ya da “küçük burjuva” olarak nitelendiren, düzeni bir tür “askeri vesayet rejimi” olarak tanımlayan tezlerin gerekçeleri olarak dün ve bugün öne çıkarılmaktadır. Tarihsel pratik ise açıkça tersini, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kendine özgü çıkarların değil, düzeni koruma ve kollama görevinin aktörü olduğunu göstermektedir.

170. 1940-1945 yılları arasında Türkiye’de savaş ekonomisi uygulandı. Üretimde, dış ticarette düşüş ve daralmalar yaşandı. Bu yıllarda katı fiyat denetimiyle, düşük fiyatla tarım ürünlerine el koyma politikalarıyla, karaborsacılık, istifçilik ve nüfuz ticaretiyle, halk kitleleri ezilip yoksullaştırılarak ilkel sermaye birikimi gerçekleştirildi.

171. Savaş yıllarında ticaret burjuvazisi ve tarım burjuvazisi güçlendi. CHP iktidarı, savaş zenginlerinin İstanbullu ve gayrimüslim kesimlerini Varlık Vergisi ile, büyük toprak sahiplerini Toprak Mahsulleri Vergisi, Köy Enstitüleri ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile tedirgin etti. Bunların son ikisini gerçekleştiremediği noktada düzenin daha geri bir noktada tutunması ve restore edilmesi gündeme geldi.

172. 1946-1950 döneminde devletçilik hem ideolojik hem pratik planda kaldırıldı. CHP’nin iktidardaki son kurultayı olan 1947 yılındaki 7. Kurultayı DP iktidarından önce, 1932-39 dönemi devletçiliğinin sona erdiğini ilan etti.

173. Savaş sonrasında Türkiye ABD emperyalizminin yörüngesine girdi. Yeni dönemde artık bağımsız bir sanayileşme modeli olan devletçiliğe de yer yoktu. Sermaye palazlanmış, yabancı sermayenin Türkiye’ye geliş koşulları olgunlaşmıştı. Truman Doktrini ve Marshall Planı’yla sağlanan askeri ve ekonomik yardımlarla birlikte yabancı sermaye girişlerinin yolu açılmıştı. Yardımın siyasal gerekçelerinden biri Türkiye’nin bütünlüğünün “Ortadoğu’da düzenin kurulması” için gerekli olduğu, Yunanistan ve Türkiye’den birinin “kaybedilmesi” durumunda ötekinin “komünizm”e düşebileceği biçimindeydi. 1950’lerde Türkiye fabrika aşamasına ulaşmış, 1960’larda sanayi burjuvazisi ve modern proletarya iki karşıt toplumsal güç olarak toplumsal-siyasal gelişmelere yön vermeye başlamıştı.

174. DP Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na muhalefetten doğdu. Savaş döneminin halka ekonomik yoksullaşma, yokluk, şiddet ve baskı biçiminde dönen sonuçlarını, tek parti yönetiminin bürokratik, ceberrut yönetiminin biriktirdiği tepkileri arkasına alan DP’nin 1950’de iktidara gelmesi, Kemalistlerin iddia ettiği gibi “karşı devrim” değil, düzenin savaş sonrasında daha CHP iktidarı zamanında başlatılmış olan restorasyon sürecinin yeni bir aşamasıydı. Tüm muhalefet odaklarının üzerine şiddetle giden tek parti iktidarının yol verdiği tek muhalefetin, CHP’nin öteki yarısı Bayar-Menderes hareketi olması rastlantı değildi.

175. DP iktidarı buna rağmen ülkeyi kuruluştan beri yönetmekte olan iktidar blokunun çatlaması anlamına geliyordu. Kemalist geleneğin doğrudan temsilcisi “ikinci adam” İsmet İnönü’nün önderliğindeki CHP’nin seçim kaybetmesi, kırsal oyların yığınsal biçimde DP’ye gitmesi, DP yöneticilerinin oy için bugün Fethullah Gülen’in devamcısı olduğu Saidi Nursi hareketini ve öteki tarikatları meşrulaştırıp arkalamaları vb. ise sonunda burjuvazinin farklı fraksiyonlarının toplumsal ve siyasal zeminde ayrışmasını hazırladı.

176. 1952’de NATO’ya girilmesiyle Türkiye Soğuk Savaş’ta ABD ve emperyalizmin Ortadoğu ve Sovyetler Birliği’ne yönelik sınır karakolu görevini üstlenmiş oldu.

177. DP iktidarını, aldığı oy desteğine bakarak bir “halk” ve “demokrasi” hareketi olarak değerlendirmek büyük bir yanılgıdır. Bu iktidar, hiçbir biçimde özgürlükçü değildi. İşçiye, topraksız köylüye, sola tutumuyla baskıcı, yasakçı ve gericiydi. DP iktidarı emperyalizme uşakça bağlı, daha iktidarının birinci yılında 1951 tevkifatıyla komünistlere, 1959’da 49’lar davasıyla Kürt aydınlarına saldıran, 6-7 Eylül 1955 provokasyon ve vandallığını örgütleyen, burjuvazinin en gerici kesimlerinin koalisyonuna dayanan, köylülüğü burjuvazinin hegemonyasına bağlayan bir iktidardı. DP, sanayi burjuvazinin yükselişte olduğu bir dönemde ticarete ve tarıma öncelik veren, izlediği kredi, dış ticaret siyasetleriyle devlet olanaklarını bu sınıflar lehine kullanan çizgisini sürdürdü. Bu çizginin, güçlenen sanayi burjuvazisinde hoşnutsuzluk yaratması kaçınılmazdı.

178. Dış ticarette daralma ve açıkların büyümesi, dış baskılar sonunda 4 Ağustos 1958’de devalüasyona gidildi. Dış ticaret denetimleri gevşetildi. Milli Korunma Kanunu uygulamaları durduruldu. Bu “istikrar” önlemleri 1961’e kadar uygulandı. Emek gelirlerinin düşürülmesi yönünde baskı ve rejim sarsıntıları yaratan bir operasyon olan devalüasyon Menderes hükümetini de ciddi biçimde sarstı.

179. 27 Mayıs, toplumsal desteğini Demokrat Parti iktidarına, bu iktidarın bir “milli irade” diktatörlüğü kurma, dinci gericiliği okşama, Türkiye’yi “küçük Amerika” yapma yönelişlerine karşı biriken hoşnutsuzluk ve öfkeden, işçi sınıfı ve kamu görevlileri başta olmak üzere, kentli sınıfların yaşam koşullarını kötüleştiren ekonomik politikalara tepkiden, sanayi burjuvazisinin hoşnutsuzluğundan, aktif öğrenci gençlik ve aydın muhalefetinden alan, emir komuta zinciri dışında başlamış bir askeri müdahaleydi. Bundan sonra NATO’cu generaller ordu içindeki 27 Mayıs türünden olağan ordu hiyerarşisini bozan çıkışları ve sol eğilimli girişimleri kuşatıp yok etmeyi başta gelen görevleri saydılar.

180. 1961 Anayasası “özüne dokunulamaz” temel hak ve özgürlükleriyle, “sosyal hak” kavramını metnine alması, devleti bu hakları gerçekleştirmekle görevlendirmesiyle, siyasal partileri demokratik düzenin vazgeçilmez unsurları arasında saymasıyla ve daha birçok düzenlemesiyle burjuva demokrat hükümler içeren bir anayasaydı. İkinci meclis Senato, Anayasa Mahkemesi, yargı bağımsızlığı, üniversite özerkliği çoğunluk iktidarını ve diktasını sınırlayan, birbirini denetleyen düzeneklerdi. Yasaların tartışılarak, farklı kurullarca onaylanarak çıkarılması, sonra da Anayasa Mahkemesi tarafından anayasaya uygunluklarının denetlenmesi demokratik düzenlemelerdi. 1961 Anayasası solu ve sosyalizmi yasaklayan özel bir hüküm içermiyordu. Öte yandan, 1961 Anayasa’nın “kurucu asli iradesi”nin askerler olduğunu gösteren iki düzenlemesi MBK üyelerine “Tabii Senatör”lük verilmesi ve rejimin gerici-otoriter “üst” kurumu rolünü üstlenen Milli Güvenlik Kurulu’nun oluşturulmasıydı.

181. 1980’e kadar Türkiye’de “ithal ikameci”, aynı anlama gelmek üzere iç pazara yönelik sermaye birikim rejimi uygulandı. Sanayi sermayesi birikimin belirleyici alanı haline geldi. İşçi sınıfı toplum ve siyaset yaşamına güçlü biçimde ağırlığını koydu. Halk sınıfları temel hak ve özgürlüklerini en ileri düzeyde bu dönemde kullandılar.

182. 1960–1980 döneminde, dünyadaki ve Türkiye işçi sınıfı hareketindeki gelişmelere bağlı ve koşut olarak sol, sosyalist hareket de yükseldi; toplumsal çapta bir etki ve güce ulaştı. Türkiye solu yarattığı sosyalist aydınlanma hareketiyle, her türlü başkaldırı ve hak arayışı ile insanlığın toptan ve toplumsal kurtuluş hedefi arasındaki bağı kurup güçlendirmesiyle, halkların kardeşliğini eylemde mücadelede göstermesiyle, kendisi için ayrıcalıklar peşinde koşan uyruk bilinci yerine hakkını arayan, hak ve özgürlüklerini kullanan yurttaşlık bilincini öne çıkarmasıyla, antiemperyalist mücadele ve bilinci bilemesiyle, sömürünün, vurgunculuğun, tefeciliğin, her türlü baskı ve zulmün ayıp, hatta toplumsal suç sayıldığı bir toplumsal ahlâk anlayışını mayalandırmasıyla, toplum yaşamının bütün alanlarına siyasete, bilime, kültüre nitelik kazandırmasıyla Türkiye’ye ve Türkiye insanına önemli katkılar yaptı.

183. Emek, işçi sınıfı, bu dönemde, toplumsal yaşamın, sınıf mücadelesinin başat bir öğesi olarak öne çıktı. Sol hareket en çok tarihin bu döneminde işçi-emekçi sınıflarla bağlandı. Türkiye’de emekçilerin sendikal örgütlülüğü en çok bu dönemde gelişti. Emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları en çok bu dönemde iyileşti. Sendikalaşma hem bir yasal hak olarak, hem de fiilen “tüm çalışanları” içine alan bir pratik olarak bu dönemde yükseldi.

184. İşçi sınıfının yükselen mücadelesi belli bir noktadan sonra sermaye birikim rejiminin en önemli sorunu haline geldi. 1970’li yıllarda burjuvazi, artan işçi ücretlerinin ve işçi haklarının kendisi için taşınamaz bir yük haline geldiğinden, sermayenin uluslararası pazarda rekabet gücünü zayıflattığından, yabancı sermayenin Türkiye’ye gelişini engellediğinden söz etmeye başladı.

185. 15-16 Haziran 1970’de, Türkiye işçi sınıfı gelişmesini, birliğini, mücadele gücünü ortaya koyan büyük eylemiyle toplumsal muhalefetin başını çeken sınıf olduğunu dosta düşmana gösterdi.

