Marksist Araştırmalar [MAR] | Komünizm: Tarihin Çözülen Bilmecesi
değer teorisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
değer teorisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ekim 2024 Pazar

Değer ve emek-değer teorisi nedir?

Mahmut Boyuneğmez

Değer ilişkisel ve göreli bir özelliktir, mutlak bir büyüklük değildir. Bir metanın değeri, başka bir metanın değeriyle kıyaslandığında vardır. Metaların üretimi için gerekli ortalama emek miktarları/zamanları birbiriyle değişim ilişkileri aracılığıyla kıyaslanmıyorsa, bu metalar birbirine göre değer özelliklerine sahip olamaz. Toplumsal ilişkiler/değişim ilişkileri bu kıyaslanmayı sağlamaktadır. Bu nedenle örneğin mübadele ilişkileri olmadığında 1 evin değeri=10 yatağın değeri olamaz. Bu metaların üretilmeleri için gerekli emek miktarları ya da zamanları mutlak büyüklükler olarak her zaman varlar ve ölçülebilirler, mübadele ilişkileri ortadan kalktığında dahi bu emek zamanları/miktarları var olmaya devam edeceklerdir. Fakat mübadelede kıyaslanma ortadan kalktığında, ürünler meta olmaktan çıkar ve birbirine göre, rölatif olarak var olan bir gerçeklik olarak değerleri yok olur.

Komünizmde mübadele ilişkileri ortadan kalktığında, ürünlerin oluşumunda harcanan emek miktarlarının karşılaştırılması ve böylelikle nesnel bir gerçeklik olarak değerlerin var oluşu ortadan kalkar. Çünkü değer, mübadele ilişkileriyle ortaya çıkan bir olgudur. Fakat ürünlerin üretimi için harcanan emek zamanları yok edilemez. Bu emek zamanları, ürünlere komünizmde piyasa dolayımına girmeden doğrudan aktarılır. Üreticiler kendilerinin harcadıkları emek zamanları/miktarlarıyla orantılı olarak başka üreticilerin ürünlerinde ve hizmetlerinde somutlanmış emek zamanlarını/miktarlarını toplumdan geriye alırlar. Ürünler değişim ilişkilerine girmeyince, değer büyüklükleri oluşmaz. Çünkü değer, toplumsal ilişkisel bir gerçekliktir. Ürünler değişim ilişkilerine girip, farklı emek zamanları birbiriyle karşılaşmadıkça ve karşılaştırılmadıkça, değerleri oluşmaz. Yani, emek harcanması, emek miktarı ya da zamanı, değere eşit değildir. Emek harcanması metaların değerlerinin oluşması için gereklidir fakat yeterli değildir. Emek harcanarak oluşturulmuş ürünlerin mübadele ilişkileri içerisinde birbirleriyle emek zamanları/miktarları açısından karşılaştırmaları söz konusu değilse, onlardaki emek/emek miktarı/emek zamanı değer olarak varoluş kazanamaz.

Günümüzden bir örnek verelim. Bahçemde yetiştirdiğim portakalların ya da evimin yanındaki küçük mandıramda ürettiğim peynirin, içerdiği emek miktarına/zamanına rağmen kendi başına bir değeri bulunmaz. Ancak ve ancak bu portakallar veya peynirler, pazara çıkarıldığında, mübadele ilişkilerine sokulduğunda, diğer emek türlerinin ürünü metalarda içerilmiş emek zamanları/miktarlarıyla karşılaştırıldığında ve karşılaştığında, bir değere sahip olmaktadır. Bu nedenle değer, farklı emek türlerinden gelen emek zamanlarının/miktarlarının kıyaslanması, birbirine oranlanması sonucunda bir gerçekliğe sahiptir. Değer ile değişim-değeri farklı şeyleri anlatmaz, aynı şeylerdir.

Emek-değer yasası, ilkel topluluklarda, komünizmde, Robinson gibi bir adada yaşamak zorunda kalmış birkaç kişinin aralarında kurduğu ilişkilerde, hayvanların biyolojik/doğal “emeği”nin ürünlerinde, bir kişinin kendi kullanımı için yani yararlılığı için emek harcayarak oluşturduğu bir üründe (örneğin bir köylünün kendi ailesi için peynir yapmasında) geçerli değildir. Değerin oluşması için emek harcanması ve ürünlerde bu emeğin içerilmesi gereklidir. Fakat bu ürünler insanlar arasında değişime girmediği sürece, içerdikleri emek miktarları, değer olarak gerçekleşmez. Metaların değerlerinin var oluşu için, metaların üretilmesi sürecinde harcanan emek miktarları gerekir, fakat dolaşım ilişkilerinde bu emek miktarları birbirleriyle karşılaştırıldığında değerleri varoluş kazanır.

Bir analoji yapalım. Kendi başına bir elma, aslında meyve değildir. Elmalar, armutlar, erikler ve bademler gibi çok sayıda var oluş, “meyve” soyutlamasını yapmamızı sağlar. Somut olarak var olan meyveler arasındaki farklılıkları, benzerlikleri gözeterek ve aralarında ilişki kurarak “meyve” oldukları sonucuna varılır. Toplumsal ilişkilerin belirli bir tarihsel döneminde, insanlar ürünlerini değişim ilişkilerine sokarlar ve bu ürünler meta formunu alırlar. Her bir metaya harcanan toplumsal olarak gerekli ortalama emek, diğer başka metalardaki emek miktarıyla karşılaştırmalara, bu değişim ilişkileri içerisinde girmektedir. Toplumsal toplam emek türlerinin, başka deyişle farklı metalardaki emek miktarlarının değişim ilişkileriyle birbiriyle ilişkilenmesi, nesneldir. Meyve örneğimizden farkı, orada elmalar, armutlar vd. arasındaki ilişkinin düşünsel olarak kurulmasıdır. Metalar arasındaki ilişkiler olarak görünen bu ilişkiler, yani insanlar arasındaki toplumsal değişim ilişkileri olmadan, farklı emek türlerinde harcanan emek miktarları birbirleriyle mübadeleler içerisinde kıyaslanıp, karşılaştırılmadan değer büyüklükleri oluşmaz. Değişim ilişkileri sosyalizmde sınırlanıp, giderek tümüyle ortadan kalktığında, ürünlere aktarılan emek miktarları ya da emek zamanları değerleri oluşturmaz. Çünkü değer, toplumsal ilişkisel bir gerçekliktir.

Başka bir örnek verelim. Bir cümlenin “anlamı” içerdiği kelimelerin birbirleriyle olan ilişkisiyle/ilişkisinde ortaya çıkar. “Anlam” ilişkiseldir ve bütünde ortaya çıkar. Ya da örneğin yerçekiminin, dünya ile üzerindeki cisimler arasındaki bir ilişki olması ve farklı gezegenler üzerinde çekim kuvvetinin/bu ilişkinin niceliksel olarak farklı olması yüzünden ağırlık büyüklüklerinin göreli olmasındaki durum, metaların değer büyüklüklerinin mübadele ilişkileriyle oluşmasına ve ülkeler arasında birinden diğerine değişmesine benzetilebilir.

