Mahmut
Boyuneğmez
“Rekabetçi otoriterlik” adı
verilen rejim, demokrasi ile diktatörlük arasında karma bir siyasal rejim
olarak kavranıyor. Yürütmedeki siyasal partinin devlet olanaklarını kullanarak,
diğer düzen partilerine karşı üstünlük kurmasını ve adil olmayan seçim
mekanizmasının varlığını anlatıyor. Yargı ve yasama ile medyanın üzerinde
hükümetin kontrolünün bulunduğu, insan hakları ihlallerinin yaygın olarak
gözlendiği siyasal rejime, bu isim verilebiliyor.
Arjantin’deki J. Peron ve
Brezilya’daki G. Vargas yönetimlerini “popülizm”in örnekleri olarak gören
yaklaşımlara göre, “popülizm otoriter bir demokrasi biçimidir.”[2] Oysa bize göre “popülizm”
terimi, halkçılık anlamına geldiğinden, devlet iktidarı ya da siyasal rejimler
için kullanımı kafa karışıklığına yol açtığı gibi, günlük politik söylemlerde bu
kavramın pejoratif anlamıyla iktidar partisine yakıştırılması da, halkçılık
üzerine verilmesi gereken ideolojik mücadeleyi baltalayabiliyor.[3]
“Olağan-olağan üstü hukuk”
ayrımı yaparak, 11 Eylül 2001’den sonra “kalıcı bir istisna hali”nin içerisinde
bulunulduğu, yasalarla, KHK’lerle yapılan hukuksal düzenlemelerin özgürlükleri
kısıtladığını öne sürenlerinse, kapitalist hukukun her zaman sermaye sınıfı ile
emekçiler arasındaki iktidar ilişkilerinde bulunan güç dengesine göre
şekillendiğini dikkate almadıkları açıktır. Kapitalizmin neoliberal döneminde
de, devletin bir iktidar yapısı olarak sahip olduğu düzen ve işleyiş ile
hukuksal mevzuat, sermaye sınıfının işçi sınıfı üzerindeki hegemonyasını
süreklileştirir ve yeniden üretir. İşçi sınıfının örgütlülük ve mücadele
düzeyi, bunları geriletmeye çalışan sermaye sınıfıyla olan ilişkilerindeki
değişim, hem devletin yapısına ve hukuka yansır, hem de kapitalist devlet ile
hukuk, geri beslemeyle sınıflar arasındaki ilişkileri/mücadeleleri etkileyerek
biçimlendirir. Örneğin Türkiye’deki siyasal rejimin son yıllarda faşizan
özellikler kazanmasının bir örneğini, toplumsal örgütlenme ve mücadele
düzeyinin, ilan edilmesini engellemeye yetmediği, 2016 yılında getirilen OHAL düzenlemeleri
oluşturmuştur.
“Neoliberal otoriter devlet”,
1970’lerde başlayan ve içerisinde bulunduğumuz kriz tarihsel kesitinde
neoliberal sermaye birikim biçiminin koşulladığı ve gereksindiği devletsel
re-organizasyonlar kapsamında özellikle kapitalist siyasal rejimlerdeki
yürütmenin, yasama ve yargı karşısında güçlenmesini, işçi sınıfı hareketinin
oluşumunun önlenmesi için baskı yöntemlerinin ön plana çıkarılmasını
anlatmaktadır. Poulantzas’ın “otoriter devletçilik” kavramlaştırması da, özünde
bu süreçlerle aynı anlama gelmekte, neoliberal dönemde kapitalist devletin
dönüşümünü kavramak için kullanılmaktadır. Oğuz’a göre ise, 2013 yılından
itibaren siyasal rejimin dönüşümünü açıklamakta yetersiz kalan yukarıda
değindiğimiz kavramlaştırmalar yerine, artık siyasal rejimi tanımlamak için
“yeni faşizm” kavramı kullanılmalıdır.
Oğuz, klasik faşizmin
iktidarını oluşturduğu konjonktür ile “yeni faşizm”in günümüzdeki varlığının
dayandığı konjontürün farkları olduğunu belirterek, klasik faşizm ile “yeni
faşizm” arasındaki farkı, buradan yola çıkarak açıklamaya çalışıyor. Biz de onu
takip edelim.
