21 Ocak 2023 Cumartesi

Bir Alibaba hikâyesi: Trendyol, sınıf savaşımı ve sosyalizmin yolları…

Fuat Filizler

Trendyol’un sahibi, yüzde 87’lik ortaklık payıyla, Çin merkezli e-ticaret devi Alibaba Group. Alibaba, Çin’in en büyük, dünyanın (ABD merkezli Amazon’dan sonra) ikinci büyük e-ticaret platformu şirketi. Dünyanın en büyük şirketleri sıralamasında ilk 30’a, dünyanın piyasa değeri en büyük şirketleri arasında ilk 10’a giriyor.


Alibaba tıpkı ABD merkezli büyük rakibi Amazon gibi, çok saldırgan bir büyüme ve yayılmacılık stratejisi izliyor. Bağımlı kapitalist ülkelerin yeni palazlanan teknoloji, internet ve e-ticaret start-up şirketlerini satın alıyor. O ülkeler için oldukça büyük çaplı denilebilecek finansal ve teknolojik yatırımlarla hızla büyütme, bazen yıllar boyunca zarar etmeyi bile göze alarak, o ülkelerdeki tüm rakiplerini piyasadan silerek o ülkelerin tüm e-ticaret piyasasını ele geçirme, tek başına hakim olma politikası izliyor. Bununla da yetinmiyor. Orta gelişmiş bağımlı bir kapitalist ülkede satın alıp olağanüstü bir hızla büyüttüğü start-up şirketler belli bir büyüklüğe ulaştıktan sonra, onun üzerinden çevre ülkelerin start-uplarını satın alıp bölge gücü haline getirmeye, sonra da emperyalist kapitalist güçler rekabeti nedeniyle bloke edildiği, doğrudan giremediği Avrupa ve Amerika pazarına bu alt şirketleri üzerinden girmeye çalışıyor.

Alibaba Trendyol’un yüzde 75’lik hissesini 2018 yılında 778 milyon dolara satın aldı. Bu o ana kadar Türkiye’de yapılmış en büyük e-ticaret yatırımıydı. (2015 yılında Yemek Sepeti, Delivery Hero tarafından 559 milyon dolara satın alınmıştı.) O dönemde Trendyol’un Türkiye’de 16 milyon civarında e-ticaret müşterisi, aylık 90 milyon civarında tıklanma sayısı vardı.

Alibaba Türkiye’de 2018-2021 sürecinde Trendyol’u her yıl ikiye katlayarak (yıllık ortalama yüzde 100 büyüme) fil gibi büyüttü. Bu büyüme özellikle e-sipariş sayısının yüzde 130 büyüdüğü, e-ticaret payının Türkiye piyasasındaki payının 2020’yılında yüzde 22’ye sıçradığı Pandemi döneminde daha bir hızlandı. Bununla birlikte bu büyüme, neoliberal kapitalizmin “kazanan hepsini alır” vahşi ilkesi çerçevesinde, yeni girişimcileri engellemeye ve yutmaya, rakiplerini saf dışı etmeye dönük kanlı ve amansız bir rekabet üzerinden yürütüldüğünden, 2021 yılına kadar karsız, hatta büyük zararlar ederek yürütüldü.

Kan, kuşkusuz moto kurye işçilerin her yıl büyüyen kan gölüydü. Zararlar, işbaşında ölümleri, sakatlanmaları, meslek hastalıkları, aşırı stresi artan, çalışma saatleri durmaksızın artarak günde 12-14 saat çalıştırılan, parça başı ücretleri düşürülen, esnaf ya da taşeron kategorisine geçirilerek kırıntı işçi haklarından bile yararlanamaz hale getirilen, konulan yüksek kota ve yüksek hız limitlerini tutturmadığında ücretlerinden kesilen, işte kullandıkları motor ve araçları kendilerinin almaları ve benzin vd masrafların kendileri ödemeleri dayatılan ya da büyük teminat-borç karşılığı verilen moto kurye işçilerine fatura ediliyordu. Ve bir de tabii e-ticaret şirketlerine bağımlı hale gelen ve piyasanın altında fiyatlardan mal yetiştirmek zorunda bırakılan küçük işletmelerin işçilerine.

E-ticaret piyasasında ancak bu kan, ter ve hastalık anaforu üzerinden en hızlı büyüyen, en çok siparişi en hızlı ve en düşük fiyatlardan alıp teslim eden, uzun yıllar zarar etmeye dayanacak takviye para fonlarına sahip ve yatırım fonlarına gelecek daha kanlı kar kokusunu yayan bir iki şirket, diğerlerini bastırıp tasfiye ederek ya da yutarak ayakta kalabilecekti. Nitekim Trendyol, 2021’de ilk kez kara geçtiğini açıkladı ve Türkiye e-ticaret piyasasında kar açıklayabilen ilk ve tek şirket oldu.

Alibaba’nın sürekli enjekte ettiği yeni yatırım ve hisse şişirme finansmanıyla, Trendyol’un sermaye piyasasındaki “değer”i (hayali sermayesi) 9,5 milyar dolara kadar çıktı. Trendyol, Alibaba’nın 3-4 yıllık bir operasyonuyla, sermaye piyasası değerleri 5-8 milyar dolar civarındaki Koç Holding, TÜPRAŞ, Ford Otosan, Erdemir, Akbank, Garanti Bankası, Ziraat Bankası’nı vb geçerek, “Türkiye’nin en değerli”, yani yatırım fonlarının gelecekte en hızlı büyümesi ve en çok kar getirmesini beklediği şirket oluvermişti!

Trendyol, 2021’de artık yüzde 27’lik pazar payıyla Türkiye e-ticaret piyasasının açık ara lideri ve en büyük markasıydı. Bu dönemde Trendyol, henüz toplam siparişlerinin yüzde 5’ini oluştursa da Avrupa, Kafkasya, Ortadoğu, Afrika pazarlarına da girmeye başlamış, bölgenin sipariş sayısı açısından en büyük 5 e-ticaret şirketi arasına girmiş, dünyanın en çok tıklanan e-ticaret platformları arasında 10. sıraya yükselmiş, müşteri sayısını 30 milyona, günlük paket teslimini 1 milyona, satıcı sayısını (Trendyol’a mal veren çoğunluğu küçük şirketler) 184 bine çıkarmıştı.

Artık Batı merkezli mali sermayeye ve petro-dolar sermayesine görücüye çıkabilirdi. Nitekim 2021’in son çeyreğinde, dünyanın en büyük teknolojik şirket yatırımcısı Londra merkezli Softbank’ın organize ettiği yatırım turunda, ABD, AB ve Körfez mali sermayesinden toplam 1,5 milyar dolarlık daha “yatırım” topladı. Trendyol’un yeni yatırımcı ve spekülatörleri arasında, Softbank’ın yanı sıra, ABD’nin ikinci büyük teknolojik şirket yatırımcısı General Atlantic, Berlin merkezli Priceville, Abu Dabi merkezli ADQ, Katar merkezli QIA gibi dev para-sermaye fonları vardı. Bu arada Alibaba’da Trendyol’u Batı merkezli mali sermayeye açarken, Trendyol’a bir 350 milyon dolar daha basıp ortaklık payını yüzde 87’ye kadar çıkararak, kumandasını pekiştirmeyi de ihmal etmemişti.

Bu yeni spekülatif yatırım dalgasıyla Trendyol’un sermaye piyasasındaki değeri (hayali sermayesi) 9,5 milyar dolardan 16,5 milyar dolara çıktı. Türkiye’nin en büyük sermaye grubunun büyük patronu Koç Holding’in piyasa değerinin neredeyse 2,5-3 katına yakın bir piyasa değeri!

Bunun nasıl mümkün olduğunu anlamak için 5’i ABD merkezli (Amazon, Apple, Microsoft, Google, Facebook) ve 2’si Çin merkezli (Alibaba ve Tecent) en büyük 7 dijital platform devinin, kriz koşullarında nasıl dünyanın en büyük şirketleri haline geldiğini, servetlerini ve hayali piyasa değerlerini 2 ile 5 kat arası artırdıklarına bakmak yeterli olacaktır. Ekonomik kriz ve Pandemi koşullarında pek çok sektörün cirosu ve karları düşüş veya durgunluk içindeyken, dijital platform piyasası ve karları ve bunun içinde de e-ticaret, tempolu bir büyüme içindedir.

