15 Kasım 2022 Salı

SOSYALİZM VE ANARŞİZM

Atilla Cemal Eşen

Sosyalizm, ekonominin küçük bir aristokrat, zenginler sınıfı ya da kapitalist bir sınıf yerine geniş kitlelerin yararına işletilmesi gerektiğini savunan yönetim biçimidir. Marksizm'e göre ise sosyalizm, sınıfların tamamen ortadan kalktığı komünist sisteme geçiş aşamasıdır.

Sosyalist sistemde, ekonominin toplum yararına işlemesi için, üretim araçlarında özel mülkiyete izin verilmez; üretim araçları devlete aittir. Böylece devlet, hem üretimin planlı, programlı olmasını sağlar, hem de üretimden sağladığı kazancı toplum yararına kullanır. Örneğin sosyalizmde öğrenim, sağlık, ulaşım, elektrik, su gibi temel gereksinimler devlet tarafından karşılanır ve ücretsizdir. Sınıflar arasındaki farklar, farklı işler yapmaktan kaynaklanır; bu yüzden sınıflar arasında kapitalizmde olduğu gibi büyük uçurumlar yoktur. Ancak göz ardı edilmemesi gereken bir tehlike söz konusudur: Emekçiler yönetimi ele alamazlar ve devleti ortadan kaldıramazlarsa, böyle bir sosyalizmi devlet kapitalizmi olarak nitelendirmek pek de yanlış olmaz. Devlet kademelerindeki bürokratlar, giderek kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarının üstünde görerek kapitalistleşebilir, yeni bir egemen sınıf oluşturabilirler; ya da devlet, yukarıdan aşağıya doğru olan örgütlenmesi nedeniyle yeni bir baskıcı güce dönüşebilir. Bu durumda sosyalizm, baskı ve sömürü araçlarının el değiştirmiş olmasından başka bir şey ifade etmez.

Marksizm'e göre devlet, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının bir ürünüdür. Ezilen, sömürülen sınıfların, yani proletaryanın sınıf savaşımına engel olan, toplumsal mücadelesinin önünü tıkayan çarpık bir düzenin belkemiğidir. Üstelik sömürü düzenini korumakla da kalmaz, burjuvaziye proletaryayı sömürmesini kolaylaştıracak yollar ve araçlar sunar.

Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı yapıtında, Marksizm’in de temel düşüncesi olan bu görüşünü şöyle dile getirir:

“Devlet hiçbir şekilde topluma dışarıdan dayatılmış bir güç değildir, hele hele Hegel’in iddia ettiği şekilde ‘ahlâk fikrinin gerçekliği’ ya da ‘aklın imgesi ve gerçekliği’ hiç değildir. Devlet, daha ziyade, toplumun belli bir gelişme aşamasındaki ürünüdür; bu toplumun kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin, üstesinden gelmekte aciz olduğu uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünün kabulüdür. Ne var ki bu uzlaşmaz karşıtlıkların, yani ekonomik çıkarları çatışma içinde olan sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir mücadele içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üzerinde duran, çatışmayı hafifletip, ‘düzen’ sınırları içinde tutacak bir güç zorunlu hale gelmiştir. İşte toplumun içinden çıkan, ama kendisini onun üzerine yerleştiren ve gitgide ona yabancılaşan bu güç, devlettir.”[1]

Sömürü düzenine son vermenin yolu, burjuva sınıfının egemenliğine dayalı kapitalist devletin yıkılması, onun yerine proletaryanın egemenliğine dayalı sosyalist devletin kurulmasıdır. Bunu Marx ve Engels, Komünist Parti Manifestosu’nun 2. Bölümünün sonunda şöyle açıklarlar:

“İşçi devrimi sırasında atılacak ilk adım, proletaryanın egemen sınıf konumuna yükseltilmesi ve demokrasinin mücadele ile kazanılmasıdır.

Proletarya, kendi siyasal egemenliğini, tüm sermayenin burjuvazinin elinden adım adım koparılması, tüm üretim araçlarının devlet elinde, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş olan proletarya elinde yoğunlaştırılması ve üretici güçleri büyüklüğünün olabildiğince hızla artırılması için kullanacaktır.

(…) Gelişim sürecinde sınıf farklılıkları ortadan kalkınca ve üretimin tümü örgütlü bireylerin ellerinde yoğunlaşınca, devlet iktidarı siyasi niteliğini yitirir. Siyasi iktidar ve zor kullanımı, bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde baskı uygulamak üzere örgütlediği bir güçtür. Proletarya, burjuvaziyle giriştiği mücadele gereği, sınıf olarak birleşip, devrim aracılığıyla egemen sınıf haline geldiğinde ve eski üretim ilişkilerini zora başvurarak yıktığında, o üretim ilişkileriyle birlikte sınıf karşıtlıklarını ve bütünüyle sınıfların varlık koşullarını da ortadan kaldıracak ve dolayısıyla sınıf olarak kendi egemenliğine de son vermiş olacaktır.

Sınıflı ve sınıf karşıtlıklarıyla dolu eski burjuva toplumunun yerine, her bireyin özgür gelişimini, topluca bütün bireylerin özgür gelişim koşulu olduğu bir birlik meydana gelecektir.”[2]

Lenin, proletaryanın kendi başına devrim yapamayacağını, bu yüzden bir partinin önderliğinin şart olduğunu öne sürer. Devletin ortadan kalkması sürecini ise "Devlet ve Devrim" adlı kitabında şöyle ele alır:

“Proletarya devlet iktidarını ele geçirir ve ilk adım olarak üretim araçlarındaki özel mülkiyeti devlet mülkiyetine dönüştürür. Bunu yapmakla hem proletarya olarak kendisini hem de bütün sınıf farklılıkları ile uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarını, hem de devlet olarak devleti ortadan kaldırır. (…) Devletin gerçekten bütün toplumun temsilcisi olarak çıktığı ilk eylem, yani üretim araçlarına toplum adına el konması, aynı zamanda onun devlet olarak yaptığı son bağımsız eylemidir. Bundan böyle, devletin toplumsal ilişkilere müdahalesi birbiri ardına her alanda gereksiz hale gelir ve sonra devlet kendiliğinden göçüp gider. Kişilere hükümet etmenin ya da kişilerin idaresinin yerini, işlerin yönetimi ve üretim sürecinin çekip çevrilmesi alır. Devlet ortadan kaldırılmaz, sönümlenip gider.”[3]

Buradaki “devlet ortadan kaldırılmaz, sönümlenip gider” ifadesinin çekilip alınması Marksizm’i çarpıtmak demektir. Lenin burada proletarya devriminin burjuva devletini ortadan kaldırmasından söz eder. Devletin sönümlenmesine ilişkin sözleri ise, sosyalist devrimden, yani üretim araçlarına toplum adına el konmasından sonra, proleter devletinden geriye kalan devlet ile ilişkilidir. Burjuva devleti sönümlenmez, proletarya tarafından “devrim” ile ortadan kaldırılır. Sönümlenip gidecek olan devlet ise, devrimden bir süre sonra görevini yerine getirdiği için gerek kalmayacak olan proletarya devletidir.

Sosyalistlerle Anarşistler arasındaki görüş ayrılığının temelini, devletin ortadan kaldırılması ile devletin proletarya tarafından ele geçirilmesi arasındaki bu fark oluşturur.

Anarşizm, temel olarak devletin ya da iktidarın olmadığı bir toplum düzeninin kurulmasını amaçlayan bir dünya görüşünü ifade eder. İnsanın özgürleşmesinin önünü tıkayan, insanların üzerinde tahakküm kurarak onların yaşam alanlarını belirlemeye soyunan her türden kurumun kökünün kurutulmasını savunur. (İng. Anarchism. Fr. Anarrchisme. Alm. Anarchismus.)[4]

Yunanca “Anarchos”, “yöneteni olmayan” anlamına gelir.

Geleneksel anarşizm dört temel ilkeye bağlıdır:

1) Merkezi olmayan yerel yönetimlerin bir konfederasyonu;

2) devletçiliğe karşı dinmeyen bir muhalefet;

3) doğrudan demokrasiye olan inanç;

4) özgürlükçü komünist toplum görüşü.

George Woodcock (1913-1995) Kanadalı bir anarşist. Türkçeye de çevrilmiş olan “Anarşizm, Bir Düşünce ve Hareketin Tarihi” adlı kitabı, anarşizm üzerine bugüne kadar yapılmış en kapsamlı araştırma. Woodcock, bu kitabının girişinde anarşizmi “Toplumun yapısında temel değişiklikler yapmayı, özellikle -çünkü bu tüm biçimlerini birleştiren ortak öğedir- otoriter devletin yerine özgür bireyler arasındaki hükümet olmayan bir iş birliği biçimini koymayı hedefleyen bir toplumsal düşünce sistemi olarak”[5] tanımlar.

Anarşizmin geçmişinin eski Roma’daki köle ayaklanmalarına kadar uzandığı söylenebilir.

Eski Yunan’da, Stoacı felsefenin kurucusu olan Citium’lu (Larnaka) Zenon (MÖ 340-265), anarşist felsefenin savunucusuydu. Zenon, Platon’un devlet ütopyasının karşısına yönetimsiz özgür topluluk kavrayışını çıkarmıştı.Stoacılığın kökeni Kinik Okulu’na dayanıyordu. Kinikler (Cynics: Köpeksiler), Tanrıların hiçbir şey istemediklerini, bu yüzden insanların da ihtiyaç duydukları şeylerin azlığı nispetinde ilahiliğe yaklaşabileceklerini savunuyorlardı. Tüm dünya mallarını reddetmişler, en rahatsız barınaklarda yaşamışlar, çok yalın ve basit beslenmişlerdi. Kiniklerin en bilinen örneği, fıçı içinde yaşayan Sinoplu Diyojen’dir.

Antik Çin’de de Taoizm, kesinlikle hükümetsiz bir toplum tasavvur etmiştir. Taoizm’in kuramcısı Lao-Tzu’nun hayatına ilişkin çok az şey bilinir; M.Ö. 604 yılında doğduğu söylenir. Lao-Tzu, insanın doğasından gelen erdemleri ve bu erdemlerin filtrelenmeden, doğal olarak ifade edilmesinin zorunluluğunu ortaya koymuştur. İyiliğin bireyin içinde türemesi gerekir ve dış güçler tarafından dayatılamaz. Dolayısıyla, bireyin içsel iyiliğini geliştirebilmesi için gerekli özgürlüğe sahip olması ve hiç kimsenin başkalarının hayatlarına karışmaması gereklidir. Konfüçyüs, yöneticilerin eğitimle iyiliksever yapılabileceğini savunuyordu, Taocular ise sorunun hükmetme yönteminde değil, hükümetin kendisinde olduğunu savunuyorlar ve otoriteye karşı çıkıyorlardı.

Lao-Tzu şöyle diyordu:

“İnsanların eylemeleri yasaklayıcı yasalarla kontrol edildiğinde, ülke gittikçe daha yoksullaşıyor. İnsanlar silah kullanmakta serbest olduğunda, hükümetler tehlikededir. İnsanlar daha kurnaz ve maharetli hale geldikçe, yapay şeyler daha kullanışlı hale geliyor ve bu kurnaz sanatlar halka açık olarak övüldüğünde dolandırıcılar başarılı oluyor.

Dolayısıyla bilge adam der ki: Hiçbir şey tasarlamayacağım ve insanlar kendileri şekillendirecek. Sessiz kalacağım ve insanlar kendi huzurlarını bulacak. Kendimi ileri sürmeyeceğim ve insanlar öne çıkacak. İhtirası hoş görmeyeceğim ve insanlar doğal basitliklerine geri dönecek.”[6]

Lao-Tzu’nun dünyevi amaçlar olan varlıklı olmaya ve güce karşı olması, “Sahip olmadan üretim, kendini ortaya koymadan eylem, hakimiyet olmadan gelişme” şeklinde ifade edilen bu üçlü prensibi, anarşizmden ayırt edilemeyen bir etik haline geldi.