1) Klasik faşizmi 1929
krizine verilen özgün yanıt olarak, “yeni faşizm”iyse 1970’lerde başlayıp 2008
kriziyle derinleşen bunalıma verilen özgün yanıt olarak görüyor. Aşırı üretim
krizi olan 1929 krizini, “eksik tüketim krizi” olarak değerlendirmesini bir
yana bırakırsak, 2. Dünya Savaşı’nı “pazar paylaşımı”yla açıklıyor. Oysa bu
savaş pazarların yeniden paylaşımı gereksinimi yanı sıra, faşist ülkelerin sermayenin
ihracına duyduğu gereksinim ve 1937-8 krizi tarafından da güdümlenmiştir.
Elbette Nazi ordularının Sovyetler Birliği’ni yok etme gibi siyasal hedefi de
bulunmaktaydı. Oğuz, 1970’lerden bugünlere uzanan krizin, ulus üstü sermayenin birikim
ihtiyaçları doğrultusunda kapitalist devletlere savaş ve çatışma üretme
yükümlülüğü getirdiğini, bu devletlerin paralı askerler, vekil grupları,
paramiliter örgütler gibi devlet-dışı aktörlerle işbirliği içerisinde “yeni bir
dünya savaşı” çerçevesinde çatışmalar/savaşlara dâhil olduğunu iddia
etmektedir. Oysa son on yıllarda yaşanan savaş ve çatışmaların bir dünya savaşı
olarak adlandırılamayacağı ve bölgesel niteliklerde olduğu, fakat emperyalist
ülkelerin bu savaşlarda kimi zaman birlikte, kimi zamansa rakip güçler olarak
karşıt konumlarda yer aldıkları bilinmektedir. Peki emperyalist bölgesel savaş
politikalarının, faşizmle ilişkisi var mıdır?.. Kanımızca, ülkeler arası şiddet
uygulamaları, saldırganlık, işgal ve savaş/çatışma, emperyalist ülkelerin de klasik
faşist devletlerin de sahip oldukları dış politikalar arasında önemli bir yer
tutar. Fakat bu kadardır. Yani aralarında benzerlik var diye, günümüzün
emperyalist devletlerine, “faşist” sıfatını yakıştıramayız.
2) Oğuz şöyle yazıyor: “Klasik
faşizm ancak iktidar olduktan ve bağımsız işçi örgütlerini bütünüyle ezdikten
sonra işçi sınıfının geniş kitlelerini kendi yanına çekebilmiştir. Yeni faşizm
ise iktidara gelmeden önce de işçi sınıfına ulaşabilmektedir.” Bu yazılanlar
doğru değil. Klasik faşizm iktidara tırmanma süreçlerinde terör destekli
propaganda faaliyetleriyle belirli bir toplumsal kitle hareketi oluşturmuştur.
Oğuz, “yeni faşizm”in emekçi kitlelere ulaşabilmesini, geçmişte sosyal
demokrasinin ve komünistlerin işçi sınıfı içerisinde örgütlü olmasına karşıt
olarak günümüzde işçi kitlelerin “sahipsiz” olmasına ve böylelikle kriz
ortamında faşist partilere yönelmesine bağlıyor. Günümüzde sosyal demokrasinin
ve komünistlerin sınıf içerisindeki örgütlenmelerinin zayıf olduğu doğrudur.
Fakat bunun nedeni şu şekilde açıklanamaz: “Günümüz sol partileri ise özellikle
reel sosyalizmin çözülüşünden sonra sınıf politikasına sırt çevirdiği için (…)”
Nesnel nedenleri de olan bir siyasal öncülük boşluğu olduğu doğrudur ve
sosyalistlerin öncülük işlevinin oluşmadığı süreçlerde, sağcı/ırkçı/faşizan
politikalar ve söylemlere sahip partiler emekçi kitleleri kucaklayabilmektedir.