Marx bir mektubunda Kugelmann’a şunları yazmıştır:

“Her çocuk, çalışmayı bırakan bir ulusun, bir yıl demeyeceğim, fakat birkaç hafta içinde bile yok olacağını bilir. Her çocuk, farklı ihtiyaçlara karşılık gelen ürün miktarlarının, toplumsal toplam emeğin farklı ve niceliksel olarak belirli miktarlarını gerektirdiğini de bilir. Toplumsal emeğin belirli oranlarda dağılması gerekliliğinin, toplumsal üretimin belirli bir formu tarafından ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığı, fakat yalnızca bunun görünüş tarzını değiştirebileceği, apaçıktır. Hiçbir doğal yasa ortadan kaldırılamaz. Tarihsel olarak farklı durumlarda değişebilir olan, sadece bu yasaların kendilerini ortaya koydukları formdur. Ve toplumsal emeğin iç bağlantılarının, emeğin bireysel ürünlerinin özel değişiminde görünür hale geldiği bir toplum durumunda, toplumsal emeğin oransal dağılımının kendini ortaya koyduğu form, kesinlikle bu ürünlerin değişim değeridir.

Vulgar ekonomist, her günkü aktüel değişim ilişkilerinin, değer büyüklükleriyle doğrudan özdeş olamayacağı yönünde sönük bir fikre (dahi) sahip değildir. Burjuva toplumun özü kesinlikle şundan ibarettir, a priori üretimin bilinçli toplumsal düzenlenişi yoktur. Rasyonel ve doğal zorunluluk kendini sadece kör çalışan ortalama olarak ortaya koyar (…)”[1]

İnsanlar ihtiyaçlarını karşılamak için ürünler üretirken, iş bölümüne giderler. İlkel topluluklar da dâhil, tüm tarih boyunca toplumsal üretimlerinde insanlar, farklı emek türlerine dağılmış bir toplam toplumsal emeğe sahiptirler. Bu durum, üretim tarzlarının değişmesiyle değişmez. Bu nedenle Marx, toplumsal emeğin farklı emek türlerine dağılımını, “doğal” bir yasa olarak görmektedir. Dikkat edilsin, bu "doğanın bir yasası" değil, "doğal" bir yasadır. Tıpkı ürünlerin, emek harcanarak üretilmesi gibi “doğal” bir yasadır.

Toplumsal emeğin iş bölümüyle bu dağılımı kendini bireysel ürünlerin değişimi şeklinde gösteriyorsa; başka bir deyişle, insanlar ihtiyaçlarını, üretimlerini ve bölüşümlerini bilinçli bir genel toplumsal düzenlemeye giderek değil de kendiliğinden tarihsel olarak gelişen değişim ilişkileri yoluyla gideriyorsa, toplumsal emeğin oransal dağılımı kendini bir biçimde/formda ortaya koyar: değişim değeri… İşte bu biçim/görünüş tarzı, tarihsel olarak değiştirilebilir olandır. Geleceğin toplumunda/komünizmde, toplam toplumsal emeğin farklı emek türlerine oransal dağılımı yine olacak, bu yasa “doğal” bir yasa düzeyinde işlerliğini sürdürecek, fakat yasanın kendini ortaya koyuş tarzı/görünüşü olan, farklı emek miktarlarının pazarda/değişim ilişkilerinde birbirleriyle değiş tokuşuyla beliren değişim değerleri ortadan kalkacaktır. Bunun yerine komünizmin ilk evresinde (sosyalizmde), üreticiler ihtiyaçlarını gidermek için, toplumsal emeğe kattıkları emek miktarıyla orantılı şekilde geriye başka ürünlerde somutlaşmış emek miktarlarını çekecektir. Daha ileri evredeyse, ürün bolluğu olduğundan, bireylerin iş bölümüne uymaları gerekmeyecek, bir birey birçok alanda yaratıcı bir faaliyet olarak üretimlerde bulunacak, artık toplumsal toplam ürünlere katılan bireysel emek miktarlarının bir önemi kalmayacak, her birey yetenekleri doğrultusunda toplumsal üretime katkısını koyup, ihtiyaçları doğrultusunda ürün ve hizmetlerden yararlanacaktır.

Bu nedenle Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde şu cümleleri yazmıştır:

“Üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu kooperatif toplumda, üreticiler ürünlerini değiştirmezler; ürünlere harcanan emek, ürünlerin içerdiği maddi bir nitelik olarak, onların değeri olarak belirmez, çünkü kapitalist toplumdakinin tersine, bireysel emek artık dolaylı biçimde değil de doğrudan toplumsal emeğin parçasıdır (…)”

Bireysel emek, kapitalist toplumda pazar/piyasa aracılığıyla toplumsal emeğin bir parçası olur. Sosyalist toplumda, yani komünist toplumun ilk evresindeyse, üretim toplumun ihtiyaçları doğrultusunda bilimsel olarak planlanır ve üreticilerin emeği, değişim ilişkileri dolayımına girmeden, doğrudan toplumsal emeğin bir parçası olarak ürünlere aktarılır, bu aktarılan kadar emek içeren başka ürünlerse yeniden bireylerin tüketimine sunulur (toplumsal hizmetler için gerekli kesintiler yapıldıktan sonra). Ürünlerin içerdiği emek miktarları ya da zamanları, kapitalist toplumun aksine burada değer olarak var değildir. Çünkü ürünlerini değiştirmek için üreticiler mübadele ilişkilerine girmezler. Kapitalist toplumsal ilişkiler, ürünlerin değişimlerinde farklı emek zamanlarını/miktarlarını ilişkilendirip, onların değerlerini oluşturmaktadır. Sosyalist toplumsal ilişkilerde ise bu durum olmadığından, emek zamanları/miktarları değer büyüklükleri oluşturmaz.

Engels, durumu şöyle özetlemektedir:

"Toplum üretim araçlarının mülkiyetini eline geçirip onları dolaysız toplumsallaştırılmış halde üretim amacıyla kullanmaya başladığı anda, her bireyin emeği, özgül yararlılığı ne kadar farklı olursa olsun, başından itibaren ve doğrudan toplumsal emek haline gelir. O zaman, bir ürünün içerdiği toplumsal emek miktarını önce dolaylı bir yoldan saptamaya gerek yoktur; günlük deneyim, ortalama olarak bundan ne kadar gerektiğini doğrudan gösterir. Toplum, bir buhar makinesinde, son hasattan bir hektolitre buğdayda, belirli bir kalitedeki yüz metrekare kumaşta ne kadar emek saati bulunduğunu kolayca hesaplayabilir. Dolayısıyla, ürünler içine konmuş ve toplumun doğrudan ve mutlak bir biçimde bildiği emek niceliklerini, onun doğal, yeterli, mutlak ölçeği olan zaman ile belirtecek yerde, göreli, sallantılı, yetersiz, eskiden geçici çare olarak kaçınılmaz olan bir ölçüyle, üçüncü bir ürünle ifade etmek, toplumun aklına gelemez. Tıpkı atom ağırlıklarını, yeterli ölçüsü ile, yani gramın milyarda ya da katrilyonda biri biçimindeki gerçek bir ağırlıkla belirtebilecek bir duruma geldiğinde, yine hidrojen atomu üzerinden dolaylı bir yoldan göreli olarak ifade etmenin kimyanın aklına gelmeyeceği gibi. Dolayısıyla, yukarıdaki önkoşullar altında toplum, ürünlere değer de yüklemez. Toplum, yüz metrekare kumaşın üretimi için diyelim bin emek saati gerektiği şeklindeki basit olguyu, bu kumaş bin emek saati değerindedir gibi şaşı ve saçma bir tarzda dile getirmeyecektir. Kuşkusuz toplum o zamanda, her kullanım nesnesinin üretimi için ne kadar emek gerektiğini bilmek zorunda olacaktır. Üretim planını, özellikle iş güçlerini de kapsayan üretim araçlarına göre hazırlamak zorunda olacaktır. Çeşitli kullanım nesnelerinin yarar efektleri, birbirleriyle ve üretimleri için gerekli emek miktarları bakımından karşılaştırılarak, eninde sonunda planı belirleyecektir. İnsanlar, her şeyi, ünlü ‘değer’ işe karışmadan, çok yalın bir biçimde düzenleyeceklerdir." (Anti-Dühring)