Neoliberal kapitalizmde, en hızlı büyüyen şirketler, mevcutta ne kadar çok kar edip etmediğine bile bakmaksızın, aşırı birikim krizi içinde yeni ve hızlı değerlenme alanları arayan büyük para-sermaye fonlarının gözbebeğidir. Bir şirket ne kadar hızlı büyüyorsa, büyük para-sermaye fonlarından o kadar çok yatırım çekmeye başlar, bu da büyüme ve yayılmacılığını yeni yatırım ve satın almalarla daha bir hızlandırdığı gibi, spekülatif şişme/şişirilme sürecini de olağanüstü hızlandırır.

Dijital platform şirketlerinin bu kadar hızlı büyümesi, merkezileşmesi ve yoğunlaşması, aslında kapitalizmin derinleşen aşırı birikim, aşırı üretim ve değerlenme krizlerinin bir sonucudur. Çünkü büyüyen dijital platform şirketleri, satışları ve tüketimi körükleyerek, kendi bünyesinde göreli planlı, organize ve alabildiğine seri hale getirerek, aşırı üretim (artı-değerin realizasyonu) krizini bir ölçüde hafifletip sürece yayılmasını sağlar. Diğer taraftan sermaye döngüsünü hızlandırarak aşırı birikim/kar oranlarının düşmesi krizini bir ölçüde hafifletip sürece yayılmasını sağlar. Aynı zamanda Trendyol çapındakiler için yüz binlerce, Amazon, Alibaba çapındakiler için milyonlarca KOBİ’yi kendilerine bağımlı kılıp haraca bağlayarak, bunlarda üretilen toplam artı-değere ortak olur, merkezileştirir ve artı-değer ve karların aşağıdan yukarıya, dijital platform tekelleri ve onların büyük para-sermaye fonu yatırımcılarına pompalanmasını sağlar.

Trendyol gibi e-ticaret şirketlerinin vahşice artı-değer sömürüsüne tabi tuttuğu (üretilmiş malların tasnifi ve taşınması sırasında da artı-değer üretilir) yalnızca kendi çalıştırdığı işçiler değil, aynı zamanda daha vahşi sömürülmesini sağladığı, çoğunluğu KOBİ ölçeğindeki, (e-ticaret piyasası jargonunda “satıcı” denilen) mal sipariş ettiği şirketlerde çalışan işçilerdir. (Trendyol kendisi 12 bin işçi çalıştırıyorsa, mal aldığı şirketlerin sermayesine ve bu şirketlerde çalışan toplam 700-800 bin civarında işçinin de sömürüsüne dolaylı olarak ortak oluyor. Trendyol’a satış yapan 180 bine yakın şirket arasında yapılan bir araştırmada, yüzde 50’sinden fazlası Trendyol’la iş yapmanın kendileri için “vazgeçilmez” olduğunu beyan etmiş.)

Dolayısıyla e-ticaret tekellerini, yalnızca ticaret sermayesi şirketi olarak görmek çok eksik olur. Bunlar üretim, ticaret, finans ve veri sermayesinin kaynaştığı, yeni bir mali sermaye oligarşisi bağlamında düşünülmelidir. E-ticaret tekelleri yüz binlerce irili-ufaklı şirketin üretimini organize edip şekillendirirken, aynı zamanda KOBİ’lerde küçük işçi grupları halinde darmadağınık emeği, yeni ve daha üst düzeyde toplumsallaştırmış olmaktadır. Bu yüzden e-ticaret tekellerine karşı sınıf mücadelesini, moto kurye işçileri kadar, aynı zamanda bu e-ticaret tekellerine çalışan ve onlar tarafından da sömürülen yüz binlerce dağınık KOBİ işçisinin emeğinin ve sömürülmesinin merkezileşmesi nezdinde düşünebilmemiz gerekir. Trendyol işçilerinin fiili grevlerini, neden Trendyol’un siparişlerine çalışan çok daha geniş işçi kitlelerinin kendi KOBİ patronlarına olduğu kadar Trendyol’a karşı grev ve eylemleri izlemesin?

Bunun kadar önemlisi, dijital platform ve e-ticaret şirketlerinde, moto kurye işçilerinin yanı sıra “veri değer zincirleri”nde çalışan, bilişim işçilerini ve veri toplayıcıları, içerik giricileri dahil diğer işçi kesimlerini de düşünmek gerekir. Bu işçi kesimlerinin iş durdurması, bu şirketlere karşı yapılacak grevlerin etkisini misliyle artırır.

Trendyol gibi şirketler, aynı zamanda milyonlarca tüketici üzerinde “algoritmik tahakküm ve soygun” şirketleridir. Tıpkı üreticileri olduğu gibi tüketicilerin de veri tabanları üzerinden “ciğerini okur”, talep ve ihtiyaçlarını kendi karlarına göre kontrol altına alıp markaya bağımlı hale getirir, şekillendirir, maniple eder. Tıpkı Çin’de Alibaba’ya olduğu gibi, Türkiye’de de Trendyol’a, algoritmaları maniple ederek tüketicileri kendi depo ve şirket ürünlerini, diğer üreticilerinden de fahiş “hava parası” ödeyenlerin ürünlerini sipariş etmeye hileyle sevk ettiği konusunda davalar bile açılmıştır. Ancak milyonlarca tüketicisinin önemli bölümünün de yine, ağırlığı beyaz yakalılar olan, işçilerdir. Kent merkezleri dışına sürülmüş büyük sanayi işçilerinden farklı olarak, kent merkezi ağırlıklı olarak ve tüketicilerin gündelik yaşamı ile iç içe bir iş olması, milyonlarca tüketiciyi kendine bağlı kılmak ve genişletmek, sembolik sermayenin (marka prestiji vd) önemi, e-ticaret tekellerinin zayıf karınlarından biridir.

Trendyol işçilerinin fiili grev kazanımında, şirketin tüketiciyi elde tutma zorunluluğundan gelen bir kırılganlık noktası da belli bir rol oynadı. Örneğin Trendyol, şirket genel merkezi önünde direnen işçilere polisi saldırtmayı, bunun viral olacak görüntüleri tüketicilerini kaçırabileceği veya tüketici tepkisi ve boykotundan çekindiği için göze alamadı. Amerika’da Amazon’un sahip olduğu Whole Foods mağazaları zincirinin yalnızca bir kentin bir semtindeki müşterisi olan iki emekli kadın işçinin, Whole Foods işçilerinin ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için ülke çapında sosyal medyadan başlattığı bir kampanya, Whole Foods işçilerinin sendikal örgütlenme ve grevleri ile müşterilerinin mağaza boykotların birlikte geliştiği bir noktaya kadar gelişmişti. E-ticaret tekellerinin üretim, depo, dağıtım ve teslimat işçileri ile işçi tüketicilerinin birlikte hareket ettiği kampanyalar neden mümkün olmasın?

Diğer taraftan:

“Dijital ekonomide, platformlar aynı anda üreticiler ve tüketiciler/kullanıcılar hakkında birincilerin üretim sistemlerine ikincilerin kişisel virtüel çevrelerine nüfuz ederek devasa enformasyon miktarlarını kontrol ediyor. İki taraf -üreticiler ve tüketiciler/kullanıcılar- birbirleri hakkına, hatta kendileri hakkında bile enformasyona sahip değilken, bu ayrıntılı enformasyonun zenginliğini ve derinliğini platformlar elde edebiliyor. Dolayısıyla, platform sahipleri, üreticilerin başarısına, onların piyasasındaki tüketicinin derin davranış/psikolojik yörüngelerine dayanan “talebini” analiz ederek ya da “yaratarak”, etkide bulanabiliyor. Bu bir yanda platformlar, diğer yanda platformları kullanan aktörler arasında belirgin enformasyon asimetrileri yarabilir, böylelikle piyasanın işleyişine etkide bulanabilir. Bu anlamda, piyasanın görünmez eli, artan ölçüde platform şirketleri tarafından yönetilen dijital bir el haline geliyor. Piyasaları düzenleme düşünceleri, örneğin açık pazar, maksimum satın alma fiyatını belirleme, rekabet eden firmalar, fiyat sabitlemeye karşı denetim ve çatışmalar, fiyatlar özel firmalar tarafından dinamik ve şeffaf olmayan bir tarzda, bazen algoritmik olarak belirlendiğinde, anlamını kaybediyor. Merkezsiz bir ekonomik organizasyonda piyasa sinyallerine dayalı olmak yerine, platformlar, derin dijital bilgiyi kullanarak, merkezi ekonomik “planlama” yapma ve bir sektör veya değer zincirini yönetme yetisine sahip olabilir.” (Birleşmiş Milletler UNCTAD “2019 Dijital Ekonomi” raporundan)

BM-UNCTAD’ın “Dijital Ekonomi 2019” raporunda, bulanık bir dille ifade edilmiş olsa da, Trendyol gibi şirketlerin baş döndürücü yükseliş ve tahakkümünün arka planını görmekle kalmıyor, uzlaşmaz sınıfsal-toplumsal çelişkileri nasıl keskinleştirdiğini ve dahası, sermaye ve piyasanın da gereksizleşeceği yeni ve daha gelişkin bir toplumun olanaklarının da nasıl oluşmakta olduğunu da görüyoruz.

