Atilla Cemal Eşen
Sosyalizm, ekonominin küçük bir aristokrat, zenginler sınıfı ya da kapitalist bir sınıf yerine geniş kitlelerin yararına işletilmesi gerektiğini savunan yönetim biçimidir. Marksizm'e göre ise sosyalizm, sınıfların tamamen ortadan kalktığı komünist sisteme geçiş aşamasıdır.
Sosyalist
sistemde, ekonominin toplum yararına işlemesi için, üretim araçlarında özel
mülkiyete izin verilmez; üretim araçları devlete aittir. Böylece devlet, hem
üretimin planlı, programlı olmasını sağlar, hem de üretimden sağladığı kazancı
toplum yararına kullanır. Örneğin sosyalizmde öğrenim, sağlık, ulaşım,
elektrik, su gibi temel gereksinimler devlet tarafından karşılanır ve
ücretsizdir. Sınıflar arasındaki farklar, farklı işler yapmaktan kaynaklanır;
bu yüzden sınıflar arasında kapitalizmde olduğu gibi büyük uçurumlar yoktur.
Ancak göz ardı edilmemesi gereken bir tehlike söz konusudur: Emekçiler yönetimi
ele alamazlar ve devleti ortadan kaldıramazlarsa, böyle bir sosyalizmi devlet
kapitalizmi olarak nitelendirmek pek de yanlış olmaz. Devlet kademelerindeki
bürokratlar, giderek kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarının üstünde görerek
kapitalistleşebilir, yeni bir egemen sınıf oluşturabilirler; ya da devlet,
yukarıdan aşağıya doğru olan örgütlenmesi nedeniyle yeni bir baskıcı güce
dönüşebilir. Bu durumda sosyalizm, baskı ve sömürü araçlarının el değiştirmiş
olmasından başka bir şey ifade etmez.
Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin
Kökeni” adlı yapıtında, Marksizm’in de temel düşüncesi olan bu görüşünü şöyle
dile getirir:
“Devlet hiçbir şekilde topluma dışarıdan
dayatılmış bir güç değildir, hele hele Hegel’in iddia ettiği şekilde ‘ahlâk
fikrinin gerçekliği’ ya da ‘aklın imgesi ve gerçekliği’ hiç değildir. Devlet,
daha ziyade, toplumun belli bir gelişme aşamasındaki ürünüdür; bu toplumun
kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin, üstesinden gelmekte
aciz olduğu uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünün kabulüdür. Ne var ki bu
uzlaşmaz karşıtlıkların, yani ekonomik çıkarları çatışma içinde olan
sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir mücadele içinde eritip
bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üzerinde duran, çatışmayı hafifletip,
‘düzen’ sınırları içinde tutacak bir güç zorunlu hale gelmiştir. İşte toplumun
içinden çıkan, ama kendisini onun üzerine yerleştiren ve gitgide ona
yabancılaşan bu güç, devlettir.”[1]
Sömürü düzenine son vermenin yolu, burjuva
sınıfının egemenliğine dayalı kapitalist devletin yıkılması, onun yerine
proletaryanın egemenliğine dayalı sosyalist devletin kurulmasıdır. Bunu Marx ve
Engels, Komünist Parti Manifestosu’nun 2. Bölümünün sonunda şöyle açıklarlar:
“İşçi devrimi sırasında atılacak ilk adım,
proletaryanın egemen sınıf konumuna yükseltilmesi ve demokrasinin mücadele ile
kazanılmasıdır.
Proletarya, kendi siyasal egemenliğini, tüm
sermayenin burjuvazinin elinden adım adım koparılması, tüm üretim araçlarının
devlet elinde, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş olan proletarya elinde
yoğunlaştırılması ve üretici güçleri büyüklüğünün olabildiğince hızla
artırılması için kullanacaktır.
(…)
Gelişim sürecinde sınıf farklılıkları ortadan kalkınca ve üretimin tümü örgütlü
bireylerin ellerinde yoğunlaşınca, devlet iktidarı siyasi niteliğini yitirir.
Siyasi iktidar ve zor kullanımı, bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde baskı
uygulamak üzere örgütlediği bir güçtür. Proletarya, burjuvaziyle giriştiği
mücadele gereği, sınıf olarak birleşip, devrim aracılığıyla egemen sınıf haline
geldiğinde ve eski üretim ilişkilerini zora başvurarak yıktığında, o üretim
ilişkileriyle birlikte sınıf karşıtlıklarını ve bütünüyle sınıfların varlık
koşullarını da ortadan kaldıracak ve dolayısıyla sınıf olarak kendi
egemenliğine de son vermiş olacaktır.
Sınıflı ve
sınıf karşıtlıklarıyla dolu eski burjuva toplumunun yerine, her bireyin özgür
gelişimini, topluca bütün bireylerin özgür gelişim koşulu olduğu bir birlik
meydana gelecektir.”[2]
Lenin, proletaryanın
kendi başına devrim yapamayacağını, bu yüzden bir partinin önderliğinin şart
olduğunu öne sürer. Devletin ortadan kalkması sürecini ise "Devlet ve
Devrim" adlı kitabında şöyle ele alır:
“Proletarya
devlet iktidarını ele geçirir ve ilk adım olarak üretim araçlarındaki özel
mülkiyeti devlet mülkiyetine dönüştürür. Bunu yapmakla hem proletarya olarak
kendisini hem de bütün sınıf farklılıkları ile uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarını,
hem de devlet olarak devleti ortadan kaldırır. (…) Devletin gerçekten bütün
toplumun temsilcisi olarak çıktığı ilk eylem, yani üretim araçlarına toplum
adına el konması, aynı zamanda onun devlet olarak yaptığı son bağımsız
eylemidir. Bundan böyle, devletin toplumsal ilişkilere müdahalesi birbiri
ardına her alanda gereksiz hale gelir ve sonra devlet kendiliğinden göçüp
gider. Kişilere hükümet etmenin ya da kişilerin idaresinin yerini, işlerin
yönetimi ve üretim sürecinin çekip çevrilmesi alır. Devlet ortadan kaldırılmaz,
sönümlenip gider.”[3]
Buradaki
“devlet ortadan kaldırılmaz, sönümlenip gider” ifadesinin çekilip alınması
Marksizm’i çarpıtmak demektir. Lenin burada proletarya devriminin burjuva
devletini ortadan kaldırmasından söz eder. Devletin sönümlenmesine ilişkin sözleri
ise, sosyalist devrimden, yani üretim araçlarına toplum adına el konmasından
sonra, proleter devletinden geriye kalan devlet ile ilişkilidir. Burjuva
devleti sönümlenmez, proletarya tarafından “devrim” ile ortadan kaldırılır.
Sönümlenip gidecek olan devlet ise, devrimden bir süre sonra görevini yerine getirdiği
için gerek kalmayacak olan proletarya devletidir.
Sosyalistlerle
Anarşistler arasındaki görüş ayrılığının temelini, devletin ortadan
kaldırılması ile devletin proletarya tarafından ele geçirilmesi arasındaki bu fark
oluşturur.
Anarşizm,
temel olarak devletin ya da iktidarın olmadığı bir toplum düzeninin kurulmasını
amaçlayan bir dünya görüşünü ifade eder. İnsanın özgürleşmesinin önünü tıkayan,
insanların üzerinde tahakküm kurarak onların yaşam alanlarını belirlemeye
soyunan her türden kurumun kökünün kurutulmasını savunur. (İng. Anarchism. Fr. Anarrchisme.
Alm. Anarchismus.)[4]
Yunanca
“Anarchos”, “yöneteni olmayan” anlamına gelir.
Geleneksel
anarşizm dört temel ilkeye bağlıdır:
1) Merkezi
olmayan yerel yönetimlerin bir konfederasyonu;
2)
devletçiliğe karşı dinmeyen bir muhalefet;
3)
doğrudan demokrasiye olan inanç;
4)
özgürlükçü komünist toplum görüşü.
George
Woodcock (1913-1995) Kanadalı bir anarşist. Türkçeye de çevrilmiş olan
“Anarşizm, Bir Düşünce ve Hareketin Tarihi” adlı kitabı, anarşizm üzerine
bugüne kadar yapılmış en kapsamlı araştırma. Woodcock, bu kitabının girişinde
anarşizmi “Toplumun yapısında temel değişiklikler yapmayı, özellikle -çünkü bu
tüm biçimlerini birleştiren ortak öğedir- otoriter devletin yerine özgür bireyler
arasındaki hükümet olmayan bir iş birliği biçimini koymayı hedefleyen bir
toplumsal düşünce sistemi olarak”[5]
tanımlar.
Anarşizmin
geçmişinin eski Roma’daki köle ayaklanmalarına kadar uzandığı söylenebilir.
Eski Yunan’da, Stoacı felsefenin kurucusu olan Citium’lu (Larnaka) Zenon (MÖ 340-265), anarşist felsefenin savunucusuydu. Zenon, Platon’un devlet ütopyasının karşısına yönetimsiz özgür topluluk kavrayışını çıkarmıştı.Stoacılığın kökeni Kinik Okulu’na dayanıyordu. Kinikler (Cynics: Köpeksiler), Tanrıların hiçbir şey istemediklerini, bu yüzden insanların da ihtiyaç duydukları şeylerin azlığı nispetinde ilahiliğe yaklaşabileceklerini savunuyorlardı. Tüm dünya mallarını reddetmişler, en rahatsız barınaklarda yaşamışlar, çok yalın ve basit beslenmişlerdi. Kiniklerin en bilinen örneği, fıçı içinde yaşayan Sinoplu Diyojen’dir.
Antik
Çin’de de Taoizm, kesinlikle hükümetsiz bir toplum tasavvur etmiştir. Taoizm’in
kuramcısı Lao-Tzu’nun hayatına ilişkin çok az şey bilinir; M.Ö. 604 yılında
doğduğu söylenir. Lao-Tzu, insanın doğasından gelen erdemleri ve bu erdemlerin
filtrelenmeden, doğal olarak ifade edilmesinin zorunluluğunu ortaya koymuştur.
İyiliğin bireyin içinde türemesi gerekir ve dış güçler tarafından dayatılamaz.
Dolayısıyla, bireyin içsel iyiliğini geliştirebilmesi için gerekli özgürlüğe
sahip olması ve hiç kimsenin başkalarının hayatlarına karışmaması gereklidir.
Konfüçyüs, yöneticilerin eğitimle iyiliksever yapılabileceğini savunuyordu,
Taocular ise sorunun hükmetme yönteminde değil, hükümetin kendisinde olduğunu savunuyorlar
ve otoriteye karşı çıkıyorlardı.
Lao-Tzu
şöyle diyordu:
“İnsanların
eylemeleri yasaklayıcı yasalarla kontrol edildiğinde, ülke gittikçe daha
yoksullaşıyor. İnsanlar silah kullanmakta serbest olduğunda, hükümetler
tehlikededir. İnsanlar daha kurnaz ve maharetli hale geldikçe, yapay şeyler
daha kullanışlı hale geliyor ve bu kurnaz sanatlar halka açık olarak
övüldüğünde dolandırıcılar başarılı oluyor.
Dolayısıyla
bilge adam der ki: Hiçbir şey tasarlamayacağım ve insanlar kendileri şekillendirecek.
Sessiz kalacağım ve insanlar kendi huzurlarını bulacak. Kendimi ileri
sürmeyeceğim ve insanlar öne çıkacak. İhtirası hoş görmeyeceğim ve insanlar
doğal basitliklerine geri dönecek.”[6]
Lao-Tzu’nun
dünyevi amaçlar olan varlıklı olmaya ve güce karşı olması, “Sahip olmadan
üretim, kendini ortaya koymadan eylem, hakimiyet olmadan gelişme” şeklinde
ifade edilen bu üçlü prensibi, anarşizmden ayırt edilemeyen bir etik haline
geldi.