3) “Klasik faşizmde amaç
güçlü işçi sınıfı hareketlerini bastırmak iken
yeni faşizm devletin zor aygıtlarıyla işçi sınıfı hareketlerinin güçlenmesini
baştan önlemeyi amaçlar”
şeklinde yazan Oğuz, kapitalist sınıfın, kapitalist devletler gibi iktidar/hegemonya
örgütleri üzerinden baskı ve rızanın farklı derecelerde bileşimleri sağlanarak
emekçi halk üzerinde egemenliğini oluşturduğunu ve her gün yeniden ürettiğini
unutuyor. Kapitalist sınıf ve onun iktidar yapısı olarak kapitalist devletler,
her zaman işçi sınıfı hareketlerinin güçlenmesini engellemeye, onları
başlangıcından itibaren önlemeye çalışır. Bunun, “yeni” olarak nitelenen
faşizme ait bir özellikmiş gibi sunulması yanıltıcıdır. İşçi sınıfı hareketinin
güçlenmesi engellenememişse ve bir hegemonya krizi varsa, siyasal devrim
süreçlerinin içerisinde devrimci durumun giderilmesi yönünde karşıdevrimci
yönler de çalışır ve sonunda askeri darbeyle oluşturulacak bir diktatörlük
gündeme gelebilir. Bu askeri diktatörlüğün, faşist devlet iktidarından farklı
olduğunu belirtmemiz gerekmektedir.
4) Oğuz şöyle yazıyor: “Klasik
faşizm, korporatist düzenlemelerle işçi sınıfının bir kısmına maddi faydalar
sağlarken yeni faşizm bunu yapamayacağı için tümüyle güvenliğin ve istikrarın
sağlanması gibi ideolojik motiflere dayanır.” Oysa “güvenliğin ve istikrarın
sağlanması” demogojisi, ihtiyaç duyulduğunda kullanılan burjuva politik
söylemlerin bir bileşenidir. Faşizme özgü bir yanı yoktur. Günümüzde
korporatizm, devlet ve onun yürütme gücü olan hükümet ile işçi/memur örgütleri
ve patron örgütleri arasındaki bir tür ilişkiyi anlatmaktadır. İşçiler/memurlar
ile patronların ya da devletin çıkarları, sendikal örgütlenmeler ve hükümet
tarafından temsil edilirken, bir toplumsal kontrol ve denetim yanı sıra çıkarların
uzlaştırılması da sağlanmaktadır.
Bize göre ilk olarak
İtalya’da gözlenen korporatif uygulamalar, günümüzde başkalaşmış bir içeriğe
sahiptir. Biraz açalım… Devletin kapitalist niteliği gereği sermaye sınıfının
çıkarlarını koruması nedeniyle ve ayrıca sarı sendikaların bürokratik
yönetimlerinin işçi sınıfına yabancılaşmış olmaları yüzünden,
devlet-patronlar-sendikalar arası işbirliği, işçi sınıfının aleyhine
sonuçlanmaktadır. Korporatist uygulamalarla sendika yöneticileri ile
devlet/hükümet arasında işbirlikçi ilişkiler kurulur ve bu örgütlerin
kapsamında bulunan kitleler üzerinde toplumsal bir denetim sağlanır. İşçi
sınıfının sınırlı bir kısmını da olsa bünyesinde barındıran bu örgütlenmeler,
korporatist uygulamalar aracılığıyla güdümlenir. Korporatist politikalarla,
işçi sınıfının sermaye düzenini sarsmayacak gelir ve hak taleplerinde bulunması
sağlanır, bu talepler yumuşatılır. Ücret/gelir politikalarının oluşturulmasına
katılım ve kitlelerin bu politikaları benimsemesine aracılık etme işleviyle korporatist
sendikalar, işçi sınıfı üzerinde bir denetim oluşturmaktadır. Böylelikle
korporatist örgütler ve politikalar, sınıf mücadelelerini kontrol altına alan
toplumsal denetim mekanizmalarından biri durumundadır. Korporatist
uygulamalarla işçi sınıfının talepleri sistem açısından makul sınırlara
çekilmekte, işçi sınıfı üzerinde toplumsal bir denetim oluşturulmakta,
sarı/yandaş sendikalar aracılığıyla işçiler sistemle bütünleştirilmektedir.[4]
5) Klasik faşizmin “liberal
devlet formunu ve seçimleri feshederek kurumsallaş”tığını belirten Oğuz, “yeni
faşizm ise komünizm tehdidinin olmadığı koşullarda şekillendiği için seçimlerin
askıya alınmasına gerek duymaz” demektedir. Günümüzde kapitalist demokrasilerde
temsili mekanizmaların askıya alınması ya da lağvedilmesinin koşulu, sermaye
sınıfının toplumsal iktidarının hegemonya krizine girmesidir. Elbette böylesi
bir kriz, işçi sınıfı hareketini ve sosyalist hareketi büyütüp besleyebilir.
