27 Haziran 2023 Salı

Şebnem Oğuz’un ‘Yeni faşizm’ değerlendirmesi sağlıklı mı?

Mahmut Boyuneğmez


Bu yazıda, Şebnem Oğuz’un yazdığı AKP’li Yıllarda Siyasal Rejimin Dönüşümü: Çelişkili Bir Süreç Olarak Yeni Faşizm adlı makale[1] eleştirilmektedir. Kanımızca yazar, “yeni faşizm” olarak nitelediği yeni bir devlet biçimi/siyasal rejim tipine geçildiğini devletin yapılanmasındaki dönüşümleri serimleyerek gerekçelendirdiğini düşünse de, bu dönüşümlerin ürünü olan re-organize olmuş devletin, neden “faşist” nitelikte olduğunu açıklamamaktadır. Kapitalist devletin yapısında ve siyasal rejimde bir değişimin olduğu açıksa da, bunu “yeni faşizm” olarak adlandırmanın sağlıklı nedenleri ortaya konmamıştır. Eleştirimiz boyunca Oğuz’un makalesinden yapacağımız alıntıları tırnak işareti içerisine alsak da, Türkiye’deki kapitalist devlet yapılanmasındaki dönüşümleri Oğuz’un yazdıkları üzerinden özetlediğimizde bunu yapmayacağız.

“Rekabetçi otoriterlik” adı verilen rejim, demokrasi ile diktatörlük arasında karma bir siyasal rejim olarak kavranıyor. Yürütmedeki siyasal partinin devlet olanaklarını kullanarak, diğer düzen partilerine karşı üstünlük kurmasını ve adil olmayan seçim mekanizmasının varlığını anlatıyor. Yargı ve yasama ile medyanın üzerinde hükümetin kontrolünün bulunduğu, insan hakları ihlallerinin yaygın olarak gözlendiği siyasal rejime, bu isim verilebiliyor.

Arjantin’deki J. Peron ve Brezilya’daki G. Vargas yönetimlerini “popülizm”in örnekleri olarak gören yaklaşımlara göre, “popülizm otoriter bir demokrasi biçimidir.”[2] Oysa bize göre “popülizm” terimi, halkçılık anlamına geldiğinden, devlet iktidarı ya da siyasal rejimler için kullanımı kafa karışıklığına yol açtığı gibi, günlük politik söylemlerde bu kavramın pejoratif anlamıyla iktidar partisine yakıştırılması da, halkçılık üzerine verilmesi gereken ideolojik mücadeleyi baltalayabiliyor.[3]

“Olağan-olağan üstü hukuk” ayrımı yaparak, 11 Eylül 2001’den sonra “kalıcı bir istisna hali”nin içerisinde bulunulduğu, yasalarla, KHK’lerle yapılan hukuksal düzenlemelerin özgürlükleri kısıtladığını öne sürenlerinse, kapitalist hukukun her zaman sermaye sınıfı ile emekçiler arasındaki iktidar ilişkilerinde bulunan güç dengesine göre şekillendiğini dikkate almadıkları açıktır. Kapitalizmin neoliberal döneminde de, devletin bir iktidar yapısı olarak sahip olduğu düzen ve işleyiş ile hukuksal mevzuat, sermaye sınıfının işçi sınıfı üzerindeki hegemonyasını süreklileştirir ve yeniden üretir. İşçi sınıfının örgütlülük ve mücadele düzeyi, bunları geriletmeye çalışan sermaye sınıfıyla olan ilişkilerindeki değişim, hem devletin yapısına ve hukuka yansır, hem de kapitalist devlet ile hukuk, geri beslemeyle sınıflar arasındaki ilişkileri/mücadeleleri etkileyerek biçimlendirir. Örneğin Türkiye’deki siyasal rejimin son yıllarda faşizan özellikler kazanmasının bir örneğini, toplumsal örgütlenme ve mücadele düzeyinin, ilan edilmesini engellemeye yetmediği, 2016 yılında getirilen OHAL düzenlemeleri oluşturmuştur.