Marksistlerin
bakış açısına göre anarşizm, bilimsel sosyalizmin tersine, örgütlenmiş siyasal
sınıf mücadelesi ile her türlü siyasal örgütlenmeye, disipline ve otoriteye
karşı çıkar. Bu bakımdan “görünüşte devrimci, gerçekte ise ütopyacı bir küçük
burjuva ideolojisi ve eylemi” olarak nitelendirilir. Oysa anarşistlerin karşı
çıktıkları, siyasal sınıf mücadelesi ve siyasal örgütlenme değildir. Karşı
çıktıkları, yukarıdan aşağı doğru kurulmuş, yani otoriteye dayalı olan örgüt
yapısıdır. Tarihte sosyalistlerle anarşistlerin yolları kimi kez birleşmiş kimi
kez ayrılmıştır. Anarşizm, özellikle XIX. yüzyılda Anarko-sendikalist bir
görünüm alarak, Alman ve Rus işçi eylemleri üzerinde etkili olmuştur.
Anarşistlere
göre, varlığını korumak için bir düzen oluşturan her hükümet, doğası gereği
tutucu ve sosyal olarak yıkıcıdır.[7]
Toplumsal özgürlük olmadıkça, siyasal özgürlüğün hiçbir anlamı yoktur. Komünist
anarşistler sosyal devrimin ilk eyleminin devleti yok etmek olması gerektiğini
savunurlar. Sosyalistler ise, sosyalist toplum tam anlamıyla kurulduktan sonra
devletin zaten ortadan kalkacağını, sönümleneceğini iddia ederler. Anarşistler,
birey-toplum ilişkisinde bireyi temel alırlar, onlara göre toplum birey
içindir. Marksistler için ise öncelikli öneme sahip olan toplumdur; birey
toplum içindir.
En başta
Mihail Bakunin olmakla birlikte Anarşizm’in kuramını ortaya koyan düşünürler
şöyle sıralanabilir: İngiliz William Godwin, Gerrard Winstanley, Alman Max Stirner,
Fransız P. J. Proudhon, Rus yazar Lev Tolstoy, Rus Sosyolog Pyotr Kropotkin ve
Amerikalı Emma Goldman.
Anarşizmin
Hıristiyanlık karşısındaki tavrını dikkate almak gerekir. Anarşizmin içerdiği
ahlakî-dinsel öğe, onu sıradan politik hareketlerden ayırır. Anarşistlerin
neredeyse tümü, bir yandan Tanrıtanımaz düşüncelerini dile getirir, öte yandan
da İncil’e ve Hıristiyanlığa eğilim gösterirler. İsa’nın sözlerinde kendi
düşüncelerine benzer bir anlam bulurlar, diğer yandan dine, devletin bireyler
üstündeki baskısına benzer bir baskısı olduğu için karşı çıkarlar. İsa da
insana mutlak bir değer vermekte ve devleti inkâr etmektedir. Stirner de bu
yüzden kendi tavrını İsa’nınkine yakın bulur.
Anarşizmin
bu özelliği kendini en güçlü olarak İspanya’da göstermiştir. Çünkü İspanyol
özgürlükçülerinin gözünde Katolik Kilisesi, Hıristiyan dünyasında İsa karşıtı
bir konumdadır ve devrimin önünde bir engel olmanın da ötesindedir. Tüm
kötülüklerin kaynağıdır, aşağılık ilk günah doktriniyle gençliği baştan
çıkarandır, doğaya ve doğa yasasına küfredendir.
Rahipler
ve keşişler tarihlerinin kritik bir anında zenginlerin safına geçmişlerdi. XVII.
yüzyılın büyük teologlarının insancıl ilkeleri bir tarafa bırakıldı. İnsanlar
kilisenin her söylediğinin ikiyüzlülük olduğundan kuşkulanmaya başladılar.
1927’de dağınık anarşist grupların temsilcileri gizlice Valencia’da toplandılar
ve kendini devrime adamış bir yer altı örgütlenmesi olarak İberya Anarşist
Federasyonu’nu (FAI) kurma fikrini kabul ettiler. Ancak FAI 1936’da iç savaşın
başında ortaya çıkabildi. FAI, temelde dindar olan kişilerin İspanya’yı
saptırılmış bir Hıristiyanlıktan kurtarma mücadelelerinde etkin rol oynadı.
Anarşizm,
gerçek siyasal boyutlarına Mihail Bakunin (1814-1876) ile ulaşmıştır. Marx’ın
“Das Kapital”ini Rusçaya Bakunin çevirmişti. Bakunin, Marx’ın yaptığı sınıf
çözümlemesini ve kapitalizme ilişkin olarak öne sürdüğü ekonomik teorilerini
kabul etmekle birlikte, devlet ve otorite hakkındaki görüşlerini de son derece
aciz ve yetersiz buluyordu. Ona göre, halk kendi kendisini yönetemedikçe, halk
adına birilerinin devlet kurduğu sürece, bu devletin önünde sonunda bir baskı
aracına dönüşmesi kaçınılmazdır. “Devlet ve Anarşi” adlı eserinde şöyle der:
“En
demokratiğinden en baskıcısına kadar hiçbir devlet halka ihtiyacı olan şeyi
veremez: Bu şey halkın aşağıdan yukarıya doğru, her türlü müdahale ve
vekâletten bağımsız öz örgütlenmesidir. Marx’ın sahte halk devleti tasarısı da
dâhil bütün devletçi sistemler, halkın, halk adına düşünen, halka rağmen
davranan bir grup eğitimli ve ayrıcalıklı azınlık tarafından yönetilmesinden
başka bir şey değildir.”[8]
1870
yılında şunları yazar:
“…devletçi
(totaliter) sosyalistlikten esinlenip, kaderini -geçici sıfatıyla da olsa- bu
yola bağlayan bir devrim ‘kaybolmuş’ demektir: Yanlış bir yola, gittikçe daha
dikleşen bir yokuşa sapmıştır çünkü. Her siyasi iktidar sahiplerine ayrıcalıklı
(imtiyazlı) bir durum sağlar, devrime sahip çıkıp onun dizginlerini eline
alınca, iktidarın ayakta durabilmek için, her otorite gibi bürokrat bir örgüt
yaratması zorunludur. Böylelikle yöneticiler, memurlar, asker ve polisler ve
iktidardaki parti üyelerinden meydana gelmiş, yeni türden bir aristokrasi
yaratmış olur. Her iktidar sosyal faaliyetin dizginlerini az çok elinde tutmak
ister, her iktidarın varlığı halk yığınlarını uyuşukluğa, hareket yeteneğini
kaybetmeye iter. Ama komünist bir iktidardan öldürücüsü yoktur; bağımsız her
hareket onu ürkütür, dümeni elinde tutmak, üstelik tek başına tutmak istediği
için, kuşkuyla karşılar başka hareketleri, tehdit sayar.”[9]
Bakunin, Fransız Devrimi’nden sonra yönetimin Napoléon’a bırakılmasını da “Fransa’da bile kuvvetli bir devletin nihai inşası Napoléon’un despotik demir yumruğuna ihtiyaç duydu”[10] diye yorumlar.
William Godwin (1756-1836) aklın mutlak egemenliğine inanıyor, “İnsan akılla donanmış bir varlıktır” diyordu. Ona göre içsel ya da dışsal hiçbir zorlama aklın özgürlüğüne engel olmamalıydı. Godwin, bireyi ezen dış güçlere karşı çıktığı gibi, aklın dinginliğini bozan içgüdülere karşı da savaş açtı. En şiddetli saldırılarını ise devlete yöneltiyordu. Ona göre ister baskıcı ister demokratik olsun, devlet akla ters düşen bir olguydu. Godwin’e göre hukuk kurumu da aklın düşmanıdır ve hukuk, atalarımızın bilgeliğinden değil, korku ve tutkularından doğmuştur. Onun egemen olması, aklın özgür gelişimini engellemektedir. Godwin, özel mülkiyeti de saçma buluyor ve karşı çıkıyordu. Çünkü bir yanda ekmek kavgası yüzünden akıllarını geliştirme zamanı ve gücü bulamayan yoksullar, diğer yanda da kendilerini zevklere kaptıran zenginler vardı. Özel mülkiyet, düşüncenin gücünü azaltmakta, dehanın kıvılcımını söndürmekteydi.[11]
Godwin din
bilginiydi, ama daha papaz okulundayken Fransız Ansiklopedicileri’nin[12]
kitaplarını okumuş ve çok etkilenmişti. Sonunda vaizlik görevini bıraktı. 1793
yılında, “Sosyal Adalet” adlı iki ciltlik kitabını yazdı. Bu kitapta, kurulu
düzenin baştanbaşa ahlâka aykırı olduğunu göstermeye çalışıyordu. Ona göre
genel mutluluk, ancak, kurulu düzenin adaletin buyruklarına uygun bir
dönüşümüyle elde edilebilirdi. Bunun önündeki başlıca engeller, devlet ve
özellikle de özel mülkiyettir. Bu nedenle buna çare bulmanın tek yolu ekonomik
eşitliği kurmaktır. Ekonomik eşitlik de özel mülkiyeti kaldırmadan başarılamaz.
Halk yığınları, özel mülkiyetsiz ve hükümetsiz bir toplumun mümkün olduğu
kanısına ulaşabilirler ve ulaşmalıdırlar. Bu kanı oluştuktan sonra, artık aklın
yolu açılmış olacak ve akıl, insanlığı yüksek uygarlık ve erdemlilik düzeyine
taşıyacaktır. Gelecekteki toplum insanlara, davranışlarında tam bir özgürlük
sağlayacaktır. Herkes, üzerine düşeni sosyal adalet yönünde yerine
getirecektir.
Max Stirner’e
göre devlet ve onun dayandığı hukuk bireye karşı olan güçlerdir; devlet sürekli
değişen ve yaratan Ben’in dinamizmini engeller. Devletin bir tek amacı vardır:
Bireyi sınırlamak, boyunduruk altına almak, köleleştirmek, onu “genel”e katmak.
Stirner, “Devlet hiçbir zaman bireyin özgür etkinliğini kolaylaştırmaz. Öyleyse
onun egemenliğine de son verilmelidir” der. “Bireyin topluma üstünlüğünü
sağlayalım. Toplum bize toplumsal görevler yüklememelidir. Biz ondan
ihtiyaçlarımızı karşılamasını beklemeliyiz. Öyleyse devleti ortaklık durumuna indirgeyelim.
Bireyin gücü, ortaklıkta değerini bulur. Toplumda iş gücümüz sömürülür,
ortaklıkta ise bir bencil olarak yaşama olanağını buluruz. Ortaklık, bizim için
bizim tarafımızdan oluşur. Oysa toplum bize kendi malı gibi bakar ve biz
olmadan da varlığını sürdürebilir. Kısacası, toplum bizi tüketir; ortaklığa
gelince, biz onu tüketiriz.” Stirner’e göre hümanizm, bütün çabalarımızı ideal,
yetkin insan yaratmaya yöneltmemizi ister. Buysa gereksiz, yorucu,
gerçekleşmesi olanaksız bir çabadır.[13]
Bakunin
ile Stirner’in anarşizmi arasında temel bir ayrım vardır. Bakunin için, bireyin
tek başına özgürlüğünü gerçekleştirmesi söz konusu değildir; bütün topluma
bireysel özgürlüğü sağlamak söz konusudur. Çünkü toplum herkesin özgür biçimde
yaptığı bir sözleşmeyle kurulmuştur. “Benim özgürlüğüm, herkesin özgürlüğünün
ürünüdür”, “Ancak insanlığın ve çevremdeki bütün insanların özgürlüğünü kabul
ettiğim oranda insanım ve özgürüm.” Kısacası Bakunin’in anarşizminde sosyalizme
yaklaşan düşünceler bulunur.[14]
Bakunin’in
kolektivizmi, bilimsel sosyalizme çok yakındır. Bu yüzden Bakunin, kendi
savunduğu “toplumsal anarşizm” ile “devlet sosyalizmi” arasındaki farkı
belirtme gereği duymuştur. Bakunin’in kolektivizminde hiçbir zorlama yoktur;
bireysel özgürlüğü savunur. Toplumsal piramit, herkesin kabul ettiği bir
anlaşma üzerine kurulur; herhangi bir gücün üstünlüğü söz konusu değildir.