Buradan çıkartacağımız sonuç, kapitalizmde üretimin, dağıtımın, emeğin geldiği toplumsallaşma düzeyinde, yalnız özel mülkiyet ve sermayenin değil piyasanın da, dijital platform tekellerinin hâkimiyeti arttıkça gereksizleşmekte olduğudur.

“Tıpkı banka ve yatırım fonlarının kendilerinin olmayan devasa para meblağlarını para sermayeye çevirip bundan muazzam karlar etmesi, ama para-sermayenin sermayenin yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini hızlandıran sosyal-sermaye olarak kapitalizmin çelişkilerini azdırması, yeni bir üretim tarzının koşullarını oluşturması gibi: Platform şirketleri de kendilerinin olmayan devasa veri ve bilgileri dijital sermayeye çevirip bundan muazzam karlar elde ediyorlar, ama dijital sermayede sermayenin çok daha üst düzeyde yoğunlaşması ve merkezileşmesini hızlandıran sosyal sermayenin yeni bir biçimi olarak, kapitalizmin uzlaşmaz iç çelişkilerini (toplumsal üretici güçler/özelleştirici üretim ilişkileri ve emek/sermaye) keskinleştiriyor, yeni ve daha gelişkin bir üretim tarzının koşullarını olağanüstü yetkinleştiriyor.” (Fuat Yücel Filizler, Dijital Ekonominin Yükselişi ve Kapitalist Piyasanın Gereksizleşmesi, academia.edu. 2019)

Fuat Yücel Filizler, “Fiili Grevler” kitabından. Devrimci Proletarya E-kitap Dizisi-8. Mart 2022

15 Ocak 2023 Pazar

Yeni çağın şiiri: Mayakovski

Fuat Filizler


Önce biraz sanat tarihi...

İtalyan Barok sanatında ifadesini bulan, artık yeni bir yaşam ülküsüdür. .. İnsanın dünyayla ilişkisi değişmiştir, yeni bir duygu âlemi açılmıştır, ruh, yüce ve sonsuz olanın içinde erimek özlemine kendini kaptırmıştır: ‘Ne pahasına olursa olsun heyecan ve hareket’.”

Yukarıdaki satırlar, büyük sanat tarihçisi ve kuramcısı Heinrich Wölfflin’in “Sanat Tarihinin Temel Kavramları” yapıtından (Çev: Hayrullah Örs, Remzi Kitabevi).

Wölfflin bu önemli yapıtında, resim, heykel ve mimari sanatlarında Rönesansla birlikte Klasik’ten Barok’a geçiş sürecini açıklar ve ikisini karşılaştırır. En önemli bulgusu şudur: Değişen yalnızca sanatsal form değildir, dünyaya bakış açısıdır, dünya görüşüdür. Dünyayı yeni bir anlama ve anlamlandırma tarzıdır. Yeni bir dünya, yeni bir yaşam idealidir.

Sanatın her yeni şeklinde, der;

evrenin yeni bir muhtevası billurlaşır, sadece başka türlü görülmemekte, başka şey de görülmektedir.”

Klasik ve Barok sanatçılarının, aynı dili konuşuyor olsalar bile, yapıtlarında bambaşka dilleri kullanıyor oldukları hemen fark edilir. Değişen sanatçının ruh halinin ötesinde baştan aşağıya tasarım tarzı ve amacıdır. Dünya ve nesneleri ve başka insanlar karşısında yalnızca ne hissettiği ve düşündüğü değil, nasıl hissettiği ve düşündüğüdür. Bir bütün olarak tutumu ve duruşudur.

Örneğin Barok sanatçılar kapalı ve donuk şekiller yerine açık ve hareketli şekilleri çizmeyi tercih etmekle yetinmezler, kapalı ve sabit görünen şekilleri de açık, hareketli ve akış halinde görür ve yeniden anlamlandırırlar. Klasik sanatın şurasında burasında tek tek değişimler yapmakla yetinmezler. Bir bütün olarak sanatın dayandığı temel ve genel prensipleri değiştirirler.

Barok’un her cephede eski sanat anlayışına karşı saldırıya geçmesi, “Her şeyi altüst etmek konusundaki çocukça bir heves değildir, tersine bu, kapalı şeklin dar sınırlarını ortadan kaldırmak isteyen bir iradenin eseridir.” Eski sanat formlarının değerden düşürülmesi, aslında yeni oluşmakta olan bir dünya görüşünün içine sığmaz hale geldiği eski dünya anlayışının yıkılmasıydı. Yerine genel bir hareket görüşü, hiçbir zaman tam çözüm bulamayacak bir gerginlik, bir bekleyiş amacı geçiriliyordu.

Wölfflin, aynı tarihsel dönemde sanat anlayışında ve düşünce (felsefe) anlayışındaki değişimlerin başa baş gittiğine değinir. Ancak sanatsal değişimin basitçe düşünsel değişimden kaynaklanmadığını, her iki değişimin de birbiriyle etkileşim içinde, ancak esas olarak ortak bir kökte; tarihsel dönüşüm sürecinde olduğunu kuvvetle vurgular. Bu değişimlerin sanatçıların veya filozofların başına buyruk ve keyfi yaklaşımları olmadığını, toplumsal-maddi temelleri olan, her çağın her şeyi kapsayan genel gelişme ve değişimine tabi olduğunu gösterir.

Wölfflin sanat tarihi ve kuramında çok önemli bir yeri olan yapıtını, bu güçlü belirlemelerle bitirir. Sanat anlayışının değişiminin temelindeki maddi değişimlerin ne olduğuna hiç girmez. Ancak sanat yapıtları ve anlayışlarındaki köklü ve kapsamlı değişimlerin, dünyayı anlama ve yeniden anlamlandırma tarzındaki değişimlerdeki, bunun da tarihsel, toplumsal-maddi değişimlerdeki köklerini göstermesi, yeterince anlamlı ve önemlidir.

Bizim konumuz elbette Rönesans sanatında neyin nasıl neden değiştiği değil. Bizim konumuz, sosyalist kızıl Ekim Devrimi’nin 100. yılı çerçevesinde, Ekim Devrimi’nin en büyük şairi olan Mayakovski ve onun şiiri.

Ancak Wölfflin’in güçlü tezleriyle, -yapıtında modern sanayi kapitalizmi, emperyalist kapitalist dönüşüm, proletarya, sosyalizm gibi konuların en ufak bir izi olmadığı halde, bunların ortaya çıkardığı yeni sanat anlayışı arasında, özellikle de Mayakovski arasında sessiz ama güçlü bir içsel bağ var. Wolfflin’in kitabının Almanca’da ilk yayımlanma tarihi 1915. Tam da Avrupa, Rusya ve dünya çapında böylesi büyük bir tarihsel kriz, dönüşüm ve sarsıntılar tarihi.

Kesin olarak şunu söyleyebiliriz: Wölfflin böylesine hareketli, patlamalı bir dönemde yaşamasaydı, 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkmakta olan yeni sanat akımlarını ve bunların ortaya çıkmakta olan yeni dünya durumu ile bağlantısını sezmeseydi, Rönesans sanatında neyin nasıl neden değiştiğiyle sınırlı tuttuğu, ancak örtük olarak tüm büyük tarihsel dönüşüm süreçleri ile duygu, düşünce, sanat âlemindeki değişimler arasındaki bağıntıya ilişkin evrensel bir geçerliliğe sahip tezlerini geliştiremezdi.