“Neoliberal otoriter devlet”, 1970’lerde başlayan ve içerisinde bulunduğumuz kriz tarihsel kesitinde neoliberal sermaye birikim biçiminin koşulladığı ve gereksindiği devletsel re-organizasyonlar kapsamında özellikle kapitalist siyasal rejimlerdeki yürütmenin, yasama ve yargı karşısında güçlenmesini, işçi sınıfı hareketinin oluşumunun önlenmesi için baskı yöntemlerinin ön plana çıkarılmasını anlatmaktadır. Poulantzas’ın “otoriter devletçilik” kavramlaştırması da, özünde bu süreçlerle aynı anlama gelmekte, neoliberal dönemde kapitalist devletin dönüşümünü kavramak için kullanılmaktadır. Oğuz’a göre ise, 2013 yılından itibaren siyasal rejimin dönüşümünü açıklamakta yetersiz kalan yukarıda değindiğimiz kavramlaştırmalar yerine, artık siyasal rejimi tanımlamak için “yeni faşizm” kavramı kullanılmalıdır.

Oğuz, klasik faşizmin iktidarını oluşturduğu konjonktür ile “yeni faşizm”in günümüzdeki varlığının dayandığı konjontürün farkları olduğunu belirterek, klasik faşizm ile “yeni faşizm” arasındaki farkı, buradan yola çıkarak açıklamaya çalışıyor. Biz de onu takip edelim.

1) Klasik faşizmi 1929 krizine verilen özgün yanıt olarak, “yeni faşizm”iyse 1970’lerde başlayıp 2008 kriziyle derinleşen bunalıma verilen özgün yanıt olarak görüyor. Aşırı üretim krizi olan 1929 krizini, “eksik tüketim krizi” olarak değerlendirmesini bir yana bırakırsak, 2. Dünya Savaşı’nı “pazar paylaşımı”yla açıklıyor. Oysa bu savaş pazarların yeniden paylaşımı gereksinimi yanı sıra, faşist ülkelerin sermayenin ihracına duyduğu gereksinim ve 1937-8 krizi tarafından da güdümlenmiştir. Elbette Nazi ordularının Sovyetler Birliği’ni yok etme gibi siyasal hedefi de bulunmaktaydı. Oğuz, 1970’lerden bugünlere uzanan krizin, ulus üstü sermayenin birikim ihtiyaçları doğrultusunda kapitalist devletlere savaş ve çatışma üretme yükümlülüğü getirdiğini, bu devletlerin paralı askerler, vekil grupları, paramiliter örgütler gibi devlet-dışı aktörlerle işbirliği içerisinde “yeni bir dünya savaşı” çerçevesinde çatışmalar/savaşlara dâhil olduğunu iddia etmektedir. Oysa son on yıllarda yaşanan savaş ve çatışmaların bir dünya savaşı olarak adlandırılamayacağı ve bölgesel niteliklerde olduğu, fakat emperyalist ülkelerin bu savaşlarda kimi zaman birlikte, kimi zamansa rakip güçler olarak karşıt konumlarda yer aldıkları bilinmektedir. Peki emperyalist bölgesel savaş politikalarının, faşizmle ilişkisi var mıdır?.. Kanımızca, ülkeler arası şiddet uygulamaları, saldırganlık, işgal ve savaş/çatışma, emperyalist ülkelerin de klasik faşist devletlerin de sahip oldukları dış politikalar arasında önemli bir yer tutar. Fakat bu kadardır. Yani aralarında benzerlik var diye, günümüzün emperyalist devletlerine, “faşist” sıfatını yakıştıramayız.

2) Oğuz şöyle yazıyor: “Klasik faşizm ancak iktidar olduktan ve bağımsız işçi örgütlerini bütünüyle ezdikten sonra işçi sınıfının geniş kitlelerini kendi yanına çekebilmiştir. Yeni faşizm ise iktidara gelmeden önce de işçi sınıfına ulaşabilmektedir.” Bu yazılanlar doğru değil. Klasik faşizm iktidara tırmanma süreçlerinde terör destekli propaganda faaliyetleriyle belirli bir toplumsal kitle hareketi oluşturmuştur. Oğuz, “yeni faşizm”in emekçi kitlelere ulaşabilmesini, geçmişte sosyal demokrasinin ve komünistlerin işçi sınıfı içerisinde örgütlü olmasına karşıt olarak günümüzde işçi kitlelerin “sahipsiz” olmasına ve böylelikle kriz ortamında faşist partilere yönelmesine bağlıyor. Günümüzde sosyal demokrasinin ve komünistlerin sınıf içerisindeki örgütlenmelerinin zayıf olduğu doğrudur. Fakat bunun nedeni şu şekilde açıklanamaz: “Günümüz sol partileri ise özellikle reel sosyalizmin çözülüşünden sonra sınıf politikasına sırt çevirdiği için (…)” Nesnel nedenleri de olan bir siyasal öncülük boşluğu olduğu doğrudur ve sosyalistlerin öncülük işlevinin oluşmadığı süreçlerde, sağcı/ırkçı/faşizan politikalar ve söylemlere sahip partiler emekçi kitleleri kucaklayabilmektedir.