Marksistlerin bakış açısına göre anarşizm, bilimsel sosyalizmin tersine, örgütlenmiş siyasal sınıf mücadelesi ile her türlü siyasal örgütlenmeye, disipline ve otoriteye karşı çıkar. Bu bakımdan “görünüşte devrimci, gerçekte ise ütopyacı bir küçük burjuva ideolojisi ve eylemi” olarak nitelendirilir. Oysa anarşistlerin karşı çıktıkları, siyasal sınıf mücadelesi ve siyasal örgütlenme değildir. Karşı çıktıkları, yukarıdan aşağı doğru kurulmuş, yani otoriteye dayalı olan örgüt yapısıdır. Tarihte sosyalistlerle anarşistlerin yolları kimi kez birleşmiş kimi kez ayrılmıştır. Anarşizm, özellikle XIX. yüzyılda Anarko-sendikalist bir görünüm alarak, Alman ve Rus işçi eylemleri üzerinde etkili olmuştur.

Anarşistlere göre, varlığını korumak için bir düzen oluşturan her hükümet, doğası gereği tutucu ve sosyal olarak yıkıcıdır.[7] Toplumsal özgürlük olmadıkça, siyasal özgürlüğün hiçbir anlamı yoktur. Komünist anarşistler sosyal devrimin ilk eyleminin devleti yok etmek olması gerektiğini savunurlar. Sosyalistler ise, sosyalist toplum tam anlamıyla kurulduktan sonra devletin zaten ortadan kalkacağını, sönümleneceğini iddia ederler. Anarşistler, birey-toplum ilişkisinde bireyi temel alırlar, onlara göre toplum birey içindir. Marksistler için ise öncelikli öneme sahip olan toplumdur; birey toplum içindir.

En başta Mihail Bakunin olmakla birlikte Anarşizm’in kuramını ortaya koyan düşünürler şöyle sıralanabilir: İngiliz William Godwin, Gerrard Winstanley, Alman Max Stirner, Fransız P. J. Proudhon, Rus yazar Lev Tolstoy, Rus Sosyolog Pyotr Kropotkin ve Amerikalı Emma Goldman.

Anarşizmin Hıristiyanlık karşısındaki tavrını dikkate almak gerekir. Anarşizmin içerdiği ahlakî-dinsel öğe, onu sıradan politik hareketlerden ayırır. Anarşistlerin neredeyse tümü, bir yandan Tanrıtanımaz düşüncelerini dile getirir, öte yandan da İncil’e ve Hıristiyanlığa eğilim gösterirler. İsa’nın sözlerinde kendi düşüncelerine benzer bir anlam bulurlar, diğer yandan dine, devletin bireyler üstündeki baskısına benzer bir baskısı olduğu için karşı çıkarlar. İsa da insana mutlak bir değer vermekte ve devleti inkâr etmektedir. Stirner de bu yüzden kendi tavrını İsa’nınkine yakın bulur.

Anarşizmin bu özelliği kendini en güçlü olarak İspanya’da göstermiştir. Çünkü İspanyol özgürlükçülerinin gözünde Katolik Kilisesi, Hıristiyan dünyasında İsa karşıtı bir konumdadır ve devrimin önünde bir engel olmanın da ötesindedir. Tüm kötülüklerin kaynağıdır, aşağılık ilk günah doktriniyle gençliği baştan çıkarandır, doğaya ve doğa yasasına küfredendir.

Rahipler ve keşişler tarihlerinin kritik bir anında zenginlerin safına geçmişlerdi. XVII. yüzyılın büyük teologlarının insancıl ilkeleri bir tarafa bırakıldı. İnsanlar kilisenin her söylediğinin ikiyüzlülük olduğundan kuşkulanmaya başladılar. 1927’de dağınık anarşist grupların temsilcileri gizlice Valencia’da toplandılar ve kendini devrime adamış bir yer altı örgütlenmesi olarak İberya Anarşist Federasyonu’nu (FAI) kurma fikrini kabul ettiler. Ancak FAI 1936’da iç savaşın başında ortaya çıkabildi. FAI, temelde dindar olan kişilerin İspanya’yı saptırılmış bir Hıristiyanlıktan kurtarma mücadelelerinde etkin rol oynadı.

Anarşizm, gerçek siyasal boyutlarına Mihail Bakunin (1814-1876) ile ulaşmıştır. Marx’ın “Das Kapital”ini Rusçaya Bakunin çevirmişti. Bakunin, Marx’ın yaptığı sınıf çözümlemesini ve kapitalizme ilişkin olarak öne sürdüğü ekonomik teorilerini kabul etmekle birlikte, devlet ve otorite hakkındaki görüşlerini de son derece aciz ve yetersiz buluyordu. Ona göre, halk kendi kendisini yönetemedikçe, halk adına birilerinin devlet kurduğu sürece, bu devletin önünde sonunda bir baskı aracına dönüşmesi kaçınılmazdır. “Devlet ve Anarşi” adlı eserinde şöyle der:

“En demokratiğinden en baskıcısına kadar hiçbir devlet halka ihtiyacı olan şeyi veremez: Bu şey halkın aşağıdan yukarıya doğru, her türlü müdahale ve vekâletten bağımsız öz örgütlenmesidir. Marx’ın sahte halk devleti tasarısı da dâhil bütün devletçi sistemler, halkın, halk adına düşünen, halka rağmen davranan bir grup eğitimli ve ayrıcalıklı azınlık tarafından yönetilmesinden başka bir şey değildir.”[8]

1870 yılında şunları yazar:

“…devletçi (totaliter) sosyalistlikten esinlenip, kaderini -geçici sıfatıyla da olsa- bu yola bağlayan bir devrim ‘kaybolmuş’ demektir: Yanlış bir yola, gittikçe daha dikleşen bir yokuşa sapmıştır çünkü. Her siyasi iktidar sahiplerine ayrıcalıklı (imtiyazlı) bir durum sağlar, devrime sahip çıkıp onun dizginlerini eline alınca, iktidarın ayakta durabilmek için, her otorite gibi bürokrat bir örgüt yaratması zorunludur. Böylelikle yöneticiler, memurlar, asker ve polisler ve iktidardaki parti üyelerinden meydana gelmiş, yeni türden bir aristokrasi yaratmış olur. Her iktidar sosyal faaliyetin dizginlerini az çok elinde tutmak ister, her iktidarın varlığı halk yığınlarını uyuşukluğa, hareket yeteneğini kaybetmeye iter. Ama komünist bir iktidardan öldürücüsü yoktur; bağımsız her hareket onu ürkütür, dümeni elinde tutmak, üstelik tek başına tutmak istediği için, kuşkuyla karşılar başka hareketleri, tehdit sayar.”[9]

Bakunin, Fransız Devrimi’nden sonra yönetimin Napoléon’a bırakılmasını da “Fransa’da bile kuvvetli bir devletin nihai inşası Napoléon’un despotik demir yumruğuna ihtiyaç duydu”[10] diye yorumlar.

William Godwin (1756-1836) aklın mutlak egemenliğine inanıyor, “İnsan akılla donanmış bir varlıktır” diyordu. Ona göre içsel ya da dışsal hiçbir zorlama aklın özgürlüğüne engel olmamalıydı. Godwin, bireyi ezen dış güçlere karşı çıktığı gibi, aklın dinginliğini bozan içgüdülere karşı da savaş açtı. En şiddetli saldırılarını ise devlete yöneltiyordu. Ona göre ister baskıcı ister demokratik olsun, devlet akla ters düşen bir olguydu. Godwin’e göre hukuk kurumu da aklın düşmanıdır ve hukuk, atalarımızın bilgeliğinden değil, korku ve tutkularından doğmuştur. Onun egemen olması, aklın özgür gelişimini engellemektedir. Godwin, özel mülkiyeti de saçma buluyor ve karşı çıkıyordu. Çünkü bir yanda ekmek kavgası yüzünden akıllarını geliştirme zamanı ve gücü bulamayan yoksullar, diğer yanda da kendilerini zevklere kaptıran zenginler vardı. Özel mülkiyet, düşüncenin gücünü azaltmakta, dehanın kıvılcımını söndürmekteydi.[11]

Godwin din bilginiydi, ama daha papaz okulundayken Fransız Ansiklopedicileri’nin[12] kitaplarını okumuş ve çok etkilenmişti. Sonunda vaizlik görevini bıraktı. 1793 yılında, “Sosyal Adalet” adlı iki ciltlik kitabını yazdı. Bu kitapta, kurulu düzenin baştanbaşa ahlâka aykırı olduğunu göstermeye çalışıyordu. Ona göre genel mutluluk, ancak, kurulu düzenin adaletin buyruklarına uygun bir dönüşümüyle elde edilebilirdi. Bunun önündeki başlıca engeller, devlet ve özellikle de özel mülkiyettir. Bu nedenle buna çare bulmanın tek yolu ekonomik eşitliği kurmaktır. Ekonomik eşitlik de özel mülkiyeti kaldırmadan başarılamaz. Halk yığınları, özel mülkiyetsiz ve hükümetsiz bir toplumun mümkün olduğu kanısına ulaşabilirler ve ulaşmalıdırlar. Bu kanı oluştuktan sonra, artık aklın yolu açılmış olacak ve akıl, insanlığı yüksek uygarlık ve erdemlilik düzeyine taşıyacaktır. Gelecekteki toplum insanlara, davranışlarında tam bir özgürlük sağlayacaktır. Herkes, üzerine düşeni sosyal adalet yönünde yerine getirecektir.

Max Stirner’e göre devlet ve onun dayandığı hukuk bireye karşı olan güçlerdir; devlet sürekli değişen ve yaratan Ben’in dinamizmini engeller. Devletin bir tek amacı vardır: Bireyi sınırlamak, boyunduruk altına almak, köleleştirmek, onu “genel”e katmak. Stirner, “Devlet hiçbir zaman bireyin özgür etkinliğini kolaylaştırmaz. Öyleyse onun egemenliğine de son verilmelidir” der. “Bireyin topluma üstünlüğünü sağlayalım. Toplum bize toplumsal görevler yüklememelidir. Biz ondan ihtiyaçlarımızı karşılamasını beklemeliyiz. Öyleyse devleti ortaklık durumuna indirgeyelim. Bireyin gücü, ortaklıkta değerini bulur. Toplumda iş gücümüz sömürülür, ortaklıkta ise bir bencil olarak yaşama olanağını buluruz. Ortaklık, bizim için bizim tarafımızdan oluşur. Oysa toplum bize kendi malı gibi bakar ve biz olmadan da varlığını sürdürebilir. Kısacası, toplum bizi tüketir; ortaklığa gelince, biz onu tüketiriz.” Stirner’e göre hümanizm, bütün çabalarımızı ideal, yetkin insan yaratmaya yöneltmemizi ister. Buysa gereksiz, yorucu, gerçekleşmesi olanaksız bir çabadır.[13]

Bakunin ile Stirner’in anarşizmi arasında temel bir ayrım vardır. Bakunin için, bireyin tek başına özgürlüğünü gerçekleştirmesi söz konusu değildir; bütün topluma bireysel özgürlüğü sağlamak söz konusudur. Çünkü toplum herkesin özgür biçimde yaptığı bir sözleşmeyle kurulmuştur. “Benim özgürlüğüm, herkesin özgürlüğünün ürünüdür”, “Ancak insanlığın ve çevremdeki bütün insanların özgürlüğünü kabul ettiğim oranda insanım ve özgürüm.” Kısacası Bakunin’in anarşizminde sosyalizme yaklaşan düşünceler bulunur.[14]

Bakunin’in kolektivizmi, bilimsel sosyalizme çok yakındır. Bu yüzden Bakunin, kendi savunduğu “toplumsal anarşizm” ile “devlet sosyalizmi” arasındaki farkı belirtme gereği duymuştur. Bakunin’in kolektivizminde hiçbir zorlama yoktur; bireysel özgürlüğü savunur. Toplumsal piramit, herkesin kabul ettiği bir anlaşma üzerine kurulur; herhangi bir gücün üstünlüğü söz konusu değildir. Bakunin’de doruğu belirleyen temel’dir, temel’i belirleyen doruk değildir. Toplumun ve kolektif toplumsal örgütlenmenin aşağıdan yukarıya doğru, özgür bir ortaklıkla kurulmasını ister.[15]

Gerçekte, anarşist kuramcıların kendileri de “özgür sözleşmelerin” sınırlı bir olanağı olduğunun farkındadırlar. Federalist sistemlerini bütün toplumsal kötülüklere karşı bir çözüm olarak ileri sürmekte ama önce toplumun bu uygulamayı kolaylaştıracak eski yaşama biçimine dönmesini istemektedirler. Tolstoy toprağa, kırsal yaşama dönmeyi önerir; Bakunin hep Rusya’daki kırsal komünü düşünür, Proudhon toplumun zanaat örgütlerine bağlı kalır ve büyük sanayinin gereklerinden doğan yeni yaşama biçimine karşı çıkar.[16] Sanayideki gelişimin sonucu olarak artan kent nüfusu ve tekniğin getirdiği uzmanlaşma olgusu, devletin her bireyin yaşamına karışmasına neden olmuştur. Bir ülkedeki bireyler arasındaki ilişkiler öylesine karmaşık olmuştur ki, karmaşık bir yönetim aygıtının varlığı gerekir.