Bakunin’de doruğu belirleyen temel’dir, temel’i belirleyen doruk değildir.
Toplumun ve kolektif toplumsal örgütlenmenin aşağıdan yukarıya doğru, özgür bir
ortaklıkla kurulmasını ister.[15]
Gerçekte,
anarşist kuramcıların kendileri de “özgür sözleşmelerin” sınırlı bir olanağı
olduğunun farkındadırlar. Federalist sistemlerini bütün toplumsal kötülüklere
karşı bir çözüm olarak ileri sürmekte ama önce toplumun bu uygulamayı
kolaylaştıracak eski yaşama biçimine dönmesini istemektedirler. Tolstoy
toprağa, kırsal yaşama dönmeyi önerir; Bakunin hep Rusya’daki kırsal komünü
düşünür, Proudhon toplumun zanaat örgütlerine bağlı kalır ve büyük sanayinin
gereklerinden doğan yeni yaşama biçimine karşı çıkar.[16] Sanayideki gelişimin sonucu olarak
artan kent nüfusu ve tekniğin getirdiği uzmanlaşma olgusu, devletin her bireyin
yaşamına karışmasına neden olmuştur. Bir ülkedeki bireyler arasındaki ilişkiler
öylesine karmaşık olmuştur ki, karmaşık bir yönetim aygıtının varlığı gerekir.
Proudhon’un
temel düşüncesi adalettir. Ondaki adalet düşüncesi, bireysel sınırları aşar,
toplumsal yaşamı kapsar. Yalnız onun sözünü ettiği adalet, daha çok, Tanrısal
adalet olarak belirir. Toplumları yöneten bu Tanrısal adalet, siyasal yaşamın
da merkezidir. Proudhon, bu adaletin gereklerinden hareket ederek özel
mülkiyete karşı çıkar. Mülkiyet insanların zararınadır; çünkü işsizliği, üretim
fazlasını, iflasları, yıkımları o doğurur. Proudhon, bir yandan özel mülkiyete
karşı çıkarken, bir yandan da kolektif mülkiyet kavramını eleştirir. Ona göre
liberal rejimler zayıfları sömürmekte, komünist rejimlerdeyse zayıflar
güçlüleri ezmektedir. Öyleyse mülkiyet olmamalıdır.
Proudhon’a
göre, birbirlerinin özgürlüklerine saygılı insanlar arasındaki tek ilişki,
özgür biçimde yapılmış bir sözleşmenin getirdiği zorunluklara dayanan
ilişkidir. Kendi hukuk kurallarına göre kurulmuş olan ve bireylerin yetkisini
aşan devlet, her türlü meşru temelden yoksundur. Zaten otorite demek baskı
demektir; üstün iktidar demek mutlak iktidar demektir. Bu böyle kabul edilince
otoritenin savunucuları ister tutucu olsunlar ister sosyalist, bunun o kadar
önemi yoktur. İnsanın insan tarafından yönetilmesi köleliktir. Parti olmamalıdır,
otorite olmamalıdır, bunların yerine insanın ve yurttaşın mutlak özgürlüğü
olmalıdır.[17]
“Anarşi”
ve “Anarşist” sözcükleri Fransız Devrimi sırasında muhaliflere, çoğunlukla da
solculara karşı hakaret ve hatta küfür olarak kullanılıyordu. “Anarşist” sıfatını
ilk kez gururla kabul eden kişi Proudhon’dur. Proudhon, 1840 yılında kendisini
üne kavuşturan “Mülkiyet nedir?” adlı kitabında kendisini anarşist olarak
tanımlar, “mülkiyet nedir” sorusunu “mülkiyet hırsızlıktır” diye cevaplar.
Lev
Tolstoy (1828-1910) bütün baskı araçlarını ve güçlerini reddeder, bu anlamda da
bir tür anarşisttir. Ama onun anarşizmi, mistisizmin derin izlerini taşır. O,
yalnızca İncil’in gerçek özüne güvenir. Fransız Devrimi’nin ürünü olan, bütün
diğer anarşizm öğretilerinin çıkış noktası olan toplumla devlet arasındaki
karşıtlık, onu pek ilgilendirmemiştir. Tolstoy, siyasal özgürlüğü ekonomik
özgürlüğün karşısına çıkaracağına, özgürlüğü kendi ülkesinin özelliklerine göre
ele almış ve kentlerin incelmiş ve bozulmuş uygarlığına, kırların özgür ve
temiz yaşamını tercih ederek mistik doğacılığın (naturizm) havarisi olmuştur.
Tolstoy’un düşlediği toplum, bilim ve tekniğin gelişiminden doğmuş sanayi
toplumu değildir, ilkel Tarım Komünü’dür.
Tolstoy,
ateşli bir Hıristiyandır. Ama İsa’ya olan bağlılığı adına, kiliselere karşı
savaş açar. Kiliseler İsa’nın öğretisinin ilk ve gerçek özünü bozmuşlar, onu
gerçek Hıristiyanlığa taban tabana zıt, dogmatik bir Hıristiyanlık durumuna
getirmişlerdir. Oysa İsa’nın öğretisi “aklın kendisi”dir. Tolstoy; İsa’nın
“kötülüğe karşı diren” öğüdünden yola çıkarak “sevgiye aykırı olan hiçbir şey
yapmama” ilkesine ulaşmıştır. O, kötülüğe karşı verilecek mücadeleye tepki
göstermez, ama her türlü kuvvet kullanımını reddeder. Tolstoy’un öğretisi
kölelerden çok onların efendilerine, özellikle de iktidarı ellerinde
bulunduranlara seslenir. Devletin varlığı, Hıristiyanlık öğretisiyle
bağdaşmamaktadır. “Tanrı’nın çocukları” arasındaki doğal eşitlik, siyasal
hiyerarşi yüzünden bozulmuştur. Hıristiyanlığın önerdiği sevgi, her devletin
önünde sonunda başvurduğu şiddet eylemleriyle hiçbir zaman uyuşamaz. Öyleyse
her türlü devlet örgütünü reddetmek gerekir. Adı ister mutlakiyet olsun ister
konvansiyon, ister konsüllük olsun ister imparatorluk, komün ya da cumhuriyet,
Tolstoy’a göre hepsi de aynı kapıya çıkar. Tolstoy, devlet iktidarının bütün
biçimlerine karşıdır. Hiçbir anarşist onun kadar devlete saldırmamıştır
denebilir. Her türlü baskı aracına karşı çıkan Tolstoy’un mülkiyete karşı
çıkması da kaçınılmazdır. Ona göre zenginlik bir cinayettir, çünkü sahip
olanın, olmayan üzerinde egemen olmasına yol açar. Özellikle toprak gibi üretim
araçları söz konusu olduğunda, mülkiyetin bu sonucu, daha belirgin bir şekilde
kendini duyurur.[18]
Tolstoy,
öykülerinde Tanrı’nın Krallığı’nın doğruluğunu ve ruhsal doğruluğu onaylar;
çünkü ona göre Tanrı, güçte değil, doğruluktadır. Öykülerinin kahramanları
ruhsal açıdan uyumlu, eğitimli insanlardır, şiddetten uzak dururlar, yeryüzünde
sevgiyle, kibarlıkla, alçak gönüllülükle Tanrı’nın Krallığı’nı yaratırlar.
Öyküleri, ilk bakışta, sıradan insanları, Rus köylülerini tasvir eder gibi
görünür; fakat evrensel kardeşlik ve insanların birleşmesi, sevgi, insanın
kendisiyle ve dünyayla uyumu gibi fikirleriyle bütün kültürler ve halklar için
evrensel bir anlam kazanırlar.
Yazdığı
bir mektupta şöyle der:
“Bütün
insanlar sadece birbirleriyle kardeş, eşit değil, ayrıca her birinin içinde bir
ve aynı tanrısal ruh yaşıyor. İnsanların bedenleri onları birbirinden ayırıyor,
ama içlerinde yaşayan o ruh onları birleştiriyor ve bu ruh birliğini biz
sevgiyle tanıyoruz.”[19]
Tolstoy,
82 yaşında Astapovo tren istasyonunda zatürreden hayatını kaybetti. Cenazesine
birçok köylü katıldı. Vasiyeti gereği, gömüldüğü yere bir anıt, bir taş, bir
işaret konmadı.
Pyotr Kropotkin
(1842-1921), ekonomi alanındaki zorlayıcılığın insanlığı sanayi zindanına
sürüklediğini, siyasi alandaki zorlayıcılığın da devlete yol açtığını söyler.
Otorite ise suçluların cezalandırılması yoluyla toplumu ahlâklı kılmakla
kendini görevlendirmiş olsa da yeni suçlar biriktirmekten başka bir şey
yapmamaktadır. Bireyin tam özgürlüğüne ve sonuç olarak yaşamına saygı
gösterilmesini istiyorsak, hangi biçim altında olursa olsun, insanın insan
tarafından yönetilmesini reddetmek zorundayızdır.
“Anarşist
Ahlâk” adlı yapıtında ahlâk anlayışını “Bize nasıl davranılmasını istiyorsak,
başkalarına da öyle davranalım”[20]
şeklinde özetler. Şöyle der:
“Her
birimizin mutluluğu etrafındaki herkesin mutluluğuna bağlıdır. Başkalarının
kötülüğü üzerinde yükselen bir toplumda, rastlantı sonucu, birkaç yıl görece
mutlu olunabilir, ama bu mutluluk, kumdan şatolar gibi yıkılır, devam edemez,
en küçük şey bile onu parçalamaya yeter ve eşit insanların toplumundaki olası
mutluluk ile karşılaştırıldığında acınacak derecede küçüktür. Bu yüzden,
herkesin iyiliğini hedeflediğin her seferinde doğru davranırsın.”[21]
“Anarşi
Felsefesi-İdeali” adlı kitabında ise dinsel inançlardan önce ahlak kurallarının
var olduğunu ve dinsel inançlardan bağımsız olduğunu yazar. Dinsel inançlar
çökerken, ahlak kuralları sarsılmadan kalmaktadır.
Kropotkin,
komünist toplumla ilgili görüşlerini ise şöyle belirtir:
“Günümüzde,
birbirimizi hiç tanımadan bile yan yana yaşıyoruz. Bir seçim günü mitinglerde
rastlaşıyor, bir adayın sahte ya da hayal mahsulü inançlarını açıklayışını
birlikte dinliyor ve evimize geri dönüyoruz. Devlet, kamu yararıyla ilgili tüm
sorunları görev olarak üstlenmiştir; komşumuzun çıkarına zarar vermememizi
sağlamak ve gerektiğinde bizi cezalandırarak zararı onarmak onun görevidir
yalnızca.
Komşumuz
açlıktan ölebilir ya da çocuklarını gebertebilir, bu sizi ilgilendirmez;
polisin işidir bu. Birbirinizi kısmen tanırsınız, hiçbir şey sizi birleştirmez,
her şey sizi birbirinize yabancılaştırmaya yöneliktir ve elinizden bir şey
gelmediğinden, toplum karşıtı tutkuların ifrata varmasını engellemek için
elinden geleni yapmasını Her Şeye Kadir Olan’dan istersiniz (eskiden bu
Tanrı’ydı, şimdi devlettir).
Komünist
bir toplumda, bu elbette böyle değildir. Komünizmin örgütlenmesi, adları ister
parlamento olsun ister belediye meclisi ya da komün meclisi olsun, yasama
topluluklarına emanet edilemez. Bu örgütlenme herkesin eseri olmalıdır, büyük
kitlenin yaratıcı dehasının ürünü olmalıdır; komünizm dayatılamaz, herkesin
sürekli, gündelik çabası tarafından desteklenmedikçe yaşayamaz. Bir otorite
atmosferi içine sokulursa boğulur.”[22]
Devrim
konusundaki görüşlerini ise şöyle dile getiriyor:
“Gerçekten
de tüm geçmiş devrimlerin başarısızlığa uğramasına yol açan engel, halk
kitlelerinde örgütleyici inisiyatif yokluğuydu. Saldırıda hayran olunacak bir
zekâ sergileyen halk, yeni yapının inşasında inisiyatif gösteremiyordu. Bu
durumda, inşa görevini mecburen eğitimli sınıflara, kendi toplum ideali olan ve
kargaşadan kendi yararına elde etmek istediği şeyi bilen burjuvaziye terk
ediyordu.