Demek ki Robinson’un ıssız adasında yapabileceği şudur: Ürettiği ürünlere ne kadar emek harcamış, bunu saatle ölçebilir. Bu ölçüm farklı ürünlerdeki emek miktarlarının zaman cinsinden bir ölçümüdür. Burada Robinson ürünlerdeki “değeri” ölçmemektedir. Çünkü ürünleri, meta haline gelmemiş olup, değer bağıntısına sahip değildir. Değer bağıntısı, mübadele ilişkileriyle diğer metalardaki içerilmiş emek miktarlarıyla ilişkilenmeler kurulduğunda belirir. “Ürünlerde emek miktarlarıyla önce değer oluşur, sonra bunlar eğer dolaşıma/mübadele alanına sokulursa değişim-değerleri görünümünü edinir, bu biçime sahip olur” türünde bir kavrayış yanlıştır. Değer kendini sadece ve sadece değişim-değeri olarak gösterir, saklı ve mistik bir öz olmayıp, var oluşu değişim-değeri biçimindedir. Üründe saklı olan öz, üretilmesi için harcanan toplumsal olarak gerekli emek miktarı/zamanıdır. Değer bir ilişki, bağıntıdır; tek tek her bir üründe var olan mistik bir öz değildir.

Emek-değer teorisi

Metanın (malların) iki temel özelliği vardır:

i) Kullanım değeri; metalar, faydalı olmalı, gereksinimi karşılamalıdır, yoksa satılamazlar. (worth--->work (iş)).

ii) Değişim değeri; bir meta başka bir metayla belirli miktarlarda değişime girer. Değişim değeri, metaların niceliklerinin karşılaştırılabilir olduğunu gösterir. Metalarda ortak bir özellik olmalıdır ki karşılaştırılabilsinler ve değişim yapılabilsin. Bu ortak özellik ölçülebilir, niceliğe vurulabilir de olmalıdır. Metaların kullanım değerleri, şekilleri, büyüklükleri vb. ortak değildir. Bütün metaların ortak özelliği emek ürünü olmalarıdır. Değeri yaratan emektir. Emek, metanın üretimi için harcanan zaman ile ölçülür. İçerdikleri emek miktarına göre metalar değişime tabi tutulur (value--->labour (emek)).

Bir kişinin kendi gereksinimi için üretilen ürünler meta değildir. Kullanım değeri olmayan bir ürün de değişim değeri içermez, yani meta değildir. Toprak, su, hava kullanım değeri olan, ancak işlendiğinde, şişelendiğinde meta olabilen, kendi halinde meta olmayan emek nesneleridir. Bunların değeri yoktur, çünkü emek içermezler, ancak fiyatları vardır ve örneğin toprağın fiyatı ranta bağlıdır.

Basit/küçük meta üretimi dönemi boyunca, metaların değişimi gerçekleşmiştir. Bir eşdeğer üzerinde karar kılınmıştır. İş saati eşdeğeri sağlamıştır. Orta çağda her bir metanın belli bir niceliğinin üretimi için gerekli iş saati, değişildiği metanın belli bir miktarının üretimi için gerekli iş saatiyle eşitti. Bu olgu, tarihsel süreç içerisinde oluşur. Meta üretimi yaygınlaşıp genelleştikçe bu durum yetkinleşir. Bir meta bu süreçte evrensel eşdeğer olur ki bu paradır. Paranın başlangıçta bir değeri vardır, ama zaman içinde bundan bağımsızlaşarak evrensel değişim aracı olur. Para, aynı zamanda birikim aracı da olacaktır.

Kişilerin tembelliği ya da çalışkanlığı nedeniyle farklı metaların farklı niceliklerinin değerleri farklı olur önermesi doğru değildir. Metaların değeri, toplumsal ortalama gerekli emek zamanıyla ölçülür. Bir toplumda bir metanın üretimi için bu ortalama zamanın üzerinde çalışılarak bir meta üretiliyorsa, bu fazla çalışma boşa gider.

Değişim değeri yüzyıllar içerisinde oluşurken; eğer eşit iş saatleriyle değişim olmuyorsa, zarara uğrayan meta üreticisi, bu metayı üretmemeye ve başka bir metayı üretmeye başlar. Bu olanaklıdır, çünkü henüz iş bölümü yeterince gelişmiş değildir ve iş değiştirmeye engel yoktur.

Değişim değeri, metanın üretildiği iş süresi, metayı üretmek için gerekli emek miktarıdır. Değişim değerini bireysel üreticinin meta üretirken harcadığı emek miktarı belirlemez. Bir metayı üretmek için toplumsal bakımdan gerekli emek miktarı, o metanın değişim değerini belirler. Toplumsal ortalama gerekli emek miktarı, belirli bir zamanda ve ülkede, emek verimliliğinin ortalama koşullarında metanın üretimi için gerekli emek miktarıdır.

Nitelikli işçinin iş saati, vasıfsız işçinin iş saatinin belirli bir katıdır. Nitelikli işçinin eğitim sürecinde yitirdiği zamanın karşılığı vardır; yoksa kimse nitelikli işçi olmazdı. Niteliklerin elde edilmesi için gerekli giderlerin miktarı, çarpma katsayısını belirler.

Sermaye, artık-değer üreten değerdir. Üretim araçları ve para kendi başlarına sermaye değildir. Bunlar toplumdan soyutlanarak ele alınmamalıdır. Bu nesnelerin üretim ilişkileri içerisinde anlamı vardır. Emek araçlarına sahip olmak, sermaye sahibi olmak demek değildir. Bir maymun bir sopaya sahip olduğunda, sermayedar olmaz. Sömürü ilişkilerine katılan para veya değerler, sermaye olur. Sermaye ücretli emek sömürüsünden kaynaklanır.

Kapitalizmde ayırt edici olan sermayenin ya da meta üretiminin var oluşu değildir (yine de sermaye asıl olarak kapitalizmle birlikte var olmuştur, para ve meta daha önce de vardı). Kapitalizmin varlık koşulu, üretim araçlarına sahip bir sınıfın ve bunlardan yoksun başka bir sınıfın olmasıdır. Bu sayede kapitalizmde emek-güçleri de birer metadır. İşçilerin sahip olduğu mülk emek-güçleridir. İşçilere emek-güçlerini satmayıp aç kalma “özgürlüğü” (!) tanınmıştır.