3) “Klasik faşizmde amaç güçlü işçi sınıfı hareketlerini bastırmak iken yeni faşizm devletin zor aygıtlarıyla işçi sınıfı hareketlerinin güçlenmesini baştan önlemeyi amaçlar” şeklinde yazan Oğuz, kapitalist sınıfın, kapitalist devletler gibi iktidar/hegemonya örgütleri üzerinden baskı ve rızanın farklı derecelerde bileşimleri sağlanarak emekçi halk üzerinde egemenliğini oluşturduğunu ve her gün yeniden ürettiğini unutuyor. Kapitalist sınıf ve onun iktidar yapısı olarak kapitalist devletler, her zaman işçi sınıfı hareketlerinin güçlenmesini engellemeye, onları başlangıcından itibaren önlemeye çalışır. Bunun, “yeni” olarak nitelenen faşizme ait bir özellikmiş gibi sunulması yanıltıcıdır. İşçi sınıfı hareketinin güçlenmesi engellenememişse ve bir hegemonya krizi varsa, siyasal devrim süreçlerinin içerisinde devrimci durumun giderilmesi yönünde karşıdevrimci yönler de çalışır ve sonunda askeri darbeyle oluşturulacak bir diktatörlük gündeme gelebilir. Bu askeri diktatörlüğün, faşist devlet iktidarından farklı olduğunu belirtmemiz gerekmektedir. 

4) Oğuz şöyle yazıyor: “Klasik faşizm, korporatist düzenlemelerle işçi sınıfının bir kısmına maddi faydalar sağlarken yeni faşizm bunu yapamayacağı için tümüyle güvenliğin ve istikrarın sağlanması gibi ideolojik motiflere dayanır.” Oysa “güvenliğin ve istikrarın sağlanması” demogojisi, ihtiyaç duyulduğunda kullanılan burjuva politik söylemlerin bir bileşenidir. Faşizme özgü bir yanı yoktur. Günümüzde korporatizm, devlet ve onun yürütme gücü olan hükümet ile işçi/memur örgütleri ve patron örgütleri arasındaki bir tür ilişkiyi anlatmaktadır. İşçiler/memurlar ile patronların ya da devletin çıkarları, sendikal örgütlenmeler ve hükümet tarafından temsil edilirken, bir toplumsal kontrol ve denetim yanı sıra çıkarların uzlaştırılması da sağlanmaktadır.

Bize göre ilk olarak İtalya’da gözlenen korporatif uygulamalar, günümüzde başkalaşmış bir içeriğe sahiptir. Biraz açalım… Devletin kapitalist niteliği gereği sermaye sınıfının çıkarlarını koruması nedeniyle ve ayrıca sarı sendikaların bürokratik yönetimlerinin işçi sınıfına yabancılaşmış olmaları yüzünden, devlet-patronlar-sendikalar arası işbirliği, işçi sınıfının aleyhine sonuçlanmaktadır. Korporatist uygulamalarla sendika yöneticileri ile devlet/hükümet arasında işbirlikçi ilişkiler kurulur ve bu örgütlerin kapsamında bulunan kitleler üzerinde toplumsal bir denetim sağlanır. İşçi sınıfının sınırlı bir kısmını da olsa bünyesinde barındıran bu örgütlenmeler, korporatist uygulamalar aracılığıyla güdümlenir. Korporatist politikalarla, işçi sınıfının sermaye düzenini sarsmayacak gelir ve hak taleplerinde bulunması sağlanır, bu talepler yumuşatılır. Ücret/gelir politikalarının oluşturulmasına katılım ve kitlelerin bu politikaları benimsemesine aracılık etme işleviyle korporatist sendikalar, işçi sınıfı üzerinde bir denetim oluşturmaktadır. Böylelikle korporatist örgütler ve politikalar, sınıf mücadelelerini kontrol altına alan toplumsal denetim mekanizmalarından biri durumundadır. Korporatist uygulamalarla işçi sınıfının talepleri sistem açısından makul sınırlara çekilmekte, işçi sınıfı üzerinde toplumsal bir denetim oluşturulmakta, sarı/yandaş sendikalar aracılığıyla işçiler sistemle bütünleştirilmektedir.[4]