Proudhon’un temel düşüncesi adalettir. Ondaki adalet düşüncesi, bireysel sınırları aşar, toplumsal yaşamı kapsar. Yalnız onun sözünü ettiği adalet, daha çok, Tanrısal adalet olarak belirir. Toplumları yöneten bu Tanrısal adalet, siyasal yaşamın da merkezidir. Proudhon, bu adaletin gereklerinden hareket ederek özel mülkiyete karşı çıkar. Mülkiyet insanların zararınadır; çünkü işsizliği, üretim fazlasını, iflasları, yıkımları o doğurur. Proudhon, bir yandan özel mülkiyete karşı çıkarken, bir yandan da kolektif mülkiyet kavramını eleştirir. Ona göre liberal rejimler zayıfları sömürmekte, komünist rejimlerdeyse zayıflar güçlüleri ezmektedir. Öyleyse mülkiyet olmamalıdır.

Proudhon’a göre, birbirlerinin özgürlüklerine saygılı insanlar arasındaki tek ilişki, özgür biçimde yapılmış bir sözleşmenin getirdiği zorunluklara dayanan ilişkidir. Kendi hukuk kurallarına göre kurulmuş olan ve bireylerin yetkisini aşan devlet, her türlü meşru temelden yoksundur. Zaten otorite demek baskı demektir; üstün iktidar demek mutlak iktidar demektir. Bu böyle kabul edilince otoritenin savunucuları ister tutucu olsunlar ister sosyalist, bunun o kadar önemi yoktur. İnsanın insan tarafından yönetilmesi köleliktir. Parti olmamalıdır, otorite olmamalıdır, bunların yerine insanın ve yurttaşın mutlak özgürlüğü olmalıdır.[17]

“Anarşi” ve “Anarşist” sözcükleri Fransız Devrimi sırasında muhaliflere, çoğunlukla da solculara karşı hakaret ve hatta küfür olarak kullanılıyordu. “Anarşist” sıfatını ilk kez gururla kabul eden kişi Proudhon’dur. Proudhon, 1840 yılında kendisini üne kavuşturan “Mülkiyet nedir?” adlı kitabında kendisini anarşist olarak tanımlar, “mülkiyet nedir” sorusunu “mülkiyet hırsızlıktır” diye cevaplar.

Lev Tolstoy (1828-1910) bütün baskı araçlarını ve güçlerini reddeder, bu anlamda da bir tür anarşisttir. Ama onun anarşizmi, mistisizmin derin izlerini taşır. O, yalnızca İncil’in gerçek özüne güvenir. Fransız Devrimi’nin ürünü olan, bütün diğer anarşizm öğretilerinin çıkış noktası olan toplumla devlet arasındaki karşıtlık, onu pek ilgilendirmemiştir. Tolstoy, siyasal özgürlüğü ekonomik özgürlüğün karşısına çıkaracağına, özgürlüğü kendi ülkesinin özelliklerine göre ele almış ve kentlerin incelmiş ve bozulmuş uygarlığına, kırların özgür ve temiz yaşamını tercih ederek mistik doğacılığın (naturizm) havarisi olmuştur. Tolstoy’un düşlediği toplum, bilim ve tekniğin gelişiminden doğmuş sanayi toplumu değildir, ilkel Tarım Komünü’dür.

Tolstoy, ateşli bir Hıristiyandır. Ama İsa’ya olan bağlılığı adına, kiliselere karşı savaş açar. Kiliseler İsa’nın öğretisinin ilk ve gerçek özünü bozmuşlar, onu gerçek Hıristiyanlığa taban tabana zıt, dogmatik bir Hıristiyanlık durumuna getirmişlerdir. Oysa İsa’nın öğretisi “aklın kendisi”dir. Tolstoy; İsa’nın “kötülüğe karşı diren” öğüdünden yola çıkarak “sevgiye aykırı olan hiçbir şey yapmama” ilkesine ulaşmıştır. O, kötülüğe karşı verilecek mücadeleye tepki göstermez, ama her türlü kuvvet kullanımını reddeder. Tolstoy’un öğretisi kölelerden çok onların efendilerine, özellikle de iktidarı ellerinde bulunduranlara seslenir. Devletin varlığı, Hıristiyanlık öğretisiyle bağdaşmamaktadır. “Tanrı’nın çocukları” arasındaki doğal eşitlik, siyasal hiyerarşi yüzünden bozulmuştur. Hıristiyanlığın önerdiği sevgi, her devletin önünde sonunda başvurduğu şiddet eylemleriyle hiçbir zaman uyuşamaz. Öyleyse her türlü devlet örgütünü reddetmek gerekir. Adı ister mutlakiyet olsun ister konvansiyon, ister konsüllük olsun ister imparatorluk, komün ya da cumhuriyet, Tolstoy’a göre hepsi de aynı kapıya çıkar. Tolstoy, devlet iktidarının bütün biçimlerine karşıdır. Hiçbir anarşist onun kadar devlete saldırmamıştır denebilir. Her türlü baskı aracına karşı çıkan Tolstoy’un mülkiyete karşı çıkması da kaçınılmazdır. Ona göre zenginlik bir cinayettir, çünkü sahip olanın, olmayan üzerinde egemen olmasına yol açar. Özellikle toprak gibi üretim araçları söz konusu olduğunda, mülkiyetin bu sonucu, daha belirgin bir şekilde kendini duyurur.[18]

Tolstoy, öykülerinde Tanrı’nın Krallığı’nın doğruluğunu ve ruhsal doğruluğu onaylar; çünkü ona göre Tanrı, güçte değil, doğruluktadır. Öykülerinin kahramanları ruhsal açıdan uyumlu, eğitimli insanlardır, şiddetten uzak dururlar, yeryüzünde sevgiyle, kibarlıkla, alçak gönüllülükle Tanrı’nın Krallığı’nı yaratırlar. Öyküleri, ilk bakışta, sıradan insanları, Rus köylülerini tasvir eder gibi görünür; fakat evrensel kardeşlik ve insanların birleşmesi, sevgi, insanın kendisiyle ve dünyayla uyumu gibi fikirleriyle bütün kültürler ve halklar için evrensel bir anlam kazanırlar.

Yazdığı bir mektupta şöyle der:

“Bütün insanlar sadece birbirleriyle kardeş, eşit değil, ayrıca her birinin içinde bir ve aynı tanrısal ruh yaşıyor. İnsanların bedenleri onları birbirinden ayırıyor, ama içlerinde yaşayan o ruh onları birleştiriyor ve bu ruh birliğini biz sevgiyle tanıyoruz.”[19]

Tolstoy, 82 yaşında Astapovo tren istasyonunda zatürreden hayatını kaybetti. Cenazesine birçok köylü katıldı. Vasiyeti gereği, gömüldüğü yere bir anıt, bir taş, bir işaret konmadı.

Pyotr Kropotkin (1842-1921), ekonomi alanındaki zorlayıcılığın insanlığı sanayi zindanına sürüklediğini, siyasi alandaki zorlayıcılığın da devlete yol açtığını söyler. Otorite ise suçluların cezalandırılması yoluyla toplumu ahlâklı kılmakla kendini görevlendirmiş olsa da yeni suçlar biriktirmekten başka bir şey yapmamaktadır. Bireyin tam özgürlüğüne ve sonuç olarak yaşamına saygı gösterilmesini istiyorsak, hangi biçim altında olursa olsun, insanın insan tarafından yönetilmesini reddetmek zorundayızdır.

“Anarşist Ahlâk” adlı yapıtında ahlâk anlayışını “Bize nasıl davranılmasını istiyorsak, başkalarına da öyle davranalım”[20] şeklinde özetler. Şöyle der:

“Her birimizin mutluluğu etrafındaki herkesin mutluluğuna bağlıdır. Başkalarının kötülüğü üzerinde yükselen bir toplumda, rastlantı sonucu, birkaç yıl görece mutlu olunabilir, ama bu mutluluk, kumdan şatolar gibi yıkılır, devam edemez, en küçük şey bile onu parçalamaya yeter ve eşit insanların toplumundaki olası mutluluk ile karşılaştırıldığında acınacak derecede küçüktür. Bu yüzden, herkesin iyiliğini hedeflediğin her seferinde doğru davranırsın.”[21]

“Anarşi Felsefesi-İdeali” adlı kitabında ise dinsel inançlardan önce ahlak kurallarının var olduğunu ve dinsel inançlardan bağımsız olduğunu yazar. Dinsel inançlar çökerken, ahlak kuralları sarsılmadan kalmaktadır.

Kropotkin, komünist toplumla ilgili görüşlerini ise şöyle belirtir:

“Günümüzde, birbirimizi hiç tanımadan bile yan yana yaşıyoruz. Bir seçim günü mitinglerde rastlaşıyor, bir adayın sahte ya da hayal mahsulü inançlarını açıklayışını birlikte dinliyor ve evimize geri dönüyoruz. Devlet, kamu yararıyla ilgili tüm sorunları görev olarak üstlenmiştir; komşumuzun çıkarına zarar vermememizi sağlamak ve gerektiğinde bizi cezalandırarak zararı onarmak onun görevidir yalnızca.

Komşumuz açlıktan ölebilir ya da çocuklarını gebertebilir, bu sizi ilgilendirmez; polisin işidir bu. Birbirinizi kısmen tanırsınız, hiçbir şey sizi birleştirmez, her şey sizi birbirinize yabancılaştırmaya yöneliktir ve elinizden bir şey gelmediğinden, toplum karşıtı tutkuların ifrata varmasını engellemek için elinden geleni yapmasını Her Şeye Kadir Olan’dan istersiniz (eskiden bu Tanrı’ydı, şimdi devlettir).