186. 12 Mart 1971 askeri “muhtıra” ve müdahalesi, 15-16 Haziran büyük işçi kalkışmasına verilen ilk yanıttı. “Toplumsal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” saptamasından, anayasal hak ve özgürlüklerin Türkiye’ye “bol” geldiğinden hareket eden darbecilerin amacı, işçi sınıfı mücadele ve örgütlülüğünü, sosyalist hareketi geriletmek, temel hak ve özgürlükleri kısıtlamak, yürütmeyi ve devleti güçlendirmekti. Teşhiste ve çözümde iktidardaki Demirel’le onu indiren generaller ve kurulan güdümlü hükümetler arasında hiçbir temel fark yoktu.

187. 12 Mart darbesi, sol için bir gerileme hatta yenilgi oldu. Ama toplumun solu algılamasında olumsuz bir gelişmeye yol açmadı. Halk kitlelerinin sola olan ilgi ve sempatisinin 12 Mart’tan sonra eksilmeden sürmesi, esas olarak 1971 devrimcilerinin özverili direnişlerine borçlu olduğumuz bir sonuçtur. Orgeneral Memduh Tağmaç önderliğinde gerçekleştirilen darbe solun THKP-C, THKO, TKP/ML gibi silahlı devrimci örgütlenmelerine ciddi darbeler vurdu; önderlerini katletti. 12 Mart ücretleri gerileten, taban tarım fiyatlarındaki artışı durduran uygulamalarına, anayasanın kimi maddelerini değiştirmesine rağmen müdahale gerekçesi olan nedenleri ortadan kaldıramadı. Solu sindiremedi.

188. 12 Mart’ın en önemli başarısı Türk Silahlı Kuvvetleri’nde gerçekleştirdiği iç darbedir. 12 Mart ordu içindeki solcu ve halkçı eğilimleri tasfiye ederek 12 Eylül’ün en önemli koşullarından birini yerine getirdi.

189. 12 Mart’ta başlananı 12 Eylül tamamladı. Tekelci sermaye ve Türkiye gericiliği işçi sınıfı ve sosyalist harekete tepkisini üniformalı sermaye eliyle ortaya koydu. Yönetenler, sol hareketin oluşturduğu gerçek “tehdit” ve meydan okumanın ötesinde derin bir sınıf korkusuyla karşı-devrimci şiddete, teröre başvurdular. 12 Eylül’ün hedefi, solu, işçi-emekçi hareketini ezmek, dağıtmak, tutunduğu bütün alanlardan sökmek, öncü kadrolarını imha etmek, solun Türkiye’ye kattıklarını bütün izleriyle toplumsal yaşamdan, yalnızca toplumsal yaşamdan da değil, toplumsal bellekten silmekti.

190. 12 Eylül, sermayenin merkezileşmesinin, yoğunlaşmasının, tekelleşmesinin yeni bir aşaması oldu. “İthal ikameci” denilen sermaye birikim modelinden “ihracata yönelik sanayileşme”ye geçişle, Türkiye “pazar”ı “dışarıya” açılırken Türkiye kökenli tekelci sermaye de dışa açıldı. 12 Eylül, Türkiye tekelci sermayesinin ve emperyalizmin yeni gereksinmelerini karşılayacak, Türkiye’nin emperyalist hiyerarşide basamak atlamasını sağlayacak bir program uyguladı.

191. Bir sınıftan alınmadan başkasına verilemiyor. Darbeden önce hazırlanan, ancak darbeden sonra, özellikle de Özal hükümeti tarafından “geliştirilerek” uygulamaya konulan “24 Ocak kararları”yla Türkiye’de, emekten sermayeye, küçük ve orta sermayeden büyük ve tekelci sermayeye büyük gelir transferleri gerçekleştirildi. 34

192. 1978/79 ile 1984 arasında, sınai üretimde %23’e, emek verimliliğinde % 18’e yaklaşan artışların gerçekleştiği bir zaman aralığında, imalat sanayi anket ve sayımlarına göre reel ücretler % 26,6 oranında geriledi. Tarım gelirleri, tarımdaki küçük üretici köylü gelirleri azaldı. 12 Eylül emekçilere yalnız siyasal değil, aynı zamanda ekonomik şiddet uyguladı.12 Eylül 1980’de “ihracata yönelik” birikim modeli olarak sunulan, emperyalist merkezler, IMF ve DB eliyle sürekliliği ve denetimi sağlanan bir strateji çerçevesinde “yapısal uyum” programları uygulandı.

193. 12 Eylül, kendisiyle 2002 AKP iktidarı arasındaki kısa yolu üç temel üzerinde inşa etti. Bir: Egemenlerin, burjuva fraksiyonların toplumsal ekonomik programını tekleştirdi. İki: Kendisinden öncesiyle sonrası arasına, önceki kuşaklarla sonrakiler arasına fiziki şiddet, terör ve ideolojik bombardımanla yüksek duvarlar ördü. Üç:12 Eylül, Kemalizmi dilinden düşürmeyen generaller eliyle, Türkiye’ye yüksek dozda dinci ve ırkçı gericilik aşısı yaptı. 12 Eylül, yalnız önleyici ve karşıdevrimci bir darbe değil, emperyalizmin kuklası generallerin kanlı eliyle şiddet eşliğinde uygulamaya konulan büyük ve gerici bir transformasyon hareketidir.

194. 12 Eylül’le ilerici damarları kesilen, tarihsel olarak oluşmuş sınıfsal ve siyasal dengeleri alt üst edilen Türkiye’de emperyalizme eklemlenme yönelişinin ve siyasal gericiliğin bu ölçüde derinleşip kökleşmesinin önemli iki “dış” nedeni ise 1980’lerle birlikte emperyalizmin yöneldiği yeni ekonomi/siyaset stratejisi ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin çözülmesidir.

Kaynak: Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler

27 Eylül 2023 Çarşamba

Moskova Çocuk Hakları Bildirgesi (Şubat 1918)


Ekim Devrimi’nden yaklaşık 4 ay sonra, başkent Moskova’da Prolekült Dergi etrafında düzenlenen Kent Konferansı’nda, içerisinde eğitimcilerin, psikologların, pedagogların olduğu ve çocuklar, çocukların yaşamı ve eğitimi üzerine çalışmalar yürüten Çocuklar İçin Özgür Eğitim adındaki örgütün sunduğu bildirge:

1. Doğan her çocuk, ebeveynlerinin sosyal durumundan bağımsız olarak, bedensel bütünlüğünün korunması ve geliştirilmesi için ve ileride yaşamı tehdit edebilecek etkenlere karşı mücadele edebilmesi için uygun yaşam koşullarının sağlanması hakkına sahiptir.

2. Çocuğun sağlığının korunması için gerekli yaşam koşullarını sağlamak ebeveynlerin, tüm toplumun ve devletin sorumluluğundadır. Her bir unsurla ve bu unsurların birbirleriyle ilişkileriyle ilgili düzenlemeler ilgili yasal kurumlar tarafından yapılacaktır.

3. Yaşından bağımsız olarak her çocuk ayrı bir bireydir, hiçbir koşulda ebeveynlerinin, toplumun veya devletin mülkiyeti olarak görülemez, davranılamaz.

4. Her çocuğun kendine en yakın eğitmenlerini seçme hakkı vardır, buna kendisine kötü bir eğitim veriyorlarsa ebeveynlerinden ayrılma hakkı da dâhildir. Çocuğun ailesinden ayrılma hakkı herhangi bir yaşında geçerlidir, toplumun ve devletin bu durumda çocuğun maddi koşullarının kötüleşmeyeceğini garanti etmesi gereklidir.

5. Her çocuğun kendi bireyselliğine göre eğitim alma ve yetiştirilme hakkı vardır. Bu hakkın gerçekleştirilmesi, uyumlu bir gelişim gösterebilmesi için kendi doğası ve kişiliğine en uygun koşulların sağlandığı eğitim ve yetiştirme kurumlarının sunulması ile mümkün olacaktır.

6. Hiçbir çocuk şiddet veya zorla bir eğitim kurumuna gitmeye zorlanamaz. Her aşamada çocuğun özgürce eğitimi ve yetiştirilmesi konusunda karar vermesi desteklenmelidir. Her çocuk kendi bireyselliği ile çelişen bir eğitimi reddetme hakkına sahiptir.

7. Her çocuk mümkün olan en erken yaştan itibaren, kendi becerileri ölçüsünde gerekli toplumsal çalışmanın içinde yer almalıdır. Bu çalışma, çocuğun ruh sağlığını ya da zihinsel gelişimini olumsuz etkileyecek koşullarda değil, eğitim sisteminin bir unsuru olarak ele alınmalıdır. Kamusal üretime katılmak çocuğun en önemli haklarından birini gerçekleştirmesini sağlar; bu hak çocuğun kendini bir asalak gibi hissetmemesi ve hayatın üretiminde etkin bir rol oynaması, varlığının sadece gelecek için değil bugün için de bir toplumsal değer olduğunu hissetmesidir.

8. Her yaşta çocuk, haklar ve özgürlükler açısından yetişkinlerle eşit konumdadır.

9. Özgürlük, fiziksel ve ruhsal gelişmeyi ketlemeyen ve başkalarına zarar vermeyen herhangi bir şeyi yapabilmektir. Bu sayede, her çocuk, kendi fiziksel ve ruhsal gelişiminin gerekleri ve toplumun diğer üyelerinin haklarını kullanmasını tehlikeye sokmamak dışında, doğal haklarını kullanabilir.

10. Her çocuk toplumun bütününe zarar veren koşulları ortadan kaldırmak üzere diğer çocuklarla veya yetişkinlerle etkileşime geçme hakkına sahiptir.

11. Her çocuğa kendi yaşamları ve konumları ile ilgili düzenlemelere katılma hakkı verilmelidir.

12. Hiç kimse, aile, toplum veya devlet, çocuğu herhangi bir dinin öğretilmesine veya ritüellerini uygulamaya zorlayamaz, dini eğitim tamamen özgür olmalıdır.

13. Hiçbir çocuk, başkalarının haklarına zarar vermediği sürece görüşlerini açıklamaktan alıkonulamaz.

14. Her çocuk, zihinsel becerileri ölçüsünde, yetişkinlerin olduğu kadar görüşlerini özgürce yazılı ve sözlü olarak ifade etme hakkına sahiptir.

15. Her çocuk diğer çocuklarla veya yetişkinlerle örgütler, dernekler veya başka türde sosyal bağlar kurma hakkına sahiptir. Bu hak çocuğun yüksek yararını gözetmeli, bedensel ve zihinsel gelişimi ile uyumlu olmalıdır.

16. Hiçbir çocuk cezalandırılamaz, tutuklanamaz. Çocukların yaptığı ihlaller ve hatalarda, uygun eğitim kurumlarında ıslah yoluna gidilmeli, baskıcı yöntemler ve cezalar kullanılmamalıdır.

17. Toplum ve devlet, yukarıda yazılı tüm çocuk haklarını, herhangi bir saldırıya karşı korumalı ve herkesi genç kuşağa karşı olan sorumluluklarını yerine getirmeye sevk etmelidir.