Bir
devrimde, yıkmak, devrimci görevin ancak bir bölümüdür. Yeniden inşa etmek
gerekir ve yeniden inşa, ya kitaplardan öğrenilen geçmişin formüllerine göre
yapılacak ve halka bu dayatılmaya çalışılacaktır; ya da her küçük köyde ve her
şehir merkezinde, sosyalist toplumu inşa etmek için kendiliğinden işlemeye
başlayan halkın dehasına göre yapılacaktır. Ama bunun için halkın bir ideali
olması gerekir. Bu nedenle, halkın bağrında inisiyatif sahibi insanların olması
özellikle gereklidir.
Oysa,
otoriter sosyalist parti de dahil tüm partilerin, parti disipliniyle, bilerek
ya da bilmeyerek her zaman boğdukları şey, özellikle emekçilerin ve köylülerin
inisiyatifidir. Her şeyi emreden komitelerdir, merkezdir, örgütlenmenin birliğini
tehlikeye atmamak için yerel organların itaat etmekten başka yapacakları bir
şey yoktur. Tüm öğreti, tüm yanlış tarih, tüm anlaşılmaz bilim bu amaçla
hazırlandı.
Bu
durumda, bu bayatlamış taktiği parçalamak için çalışacak olanlar, bireylerde ve
gruplarda inisiyatif ruhunu uyandıracak olanlar, onların karşılıklı
ilişkilerinde bu ilkelere dayanan bir eylem ve bir yaşam yaratmayı başaracak
olanlar, çeşitliliğin, hatta çatışmanın yaşam olduğunu, tektipliliğin ise ölüm
demek olduğunu anlayanlar yalnızca gelecek yüzyıllar için değil, ama açıkça
gelecek devrim için çalışmış olacaklardır.”[23]
Kropotkin,
8 Şubat 1921’de hayata veda etti. Cenaze töreni Bolşevik iktidarına karşı
anarşistlerin son kitlesel gösterisine dönüştü. Tam beş kilometrelik bir kortej
oluşturan kalabalık, cenazeyi Moskova mezarlığına taşıdı. Cenaze törenine
katılan Anarşistlerin pankartlarında “Otoritenin olduğu yerde özgürlük yoktur”
sözleri yazılıydı.
Marx’a
göre anarşistler, her türlü tarihsel oluşumu görmekten uzaktırlar. Bu eleştiri,
daha sonra birçok sosyalist tarafından birçok kez tekrar edilmiştir. Marx,
Stirner’in “Ben”in tek ve biricik olduğu savına karşılık, bireyi tarihsel
çerçevenin dışında algılamanın olanaksız olduğunu savunmuştur. Proudhon
iktisadın siyasete üstünlüğünü, önceliğini öne sürmüştü. Marx, bu ayrımı yapay
ve zorlama bulur, Proudhon’u da toplumsal sorunu devletin dışında çözümlemek
istemekle suçlar.
Bakunin ve
taraftarları enternasyonale girdiler ve her yola başvurarak yönetimi ele
geçirmeye çalıştılar. Marx ve Engels anarşistlerin faaliyetlerine karşı yoğun
ve uzlaşmaz bir mücadele verdiler, onları işçi sınıfının hainleri olarak
nitelediler. Enternasyonal’in 1872’deki Lahey Kongresi için hazırladıkları
raporda Bakunincilerin amaç ve yöntemlerini kıyasıya eleştirdiler. Bakuninciler
Lahey Kongresi’nde Enternasyonal’den atıldılar. Bakuninci anarşistler,
Enternasyonal’den atıldıktan sonra, çalışmalarını sürdürmek için İsviçre’deki
Saint-Imier kentinde yeni bir federasyon kurmak için girişimde bulundular. Bu
toplantıya çeşitli ülkelerin delegelerinden başka, İspanya, İtalya ve Jura
bölgesi anarşist federasyonları da katıldı.
Bologna
Kongresi’nde Anarşist delegeler, “her otoriter hükümet ayrıcalıksız sınıfların
zararına ayrıcalıklıların eseridir” beyanında bulundular.
İspanya,
birçok bölgesinde ayrılıkçı eğilimler güçlü olduğu için, federalist görüşü
savunan anarşizmin gelişmesine uygun bir ortam oldu. Ayrılıkçılığın özellikle
yaygın olduğu Katalonya’nın başkenti Barselona, aynı zamanda federasyonun
ağırlık merkeziydi. 1872’den sonra, İspanyol anarşist eylemi giderek güçlendi
ve bir ara bünyesine 236 sendika ve 20 bin üye topladı. 1910’da kurulan
İspanyol Ulusal Emek Konfederasyonu (C.N.T.) anarşistlerin etkili olduğu bir
konfederasyondu. 1911’de 30 bin olan üye sayısı 1919’da 700 bine ulaşmıştı.
İspanya iç savaşı başladığında ise üye sayısı 1 milyona yaklaşmıştı.
İtalyan
Anarşist Federasyonu da Bakunin’in görüşlerinden etkilendi. İtalya’da
anarşistler birçok komplo ve ayaklanma girişimlerinde bulundular.
Anarşizmin
bir diğer önemli ismi Emma Goldman 1869’da Litvanya’da doğdu. On beş yaşında
bir fabrikada çalışırken anarşist fikirlerle tanıştı. On yedi yaşında
Amerika’ya göç etti. Görüşlerini yaymak için “Mother Earth” (Toprak Ana)
dergisini çıkardı. Amerika’nın hemen her kentini dolaşarak konuşmalar yaptı,
eylemlere katıldı; bu arada “Kızıl Emma” lakabıyla ünlendi. Kurduğu “Askerliğe
Karşı Birlik” ve savaş karşıtı faaliyetlerinden dolayı Sovyetler Birliği’ne
sürgüne gönderildi. I. Enternasyonal’deki anarşistlerle komünistler arasındaki
ayrılığa rağmen, burada Bolşeviklerin tarafında yer aldı. Burada gördükleri
karşısında uğradığı hayal kırıklığı nedeniyle Lenin’e ağır eleştiriler
yöneltti. 1921’de Kronstadt ayaklanmasının Bolşevik topçu birlikleri tarafından
bastırılmasından sonra oradan ayrıldı. Rusya anılarını “Bolşeviklerin Devrime
İhanetinin Öyküsü” adlı kitabında topladı, Rusya ve Bolşevikler hakkındaki
görüşlerini, uğradığı hayal kırıklıklarını bu kitapta açıkladı. 1936’da
İspanya’da faşistlerle çarpışan anarşistlerin daveti üzerine İspanya’ya gitti
ve mücadeleye katıldı. 1940’da öldü. Amerika’da Haymarket isyanından sonra
asılan anarşistlerin yanına gömüldü.
Emma
Goldman, anarşistlerin silahlı eylemlerini sebep-sonuç ilişkisi içinde
değerlendirir. “Siyasal Şiddetin Psikolojisi” başlıklı yazısında “Sermaye ve
hükümetin topyekûn şiddetiyle karşılaştırıldığında, siyasal şiddet eylemleri
okyanusta birer damladır”[24]
der ve bu eylemler konusundaki görüşlerini şöyle dile getirir:
“Bu tür
eylemleri anlayışla karşılamak, derhal bu eylemlere sempati uyandırma
suçlanmasına yol açabilir. Öte yandan, suikastçıya karşı duyulan insancıl bir
sempatinin dile getirilmesi, muhtemel bir suç ortağı olarak görülme riskini
doğurur.”[25]
“(…) Cahil
kitleler, toplumsal ve iktisadi adaletsizliklerimize karşı bir şiddet eyleminde
bulunan insanı, hayatı yok etmekten ve kanla banyo yapmaktan hoşlanan kalpsiz
bir canavar, vahşi bir cani ya da sorumsuz bir meczup olarak görürler. Oysa bu,
hakikatten son derece uzaktır. Şunu biliyoruz ki, bu insanların karakter ve
kişilikleri üzerine çalışmış ya da onlarla yakın ilişkide bulunmuş olanlar, söz
konusu kişileri bizim toplumsal suçlarımızın bedelini ödemek zorunda bırakan
şeyin, çevrelerindeki yanlışlara ve adaletsizliklere karşı aşırı duyarlılıkları
olduğu konusunda hemfikirdirler.”[26]
“(…)
tanınmış Anarşistlerin şiddet eylemlerine kalkışıp kalkışmadıkları sıkça
sorulur. Elbette kalkışmışlar ve her zaman eylemlerinin sorumluluğunu
üstlenmişlerdir. Burada sadece vurgulamak istediğim şey, onları eyleme zorlayan
şeyin Anarşizmin öğretisi değil, duyarlı yapıları karşısında hayatı dayanılmaz
hale getiren koşulların korkunç baskısı olduğudur.”[27]
“(…)
sömürülenler arasında iki tür insan vardır. Bir kısmı ne olduklarının ve ne
olabileceklerinin farkında değildir; hayatı olduğu gibi sorgulamadan kabul
eder, köle olmak için yaratıldıklarına inanır ve emeklerinin karşılığı olarak
kendilerine verilen kadarla yetinirler. Ama diğerleri düşünür, araştırır ve
toplumsal adaletsizlikleri keşfederler. Her şeyi apaçık olarak görüyorlarsa ve
başkalarının çektiği acı onlara da ıstırap veriyorsa, bu onların suçu mu
sayılmalıdır? Sonra kendilerini mücadeleye atarlar ve halkın taleplerinin
taşıyıcısı olurlar.”[28]
“Bütün
Anarşistler Tolstoy’la şu temel doğru konusunda hemfikirdirler: Eğer bir malın
üretimi, insan hayatının kurban edilmesini gerektiriyorsa, toplum o mal olmadan
da yapabilir ama o hayat olmadan yapamaz. Ancak bu hiçbir şekilde Anarşizmin
boyun eğmeyi öğrettiği anlamına gelmez. Zaten bütün acıların, bütün sefaletin,
bütün hastalıkların boyun eğmekten kaynaklandığını bilirken nasıl yapabilir ki
bunu?”[29]
Sürgüne
gönderildiği Sovyetler Birliği’nde tanık olduğu şiddet ve güç kullanımı,
Goldman’ın ilk zamanlarında savunduğu “amaç aracı haklı çıkarır” fikrinde
yumuşamaya neden oldu. Şiddetin toplumsal dönüşüm sürecinin istenilmese de
zorunlu bir parçası olduğunu kabul etmekle beraber, toplumsal mücadelenin
yegâne ve en önemli aracı olarak kullanılmasına karşı çıktı. Sovyetler
Birliği’nden ayrıldıktan sonra yazdığı “Bolşeviklerin Devrime İhanetinin
Öyküsü” kitabında yine şiddet konusunda şunları yazdı:
“Yıkım ve
şiddetin devrimin bir parçası olduğuna sözüm yok. Geçmişte de tüm büyük
politik/sosyal değişiklikler şiddeti gerekli kılmıştır. Cesur koloniler İngiliz
tiranlığına karşı direnişe geçmemiş olsaydı, Amerika bugün hâlâ İngiliz
hükümranlığı altında olabilirdi. Aynı şekilde, John Brown gibiler silahlı
mücadeleye girişmeselerdi, zenci köleliği hâlâ meşru görülüyor olabilirdi.
Dolayısıyla, şiddetin kaçınılmazlığını reddediyor değilim. Ancak, savaşta
başvurulan şiddet sadece ve sadece savunma anlamında olmalıdır. Terörü
kurumsallaştırarak sosyal mücadelenin en can alıcı bölümü yapmak ise bambaşka
bir şeydir. Bu türden bir terörizm, şüphesiz ki, karşı-devrimi doğuracak, hatta
karşı-devrimin ta kendisi olacaktır.”