Komünist bir toplumda, bu elbette böyle değildir. Komünizmin örgütlenmesi, adları ister parlamento olsun ister belediye meclisi ya da komün meclisi olsun, yasama topluluklarına emanet edilemez. Bu örgütlenme herkesin eseri olmalıdır, büyük kitlenin yaratıcı dehasının ürünü olmalıdır; komünizm dayatılamaz, herkesin sürekli, gündelik çabası tarafından desteklenmedikçe yaşayamaz. Bir otorite atmosferi içine sokulursa boğulur.”[22]

Devrim konusundaki görüşlerini ise şöyle dile getiriyor:

“Gerçekten de tüm geçmiş devrimlerin başarısızlığa uğramasına yol açan engel, halk kitlelerinde örgütleyici inisiyatif yokluğuydu. Saldırıda hayran olunacak bir zekâ sergileyen halk, yeni yapının inşasında inisiyatif gösteremiyordu. Bu durumda, inşa görevini mecburen eğitimli sınıflara, kendi toplum ideali olan ve kargaşadan kendi yararına elde etmek istediği şeyi bilen burjuvaziye terk ediyordu.

Bir devrimde, yıkmak, devrimci görevin ancak bir bölümüdür. Yeniden inşa etmek gerekir ve yeniden inşa, ya kitaplardan öğrenilen geçmişin formüllerine göre yapılacak ve halka bu dayatılmaya çalışılacaktır; ya da her küçük köyde ve her şehir merkezinde, sosyalist toplumu inşa etmek için kendiliğinden işlemeye başlayan halkın dehasına göre yapılacaktır. Ama bunun için halkın bir ideali olması gerekir. Bu nedenle, halkın bağrında inisiyatif sahibi insanların olması özellikle gereklidir.

Oysa, otoriter sosyalist parti de dahil tüm partilerin, parti disipliniyle, bilerek ya da bilmeyerek her zaman boğdukları şey, özellikle emekçilerin ve köylülerin inisiyatifidir. Her şeyi emreden komitelerdir, merkezdir, örgütlenmenin birliğini tehlikeye atmamak için yerel organların itaat etmekten başka yapacakları bir şey yoktur. Tüm öğreti, tüm yanlış tarih, tüm anlaşılmaz bilim bu amaçla hazırlandı.

Bu durumda, bu bayatlamış taktiği parçalamak için çalışacak olanlar, bireylerde ve gruplarda inisiyatif ruhunu uyandıracak olanlar, onların karşılıklı ilişkilerinde bu ilkelere dayanan bir eylem ve bir yaşam yaratmayı başaracak olanlar, çeşitliliğin, hatta çatışmanın yaşam olduğunu, tektipliliğin ise ölüm demek olduğunu anlayanlar yalnızca gelecek yüzyıllar için değil, ama açıkça gelecek devrim için çalışmış olacaklardır.”[23]

Kropotkin, 8 Şubat 1921’de hayata veda etti. Cenaze töreni Bolşevik iktidarına karşı anarşistlerin son kitlesel gösterisine dönüştü. Tam beş kilometrelik bir kortej oluşturan kalabalık, cenazeyi Moskova mezarlığına taşıdı. Cenaze törenine katılan Anarşistlerin pankartlarında “Otoritenin olduğu yerde özgürlük yoktur” sözleri yazılıydı.

Marx’a göre anarşistler, her türlü tarihsel oluşumu görmekten uzaktırlar. Bu eleştiri, daha sonra birçok sosyalist tarafından birçok kez tekrar edilmiştir. Marx, Stirner’in “Ben”in tek ve biricik olduğu savına karşılık, bireyi tarihsel çerçevenin dışında algılamanın olanaksız olduğunu savunmuştur. Proudhon iktisadın siyasete üstünlüğünü, önceliğini öne sürmüştü. Marx, bu ayrımı yapay ve zorlama bulur, Proudhon’u da toplumsal sorunu devletin dışında çözümlemek istemekle suçlar.

Bakunin ve taraftarları enternasyonale girdiler ve her yola başvurarak yönetimi ele geçirmeye çalıştılar. Marx ve Engels anarşistlerin faaliyetlerine karşı yoğun ve uzlaşmaz bir mücadele verdiler, onları işçi sınıfının hainleri olarak nitelediler. Enternasyonal’in 1872’deki Lahey Kongresi için hazırladıkları raporda Bakunincilerin amaç ve yöntemlerini kıyasıya eleştirdiler. Bakuninciler Lahey Kongresi’nde Enternasyonal’den atıldılar. Bakuninci anarşistler, Enternasyonal’den atıldıktan sonra, çalışmalarını sürdürmek için İsviçre’deki Saint-Imier kentinde yeni bir federasyon kurmak için girişimde bulundular. Bu toplantıya çeşitli ülkelerin delegelerinden başka, İspanya, İtalya ve Jura bölgesi anarşist federasyonları da katıldı.

Bologna Kongresi’nde Anarşist delegeler, “her otoriter hükümet ayrıcalıksız sınıfların zararına ayrıcalıklıların eseridir” beyanında bulundular.

İspanya, birçok bölgesinde ayrılıkçı eğilimler güçlü olduğu için, federalist görüşü savunan anarşizmin gelişmesine uygun bir ortam oldu. Ayrılıkçılığın özellikle yaygın olduğu Katalonya’nın başkenti Barselona, aynı zamanda federasyonun ağırlık merkeziydi. 1872’den sonra, İspanyol anarşist eylemi giderek güçlendi ve bir ara bünyesine 236 sendika ve 20 bin üye topladı. 1910’da kurulan İspanyol Ulusal Emek Konfederasyonu (C.N.T.) anarşistlerin etkili olduğu bir konfederasyondu. 1911’de 30 bin olan üye sayısı 1919’da 700 bine ulaşmıştı. İspanya iç savaşı başladığında ise üye sayısı 1 milyona yaklaşmıştı.

İtalyan Anarşist Federasyonu da Bakunin’in görüşlerinden etkilendi. İtalya’da anarşistler birçok komplo ve ayaklanma girişimlerinde bulundular.

Anarşizmin bir diğer önemli ismi Emma Goldman 1869’da Litvanya’da doğdu. On beş yaşında bir fabrikada çalışırken anarşist fikirlerle tanıştı. On yedi yaşında Amerika’ya göç etti. Görüşlerini yaymak için “Mother Earth” (Toprak Ana) dergisini çıkardı. Amerika’nın hemen her kentini dolaşarak konuşmalar yaptı, eylemlere katıldı; bu arada “Kızıl Emma” lakabıyla ünlendi. Kurduğu “Askerliğe Karşı Birlik” ve savaş karşıtı faaliyetlerinden dolayı Sovyetler Birliği’ne sürgüne gönderildi. I. Enternasyonal’deki anarşistlerle komünistler arasındaki ayrılığa rağmen, burada Bolşeviklerin tarafında yer aldı. Burada gördükleri karşısında uğradığı hayal kırıklığı nedeniyle Lenin’e ağır eleştiriler yöneltti. 1921’de Kronstadt ayaklanmasının Bolşevik topçu birlikleri tarafından bastırılmasından sonra oradan ayrıldı. Rusya anılarını “Bolşeviklerin Devrime İhanetinin Öyküsü” adlı kitabında topladı, Rusya ve Bolşevikler hakkındaki görüşlerini, uğradığı hayal kırıklıklarını bu kitapta açıkladı. 1936’da İspanya’da faşistlerle çarpışan anarşistlerin daveti üzerine İspanya’ya gitti ve mücadeleye katıldı. 1940’da öldü. Amerika’da Haymarket isyanından sonra asılan anarşistlerin yanına gömüldü.

Emma Goldman, anarşistlerin silahlı eylemlerini sebep-sonuç ilişkisi içinde değerlendirir. “Siyasal Şiddetin Psikolojisi” başlıklı yazısında “Sermaye ve hükümetin topyekûn şiddetiyle karşılaştırıldığında, siyasal şiddet eylemleri okyanusta birer damladır”[24] der ve bu eylemler konusundaki görüşlerini şöyle dile getirir:

“Bu tür eylemleri anlayışla karşılamak, derhal bu eylemlere sempati uyandırma suçlanmasına yol açabilir. Öte yandan, suikastçıya karşı duyulan insancıl bir sempatinin dile getirilmesi, muhtemel bir suç ortağı olarak görülme riskini doğurur.”[25]

“(…) Cahil kitleler, toplumsal ve iktisadi adaletsizliklerimize karşı bir şiddet eyleminde bulunan insanı, hayatı yok etmekten ve kanla banyo yapmaktan hoşlanan kalpsiz bir canavar, vahşi bir cani ya da sorumsuz bir meczup olarak görürler. Oysa bu, hakikatten son derece uzaktır. Şunu biliyoruz ki, bu insanların karakter ve kişilikleri üzerine çalışmış ya da onlarla yakın ilişkide bulunmuş olanlar, söz konusu kişileri bizim toplumsal suçlarımızın bedelini ödemek zorunda bırakan şeyin, çevrelerindeki yanlışlara ve adaletsizliklere karşı aşırı duyarlılıkları olduğu konusunda hemfikirdirler.”[26]

“(…) tanınmış Anarşistlerin şiddet eylemlerine kalkışıp kalkışmadıkları sıkça sorulur. Elbette kalkışmışlar ve her zaman eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmişlerdir. Burada sadece vurgulamak istediğim şey, onları eyleme zorlayan şeyin Anarşizmin öğretisi değil, duyarlı yapıları karşısında hayatı dayanılmaz hale getiren koşulların korkunç baskısı olduğudur.”[27]

“(…) sömürülenler arasında iki tür insan vardır. Bir kısmı ne olduklarının ve ne olabileceklerinin farkında değildir; hayatı olduğu gibi sorgulamadan kabul eder, köle olmak için yaratıldıklarına inanır ve emeklerinin karşılığı olarak kendilerine verilen kadarla yetinirler. Ama diğerleri düşünür, araştırır ve toplumsal adaletsizlikleri keşfederler. Her şeyi apaçık olarak görüyorlarsa ve başkalarının çektiği acı onlara da ıstırap veriyorsa, bu onların suçu mu sayılmalıdır? Sonra kendilerini mücadeleye atarlar ve halkın taleplerinin taşıyıcısı olurlar.”[28]

“Bütün Anarşistler Tolstoy’la şu temel doğru konusunda hemfikirdirler: Eğer bir malın üretimi, insan hayatının kurban edilmesini gerektiriyorsa, toplum o mal olmadan da yapabilir ama o hayat olmadan yapamaz. Ancak bu hiçbir şekilde Anarşizmin boyun eğmeyi öğrettiği anlamına gelmez. Zaten bütün acıların, bütün sefaletin, bütün hastalıkların boyun eğmekten kaynaklandığını bilirken nasıl yapabilir ki bunu?”[29]

Sürgüne gönderildiği Sovyetler Birliği’nde tanık olduğu şiddet ve güç kullanımı, Goldman’ın ilk zamanlarında savunduğu “amaç aracı haklı çıkarır” fikrinde yumuşamaya neden oldu. Şiddetin toplumsal dönüşüm sürecinin istenilmese de zorunlu bir parçası olduğunu kabul etmekle beraber, toplumsal mücadelenin yegâne ve en önemli aracı olarak kullanılmasına karşı çıktı. Sovyetler Birliği’nden ayrıldıktan sonra yazdığı “Bolşeviklerin Devrime İhanetinin Öyküsü” kitabında yine şiddet konusunda şunları yazdı:

“Yıkım ve şiddetin devrimin bir parçası olduğuna sözüm yok. Geçmişte de tüm büyük politik/sosyal değişiklikler şiddeti gerekli kılmıştır. Cesur koloniler İngiliz tiranlığına karşı direnişe geçmemiş olsaydı, Amerika bugün hâlâ İngiliz hükümranlığı altında olabilirdi. Aynı şekilde, John Brown gibiler silahlı mücadeleye girişmeselerdi, zenci köleliği hâlâ meşru görülüyor olabilirdi. Dolayısıyla, şiddetin kaçınılmazlığını reddediyor değilim. Ancak, savaşta başvurulan şiddet sadece ve sadece savunma anlamında olmalıdır. Terörü kurumsallaştırarak sosyal mücadelenin en can alıcı bölümü yapmak ise bambaşka bir şeydir. Bu türden bir terörizm, şüphesiz ki, karşı-devrimi doğuracak, hatta karşı-devrimin ta kendisi olacaktır.”