Kaynak: Almanca’ya 1922’de çevrilen metin İngilizce’ye 1992’de çevrilmiştir. Almancası şu adreste:

https://portal.dnb.de/bookviewer/view/1125648988#page/42/mode/1up

Okunmasını önerdiğimiz ve Bildirge’nin Türkçesinin yer aldığı yazı şu adreste:

https://kalpherzamansoldanatar.tumblr.com/post/173132900731/gizli-kalm%C4%B1%C5%9F-bir-%C3%A7ocuk-haklar%C4%B1-bildirgesi-%C3%A7ocuk

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Sean Sayers ‘Marksizm ve İnsan Doğası’nda Ne Anlatıyor?

Özetleyen: Mahmut Boyuneğmez

Konu: Marksizm ve İnsan Doğası, Sean Sayers, Çeviren: Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, 2008. Bu eserin içerdiği düşüncelere değinmek istiyoruz. Çalışma ve insan doğasına, değerler ve ilerlemeye nasıl bakılmalı, sosyalizm tasavvurumuzu neler biçimlendiriyor?.. Bu konulara ilişkin Sayers'in değerli fikirleri bulunuyor.

 I. Çalışma ve İnsan Doğası 

Kafa ve kol emeği bölünmesi, sınıf farklarının ilk büyük temelidir. İşbölümü ve sınıf farkları, tarih boyunca evrim geçirmiş ve gelişmiştir. Kapitalizmle birlikte modern sanayinin gelişimi, işbölümünün benzersiz biçimde gelişmesi ve derinleşmesini getirmiştir.

İşbölümünden etkilenenler yalnızca kol işçileri değildir. Modern aydın da, tek yanlı ve güdük bir yaratıktır. Örneğin akademisyenlerin ağırlıklı çoğunluğu, kendi dar uzmanlık alanı dışındaki konularda tamamen cahildir. Sanat ve edebiyat alanındaki çoğu yaratım, anlaşılmaz, ortak deneyimden uzak ve toplumsal gerçeklikten kopuk durumdadır. Modern “yüksek” kültür, öğrenimli insanların çoğuna bile yabancı ve anlamsız bir hal almıştır. Halk kitlelerinin payınaysa en iyi durumda, televizyonların ve basının servis ettiği ürünler düşmektedir.

Oysa ne salt fiziksel emek yaşamı, ne de salt zihinsel faaliyetler ideal ölçüde doyurucudur. Eksiksiz insan yaşamı, zihinsel ve bedensel tüm güçlerimizin ve yeteneklerimizin kullanılmasını ve geliştirilmesini gerektirir. Fakat bugünkü toplum örgütlenmesi, çok az sayıda insan dışındaki herkes için bu ideal olanı gerçekleştirilemez kılmaktadır. Dolayısıyla günümüzdeki işbölümü azaltılmalı ve en sonunda ortadan kaldırılmalıdır.

Faydacılık (utilitaryanizm), tüketicinin bakış açısını ve ahlakını cisimleştirir. Bu kurama göre, gereksinimlerin doyurulması zevk verirken, engellenmesi acı kaynağıdır. Faydacı kuramda zevk ve acı, pasif duyumlar olarak; insan doğası, gereksinimlerin ve arzuların bir derlemesi olarak betimlenir. Sosyalist ideolojide, üreticinin bakış açısı önemli bir perspektiftir. Bu bakış açısının başta gelen temsilcisi Marx’tır. Marx’a göre, üretici faaliyet insan doğasının birincil gerçeğidir. Bize göre üretim, tüketim ve yaşam için bir gereklilik olduğu kadar, onun aracılığıyla yeni gereksinimler yarattığımız ve doğamızı değiştirdiğimiz bir etkinliktir de. Emek etkinliği, temel insan etkinliğidir ve gelişime, öz yaratıma ve kendini gerçekleştirmeye giden birincil yoldur. Bu nedenle biz, üretici etkinliğe ahlaki bir değer yükleriz.

Fakat emeğin tüm biçimleri özgürleştirici olmadığı gibi, insanın kendini gerçekleştirmesinin biricik yeterli yolunun, emek etkinliği (çalışma) olduğu söylenemez. Aksine kapitalist üretimde çalışmanın çoğu biçimi yabancılaştırıcı, kötürümleştirici ve yıkıcıdır. Kendini gerçekleştirmenin diğer biçimi boş zaman etkinlikleridir. İnsanın tam gelişimi ve mutluluğu için, üretici emeğe ek olarak, dar faydacı bir amacı hedeflemeyen sanatsal etkinlikler ile eğlenme, dinlenme ve gevşeme için yapılan etkinlikler de gereklidir. “Aşağı” duyusal hazlar da dâhil olmak üzere tüm zevkler, insan mutluluğunun temel bir öğesidir. Sosyalist ideolojinin ahlaki boyutunda sofuluk ya da püritenliğin yeri yoktur. Marksist felsefi yaklaşımda, insanın gereksinimlerinin, yeteneklerinin, zevklerinin, üretici güçlerinin, kısacası insan doğasının tam gelişimi vizyonu bulunmaktadır. Sosyalizmde tüketim zevklerinin kısıtlanması, gereksinimlerin gelişiminin sınırlanması gibi bir sofuca/püriten çaba olmayacaktır. Kırsal ve zanaatkâr yaşamın görece ilkel ve yalın karakterini sahiplenerek abartan romantik görüşe onay vermeyiz. Bu yaşam biçimlerinde kafa ve kol emeği birlikte kullanılırsa da, emek etkinliği dar bir alanla sınırlanmıştır ve büyük ölçüde bireysel karakterdedir. Bunlarda, topluluğun işbirliğinde ulaşılan en ileri uç, imece şeklinde örgütlenmiş çalışmalardır.

Kapitalist üretim ve modern sanayi, üretici güçlerdeki devasa gelişimi, bireylerin karşılıklı bağımlılığı ve işbirliğini, toplumsal ilişkilerin dünya üzerine evrensel olarak genişlemesini, doğanın güçleri üzerinde egemenlik sağlanmasını ve ürün bolluğunu sağladığından, bireylerin gelişimi ve kendini gerçekleştirmesi bu temel üzerinde mümkün duruma gelmiştir.

Çalışma insanlar için bir gereksinimdir. Bu tezi ampirik çalışmalar desteklemektedir. Çalışma düzenliliği, zaman algısını ve planlamasını, dakikliği, disiplini, özsaygıyı beslemektedir. Üretimin kapitalist koşullarındaysa insanların çoğunluğu tekdüze, sıkıcı, baskıcı ve aptallaştırıcı işlerde çalışmaktadır. Bu koşullardaki iş, insanların kendilerini gerçekleştirmelerine olanak sunmaz. Aksine beden ve zihin sağlığı açısından yıkıcı, yabancılaştırıcıdır. Yabancılaşma, modern çalışma koşullarının ürünüdür. Yabancılaşmanın varlığı, çalışma ve çalışma yoluyla kendini gerçekleştirme gereksinimini ortadan kaldırmaz. Çalışma her şeyden önce bir etkinlik ve aktif olma durumu olarak gereksinimdir. Çalışma süreci, bir zaman algısı ve planının oluşturulmasını getirir. Çalışma bir üretici etkinlik olarak nesnel dünyanın biçimlendirilmesini sağladığından, ihtiyaçlarımızı karşılayan ürünler bu süreçte güçlerimiz kullanılarak yaratıldığından dolayı da bir doyum kaynağı ve gereksinimdir. Çalışma aracılığıyla insanlar, sahip oldukları etkinin ve yararlılığın, kendi yeterliliklerinin farkına varırlar. Bireylerin kendi çalışmalarının gerekli ve yararlı olduğunu hissetmesi, çalışmanın getirdiği en önemli doyumdur. Çalışma olanağından mahrum bırakılan kimselerin, kendilerini yararsız hissettikleri ve amaç duygusundan yoksun olduklarını belirttikleri bilinmektedir. İşsizler, emekliler ve belki de bazı ev kadınları, yararlı bir toplumsal role sahip olmadıklarını duyumsayabilirler. Çalışma, insanları başkalarıyla ilişki içine soktuğu için ve işbirliğine dayanan bir süreç olması açısından da bir gereksinimdir. Çalışma, ortaklaşa yürütülen ve toplumsal bir etkinliktir. Toplumdan yalıtılmışlık, moral bozucu etkiye sahiptir. Örneğin kadınların ev içi, istihdam biçimine bürünmeyen çalışması, onlar için bir kısıtlama, yeteneklerini ve kapasitelerini tam olarak kullanamama durumudur. Bir işi olan kadınlarla karşılaştırıldığında ev kadınlarında depresyon görülme sıklığı daha yüksektir (Sosyalizmde ev içi çalışmanın sıkıntı veren yönlerinin toplumsallaştırılması ve evde geçirilen zamanın daha fazla bir bölümünün, ev yaşamının daha tatmin edici ve değerli yönlerine vakfedilmesi mümkün olacaktır). Ampirik çalışmalar, insanların işsiz bırakıldıklarında, boş zaman etkinliklerini azalttıklarını, organizasyonlara daha az katıldıklarını, kütüphaneden yararlanma ve okumayı azalttıklarını göstermektedir. Yine, eğitim avantajları olmasına rağmen akademisyenlerin düzenli zaman çizelgelerinden bir yıl uzak kaldıklarında bocaladıkları ve kendilerini yitik hissettikleri bilinmektedir.

Çalışmanın gereksinim olması, onun her koşulda cebri bir dayatma olduğu anlamına gelmez. Dünyayı işleyip etkilemekle, karşımıza çıkan engelleri aşar, amaçlarımıza onda ve onun aracılığıyla ulaşırız. Bu süreçte yeteneklerimiz ve güçlerimizin gelişmesi ve özgürlüğümüzün gerçekleşmesi söz konusudur. Çalışmada, gerçekliğe saygı duymayı öğreniriz. Emeğin nesnesinde evrensel yasalar işlerlikte olduğundan, verim alabilmek için bunlar tanınıp bilinmelidir. Bacon’un bir deyişi, bunu anlatır: “Doğaya ancak boyun eğilerek hükmedilebilir.” Sayers’in değindiği, ancak geliştirmediği bu konu önemlidir. O çalışma gereksinimini daha çok psikolojik açıdan değerlendirmektedir. Oysa çalışmanın özgürleştirici olmasında, bu etkinliğin dünyayı ve yasalarını bilmenin, bilgi oluşturmanın temel yolu olması da dikkate alınmalıdır. Tarih boyunca genel ve ortalama bir özgürleşme çizgisi çizildiğinde, bu eğrinin artarak ilerlemesini sağlayanın, emek etkinliği aracılığıyla kazanılan ve yeniden bu etkinliğe adapte edilerek onu geliştiren, bilimsel ve teknik bilgiler olduğu söylenebilir. Bedensel ve zihinsel yetilerimiz evrene bağımlıdır. Onun sahip olduğu güçleri denetim altına almak için, emek etkinliğiyle birlikte düşünsel etkinliğe başvururuz. Karşılaşılan sorunları ve güçlükleri aşmak için gereken çaba, insanı disiplinize eder. Çalışmanın olmadığı bir varoluş, olsa olsa tutkuların oyuncağı bir yaşam ya da “delilik” hali olabilir.