Emek-gücünün değeri, yaşamak için gerekli geçim metalarının, eğitim giderlerinin, çocuk ve eşin bakımının değeriyle bulunur. Bu metalardaki toplumsal gerekli emek miktarı, emek-gücünün değerini oluşturur. Tüm metalar emek-güçlerinin emek harcamasıyla oluşur. Metalarda somutlaşan emek-güçlerinin değerlerinin toplamıyla emek harcanması sonucu oluşan tüm değer arasındaki fark, artık-değerdir ve patronlarca buna el konur.

Artık-değer, iş gününün kapitalist tarafından karşılığı ödenmeyen kesiminde üretilen, artık-emekle üretilen değerdir. Emek-gücünün değerine eşit bir değeri üretense, gerekli emektir.

Artık-değer teorisini Marx’a borçluyuz. Artık-değer, toplumsal artık-ürünün para biçimidir. Toplumsal artık-ürün sınıflı toplumların tümünde vardır. Artık-değer, işçinin ürettiği değer ile onun kendi emek-gücü değeri arasındaki farktır. Artık-değer üretimde oluşur, değişim/dolaşımda gerçekleşir.

Artık-değerin (a diyelim) 2 biçimi vardır:

1)    Mutlak a: İşgününün uzatılmasıyla artırılır. Buna karşı işçi sınıfı mücadeleleri yaşanmıştır. Bu mücadele içerisinde sendikalaşma gözlenir. Kapitalist devlet, işgününü sınırlandırmak zorunda kalmıştır.

2)    Nispi a: Gerekli emek zamanı (emek-gücünün değerini üretmek için gerekli zaman) + fazla emek zamanı = işgünüdür. Emek verimliliği artırılırsa (makineleşmeyle ve makineleşmedeki gelişmeyle), gerekli emek zamanı azalır, fazla emek zamanı artar. Geçim metalarının üretildiği işkollarında emek verimliliği artınca, bunların değeri ve dolayısıyla emek-gücünün değeri düşer.

- d=değişen sermaye=emek-güçlerinin değeri, s=sabit sermaye=üretim araçları, hammaddeler vb.

- Sömürü oranı=artık-değer oranı=a/d

- Kâr oranı=a / (d+s)

- Kâr=artık-değerdir ve her türden kâr, üretimdeki artık-değerin bir kısmıdır.

- Artık-değeri makine üretmez. Makinenin değerinin ister bir kısmı ister tümü bir metaya aktarılsın, o metanın içerdiği artık-değer miktarı aynı kalır. Bu nedenle değişmeyen sermaye makineleri, hammaddeleri, yardımcı malzemeleri vb. kapsar ve ismi artık-değeri değiştirmemesinden gelir. Artık-değeri, emek-gücünün harcanması (emek gücü olarak yatırılan sermaye) üretir. Bu nedenle adı değişen (artan) sermayedir. “Nil posse creari de nihilo” (“yoktan hiçbir şey yaratılamaz”); sabit sermaye üzerinde emek harcanarak artık-değer oluşturulur. Artık-değerin tümü canlı emek harcamasından doğar. Değer yaratımı, emek-gücünün emek halindeki devinimidir.

- İşgünü=gerekli emek zamanı + artık-emek zamanıdır. İşgününün alt sınırı vardır ama belirsizdir. Artık-emek zamanı=0 olamaz, kapitalist üretime aykırıdır. İşgününün alt sınırı sınıf mücadelesinin konusudur. Üst sınır ise, emek-gücünün fiziksel ve moral sınırlarıyla belirlenir. Bunu da toplumsal ilerlemenin durumu saptar. İşgününün sınırlarını kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesi belirler.

Sermayenin değişmeyen sermaye kesimi büyümektedir. s / (d+s) oranına sermayenin organik bileşimi denir. Artık-değeri işçi sınıfı yaratır. Artık-değerin patronların tüketimi ve lüks tüketimi dışında kalan kısmı, ek s ve ek d olarak yatırılır. Toplumsal ortalama gerekli emek harcaması ile üretim yapanlar, bunun üstünde bir emek harcaması yapanlar, bunun altında emek harcaması yapanlar şeklinde işletmeler arasında farklar vardır. İşletmelerdeki bu farklılık, emek üretkenliğinin yüksek olduğu, zorunlu-gerekli emek harcamasının düşük olduğu işletmelerin, artık-değerden daha çok pay kaptıklarını anlatır. Organik bileşimi düşük ya da s’si küçük işletmeler, büyük işletmeler tarafından yutulur. İşte bunun adı “yoğunlaşma”dır. Rekabet yoğunlaşmaya ve tekellere neden olur.

Bir endüstri dalında sermayenin organik bileşimi ne kadar yüksekse, yoğunlaşma da o kadar büyüktür. O dalda yatırım yapmak için ilk sermaye miktarı yüksek olduğundan, o dala girmek zordur. Bu endüstri dalında tüm sermaye birkaç işletmede yoğunlaşmıştır. Örneğin, 20. yy. başında ABD ve İngiltere’de 100’e yakın otomobil firmasından bugüne az sayıda tekel kalmıştır.

“Toplumsal gerekli emek” kavramı anlaşılırken, şunlar bilinmelidir:

1) Arz-talep: Bir endüstri dalında toplumsal gerekli emek miktarından daha fazla emek harcanarak metalar üretiliyorsa, ortalamanın üzerinde harcanan emek boşa harcanır ve metaların satış fiyatı üretim fiyatına doğru düşer, hatta üretim fiyatının altına iner. Bu endüstri dalında kâr oranı düşüktür. Talep düşüktür, arz bunu aşar ve bunun sonucunda fiyat düşer. Tersi durumdaysa, ortalamanın altında emek harcanarak meta üretilir ve satış fiyatı yükselir. Bu durumda ortalamanın üzerinde yüksek bir kâr elde edilir. Arz fazladır, talebi aşar ve fiyatlar yükselir.

2) Rekabetle her bir işletme emek verimliliğini artırır. Böylece toplumsal gerekli emekten daha azıyla üretim yapılır; ortalama kârın üstünde bir kâr elde edilir. Diğer işletmelerde de rekabetle verimlilik artırılarak, eğilim olarak kâr oranı eşitlenir. Bu endüstri dalları arasında da böyledir; kâr oranının yüksek olduğu endüstri dalına sermaye akar ve toplumda ortalama bir kâr oranı oluşur (bu genel bir eğilimdir ve dinamik dengedir). Bu noktada kapitalist üretimin anarşik/plansız yapısı fark edilmelidir. Sermaye sahipleri bireysel kâr oranlarını artırmak için rekabet halindedir ve bu durum tüm kapitalist sınıfın kâr oranını ortalama bir düzeye getirir. Üstelik bu ortalama, gelişim içinde sürekli düşer, yani eğilim ortalama kârın sürekli düşmesi yönündedir.                  

a / (d+s)=toplumsal ortalama kâr oranı= bir ülkede bir yıl içinde üretilen a kütlesi / yatırılan toplam sermayedir. Bu orana bütün kapitalistler uyar. Kâr oranı artmış olan endüstri kollarına sermaye akar, düşük kâr oranı olan endüstri dallarından sermaye kaçar. Böylelikle bütün sektörler için ortalama bir kâr oranı oluşur.