5) Klasik faşizmin “liberal devlet formunu ve seçimleri feshederek kurumsallaş”tığını belirten Oğuz, “yeni faşizm ise komünizm tehdidinin olmadığı koşullarda şekillendiği için seçimlerin askıya alınmasına gerek duymaz” demektedir. Günümüzde kapitalist demokrasilerde temsili mekanizmaların askıya alınması ya da lağvedilmesinin koşulu, sermaye sınıfının toplumsal iktidarının hegemonya krizine girmesidir. Elbette böylesi bir kriz, işçi sınıfı hareketini ve sosyalist hareketi büyütüp besleyebilir. “Yeni faşizm” olarak nitelenen kapitalist devletler ve siyasal rejimlerinin, hiçbir neden yokken seçimleri rafa kaldırmasının gerekçesi zaten yoktur. Oğuz, “parlamenter sahnenin devam etmesi sağ popülist liderlerin güç toplamak ve kendilerini yeniden üretmek için ihtiyaç duydukları iç düşmanı bir muhatap olarak canlı tutar” şeklinde yazarken ise, komplocu bir tarzda düşünmektedir. “Parlamenter sahnenin devam etmesi”ni böyle bir işlevle ilişkilendirmek yerine, kapitalist demokrasilerde çeşitli düzen partilerinin aralarındaki nüanslarla birlikte var olduklarını ve kapitalist sınıfın liberal vizyonu tarafından üst belirlendiklerini görmek gerekir.

6)  “Yeni faşizmde klasik faşizmden farklı olarak düşmanı yok eden fiziksel şiddet yerine düşmanı etkisizleştiren yıldırıcı ve sembolik şiddet öne çıkar. Buna bağlı olarak da klasik faşizme özgü olan kitlesel seferberlik sokakta değil daha çok söylemsel düzeyde üretilir. Medyada iç ve dış düşman olarak gösterilen kesimlere dönük söylemsel linç girişimleri bu durumun tipik örneğidir.” Evet, Oğuz böyle yazıyor. Klasik faşizm döneminde gazeteler/dergiler ile radyo dışında medyanın olmayışı, bugün içinse bunlara televizyonun, internetin, sosyal medyanın eklendiği bilinen bir olgu. Dolayısıyla bu araçların başka işlevleri yanı sıra yıldırma amacıyla da kullanılması beklenir bir durum. Üstelik günümüzde fiziksel şiddet azalsa da, yok olmamış durumda. Elbette klasik faşizmin yaptığı kitlesel katliamlar, bugün benzer ölçeklerde yaşanmıyor. Fakat neoliberal kapitalist devletin terörden vazgeçtiği de görülmüş değil. Klasik faşizmin şiddet ve terörü uç sınırlara kadar götürdüğünü dikkate alıp, günümüzde neoliberal kapitalist devletlerin yasal ve yasadışı şiddet uygulamasındaki ortalama düzeye de bakarsak, bu iki farklı devlet türünü, biri “eski”/”klasik” diğeri “yeni” diyerek faşizm olarak nitelemek, bilimsel ve sağlıklı olmamaktadır.

Peki, Oğuz “yeni faşizm” olarak adlandırdığı neoliberal kapitalist devletin eski/klasik faşist devletten farklarını niye yazma ihtiyacı duyuyor? Çünkü farkları olsa da her ikisinin de “faşist” olduklarını ima ediyor. Oysa neoliberal kapitalist devletin neden faşist olduğuna dair getirdiği bir açıklama bulunmuyor.