Anarşizm
ve şiddet kullanımı konusuna Bertrand Russell (1872-1970) ise şöyle yaklaşıyor:
“Sosyalistler
gibi anarşistler de sınıf mücadelesi öğretisine inanırlar ve onların bomba
kullandığı durumlar da hükümetlerin bomba kullandığı durumlara benzer, iki
taraf da savaş zamanında bomba kullanır. Fakat anarşistler tarafından üretilen
her bir bombaya karşılık hükümetler tarafından milyonlarcası üretilmektedir.
Anarşistlerin şiddeti tarafından öldürülen her bir kişiye karşılık devletlerin
şiddeti tarafından milyonlarca kişi öldürülmektedir. Bu nedenle yaygın olan
görüşte çok büyük bir yer kaplayan şiddet meselesini tamamen aklımızdan
çıkarabiliriz, çünkü şiddet, anarşist duruşu benimseyenlerin ne olmazsa olmaz
özelliğidir ne de onlara özgü bir şeydir.”[30]
Goldman,
evliliğin insan doğasına aykırı olduğunu savunur. Evliliğin, kadınları baskı
altında tutmaya yaradığını ve kadınların cinselliklerini özgürce yaşamalarını
engellediğini söyler. Kilise ya da toplum onaylasın ya da onaylamasın, aşkla
kutsanmamış, doğal olmayan bütün birliktelikler fuhuştur. Fuhuşta, suçlu olan
fahişeler değil, onları fahişelik yapmaya mecbur bırakan, eşitsizliğe dayanan
özel mülkiyet sistemi, yani kapitalizmdir. Fahişelik, kendisini besleyen bu
sistem var oldukça sürecektir.
Anarşizmin
bir kolu olan Anarko-sendikalizm, 1890’lı yıllarda Fransız anarşistlerinin
sendikal hareketlere daha fazla katılmaları sayesinde gelişti. Sonraki yıllarda
Fransa dışına yayıldı, Latin ülkelerinin yanı sıra Almanya, Hollanda ve
İskandinav ülkelerinde büyük ölçüde anarşist komünizmin yerini aldı.
Anarko-sendikalistleri anarşist komünistlerden ve kolektivistlerden ayıran iki
nokta şuydu: Temel toplumsal birim olarak komün yerine sendikanın öne
çıkarılması ve komplocu ya da isyancı eylem yerine endüstriyel eylemlere önem
verilmesi.
Sosyalizme
yakın duran bir düşünür olan Bertrand Russell, “Özgürlük Yolu, Sosyalizm,
Anarşizm, Sendikalizm” adlı kitabında bunlar hakkındaki görüşlerini dile
getirmiştir. Anarşistlerin sendikalizm ve yerel yönetimlerin konfederasyonu
görüşlerine de sıcak bakar. Sendikalizmin ve yerel yönetimlerin, işçilerin
kapitalistlerin gereksizliğini anlamaları ve kendi kendilerini yönetmeyi
öğrenmeleri için fırsat olduğunu öne sürer. Sendikalizmin ana öğretisi sınıf
mücadelesinin siyasi yöntemler ile değil, endüstriyel yöntemlerle
yürütülmesidir. Savunulan başlıca endüstriyel yöntemler grev, boykot ve
sabotajdır.
Russell,
1920 yılında, yani devrimden üç yıl sonra İngiliz İşçi Partisi’nden bir heyetle
birlikte SSCB’ye gider ve yerinde incelemelerde bulunur. Dönünce, “Bolşevizm’in
Pratiği ve Teorisi” adlı kitabını yazar, izlenimlerine ve yorumlarına bu
kitabında yer verir. Sosyalizmi över ancak SSCB’deki yönetimi eleştirir.
“Özgürlük
Yolu, Sosyalizm, Anarşizm, Sendikalizm” adlı kitabında anarşistlerin toplum
örgütlenmesine ilişkin görüşleri hakkında şöyle yazar:
“Anarşist
komünistlerin tasarladığı iktisadi toplum örgütlenmesi sosyalistlerin
düşündüğünden çok farklı değildir. Onların sosyalistlerden farkı hükümet meselesindedir:
Anarşist komünistler hükümetin sadece çoğunluğun rızası ile değil,
yönetilenlerin tümünün rızası ile oluşması gerektiğini söyler. Çoğunluğun
egemenliği kuralının da en az azınlığın egemenliği kadar özgürlük karşıtı bir
durum olduğu inkâr edilemez: Çoğunluğun ilahi hakkı da başka her türlüsü gibi
çok az gerçeklik içeren bir dogmadır. Güçlü, demokratik bir devlet kolayca en
iyi vatandaşlarını, özellikle de bağımsız aklı sayesinde ilerleme için bir güç
oluşturabilecek olanları bastırma yoluna itilebilir. Demokratik parlamenter
hükümet deneyimleri, ilk sosyalistlerin bu konudaki beklentilerinin fazlasıyla
uzağında kaldığını göstermiştir ve buna karşı olan anarşist başkaldırı da
şaşırtıcı değildir.”[31]
İlk
anarşist öğrenciler grubu 1890’da Paris’te kuruldu ve birçok yazar ve ressam
kendilerini anarşizmle özdeşleştirmeye başladılar. Yazar Oscar Wilde de
anarşist öğrenciler grubunu ziyarete geldiğinde, artık bir anarşist olduğunu
belirtti. Kropotkin’e büyük hayranlık duyuyordu ve “Sosyalizm Altında İnsan Ruhu”
adlı eseriyle anarşizme önemli bir katkıda bulundu. Bu eserinde Kropotkin’den
çok Godwin’in etkisi hakimdi.
Wilde
mülkiyetin toplumsallaştırılmasını yeterli görmez. Bir düzeltici olarak
bireyciliğe ihtiyaç olduğunu söyler:
“Sosyalizm
otoriterse; şimdi politik iktidarla silahlanmış oldukları gibi ekonomik
iktidarla silahlanmış hükümetler varsa; tek kelimeyle Sanayi Tiranlıkları
olacaksa, insanın son devleti ilkinden daha kötü olacak demektir.”[32]
Osmanlı
anarşisti Baha Tevfik, 1913-1914 yıllarıyla tarihlenen kitabında hükümet ve
birey arasındaki ilişkiyi şöyle değerlendiriyor:
“Dünyanın
hangi noktasına gidilirse gidilsin, en ilkel en vahşi kavimlerde bile hükümetin
gücünün bireyin ilerlemesiyle ters orantılı olduğu göze çarpar.”[33]
ABD’li bir
sosyal eleştirmen olan John Zerzan (D: 1944), günümüzün önemli
anarşistlerinden, Amerika’nın başlıca anarşist yayınlarından olan “Anarchy”
dergisinin de sürekli yazarlarından biri. Zerzan 25 yıldan beri “insan denilen
canlı türü, nasıl oldu da kendi yaşamını, dünyayı, hatta yavaş yavaş uzayı
cehenneme çeviren bir varlığa dönüştü” sorusuna cevap arıyor. Antropoloji ve
arkeoloji alanlarında son yirmi yıl içinde gerçekleşen köklü dönüşümlerden
hareket eden Zerzan, günümüzde pençesinde kıvrandığımız yabancılaşmanın kökenini,
avcı-toplayıcı yaşam tarzının sona ermesinden sonra ortaya çıkan tarımla
birlikte başlayan uygarlığa dayandırıyor.
Zerzan’a
göre, evcilleştirme, tarım ve uygarlık öncesi yaşam, aslında doğayla
özdeşleşmenin, duygusal bilgeliğin, cinsel eşitliğin ve sağlığın hüküm sürdüğü
bir yaşamdı.Bu yaşam rahipler, krallar ve patronlar tarafından
köleleştirilmeden önce, neredeyse iki buçuk milyon yıl sürmüştü. Ne var ki, Üst
Paleolitik çağda, yani günümüzden yalnızca on bin yıl önce, adeta ani bir
patlamayla başlayan uygarlık, bu özgür yaşamı yok ederek, önce doğanın,
ardından da bizzat insanın tahakküm altına alınmasına yol açmıştır.
Zerzan,
uygarlığı bir felaket olarak değerlendiriyor. Bugüne kadar “uygarlaşan
insanlığın evrensel değerleri” olarak görülen evcilleştirme, tarım, işbölümü,
sanat, zaman bilinci, dil, yazı, sayı sistemi ve bir bütün olarak sembolik
kültür, esiri olduğumuz çağdaş tahakkümün temel bileşenleridir. Bu yüzden,
uygarlık kökten reddedilmediği sürece özgürleşmek mümkün değildir.
Zerzan,
“Bugüne dek kapitalizme karşı çıkan her modern hareket, özünde, üretim
araçlarının büyümesini ve teknolojik gelişimin sürmesini kabullenmişti. Artık
bu üretimci yönelim, açıktan açığa reddediliyor; bu reddediş yeni yeni anarşist
harekette yükselişe geçiyor”[34]
diyor.
Günümüzde
Anarşizm felsefesinin savunucularından bir diğeri ve belki de en ünlüsü Theodor
John Kaczynski.
Kaczynski,
Polonya’dan ABD’ye göç etmiş bir ailenin çocuğu.1942’de Şikago’da doğmuş. 16
yaşında Harvard Üniversitesini bursla kazanmış ve 20 yaşında “yüksek matematik”
diploması almış. Michigan’da “matematiğin sınır fonksiyonları” adlı doktora
çalışmasıyla “yılın en iyi matematik tezi” ödülünü almış, Berkeley
Üniversitesi’ne asistan profesör olarak kabul edilmiş. 1969’da hiçbir gerekçe
göstermeden öğretim üyeliğini bırakmış; iki yıl ailesiyle birlikte yaşadıktan
sonra Montana’da orman içinde küçük bir arazi alıp oraya yerleşmiş. On iki
metrekarelik bir orman kulübesinde elektrik, su, radyo, televizyon, bilgisayar
gibi şeylerden uzak, kendi yetiştirdiği sebzelerle ve avladığı tavşanlarla
beslenerek yaşamış. Yedi yıl sonra, bir otoban yapımı için çevresindeki
ağaçların kesilmeye başlaması üzerine tekno-sanayi sistemine karşı eyleme
geçmeye karar vermiş. Kendisini dünyada “Unabomber”[35], Türkiye’de de “Bombacı Profesör”
olarak ünlendiren eylemlerine böylece başlamış. 18 yıl boyunca FBI’yı peşinden
koşturan Kaczynski, bu süre içinde birçok bilim, teknoloji, reklam ve havayolu
şirketine bombalı paket göndermiş. 1996 Nisan’ında yakalanmış ve müebbet hapis cezasına
çarptırılmış. Halen Colorado’da yüksek güvenlikli Florence cezaevinde yatıyor.
Eylemlerini
yaparken de bir taraftan “Sanayi Toplumu ve Geleceği” isimli manifestosunu
yazmış. Endüstriyel teknolojik sisteme cepheden bir karşı çıkış olan bu
manifesto, gezegenimizi felakete sürükleyen teknolojik uygarlığın insan
üzerindeki tahribatını da ortaya koyuyor.
Kaczynski’nin
manifestosundan özgürlükle ilgili bir alıntı:
“Endüstriyel-teknolojik
toplumun, bireyin özgürlük alanını sürekli daraltmaksızın reforme
edilemeyeceğini kanıtlamak durumundayız. Ancak, ‘özgürlük’ pek çok şekilde
anlaşılabileceği için, önce ne tür bir özgürlükten bahsettiğimizi açıklığa
kavuşturmalıyız.