Artık-değer, meta fiyatı ile değeri arasındaki fark değildir. Artık-değer, meta değerinin bir parçasıdır. Patron emeği değil, emek-gücünü satın alır, fakat bütün emeği satın almış gibi görünür. İşte bu durum sömürünün gizlenmesidir.

Her bir kapitalistin düşen ortalama kâr oranına verdiği refleks sömürü oranını artırmaktır. Ancak bu toplumsal ortalama kâr oranının düşüş eğilimini daha çok artırır.

Örnek:

Bir ülkede 100 milyarlık toplam sermaye ---- (20 yıl sonra) --->200 milyar olsun.

                  d=30, s=70, a=30, kâr=30 ---------------------->d=40, s=160, a=40, kâr=40

                                      kâr oranı=%30 -----------------------> kâr oranı=%20

-   Mutlak kâr miktarı arttığı halde, kâr oranı düşer. Burada şu görülmelidir:

-   s=70 ------>s=160; artış oranı>%100

-  Toplam sermaye=d+s, 100--->200; artış oranı %100. Yani s’nin artış hızı> d+s’nin artış hızı. Organik bileşim=s / (d+s) formülünde pay, paydadan daha hızlı artar.

-   Bu örnekte sömürü oranı (a/d) %100 varsayıldı. Diyelim ki sömürü oranı 20 yıl sonra %125 olsun. Bu durumda;

-   d=30 -------> d=40

    a=30 -------> a=50 (a/d=50/40=%125)

  Kâr%=30/100=%30---->kâr%=50/200=%25. d sıfırlanamaz, bu nedenle kâr oranı düşerken, bunu dengeleyecek bir a%=sömürü oranı oluşmaz. d’yi, yani gerekli emek zamanını bir yere kadar düşürmek mümkündür.

Not: [1] Abstract from Marx to L. Kugelmann in Hanover, London, July 11, 1868 https://www.marxists.org/archive/marx/works/download/Marx_Engels_Correspondence.pdf

29 Ekim 2023 Pazar

SSCB'DE META ÜRETİMİ VE DEĞER YASASI – JOSEF STALİN

SSCB’DE SOSYALİZMİN EKONOMİK PROBLEMLERİ: META ÜRETİMİ VE DEĞER YASASI – JOSEF STALİN


1. Sosyalizmde Ekonomik Yasaların Karakteri Sorunu

Bazı yoldaşlar bilimin yasalarının, özellikle de sosyalizmde politik ekonominin yasalarının nesnel karakterini yadsıyorlar. Politik ekonominin yasalarının, insan iradesinden bağımsız olarak gerçekleşen süreçlerin yasalarını yansıttığını yadsıyorlar. Tarihin Sovyet devletine verdiği özel rol göz önüne alınarak, Sovyet devletinin, onun yöneticilerinin, politik ekonominin mevcut yasalarını ortadan kaldırabileceğini, yeni yasalar “koyabileceğini”, yeni yasalar “yaratabileceğini” düşünüyorlar.

Bu yoldaşlar temelden yanılıyor. Görüldüğü gibi bunlar, doğada veya toplumda, nesnel, insan iradesinden bağımsız olarak gerçekleşen süreçleri yansıtan bilimin yasalarıyla, insanların iradesine göre yaratılan ve yalnızca hukuki gücü bulunan, hükümetlerin çıkardığı yasaları birbirine karıştırıyorlar. Ama bunlar asla karıştırılmamalıdır.

Marksizm, bilimin yasalarını doğa bilimleri yasaları mı yoksa politik ekonominin yasaları mı olduğu hiç fark etmez, insan iradesinden bağımsız, nesnel olarak gerçekleşen, nesnel süreçlerin yansıması olarak kavrar. İnsanlar bu yasaları keşfedebilir, onları tanıyabilir, araştırabilir hareketlerinde onları dikkate alabilir, toplum yararına onları kullanabilirler, ama bu yasaları değiştiremezler veya ortadan kaldıramazlar. Bilimin yeni yasalarını koymaları veya yaratmaları ise hiç mümkün değildir. Bu örneğin, doğa yasalarının etkilerinin, doğa güçlerinin etkilerinin hiç önüne geçilemez olduğu, doğa güçlerinin yıkıcı etkilerinin her zaman ve her yerde, insanların etkide bulunamayacakları amansız bir güçle ortaya çıktıkları anlamına mı geliyor? Hayır, bu anlama gelmiyor. Gelişme yasalarını biliyor olsalar da, insan gücünün gerçekten etkide bulunamadığı astronomik, jeolojik ve diğer bazı benzer süreçler bir yana bırakıldığında, birçok başka durumda insanın gücü buna yeter ve doğa süreçlerine etkide bulunma olanağına tümüyle sahiptir. İnsanlar doğanın yasalarını kavradıklarında, onları göz önüne aldıklarında ve onlara dayandıklarında, beceriyle kullandıklarında, bütün bu örneklerde onların etkinlik alanını daraltacak, yıkıcı doğa güçlerine başka bir yön verecek, yıkıcı doğa güçlerini toplumun hizmetine sokacak durumdadırlar.

Çok sayıdaki örneklerden birini ele alalım. En eski çağlarda, büyük ırmakların su taşması, seller ve bununla bağıntılı olarak yerleşim yerlerinin ve tarlaların tahribi, insanların çaresiz kaldığı önüne geçilmez doğa felaketleri sayılıyordu. Ancak zamanla, insanların bilgisinin gelişimiyle birlikte, insanlar baraj ve hidroelektrik santralleri yapmayı öğrendiklerinde, eskiden önüne geçilmez gibi görünen sel felaketlerinden toplumu korumanın mümkün olduğu görüldü. Daha da ötesi, insanlar doğanın yıkıcı güçlerini dizginlemeyi, deyim yerindeyse ona gem vurmayı, suyun gücünü toplumun hizmetine sokmayı ve onu tarlaların sulanması, enerji kazanımı için kullanmayı öğrendiler.

Bu, insanların böylece, doğa yasalarını, bilimin yasalarını ortadan kaldırdıkları, yeni doğa yasaları, yeni bilim yasaları yarattıkları anlamına mı gelir? Hayır, bu anlama gelmez. Bütün bu suyun yıkıcı gücünün etkilerinin önüne geçilmesi ve toplumun yararına kullanılması sürecinin, bilim yasalarının herhangi bir biçimde çiğnenmesi, değiştirilmesi veya geçersiz kılınması olmaksızın, yeni bilim yasaları yaratılmaksızın gerçekleşmesi söz konusudur. Tersine, bütün bu işlem doğa yasalarının, bilim yasalarının hassas temelinde gerçekleştirilir, çünkü doğa yasalarına, ufak da olsa, her aykırılık, yalnızca her şeyin bozulmasına, işlemin sonuçsuz kalmasına yol açar.