Oğuz, ABD ve Brezilyada “yeni faşizm” iktidara gelse bile, siyasal rejim değişikliğine yol açmadığını belirtiyor ve şunu dipnotu düşüyor: “Trump ve Bolsonaro’nun tüm devlet kurumlarında yeterli düzeyde örgütlenecek, kök salacak, paramiliter güçlerini oluşturacak, ordu üzerinde söz sahibi olacak bir süre boyunca iktidarda kalmamaları (…)” Şimdi o zaman biz, bu iki burjuva politik figürün ideolojik donanımları açısından faşizan özelliklere sahip olduğu bilinse de, ABD ve Brezilya’daki kapitalist devlet ve siyasal rejimlerin “yeni faşizm” olarak adlandırılan bir dönüşüm geçirmedikleri gerçeğini, “iktidarda kalma sürelerine” mi bağlayalım?.. Yoksa bu iki ülkede kapitalist devlet ve siyasal rejimlerin, sınıf mücadeleleriyle güdümlenen toplumsal ilişkilerin bazı boyutlarını ve yapılanmalarını oluşturduklarını dikkate alıp, tek başına faşizan söylemler ve politikalarla yapısal dönüşümlerin gereksinim durumuna gelmedikçe oluşturulamayacağını mı görelim?.. Oğuz şöyle yazıyor:

“Türkiye’nin bir başka özgünlüğü de başka ülkelerde iktidara geldiğinde bile bir siyasal rejim değişikliğine yol açmayan; daha çok ideoloji ve siyasal parti/hareket boyutlarıyla var olan ve bu yönleriyle tartışılan yeni faşizmin, AKP’li yıllarda Türkiye’de devlet aygıtında da köklü dönüşümlere yol açması nedeniyle siyasal bir rejim olarak var olması (…)”

Evet, Oğuz’un iddiasına göre, AKP’li yıllarda Türkiye’deki kapitalist devlet/siyasal rejim “yeni faşizm”/”İslami faşizm” kavramıyla karşılanması gereken bir dönüşümden geçmiştir. Gelin bu dönüşümün bazı öğelerini özetleyelim.

1) AKP’li yıllarda devlet, ABD-AB-TÜSİAD eksenli iktidar blokundan görece özerkliğini artırmış ve bu özerkliği Ortadoğu-MÜSİAD eksenli yeni bir iktidar blokunun inşası için kullanmıştır.  Bize göre, bu saptama kısmen geçerlidir. Yönetici sınıf olan kapitalist sınıf içerisinde İslami sermayenin gücünün arttığı ve ABD-AB’nin Türkiye’deki devlet iktidarına etkisinin zayıfladığı, aralarındaki etkileşimlerin azaldığı söylenebilir. Körfez sermayesiyle yapılan işbirliği, Suudi Arabistan ve Katar’la olan ittifak sonucunda finansal kaynak konusunda ABD-AB ekseninden de kısmen uzaklaşılmıştır. Güzel, peki bunun “yeni faşizm”le bir ilişkisi var mıdır? Oluşturulan yeni iktidar blokuyla uyumlu bir devlet yapılanması gereksinirken, bu yapılanmaya “faşizm” denmesinin ikna edici kanıtları bulunmamaktadır.

2) Neoliberal otoriter devlet iktidarının odaklandığı tepedeki lider ve onun çevresi tarafından  ekonomik rant dağıtımının sağlandığı belirtilmektedir ve bu işleyiş  “neo-patrimonyalizm”, “ahbap çavuş kapitalizmi”, “otoriter kapitalizm”, “kayırmacılık ekonomisi”, “rant ekonomisi” vb. adlarla anılmaktadır. Bu saptamaya katılmamak mümkün değildir.