Sosyalizm “çalışma hakkı” ilkesini savunur ve emeğin insani değeri olduğu inancını içerir. Bu ilke ve değer, gerici ideolojilerin sahiplendiği “çalışma ibadettir” veya “alın teri kutsaldır” türü motiflerle ya da bunun, “çalışma ödevdir” şeklindeki daha seküler görünümleriyle karıştırılmamalıdır. Bu düşünce ve değerler, egemen sınıfların veya örneğin zanaatçıların çıkarlarıyla uyumludur ve onların bakış açılarının kapsamındadır. Elbette köleci üretimin olduğu antikitede, Platon ve Aristo’nun düşüncelerinde kendine yer bulan bedensel çalışmayı küçümseme, onu bayağı ve değersiz sayma anlayışının, şaşılacak bir yanı yoktur. Çünkü bu çağda sayıca yeterli olan kölelerin emeğinden yararlanmanın tekniğin düzeyiyle çizilen sınırları vardır. Çalışmaya yönelik ahlaksal vurgular, modern çağda farklı bir nitelik almıştır. Örneğin emeğin saygınlığı yönündeki Protestan fikirler, kapitalizmin gelişiminde çalışma sürecinde gereksinilen tutumların, alışkanlıkların ve disiplinin oluşumunda yardımcıdır.  Protestan çalışma etiği, kapitalist üretimin filizlenişi sırasında, burjuvazinin ve küçük burjuvazinin bakışını ve gereksinimlerini yansıtır. Üstelik bu etik, o zamanın egemen sınıfı olan aristokrasiye karşı yönlendirilmiştir. Yeni oluşan burjuvazi artan bir iktisadi ve siyasi güç kazandıkça, Protestan çalışma etiğinin siyasal göndermeleri değişim geçirmiştir. Artık bu etiğin kapsamında çalışma haklarının yerine, çalışmanın görev olduğunun altı çizilir olmuştur. Protestanlıkta, çalışma tanrının verdiği bir ödev ve insanlık görevi olarak yüceltilir. Protestanlık, boş zamana, özellikle aylaklık ve düşkünlük olarak değerlendirilen tüketim zevklerine ve gereksinimlerin karşılanmasına karşı yasaklayıcıdır. Protestan etikte, çalışma boş zamanın karşısına, üretim tüketimin karşısına, etkinlik aylaklığın karşısına konulur ve bunlardan birincilere değer verilirken, ikinciler hor görülür.

İnsanın yetileri ve gereksinimleri tarihsel-toplumsal ürünlerdir. İnsan doğası tarihsel olarak gelişir ve değişir. Emek etkinliği yoluyla insanlar güçlerini, yeteneklerini geliştirirler ve yeni gereksinimler de yaratırlar. Gerçek ve temel bir ihtiyaç olan çalışma gereksinimi, tarihsel bir ürün, modern sanayinin ürünüdür. Onun modern sanayinin ürünü olması, çalışma gereksiniminin yapay ve sahte olduğu anlamına gelmez. Okul eğitimi ve dinsel inanışlardan daha önemli olarak makineler, işçilerin fabrikada çalışma disiplinini edinmesini sağlamıştır. Çalışmaya ilişkin tutumlar, alışkanlıklar, fikirler ve etik değerler, içinde oluştukları üretim biçiminin ürünü ve yansımasıdır. İşçilerin düzenliliği, titizliği, itidal ve tutumluluğu bir erdem olarak benimsemesi, makinelere karşı kızgınlıklarının yerini yeni çalışma biçimine uygun alışkanlıkların ve tutumların alması, insan doğasının değiştiğini gösterir.

Çalışma insan yaşamında esaslı ve merkezi bir etkinliktir. Çalışma insan doğasının üzerinde geliştiği temeldir. İnsanın kendini gerçekleştirmesi ve özgürleşmesi, her şeyden önce çalışma gereksiniminin karşılanmasıyla sağlanır. İnsanın özgürlüğü ve bireyselliği, sadece ve sadece toplum içinde tarihsel gelişimle ulaşılabilecek özelliklerdir. İnsan doğasını geliştiren merkezi etken, çalışma etkinliğidir. Bu etkinlik yoluyla, yeteneklerimiz ve güçlerimiz yetkinleşir ve gelişir. İnsanın göreli özgürleşmesinin ve bireyselliğini kazanmasının göstergesi, yeni becerilerin ve yetilerin kazanılmasıysa, bunu sağlayan çalışma etkinliğidir.

Çalışma sürecinde bireylerin eylemleri ve düşünceleri, doğanın yasalarının yanı sıra diğer insanlarla ilişkilerin disiplinize edici sınırlamasıyla karşılaşır. Bu durum toplumsal işbirliğini anlatır. Toplumsal işbirliği, bireylerin özerkliği ve özgürlüğünün gelişmesinin koşuldur. İşbölümünün bütün biçimleri, bireyselliğin ve özgürlüğün gelişmesiyle uyumsuz olarak görülemez. Sayers’in bu anlama gelen cümlelerinden yola çıkarak, onun değinmediği, eksik bıraktığı bir konuya biz değinelim: Komünizmde işbölümünün yabancılaştırıcı düzeni, işbölümünün inisiyatifi, denetimi, bilgilenmeyi, aktif kararlar vermeyi engelleyici düzenlenişi ortadan kalkacaktır. Yani bize göre, toplumsal işbirliği içerisinde işlerin paylaşımı var olacak, fakat kafa ve kol emeği arasındaki işbölümü ortadan kalkacaktır. Komünist toplumda işbölümünün aşılması, işlerin kooperatif ve planlı biçimde yürütülmesi süreçlerinde, faaliyetlerin paylaşılmayacağı anlamına gelmez.

İlk tarihsel eylem, çalışma, başka bir deyişle gereksinimlerin üretilmesidir. Çalışma, insanlığın tarihsel gelişme yoluna koyulmasını başlatır. Fakat ilk avcı-toplayıcı insanların sürekli hayatta kalma savaşımı içinde olduklarından, durmaksızın çalıştıkları ve boş zamandan yoksun oldukları biçimindeki yaygın düşünce yanlıştır. Bu dönemde kültürün evrimiyle birlikte kişi başına çalışma miktarı artmış, boş zaman miktarı ise azalmıştır. Tarih boyunca gereksinimler alanı gelişmiştir. Üretici güçler ve gereksinimleri karşılama kapasitemiz tarih boyunca artar. Kapitalist üretim, gereksinimleri ve üretici güçleri eşi görülmemiş bir büyüklüğe ulaştırmıştır. Rousseau’nun tarihsel gelişimin erken aşamasında gereksinimlerin en az düzeyde olduğu durumda, insanın en fazla özgür ve mutlu olduğu yönündeki düşüncesi yanlıştır. Rousseau’ya göre, toplumsal gelişimle gereksinimlerimiz onları doyurma yeteneğimizden daha hızlı artmıştır ve bu durum ıstırap, zayıflık, bağımlılık ve özgürlük yoksunluğunu getirmiştir. Oysa Hegel ve Marx, insan gereksinimlerinin artışını, insan doğasının gelişmesinin temel bir boyutu olarak görür. Bize göre, insanın gereksinimleri ve özgürlüğü tarihsel olarak büyümekte/ilerlemekte, insan doğası gelişmektedir. Sabit bir insan gereksinimleri listesi yoktur. Tarihsel gelişimle böylesi bir listenin ötesine geçişi sağlayan gelişimleri yozlaştırıcı, zararlı ya da sahte olarak görmek yanlıştır. Kapitalist üretimle birlikte sahte gereksinimler de oluşturulmuştur, fakat tarihin bu gelişim düzeyine ulaşması, gereksinimler alanını çeşitlendirmiş ve genişletmiştir. Basit ve ilkel yaşam, özgürlük içermez. Salt bedensel gereksinimlerle ve bunların doyurulmasıyla sınırlanmış bir yaşam, özgür olmamaktır. Belirtmeden geçmeyelim: Bu koşullarda metafizik ideolojilerin yaratımı kaçınılmazdır. İnsanın güçleri ve gereksinimleri, onun gelişim içindeki doğasının iki yanıdır. Gereksinimler, yeteneklerimizi ve güçlerimizi kamçılar; güçlerimiz ve yeteneklerimiz geliştikçe yeni gereksinimler oluşur. Böylelikle, doğamız değişmekte ve gelişmektedir. Gereksinimlerle birlikte etkinliklerimiz geliştikçe, zihinsel ve kültürel gereksinimler ve yetiler belirip, gelişir. Gereksinimlerin kısıtlanması veya sınırlanmış olmasıyla özgürlüğe varılamaz. Özgürlük, gereksinim alanının olabildiğince tam şekilde genişlemesi ve gelişmesini gerektirir. Özgürlük gerekliliğin karşıtı değildir. Doğanın ve insanın kendi doğasının güçleri üzerinde egemenliğinin gelişmesi, insanın özgürleşme yoludur.

Çalışma dışı zaman olan boş zaman, dinlenme ve rahatlama için, çalışmayla doyurulmayan etkinlikleri ve gereksinimleri karşılamak için gerekir. Çalışanların önemli bir oranı, seçme hakkı verildiğinde çalışma saatlerinin azaltılmasını ücretlerinin artırılmasına tercih edeceklerini belirtir. Çalışma dışındaki boş zamanı olumlu/yaratıcı biçimde ve aktif olarak kullanma gereksinimi de modern sanayiyle birlikte görülmeye başlanmıştır. Kamusal boş zaman etkinliklerinin gelişmesi, 18.yy.’da başlamış ve günümüzün devasa ve hala genişleyen endüstri alanlarının (modern boş zaman etkinliklerinin çoğunda insanlar tüketicidir) temeli haline gelinceye kadar kesintisiz olarak sürmüştür. Boş zamanın aktif ve yaratıcı biçimde kullanımı içinde bulunduğumuz çağdaki tarihsel bir gelişmedir. Boş zaman etkinliklerine duyulan gereksinim, çalışma gereksiniminin karşıtı (aylaklık ve tembellik) değil, onun tamamlayıcısıdır.

Boş zaman neden bir gereksinimdir?.. Miktarı konusunda tarihsel, toplumsal ve bireysel çeşitlilik olsa da, uyku ve dinlenme biyolojik, bedensel bir ihtiyaçtır. Modern sanayi toplumlarında insanlar geçmiş toplum biçimlerine göre daha az uyur ve dinlenirler. Fakat bu insanların çalışmanın dışında kalan etkinliklere ve doyumlara da gereksinimleri vardır. Boş zaman etkinliklerinin ayırt edici özelliği çalışma olmaması, gereklilik âleminde yer almaması, iktisadi zorunlulukla değil, başlı başına bir amaç için yapılmasıdır. Bunlar, iktisadi gereklilik alanı dışındadır ve kendilerinden zevk alındığı için yapılırlar. Boş zaman etkinlikleri doğal değildir, tarihsel olarak gelişmiştir.