Özgürlükten
şunu kastediyoruz: Güç sürecini, ikâme etkinliklerin yapay hedefleriyle değil,
gerçek amaçlarla ve hiç kimsenin, özellikle de hiçbir büyük kuruluşun
müdahalesi, manipülasyon ya da denetimi olmadan yaşayabilme fırsatı. Özgürlük,
kişinin yiyecek, giyecek, barınak ve çevresinden gelebilecek her türlü
tehlikeye karşı savunma gibi hayati meseleleri -bir birey ya da küçük bir
grubun üyesi olarak- kendi kontrolü altında tutmasıdır. Özgürlük, güç sahibi
olmak demektir; diğer insanları kontrol etmeye değil, ancak kendi yaşamının
koşullarını kontrol etmeye yarayan güç. Birileri -özellikle de büyük bir
kuruluş- kişinin üzerinde bir güce sahipse, bu güç ne kadar iyi niyetli,
hoşgörülü ve müsamahakâr olursa olsun kişi özgür değildir. Özgürlüğü, sırf
hareket serbestisiyle karıştırmamak önemlidir.”[36]
Kaczynski,
teknoloji kullanımı konusunda ise “Teknolojik bir buluşun kullanımı başlangıçta
isteğe bağlı olsa da bu mutlaka isteğe bağlı kalacak demek değildir, çünkü yeni
teknoloji, toplumu öyle değiştirir ki birey için o teknolojiyi kullanmadan
hareket etmek zor ya da imkânsız hale gelir”[37] diyor.
Endüstri
toplumu ve doğa çelişkisi konusunda Bertrand Russell, daha 1920’lerde şunları
söylüyordu:
“(…) insanlar
endüstrileşme sonucunda daha özgür olurlar, çünkü doğaya olan bağımsızlıkları
artar, ama kişiler, tek tek, daha özgür bir duruma gelirler denilemez, çünkü bu
defa toplumun onlar üzerindeki baskısı artar.”[38]
“(…)
sosyalist bir endüstri, toplumun efendisi değil, hizmetkârı olabilir. Bu,
sosyalizmin kapitalizme üstün tutulmasının temel nedenlerinden birisidir.
Ekonomik düzen değişikliklerini savunanları, rakiplerinin yanlışlarını
benimsemeleri tehlikesine karşı uyarmak isterim. Bu tehlike, malları,
insanların hayatlarını özgürlüğe kavuşturacak araçlar olarak görmek yerine,
insanları mal üreten araçlar olarak görmektir.”[39]
“(…) önce
kapitalist Batının bulduğu, sonra sosyalistim diyen Doğunun benimseyip
uyguladığı biçimde endüstrileşme, doğasal düzeyde de yüzyıllardır düşlenen
ideal çözüm değildir. Eğer toplumsal örgütlenme, hele emeğin örgütlenmesi,
endüstrileşmenin alışılmış biçimini kıramaz, ona egemen olamazsa, o
endüstrileşmenin getireceği kalkınma, aynı zamanda toplumsal ve bireysel
mutluluk anlamına gelmez.”[40]
1974’de
Amerika’da Toplumsal Ekoloji Enstitüsü’nü kurmuş olan Murray Bookchin, Kuzey
Amerika ve Britanya’daki anarşist çevrelerin yönelimlerinden duyduğu
rahatsızlığı, 1995’de yazdığı “Toplumsal Anarşizm mi, Yaşam Tarzı Anarşizm mi?”
adlı kitabında dile getiriyor. Bookchin, kişisel özerklik kavramı ile toplumsal
özgürlük kavramının, asla uzlaşmaz kavramlar olduğunu söylüyor, “bugün
Amerika’da ve gittikçe de Avrupa’da anarşizm adına olup bitenler, sorumlu
toplumsal bağlılığı reddeden, içe dönük kişiselcilikten başka bir şey değildir”
diyor. Yaşam tarzı anarşistleri, özgürlük yerine özerklik istemek suretiyle,
özgürlüğün zengin toplumsal yan anlamlarını feda etmektedirler. Bookchin
bireyci anarşistleri şöyle eleştiriyor:
“Bireyci
anarşistlerin özgürlükçü eylemlerde ön plana çıkmaları yılgınlığa yol açan
şiddetli toplumsal baskı dönemlerinde oldu, o zamanlarda da temelde teröristler
olarak ortaya çıktılar. Fransa, İspanya ve Birleşik Devletler’de bireyci
anarşistler, anarşizmi son derece uğursuz bir komplo olarak tanıtan terör
eylemlerinde bulundular. Terörist olanlar, genelde özgürlükçü sosyalist ve
komünistler olmaktan çok, dönemlerindeki adaletsizlikleri ve kültürsüzlüğü
protesto etmek için sözde ‘eylemde propaganda’ adına silah ve patlayıcı
kullanan umutsuz insanlardı. Ancak, bireyci anarşizm kendisini daha çok kültürel
muhalif davranışlarla ortaya koyuyordu. Bu tarz, anarşistler arasında öylesine
yaygınlaştı ki, anarşistler yaşanabilir bir toplumsal alanla bağlantılarını
kaybettiler.”[41]
Bookchin,
yaşam tarzı anarşistleri diye adlandırdığı bireysel anarşistleri, postmodern
felsefecilerden Michel Foucault’nun görüşleri ile ilişkilendiriyor:
“Bilinçli
ya da bilinçsiz olarak, birçok yaşam tarzı anarşisti, toplumsal devrim yerine,
ezilenlerin halk meclislerinde, konseylerinde ve/veya konfederasyonlarında
kurumsallaşmış bir şekilde yetkilendirilmeleri talebini değil, muğlak ve kozmik
iktidar eleştirisine dayanan, Michel Foucault’nun ‘kişisel isyan’ yaklaşımını
dile getirmektedir. Bu akım, toplumsal devrimin gerçek olasılığını, ya
‘olanaksız’ ya da ‘hayali’ görerek sildiği oranda, sosyalist ya da komünist
anarşizmi temel anlamda bozar. Aslında Foucault ‘direniş, iktidarla ilişkisinde
asla ona dışsal değildir… Yani, bir tek (evrensel) büyük Red merkezi, isyan
ruhu, tüm ayaklanmaların kaynağı ya da saf devrim yasası yoktur” gibi bir bakış
açısını teşvik eder. Hepimiz öylesine kozmik bir gücün her yerde bulunan
kollarıyla sarılmışızdır ki, Foucault’nun abartmaları ve kaçamakları bir yana,
direniş tümüyle her şekle giren bir hal alır; ‘yalnız’ ile ‘yaygın’ın arasında
ne istediğimizi bilmeden sürükleniriz. Onun dolambaçlı düşünceleri, sonunda,
direnişin illa da daima var olan -ve kaçınılmaz olarak yenilen- bir gerilla
savaşı olması gerektiği sonucuna varır.”[42]
Bookchin,
günümüzün bazı anarşistlerinin teknolojiye ve uygarlığa karşı çıkışlarını ise
“ideolojik saçmalık” olarak nitelendiriyor:
“Günümüzün
çağdaş ideolojisi açısından baktığımızda, bu ideolojik saçmalık genelde, yeni
geliştirilen otomatikleştirilmiş makinelerin çeşitli şekillerde insanların
işlerine mâlolduğu ya da sömürüyü arttırdığı iddiasıyla ayırt edilir. İkisi de
şüphe götürmez gerçeklerdir. Ancak kökenleri, bizzat teknolojik ilerlemelere
değil, kesinlikle kapitalist sömürünün sosyal ilişkilerine dayanır. Açıkça
söylendiğinde: Bugün ‘küçülme’ makineler tarafından değil, makineleri emeğin
yerine koymak için veya emeği daha fazla sömürmek için kullanan açgözlü
burjuvalar tarafından ortaya çıkarılmaktadır. Aslında burjuvaların işçi
maliyetini azaltmakta kullandıkları makineler, akılcı bir toplumda, insanları
akılsızca zahmetlerden kurtarıp, onların daha yaratıcı ve kişisel olarak tatmin
edici etkinliklere zaman ayırmalarını sağlayabilir.”[43]
“Teknoloji
ve uygarlığın, içkin olarak insanlığı ezdiğini ileri sürmek, aslında,
ayrıcalıklı sömürenlerin sömürülenler üzerinde, hükümranlarınsa, kendilerine
tabi olanların üzerinde kurduğu özgül toplumsal ilişkileri gizlemeye yarar.”[44]
“…teknoloji
karşıtlığı, günümüzün toplumsal ve kişisel hastalıklarının kaynaklarını
açıklamaktansa, yanıltıcı bir şekilde, büyümenin ve ekolojik yıkımın altında
yatan neden olarak kapitalizmin yerine teknolojiyi koymamıza izin vererek
sermaye birikimini ve emek sömürüsünü kolaylaştırır. Şehirde kültürel merkez
olarak vücut bulan uygarlık, sanki şehir, kabile ya da köy yaşamının aksine,
insan ilişkilerini evrenselleştirmek için potansiyel bir alan değilmiş de
iyileşmeyen bir kansermişçesine akılcı boyutlarından soyutlanıyor. Kapitalist
sömürü ve tahakkümün temel toplumsal ilişkileri, ego ve teknik üzerine
toplumsal ve ekolojik krizlerin temel nedenlerini -iktidar, endüstri ve servet
tellallarını üreten meta ilişkilerini- ve toplumun kavrayışını bulandıran
metafizik genellemelerle gölgede bırakılır.”[45]
Bookchin
bu eleştirisini yaptıktan sonra şöyle bir açıklama yapmanın da gerekliliğini
duyuyor:
“Tüm
bunlar, birçok teknolojinin içkin olarak tahakkümcü ve ekolojik açıdan
tehlikeli olduğunu yadsımak ya da uygarlığın bulunmaz bir nimet olduğunu iddia
etmek anlamına gelmez. Nükleer reaktörler, büyük barajlar, merkezi endüstriyel
kompleksler, fabrika sistemi ve silah endüstrisi -bürokrasi, kent felaketi ve
günümüz medyası gibi- başlangıcından beri zararlıydı. Ancak 18. ve 19. yüzyıllarda,
Kuzey Amerika’nın geniş alanlarını ormansızlaştırmak, yerli halklarını fiilen
yok etmek ve bütün toprağı aşındırmak için buharlı makineye, kitlesel üretime
ya da dolayısıyla dev şehirlere ve eli uzun bürokrasilere ihtiyaç yoktu.
Aksine, demiryollarının ülkenin bütün köşelerine varmasından bile önce, bu
tahribatın çoğu, basit baltalar, barutlu tüfekler, atlı katarlar ve sabanla
gerçekleştirilmişti.”[46]
Bookchin’in
“halk demokrasisi”, “halk meclisleri” ve “devrim” konusundaki görüşleri de
hayli önemli:
“Bir defa,
halk demokrasisi herkesin halk meclislerine katılabileceği, katılacağı ve hatta
katılmak isteyeceği fikrini kendine öncül olarak almaz. Anarşist olduğunu iddia
eden hiç kimse, katılımı zorunlu kılmamalı, insanları katılım yönünde
zorlamamalıdır. Daha da önemlisi, devrimler tarihinden bildiğim kadarıyla,
belli bir yerdeki insanların hepsi şöyle dursun, büyük çoğunluğunun bile
devrime katılması hiç söz konusu olmamıştır. Devrimci bir durumda ayaklanma baş
gösterdiğinde, az sayıda destekçinin yardımını gören (adı sanı bilinmeyen)
militanlar başkaldırıp kurulu düzeni alaşağı ederken, halkın büyük bölümü olan
biteni seyretmekle yetinir.
Avrupa’da
ve Amerika’da gerçekleşen büyük devrimlerin hemen hepsini büyük bir dikkatle
inceledim; edindiğim bilgilere dayanarak şunu söyleyebilirim ki, bütünüyle
başarılı olmuş bir devrimde, kendi toplumlarının kaderi hakkında önemli
kararlar alan meclis toplantılarına katılan insanlar hep küçük bir azınlığı
oluşturmuştur. Kapitalist bir toplumda kitlelerin politik ve toplumsal bilinç,
çıkar, eğitim ve yetişme biçimi bakımından sergiledikleri farklılıklar,
beraberinde, halkın devrime topyekûn değil, dalga dalga katılmasını getirir.