“Yeni faşizm” olarak nitelenen kapitalist devletler ve siyasal rejimlerinin, hiçbir
neden yokken seçimleri rafa kaldırmasının gerekçesi zaten yoktur. Oğuz, “parlamenter
sahnenin devam etmesi sağ popülist liderlerin güç toplamak ve kendilerini
yeniden üretmek için ihtiyaç duydukları iç düşmanı bir muhatap olarak canlı
tutar” şeklinde yazarken ise, komplocu bir tarzda düşünmektedir. “Parlamenter
sahnenin devam etmesi”ni böyle bir işlevle ilişkilendirmek yerine, kapitalist
demokrasilerde çeşitli düzen partilerinin aralarındaki nüanslarla birlikte var
olduklarını ve kapitalist sınıfın liberal vizyonu tarafından üst
belirlendiklerini görmek gerekir.
6) “Yeni faşizmde klasik faşizmden farklı olarak
düşmanı yok eden fiziksel şiddet yerine düşmanı etkisizleştiren yıldırıcı ve
sembolik şiddet öne çıkar. Buna bağlı olarak da klasik faşizme özgü olan
kitlesel seferberlik sokakta değil daha çok söylemsel düzeyde üretilir. Medyada
iç ve dış düşman olarak gösterilen kesimlere dönük söylemsel linç girişimleri
bu durumun tipik örneğidir.” Evet, Oğuz böyle yazıyor. Klasik faşizm döneminde
gazeteler/dergiler ile radyo dışında medyanın olmayışı, bugün içinse bunlara
televizyonun, internetin, sosyal medyanın eklendiği bilinen bir olgu. Dolayısıyla
bu araçların başka işlevleri yanı sıra yıldırma amacıyla da kullanılması
beklenir bir durum. Üstelik günümüzde fiziksel şiddet azalsa da, yok olmamış
durumda. Elbette klasik faşizmin yaptığı kitlesel katliamlar, bugün benzer
ölçeklerde yaşanmıyor. Fakat neoliberal kapitalist devletin terörden vazgeçtiği
de görülmüş değil. Klasik faşizmin şiddet ve terörü uç sınırlara kadar
götürdüğünü dikkate alıp, günümüzde neoliberal kapitalist devletlerin yasal ve
yasadışı şiddet uygulamasındaki ortalama düzeye de bakarsak, bu iki farklı
devlet türünü, biri “eski”/”klasik” diğeri “yeni” diyerek faşizm olarak
nitelemek, bilimsel ve sağlıklı olmamaktadır.
Peki, Oğuz “yeni faşizm”
olarak adlandırdığı neoliberal kapitalist devletin eski/klasik faşist devletten
farklarını niye yazma ihtiyacı duyuyor? Çünkü farkları olsa da her ikisinin de
“faşist” olduklarını ima ediyor. Oysa neoliberal kapitalist devletin neden
faşist olduğuna dair getirdiği bir açıklama bulunmuyor.