İlkel toplulukta çalışma, kültür ve yaşam arasında, çalışma ile boş zaman arasında net bir ayrım bulunmaz. İlkel topluluklarda, gereksinimler azdır, yaşam basittir ve çalışma tempo, ritim ve süresiyle meşakkatli değildir. Özerk bir boş zaman olmayıp, el işleri ve sanat etkinlikleri, ayin ve törenler hayatta kalmak için gerekli olan emeğin temel bir parçasını oluşturur. Çalışmadan ayrı bir boş zaman alanının oluşması, gerekli çalışmadan muaf olan sınıf ve grupların ortaya çıkmasıyla başlar. Gerekli emekle, toplumun çalışan kesimi tarihsel olarak belirli bir geçinme düzeyinde yeniden üretilir. Artı-emekle, bu düzeyi aşan üretim anlaşılır ve bu ayrıcalıklı sınıfın toplumsal temelidir. Artı-emek, aynı zamanda üzerinde boş zaman etkinliklerinin geliştiği temeldir de.

Kapitalist üretim, artı-emeğin genişletilmesi yönünde insafsızca donanımlıdır. Son 150 yılda üretimdeki devasa artış, gereksinimleri artırmış, genel olarak ve geçmişe oranla yaşam standartlarını yükseltmiş, çalışma saatlerinin kısaltılmasını olanaklı kılmıştır. Boş zaman etkinliklerinin ortaya çıkışı bununla ilişkilidir. Boş zaman etkinliklerini yapmak için ortaya çıkan gereksinim, modern kapitalist üretimin ürünüdür. Kapitalist üretimin gelişmesiyle birlikte, her ne kadar yozlaştırıcı etkileri olsa da TV, gazeteler, popüler edebiyat ve müzik kitlelerin ufkunu genişletmiş, kültür ve sanat etkinlikleri, spor aktiviteleri yaygınlaşmış, eğlence, tatil ve seyahat olanakları artmıştır. Sanayileşmenin erken aşamalarında burjuvazi ve dini kurumlar, çalışanların zevklerine, dinlence etkinliklerine, tatillere, içki içmeye ve tüketime dönük püriten bir tutum almışlarsa da, sonradan kitleleri tüketime, zevkleri ve eğlenceleri genişletmeye teşvik eder duruma gelinmiştir. Kapitalist üretim, boş zamanın bir özgürlük âlemine dönüştürülmesi için çalışma zamanını azaltma olanağını yaratmış, ayrıca boş zaman gereksinimlerini ve yeteneklerini oluşturmuştur.

Boş zamanın ancak çalışmanın tamamlayıcısı olarak değer taşıdığı, çalışmadan kopuk bir etkinlik alanı yapıldığında değerini yitirdiği giderek daha fazla hissedilmektedir. İdeal yaşam, boş zamandan oluşmaz, çünkü örneğin işsizlik ideal yaşam biçimi değildir. Okuma, bahçe işleri, örgü örme, TV izleme, birlikte eğlenme, sanat ve spor etkinliklerine katılma gibi boş zaman etkinlikleri, tek başlarına yaşamı dolduran, yaşamın merkezi etkinlikleri olamazlar. Bunlar çalışmayla karşılaştırıldıklarında bir değere sahiptir. Sosyalizmde topluma yararlı ve gerçeklikte bir şeyleri başaran çalışmanın yanı sıra insanlar, çalışma saatlerinin düşürülmesi ve olanakların bolca sunulması sayesinde boş zaman etkinlikleriyle de kendilerini gerçekleştirebileceklerdir. Sayers belirtmiyor ama yazmadan geçmeyelim; sosyalist toplumda çalışma ve boş zaman etkinlikleri mekân ve zaman olarak iç içe geçmiş, fakat düzenlilik içerisinde yerine getirilecektir (örneğin çalışmaya öğle ara verildiğinde, takım halinde spor yapmak, sosyal etkinliklerde bulunmak gibi).

Sanat, müzik, spor ve diğer yaratıcı etkinlikler gibi felsefe de, salt bireysel bir hobi, sadece hoşça zaman geçirme aracı olarak değil de, aynı zamanda toplumsal bir gereksinimi karşıladığında, işte o zaman en eksiksiz biçimde gerçekleştirilmiş olur. Bunlar salt boş zaman etkinliği olabileceği gibi, başkalarının gereksinimlerini de doyuran üretici etkinlikler olabilmektedir.

Kapitalist üretimin gelişmesinin insani etkisi çelişkilidir. Kapitalist üretimin gelişimi yarattığı tüm sefalete ve alçaltmaya karşın, çalışan insanları kamusal alana ve siyaset alanına sokmuştur. Çalışanların ufukları, bilinçleri, etkinlik alanları, toplumsal ilişkileri, iletişimleri genişlemiştir. Becerisizleştirme ve alçaltmaya koşut olarak yeni beceriler kazandırma ve yükseltme de görülmüştür. Çalışan insanlar arasında eğitim-öğretim düzeyi göreli olarak yükselmiştir. Kapitalizmin gelişmesi, tarihsel bir ilerlemedir. İnsanlığın maddi esenliği ve mutluluğu ile özgürlüğü sağlanamamışsa da, bunun için gereken potansiyel oluşmuş durumdadır. Kapitalist üretimin gelişimi sosyalizmin kuruluşu açısından gereklidir. Onun insanların üretici yeteneklerini, etkinliklerini ve ilişkilerini geliştirmesinin, yarattığı sefalete rağmen anlamlı ve değerli bir yanı vardır. Tarihin ilerlemesinde gözlenen çelişki, bizi ilerlemenin yadsınmasına götürmemelidir. Bu ilerleme insanların yıkımı, yabancılaşması ve sömürüsü pahasına gerçekleşmektedir. Gelişim tarihsel ilerlemenin bu çelişik yolu içerisinde ve onun aracılığıyla sağlanır. Sınıfsız toplumun önkoşulu olan maddi üretimin teknik imkânları, çalışanların özgürleşmesini sağlayacak olanaklar, kapitalist üretimle birlikte oluşmuştur. Bu olmasaydı, sömürü ilişkilerini yerle bir etmek için politik mücadeleye koyulmak, donkişotça bir çaba olurdu.

Modern sanayinin üretici potansiyeli, dolayısıyla insanın özgürleşmesi için taşıdığı potansiyel muazzamdır. Akılcı biçimde örgütlenmiş komünist toplumda, bu potansiyel gerçekleşecektir. Kapitalist üretimin tarihsel çerçevesi içinde gelişen üretim araçları ve emek-güçleri, etkin biçimde kullanılamaz. Bu sistem, kendisinin yaratmış olduğu çalışma ve boş zaman gereksinimlerini, insanların kendilerini gerçekleştirmelerine yarayacak biçimde karşılayamaz.  Sosyalizm, kapitalist üretim sisteminin insanları mahkûm ettiği aşırı çalışma ve işsizliğin yok edilişini içerir. Kapitalist sistemin üretici güçleri kısıtlamasından, çalışmanın yabancılaşmadan özgürleştirilmesi, sosyalizmde gerçekleşir. Toplumsal emeğin komünist örgütlenmesi, büyük ölçekli kapitalist üretimin, üretici güçleri getirdiği gelişim düzeyinin üzerinde yükselecektir. Bugünden çalışma, yaşamsal bir istek ve gereksinim durumuna gelmiştir. Komünizmde boş zaman gereksinimiyle birlikte yaşamdaki başlıca ihtiyaç olacaktır. Bu gereksinimlerin doyurularak insanların kendilerini gerçekleştirmelerinin sağlanması, yani özgürlük için, toplumsal-iktisadi ilişkilerin dönüştürülmesi, çalışmanın ve yaşamın örgütlenme biçiminin değiştirilmesi gerekmektedir.

II. Değerler ve İlerleme

Hegel’in gerçek olanı akılcı olarak tanımlaması, düşüncesinin akılcı çekirdeğinin temel öğesidir. Gerçek olan biçimleri bakımından düzenli ve davranışı bakımından yasalara sahiptir. Ona göre akıl ya da İdea gerçeklikte bulunan aktif bir ilkedir, dünyanın ruhudur. Bu aslında gerçeklik, bilimsel açıdan kavranabilirdir anlamına gelir. Fakat Hegel’in idealist sistemi, düşüncelerinin gizemci kabuğunu oluşturur. Ona göre dünya tanrının yaratısı, dünya tarihiyse mutlak tinin kendini gerçekleştirmesidir. Tarih ve politika incelemesi, tanrının doğrulanması biçimini, teodise (tanrıbilim) biçimini almalıdır. Örneğin devleti, içsel yapısı gereği akılcı ve özgürlüğün gerçekleşmesi olarak düşünür. Hegel’in tutuculuğunun temeli, gelişmiş oldukları biçimiyle devleti ve toplumu akılcı ve gerçek saymasıdır.

Hegel’e göre gerçeklik ile varoluş özdeş değildir. Var olan fakat gerçekliği olmayan şeyler vardır. Var olan bir şey ancak varoluşu özüyle uyum içinde olduğunda, varoluşu kavranışına, işlevine ya da fikrine denk düştüğünde gerçektir. Gerçek olan akılcıdır, fakat var olan her şey akılcı olmayıp, bu yüzden gerçek değildir. Ona göre doğruluk, önermelerin ya da fikirlerin kendi nesnelerine denk düştükleri zaman sahip oldukları bir niteliktir. Daha derin bir anlamı olan hakikatse, bir nesnenin, kavranışı, kavramı ya da fikriyle denk düşmesidir. Örneğin Hegel hakiki bir durum, hakiki bir sanat yapıtı dendiğinde bu anlam kullanılır der. Nesneler olmaları gerektiği gibiyseler, gerçeklikleri ile kavramları arasında denklik varsa, hakikidirler. Hakiki olmayan şey, kötü olmakla neredeyse aynıdır.

Hegel’e göre sonlu olan her şey tam olarak akılcı ve gerçek olamaz. Sonlu şeyler çelişkiler taşır ve değişikliğe uğramaya mahkûmdurlar. Aklın gerçekleşmesi sonlu şeylerde kısmidir ve bunlar akıldışı bir yan taşırlar. Akıl bir içeriğe sahipse, bu tarihsel olarak değişen ve gelişen bir içeriktir.

Bilimsel inceleme, var olandaki düzenliliği ve işleyişi soyutlayarak kavramaktır. Fakat başka bir tavırsa şudur: Dünyayı olması gerektiği varsayılan idealin ya da kavramın ışığı altında yargılayıp eleştirmek. Örneğin toplumsal düzen, ideal olan bir tasarıma göre yargılanır ve eksikleri bulunur. Reel sosyalizm deneyimlerinin “sahiden” sosyalist olmadıkları iddia edildiğinde, bu sistemlerde “hakiki” işçi devletleri kurulmadığı belirtildiğinde, takınılan tavır da budur. Denir ki, bunlar sosyalizm idealini ya da anlayışını cisimleştiremediler; bunlar olmaları gerektiği gibi olmadılar. Oysa toplumları ideal standartlara göre eleştirmek ya da mahkûm etmek, bilimsel bir yaklaşım değildir. Bilimsel yaklaşımda gerçek dünyayı fiilen gelişmiş olduğu biçimiyle anlamaya ve açıklamaya çalışmak gerekir. Aksi halde sosyalizm, “tasarıda kalan bir düşünce okulu” olurdu. Reel sosyalizmi eleştirmek için, onun tarihini yakından incelemek gereklidir. Türkiye solunda yapılmayan da işte budur.