Nitekim büyük Fransız şairi Blaise Cendrars’ın, “her şey renk, devinç, ışık, patlama” dizesi, 20. yüzyılın ilk çeyreğinin olduğu kadar, şiir ve sanatın geçirdiği değişimin en özlü, en parlak ifadelerinden biridir. 1914-15 yılları, bir yanda emperyalist kapitalist savaş, diğer yanda Avrupa ve Rusya’da alttan alta devrim kazanlarının yeniden kaynamaya başladığı, Mayakovski şiirinin de fütürizmden dev adımlarla devrimci kitle şiiri mecrasına akmaya başladığı dönemdir.

Yeni çağın şiiri

Bu yeni şiirde de “evrenin yeni bir muhtevası billürlaşmaktadır”: Emperyalist kapitalizm ve proleter devrimler çağı! Ve bu yeni şairler dünyayı, toplumu, insanları, olayları, tarihi, geleceği, kendilerini “sadece başka türlü görmemekte, onlarda başka şeyler de görmektedir.”

Mayakovski’nin daha ilk şiirleri, modern kapitalist kent üzerinedir:

Mayakovski’nin ilk şiirleri kent üstünedir. Külrengi ev yığınları, tabelaların demirden harfleri, alaca bulaca, karmakarışık bir kalabalık, hızla geçip giden otomobiller, telefon tellerinin ilmekli kapanına takılmış kuğu boyunlarıyla çan kuleleri, gazla yakılan sokak fenerleri, yağmur olukları, tüm bunlar, alacalı bulacalı bir biçimde birbiriyle kaynaşmıştı onun yapıtlarında. Moskova’ydı bu. Ve aynı zamanda sadece Moskova değil, genelde insanın öylesine tüyler ürpertici, yalnız ve boğuntulu yaşadığı çağdaş kapitalist kentti.” (V.Şkolovski, S. Vladimirov, D. Moldavki, Mayakovski’nin Yaşam Öyküsü, Düşün Yay.)

Mayakovski ve Cendrars’ın şiirleri çok farklı özellikler de gösterse, belki birbirlerini hiç tanımamış ve eserlerini okumamış da olsalar, ortak noktaları karakteristiktir: Zaman ve mekanda müthiş bir hareket, çok geniş bir ufuk, patlamalı imgeler, büyük sanayi fabrikaları, demiryolları, limanlar, elektrik, telgraf, telefon gibi yeni endüstriyel biçimlerin hem görsel hem gürültülü ritim hem de yeni çalışma ve yaşam biçimleri olarak şiirin içine taşınması; emperyalist savaş, iç savaş, sosyal yıkım, açlık, devrim gibi büyük ve kitlesel tarihsel olayların şiirin içine taşınması; sinema, tiyatro, öykü, çok sesli müzik, hatta heykel gibi farklı sanat dallarının şiirin içine taşınması ve en önemlisi kitlelerin ve kendi dönemlerinin çok çeşitli sınıf ve kesimlerinden insanlarının ortaya çıkan yeni dünya durumu karşısındaki duygu, düşünce ve eylemlerinin şiirinin içine taşınması.

Bizden önce var olamayan duygular tanımaktayız” der Mayakovski, 4 arkadaşıyla birlikte kaleme aldığı Fütüristler Manifestosunda (1912).

Yapıp ettiklerim içlerine sevinç karışmamışsa pek ilgilendirmiyor beni” der Ben/Kendim başlıklı öz yaşam öyküsünde. Burada “sevinç” dediği şiirinin karakteristik bir özelliği olan çok yoğun, adeta kendinden geçercesine yoğunlaşmış coşkulanımsal duygulardır. Aslında şiirinde oldukça güçlü bir lirik damar var olamaya devam etmekle birlikte, bunun klasik şairane ince duygusallıktan farkı, büyük tarihsel, toplumsal dönüşüm süreçlerinin kitselleşmiş duygularının yoğunlaşmış ve içten dışa patlamalı hale gelmiş biçimi olmasıdır.

Kurgusala karşı, sanat yoluyla yapılan entipüften ruh çözümlemesine, estetikçiliğe karşı-eylemci yapıt.” diye yeniden tanımlar şiiri. Sosyalist inşa hakkındaki en ünlü şiirlerinden biri olan “İşler İyi”yi “bir bildiri gibi düşündüğünü” belirtir: “Şiirsel soyut yöntemlerin sınırlanması ve bir eylem.”

Burada Mayakovski şiirinin bir dizi ayırt edici niteliğini daha görürüz: Somutluk ve eylem. Şiir, şairin yaşadıklarının iç dünyasından ve ince dil işçiliğinden süzülmüş bir ifadesi olmanın da ötesine geçer: Kitleler içinde ve kitlelerle birlikte başlı başına somut, tarihsel, toplumsal bir emek ve eylem biçimi, bir dünyayı değiştirme biçimi haline gelir.

Sosyalist devrimci siyaseti, büyük kitlelere coşkulu hitabeti, ajitasyonu, propagandayı, hatta polemiği bile şiirine taşır. Bu siyasetin salt düşünsel içerik, belli fikirler ve duygular formunda şiire geçirilmesi değil, bizzat devrimci kitle, devrimci sınıf siyasetinin toplumsal ilişki, algı, duygu, düşünce, eylem ve bunlardaki değişimler boyutuyla en başından itibaren şiir tasarımını şekillendirmesidir. Bu yüzden kitleler onun şiirlerinde yalnızca belli istek ve özlemlerinin bir tercümanını değil, tüm yaşamsallıkları, canlılıklarıyla dosdoğru ta kendilerini, bizzat bu istek ve özlemlerini gerçekleştirecek olan tarihin özneleri olarak bulurlar.

Mayakovski inanılmaz bir şeyi daha başarmış, bir de şiir-gazeteciliği yaratmıştır. Ekim Devrimi sonrasında Sovyetler Birliğinde yaşanmış tek bir önemli ekonomik, toplumsal, siyasal olay, hatta gündelik yaşamın ayrıntılarındaki sorun ve gelişmeler bile yoktur ki, onun şiirine girmemiş olsun. Ancak “somutluk”tan anladığı hiçbir zaman, olayların düz yansıtılması ve kuru ajitasyon değildir.

Bütün yaşamım boyunca beni en çok çarpan şey sosyalistlerin olayları çözmekte, evreni belli bir görüşe sokmakta gösterdikleri yetenektir.” der öz yaşam öyküsünde. Bundan kastettiği elbette gündelik olayların, süreçler karmaşasının iç yüzüne nüfuz eden, yakalanacak halkalarını bulup çıkaran tarihsel-diyalektik materyalizmdir. Hatta diyebiliriz ki, Mayakovski’nin özellikle de Ekim Devrimi sonrası şiirlerine en büyük gücünü veren, “somut durumun somut tahlili”nin edebi biçimi olmasıdır.

Ustalık duygusu. Herhangi bir konuyu toparlama yeteneğim var. İyice yaklaşma yeteneği. Konunun baş sorununu getiriyorum ortaya. Devrimci konunun.” diye anlatır bunu. “Bir günlük olaylar gereci üzerinde” bile şiirsel “çalışma yönteminin bulunması. Kendi içlerinde anlamsız (görünen-bn), ama geleceğin doğru yönüne bir adımı gösterebilen etkileyici alay.” Örneğin “fiyatların inişi” veya “sokaklara elektrik lambalarının takılışı” gibi konuları ele alan şiirlerinde, bu olayların tarihsel anlamını ortaya koymaya çalışmakla yetinmez, kitlelerin bireysel ve yığınsal öz bilinç ve yaşam deneyimlerinde buna uygun -düşünsel olduğu kadar- duygusal ve eylemsel çağrışımları da örgütler.

İhtiraslı gerçekçilik

“Somut tahlilin edebi biçimidir” demiştik Mayakovski’nin şiirine. Konu edindiği durumlar yalnızca zihinsel bir çözümlemeden gelen somutlama olmakla kalmaz onun şiirinde. Aynı zamanda son derece yoğunlaşmış, coşkulanımsal bir duygusal somut haline gelir.

Yazdığı her dizeye bütün varlığıyla, kaslarıyla, sinirleriyle katılır. Onun şiirlerinde çok güçlü, güçlülüğü oranında da tedirgin, duyarlı bir gövdenin bütün kasılmalarını, tepkilerini görürsünüz. Bu yanıyla belki de tektir dünya şiirinde.” (Sait Maden, Mayakovski, Pantalonlu Bulut, Varlık Yay.)