Oğuz, ABD ve Brezilyada
“yeni faşizm” iktidara gelse bile, siyasal rejim değişikliğine yol açmadığını
belirtiyor ve şunu dipnotu düşüyor: “Trump ve Bolsonaro’nun tüm devlet
kurumlarında yeterli düzeyde örgütlenecek, kök salacak, paramiliter güçlerini
oluşturacak, ordu üzerinde söz sahibi olacak bir süre boyunca iktidarda
kalmamaları (…)” Şimdi o zaman biz, bu iki burjuva politik figürün ideolojik
donanımları açısından faşizan özelliklere sahip olduğu bilinse de, ABD ve
Brezilya’daki kapitalist devlet ve siyasal rejimlerin “yeni faşizm” olarak
adlandırılan bir dönüşüm geçirmedikleri gerçeğini, “iktidarda kalma sürelerine”
mi bağlayalım?.. Yoksa bu iki ülkede kapitalist devlet ve siyasal rejimlerin,
sınıf mücadeleleriyle güdümlenen toplumsal ilişkilerin bazı boyutlarını ve
yapılanmalarını oluşturduklarını dikkate alıp, tek başına faşizan söylemler ve
politikalarla yapısal dönüşümlerin gereksinim durumuna gelmedikçe oluşturulamayacağını
mı görelim?.. Oğuz şöyle yazıyor:
“Türkiye’nin bir başka
özgünlüğü de başka ülkelerde iktidara geldiğinde bile bir siyasal rejim
değişikliğine yol açmayan; daha çok ideoloji ve siyasal parti/hareket
boyutlarıyla var olan ve bu yönleriyle tartışılan yeni faşizmin, AKP’li
yıllarda Türkiye’de devlet aygıtında da köklü dönüşümlere yol açması nedeniyle
siyasal bir rejim olarak var olması (…)”
Evet, Oğuz’un iddiasına
göre, AKP’li yıllarda Türkiye’deki kapitalist devlet/siyasal rejim “yeni
faşizm”/”İslami faşizm” kavramıyla karşılanması gereken bir dönüşümden
geçmiştir. Gelin bu dönüşümün bazı öğelerini özetleyelim.
1) AKP’li yıllarda devlet, ABD-AB-TÜSİAD
eksenli iktidar blokundan görece özerkliğini artırmış ve bu özerkliği
Ortadoğu-MÜSİAD eksenli yeni bir iktidar blokunun inşası için kullanmıştır. Bize
göre, bu saptama kısmen geçerlidir. Yönetici sınıf olan kapitalist sınıf
içerisinde İslami sermayenin gücünün arttığı ve ABD-AB’nin Türkiye’deki devlet
iktidarına etkisinin zayıfladığı, aralarındaki etkileşimlerin azaldığı
söylenebilir. Körfez sermayesiyle yapılan işbirliği, Suudi Arabistan ve
Katar’la olan ittifak sonucunda finansal kaynak konusunda ABD-AB ekseninden de
kısmen uzaklaşılmıştır. Güzel, peki bunun “yeni faşizm”le bir ilişkisi var
mıdır? Oluşturulan yeni iktidar blokuyla uyumlu bir devlet yapılanması
gereksinirken, bu yapılanmaya “faşizm” denmesinin ikna edici kanıtları
bulunmamaktadır.
2) Neoliberal otoriter
devlet iktidarının odaklandığı tepedeki lider ve onun çevresi tarafından ekonomik
rant dağıtımının sağlandığı belirtilmektedir ve bu işleyiş “neo-patrimonyalizm”,
“ahbap çavuş kapitalizmi”, “otoriter kapitalizm”, “kayırmacılık ekonomisi”,
“rant ekonomisi” vb. adlarla anılmaktadır. Bu saptamaya katılmamak mümkün değildir.
3) Türkiye’de devlet,
sermaye sınıfı içerisindeki İslamcı büyük sermayenin güçlenmesini ve egemen
olmasını sağlamak üzere var olan egemen sermaye kesimi olan TÜSİAD eksenli
büyük sermayeden özerkliğini artırmaktadır. TÜSİAD’ın talep ettiği
teknoloji-yoğun sektörler yerine inşaat, enerji, altyapı gibi sektörlerin
desteklenmesi ve bu sektörlerde kamu ihalelerinin AKP yanlısı sermayedarlara
kaynak transferi mekanizması olarak kullanılması söz konusudur. Faiz
indirimi politikalarıyla ihracatçılar, turizm sektörü, inşaat ve
gayrimenkul sektörü, kamu–özel işbirliği projelerini yapan AKP yanlısı müteahhitlere
kaynak aktarılması, savunma sanayine yapılan yatırımların tepedeki büyük
şirketlerden aşağıdaki alt yüklenicilere ve taşeron olarak sektörde kendilerine
yer bulan KOBİ’lere doğru kaydırılarak sermaye birikiminin tabanının genişletilmesi yaşanmaktadır.