Materyalizmde de gerçeklikle aklın birliği fikri benimsenir. Biz fikirleri, nesnel toplumsal ilişkilerin öznel yönü olarak görürüz. Fikirlerle, ahlaki yargılarla toplumsal gerçekliği eleştirmek yerine, toplumsal gerçekliği inceleyip değerleri, fikirleri ve yargıları bu temel üzerinde açıklarız. Bu tarihsel materyalist yaklaşımdır. Burada Sayers’in değinmediği bir konu var ki o da şudur: Pozitivist doğruluk kriterinde, bilimsel düşüncelerin oluşum süreci üzerinde durulmadan, sadece oluşmuş/verili fikirlerin, hipotezlerin gerçekliğe uygunluğu tartılır. Gerçekliğe var olan ve sınanmış paradigmaların çerçevesi içinde kalan hipotezlerle yaklaşılır, fakat bu hipotezlerin oluşturulması için deney ve gözlem adı verilen faaliyetler gereklidir. Gerçekliğe salt ampirik bir biçimde yaklaşılması mümkün değilse de, kimi zamanlar ampirik incelemelerden elde edilen bulgular, eski paradigmatik çerçeve içerisinde açıklanamaz. Bu durumlarda, ampirik verilerin soyutlanarak yeni teorilerin oluşturulması gözlenir. Kısacası pozitivizmin bilimsellik, bilimde yöntem konularına yaklaşımı tek yanlı ve idealistçedir.

Akıl toplumsal bir ürünse, onu yansıtıyorsa, aklın eleştirel gücü nereden gelmektedir?.. Bize göre tüm fikirler toplumsal ve tarihsel ürünlerdir. Eleştirel fikirler de buna dâhildir. Tüm fikirler bu anlamda ideolojiktir. Eleştiriyi, karşıtlığı ve yadsımayı düşünen özneler, bunları dünyaya dışarıdan getirmezler. Toplumsal dünya olumsuz, eleştirel ve çelişik güçleri kendi içerisinde zaten barındırır. Eleştiri salt fikirler biçiminde oluşmaz, fiili olarak da vardır. Bu var olan fiili “eleştirel” yönler, akılla kavranır ve düşüncede yansıtılır. Kısacası, aklın gerçeklikle ilişkisinde ikici (düalist) olunmamalıdır.

Toplumsal olguların ve tarihsel süreçlerin incelenmesinde, ahlaksal değerlerle gerçekliği yargılamadan önce onda zaten işlerlikte olan eleştirel ve ilerletici eğilimleri ve güçleri saptamak, bunları analiz etmek gerekir. Bu Hegel’in ve Marx’ın bilimsel düşünüş tavrıdır. Bize göre, ütopik doktrinler ve ahlakçı eleştiriler, gerçeklikteki ilerletici eğilimlerin yeterli kavrayışı olmaksızın, var olan süreçlerin olumsuz yönlerinin reddedilmesinin dile getirilişi olarak görülebilir. Tarihsel gelişimdeki “mantık” somut durumlarda kavrandıktan sonra, bu eleştirilerde hala diretilmesine onay verilemez.

Marksizm yalnızca bir toplumsal kuram değildir; aynı zamanda ve esas olarak bir sosyalizm biçimidir. Bir siyasal bakış olarak sosyalizm, pratik ve ahlaksal yükümlülükler taşır. Bu iki yön bağımsız ve alakasız öğeler olmayıp, yekpare bir bütünün eşit derecede temel kısımları olarak, tek bir bakış açısının içinde kapsanır. Marksizm’in toplumsal kuramı, onun ahlaki ve siyasal değerlerine dayanak oluşturan temeli sağlar.

Adalet ve hak kavramları, mutlak, evrensel ve tarih-dışı geçerliliğe sahip standartlar oluşturmaz. Tüm toplumsal sistemleri değerlendirmede kullanılacak evrensel ve mutlak değerler, standartlar aramak boşunadır. Bunlar ideolojik kavramlar olarak toplumsal ve tarihsel gelişim içerisinde açıklanır. Fakat bu kavramlar, ahlaki değerler, onları üreten koşullara tamamen içsel değildirler. Katıksız biçimde göreceli olmayan bu kavram ve değerler, içinde oluştukları koşulların eleştirisinde kullanılabilirdir. Örneğin kapitalizmde egemen olan adalet ve hak standartları, bu sisteme içsel olmayıp, kapitalizmden doğup gelişecek sosyalizmin bakış açısıyla anlamlandırılıp, kapitalist sistemin eleştirisinde ve değerlendirilmesinde kullanılabilirdir. Kapitalist sistemle çelişen ve onu devirecek olan güçler şimdiden oluştuğundan, mevcut koşulların eleştirisini yapacak bir görüş de belirir. Kapitalizm ile sosyalizm arasında metafizik bir duvar yoktur. Marx’ın kapitalist üretim biçimini ahlaksal açıdan mahkûm etmesi, edebi ve süslü sözler olarak görülemez. Marx’ın kapitalizmi ahlaki açıdan da eleştirdiği doğrudur, fakat kendisinin bilimsel analiz yanı sıra ahlaki bir değerlendirme yapmadığı yanılsamasına sahip olduğu söylenemez.

Marksistler ahlaki fikirleri tümüyle dışlamazlar, daha çok onların toplumsal önemlerini analiz eder ve anlamaya çalışırlar. Farklı ahlaki bakışlar, belirli tarihsel koşulların ürünleri ve yansımaları olarak, belirli sınıflara üye olan insanların gereksinimlerini, arzularını, çıkarlarını ve özlemlerini ifade ederler. Ahlak bir ideoloji biçimidir, fakat bu onun salt bir yanılsama olduğu anlamına gelmez. Marksizm’in tarihe bakışında ahlaksal bir yan yoktur. Fakat ahlaka yönelik tarihsel bir bakışı Marksizm içerir. Ahlakın toplumsal ve tarihsel bir olgu olduğunu kavradığından, evrensel ahlaksal ilkelere ve değerlere başvurmaz.

Toplumsal düzenlerde sadece onu destekleyen, ayakta tutan güçler yoktur, ona karşı çıkan ve onu reddeden güçler ve eğilimler de bulunur. İşte bu nedenle eleştirel ve olumsuz fikirler gelişebilir, değerlerin tutucu ve devrimci güçler tarafından farklı anlamlandırılışı ve kullanımı söz konusudur. İlerici politik mücadelede fikirlerin temellendirilmesi için, aşkın ve mutlak ahlaki değerler aranmamalıdır.

Liberal düşüncede toplumda birçok farklı ve çatışan ya da uyuşan görüşün varlığı bir denge için gerekli görülebilmektedir. Bütün fikirlere eşit derecede geçerlilik ve birbirinin alternatifi olma işlevi atfedilir. Oysa bu görececi bakış, ancak toplumdaki çatışan güçlerin gelişiminin bir sonuca ulaşmaması durumunda haklı olabilirdi. Toplumun mutlak kararlı bir yapısı yoktur, dinamizm taşır. Çatışmalar ve çelişik güçlerin etkileri, tarihsel gelişimin temelinde yer alır.

Marksist yaklaşımda tarihte gelişme ve ilerleme saptanır. Gelişimde gözlenen tarihsel aşamalar, önceki aşamanın temeli üzerinde daha yüksek ve gelişmiş bir biçim olarak yerini alır. Yerini aldığı koşullara göre ileri bir gelişme oluşturan tarihsel dönemlerin içerisinde bu sefer yeni koşullar giderek şekillendiğinden, var olan koşullar ilerici olmaktan çıkarak, gelişim için ayak bağı haline gelirler.

Marx’ın kapitalizmi incelerken onu yargılama biçimi, mutlak ve evrensel ilkelere yaslanmaz. Tarihsel ve göreceli bir açıklama sunan Marx, kapitalizmi feodal topluma oranla ileri bir üretim sistemi olarak görür. Kapitalizmin gelişimi yıkıcı ve çelişik sonuçlara yol açıcı olsa da, üretici güçlerin gelişimi nedeniyle burada ilerleme vardır. Kırsal yaşamın dar ufkunun yıkılması, toprağa ve efendiye olan bağımlılıktan kurtulma, kentlerde ve fabrikalarda toplanarak gücünün farkına varma ve siyasal mücadelelere koyulma, kapitalist üretimin gelişiminin ilerici sonuçlarıdır. Kapitalist üretim kendinin devrilmesinin maddi koşullarını ve bunu gerçekleştirecek özneleri yaratır.

Marksizm’in sosyalizm fikri, kapitalist toplumun ve dünyanın açıklamasından doğar. Gelecekteki toplumun nasıl olması gerektiği konusunda kendisine temel aldığı apriori evrensel ilkeleri yoktur. Sosyalizmi şimdiki kapitalist toplumda çatışan güçlerin ve eğilimlerin sonucu olarak kavrar ve sosyalist toplumun neye benzeyeceğini, yani karakterini buradan yola çıkarak öngörür. Marx, geleceğin toplumunun karakteristikleri konusunda detaylı öngörülerden kaçınmıştır. Paris Komünü deneyiminden sonra yazdığı Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde bu konu üzerinde durmuş ve anlayışının bu programınkinden farklı olarak salt ahlaki ideallerden oluşmadığını belirtmiştir. Marx komünizmi tarihsel gelişim içerisinde ve günümüzün toplumundan çıkılarak oluşan/oluşturulan bir toplum biçiminde kavrar. Ahlaki değerlendirmelerle ve ideallerle bir ütopya oluşturmaz; tarihsel yaklaşımla sosyalizmi, kapitalist toplumun içinde işlerlikte bulunan güçlerin sonucu olarak öngörür. Fakat tarihsel bakışın dayanak olduğu bir siyasal ve ahlaki perspektife sahiptir. Sosyalistlerin keyfi ahlaki değerleri yoktur; ahlakı toplumsal ve tarihsel bir ürün olarak kavrayan Marksistlerin, siyasal ve ahlaki perspektifleri teorik analizlerini temel alır. Bize göre olgular ile değerler arasında bir ikilem yoktur. Sosyalizm öznel bir tercih değil, tarihsel sürecin nesnel bir eğilimidir. Bu nesnel süreç sosyalist hareketin oluşmasını da kapsar. Marksizm bir sosyalizm biçimi olarak, tıpta olduğu gibi uygulamalı amaçlara sahiptir. Sağlığın gelişmesi için anatomi ve fizyoloji gibi bilim dallarının bilgileri yanı sıra uygulamalara gereksinim vardır; kapitalist toplumun yerini sosyalizme bırakması gerekliliği, yapılan teorik incelemelerde görülür, fakat bunun gelişebilmesi için siyasal mücadele zorunludur.