Böylece duygular da insanın iç dünyasında yaşadığı bir şeyler olmanın ötesinde, ses tonlamalarıyla, yüz ifadeleriyle, beden hareketleriyle, kas ve sinir etkileşimleriyle ve en önemlisi kaynayan kitlelerin enerjisiyle, adeta bedenselleşir ve elektrik akımı gibi yayılır onun şiirinden.

Mayakovski’nin şiiri, bireysel, sessiz, içten okumaya göre değildir. Böyle okunduğunda değerinden ve etkisinden çok şey yitirir. Bu şiir, doğrudan ve yüksek sesle kitlelere okunmak – daha doğrusu haykırılmak, canlandırmak, hatta bir nevi sahnelenmek için- yazılır, yüksek bir hitabet ve dramatizasyon yeteneği ile okunur. Yoğun ve sahici bir performans’tır. Aslında buna şiir “okumak”tan çok, kitlelere şiir söylemek ya da canlandırmak demek gerekir. Nitekim Mayakovski’den çok etkilenen Gorki, onu “şiir okuyan” değil “şiir söyleyen çocuk” olarak tanımlar. Böyle bir şiirin, daha tasarlanışından başlayarak, “bireysel iç ses” şiirinden baştan aşağıya çok farklı prensiplere dayanacağı açıktır.

Marx’ın “ihtiraslı gerçekçilik”, Lenin’in “gerçekçi düş gücü” dedikleri şeyin, en iyi cisimleşmiş biçimlerinden biridir Mayakovski’nin şiiri.

Mayakovski, kendinden önceki aydın işi, bilgiç, ince sembolizm ve dış vezne, söz ustalığına dayalı şiirden kesin ve devrimci bir kopuştu. O zamana kadar görülmemiş, basamaklı dizeler, iç tempo, iç vezin, çınlamalı imgeler, çelişkin kavram ve sesler, cayırdayan bir sentaks (söz dizimi), iç ve dış geçişlilikle zenginleştirilmiş uyaklar, sarmal gelişen semantik (anlam), coşkulu lirizm, keskin bir alaycılık, sarsıcı çağrışımlar, geniş ufuklu mecazlar, geniş soluklu bir zaman-mekan ve hareket algısı, sosyalist edebi gerçekçi düş gücü… Görünüşteki gerçeği alır, parçalar, iç yüzündeki zihinsel, duygusal, eylemsel temel halkalarını kesin biçimde yakalayıp düşümdeşleştirerek yeniden, yeni bir temelde bütünleştirir.

Mayakovski, “evrenin algısı” dediği bu yeni şiirin açtığı olanaklarla, hem şiirin/şairin dünyayı algılama/özümseme hem de anlatım gücünü, hem de şiir okurlarının şiiri ve şiir yoluyla dünyayı anlama/anlamlandırma ve değiştirme olanaklarıyla birkaç misli artırmıştır.

Sosyalist devrimin en büyük şairi

Mayakovski’nin şiirin biçim, biçem ve tekniğinde yaptığı devrimci yenilikler üzerine daha çok şey söylenebilir. (Ne yazık ki Türkçe tercümelerinde, özellikle de ikinci dilden tercümelerinde, bu zenginliğin büyük bölümü kaybolmaktadır.) Ama bütün bunlar bize şunu unutturmamalıdır: Bu şiirin devrimci yeniliği, teknik ve ifade yapısı kadar ve aslında ondan çok dünyaya yepyeni bir bakış açısı, yepyeni bir dünya görüşü, neredeyse tüm yönlü yeni bir toplum ve insan algısı ve anlayışı getirmiş olmasındadır.

Eski şiirle karşılaştırıldığında, “bunlar beğenileri ve dünyaya karşı ilgileri başka yönlerde olan iki ayrı dünya görüşüdür.” (Wölfflin)

Mayakovski fırtınasının arkasında, yeni bir dünya görüşü, yeni bir insan anlayışı ve Ekim Devrimi fırtınası vardır.

Mayakovski, milyonlar adına, milyonlara, milyonların yazgısından söz ederek, tarihin en büyük toplumsal hareketinin sözcülüğünü yaptı.” (Lunaçarski)

Mayakovski, şiirin milyonlara, dünyayı yeniden biçimlendirmek isteyenlere seslenmesi gerektiğini öğretti.” (Aragon)

Eseri, yeni insanın doğuşunun kutlanışıdır. Mayakovski’nin evrensel önemi, kendini şiirlerinde, özgürce gelişen sosyalist kişilik olarak, öylesine parlak biçimde gösterebilmesinden kaynaklanır.” (Johannes Seeher)

Mayakovski’nin asıl önemi, şiirle sosyalist devrim düşüncesini birleştiren ilk şair olmasından ileri gelir.”

O yeni bir çağın, yeni bir toplum ve insanın, en başta da Sosyalist Ekim Devrimi’nin yeni dünya görüşünü, yeni duygular âlemini, yeni eylemli ve somut güzellik anlayışını yansıtmıştır.

Mayakovski’nin kişisel mizacının ve yeteneklerinin kuşkusuz yapıtında önemli rolü vardır. Fakat Wölfflin’in de vurguladığı gibi, mizaç kendi başına sanat eseri meydana getirmez. Bir çağ dönümü, bir sınıf dönümü ve kişisel dönemeçler birbirini işleyip kopuşu ve yenilenmeyi derinleştirip yoğunlaştırdığında ise… öznel bir yaratıcı üslup bir çağın, bir toplumsal hareketin tarihsel anlamının ve güzellik idealinin en geniş, en materyalist ifadesi haline gelebilir.

Mayakovski ve kübizm-fütürizm

Mayakovski’nin iç huzursuzluk ve gerilimi, verili yaşam ile bağdaşmazlığı, henüz 1905 devrimi yenilgisi sonrasındaki, Çarlık rejimi altında, babalarını kaybetmiş Gürcistan’dan Moskova’ya taşınarak ayakta kalmaya çalışan yoksul bir ailenin çocuğu olarak ilk gençliğe geçiş döneminde başlar. Okuldaki tekdüzelikten sıkılır, resim, şiir gibi yaratıcı etkinliklere ilgi duyar, başta Cervantes’in Don Quisot’u ve Jules Verne olmak üzere “düş gücü zengin” yazarları yutarcasına okur. Siyaseten devrimci çevrelere, ilk şiirleriyle de fütürist bir çevreye katılır. Her ikisi nedeniyle de baskı görür, okuldan atılır, birkaç kez kısa sürelerle tutuklanır.

Fütürizm, kapitalizmin daha geriden geldiği ancak hızlı geliştiği, köhnemiş üretim ilişkileri ve üstyapı ile çelişkilerin çok keskin olduğu İtalya ve Rusya gibi ülkelerde gelişen, endüstriyel gelişmeye hayran olan ve eski gelenek ve kültürel birikimi tümüyle reddeden, maksimalist-ütopik bir akımdır. İtalyan fütürizmi milliyetçilik, endüstriyelizm, rasyonalizm, ulus devlet, aşırı modernizm fanatiğidir, İtalyan işçi sınıfının yenilgisinin ardından bir tür “makine-toplum” ve “üst-insan” anlayışına (faşizme) doğru evrilir.

Rus fütürizminin ise, İtalyan futurizmiyle bir ilgisi yoktur. 1905 devriminin yenilgisinden sonra bizzat Bolşeviklerin içinde de ortaya çıkan boykotçuluk, maksimalizm, sol kominizm gibi eğilimlerden belli bir etkilenme taşısa da, aslen, Çarlık rejiminin çürümüşlüğü kadar burjuva ve batı taklitçisi kültür, sanat ve değerlere karşı çıkıyorlar, yerine kaba, plebyen, neşeli, alaycı ve öfkeli, gürültülü, panayır havasında, sansasyonal, sarsıcı ve şoke edici bir tarz geçirmeye çalışıyorlardı. (Rus fütürizmi daha sonra Nazım Hikmet’in Türkiye’deki “Putları Yıkıyoruz!” kampanyasına da esin kaynağı olacaktır.)

Bu gençlik dönemi şiirleri keskin bir çelişkiler yumağıdır. Biçim ve üslupta yenilik denemelerini son sınırına ve uçkunluğa kadar zorlar, bakış açısı ve içerikte ise devrimci, isyankâr ışıltılar ile mutsuzluk, melankoli, yalnızlık, adeta Dostoyevski tarzı felaketçilik ve mesihçilik iç içedir. Son derece kırılgan bir lirizm ile gürültülü bir şamatacılık iç içedir. Keskin bir zekâ ile uçkun bir kendinden geçme (vecd/trans) hali bir aradadır. Çürümüş çarlık ve aristokrasi ile burjuvaziden nefret ile bazen tüm topluma yönelen bir nihilizm bir aradadır.