İster kapitalizm dönemi, ister sosyalizm dönemi söz konusu olsun, aynı şey ekonomik gelişme yasaları, politik ekonominin yasaları için de söylenebilir. Ekonomik gelişmenin yasaları, aynı doğa bilimlerinde olduğu gibi, ekonomik gelişmenin, insan iradesinden bağımsız gerçekleşen süreçlerini yansıtan nesnel yasalardır. İnsanlar bu yasaları keşfedebilir, onları anlayabilir ve onlara dayanarak onları toplum yararına kullanabilir, bazı yasaların yıkıcı etkilerine başka bir yön verebilir, etkinlik alanlarını sınırlayabilir, açığa çıkmaya çalışan başka yasalara yol açabilir, ama onları feshedemezler veya yeni ekonomik yasalar yaratamazlar.

Politik ekonominin özelliklerinden biri, yasalarının, doğa bilimlerinin yasalarından farklı olarak uzun süreli olmaması, bu yasaların en azından çoğunun, belirli bir tarihsel dönem boyunca etkin olmaları, sonra yeni yasalara yer açmalarından ibarettir. Ama bu yasalar ortadan kaldırılamaz, tersine yeni ekonomik koşullar sonucunda güçlerini yitirirler ve insan iradesiyle yaratılmayan, tersine yeni ekonomik koşullar temelinde oluşan yeni yasalara yer açmak için sahneden çekildiler. Engels’in Anti Dühring’ine, insanların, kapitalizmin ortadan kaldırılması ve üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla, üretim araçları üzerinde egemenliğe ulaşacakları, toplumsal ekonomik ilişkilerin boyunduruğundan kurtularak toplumsal yaşamlarının “efendileri” haline gelecekleri formülüne dayanılıyor. Engels bu özgürlüğü “gerekliliğin anlaşılması” olarak adlandırıyor. Ama bu “gerekliğin anlaşılması” ne anlama gelebilir? Bu, insanların objektif yasaları (“gerekliliği”) anladıktan sonra, bunları tamamen bilinçli olarak toplumun yararına kullanacakları anlamına gelir. Tam da bu nedenden dolayı Engels aynı yerde:

“Şimdiye dek onlara yabancı, onlara egemen doğa yasaları olarak duran kendi toplumsal edimlerinin yasası, o zaman insanlar tarafından tam beceriyle ve böylece onlar üzerinde egemen olunacaktır.” (Friedrich Engels, Bay Eugen Dühring’in Bilimi Altüst Edişi (AntiDühring), Dietz Verlag, Berlin 1954. s. 351)

Görüldüğü gibi, Engels’in formülü, sosyalizmde mevcut ekonomik yasaların ortadan kaldırılabileceğini, yenilerinin yaratılabileceğini düşünenleri asla haklı çıkarmamaktadır. Tersine ekonomik yasaların feshini değil, onların anlaşılmasını ve beceriyle kullanılmasını gerektirir.

Ekonomik yasaların, körü körüne etkide bulunan doğa güçlerinin karakterine sahip olduğu, bu yasaların etkilerinin önüne geçilmez olduğu, toplumun bunlar karşısında çaresiz olduğu söyleniyor. Bu doğru değildir. Bu, yasaları fetiş haline getirmek, yasaların kölesi haline gelmek demektir. Toplumun yasalar karşısında çaresiz olmadığı, toplumun, eğer yasaları anlar ve onlara dayanırsa, yukarıda verilmiş olan büyük ırmakların taşması örneğinde olduğu gibi, doğa güçlerine ve yasalarına ilişkin olduğu gibi, bunların etkinlik alanlarını sınırlayacak, onları toplum yararına kullanacak ve “onlara gem vuracak” durumda olduğu kanıtlanmıştır.

Sosyalizmin inşasında, ekonomik gelişimin mevcut yasalarını feshetmeyi ve yenilerini “koymayı” sözüm ona mümkün kılan Sovyet iktidarının özel rolüne dayanılıyor. Bu da doğru değildir.

Sovyet iktidarının özel rolü, iki durumla açıklanır, birincisi, Sovyet iktidarının, önceki devrimlerde söz konusu olduğu gibi, sömürünün bir biçiminin yerine başkasını getirmek değil, tersine her türlü sömürüyü ortadan kaldırmak zorunda olmasıyla; ikincisi, ülkede sosyalist ekonominin hiçbir hazır nüvesi bulunmadığından, yeni, sosyalist ekonomi biçimlerini deyim yerindeyse “yoktan” yaratmak zorunda olmasıyla.

Bu kuşkusuz, benzeri bulunmayan zor ve karmaşık bir görevdir. Bununla beraber Sovyet iktidarı, bu görevi, onurla yerine getirdi. Ama bunu mevcut yasaları feshedip yenilerini “koyduğu” için değil, yalnızca, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin karakteriyle mutlak uyumu ekonomik yasasına dayandığı için yerine getirdi. Ülkemizin üretici güçleri, özellikle sanayide, toplumsal karaktere sahipti, buna karşılık mülkiyet biçimi özeldi, kapitalistti. Üretim ilişkileriyle üretici güçlerin karakterinin mutlak uyumu ekonomik yasasına dayanarak, Sovyet iktidarı, üretim araçlarını toplumsallaştırdı, tüm halkın mülkiyeti haline getirdi, böylece sömürü sistemini ortadan kaldırdı ve sosyalist ekonomi biçimleri yarattı. Eğer bu yasa olmasaydı ve Sovyet iktidarı ona dayanmasaydı, o zaman görevini yerine getirecek durumda olmazdı.

Üretim ilişkilerinin üretici güçlerin karakteriyle mutlak uyumu ekonomik yasası, kapitalist ülkelerde uzun süredir ortaya çıkmaya çalışıyor. Eğer hala ortaya çıkamadıysa ve hala yolu açılmadıysa, bunun nedeni, toplumun hala yaşayan güçlerinin en güçlü direnişine çarpmış olduğu içindir. Burada ekonomik yasaların başka bir özelliğiyle karşı karşıyayız. Yeni bir yasanın keşfi ve kullanılmasının az çok sorunsuz gerçekleştiği doğa bilimleri yasalarından farklı olarak ekonomik alanda, toplumun hayatta kalan güçlerinin çıkarlarını etkileyen yeni bir yasanın keşfi ve kullanımı, bu güçlerin en güçlü direnişine çarpar. Dolayısıyla, bu direnişin üstesinden gelebilecek bir güç, toplumsal bir güç gereklidir. Bizim ülkemizde böyle bir güç, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfıyla köylülüğün ittifakında bulundu. Böyle bir güç, diğer kapitalist ülkelerde henüz bulunmamıştır. Sovyet iktidarının toplumun eski güçlerini parçalamayı başarmasının ve üretim ilişkilerinin üretici güçlerin karakteriyle mutlak uyumu ekonomik yasasının yolunun bizde tümüyle açılmasının gizi burada yatar.