İlk önce, en militan öncü dalga gelir (bu dalgayı başlatanların sayısı oldukça
azdır); onu, olaylara o zamana dek seyirci kalmış insanlardan oluşan, ama eğer
kalkışma başarılı olacak gibi görünüyorsa, birinci dalgayla birleşen ikinci dalga
izler. Kalkışmanın başarılı olma olasılığının yüksek olması halinde ancak,
politik açıdan daha az gelişmiş dalgalar, değişik derecelerde, ona katılır.
Kalkışma başarılı olduktan sonra bile halkın hatırı sayılır bir bölümünün
devrimci sürece eksiksiz bir biçimde, genelde gösterilerdeki kalabalıklar
olarak, daha nadiren de devrimci kurumların katılımcıları olarak kendisini
göstermesi zaman alır.
(…)
Devrimler “herkesin” ya da nüfusun büyük çoğunluğunun baskıcı bir rejimi
devirmede aktif bir biçimde yer alması sonucu değil, eski düzenin silahlı
kuvvetlerinin ve nüfusun büyük bölümünün militan ve kararlı bir azınlığa karşı
kurulu düzeni daha fazla savunmak istememelerinin sonucu zafere ulaşmıştır.”[47]
Bookchin’e
göre Sol’un geleceği, son tahlilde, onun, günümüzde ve ufukta gözükmeye
başlayan gelecekte hem Marksizm hem de anarşizm içerisinde geçerli olan şeyleri
kabul etme yetisine bağlıdır.[48]
Bookchin’in
bu tespiti, devletçi sosyalizm ve anarşizm dışında bir üçüncü yol olduğunu
işaret ediyor.
Bu üçüncü
yol, toplumun tüm kesimlerinden gönüllü bireylerin, yerel meclisler
aracılığıyla doğrudan yönetime katıldığı, "SOSYALİST DEMOKRASİ" veya
"DOĞRUDAN DEMOKRASİ" diye adlandırılan gerçek demokrasidir. Doğrudan
demokraside tüm fabrikalar, atölyeler, bürolar, çiftlikler, okullar, kışlalar,
yerel meclisler vasıtasıyla aşağıdan yukarıya doğru uzanan birer iktidar
organıdırlar. İşyeri komiteleri, mahalle ve köy meclisleri ilçe meclislerinin,
ilçe meclisleri ise il meclislerinin parçasıdırlar. En yüksek organ Yüksek Meclis'tir.
Yüksek Meclis, yerel iktidar organlarıyla bağlantılı olarak çalışır ve onlarla
birlikte bir bütün oluşturur. Aşağıdan yukarıya doğru yönetim kademelerini
oluşturan tüm bu örgütlenmeler, kendi yönetimlerini özgürce belirlerler. Tüm
yurttaşlar yönetim organlarına aday gösterebildikleri gibi, kendileri de aday
olabilirler. Seçmenler, seçtikleri ve üst organa gönderdikleri temsilcileri ve
görevlileri temsil ve görev dönemleri tamamlanmadan "geri çağırma"
hakkına sahiptirler. Bu hakkın kullanımı yasalarla düzenlenir ve güvence altına
alınır. Hiç kimsenin görevi dolayısıyla yasal dokunulmazlığı yoktur.
Lenin’in
Ekim Devrimi’nin sloganı haline gelen “Bütün İktidar Sovyetlere!” çağrısı, işte
böyle bir demokrasiye çağrıydı. Fakat, iç savaş ekonomiyi büyük ölçüde sarsmış,
ülkeyi açlık tehlikesiyle karşı karşıya getirmişti. İktidar, sosyalist kuruluş
süreci için gerekli olan hamlelere hazırlanabilmek için güç biriktireceği bir
döneme karar verdi. İç savaşın getirdiği ekonomik sıkıntıları aşmak amacıyla
1921 yılında Yeni Ekonomi Politikası (NEP) uygulamasına geçildi. NEP'in
Lenin'in “sosyalizmden önce devlet kapitalizmi” diye tanımladığı bir içeriği
vardı ve “geri çekilme” olarak da adlandırılıyordu.
Engels,
Marx’ın da 5 Mayıs 1875’de eleştirmiş olduğu Gotha Programı taslağını
eleştirmiş ve devlet sorunu hakkında şunları yazmıştı:
“(…)
Devlet, proletaryanın mücadelede, devrim sırasında düşmanlarını zor yoluyla
baskı altında tutmak amacıyla yararlanmak zorunda olduğu geçici bir kurumdan
ibaret olduğu için, özgür halk devletinden bahsetmek tam bir saçmalıktır.
Proletarya devlete ihtiyaç duyduğu sürece, onu özgürlük için değil, hasımlarını
baskı altında tutmak için kullanacaktır ve özgürlükten bahsedilebileceği gün,
devlet artık devlet olmaktan çıkacaktır. Bu yüzden biz her yerde ‘devlet’
yerine, Fransızca ‘Komün’ kelimesini pekâlâ karşılayabilecek güzel, eski bir
Almanca kelimeyi koymayı öneririz: Gemeinwesen (topluluk).[49]
Lenin,
“Engels’in merkeziyetçilik anlayışı, devletin birliğinin komünler ve bölgeler
tarafından gönüllü olarak savunulduğu, her türlü bürokratik uygulamanın ve
tepeden inme emirlerin kesinlikle ortadan kaldırıldığı geniş çaplı yerel
özyönetimleri hiçbir şekilde dışlamaz” diyordu.[50]
Lenin’e
göre devleti ortadan kaldırabilmek için, kamu hizmetlerini toplumun büyük
çoğunluğunca ve ileride, tek tek her birey tarafından yapılabilecek basitlikte
denetim ve muhasebe işlemlerine dönüştürmek gerekir. Devletin önemli işleri
işçilerin kendi kendilerine yapabilecekleri muhasebe ve denetim işlerine
indirgendiğinde, devlet bir ‘siyasal devlet’ olmaktan çıkacak ve kamu işleri
siyasal niteliklerini kaybederek basit yönetim işlerine dönüşecektir.
“Devlet ve
Devrim”de bu konuyu şöyle açıklar:
“Toplumun
bütün üyeleri (ya da en azından ezici çoğunluğu) devleti bizzat yönetmeyi
öğrendikleri, bu işi kendi ellerine aldıkları, önemsiz sayılabilecek kapitalist
azınlık, kapitalist alışkanlıklarını sürdürmek isteyen muktedirler ve
kapitalizmin iyiden iyiye yozlaştırdığı işçiler üzerinde denetim kurdukları
andan itibaren, her türlü hükümete duyulan ihtiyaç tamamen ortadan kalkmaya
başlar. Demokrasi ne kadar tam olursa, gereksiz hale geleceği an da o kadar
yaklaşır. Artık ‘kelimenin gerçek anlamıyla devlet olmayan’ ve silahlı
işçilerden oluşan ‘devlet’ ne kadar demokratik olursa, her türlü devlet biçimi
de o kadar hızlı bir şekilde sönümlenmeye başlar.
Zira
herkes yönetmeyi öğrendiği ve toplumsal üretimi gerçekten kendisi yönettiği,
kendisi hesap tuttuğu ve asalaklar, zengin çocukları, madrabazlar ve
‘kapitalist geleneklerin diğer yılmaz bekçileri’ üzerinde denetim uyguladığı
zaman, halkın geneline yayılan bu muhasebe ve denetimden kaçmak kaçınılmaz
olarak öylesine güçleşecek, öylesine ender bir istisna haline gelecek ve
muhtemelen öylesine hızlı ve sert bir cezalandırmayla karşılaşacaktır ki (zira
silahlı işçiler duygusal aydınlar değil, pratik insanlardır ve hiç kimsenin
kendileriyle oyun oynamasına izin vermezler) cemiyetin basit, temel kurallarına
uyma zorunluluğu çok geçmeden bir alışkanlık haline gelecektir.
İşte o
zaman, komünist toplumun alt aşamasından üst aşamasına geçişin ve bununla
birlikte devletin tümüyle sönümlenip gitmesinin yolu sonuna kadar açılacaktır.”[51]
Bürokratik
örgütlenme ile ilgili görüşlerini ise yine “Devlet ve Devrim”de şöyle ortaya
koyuyordu:
“Gerekli
olduğu varsayılan ‘bürokratik’ örgütlenme konusunda, demiryolları ile büyük
ölçekli makineli sanayideki herhangi bir işletme, herhangi bir fabrika, büyük
mağaza ya da büyük ölçekli kapitalist tarım işletmesi arasında en küçük bir
fark bile bulunmadığını söylemek gerekir. Bu tür işletmelerin hepsinde hâkim
olan teknik, herkesin kendi payına düşen görevi yerine getirirken en sıkı
disipline uymasını ve son derece titiz davranmasını gerektirir, aksi takdirde
bütün işletme durabilir, makineler ya da mamul ürün zarar görebilir. Bütün bu
işletmelerde işçiler elbette ‘bir tür parlamento’ oluşturan temsilciler
seçeceklerdir.
Fakat
meselenin dönüp dolaşıp düğümlendiği yer, bu ‘bir tür parlamento’nun bir
burjuva parlamento kurumu anlamında bir parlamento olmayacağıdır. Meselenin
özü, bu ‘bir tür parlamento’nun, düşünceleri burjuva parlamenterizminin
sınırlarını aşamayan Kautsky’nin tahayyül ettiği gibi yalnızca çalışma
mevzuatını belirlemek ve bürokratik aygıtın yönetimini denetlemekle
yetinmeyecek olmasıdır. Sosyalist toplumda işçi temsilcilerinden oluşan ‘bir
tür parlamento’ elbette ‘çalışma mevzuatını belirleyecek ve bürokratik aygıtın
yönetimini denetleyecektir’, ama bu aygıt ‘bürokratik’ olmayacaktır. İşçiler
siyasal iktidarı ele geçirdikten sonra eski bürokratik aygıtı yerle bir edecek,
temellerine kadar parçalayacak, köküne kibrit suyu çakacaklardır. İşçi sınıfı
bu aygıtın yerine yine aynı işçi ve memurlardan oluşan yenisini geçirecektir,
ama bu çalışanların birer bürokrat haline dönüşmesini engellemek için, hiç vakit
kaybetmeden, Marx ve Engels’in ayrıntılarıyla ortaya koydukları önlemler hayata
geçirilecektir:
1-Yalnızca
seçim değil, aynı zamanda her an görevden alabilme;
2-Ücretlerin
işçi ücretlerini geçmemesi;
3-Herkes
tarafından denetim ve gözetimin derhal yürürlüğe konması ve böylece herkes bir
süreliğine ‘bürokrat’ olunca hiç kimsenin ‘bürokrat’ olamaması.”[52]
Devrimden
sonraki üç yıl, yani iç savaş dönemi boyunca, devlet yönetiminde verimliliği
artırmak için yapılan mücadele, sanayi üzerinde işçi denetiminin başarılı
olamayışı ve savaştan ekonomik örgütlenmeye kadar bütün alanlarda, burjuva
uzmanların teknik kapasitelerinin gerekli olduğunun ortaya çıkması, Lenin’i
devlet işlerinin, boş zamanlarında işçiler tarafından yönetilmesi hakkındaki
görüşünden vazgeçirdi.