Ancak daha bu çılgınca arayış ve denemeler döneminde bile onun şiirini kitlelere sevdirmeye başlayan temel damarlarından biri, şiirine, bütün hareketliliği, neşesi, kavga gürültüsü, çığırtkanlığı, renkliliği, keşmekeşi, acayiplikleri, serbestliği, hayal gücü, sansasyonelliği ve rezaletleri ile bir halk panayırı, bir sirk havası katmasıdır.

O dönemki halk panayırları, sirkleri, halk matinelerinin (sinema, tiyatro, konser, şiir) farklı bir yeri vardır. Üst ve orta sınıfların, aydınların sanat âlemlerinden net bir sınıfsal ayrım taşır. Tekelci kapitalizmin popüler kitle kültürü çerçevesinde, ucuz melodram, gülmece, heyecan ile her şeyin kaba ve abartılı sergilendiği yerlerdir ama bir yanıyla da emekçi sınıf damarının olduğu, kitlelerin kendini daha serbest hissettiği, tartışma, forum, ajitasyon alanlarıdır.

Mayakovski bunu işleyip dönüştürerek sanata, kitle sanatını da sarsıcı ve dönüştürücü hale getirerek bu alanlara taşımıştır. Burada 20. yüzyılın sosyalist ve demokratik sanatında öncüsü olduğu çok önemli iki yenilikten bahsetmek gerekir. Birincisi, melodram, gülmece, acayiplikler gibi kitlelerin her daim ilgisini çeken popüler kültür öğelerini işleyip dönüştürerek, eleştirel düşünce ve öğrenme ile birleştirmek. Eğlendirerek, duygulandırarak, şaşırtarak, heyecanlandırarak düşündürme. İkincisi, bunları sivriltici ve sonuna kadar götürülmüş imgelemler haline getirerek, egemen sınıf ve ilişkilerin etkisi altındaki bilinç formlarını, duygu, düşünce ve değer yargılarını, sarsmak. Bu yöntemler, 20. yüzyılın eleştirel sanatında çok önemli bir rol oynamaya devam edecektir: Örneğin Charlie Chaplin ve Bertolt Brecht

Ekim Devrimi sonrasında ve 1920’li yıllarda Rusya ve Sovyetler Birliği’nde sık ve yaygın halk şenliklerinin; kitle ajitasyon ve propagandası, siyaset, sanat, eğitim, aşağıdan katılım ve inisiyatif, yaratıcılık, tartışma, forum, oyun, eğlenceyi birleştirerek, kitlelerin sosyalist savaşım ve gelişimde çok önemli bir rol oynadığını da belirtelim.

Mayakovski ve Shakespeare

Voltaire Shakespeare’in Hamlet’i üzerine şunları söyler:

Bu yapıtın sarhoş bir yabanılın fantezisinden doğduğu sanılabilir. Ama İngiliz tiyatrosunu böyle saçma ve barbar kılan kaba biçim bozmalarında, Hamlet’te, önemli kendine özgülüklerden başka, gerçek bir dâhinin yüce düşünceleri bulunur.”

Voltaire’in bu sözüne atıfta bulunan Engels, Shakepeare, der;

Yüce ile aşağılığın, korkunç ile gülüncün, kahramanca ile parodinin kendine özgü karışımıdır… Yalnızca ‘Şen Kadınlar’ın ilk perdesinde bütün Alman yazınında olduğundan daha çok yaşam ve gerçeklik vardır…. Karşıtlık şuradaki, Shakespeare çoğu kez teklifsiz bir tarzda çözümlerinin hakkından gelir ve buna uygun olarak usandırıcı, ama gerçek yaşamda kaçınılmaz olan gevezeliği kısa keser.”

Engels başka bir mektubunda, Shakespeare’in “o çağın olağanüstü renkli plebyen toplumunun dünyasını”, dramayı canlandıran ve gerçekçi kılan tümüyle yeni bir gereç haline getirdiğini vurgular.

Feodal bağların çözüldüğü o çağ boyunca ortaya çıkan özellikle etkileyici tipler, aylak dilenci krallar, işsiz ücretli askerler ve her türlü serüvenciler betimlenir…” ve bu tarihsel dramada büyük bir etki yapmakla kalmaz, sınıfsal-toplumsal olarak son derece gerçekçi, canlı ve zengin bir arka plan sağlar ve tarihsel-toplumsal-sınıfsal hareketleri gereğince aydınlatır. (Marx, Engels, Yazın ve Sanat Üzerine-1, Sol yay.)

Mayakovski’nin Shakespeare’den etkilendiğine veya esinlendiğine dair hiçbir kayıt yok. Fakat ikisinde ortak olan, iki farklı çağ dönümünün, tarihsel-toplumsal arka planlarıyla, çözülen gelişen açığa çıkan tüm sınıf ve kesimlerinden etkileyici tiplemelerle, ince ile kabayı, yüce ile aşağılığı, korkunç ile gülüncü, destansılık ile alayı iç içe geçiren, son derece zengin, canlı, gerçekçi ve teklifsizce bir doğrudanlıkla yansıtılmasıdır.

Mayakovski ve Marx

Mayakovski öz yaşam öyküsünde, “Marx’ın Önsözü kadar vurulduğum bir sanat yapıtı yok” der.

Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya ünlü önsözü (Çev: Sevim Belli, Sol yay.):

Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasi ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile – ki bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir- , hukuki, siyasi, dini, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.”

Mayakovski, Marksist tarihsel-diyalektik materyalizmin bu en temel teorik formülasyonunu kendisini en çok etkileyen “sanat yapıtı” olarak tanımlamakla kalmaz. Mayakovski’nin tüm sanatı gerçekte bunun üzerine kuruludur ve bu çelişkinin kendi zamanında had safhada keskinleşmesinin ve proleter devrimlerle çözülme zorunluluğunun ifadesidir.

Mayakovski’nin fütürizm dönemindeki sanatsal uçlaştırma tutumu bile, bu çatışmanın artistik olarak bilincine vardığı ve onu sonuna kadar götürmeye çalıştığı ideolojik biçimlerinden biridir.

Mayakovski, daha ilk devrimcilik ve şairlik dönemlerinden itibaren Marx’ın bu önsözünü biliyor. Ve onu, aynı zamanda, yeni çağın toplumsal edebiyat güçlerinin gelişiminin önünde engel olan eski edebiyat anlayış ve prensiplerine karşı cepheden savaş açmak için kullanıyor. Hatta Puşkin ve Tolstoy bile fütüristlerin bu “skandal” olarak nitelenen saldırı ve alaylarından payını alıyor. Fütüristler eski edebiyatın dokunulmaz ve tartışılmaz sayılan kült isimlerine ve eserlerine saldırmakla kalmıyor, “Halkın Beğenisine Şamar” bildirgelerinden görülebileceği gibi asıl eski edebiyat çerçevesinde, dünyayı bir algı, anlama ve anlamlandırma tarzına, bir dünya görüşüne, eskimiş ve engelleyici bir yaşam ideali ve normlarına saldırıyorlar. Sorun ettikleri yalnızca bir edebiyat formunun yerine bir başkasını geçirmek değildir; ne düşünüldüğü ve hissedildiği kadar nasıl düşünüldüğü ve hissedildiğini değiştirmektir. Başka deyişle yalnızca edebi formu değil, asıl onun arka planındaki edebi üretim ve yeniden üretim tarzını değiştirmektir. Bu “her şeyi altüst etmek isteyen çocukça bir heves olmaktan çok, yeni çağın duygu, düşünce, estetik, beğeni gelişiminin artık içine sığmaz hale geldiği eski artistik üretim tarzının yıkılması ve ondan özgürleşmek iradesidir.” (Wölfflin)

Puşkin’i, Tolstoy’u alaya almak aşırılık mı? Evet, ama her devrimde aşırılıklar olur. Sosyal ve siyasal devrimler gibi onun bir bileşeni olan artistik devrimlerde de olur. Bu eskimiş ve toplumsal ihtiyaçlara artık yanıt vermediği ve yanıt verilmesinin de engeli olduğu halde halen dokunulmaz ve tabu özelliğini koruyan normları sarsmak, sınırları, eski kalıpları parçalamak için gereklidir. Eskinin hâkimiyeti yıkılmadan yeninin tohumları gelişmez.