Ülkemiz ekonomisinin planlı (orantılı) gelişiminin zorunluluğu Sovyet iktidarına, mevcut ekonomi yasalarını ortadan kaldırma ve yenilerini yaratma olanağını sağladığı söyleniyor. Bu tümüyle yanlıştır. Yıllık ve beş yıllık planlarımız ekonominin planlı, orantılı gelişiminin nesnel ekonomik yasalarıyla karıştırılmamalıdır. Ekonomik gelişimin planlı yasası, kapitalizmde rekabet ve üretim anarşisi yasasına denge olarak ortaya çıktı. Rekabet ve üretim anarşisi yasası gücünü yitirdikten sonra, üretim araçlarının toplumsallaştırılması temelinde ortaya çıktı. Etkin olabildi, çünkü sosyalist ekonomi yalnızca, ekonominin planlı gelişiminin ekonomik yasası temelinde yürütülebilir. Bu, ekonominin planlı gelişimi yasasının, bizim planlama organlarımıza, toplumsal üretimi doğru planlama olanağı verdiği anlamına geliyor. Ama olanak, gerçeklikle karıştırılmamalıdır. Bunlar iki ayrı şeydir. Bu olanağın gerçeklik olabilmesi için, bu ekonomik yasa araştırılmak, ona egemen olunmak, öğrenilmek, tam bir uzmanlıkla kullanılmak, bu yasanın gereklerini tamamen yansıtan planlar hazırlanmak zorundadır. Yıllık ve beş yıllık planlarımızın, bu ekonomik yasanın gereklerini tam olarak yansıttığı söylenemez.

Bizde, sosyalizmde etkin olan bazı ekonomik yasaların, bunların arasında değer yasasının da, planlı ekonomi temelinde “dönüştürülmüş”, hatta “kökten dönüştürülmüş” yasalar olduğu söyleniyor. Bu da doğru değildir. Yasalar “dönüştürülemez”, hele “kökten” hiç “dönüştürülemez”. Eğer yasalar dönüştürülebilseydi, o zaman ortadan kaldırılabilirler ya da yerlerine başkaları konabilirdi. Yasaların “dönüştürülmesi” tezi, yasaların “feshi” ve “düzenlenmesi” yanlış formülünün bir kalıntısıdır. Ekonomik yasaların dönüşümü formülü bizde uzun süredir kullanımda olmasına rağmen, hakikat için ondan vazgeçilmek zorunda kalınacaktır. Şu ya da bu ekonomik yasanın etki alanı sınırlanabilir, yıkıcı etkilerinin tabii eğer varsa önüne geçilebilir, ama bunlar “dönüştürülemez” ya da “ortadan kaldırılamaz.”

Dolayısıyla, doğa güçlerinin veya ekonomik güçlerin “yenilmesi”nden, onlar üzerinde “egemenlik”ten vs. söz edildiğinde, insanların bilim yasalarını “ortadan kaldırılabileceği” veya “düzenleyebileceği” asla söylenmek istenmiyor. Tersine, bununla yalnızca, insanların yasaları keşfedecek, anlayacak, onlara egemen olacak ve tam beceriyle kullanmayı öğrenecek, onlardan toplum yararına yararlanacak ve böylece onlar üzerinde egemenlik kazanmak için basamak olarak kullanacak durumda oldukları söylenmek isteniyor.

Böylece sosyalizmde politik ekonominin yasaları, ekonomik yasalar bizim irademizden bağımsız gerçekleşen süreçlerin yasalarını yansıtan nesnel yasalardır. Kim bu genel kuralı yadsırsa, aslında bilimi yadsımış olur, ama kim bilimi yadsırsa, böylece her türlü öngörü olanağını da yadsımış olur, ­dolayısıyla ekonomik yaşamı yönetme olanağını yadsımış olur.

Burada söylenenlerin doğru ve genelde bilinen şeyler olduğu, ama yeni bir şey içermediği ve dolayısıyla genelde bilinen gerçeklerin tekrarına zaman harcamaya değmeyeceği söylenebilir. Elbette, burada gerçekten yeni bir şey yok, ama bildiğimiz bazı gerçeklerin tekrarı için zaman harcamanın değmediğini sanmak yanlış olur. Bize, yönetici çekirdeğe her yıl, bize yardım etme isteğiyle yanıp tutuşan, kendini kanıtlama isteğiyle yanıp tutuşan, ama yeterli bir Marksist eğitime sahip olmayan, bizim çok iyi bildiğimiz gerçekleri tanımayan ve karanlıkta el yordamıyla ilerlemek zorunda olan binlerce yeni genç kadrolar katılıyor. Bunlar Sovyet iktidarının muazzam kazanımlarından çok etkilenmişler, Sovyet düzeninin olağanüstü başarılarıyla başları dönmüş ve Sovyet iktidarının “her şeyi yapabileceğini”, onun için “her şeyin kolay olduğunu”, onun, bilimin yasalarını ortadan kaldırıp yasalar koyabileceğini sanmaya başlıyorlar. Bu yoldaşlara karşı tavrımız ne olmalıdır? Bunlar Marksizm-Leninizm ruhuyla nasıl eğitilmelidir? Sözüm ona “genelde bilinen” gerçeklerin sistematik tekrarının ve bunların sabırla açıklanmasının, bu yoldaşların Marksist eğitiminin en iyi araçlarından biri olduğunu düşünüyorum.

2. Sosyalizmde Meta Üretimi Sorunu

Bazı yoldaşlar, Parti’nin iktidarı ele geçirdikten ve ülkemizde üretim araçlarının ulusallaştırılmasından sonra, meta üretimini korumakla yanlış yaptığını iddia ediyorlar. Parti’nin o zaman hemen meta üretimini ortadan kaldırması gerektiği görüşündeler. Burada Engels’e dayanıyorlar, Engels şöyle diyor:

“Üretim araçlarının toplumun eline geçmesiyle birlikte, meta üretimi ve böylece ürünün üretici üzerinde egemenliği ortadan kalkar.” (Bkz. Anti-Dühring) (a.g.e., s.351)

Bu yoldaşlar bütünüyle yanılıyor.

Engels’in formülünü inceleyelim. Engels’in formülü tamamen açık ve eksiksiz olarak tanımlanamaz, çünkü burada toplum tarafından tüm üretim araçlarına mı yoksa üretim araçlarının yalnızca bir bölümüne mi el konulduğu, yani tüm üretim araçlarının mı yoksa üretim araçlarının yalnızca bir bölümünün mü halkın mülkiyetine geçtiği konusunda hiçbir ipucu yoktur. Yani Engels’in bu formülü öyle de yorumlanabilir böyle de.

Anti-Dühring’in başka bir yerinde Engels, “tüm üretim araçları”nın ele geçirilmesinden, “üretim araçlarının bütününün” ele geçirilmesinden söz eder. Dolayısıyla Engels, formülünde, üretim araçlarının yani yalnızca sanayide değil, bilakis tarımda da üretim araçlarının genel halk mülkiyetine geçirilmesini göz önünde bulunduruyordu.

Burada Engels’in ülkenin tüm üretim araçlarını kamulaştırmak ve tüm halkın ortak mülkiyetine geçirmek için, yalnızca sanayide değil, bilakis tarımda da kapitalizmin yeterince geliştiği ve üretim yoğunlaşmasının yeterince ileri olduğu ülkeleri göz önünde bulundurduğu sonucu çıkar. Dolayısıyla Engels, bu tür ülkelerde, tüm üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla aynı zamanda meta üretiminin ortadan kaldırılabileceği görüşündedir. Ve bu tabii ki doğrudur.