3) Türkiye’de devlet, sermaye sınıfı içerisindeki İslamcı büyük sermayenin güçlenmesini ve egemen olmasını sağlamak üzere var olan egemen sermaye kesimi olan TÜSİAD eksenli büyük sermayeden özerkliğini artırmaktadır. TÜSİAD’ın talep ettiği teknoloji-yoğun sektörler yerine inşaat, enerji, altyapı gibi sektörlerin desteklenmesi ve bu sektörlerde kamu ihalelerinin AKP yanlısı sermayedarlara kaynak transferi mekanizması olarak kullanılması söz konusudur. Faiz indirimi  politikalarıyla ihracatçılar, turizm sektörü, inşaat ve gayrimenkul sektörü, kamu–özel işbirliği projelerini yapan AKP yanlısı müteahhitlere kaynak aktarılması, savunma sanayine yapılan yatırımların tepedeki büyük şirketlerden aşağıdaki alt yüklenicilere ve taşeron olarak sektörde kendilerine yer bulan KOBİ’lere doğru kaydırılarak sermaye birikiminin tabanının genişletilmesi yaşanmaktadır. OHAL KHK’leri aracılığıyla Gülencilere ait şirketlerin önce TMSF’ye sonra AKP yandaşı şirketlere devredilmesiyle, bir kaynak transferi yaşanmıştır. Türkiye Varlık Fonu’nun kuruluşuyla, bu fon AKP yanlısı şirketler tarafından yürütülen dev inşaat projelerinin finansmanında ve dış borçlanmayı kolaylaştırarak AKP’nin elindeki mali kaynakların artırılmasında kullanılmıştır. Oluşturulan yeni iktidar blokuyla uyumlu bir işçi sınıfı oluşturmak için yüz binlerce emekçi KHK’larla devlet kadrolarından ihraç edilmiştir.

4) 1980 yılından itibaren Türkiye’de kapitalist devletin yeniden yapılandırılması süreçleri devam etmektedir.

AKP’li yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB)’nın bütçesi ve personel sayısı artırılmıştır. DİB 2010 yılında genel müdürlükten, müsteşarlık düzeyine yükseltilmiş ve işlevleri genişletilmiştir. TRT Diyanet, Diyanet Radyo kurulmuş, DİB toplumsal yaşamın her alanında politik bir aktör olarak müdahalelerde bulunmaya başlamıştır. DİB, toplumsal günlük hayatın düzenlenişine aktif olarak karışmaktadır. DİB’nin yurt dışı faaliyetleri de bulunmaktadır ve böylelikle siyasi iktidarın politikalarını hem yurt içinde hem de yurt dışında meşrulaştırmaktadır.

Üniversitelerde neoliberal kapitalist devletin 1980 yılından bugünlere uzanan gelişiminde YÖK ve atanan rektörler üzerinden üniversite yönetimleri yürütmeyle ilişkilendirilmiş, AKP’li yıllarda sadece KHK’larla binlerce öğretim görevlisi ihraç edilmekle kalmamış, muhalif akademisyenlere dönük baskı politikalarının dozu ve çeşitliliği (ihbar, tehdit, ses kaydı alıp basına servis etme, cezalar vd.) de artmıştır.

Medyanın büyük kısmı kapitalist devletin, başka bir deyişle AKP parti-devletinin kontrolüne girmiştir. 2002-2013 yılları arasında muhalif medya kuruluşlarına devlet desteğinin kesilmesi ya da sübvansiyon, vergi indirimi, reklam gibi desteklerin keyfi olarak dağıtılması gibi uygulamalar gerçekleşmiştir. 2013 sonrasında gazetecilerin yargılanması ve tutuklanması, muhalif medya kuruluşlarının kapatılması, mal varlıklarına el konması gibi baskı uygulamaları ön plana çıkmış ve giderek baskın strateji olmuştur. İktidar yanlısı sermaye gruplarının medya kuruluşları ucuz kredi, ihaleler, hükümet reklamları gibi devlet destekleri yoluyla zenginleştirilmiştir. Basın İlan Kurumu, kamuya ait ilanların muhalif medya kuruluşlarında yayımlanmasına engel olarak bu kuruluşların en önemli gelir kaynaklarından birisini kesmiş, iktidar yanlısı medya kuruluşlarının ise bu ilanlardan yararlanmasını sağlamıştır. OHAL KHK’leriyle çok sayıda medya kuruluşu kapatılmıştır.

Yargının yürütmeden özerkliği AKP’li yıllarda azalmış ve yaşanan süreçler sonucunda yargı parti-devlet olan AKP iktidarına bağlı hale getirilmiştir. 2008-2013 arasındaki dönemde AKP ile yargıda önemli bir kadro birikimine sahip olan Gülenciler ortaklaşa Ergenekon-Balyoz ve KCK davalarıyla siyasi iktidarın hegemonyası için pürüz oluşturan unsurları etkisizleştirmişlerdir. 2010 Anayasa değişikliği ile HSYK ve AYM’nin üyelerinin belirlenmesi ve işleyişi re-organize edilerek, yürütmenin yargı üzerindeki kontrolü artırılmıştır. 2013 yılından sonra yaşanan süreçlerle birlikte hükümet HSYK, AYM, Yargıtay, Danıştay ve YSK’yı kendine bağımlı hale getirmiştir.