Ardından bu ilk evrenin ölçüsüz uçkunlarını bir düzeltme evresi gelir: Yeni gelişip kendi ayakları üzerinde durmadan eski hakkıyla sorgulanamaz ve onda neyin yadsınacağı neyi özümsenerek aşılacağı tam yerine oturtulamaz. Mayakovski gibi Nazım da “Putları Yıkıyoruz!” kampanyasından bir süre sonra, olgunluk döneminde, bunun bir özeleştirisini vermiştir. Fakat bu kökten yıkıcı hamleye girişmemiş olsalardı, onlar yeni şiirin, sosyalist şiirin Mayakovski’si ve Nazım’ı olamazlardı.

Mayakovski için tipik olan, daha pek tanınmamış genç bir şairken, tüm edebiyat âlemini ve dahası dil uzattıkları ve çöpe atılmasını istediklerinin bir çoğu “ulusal değer” kapsamında olduğundan devleti, ve dahası halkın bunlara dönük bağlılığı ve bağımlı beğenisini karşısına almak pahasına, böyle cüretkar bir harekete girişmesidir. Çünkü Marx’ın Önsöz’ünü okumuştu! Çünkü toplumsal üretici güçlerin, yeteneklerin, ihtiyaçların, arayış ve özlemlerin, artık bu eski edebi üretim kalıp ve ilişkilerine sığmaz hale geldiğini, bunun sınıf mücadelesinin bir biçimi olduğunu ve yeninin eninde sonunda kazanacağını biliyordu! Ve Engels’in çok önceden söylemiş olduğu bir şeyi daha biliyordu: Aristokrasi gibi burjuvazinin de alabildiğine muhafazakârlaşmış olduğu, her türlü köktenci yenilikten ödü patladığı halde, işçi sınıfının özellikle de kendi sorun, istek, ihtiyaç ve özlemlerine hitap eden yeniliklere her zaman daha açık olduğunu!

Yanılmadı! Bir süre sonra yeni durum ve ihtiyaçları sezen, eski edebiyatta buna dair hiçbir şey bulamayan işçilerin de sempatisini kazanmaya başladı. İşçilerin 1905 devriminin ağır yenilgisinden sonra yeniden canlanmaya başlamalarının da bunda kuşkusuz etkisi vardı. Mayakovski’nin bunu yaparken kullandığı yöntemler ayrıca tartışılır, fakat bir şey var ki tartışılmaz: İnandığı dava yolunda tutkulu kararlı soluklu yılmak bilmez savaşım gücü ve hangi toplumsal güce dayanacağını bilmek! Mayakovski bütün gücüyle kitlelere, işçi sınıfına, onların değişen dünyayı kendi istek ve özlemleri doğrultusunda anlama ve yeniden anlamlandırma çabalarına hitap edecek, bir kitle şiiri üretim ve yeniden üretim tarz ve ilişkilerini bulup çıkarmaya hasrederken, işçi sınıfı da yeniden canlanan mücadeleleri içinde onu eğitti, olgunlaştırdı.

Mayakovski’nin en büyük sanat yapıtı olarak gördüğü Marx’ın önsözü, birçok şiirine girmiştir. Lenin destanında burjuvaziyi şöyle anlatır:

İnsan eti yedi,
insan kanı içti,
Şişti.
Kendi boyunu
aştı sonunda.
Çalışmaz oldu.
Niye? Köleleri çalışsın!
Ve koflaşıp serildi kaldı
tarihin yolunda
dünyayı kaplayan karyolasında.
Tıkadı bütün yolu geçidi,
bağlandı insanlığın eli kolu.
Onu havaya uçurmaktı,
kurtulmanın tek yolu!

Mayakovski ve Rusya edebiyatı

Aslında 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rus edebiyat ve sanatındaki -dünyada kısmen Fransa dışında bir benzeri olmayan- görülmemiş canlılık ve evrensellik, bir bütün olarak bu çatışmanın gelişiminin yoğunlaşmış artistik bir ifadesi ve yaklaşan devrimci fırtınanın ifadesidir: Puşkin, Lermantov, Nekrasov, Blok, Gogol, Gonçarov, Şçedrin, Çernişevski, Bielinski, Dobrolyubov, Çehov, Tolstoy, Dostoyevski…

Rusya’da bu müthiş edebi zenginliğin bir nedeni, Çarlık otokrasisinin katı baskı ve sansürünün açık siyaset olanaklarını sınırlandırması, siyaset, bilim, felsefe, ideoloji, sınıflar, arayışlar… hemen her şeyin kendini edebiyat ve sanat içinden ifade etmek durumunda kalmasıdır. Bu yüzden Rusya’da edebiyat ve sanat, büyük Fransız devrimi öncesindeki aydınlanma felsefesi ve edebiyatının oynadığı kadar önemli bir rol oynamıştır. Nitekim daha derindeki neden, Rusya’da çözülmemiş tarihsel toplumsal ekonomik demokratik sınıfsal ve her düzeydeki sorunların çığ gibi büyümesi ve çelişkilerin giderek keskinleşmesiydi. Lenin, Tolstoy’u demokratik devrimin, yani köylülüğün (yarım) aynası sayar, ama gerçekte, tüm bu büyük sanatçılar bir bütün olarak, toplumsal üretici güçlerin gelişimi ile üretim ilişkileri ve üst yapısı arasındaki, çeşitli sınıflar arasındaki büyüyen çelişki ve çatışmanın, doğrudan veya dolaylı artistik, duygular ve düşünceler alemindeki ifadeleriydiler.

Çünkü sanat, eskimiş toplumsal kurum ve ilişki biçimlerinin gelişen yeni toplumsal ihtiyaçlara artık yanıt vermediğini, -ancak bunun henüz yaygın ve gelişkin bir bilimsel kavrayış haline gelmediği ve bunu değiştirecek bir toplumsal gücün de henüz tam anlamıyla kendini gösteremediği koşullarda, genellikle bunu ilk sezen ve kendi yöntem ve araçlarında da buna uygun yenilikler yaparak ilk ifade eden, buna dair ciddi sorular sorarak çözüm aramaya çalışan, özgül bir etkinlik biçimidir. Sanatı gerçek sanat yapan da budur. Rusya’nın tüm büyük ve evrenselleşmiş sanatçılarının da, bu ön sarsıntılar ve büyüyen basınç koşullarında, çok çeşitli sınıf ve kesimler, anlayışlar ve arayışlar ve canlı, zengin, güçlü tipleştirmeler nezdinde, bu tarihsel-toplumsal durumu açığa çıkarmak ve canlı tablolarını çizmektir. Çağ dönümlerinde İtalya’nın bir Dante’si, İngiltere’nin bir Shakespeare’i, İspanya’nın bir Cervantes’i varsa, Rusya’nın büyüyen kriz ve çağ dönümünde Danteleri, Shakespeareleri, Cervantesleri adeta sayısızdır ve sanki topraktan fışkırmaktadır. Hissettikleri büyük ve yeni tarihsel-toplumsal sorunları, çelişkileri, resmediş biçimleri ve vermeye çalıştıkları yanıtlar, bulmaya çalıştıkları çözümler, yeni yaşam idealleri ne olursa olsun, tam oturmayan, huzursuz, tedirgin, gergin bir bekleyiş hali…

Bu gibi yeni çağ dönümü sanatında ve özellikle de Rusya edebiyatında epey tipik olan bir durum da şudur: Bir yandan insanın dünyaya bakışının değişmesi, yeni bir duygu âlemin açılması, diğer yanda ise artan toplumsal sıkıntı, huzursuzluk, iç gerilim… ile sanatçı ruhunun yeni, yüce ve sonsuz olanın içinde erimek özlemi (Wölfflin). Bu, Dostoyevski’de ve Tolstoy’un yaşlılık dönemi eserlerinde mistik, idealist, dinsel biçimiyle çok belirgindir. Ama Gorki bile bir dönem “Tanrıkur”culuk akımına kendini kaptırmaktan alamamıştır. Mayakovski’nin fütürizm dönemindeki şiirlerinde de, yeninin devselliği ve maksimalist imgelemlerinde vardır. Ekim Devrimi sonrasındaki şiirlerine de, şiirinin başlıca temasının ve kahramanın Ekim Devrimi, Sosyalizm, büyük proletarya ve kitleler olmasıyla, yüce ve sonsuz olan yeni yaşam ideali ve yaratıcılarının içinde vecd içinde duygusal olarak erime, bütünleşme özlemi olarak kendini gösterir.