Anarşizm ve şiddet kullanımı konusuna Bertrand Russell (1872-1970) ise şöyle yaklaşıyor:

“Sosyalistler gibi anarşistler de sınıf mücadelesi öğretisine inanırlar ve onların bomba kullandığı durumlar da hükümetlerin bomba kullandığı durumlara benzer, iki taraf da savaş zamanında bomba kullanır. Fakat anarşistler tarafından üretilen her bir bombaya karşılık hükümetler tarafından milyonlarcası üretilmektedir. Anarşistlerin şiddeti tarafından öldürülen her bir kişiye karşılık devletlerin şiddeti tarafından milyonlarca kişi öldürülmektedir. Bu nedenle yaygın olan görüşte çok büyük bir yer kaplayan şiddet meselesini tamamen aklımızdan çıkarabiliriz, çünkü şiddet, anarşist duruşu benimseyenlerin ne olmazsa olmaz özelliğidir ne de onlara özgü bir şeydir.”[30]

Goldman, evliliğin insan doğasına aykırı olduğunu savunur. Evliliğin, kadınları baskı altında tutmaya yaradığını ve kadınların cinselliklerini özgürce yaşamalarını engellediğini söyler. Kilise ya da toplum onaylasın ya da onaylamasın, aşkla kutsanmamış, doğal olmayan bütün birliktelikler fuhuştur. Fuhuşta, suçlu olan fahişeler değil, onları fahişelik yapmaya mecbur bırakan, eşitsizliğe dayanan özel mülkiyet sistemi, yani kapitalizmdir. Fahişelik, kendisini besleyen bu sistem var oldukça sürecektir.

Anarşizmin bir kolu olan Anarko-sendikalizm, 1890’lı yıllarda Fransız anarşistlerinin sendikal hareketlere daha fazla katılmaları sayesinde gelişti. Sonraki yıllarda Fransa dışına yayıldı, Latin ülkelerinin yanı sıra Almanya, Hollanda ve İskandinav ülkelerinde büyük ölçüde anarşist komünizmin yerini aldı. Anarko-sendikalistleri anarşist komünistlerden ve kolektivistlerden ayıran iki nokta şuydu: Temel toplumsal birim olarak komün yerine sendikanın öne çıkarılması ve komplocu ya da isyancı eylem yerine endüstriyel eylemlere önem verilmesi.

Sosyalizme yakın duran bir düşünür olan Bertrand Russell, “Özgürlük Yolu, Sosyalizm, Anarşizm, Sendikalizm” adlı kitabında bunlar hakkındaki görüşlerini dile getirmiştir. Anarşistlerin sendikalizm ve yerel yönetimlerin konfederasyonu görüşlerine de sıcak bakar. Sendikalizmin ve yerel yönetimlerin, işçilerin kapitalistlerin gereksizliğini anlamaları ve kendi kendilerini yönetmeyi öğrenmeleri için fırsat olduğunu öne sürer. Sendikalizmin ana öğretisi sınıf mücadelesinin siyasi yöntemler ile değil, endüstriyel yöntemlerle yürütülmesidir. Savunulan başlıca endüstriyel yöntemler grev, boykot ve sabotajdır.

Russell, 1920 yılında, yani devrimden üç yıl sonra İngiliz İşçi Partisi’nden bir heyetle birlikte SSCB’ye gider ve yerinde incelemelerde bulunur. Dönünce, “Bolşevizm’in Pratiği ve Teorisi” adlı kitabını yazar, izlenimlerine ve yorumlarına bu kitabında yer verir. Sosyalizmi över ancak SSCB’deki yönetimi eleştirir.

“Özgürlük Yolu, Sosyalizm, Anarşizm, Sendikalizm” adlı kitabında anarşistlerin toplum örgütlenmesine ilişkin görüşleri hakkında şöyle yazar:

“Anarşist komünistlerin tasarladığı iktisadi toplum örgütlenmesi sosyalistlerin düşündüğünden çok farklı değildir. Onların sosyalistlerden farkı hükümet meselesindedir: Anarşist komünistler hükümetin sadece çoğunluğun rızası ile değil, yönetilenlerin tümünün rızası ile oluşması gerektiğini söyler. Çoğunluğun egemenliği kuralının da en az azınlığın egemenliği kadar özgürlük karşıtı bir durum olduğu inkâr edilemez: Çoğunluğun ilahi hakkı da başka her türlüsü gibi çok az gerçeklik içeren bir dogmadır. Güçlü, demokratik bir devlet kolayca en iyi vatandaşlarını, özellikle de bağımsız aklı sayesinde ilerleme için bir güç oluşturabilecek olanları bastırma yoluna itilebilir. Demokratik parlamenter hükümet deneyimleri, ilk sosyalistlerin bu konudaki beklentilerinin fazlasıyla uzağında kaldığını göstermiştir ve buna karşı olan anarşist başkaldırı da şaşırtıcı değildir.”[31]

İlk anarşist öğrenciler grubu 1890’da Paris’te kuruldu ve birçok yazar ve ressam kendilerini anarşizmle özdeşleştirmeye başladılar. Yazar Oscar Wilde de anarşist öğrenciler grubunu ziyarete geldiğinde, artık bir anarşist olduğunu belirtti. Kropotkin’e büyük hayranlık duyuyordu ve “Sosyalizm Altında İnsan Ruhu” adlı eseriyle anarşizme önemli bir katkıda bulundu. Bu eserinde Kropotkin’den çok Godwin’in etkisi hakimdi.

Wilde mülkiyetin toplumsallaştırılmasını yeterli görmez. Bir düzeltici olarak bireyciliğe ihtiyaç olduğunu söyler:

“Sosyalizm otoriterse; şimdi politik iktidarla silahlanmış oldukları gibi ekonomik iktidarla silahlanmış hükümetler varsa; tek kelimeyle Sanayi Tiranlıkları olacaksa, insanın son devleti ilkinden daha kötü olacak demektir.”[32]

Osmanlı anarşisti Baha Tevfik, 1913-1914 yıllarıyla tarihlenen kitabında hükümet ve birey arasındaki ilişkiyi şöyle değerlendiriyor:

“Dünyanın hangi noktasına gidilirse gidilsin, en ilkel en vahşi kavimlerde bile hükümetin gücünün bireyin ilerlemesiyle ters orantılı olduğu göze çarpar.”[33]

ABD’li bir sosyal eleştirmen olan John Zerzan (D: 1944), günümüzün önemli anarşistlerinden, Amerika’nın başlıca anarşist yayınlarından olan “Anarchy” dergisinin de sürekli yazarlarından biri. Zerzan 25 yıldan beri “insan denilen canlı türü, nasıl oldu da kendi yaşamını, dünyayı, hatta yavaş yavaş uzayı cehenneme çeviren bir varlığa dönüştü” sorusuna cevap arıyor. Antropoloji ve arkeoloji alanlarında son yirmi yıl içinde gerçekleşen köklü dönüşümlerden hareket eden Zerzan, günümüzde pençesinde kıvrandığımız yabancılaşmanın kökenini, avcı-toplayıcı yaşam tarzının sona ermesinden sonra ortaya çıkan tarımla birlikte başlayan uygarlığa dayandırıyor.

Zerzan’a göre, evcilleştirme, tarım ve uygarlık öncesi yaşam, aslında doğayla özdeşleşmenin, duygusal bilgeliğin, cinsel eşitliğin ve sağlığın hüküm sürdüğü bir yaşamdı.Bu yaşam rahipler, krallar ve patronlar tarafından köleleştirilmeden önce, neredeyse iki buçuk milyon yıl sürmüştü. Ne var ki, Üst Paleolitik çağda, yani günümüzden yalnızca on bin yıl önce, adeta ani bir patlamayla başlayan uygarlık, bu özgür yaşamı yok ederek, önce doğanın, ardından da bizzat insanın tahakküm altına alınmasına yol açmıştır.

Zerzan, uygarlığı bir felaket olarak değerlendiriyor. Bugüne kadar “uygarlaşan insanlığın evrensel değerleri” olarak görülen evcilleştirme, tarım, işbölümü, sanat, zaman bilinci, dil, yazı, sayı sistemi ve bir bütün olarak sembolik kültür, esiri olduğumuz çağdaş tahakkümün temel bileşenleridir. Bu yüzden, uygarlık kökten reddedilmediği sürece özgürleşmek mümkün değildir.

Zerzan, “Bugüne dek kapitalizme karşı çıkan her modern hareket, özünde, üretim araçlarının büyümesini ve teknolojik gelişimin sürmesini kabullenmişti. Artık bu üretimci yönelim, açıktan açığa reddediliyor; bu reddediş yeni yeni anarşist harekette yükselişe geçiyor”[34] diyor.

Günümüzde Anarşizm felsefesinin savunucularından bir diğeri ve belki de en ünlüsü Theodor John Kaczynski.

Kaczynski, Polonya’dan ABD’ye göç etmiş bir ailenin çocuğu.1942’de Şikago’da doğmuş. 16 yaşında Harvard Üniversitesini bursla kazanmış ve 20 yaşında “yüksek matematik” diploması almış. Michigan’da “matematiğin sınır fonksiyonları” adlı doktora çalışmasıyla “yılın en iyi matematik tezi” ödülünü almış, Berkeley Üniversitesi’ne asistan profesör olarak kabul edilmiş. 1969’da hiçbir gerekçe göstermeden öğretim üyeliğini bırakmış; iki yıl ailesiyle birlikte yaşadıktan sonra Montana’da orman içinde küçük bir arazi alıp oraya yerleşmiş. On iki metrekarelik bir orman kulübesinde elektrik, su, radyo, televizyon, bilgisayar gibi şeylerden uzak, kendi yetiştirdiği sebzelerle ve avladığı tavşanlarla beslenerek yaşamış. Yedi yıl sonra, bir otoban yapımı için çevresindeki ağaçların kesilmeye başlaması üzerine tekno-sanayi sistemine karşı eyleme geçmeye karar vermiş. Kendisini dünyada “Unabomber”[35], Türkiye’de de “Bombacı Profesör” olarak ünlendiren eylemlerine böylece başlamış. 18 yıl boyunca FBI’yı peşinden koşturan Kaczynski, bu süre içinde birçok bilim, teknoloji, reklam ve havayolu şirketine bombalı paket göndermiş. 1996 Nisan’ında yakalanmış ve müebbet hapis cezasına çarptırılmış. Halen Colorado’da yüksek güvenlikli Florence cezaevinde yatıyor.

Eylemlerini yaparken de bir taraftan “Sanayi Toplumu ve Geleceği” isimli manifestosunu yazmış. Endüstriyel teknolojik sisteme cepheden bir karşı çıkış olan bu manifesto, gezegenimizi felakete sürükleyen teknolojik uygarlığın insan üzerindeki tahribatını da ortaya koyuyor.

Kaczynski’nin manifestosundan özgürlükle ilgili bir alıntı:

“Endüstriyel-teknolojik toplumun, bireyin özgürlük alanını sürekli daraltmaksızın reforme edilemeyeceğini kanıtlamak durumundayız. Ancak, ‘özgürlük’ pek çok şekilde anlaşılabileceği için, önce ne tür bir özgürlükten bahsettiğimizi açıklığa kavuşturmalıyız.