Ordu’nun dönüşümü ise 2003 yılında MGK’nın yapısı ve işlevlerinin değiştirildiği tarihle başlatılabilir. Böylelikle ordunun siyasal alandaki rolü kısıtlanmıştır. Ergenekon ve Balyoz davalarıyla orduya dönük hamleler yapılmış, 2010 yılında yapılan anayasa değişikliği ile askeri mahkemelerin yetkileri sınırlandırılmıştır. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonraki süreçlerde kuvvet komutanlıkları, askeri fabrika ve tersaneler, subayların terfi işlemleri, Genelkurmay Başkanlığı’ndan Millî Savunma Bakanlığı’na devredilmiştir. Askeri yargı sistemi kaldırılmış, askeri hastaneler Sağlık Bakanlığı’na bağlanmıştır. Jandarma Genel Komutanlığı ordu teşkilatından ayrılarak İçişleri Bakanlığı’na bağlanmış, profesyonelleşerek siyasallaşmıştır. Yüksek Askeri Şura’da sivillerin sayısı artırılmış, toplantı sıklığı azaltılmış, Milli Savunma Bakanlığı’nın yetkileri artırılmıştır. Bugün gelinen noktada ordu, tümüyle AKP’nin kontrolü altındadır. 2018’de Savunma Sanayi Müsteşarlığı da başkanlık düzeyine çıkartılarak doğrudan cumhurbaşkanlığına bağlanmıştır.

MİT’in siyasallaşması ve yetkilerinin artması AKP’nin siyasi iktidarında gerçekleşmiştir. 2012 yılında Genelkurmay Başkanlığı Elektronik Sistem Komutanlığı, MİT’e devredilmiştir. 2014 yılındaki kanun düzenlemesiyle MİT’in operasyonel yetkileri artırılmış ve bu örgütlenme koruma kalkanı altına alınmıştır. 2016 yılından sonraki süreçlerde MİT cumhurbaşkanlığına bağlanmış, istihbarat toplama alanı bakanlıklara ve TSK içerisine doğru genişletilmiştir. SİHA’ların bir bölümünün kullanımının MİT’e tahsis edilmesiyle, yurt dışı operasyon kabiliyeti artırılmıştır. MİT’in diplomasideki rolü de artmıştır.

Terörle Mücadele Kanunu’nda (TMK) 2006 yılında ve Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda (PVSK) 2007 yılında yapılan değişikliklerle terör suçunun kapsamı genişletilerek polisin yetkileri artırılmıştır. Daha sonraki süreçlerde de polisin yargılama, istihbarat ve ideolojik işlevlerinde ve yetkilerinde artış ile derinleşme yaşanmıştır. Özel hareket polisi, AKP iktidarını korumak üzere yapılandırılmıştır. 2016 yılından itibaren bekçiliğin yapılandırılmasıyla, devlet iktidarı toplumun kılcal damarlarına kadar uzanmıştır.

5) AKP’li yıllarda SADAT, Osmanlı Ocakları, Osmanlı Spor Kulübü ile Başakspor Kulübü gibi spor kulüpleri, mafya liderleri ve çeteleri, Halk Özel Harekât, Kardeş Kal Türkiye gibi oluşumlar oluşturulan paramiliter örgütlenmeler arasında sayılabilir. Suriye, Libya ve Karabağ gibi vekâlet savaşlarının olduğu yerlerde de Türkiye’den ihraç edilen paramiliter grupların kullanıldığı belirtilmektedir.