Lenin,
NEP’in (Yeni Ekonomi Politikası) başlamasının hemen öncesinde eski tutumunu
reddettiğini gösteren bir dil kullanıyordu:
“Her işçi,
devlet yönetmesini bilebilir mi? Tecrübeli insanlar bunun bir masal olduğunu
bilirler… Sendikalar bir komünizm ve yönetim okuludur… İşçiler bu okula devam
edince çok şey öğrenecekler, fakat ilerleme yavaş olacaktır… Yönetime kaç işçi
katılmaktadır? Bütün Rusya’da topu topu birkaç bin.”[53]
Troçki,
amaçla araçlar arasındaki ilişkiyi ele alırken, amacın her türlü araca başvurulmasını
gerektirebileceğini savunuyor, araçları ilkesel bir yaklaşımın konusu olarak
görmek yerine yalnızca geçici ve pratik bir sorun olarak görüyor, şöyle
diyordu:
“Amacı
hedefleyen birisi, araçları reddedemez. Mücadele, proletaryanın üstünlüğünü gerçekten
güvence altına almak için böylesi bir yoğunlukla sürdürülmelidir. Eğer
sosyalist devrim bir diktatörlüğü -proletaryanın Devlet’i kontrol edebilmesini
sağlayan tek biçim- gerektiriyorsa, bu durum diktatörlüğün ne pahasına olursa
olsun güvence altına alınması gerektiği sonucunu doğurur.”[54]
Stalin, proletarya
diktatörlüğüyle parti diktatörlüğünün aynı şey olduğunu savunuyor ve
“Leninizm’in Sorunları”nda şöyle diyordu:
“(…)
Devletin giderek son bulması, devlet iktidarının zayıflaması ile değil, tersine
son derece kuvvetlenmesi ile olacaktır, can çekişen sınıfların artıklarını
temizlemek ve henüz yıkılacak durumda olmaktan uzak bulunan ve pek yakın
zamanda da bu duruma gelmeyecek olan kapitalizmin kuşatmasına karşı savunmayı
örgütlendirmek için devlet iktidarının kuvvetlenmesi vazgeçilmez, zorunlu bir
şeydir.”[55]
Lenin'in
ve Troçki'nin yönetimi işçi sınıfına bırakmayı ertelemiş olmaları, içinde
bulunulan savaş koşulları ve ekonomik güçlükler göz önüne alındığında
anlaşılabilir görünüyor. Proletaryanın yönetimi ele alacak düzeye ulaşamamış
olması da buna gösterilebilecek bir diğer gerekçe olarak kabul edilebilir.
Ancak nedeni ne olursa olsun şu gerçeği de kabullenmek zorundayız:
Bürokratlaşmanın ve yozlaşmanın türemesi süreci de bu geçici önlemle başlamıştı.
Anarşistler bu bürokrasinin gelişini ve devrimin harap oluşunu daha devrimin
ilk günlerinde “Bolşevik iktidarın örgütlenişinde” görmüşlerdi.
Nitekim
sosyalizm karşıtlarının sosyalizmi kötülemek amacıyla örnek olarak ortaya
sürdükleri olumsuzluklar sosyalizmden değil, tam tersi, sosyalizmin gerçek
anlamda inşa edilememiş olmasından doğan olumsuzluklardır. “Üreten biziz,
yöneten de biz olacağız” ideali hayata geçirilememiştir.
Görülen
tüm olumsuzluklara rağmen Sovyetler Birliği deneyimi,sosyalizmin en iyi
kapitalizmden daha iyi olduğu gerçeğini gizleyemiyor. Ancak birilerinin
başkaları adına devrim yapmasının, rejimin baskı rejimine dönmesi riski
taşıdığını da çok önemli bir olgu olarak göz önünde bulundurmak gerek.
Sosyalist bir devrimi yozlaştırarak amacından saptıran, kirleten ve gerçek
demokrasi yerine baskı rejimine dönüştüren, yönetim erkinin bir azınlığın
elinde olmasıdır. Bunu önlemenin yolu, yönetim erkini toplumun tüm kademelerine
yaymak, bunu yaparken de bireylerin bilinç düzeyini yükselterek, kendi kendini
yönetebilecek yeteneğe sahip bir toplumu oluşturmaktır.
Sömürünün
olmadığı, herkesin yeteneğine göre vereceği ve ihtiyacı kadarını alacağı ideal
toplum kurulduğunda, hiç kimse yaşamını geçinme çabasıyla harcamayacak,
toplumun tüm bireyleri entelektüel yönlerini geliştirmeye ve bilinç düzeyini
yükseltmeye zaman ayırabilecektir. Toplumun “başkalarına bize davranılmasını
istediğimiz gibi davranalım” şeklinde özetlenen ahlak anlayışını ilke
edinmesiyle yeni bir dünya kurulacaktır. Karl Marx'ın “sınıfsız toplumun
kurulması, son değil başlangıçtır” sözüyle anlatmak istediği de budur.
Craig O’Hara,
Amerika’nın Massachusetts eyaletindeki Tufts Üniversitesi’nde ders kitabı
olarak okutulan “Punk Felsefesi: Gürültünün Ötesinde” adlı kitabında anarşinin
gerçekleşme koşulu olarak şunu vurgular:
“Anarşi
sadece yasaların olmaması, yasalara ihtiyacın olmaması anlamına gelmemektedir.
Anarşizm, bireylerin sorumlu biçimde davranmalarını gerektirir. Bireylerin,
onları yönlendirecek ve cezalandıracak otoriteleri olmadığı zaman;
birbirleriyle dürüstçe ve eşitçe konuşabilecek kadar cesaret ve akıl sahibi
oldukları zaman; ancak ve ancak o zaman anarşi mümkün olur.”[56]
Marx,
“Filozoflar dünyayı sadece farklı yorumladılar, fakat aslolan onu değiştirmektir”[57]
der. Bu değişimin önce devrime önderlik edecek kadrolarda, sonra da tüm iktidar
organlarında yapılması gerektiği açıktır. Devrimlerin karşıtına dönüşmemesi,
devrime önderlik edenlerin ve onu sürdürecek kadroların, devrimi “önce kendi
içlerinde” yapmış olmalarıyla mümkündür.
[1] V. I. Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011, s.3.
[2] Karl Marx, Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Siyah Beyaz
Kitap, İstanbul, 2011, s: 80 v. d.
[3] V. I. Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011, s.14.
[4] Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan
Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü,
Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.62.
[5] A. G. E., s. 17
[6] George Woodcock, Anarşizmin Kısa Tarihi, Alter Yayıncılık, Ankara, 2015, s. 34
[7] George Woodcock, Anarşizmin Kısa Tarihi, Alter Yayıncılık, Ankara, 2015, s. 20.
[8] Mihail Bakunin, Devlet ve Anarşi, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2006, s. 29.
[9] Attila İlhan, Hangi Sol, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015, s. 59
[10] Mihail Bakunin, Devlet ve Anarşi, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2006, s. 158.
[11]Devrimler
ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi,
Gelişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.57.
[12]XVIII. yüzyılda Fransa’da Diderot başkanlığında
toplanmış, Fransız ihtilalinin düşünsel temellerini atmış olan Fransız
düşünürlere verilen isim. (Y.N.)
[13]Devrimler
ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi,
Gelişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.59.
[14]Devrimler
ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi,
Gelişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.65.
[15]Devrimler
ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi,
Gelişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.66.
[16]Devrimler
ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi,
Gelişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.72.
[17]Devrimler
ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi,
Gelişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.63.
[18]Devrimler
ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi,
Gelişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.70.
[19]Lev Tolstoy, İnsan Ne İle Yaşar? Alfa Yayınları, İstanbul, 2016, s. 7
[20]PyotrKropotkin, Anarşist Ahlak, Kaos Yayınları, İstanbul, 2015, s. 72
[21]PyotrKropotkin, Anarşist Ahlak, Kaos Yayınları, İstanbul, 2015, s. 72
[22]PyotrKropotkin, Anarşi Felsefesi – İdeali, Kaos Yayınları, İstanbul, 2015, s. 41
[23]PyotrKropotkin, Anarşi Felsefesi – İdeali, Kaos Yayınları, İstanbul, 2015, s. 44
[24] Emma Goldman, Anarşizm Neyi Savunur? Agora Kitaplığı, İstanbul, 2013, s. 86
[25] Emma Goldman, Anarşizm Neyi Savunur? Agora Kitaplığı, İstanbul, 2013, s. 59
[26] Emma Goldman, Anarşizm Neyi Savunur? Agora Kitaplığı, İstanbul, 2013, s. 60
[27] Emma Goldman, Anarşizm Neyi Savunur? Agora Kitaplığı, İstanbul, 2013, s. 71
[28] Emma Goldman, Anarşizm Neyi Savunur? Agora Kitaplığı, İstanbul, 2013, s. 74
[29] Emma Goldman, Anarşizm Neyi Savunur? Agora Kitaplığı, İstanbul, 2013, s. 85
[30] Bertrand Russell, Özgürlük Yolu, Sosyalizm, Anarşizm, Sendikalizm,bgst
Yayınları, İstanbul, 2015, s. 58
[31] Bertrand Russell, Özgürlük Yolu, Sosyalizm, Anarşizm,
Sendikalizm,bgst Yayınları, İstanbul, 2015, s. 76
[32] George Woodcock, Anarşizm, Bir Düşünce ve Hareketin Tarihi, Kaos Yayınları,
İstanbul, 2014, s. 470
[33] Baha Tevfik, Felsefe-i Ferd,
transkripsiyon ve günümüz Türkçesi’ne çeviren: Burhan Şaylı, İstanbul 1997, s.
44. Aktaran: Önder Kösbatar, Taşlar Kimin İçin Yuvarlanıyor? Altıkırkbeş
yayınları, İstanbul, 2012, s: 76
[34] John Zerzan, Makinelerin Alacakaranlığı, Kaos Yayınları, İstanbul, 2013, s. 96
[35] Bombalı paketlerin kimin tarafından
gönderildiği bilinmediğinden, FBI onu, üniversite ve havayolu kelimelerinin ilk
harfleri olan “una” ile bombacı anlamındaki “bomber” kelimesini birleştirmiş,
“Unabomber” olarak kodlamıştı.
[36] Theodor John Kaczynski, Sanayi Toplumu ve Geleceği, Kaos
Yayınları, İstanbul, 2013, s. 44
[37] Theodor John Kaczynski, Sanayi Toplumu ve Geleceği, Kaos
Yayınları, İstanbul, 2013, s. 72
[38] Attila İlhan, Hangi Sol, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015, s. 141
[39] Attila İlhan, Hangi Sol, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015, s. 141
[40] Attila İlhan, Hangi Sol, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015, s. 146
[41]MurrayBookchin, Toplumsal Anarşizm mi, Yaşamtarzı Anarşizm mi? Kaos Yayınları,
İstanbul, 2015, s. 20
[42]MurrayBookchin, Toplumsal Anarşizm mi, Yaşamtarzı Anarşizm mi? Kaos Yayınları,
İstanbul, 2015, s. 23
[43]MurrayBookchin, Toplumsal Anarşizm mi, Yaşamtarzı Anarşizm mi? Kaos Yayınları,
İstanbul, 2015, s. 46
[44]MurrayBookchin, Toplumsal Anarşizm mi, Yaşamtarzı Anarşizm mi? Kaos Yayınları,
İstanbul, 2015, s. 49
[45]MurrayBookchin, Toplumsal Anarşizm mi, Yaşamtarzı Anarşizm mi? Kaos Yayınları,
İstanbul, 2015, s. 50
[46]MurrayBookchin, Toplumsal Anarşizm mi, Yaşamtarzı Anarşizm mi? Kaos Yayınları,
İstanbul, 2015, s. 51
[47] A. G. E., s. 89
[48]MurrayBookchin, Geleceğin Devrimi, Halk Meclisleri ve Doğrudan Demokrasi, Dipnot
Yayınları, Ankara, 2017, s. 267
[49] V. I. Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011, s. 71
[50] V. I. Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011, s. 80
[51] V. I. Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011, s. 114
[52] V. I. Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011, s. 124.
[53] Semih Yakın, Lenin Dönemi ya da Mutlaka Okunması Gereken Alıntılar Kitabı,
Dipnot Yayınları, Ankara, 2006, s. 183
[54]Cansu Oba, Devrimci Mücadelede
Etik, Gelenek Dergisi, Sayı: 160 Sayfa: 125
[55] Semih Yakın, Lenin Dönemi ya da Mutlaka Okunması Gereken Alıntılar Kitabı,
Dipnot Yayınları, Ankara, 2006. s.63.
[56]Craig O’Hara, Punk Felsefesi:
Gürültünün Ötesinde, İstanbul, 2003. Aktaran: Önder Kösbatar, Taşlar
Kimin İçin Yuvarlanıyor? Altıkırkbeş yayınları, İstanbul, 2012, s: 76
[57] Karl Marx'ın "Feuerbach Üzerine Tezler" kitabında 11. tez
olarak geçer. (Y.N.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.