Marx’ın kapitalizm eleştirisi ya da özel mülkiyeti eleştirmesi mutlak ahlaksal standartlara başvurmaz. Feodalizme göre kapitalist toplum, adalet ve hak ölçülerinde ilerleme oluşturur (hatta bu kavramların ve değerlerin oluşumu, yakın çağın ürünüdür). Fakat sosyalizmin koşulları oluştuğundan ve bu ileri toplum biçiminin bakış açısından yaklaşıldığında, kapitalist toplum ahlak-dışı, adaletsiz olarak değerlendirilir. Bu yaklaşımı bir örnekle soyutlayalım: “Toplumun daha yüksek bir iktisadi biçimi açısından bakılınca, yerkürenin tek tek bireylerin özel mülkiyetinde olması neredeyse bir insanın başka bir insanın özel mülkiyetinde olması kadar saçma görünecektir.” (Marx, Kapital, 3. Cilt) Bu bakış açısından, kapitalist toplumsal ilişkiler insanın gelişimi önünde engeldir. Bu açıdan ve bu nedenle adaletsizdir, insanlık-dışıdır. Şu ahlakçı bakış Marksizm’e yabancıdır: “Emek verenler emeklerinin ürünü üzerinde hak sahibidir. Bu evrensel eşitlik ilkesi çiğnenmemeli, insanların çabası ödüllendirilmelidir.” Oysa eskiçağ ve ortaçağda egemen ahlaki bakış ağırlıklı olarak çalışanların emeklerinin ürünlerini takdir etmeye uygun olmadığı yönündedir. Bu ahlaki tutum günümüzde adaletsiz görünür. Çünkü adalet ve hak ilkeleri toplumsal ve tarihsel fenomenlerdir. Örneğin günümüz koşullarıyla ve bu koşulların belirlediği duygularımızla uyumsuz olan köleliği ahlak-dışı olarak suçlamak çok kolaydır. Fakat bu ahlakçı yargılamayla, antik dünyanın gelişiminde köleliğin önemi, toplum için olduğu kadar kölelerin kendileri için bile köleci ilişkilerin gelişmesinin ileriye doğru atılmış bir adım olduğu görülmez. Mutlak bir hak ve adalet standardı yoktur; çeşitli adalet ve hak anlayışlarına sahip ya da bunlarda ifadesini bulan özlemlere sahip toplumsal güçler vardır. Fakat bu katıksız bir görececilik değildir. Ahlaki yaklaşımlar, toplumlarda onları oluşturan ilerici güçlerin ve eğilimlerin ürünü olarak ilerici olabilmektedir. Örneğin adalete ilişkin liberal anlayış, köleliği ve serfliği haklı çıkarmaya hizmet eden anlayışlara kıyasla ilerici olmuştur. Yoksa evrensel bir adalet ve hak standardına daha fazla yaklaştıkları için ilerici değildirler (bu Hegelci teleolojik yaklaşım, Marksizm’e yabancıdır).

İnsan doğası, mutlak ve tarih-ötesi ahlaksal kıstaslar sağlamaz. Mevcut koşullar insanlık-dışı, ahlak-dışı, alçaltıcı olmakla eleştirildiğinde, bu yargıların tarihsel ve göreceli olduğu unutulmamalıdır. Kapitalizmin gelişimiyle insani olan, insanlık-dışı ve alçaltıcı olan nedir, bu değerler biçimlenmiştir. Bunlar kapitalizmin yaratmış olduğu gereksinimleri, arzuları, özlemleri karşılayamadığını gösterir. Neyin insani olduğu ve olmadığı, mutlak ve ideal bir anlayışa göre yapılmaz. Özgürlük, refah, eşitlik gibi değer ve ilkeler için de yazılanlar geçerlidir. Kapitalizm bu değerlerin belirmesini ve insanın kurtuluşunun koşullarını yaratmıştır.

Kapitalizm insanın güçlerinin ve gereksinimlerinin genişlemesine yol açmıştır. Başka bir deyişle insan doğasını değiştirmiş ve geliştirmiştir. Özgürlük ve kendini gerçekleştirme gereksiniminin ortaya çıkışı, bunların karşılanacağı bir toplumun eşiğinde olunduğunu anlatır. Bunlar asgari hayatta kalma gereksinimlerinin ötesinde olduklarından sahte sayılamazlar. Kapitalizmle birlikte oluşan olanakları gelişme olarak görmemek, geçmişin daha ilkel yaşam biçimlerine özlem duymak romantizmdir ve sosyalist bakışla uyuşmaz. İnsan gereksinimleri ve insan doğası da tarihsel ve göreceli biçimde dikkate alınmalıdır. Bunlar da adalet, hak ilkeleri gibi tarih-ötesi ve mutlak kavramlar değildir. Fakat böyle olmaları onların reddedilmesi gerektiği anlamına gelmez.

Marksistler değerlerini, ütopik ve ahlakçı bir kökene bağlamaz, aksine tarihsel bakış ve toplumsal incelemeleri üzerinde kurarlar. Marksizm aşkın değerleri temel alan bir etik sosyalizm biçimi değildir. Fakat Marksizm nötr ya da değer içermeyen bir yaklaşım da değildir. Eleştirel perspektifinin kökeninin toplumsal koşullarda bulunduğunu bildirir. Marksizm, gerçekler ile değerler arasında varsayılan metafizik uçurumu reddeder. Marksizm’in tarihsel yaklaşımının ve ilerleme kavramının hem olgusal hem de değerlendirici boyutu vardır. İlerlemeden söz edilirken, daha gelişmiş ve daha tam olarak evrimleşmiş olmadan bahsederiz. Burada değerlendirici bir boyut da bulunmaktadır. Tarihsel gelişimde ilerlemenin olduğunu benimsemekle teleolojik bir yaklaşım kabul edilmiş olmaz. Marksizm teleolojik yaklaşımı reddeder ve tarihsel gelişime dair nedensel bir açıklama getirir.

Sosyalizm tasavvurumuz ilkel bir duruma işaret etmez. Kapitalizmin getirmiş olduğu üretim genişlemesinin üzerinde yükselir. Burjuva biçiminden soyutlandığında bu üretimle oluşturulan zenginlik, insanın kendi doğası üzerinde ve dış doğa üzerindeki egemenliğinin geliştiğini gösterir. Marksistler ekonomiyi, toplumsal yaşamın diğer boyutlarından soyutlanmış olarak incelemez. İnsan gereksinimlerinin doyurulmasını ve geliştirilmesini sağladığından iktisadi gelişme değerlidir, fakat onu insana dışsal bir araç olarak görmelidir. Bize göre insan homo economicus değildir; insanın sınırsız gereksinimlere ve arzulara sahip yaratıklar olarak görülmesi, aslında kapitalist toplumun bir ürünüdür. Marx, iktisadi gelişmeyi faydacı açıdan değerli bulmaz; çünkü avcı-toplayıcı insanlar ile uygar insanların zevklerini ve mutluluklarını karşılaştırmanın bir yolu yoktur. Fakat iktisadi gelişim, insanların sahip oldukları güçleri ve yetenekleri geliştirdiğinden dolayı değerli görülmelidir. Bize göre insanların gereksinimleri ve arzuları, dolayısıyla insan doğasının bu yönü tarihseldir ve değişir. Bir kuşak için lüks olan şeyler bir sonraki kuşak için gereklilik haline gelir. İnsan gereksinimleri, tarihsel gelişimi değerlendirmek için tarih-dışı bir ölçüt oluşturmaz. İnsanların katıksız biyolojik gereksinimlerinin kapitalist dünyada, ileri kapitalist ülkelerde bile karşılanamadığı açıktır. Fakat kapitalizmi sadece bu yüzden değil, aynı zamanda kendisinin oluşturduğu gereksinimleri karşılayamadığı için de eleştiririz.

“Günümüzde her şey kendi zıddına gebe gibi görünüyor. İnsan emeğinin süresini kısaltan ve verimini artıran harika bir güçle donatılmış olan makineleri aç aç seyrediyoruz ve aşırı çalıştırıyoruz. Yeni yaratılan zenginlik kaynakları, tuhaf bir büyüyle, yoksunluk kaynaklarına dönüştürülüyor. … İnsan, insanlığın doğaya egemen olmasıyla aynı tempoda, başka insanların ve kendi alçaklığının kölesi haline geliyor gibi görünüyor.” (Marx)

Kapitalizm insanların güçlerini ve yeteneklerini tümüyle geliştirebildikleri, insan gelişimini her yönden destekleyen yabancılaşmamış bir toplum değildir. Fakat kapitalizm koşullarında üretimin devasa büyümesi yeni gereksinimleri ve yetenekleri geliştirip, onların karşılanması ve gerçekleşmesini mümkün kılmıştır. Marx’ın sosyalizm vizyonu, kapitalizm koşullarında gelişmiş sanayinin muazzam üretici kaynaklarının, gereksinimlerin doyurulması ve insan doğasının her yönden geliştirilmesi için kullanıldığı, yabancılaşmanın olmadığı bir toplum tasavvurudur.

Tarihsel gelişimin ölçütü kendini geliştirme (yeteneklerin ve güçlerin gelişip çoğalması) ve gerçekleştirmedir (insani potansiyellerin hayata geçmesi). Marksizm’in bu yaklaşımı hedonist değil, eudaemonisttir (tümel insan esenliğini savunan). Hedonist görüşe göre, gereksinimler insan yaşamının olumsuz bir özelliği sayılır. Gereksinim duymak, bir şeyin eksikliğini çekmek, bir gerginlik ya da acı durumunda olmaktır. Gereksinimin doyurulmasından mutluluk doğar. Oysa Marx’ın insanın kendini gerçekleştirme anlayışı, yeni gereksinimlerin gelişimini de kapsar. Gereksinimler kadar insanların güçleri ve potansiyelleri de tarihsel olarak gelişir. Bunlar mutlak ve tarih-dışı değil, görecelidir. Kapitalizm insanın sahip olduğu güçleri ve potansiyelleri önlemekle eleştirildiğinde, bunların kapitalizm içerisinde geliştiği unutulmamalıdır. İnsanların gereksinimleri ve güçleri onları oluşturan ve değişime uğratan belli toplumsal ve tarihsel süreçlerde doyurulur.