Özgürlükten şunu kastediyoruz: Güç sürecini, ikâme etkinliklerin yapay hedefleriyle değil, gerçek amaçlarla ve hiç kimsenin, özellikle de hiçbir büyük kuruluşun müdahalesi, manipülasyon ya da denetimi olmadan yaşayabilme fırsatı. Özgürlük, kişinin yiyecek, giyecek, barınak ve çevresinden gelebilecek her türlü tehlikeye karşı savunma gibi hayati meseleleri -bir birey ya da küçük bir grubun üyesi olarak- kendi kontrolü altında tutmasıdır. Özgürlük, güç sahibi olmak demektir; diğer insanları kontrol etmeye değil, ancak kendi yaşamının koşullarını kontrol etmeye yarayan güç. Birileri -özellikle de büyük bir kuruluş- kişinin üzerinde bir güce sahipse, bu güç ne kadar iyi niyetli, hoşgörülü ve müsamahakâr olursa olsun kişi özgür değildir. Özgürlüğü, sırf hareket serbestisiyle karıştırmamak önemlidir.”[36]

Kaczynski, teknoloji kullanımı konusunda ise “Teknolojik bir buluşun kullanımı başlangıçta isteğe bağlı olsa da bu mutlaka isteğe bağlı kalacak demek değildir, çünkü yeni teknoloji, toplumu öyle değiştirir ki birey için o teknolojiyi kullanmadan hareket etmek zor ya da imkânsız hale gelir”[37] diyor.

Endüstri toplumu ve doğa çelişkisi konusunda Bertrand Russell, daha 1920’lerde şunları söylüyordu:

“(…) insanlar endüstrileşme sonucunda daha özgür olurlar, çünkü doğaya olan bağımsızlıkları artar, ama kişiler, tek tek, daha özgür bir duruma gelirler denilemez, çünkü bu defa toplumun onlar üzerindeki baskısı artar.”[38]

“(…) sosyalist bir endüstri, toplumun efendisi değil, hizmetkârı olabilir. Bu, sosyalizmin kapitalizme üstün tutulmasının temel nedenlerinden birisidir. Ekonomik düzen değişikliklerini savunanları, rakiplerinin yanlışlarını benimsemeleri tehlikesine karşı uyarmak isterim. Bu tehlike, malları, insanların hayatlarını özgürlüğe kavuşturacak araçlar olarak görmek yerine, insanları mal üreten araçlar olarak görmektir.”[39]

“(…) önce kapitalist Batının bulduğu, sonra sosyalistim diyen Doğunun benimseyip uyguladığı biçimde endüstrileşme, doğasal düzeyde de yüzyıllardır düşlenen ideal çözüm değildir. Eğer toplumsal örgütlenme, hele emeğin örgütlenmesi, endüstrileşmenin alışılmış biçimini kıramaz, ona egemen olamazsa, o endüstrileşmenin getireceği kalkınma, aynı zamanda toplumsal ve bireysel mutluluk anlamına gelmez.”[40]

1974’de Amerika’da Toplumsal Ekoloji Enstitüsü’nü kurmuş olan Murray Bookchin, Kuzey Amerika ve Britanya’daki anarşist çevrelerin yönelimlerinden duyduğu rahatsızlığı, 1995’de yazdığı “Toplumsal Anarşizm mi, Yaşam Tarzı Anarşizm mi?” adlı kitabında dile getiriyor. Bookchin, kişisel özerklik kavramı ile toplumsal özgürlük kavramının, asla uzlaşmaz kavramlar olduğunu söylüyor, “bugün Amerika’da ve gittikçe de Avrupa’da anarşizm adına olup bitenler, sorumlu toplumsal bağlılığı reddeden, içe dönük kişiselcilikten başka bir şey değildir” diyor. Yaşam tarzı anarşistleri, özgürlük yerine özerklik istemek suretiyle, özgürlüğün zengin toplumsal yan anlamlarını feda etmektedirler. Bookchin bireyci anarşistleri şöyle eleştiriyor:

“Bireyci anarşistlerin özgürlükçü eylemlerde ön plana çıkmaları yılgınlığa yol açan şiddetli toplumsal baskı dönemlerinde oldu, o zamanlarda da temelde teröristler olarak ortaya çıktılar. Fransa, İspanya ve Birleşik Devletler’de bireyci anarşistler, anarşizmi son derece uğursuz bir komplo olarak tanıtan terör eylemlerinde bulundular. Terörist olanlar, genelde özgürlükçü sosyalist ve komünistler olmaktan çok, dönemlerindeki adaletsizlikleri ve kültürsüzlüğü protesto etmek için sözde ‘eylemde propaganda’ adına silah ve patlayıcı kullanan umutsuz insanlardı. Ancak, bireyci anarşizm kendisini daha çok kültürel muhalif davranışlarla ortaya koyuyordu. Bu tarz, anarşistler arasında öylesine yaygınlaştı ki, anarşistler yaşanabilir bir toplumsal alanla bağlantılarını kaybettiler.”[41]

Bookchin, yaşam tarzı anarşistleri diye adlandırdığı bireysel anarşistleri, postmodern felsefecilerden Michel Foucault’nun görüşleri ile ilişkilendiriyor:

“Bilinçli ya da bilinçsiz olarak, birçok yaşam tarzı anarşisti, toplumsal devrim yerine, ezilenlerin halk meclislerinde, konseylerinde ve/veya konfederasyonlarında kurumsallaşmış bir şekilde yetkilendirilmeleri talebini değil, muğlak ve kozmik iktidar eleştirisine dayanan, Michel Foucault’nun ‘kişisel isyan’ yaklaşımını dile getirmektedir. Bu akım, toplumsal devrimin gerçek olasılığını, ya ‘olanaksız’ ya da ‘hayali’ görerek sildiği oranda, sosyalist ya da komünist anarşizmi temel anlamda bozar. Aslında Foucault ‘direniş, iktidarla ilişkisinde asla ona dışsal değildir… Yani, bir tek (evrensel) büyük Red merkezi, isyan ruhu, tüm ayaklanmaların kaynağı ya da saf devrim yasası yoktur” gibi bir bakış açısını teşvik eder. Hepimiz öylesine kozmik bir gücün her yerde bulunan kollarıyla sarılmışızdır ki, Foucault’nun abartmaları ve kaçamakları bir yana, direniş tümüyle her şekle giren bir hal alır; ‘yalnız’ ile ‘yaygın’ın arasında ne istediğimizi bilmeden sürükleniriz. Onun dolambaçlı düşünceleri, sonunda, direnişin illa da daima var olan -ve kaçınılmaz olarak yenilen- bir gerilla savaşı olması gerektiği sonucuna varır.”[42]

Bookchin, günümüzün bazı anarşistlerinin teknolojiye ve uygarlığa karşı çıkışlarını ise “ideolojik saçmalık” olarak nitelendiriyor:

“Günümüzün çağdaş ideolojisi açısından baktığımızda, bu ideolojik saçmalık genelde, yeni geliştirilen otomatikleştirilmiş makinelerin çeşitli şekillerde insanların işlerine mâlolduğu ya da sömürüyü arttırdığı iddiasıyla ayırt edilir. İkisi de şüphe götürmez gerçeklerdir. Ancak kökenleri, bizzat teknolojik ilerlemelere değil, kesinlikle kapitalist sömürünün sosyal ilişkilerine dayanır. Açıkça söylendiğinde: Bugün ‘küçülme’ makineler tarafından değil, makineleri emeğin yerine koymak için veya emeği daha fazla sömürmek için kullanan açgözlü burjuvalar tarafından ortaya çıkarılmaktadır. Aslında burjuvaların işçi maliyetini azaltmakta kullandıkları makineler, akılcı bir toplumda, insanları akılsızca zahmetlerden kurtarıp, onların daha yaratıcı ve kişisel olarak tatmin edici etkinliklere zaman ayırmalarını sağlayabilir.”[43]

“Teknoloji ve uygarlığın, içkin olarak insanlığı ezdiğini ileri sürmek, aslında, ayrıcalıklı sömürenlerin sömürülenler üzerinde, hükümranlarınsa, kendilerine tabi olanların üzerinde kurduğu özgül toplumsal ilişkileri gizlemeye yarar.”[44]

“…teknoloji karşıtlığı, günümüzün toplumsal ve kişisel hastalıklarının kaynaklarını açıklamaktansa, yanıltıcı bir şekilde, büyümenin ve ekolojik yıkımın altında yatan neden olarak kapitalizmin yerine teknolojiyi koymamıza izin vererek sermaye birikimini ve emek sömürüsünü kolaylaştırır. Şehirde kültürel merkez olarak vücut bulan uygarlık, sanki şehir, kabile ya da köy yaşamının aksine, insan ilişkilerini evrenselleştirmek için potansiyel bir alan değilmiş de iyileşmeyen bir kansermişçesine akılcı boyutlarından soyutlanıyor. Kapitalist sömürü ve tahakkümün temel toplumsal ilişkileri, ego ve teknik üzerine toplumsal ve ekolojik krizlerin temel nedenlerini -iktidar, endüstri ve servet tellallarını üreten meta ilişkilerini- ve toplumun kavrayışını bulandıran metafizik genellemelerle gölgede bırakılır.”[45]

Bookchin bu eleştirisini yaptıktan sonra şöyle bir açıklama yapmanın da gerekliliğini duyuyor:

“Tüm bunlar, birçok teknolojinin içkin olarak tahakkümcü ve ekolojik açıdan tehlikeli olduğunu yadsımak ya da uygarlığın bulunmaz bir nimet olduğunu iddia etmek anlamına gelmez. Nükleer reaktörler, büyük barajlar, merkezi endüstriyel kompleksler, fabrika sistemi ve silah endüstrisi -bürokrasi, kent felaketi ve günümüz medyası gibi- başlangıcından beri zararlıydı. Ancak 18. ve 19. yüzyıllarda, Kuzey Amerika’nın geniş alanlarını ormansızlaştırmak, yerli halklarını fiilen yok etmek ve bütün toprağı aşındırmak için buharlı makineye, kitlesel üretime ya da dolayısıyla dev şehirlere ve eli uzun bürokrasilere ihtiyaç yoktu. Aksine, demiryollarının ülkenin bütün köşelerine varmasından bile önce, bu tahribatın çoğu, basit baltalar, barutlu tüfekler, atlı katarlar ve sabanla gerçekleştirilmişti.”[46]

Bookchin’in “halk demokrasisi”, “halk meclisleri” ve “devrim” konusundaki görüşleri de hayli önemli:

“Bir defa, halk demokrasisi herkesin halk meclislerine katılabileceği, katılacağı ve hatta katılmak isteyeceği fikrini kendine öncül olarak almaz. Anarşist olduğunu iddia eden hiç kimse, katılımı zorunlu kılmamalı, insanları katılım yönünde zorlamamalıdır. Daha da önemlisi, devrimler tarihinden bildiğim kadarıyla, belli bir yerdeki insanların hepsi şöyle dursun, büyük çoğunluğunun bile devrime katılması hiç söz konusu olmamıştır. Devrimci bir durumda ayaklanma baş gösterdiğinde, az sayıda destekçinin yardımını gören (adı sanı bilinmeyen) militanlar başkaldırıp kurulu düzeni alaşağı ederken, halkın büyük bölümü olan biteni seyretmekle yetinir.

Avrupa’da ve Amerika’da gerçekleşen büyük devrimlerin hemen hepsini büyük bir dikkatle inceledim; edindiğim bilgilere dayanarak şunu söyleyebilirim ki, bütünüyle başarılı olmuş bir devrimde, kendi toplumlarının kaderi hakkında önemli kararlar alan meclis toplantılarına katılan insanlar hep küçük bir azınlığı oluşturmuştur. Kapitalist bir toplumda kitlelerin politik ve toplumsal bilinç, çıkar, eğitim ve yetişme biçimi bakımından sergiledikleri farklılıklar, beraberinde, halkın devrime topyekûn değil, dalga dalga katılmasını getirir. İlk önce, en militan öncü dalga gelir (bu dalgayı başlatanların sayısı oldukça azdır); onu, olaylara o zamana dek seyirci kalmış insanlardan oluşan, ama eğer kalkışma başarılı olacak gibi görünüyorsa, birinci dalgayla birleşen ikinci dalga izler. Kalkışmanın başarılı olma olasılığının yüksek olması halinde ancak, politik açıdan daha az gelişmiş dalgalar, değişik derecelerde, ona katılır. Kalkışma başarılı olduktan sonra bile halkın hatırı sayılır bir bölümünün devrimci sürece eksiksiz bir biçimde, genelde gösterilerdeki kalabalıklar olarak, daha nadiren de devrimci kurumların katılımcıları olarak kendisini göstermesi zaman alır.