Ancak bunun Dostoyevski veya Tolstoy’dan derin farkı, dini ya da mistik bir şey değil, son derece maddi, toplumsal, canlı, yaşayan bir tarihsel ve kitlesel-öznesel bir yıkıcılık ve kuruculuk etkinliği ve gerçekleştirilebilir bir yeni yaşam idealine, komünizme adanmışlıktır: Ne pahasına olursa olsun hareket ve bu doğrultuda ilerleme! Mayakovski’nin Ekim Devrimi sonrasındaki şiirlerinde, bu, giderek ustalaştığı somut edebi çözümleme ve ilerletici halkaları gösterme ile vecde varan maksimalizmi arasında sık sık bir gerilim olarak kendini gösterir. Bir yanda Ekim Devrimi’nin, yeni bir yaşamın yüceliği ve devasa, sonsuz ufku içinde eriyip gitme özlemi, diğer yanda gerçek durum ve bunun içinde bu doğrultuda dişle tırnakla ilerleme öğelerini bulup çıkarma gereği… Bu ikisini kaynaştırmayı başardığında, ortaya hakikaten insanın yüreğini hoplatan, başını döndüren bir enerji patlaması ortaya çıkar. Gerçekliğin somut edebi yeniden üretiminin de ateşi tutkulu gerçekçilik/gerçekçi düş gücü’dür.

Mayakovski’nin eski Rusya edebiyatıyla hesaplaşmadaki keskinliği bu açıdan anlaşılabilir. Bu edebiyat, toplumsal, siyasal, kültürel, bireysel her düzeydeki bunalımı hissetmiş ve yansıtmış, pek çok şeyi sorgulamış, ancak yeni bir yaşam amacı ve bunu gerçekleştirecek toplumsal güç konusunda ortaya hiçbir şey koyamamıştı. Koyamazdı, çünkü yalnız mevcut edebi formlar değil edebi üretim ve yeniden üretim ilişkileri/tarzı, buna elvermiyordu. Kitleleri, kitlelerin toplumsal çalışma, yaşam ve yönetilme koşullarını, bunlardaki değişimi, en önemlisi de kitlelerin eylemlerini, maddi üretimin ulaştığı gelişme düzeyi ve çelişkilerini kapsamına almıyordu. Koyamazdı, çünkü bütün bunları değiştirecek asıl toplumsal güç, proletarya, daha sınırlı bir oluşum sürecindeydi.

Bu edebiyat yine de büyük bir ilerleme, sorgulayıcılık, tutkulu bir arayış, büyük bir birikim içeriyordu; fakat Dostoyevski ve Tolstoy ile hem doruğuna çıkmış hem de kendi iç sınırlarına dayanmış ve özellikle de 1905 devriminden sonra iç çelişkileri, geriye kırılmaları belirginleşmişti. Bu iç sınır yalnızca kullanılagelen edebiyat araç ve yöntemlerinde değil, asıl dünyaya bakış tarzlarında, en ilerisinin ufkunun bile kapitalizm ve demokrasiyi aşamayışındaydı. Bu noktada Mayakovski’nin en çılgın hareketlerinin bile, kişisel mizacından kaynaklanan özgüllükler ne olursa olsun, onun başına buyruk ve keyfi yaklaşımları olmadığını, toplumsal-maddi temelleri olan, “her çağın her şeyi kapsayan genel gelişme ve değişimine tabi olduğunu” görürüz. Gündemde olan sosyalist kitle edebiyatı, devrimin edebiyatıydı, ve Mayakovski’nin fütürizm yankı ve sarsıntıları bile sadece buna bir hazırlık evresiydi!

Mayakovski ve Lenin Destanı

Türkçe’de ne yazık ki Mayakovski’nin Ekim Devrimi sonrası şiirlerinin halen pek azı çevrilmiş durumda. Türkçe’ye dünyanın bir çok büyük ve önemli şairinden seçme şiirleri kazandırmış usta çevirmen Sait Maden bile, Mayakovski’nin Ekim Devrimi öncesi fütürizm dönemi şiirlerini çevirmeye ağırlık verirken, Mayakovski’nin bu dönemini “çılgın, isyankar, bağımsız, özgür” şiir diye tanımlarken, Devrim sonrası şiirleri için “bağımsızlıklarını yitirdiler” deme pervasızlığını kendinde görebiliyor! Mayakovski’nin devrim öncesi şiirlerinin önemine karşın, onun asıl Ekim Devriminin, sosyalist devrimin, dünyanın halen görmüş bulunduğu en büyük devrim ve sosyalizm deneyiminin en büyük şairi olduğunu düpedüz gözlerden gizliyor. Tıpkı Nazım’ın komünist bir şair olduğunun gizlenmesi, komünist şiirlerinin yayın tekelini elinde bulunduran Koç’un Yapı-Kredi yayınları tarafından sansürlenmesi, düzen tarafından böyle evcilleştirilmek istenmesi gibi.

Mayakovski kendini asıl Ekim Devrimi’yle buldu. Ekim Devrimi’nin dünyayı sarsan büyüklüğü, kesin olarak proleter devrimler çağını açan yeni bir yaşam ufku, ileriye doğru attığı her adım kadar çetin zorlukları ve sorunları da, en iyi ifadelerinden birini Mayakovski’de buldu. Türkiye’de Mayakovski’nin Ekim Devrimi sonrası şiir ve diğer sanat çalışmalarının (tiyatro, sinema, resim, grafik, vd) büyük bölümünün bilinmemesi, Ekim Devrimi’nin yeterince bilinmemesi demektir. Çünkü Ekim Devrimi’yle birlikte açılan, kitlelerin, sınıfların, yeni eylemli duygu âleminin (bir eylemli düşünce âlemi kadar) bilinmemesi demektir. Sosyal devrimin yalnızca eski hükümet, iktidar ve mülkiyet ilişkilerini yıkmakla kalmayıp hayatta eskimiş, çağ dışı kalmış ne varsa hepsine, eski yaşam tarzına da, eski duygu ve beğeniler âlemine de, eski anlama ve anlamlandırma tarzına da son verdiğini ve değiştirdiğini bilmemek demektir. Mayakovski’nin Ekim Devriminin yalnızca tüm edebi-sosyo-psikolojik atmosferini yansıtmakla kalmadığını, Ekim Devrimi’yle birlikte “çağlara, Tarihe ve Evrene” seslendiğini, çağın büyük proleter devrimci gerçeğini dile getirdiğini bilmemek demektir.

Neoliberal kapitalizm ve postmodern zırvalığı işçi sınıfına, sosyalizme, Ekim Devrimi’ne, yeni bir yaşam özlem ve mücadelesine karşı on yıllardır öylesine bir kusmukçu saldırı yürüttü ki, sosyalist sanat da bundan fazlasıyla nasibini aldı. Sosyalizme, sosyalist proleter sanatına karşı on yıllardır süre giden karalamaları kabullenmek ama sosyalist devrimciliğin ilk ve belki de halen en büyük şairini incelememiş olmak da, Türkiye’nin pek “özgürlükçü” aydınlarının tuhaflığından biridir. Öyleyse buyurun, ilk ve son sözü “yeni ve daha güzel bir dünya özlemi sona ermiştir” olan post-modern edebiyatına: Cinci hocalara, sufizme, Şamanizme!

Mayakovski’nin Ekim Devrimi sonrası şiirlerinden Türkçeye çevrilmiş nadir biri olan Vlademir İlyiç Lenin destanının burada bir değerlendirmesine girmeyeceğiz. Yalnızca Lenin’in ölümü üzerine yazılmış şiirin, giriş bölümünden bir dizeyi vurgulamakla yetineceğiz:

Dünyada Lenin kadar canlı kimse yok!

Ekim Devrimi’nin 100. yıl dönümündeyiz ve bugün külliyen çürüyen dünya ve Türkiye kapitalizmi karşısında, toplumsal proletarya ve üretici güçlerin görülmemiş gelişmişliğiyle, yeni bir çağ dönümünün eşiğindeyiz.

Keşke sadece bunun için okusaydınız Mayakovski’yi!