OHAL KHK’leri aracılığıyla Gülencilere ait şirketlerin önce TMSF’ye sonra AKP
yandaşı şirketlere devredilmesiyle, bir kaynak transferi yaşanmıştır. Türkiye
Varlık Fonu’nun kuruluşuyla, bu fon AKP yanlısı şirketler tarafından yürütülen
dev inşaat projelerinin finansmanında ve dış borçlanmayı kolaylaştırarak
AKP’nin elindeki mali kaynakların artırılmasında kullanılmıştır. Oluşturulan
yeni iktidar blokuyla uyumlu bir işçi sınıfı oluşturmak için yüz binlerce
emekçi KHK’larla devlet kadrolarından ihraç edilmiştir.
4) 1980 yılından itibaren
Türkiye’de kapitalist devletin yeniden yapılandırılması süreçleri devam
etmektedir.
AKP’li yıllarda Diyanet
İşleri Başkanlığı (DİB)’nın bütçesi ve personel sayısı artırılmıştır. DİB 2010
yılında genel müdürlükten, müsteşarlık düzeyine yükseltilmiş ve işlevleri
genişletilmiştir. TRT Diyanet, Diyanet Radyo kurulmuş, DİB toplumsal yaşamın
her alanında politik bir aktör olarak müdahalelerde bulunmaya başlamıştır. DİB,
toplumsal günlük hayatın düzenlenişine aktif olarak karışmaktadır. DİB’nin yurt
dışı faaliyetleri de bulunmaktadır ve böylelikle siyasi iktidarın
politikalarını hem yurt içinde hem de yurt dışında meşrulaştırmaktadır.
Üniversitelerde neoliberal
kapitalist devletin 1980 yılından bugünlere uzanan gelişiminde YÖK ve atanan rektörler
üzerinden üniversite yönetimleri yürütmeyle ilişkilendirilmiş, AKP’li yıllarda
sadece KHK’larla binlerce öğretim görevlisi ihraç edilmekle kalmamış, muhalif
akademisyenlere dönük baskı politikalarının dozu ve çeşitliliği (ihbar, tehdit,
ses kaydı alıp basına servis etme, cezalar vd.) de artmıştır.
Medyanın büyük kısmı
kapitalist devletin, başka bir deyişle AKP parti-devletinin kontrolüne girmiştir.
2002-2013 yılları arasında muhalif medya kuruluşlarına devlet desteğinin
kesilmesi ya da sübvansiyon, vergi indirimi, reklam gibi desteklerin keyfi
olarak dağıtılması gibi uygulamalar gerçekleşmiştir. 2013 sonrasında
gazetecilerin yargılanması ve tutuklanması, muhalif medya kuruluşlarının
kapatılması, mal varlıklarına el konması gibi baskı uygulamaları ön plana
çıkmış ve giderek baskın strateji olmuştur. İktidar yanlısı sermaye gruplarının
medya kuruluşları ucuz kredi, ihaleler, hükümet reklamları gibi devlet
destekleri yoluyla zenginleştirilmiştir. Basın İlan Kurumu, kamuya ait
ilanların muhalif medya kuruluşlarında yayımlanmasına engel olarak bu
kuruluşların en önemli gelir kaynaklarından birisini kesmiş, iktidar yanlısı
medya kuruluşlarının ise bu ilanlardan yararlanmasını sağlamıştır. OHAL
KHK’leriyle çok sayıda medya kuruluşu kapatılmıştır.
Yargının yürütmeden
özerkliği AKP’li yıllarda azalmış ve yaşanan süreçler sonucunda yargı
parti-devlet olan AKP iktidarına bağlı hale getirilmiştir. 2008-2013 arasındaki
dönemde AKP ile yargıda önemli bir kadro birikimine sahip olan Gülenciler
ortaklaşa Ergenekon-Balyoz ve KCK davalarıyla siyasi iktidarın hegemonyası için
pürüz oluşturan unsurları etkisizleştirmişlerdir. 2010 Anayasa değişikliği ile
HSYK ve AYM’nin üyelerinin belirlenmesi ve işleyişi re-organize edilerek,
yürütmenin yargı üzerindeki kontrolü artırılmıştır. 2013 yılından sonra yaşanan
süreçlerle birlikte hükümet HSYK, AYM, Yargıtay, Danıştay ve YSK’yı kendine
bağımlı hale getirmiştir.