(…) Devrimler “herkesin” ya da nüfusun büyük çoğunluğunun baskıcı bir rejimi devirmede aktif bir biçimde yer alması sonucu değil, eski düzenin silahlı kuvvetlerinin ve nüfusun büyük bölümünün militan ve kararlı bir azınlığa karşı kurulu düzeni daha fazla savunmak istememelerinin sonucu zafere ulaşmıştır.”[47]

Bookchin’e göre Sol’un geleceği, son tahlilde, onun, günümüzde ve ufukta gözükmeye başlayan gelecekte hem Marksizm hem de anarşizm içerisinde geçerli olan şeyleri kabul etme yetisine bağlıdır.[48]

Bookchin’in bu tespiti, devletçi sosyalizm ve anarşizm dışında bir üçüncü yol olduğunu işaret ediyor.

Bu üçüncü yol, toplumun tüm kesimlerinden gönüllü bireylerin, yerel meclisler aracılığıyla doğrudan yönetime katıldığı, "SOSYALİST DEMOKRASİ" veya "DOĞRUDAN DEMOKRASİ" diye adlandırılan gerçek demokrasidir. Doğrudan demokraside tüm fabrikalar, atölyeler, bürolar, çiftlikler, okullar, kışlalar, yerel meclisler vasıtasıyla aşağıdan yukarıya doğru uzanan birer iktidar organıdırlar. İşyeri komiteleri, mahalle ve köy meclisleri ilçe meclislerinin, ilçe meclisleri ise il meclislerinin parçasıdırlar. En yüksek organ Yüksek Meclis'tir. Yüksek Meclis, yerel iktidar organlarıyla bağlantılı olarak çalışır ve onlarla birlikte bir bütün oluşturur. Aşağıdan yukarıya doğru yönetim kademelerini oluşturan tüm bu örgütlenmeler, kendi yönetimlerini özgürce belirlerler. Tüm yurttaşlar yönetim organlarına aday gösterebildikleri gibi, kendileri de aday olabilirler. Seçmenler, seçtikleri ve üst organa gönderdikleri temsilcileri ve görevlileri temsil ve görev dönemleri tamamlanmadan "geri çağırma" hakkına sahiptirler. Bu hakkın kullanımı yasalarla düzenlenir ve güvence altına alınır. Hiç kimsenin görevi dolayısıyla yasal dokunulmazlığı yoktur.

Lenin’in Ekim Devrimi’nin sloganı haline gelen “Bütün İktidar Sovyetlere!” çağrısı, işte böyle bir demokrasiye çağrıydı. Fakat, iç savaş ekonomiyi büyük ölçüde sarsmış, ülkeyi açlık tehlikesiyle karşı karşıya getirmişti. İktidar, sosyalist kuruluş süreci için gerekli olan hamlelere hazırlanabilmek için güç biriktireceği bir döneme karar verdi. İç savaşın getirdiği ekonomik sıkıntıları aşmak amacıyla 1921 yılında Yeni Ekonomi Politikası (NEP) uygulamasına geçildi. NEP'in Lenin'in “sosyalizmden önce devlet kapitalizmi” diye tanımladığı bir içeriği vardı ve “geri çekilme” olarak da adlandırılıyordu.

Engels, Marx’ın da 5 Mayıs 1875’de eleştirmiş olduğu Gotha Programı taslağını eleştirmiş ve devlet sorunu hakkında şunları yazmıştı:

“(…) Devlet, proletaryanın mücadelede, devrim sırasında düşmanlarını zor yoluyla baskı altında tutmak amacıyla yararlanmak zorunda olduğu geçici bir kurumdan ibaret olduğu için, özgür halk devletinden bahsetmek tam bir saçmalıktır. Proletarya devlete ihtiyaç duyduğu sürece, onu özgürlük için değil, hasımlarını baskı altında tutmak için kullanacaktır ve özgürlükten bahsedilebileceği gün, devlet artık devlet olmaktan çıkacaktır. Bu yüzden biz her yerde ‘devlet’ yerine, Fransızca ‘Komün’ kelimesini pekâlâ karşılayabilecek güzel, eski bir Almanca kelimeyi koymayı öneririz: Gemeinwesen (topluluk).[49]

Lenin, “Engels’in merkeziyetçilik anlayışı, devletin birliğinin komünler ve bölgeler tarafından gönüllü olarak savunulduğu, her türlü bürokratik uygulamanın ve tepeden inme emirlerin kesinlikle ortadan kaldırıldığı geniş çaplı yerel özyönetimleri hiçbir şekilde dışlamaz” diyordu.[50]

Lenin’e göre devleti ortadan kaldırabilmek için, kamu hizmetlerini toplumun büyük çoğunluğunca ve ileride, tek tek her birey tarafından yapılabilecek basitlikte denetim ve muhasebe işlemlerine dönüştürmek gerekir. Devletin önemli işleri işçilerin kendi kendilerine yapabilecekleri muhasebe ve denetim işlerine indirgendiğinde, devlet bir ‘siyasal devlet’ olmaktan çıkacak ve kamu işleri siyasal niteliklerini kaybederek basit yönetim işlerine dönüşecektir.

“Devlet ve Devrim”de bu konuyu şöyle açıklar:

“Toplumun bütün üyeleri (ya da en azından ezici çoğunluğu) devleti bizzat yönetmeyi öğrendikleri, bu işi kendi ellerine aldıkları, önemsiz sayılabilecek kapitalist azınlık, kapitalist alışkanlıklarını sürdürmek isteyen muktedirler ve kapitalizmin iyiden iyiye yozlaştırdığı işçiler üzerinde denetim kurdukları andan itibaren, her türlü hükümete duyulan ihtiyaç tamamen ortadan kalkmaya başlar. Demokrasi ne kadar tam olursa, gereksiz hale geleceği an da o kadar yaklaşır. Artık ‘kelimenin gerçek anlamıyla devlet olmayan’ ve silahlı işçilerden oluşan ‘devlet’ ne kadar demokratik olursa, her türlü devlet biçimi de o kadar hızlı bir şekilde sönümlenmeye başlar.

Zira herkes yönetmeyi öğrendiği ve toplumsal üretimi gerçekten kendisi yönettiği, kendisi hesap tuttuğu ve asalaklar, zengin çocukları, madrabazlar ve ‘kapitalist geleneklerin diğer yılmaz bekçileri’ üzerinde denetim uyguladığı zaman, halkın geneline yayılan bu muhasebe ve denetimden kaçmak kaçınılmaz olarak öylesine güçleşecek, öylesine ender bir istisna haline gelecek ve muhtemelen öylesine hızlı ve sert bir cezalandırmayla karşılaşacaktır ki (zira silahlı işçiler duygusal aydınlar değil, pratik insanlardır ve hiç kimsenin kendileriyle oyun oynamasına izin vermezler) cemiyetin basit, temel kurallarına uyma zorunluluğu çok geçmeden bir alışkanlık haline gelecektir.

İşte o zaman, komünist toplumun alt aşamasından üst aşamasına geçişin ve bununla birlikte devletin tümüyle sönümlenip gitmesinin yolu sonuna kadar açılacaktır.”[51]

Bürokratik örgütlenme ile ilgili görüşlerini ise yine “Devlet ve Devrim”de şöyle ortaya koyuyordu:

“Gerekli olduğu varsayılan ‘bürokratik’ örgütlenme konusunda, demiryolları ile büyük ölçekli makineli sanayideki herhangi bir işletme, herhangi bir fabrika, büyük mağaza ya da büyük ölçekli kapitalist tarım işletmesi arasında en küçük bir fark bile bulunmadığını söylemek gerekir. Bu tür işletmelerin hepsinde hâkim olan teknik, herkesin kendi payına düşen görevi yerine getirirken en sıkı disipline uymasını ve son derece titiz davranmasını gerektirir, aksi takdirde bütün işletme durabilir, makineler ya da mamul ürün zarar görebilir. Bütün bu işletmelerde işçiler elbette ‘bir tür parlamento’ oluşturan temsilciler seçeceklerdir.

Fakat meselenin dönüp dolaşıp düğümlendiği yer, bu ‘bir tür parlamento’nun bir burjuva parlamento kurumu anlamında bir parlamento olmayacağıdır. Meselenin özü, bu ‘bir tür parlamento’nun, düşünceleri burjuva parlamenterizminin sınırlarını aşamayan Kautsky’nin tahayyül ettiği gibi yalnızca çalışma mevzuatını belirlemek ve bürokratik aygıtın yönetimini denetlemekle yetinmeyecek olmasıdır. Sosyalist toplumda işçi temsilcilerinden oluşan ‘bir tür parlamento’ elbette ‘çalışma mevzuatını belirleyecek ve bürokratik aygıtın yönetimini denetleyecektir’, ama bu aygıt ‘bürokratik’ olmayacaktır. İşçiler siyasal iktidarı ele geçirdikten sonra eski bürokratik aygıtı yerle bir edecek, temellerine kadar parçalayacak, köküne kibrit suyu çakacaklardır. İşçi sınıfı bu aygıtın yerine yine aynı işçi ve memurlardan oluşan yenisini geçirecektir, ama bu çalışanların birer bürokrat haline dönüşmesini engellemek için, hiç vakit kaybetmeden, Marx ve Engels’in ayrıntılarıyla ortaya koydukları önlemler hayata geçirilecektir:

1-Yalnızca seçim değil, aynı zamanda her an görevden alabilme;

2-Ücretlerin işçi ücretlerini geçmemesi;

3-Herkes tarafından denetim ve gözetimin derhal yürürlüğe konması ve böylece herkes bir süreliğine ‘bürokrat’ olunca hiç kimsenin ‘bürokrat’ olamaması.”[52]

Devrimden sonraki üç yıl, yani iç savaş dönemi boyunca, devlet yönetiminde verimliliği artırmak için yapılan mücadele, sanayi üzerinde işçi denetiminin başarılı olamayışı ve savaştan ekonomik örgütlenmeye kadar bütün alanlarda, burjuva uzmanların teknik kapasitelerinin gerekli olduğunun ortaya çıkması, Lenin’i devlet işlerinin, boş zamanlarında işçiler tarafından yönetilmesi hakkındaki görüşünden vazgeçirdi.