Tarihte bireyselleşme süreci toplumsal ilişkilerdeki değişikliklerle aşamalı olarak meydana gelir. Kapitalizm öncesi toplumlarda bireyin topluluktaki yeri, etkinliği ve rolü, güçleri ve yetenekleri, kendisi ve başkaları tarafından onun kimliğinden ayrılamaz, sabit ve doğumla belirlenmiş özellikleri olarak kabul edilir. Kapitalizmle ve ticari piyasa ilişkileriyle birlikte yeni bir bireysellik biçimi oluşur. Modern birey belirir. Eski toplumsal hiyerarşi ve kimlik biçimleri zayıflar ve yıkılır. Bu nedenle aydınlanma dönemi düşüncesinde özerk bireysel özne önemli bir yer tutar. Toplumu atomik bireylerin toplamı olarak görme, aydınlanma düşünürlerinde yaygındır. Kapitalizmin gelişimindeki bu yıkıcı yönün yanı sıra yapıcı ve olumlu bir yan da vardır. Tarımsal ailevi birimin dünyayla çok sınırlı olan ilişkileri, dar ufukları ticari ilişkilere katıldıklarında değişir ve genişler. Ticari ilişkiler içerisinde bu insanlar aslında toplumsal ilişkiler kurarlar, fakat bu ilişkiler, yabancılaşmış biçimde salt iktisadi ilişkilermiş gibi görünür. Oysa birçok insanın çalışması ve gereksinimleri piyasa aracılığıyla ilişkilenir ve birbirlerine bağımlı kılınır. Kırsal yalıtılmış yaşamdan ve onun kalıpları ile ritminden çıkılarak, modern sanayinin koordineli işlerine ve ritmine dâhil olunur. Kapitalizmle birlikte çalışanlar kamusal yaşama ve siyasal alana girerler.  Kısacası kapitalizm yabancılaşmış biçimler altında dünya çapında yaygın ve gelişkin ilişkiler oluşturmuştur. Bu arada, yeni ve daha ileri bir toplumun güçleri eskisinin içinde şekillenmektedir.

Ütopik sosyalistler kapitalizmi, onun yıkıcı etkilerini reddederek eleştiriyorlardı. Günümüzde kapitalizmi bireyi baskılayan ve ezen bir sistem olarak eleştirenlerin durumu da bunlara benzer. Bunlar ahlakçı görüşlerdir ve tarihsel gelişimi dikkate almazlar. Oysa üretici güçlerin kapitalist toplumdaki gelişiminin yarattığı kendini gerçekleştirme potansiyelleri düşünülmeli, bu potansiyellerin gerçekleşeceği toplum için bu gelişimin değerli bir yanı olduğu bilinmelidir. Bireylerin toplumsal ilişkilerinin ve toplumsal ürünlerinin karşılarına yabancı güçler olarak çıkmayacağı bir toplum biçimi, kapitalizmin gelişimiyle mümkün hale gelmiştir. Burada şu husus görülmelidir: Yabancılaşmayı kavramış olduğumuzdan, geleceğe ilişkin projeksiyonlar yapabilmekteyiz. Yoksa teleolojik yaklaşımla yabancılaşmanın olmadığı ideal bir toplum düşü kurmuyoruz. Komünizmi tarihsel gerçekliğin hareketinin ürünü olarak kavrıyoruz.

Tarihsel gelişimde ilerleme olduğu fikri, üretici güçlerin gelişmesine dayanır. Üretici güçlerin gelişmesi, insan yeteneklerinin ve güçlerinin çoğalmasını içerir. İnsanlar hep birlikte yaşamlarının koşulları üstünde bir dereceye kadar bilinçli ve akılcı denetim uygulamanın araçlarını geliştirirler. Üretim güçlerine egemen olacağımız ve onları ortak denetim altına alacağımız koşullar artık olgunlaşmıştır.

Marx’ın kapitalizmi eleştirisinde ve sosyalizmi tasavvurunda dayandığı temel, insan gereksinimleri, arzuları, güçleri ve yetenekleri, özgürlüğü ve aklının, yani insan doğasının bütün yönlerinin gelişmesini içeren ilerlemeci tarih anlayışıdır. Ahlak ve adaletle ilgili tarih-dışı ve evrensel değerlere başvurmadığı gibi, tarihin doğrultusunun nihai bir amacı olmadığını benimsediğinden teleolojik bir yaklaşıma da sahip değildir. Şimdinin içindeki aktif ve içkin olan tarihsel ve göreceli güçlere ve eğilimlere bakarak şimdiyi değerlendirir ve geleceğe değer verir. Tarihte insanın doğası gelişir ve bu ilerlemedir. İnsanların arzuları ve değerleri toplumsal ve tarihsel gelişime tabidir. Örneğin Platon ve Aristoteles’in arzuların geleneksel ve yerleşik sınırların ötesinde artmasını bireysel mutlulukla uyumsuz saymalarında şaşılacak bir yan yoktur. Bu filozofların iktisadi gelişime dönük tutucu yaklaşımlarının temelinde, ticari genişlemenin serbest bıraktığı güçlerin antik toplumsal yapıyı tehdit etmesi bulunmaktadır. Oysa kapitalist üretim için zenginliğin sürekli artışı ve iktisadi genişleme gereksinilir. Bu, modern toplumsal düşünceye egemen olan değerlerde yansımasını bulur. İnsanın tüm yönleriyle/evrensel gelişimi arzusu, kapitalist toplumla birlikte doğup, gelişmiştir. Fakat kapitalizm bu arzuyu ya da gereksinimi tatmin edememektedir.

İnsanın biyolojik bir doğasının olduğunu da vurgulamalıyız. Yemeyi, içmeyi, barınmayı, giyinmeyi vd. içeren, bedensel/biyolojik yapımızdan gelen gereksinimler, insan doğasının yoğrulabilirliğine doğal bir sınır oluşturur. Fakat bu gereksinimlerin karşılanma yolu ve biçimi tarihsel ve toplumsaldır. İnsan doğasının doğal/biyolojik ve toplumsal yönleri vardır. Fakat biyolojik özelliklerimiz, toplumsal koşullar içerisinde var olur. Örneğin müzik kulağı, estetiği görme, salt biyolojik duyusal özellikler olmayıp, toplumsal açıdan işlenen yetilerdir. En temel biyolojik işlevlerimiz, kendilerini değişime uğratan toplumsal bir bağlamda meydana gelirken, en yüksek ve toplumsal açıdan en gelişmiş başarılarımız bile, biyolojik organizmamızın aktiviteleridir. Biyolojimiz ile toplumsallığımız ayrılamaz. Örneğin açlık her zaman bir toplumsal biçim alır. Toplumsal olguları ve değişimi anlamada, başvurulabilecek yararlı bir genel biyolojik insan doğası yoktur. Örneğin evliliği, üreme gereksinimiyle açıklayamayız. Yemek kültürünü ve dünya mutfaklarını, metabolik ihtiyaçlardan çıkarsayamayız. Örneğin yaşama hakkı, sağlıklı olma hakkı ve sağlığı geliştirme gibi değerleri savunsak da, buların tarihsel ürünler olduğunu biliriz. Bu nedenle, insanın oluş süreci tarihtedir ve tarih, insanın gerçek doğal tarihidir deriz. İnsanlar kendi kendilerini oluşturan varlıklardır.

Marx ve Engels’in yaşadığı dönemde sanayideki gelişim şimdiki boyutlara ulaşmamış olduğundan, çevre sorunları şimdiki kadar büyük tehdit oluşturmamaktaydı. Son yıllarda sanayideki gelişimin çevre üzerindeki etkisinin boyutları artmış ve küresel bir boyuta ulaşmıştır. Kapitalizmin üretici güçleri geliştirmesinin bir yan ürünü, çevre tahribatı ve insan yaşamının olabilirliğinin tehdididir. Çevrecilerin bir bölümünde gözlenen sanayileşmeye dönük güvensizlik, benimsenemez. Daha az uygarlaşmış ve az gelişmiş koşullarda yaşamanın daha iyi olacağı şeklindeki romantik çevreci görüşü, paylaşamayız. Sanayideki gelişim kapitalist toplumda çevreye ve dolayısıyla insanlığa zarar vermektedir. Bu her zaman ya da zorunlu olarak böyle olacağı anlamına gelmez. Sosyalizm, doğal çevrenin üretici güçlerin gelişimine dönük sahip olduğu kısıtlamanın kavranmış olduğu bir toplum olarak, üretici güçleri geliştirirken, çevreyi de koruyup geliştiren, doğanın sahip olduğu güçlerin bütün yönleriyle insanın iyiliğine kullanılmasını içeren bir sanayi gelişimi içerir.

İnsanların toplumsal ilişkilere göre değişmeyen ve evrensel bir doğası yoktur (=anti-hümanizm). Fakat toplumsal ilişkiler, salt insanların iradeleriyle oluşturulmuş ve keyfi değildir. Toplum sözleşmesi kuramında, tanrı vergisi antik ya da feodal düzen reddedilir ve yerine insanların iradesine göre yapılmış bir sözleşmeyle toplum düzenlenmelidir denir. Aydınlanma dönemi düşüncesinde de bilinçli toplumsal ve tarihsel faaliyette bulunma, insanın evrensel bir özelliği olarak görülür. Bu düşünceler, sabit toplumsal düzen kavrayışının aşılmasını toplumsal düşünceye getiren ileri adımlardır. Fakat bize göre, toplumsal ilişkileri ve tarihsel değişimi yöneten yasalar, eğilimler bulunmaktadır (Feuerbach Üzerine Tezler’in üçüncüsü “eğiticilerin de eğitilmesi” gerektiğine değinerek bu konuya gönderme yapar). İnsanlar şu ya da bu toplum biçimini seçmekte özgür değildir. İnsanların toplumsal yaşamlarını yöneten güçleri fark etme ve onları bir ölçüde denetim altına alma yeteneği kazandıkları, üstelik bu yetinin geliştiği ise, tarihsel gelişime içkindir. Tarihin başlarında toplumsal ilişkiler insanların alışkanlık ve görenek biçimini alan etkinliklerinin sonucudur. Bilinçli olmayan süreçler içerisinde toplumsal ilişkiler evrimleşir. Toplumsal ilişkilerdeki değişimin temel nedeni, gelişen üretici güçlerdir (gelişmiş olan bir güçten insanlar vaz geçmez, bunun yerine aralarındaki ilişkiler değişir). Toplumsal olguların ancak aşamalı ve kısmi olarak toplumun denetimi altına alınması ve bilinçte kavranışı gelişir. Bu alanda en eksiksiz kavrayış ve denetimin gerçekleşmesi, komünist toplumda olanaklıdır. Komünizmin, “tarih bilmecesinin çözülmesi” olarak kavranması, teleolojik bir imaya sahip görülmemelidir. Çünkü komünist bilinç ya da iradi kavrayış, tarihsel bir üründür ve içinde oluşup geliştiği akışa katılır. Bize göre, bilmecenin çözümü “tarihöncesinin” sonu, “tarih”inse başlangıcıdır. Marksizm’in tarihe getirdiği açıklama, Darwin’in evrim kuramıyla karşılaştırılabilir durumdadır. Biyolojik evrim ileriye doğru bir yol izlese de, bir erek hedeflemez. Tarihteki ilerleme de görecelidir ve bir nihai ereğe sahip değildir. Örneğin insanın tam gelişimi, kendini eksiksiz gerçekleştirme idealleriyle tarihsel ilerleme ölçülmemelidir. Komünizm bugüne göre ve bugünkü gereksinimler temel alındığında bir ilerleme olacaktır ve insanın olabildiğince geliştiği, potansiyellerinin mümkün olduğunca en eksiksiz biçimde gerçekleştiği bir toplum biçimidir.

[MAR] YOUTUBE KANALI

LİDER

Karl Marx - Kapital

Kısa Sovyet Film ve Belgeseller [Türkçe]