Ordu’nun dönüşümü ise 2003
yılında MGK’nın yapısı ve işlevlerinin değiştirildiği tarihle başlatılabilir.
Böylelikle ordunun siyasal alandaki rolü kısıtlanmıştır. Ergenekon ve Balyoz
davalarıyla orduya dönük hamleler yapılmış, 2010 yılında yapılan anayasa
değişikliği ile askeri mahkemelerin yetkileri sınırlandırılmıştır. 15 Temmuz 2016
darbe girişiminden sonraki süreçlerde kuvvet komutanlıkları, askeri fabrika ve
tersaneler, subayların terfi işlemleri, Genelkurmay Başkanlığı’ndan Millî
Savunma Bakanlığı’na devredilmiştir. Askeri yargı sistemi kaldırılmış, askeri
hastaneler Sağlık Bakanlığı’na bağlanmıştır. Jandarma Genel Komutanlığı ordu
teşkilatından ayrılarak İçişleri Bakanlığı’na bağlanmış, profesyonelleşerek
siyasallaşmıştır. Yüksek Askeri Şura’da sivillerin sayısı artırılmış, toplantı
sıklığı azaltılmış, Milli Savunma Bakanlığı’nın yetkileri artırılmıştır. Bugün
gelinen noktada ordu, tümüyle AKP’nin kontrolü altındadır. 2018’de Savunma
Sanayi Müsteşarlığı da başkanlık düzeyine çıkartılarak doğrudan
cumhurbaşkanlığına bağlanmıştır.
MİT’in siyasallaşması ve
yetkilerinin artması AKP’nin siyasi iktidarında gerçekleşmiştir. 2012 yılında
Genelkurmay Başkanlığı Elektronik Sistem Komutanlığı, MİT’e devredilmiştir.
2014 yılındaki kanun düzenlemesiyle MİT’in operasyonel yetkileri artırılmış ve
bu örgütlenme koruma kalkanı altına alınmıştır. 2016 yılından sonraki
süreçlerde MİT cumhurbaşkanlığına bağlanmış, istihbarat toplama alanı
bakanlıklara ve TSK içerisine doğru genişletilmiştir. SİHA’ların bir bölümünün
kullanımının MİT’e tahsis edilmesiyle, yurt dışı operasyon kabiliyeti
artırılmıştır. MİT’in diplomasideki rolü de artmıştır.
Terörle Mücadele Kanunu’nda
(TMK) 2006 yılında ve Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda (PVSK) 2007
yılında yapılan değişikliklerle terör suçunun kapsamı genişletilerek polisin
yetkileri artırılmıştır. Daha sonraki süreçlerde de polisin yargılama,
istihbarat ve ideolojik işlevlerinde ve yetkilerinde artış ile derinleşme yaşanmıştır.
Özel hareket polisi, AKP iktidarını korumak üzere yapılandırılmıştır. 2016
yılından itibaren bekçiliğin yapılandırılmasıyla, devlet iktidarı toplumun
kılcal damarlarına kadar uzanmıştır.
5) AKP’li yıllarda SADAT,
Osmanlı Ocakları, Osmanlı Spor Kulübü ile Başakspor Kulübü gibi spor kulüpleri,
mafya liderleri ve çeteleri, Halk Özel Harekât, Kardeş Kal Türkiye gibi
oluşumlar oluşturulan paramiliter örgütlenmeler arasında sayılabilir. Suriye,
Libya ve Karabağ gibi vekâlet savaşlarının olduğu yerlerde de Türkiye’den ihraç
edilen paramiliter grupların kullanıldığı belirtilmektedir.
Peki, özetlediğimiz bu oluşum,
dönüşüm ve başkalaşımlar, Türkiye’de faşist bir devlet yapılanması olduğunu
göstermekte midir?.. Bize göre faşizm kapitalist devletin totaliter olağanüstü
bir biçimidir. Kapitalist devletin başka ve olağanüstü bir biçimi ise askeri
diktatörlüktür. Örneğin 12 Eylül askeri darbesi sonrasında görece kısa bir
zaman zarfında askeri diktatörlük devletin ve siyasal rejimin karakteristiği
olmuştur. Bugün gelinen noktada Türkiye’de devlet yapılanması otoriter ve
faşizmi andıran, onunla benzeşen özellikler kazanmıştır. Öyleyse neoliberal
kapitalist devletin Türkiye’de aldığı bu forma “yeni faşizm” demeli miyiz?