Lenin, NEP’in (Yeni Ekonomi Politikası) başlamasının hemen öncesinde eski tutumunu reddettiğini gösteren bir dil kullanıyordu:

“Her işçi, devlet yönetmesini bilebilir mi? Tecrübeli insanlar bunun bir masal olduğunu bilirler… Sendikalar bir komünizm ve yönetim okuludur… İşçiler bu okula devam edince çok şey öğrenecekler, fakat ilerleme yavaş olacaktır… Yönetime kaç işçi katılmaktadır? Bütün Rusya’da topu topu birkaç bin.”[53]

Troçki, amaçla araçlar arasındaki ilişkiyi ele alırken, amacın her türlü araca başvurulmasını gerektirebileceğini savunuyor, araçları ilkesel bir yaklaşımın konusu olarak görmek yerine yalnızca geçici ve pratik bir sorun olarak görüyor, şöyle diyordu:

“Amacı hedefleyen birisi, araçları reddedemez. Mücadele, proletaryanın üstünlüğünü gerçekten güvence altına almak için böylesi bir yoğunlukla sürdürülmelidir. Eğer sosyalist devrim bir diktatörlüğü -proletaryanın Devlet’i kontrol edebilmesini sağlayan tek biçim- gerektiriyorsa, bu durum diktatörlüğün ne pahasına olursa olsun güvence altına alınması gerektiği sonucunu doğurur.”[54]

Stalin, proletarya diktatörlüğüyle parti diktatörlüğünün aynı şey olduğunu savunuyor ve “Leninizm’in Sorunları”nda şöyle diyordu:

“(…) Devletin giderek son bulması, devlet iktidarının zayıflaması ile değil, tersine son derece kuvvetlenmesi ile olacaktır, can çekişen sınıfların artıklarını temizlemek ve henüz yıkılacak durumda olmaktan uzak bulunan ve pek yakın zamanda da bu duruma gelmeyecek olan kapitalizmin kuşatmasına karşı savunmayı örgütlendirmek için devlet iktidarının kuvvetlenmesi vazgeçilmez, zorunlu bir şeydir.”[55]

Lenin'in ve Troçki'nin yönetimi işçi sınıfına bırakmayı ertelemiş olmaları, içinde bulunulan savaş koşulları ve ekonomik güçlükler göz önüne alındığında anlaşılabilir görünüyor. Proletaryanın yönetimi ele alacak düzeye ulaşamamış olması da buna gösterilebilecek bir diğer gerekçe olarak kabul edilebilir. Ancak nedeni ne olursa olsun şu gerçeği de kabullenmek zorundayız: Bürokratlaşmanın ve yozlaşmanın türemesi süreci de bu geçici önlemle başlamıştı. Anarşistler bu bürokrasinin gelişini ve devrimin harap oluşunu daha devrimin ilk günlerinde “Bolşevik iktidarın örgütlenişinde” görmüşlerdi.

Nitekim sosyalizm karşıtlarının sosyalizmi kötülemek amacıyla örnek olarak ortaya sürdükleri olumsuzluklar sosyalizmden değil, tam tersi, sosyalizmin gerçek anlamda inşa edilememiş olmasından doğan olumsuzluklardır. “Üreten biziz, yöneten de biz olacağız” ideali hayata geçirilememiştir.

Görülen tüm olumsuzluklara rağmen Sovyetler Birliği deneyimi,sosyalizmin en iyi kapitalizmden daha iyi olduğu gerçeğini gizleyemiyor. Ancak birilerinin başkaları adına devrim yapmasının, rejimin baskı rejimine dönmesi riski taşıdığını da çok önemli bir olgu olarak göz önünde bulundurmak gerek. Sosyalist bir devrimi yozlaştırarak amacından saptıran, kirleten ve gerçek demokrasi yerine baskı rejimine dönüştüren, yönetim erkinin bir azınlığın elinde olmasıdır. Bunu önlemenin yolu, yönetim erkini toplumun tüm kademelerine yaymak, bunu yaparken de bireylerin bilinç düzeyini yükselterek, kendi kendini yönetebilecek yeteneğe sahip bir toplumu oluşturmaktır.

Sömürünün olmadığı, herkesin yeteneğine göre vereceği ve ihtiyacı kadarını alacağı ideal toplum kurulduğunda, hiç kimse yaşamını geçinme çabasıyla harcamayacak, toplumun tüm bireyleri entelektüel yönlerini geliştirmeye ve bilinç düzeyini yükseltmeye zaman ayırabilecektir. Toplumun “başkalarına bize davranılmasını istediğimiz gibi davranalım” şeklinde özetlenen ahlak anlayışını ilke edinmesiyle yeni bir dünya kurulacaktır. Karl Marx'ın “sınıfsız toplumun kurulması, son değil başlangıçtır” sözüyle anlatmak istediği de budur.

Craig O’Hara, Amerika’nın Massachusetts eyaletindeki Tufts Üniversitesi’nde ders kitabı olarak okutulan “Punk Felsefesi: Gürültünün Ötesinde” adlı kitabında anarşinin gerçekleşme koşulu olarak şunu vurgular:

“Anarşi sadece yasaların olmaması, yasalara ihtiyacın olmaması anlamına gelmemektedir. Anarşizm, bireylerin sorumlu biçimde davranmalarını gerektirir. Bireylerin, onları yönlendirecek ve cezalandıracak otoriteleri olmadığı zaman; birbirleriyle dürüstçe ve eşitçe konuşabilecek kadar cesaret ve akıl sahibi oldukları zaman; ancak ve ancak o zaman anarşi mümkün olur.”[56]

Marx, “Filozoflar dünyayı sadece farklı yorumladılar, fakat aslolan onu değiştirmektir”[57] der. Bu değişimin önce devrime önderlik edecek kadrolarda, sonra da tüm iktidar organlarında yapılması gerektiği açıktır. Devrimlerin karşıtına dönüşmemesi, devrime önderlik edenlerin ve onu sürdürecek kadroların, devrimi “önce kendi içlerinde” yapmış olmalarıyla mümkündür.



[1] V. I. Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011, s.3.

[2] Karl Marx, Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Siyah Beyaz Kitap, İstanbul, 2011, s: 80 v. d.

[3] V. I. Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011, s.14.

[4] Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.62.

[5] A. G. E., s. 17

[6] George Woodcock, Anarşizmin Kısa Tarihi, Alter Yayıncılık, Ankara, 2015, s. 34

[7] George Woodcock, Anarşizmin Kısa Tarihi, Alter Yayıncılık, Ankara, 2015, s. 20.

[8] Mihail Bakunin, Devlet ve Anarşi, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2006, s. 29.

[9] Attila İlhan, Hangi Sol, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015, s. 59

[10] Mihail Bakunin, Devlet ve Anarşi, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2006, s. 158.

[11]Devrimler ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi, Gelişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.57.

[12]XVIII. yüzyılda Fransa’da Diderot başkanlığında toplanmış, Fransız ihtilalinin düşünsel temellerini atmış olan Fransız düşünürlere verilen isim. (Y.N.)

[13]Devrimler ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi, Gelişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.59.

[14]Devrimler ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi, Gelişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.65.

[15]Devrimler ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi, Gelişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.66.

[16]Devrimler ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi, Gelişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.72.

[17]Devrimler ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi, Gelişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.63.

[18]Devrimler ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi, Gelişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.70.

[19]Lev Tolstoy, İnsan Ne İle Yaşar? Alfa Yayınları, İstanbul, 2016, s. 7

[20]PyotrKropotkin, Anarşist Ahlak, Kaos Yayınları, İstanbul, 2015, s. 72

[21]PyotrKropotkin, Anarşist Ahlak, Kaos Yayınları, İstanbul, 2015, s. 72

[22]PyotrKropotkin, Anarşi Felsefesi – İdeali, Kaos Yayınları, İstanbul, 2015, s. 41

[23]PyotrKropotkin, Anarşi Felsefesi – İdeali, Kaos Yayınları, İstanbul, 2015, s. 44

[24] Emma Goldman, Anarşizm Neyi Savunur? Agora Kitaplığı, İstanbul, 2013, s. 86

[25] Emma Goldman, Anarşizm Neyi Savunur? Agora Kitaplığı, İstanbul, 2013, s. 59

[26] Emma Goldman, Anarşizm Neyi Savunur? Agora Kitaplığı, İstanbul, 2013, s. 60

[27] Emma Goldman, Anarşizm Neyi Savunur? Agora Kitaplığı, İstanbul, 2013, s. 71

[28] Emma Goldman, Anarşizm Neyi Savunur? Agora Kitaplığı, İstanbul, 2013, s. 74

[29] Emma Goldman, Anarşizm Neyi Savunur? Agora Kitaplığı, İstanbul, 2013, s. 85

[30] Bertrand Russell, Özgürlük Yolu, Sosyalizm, Anarşizm, Sendikalizm,bgst Yayınları, İstanbul, 2015, s. 58

[31] Bertrand Russell, Özgürlük Yolu, Sosyalizm, Anarşizm, Sendikalizm,bgst Yayınları, İstanbul, 2015, s. 76

[32] George Woodcock, Anarşizm, Bir Düşünce ve Hareketin Tarihi, Kaos Yayınları, İstanbul, 2014, s. 470

[33] Baha Tevfik, Felsefe-i Ferd, transkripsiyon ve günümüz Türkçesi’ne çeviren: Burhan Şaylı, İstanbul 1997, s. 44. Aktaran: Önder Kösbatar, Taşlar Kimin İçin Yuvarlanıyor? Altıkırkbeş yayınları, İstanbul, 2012, s: 76

[34] John Zerzan, Makinelerin Alacakaranlığı, Kaos Yayınları, İstanbul, 2013, s. 96

[35] Bombalı paketlerin kimin tarafından gönderildiği bilinmediğinden, FBI onu, üniversite ve havayolu kelimelerinin ilk harfleri olan “una” ile bombacı anlamındaki “bomber” kelimesini birleştirmiş, “Unabomber” olarak kodlamıştı.

[36] Theodor John Kaczynski, Sanayi Toplumu ve Geleceği, Kaos Yayınları, İstanbul, 2013, s. 44

[37] Theodor John Kaczynski, Sanayi Toplumu ve Geleceği, Kaos Yayınları, İstanbul, 2013, s. 72

[38] Attila İlhan, Hangi Sol, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015, s. 141

[39] Attila İlhan, Hangi Sol, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015, s. 141

[40] Attila İlhan, Hangi Sol, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015, s. 146

[41]MurrayBookchin, Toplumsal Anarşizm mi, Yaşamtarzı Anarşizm mi? Kaos Yayınları, İstanbul, 2015, s. 20

[42]MurrayBookchin, Toplumsal Anarşizm mi, Yaşamtarzı Anarşizm mi? Kaos Yayınları, İstanbul, 2015, s. 23

[43]MurrayBookchin, Toplumsal Anarşizm mi, Yaşamtarzı Anarşizm mi? Kaos Yayınları, İstanbul, 2015, s. 46

[44]MurrayBookchin, Toplumsal Anarşizm mi, Yaşamtarzı Anarşizm mi? Kaos Yayınları, İstanbul, 2015, s. 49

[45]MurrayBookchin, Toplumsal Anarşizm mi, Yaşamtarzı Anarşizm mi? Kaos Yayınları, İstanbul, 2015, s. 50

[46]MurrayBookchin, Toplumsal Anarşizm mi, Yaşamtarzı Anarşizm mi? Kaos Yayınları, İstanbul, 2015, s. 51

[47] A. G. E., s. 89

[48]MurrayBookchin, Geleceğin Devrimi, Halk Meclisleri ve Doğrudan Demokrasi, Dipnot Yayınları, Ankara, 2017, s. 267

[49] V. I. Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011, s. 71

[50] V. I. Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011, s. 80

[51] V. I. Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011, s. 114

[52] V. I. Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011, s. 124.

[53] Semih Yakın, Lenin Dönemi ya da Mutlaka Okunması Gereken Alıntılar Kitabı, Dipnot Yayınları, Ankara, 2006, s. 183

[54]Cansu Oba, Devrimci Mücadelede Etik, Gelenek Dergisi, Sayı: 160 Sayfa: 125

[55] Semih Yakın, Lenin Dönemi ya da Mutlaka Okunması Gereken Alıntılar Kitabı, Dipnot Yayınları, Ankara, 2006. s.63.

[56]Craig O’Hara, Punk Felsefesi: Gürültünün Ötesinde, İstanbul, 2003. Aktaran: Önder Kösbatar, Taşlar Kimin İçin Yuvarlanıyor? Altıkırkbeş yayınları, İstanbul, 2012, s: 76

[57] Karl Marx'ın "Feuerbach Üzerine Tezler" kitabında 11. tez olarak geçer. (Y.N.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.