Peki, özetlediğimiz bu oluşum, dönüşüm ve başkalaşımlar, Türkiye’de faşist bir devlet yapılanması olduğunu göstermekte midir?.. Bize göre faşizm kapitalist devletin totaliter olağanüstü bir biçimidir. Kapitalist devletin başka ve olağanüstü bir biçimi ise askeri diktatörlüktür. Örneğin 12 Eylül askeri darbesi sonrasında görece kısa bir zaman zarfında askeri diktatörlük devletin ve siyasal rejimin karakteristiği olmuştur. Bugün gelinen noktada Türkiye’de devlet yapılanması otoriter ve faşizmi andıran, onunla benzeşen özellikler kazanmıştır. Öyleyse neoliberal kapitalist devletin Türkiye’de aldığı bu forma “yeni faşizm” demeli miyiz?

Totaliter faşist devletin aksine, otoriter rejimler ve devletler, hükümetin kontrolü altında olmayan toplumsal ve ekonomik kurumların varlığıyla bilinir. Otoriter siyasal rejimler, liberal demokrasilerin karşıt kutbu değildir. Daha çok varsayımsal “ideal” liberal demokrasi ile otoriter yönetimler arasında bir siyasal rejim spektrumunun varlığından bahsedilebilir ve kapitalist ülkelerin birçoğunda bu demokrasi spektrumunun belirli bir dalga boyuna karşılık gelen siyasi rejimlerin olduğunu düşünmek gerekir. Siyasal rejim biçimi olarak burjuva demokrasilerinde değişen yoğunlukta şiddet uygulamalarına başvurulduğu, toplumsal örgütlenmelere sınırlar getirebildiği ya da bu sınırların kaldırıldığı, hakların ve özgürlüklerin geriletildiği ya da geliştirildiği gözlenir. Bunların durumu, sınıflar arası mücadelelere ve güç ilişkilerine bağlıdır.

Türkiye’deki bürokratik devlet örgütlenmesinin büyük ölçüde AKP kadroları tarafından karşılanması, medyanın ağırlıklı kesiminin siyasi iktidarın güdümüne girmiş olması, yargının, ordunun, kolluk kuvvetlerinin, MİT’in, üniversitelerin, ekonomiyi düzenleyen üst kurulların AKP’nin kontrolü altına olması, faşizan/faşizmi çağrıştıran özelliklerdir. Fakat bize göre AKP’nin devlet iktidarı, toplumsal ilişkilerin tüm çeşitliliği üzerinden devşirilememekte ve yeniden üretilmemektedir. Bu iktidarın toplumsal alanda tabiri caiz ise boşlukları, çatlakları ve oyukları bulunmakta, toplumsal ilişkilerde farklı ideolojik, politik ve kültürel yönsemeler kendilerine yaşam alanları bulabilmektedir. Örneğin faşist siyasal bir rejimde, yasal planda ne düzen partileri ne de komünist partiler olur ve faaliyet yürütebilirler. Oysa bugün Türkiye’de buna engel olunmuyor.

Eğer kapitalist demokrasi moleküler toplumsal öğelerinin hareketli olduğu suya benzetilirse, faşist devlet ve siyasal rejim artık nitelikleri farklılaşmış bir buz gibi düşünülebilir. Ya da kapitalist demokrasi görünen ışığın renk tayfına benzetilirse, faşizm, elektromanyetik ışınların dalga boyu en düşük kesimini oluşturan ve görünür ışığa göre farklı nitelikleri olan gamma ışınlarına karşılık gelir. Faşist devlet ve askeri diktatörlükler, kapitalist devletin olağan biçiminden/kapitalist demokrasiden nitelik olarak farklıdır.

Bu yazdıklarımızın ışığında biz, Türkiye’de otoriterleşmiş ve aynı zamanda faşizan özelliklere sahip kapitalist bir devlet ve demokrasinin olduğunu düşünüyoruz.



[1] Şebnem Oğuz, AKP’li Yıllarda Siyasal Rejimin Dönüşümü: Çelişkili Bir Süreç Olarak Yeni Faşizm, https://noktahaberyorum.com/akpli-yillarda-siyasal-rejimin-donusumu-celiskili-bir-surec-olarak-yeni-fasizm-sebnem-oguz.html

[2] Olivier Roy’dan aktaran Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 207

[4] Yüksel Akkaya, Korporatizm, Ekonomik Kurumlar ve Kavramlar Sözlüğü içinde, Editörler: Fikret Başkaya, Aydın Ördek, Özgür Üniversite Kitaplığı, 1. Basım, 2008, s. 715-22

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.