Totaliter faşist devletin
aksine, otoriter rejimler ve devletler, hükümetin kontrolü altında olmayan toplumsal
ve ekonomik kurumların varlığıyla bilinir. Otoriter siyasal rejimler, liberal
demokrasilerin karşıt kutbu değildir. Daha çok varsayımsal “ideal” liberal
demokrasi ile otoriter yönetimler arasında bir siyasal rejim spektrumunun
varlığından bahsedilebilir ve kapitalist ülkelerin birçoğunda bu demokrasi spektrumunun
belirli bir dalga boyuna karşılık gelen siyasi rejimlerin olduğunu düşünmek
gerekir. Siyasal rejim biçimi olarak burjuva demokrasilerinde değişen
yoğunlukta şiddet uygulamalarına başvurulduğu, toplumsal örgütlenmelere
sınırlar getirebildiği ya da bu sınırların kaldırıldığı, hakların ve
özgürlüklerin geriletildiği ya da geliştirildiği gözlenir. Bunların durumu,
sınıflar arası mücadelelere ve güç ilişkilerine bağlıdır.
Türkiye’deki bürokratik
devlet örgütlenmesinin büyük ölçüde AKP kadroları tarafından karşılanması,
medyanın ağırlıklı kesiminin siyasi iktidarın güdümüne girmiş olması, yargının,
ordunun, kolluk kuvvetlerinin, MİT’in, üniversitelerin, ekonomiyi düzenleyen
üst kurulların AKP’nin kontrolü altına olması, faşizan/faşizmi çağrıştıran özelliklerdir.
Fakat bize göre AKP’nin devlet iktidarı, toplumsal ilişkilerin tüm çeşitliliği
üzerinden devşirilememekte ve yeniden üretilmemektedir. Bu iktidarın toplumsal
alanda tabiri caiz ise boşlukları, çatlakları ve oyukları bulunmakta, toplumsal
ilişkilerde farklı ideolojik, politik ve kültürel yönsemeler kendilerine yaşam
alanları bulabilmektedir. Örneğin faşist siyasal bir rejimde, yasal planda ne
düzen partileri ne de komünist partiler olur ve faaliyet yürütebilirler. Oysa bugün
Türkiye’de buna engel olunmuyor.
Eğer kapitalist demokrasi
moleküler toplumsal öğelerinin hareketli olduğu suya benzetilirse, faşist
devlet ve siyasal rejim artık nitelikleri farklılaşmış bir buz gibi
düşünülebilir. Ya da kapitalist demokrasi görünen ışığın renk tayfına benzetilirse,
faşizm, elektromanyetik ışınların dalga boyu en düşük kesimini oluşturan ve
görünür ışığa göre farklı nitelikleri olan gamma ışınlarına karşılık gelir. Faşist
devlet ve askeri diktatörlükler, kapitalist devletin olağan
biçiminden/kapitalist demokrasiden nitelik olarak farklıdır.
Bu yazdıklarımızın ışığında
biz, Türkiye’de otoriterleşmiş ve aynı zamanda faşizan özelliklere sahip
kapitalist bir devlet ve demokrasinin olduğunu düşünüyoruz.
[1] Şebnem Oğuz, AKP’li Yıllarda Siyasal Rejimin Dönüşümü: Çelişkili Bir Süreç Olarak Yeni Faşizm, https://noktahaberyorum.com/akpli-yillarda-siyasal-rejimin-donusumu-celiskili-bir-surec-olarak-yeni-fasizm-sebnem-oguz.html
[2] Olivier Roy’dan aktaran Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 207
[3] Halkçılık üzerine düşüncelerimiz için bkz; https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2022/08/halkcilik-uzerine-tezler.html
[4] Yüksel Akkaya, Korporatizm, Ekonomik Kurumlar ve Kavramlar Sözlüğü içinde, Editörler: Fikret Başkaya, Aydın Ördek, Özgür Üniversite Kitaplığı, 1. Basım, 2008, s. 715-22
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.