Geçen yüzyılın sonunda, Anti-Dühring yayınlanırken, bu türden yalnızca bir ülke vardı; bu ülke, kapitalizmin gelişiminin ve üretimin yoğunlaşmasının, gerek sanayide, gerekse de tarımda, proletaryanın iktidarı ele geçirmesi durumunda, ülkede tüm üretim araçlarını genel halk mülkiyetine geçirmenin ve meta üretimini ortadan kaldırmanın mümkün olacağı bir dereceye ulaşmış olan İngiltere’ydi.

İngiliz ekonomisindeki dev payıyla dış ticaretin İngiltere için hangi öneme sahip olduğu sorusuna burada değinmiyorum. Ben bu soruna ilişkin, İngiltere’de proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ve tüm üretim araçlarının ulusallaştırılmasından sonra meta üretiminin kaderi sorununun araştırılmasının ardından karar verilebileceğini düşünüyorum.

Ayrıca yalnızca geçen yüzyılın sonunda değil, aynı zamanda bugün de henüz hiçbir ülke, İngiltere’de gözlemlediğimiz gibi kapitalizmin gelişmesinin ve tarımda üretimin yoğunlaşmasının bu aşamasına ulaşmamıştır. Başka ülkelere gelince, oralarda, köyde kapitalizmin gelişimi bir yana, hala sayısal olarak bir hayli çok küçük ve orta mülk sahibi üretici vardır, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi durumunda bunların kaderi hakkında karar alınmak zorundadır.

Ama şimdi şu sorun ortaya çıkıyor: Eğer şu ya da bu ülkede, bunlar arasında bizim ülkemizde de, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi ve kapitalizmin yıkılması için uygun koşullar mevcutsa, eğer kapitalizm sanayide üretim araçlarını kamulaştırabilecekleri ve toplumun mülkiyetine geçirecekleri ölçüde yoğunlaştırdıysa, ama kapitalizmin gelişimine rağmen tarım hala çok sayıda küçük ve orta mülk sahibi üreticiler olarak bölünmüşse, bu üreticilerin kamulaştırılması mümkün değilse, proletarya ve onun partisi nasıl davranmalıdır?

Bu soruya Engels’in formülü yanıt vermiyor. Ayrıca başka bir soru temelinde, tüm üretim araçlarının toplumsallaştırılmasından sonra meta üretiminin kaderinin ne olması gerektiği sorusu temelinde ortaya çıktığı için, bu soruyu yanıtlaması da gerekmiyor.

Fakat eğer tüm üretim araçlarının değil de, üretim araçlarının yalnızca bir bölümü toplumsallaştırılabilecek durumdaysa ve eğer iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesinin koşulları mevcutsa ne olmalıdır; proletarya iktidarı almalı mıdır ve bunun hemen sonrasında meta üretimi ortadan kaldırılmalı mıdır?

Tabii, bu koşullar altında iktidarı almaktan vazgeçmek ve kapitalizm milyonlarca küçük ve orta üreticiyi mahvetmeyi, onları tarım işçilerine dönüştürmeyi ve tarımda üretim araçlarını yoğunlaştırmayı başarana dek beklemek gerektiğini ve ancak ondan sonra iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi ve tüm üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını düşünen bazı sahte Marksistlerin anlayışı yanıt olarak tanımlanamaz. Eğer tamamen rezil olmak istemiyorlarsa, Marksistlerin böyle bir “çözüm”ü kabul edemeyecekleri açıktır.

İktidarın alınması ve köyde küçük ve orta üreticilerin kamulaştırılmasına ve bunların üretim araçlarının toplumsallaştırılmasına adım atma gerektiğini düşünen diğer sahte Marksistlerin anlayışı da yanıt olarak değerlendirilemez. Bu saçma ve canice yola da adım atamazlar, çünkü böyle bir yol, proleter devrimin zaferinin her türlü olanağını yok edecek, köylülüğü uzun süre için proletaryanın düşmanlarının kampına itecektir.

Bu soruya yanıtı Lenin, “Ayni Vergi” üzerine çalışmalarında ve ünlü “Kooperatif planı”nda verdi.

Lenin’in yanıtı, kısaca söylendiğinde, şu anlama geliyor:

a) İktidarı ele geçirmek için elverişli koşulların geçip gitmesine izin verilmemelidir, proletarya, sayıları milyonlarca olan küçük ve orta bireysel üreticileri kapitalizmin mahvedeceği anı beklemeksizin iktidarı ele geçirmelidir;

b) Sanayide üretim araçları kamulaştırılmalı ve genel halk mülkiyetine geçirilmelidir;

c) Küçük ve orta bireysel üreticilere gelince, bunlar yavaş yavaş üretim kooperatiflerinde, yani büyük tarımsal işletmelerde, kolektif iktisatlarda birleştirilmelidirler;

d) Sanayi her biçimde geliştirilmeli ve kolektif iktisatlar için, büyük üretimin modern bir teknik temeli yaratılmalıdır, bu arada bunlar kamulaştırılamayacak, tersine daha büyük ölçüde birinci sınıf traktör ve diğer makinelerle beslenecektir;

e) Kent ile kırın, sanayi ile tarımın ekonomik birliği için, köylülerin kentle ekonomik bağının kabul edilebilir tek biçimi olarak meta üretimi (satın alma ve satma yoluyla değiş tokuş) belirli bir süre için korunmalıdır ve Sovyet ticareti, devlet ve kooperatif kolektif iktisadi ticareti her biçimde geliştirilmelidir, bu arada tüm kapitalistler meta dolaşımından atılmalıdır.

Sosyalist inşamızın tarihi, Lenin tarafından gösterilen bu gelişme yolunun kendisini tümüyle kanıtladığını gösteriyor.

Az çok kalabalık bir küçük ve orta üreticiler sınıfının bulunduğu tüm kapitalist ülkeler için bu gelişme yolunun, sosyalizmin zaferi için, tek olası ve amaca uygun yol olduğundan hiç kuşku yoktur.

Meta üretiminin yine de her koşul altında kapitalizme yol açmak zorunda olduğu ve mutlaka yol açtığı söyleniyor. Bu doğru değildir. Her zaman ve her koşul altında bu böyle değildir! Meta üretimi kapitalist üretimle eşitlenmemelidir. Bunlar iki ayrı şeydir. Kapitalist üretim, meta üretiminin en üst biçimidir. Meta üretimi yalnızca, eğer üretim araçlarının özel mülkiyeti mevcutsa, eğer işgücü, kapitalistin satın alabileceği ve üretim sürecinde sömürebileceği meta olarak pazara çıkarsa, eğer dolayısıyla ülkede ücretli işçilerin kapitalistler tarafından sömürüsü sistemi varsa, bu durumda kapitalizme yol açar. Kapitalist üretim, üretim araçlarının özel ellerde yoğunlaştığı ve üretim araçlarından zorla mahrum bırakılan işçiler işgüçlerini meta olarak satmaya zorlandıkları yerde başlar. Bu olmaksızın kapitalist üretim yoktur.

Ama eğer meta üretimini kapitalist üretime dönüştüren bu koşullar mevcut değilse, eğer üretim araçları artık özel değil, tersine sosyalist mülkiyetteyse, eğer ücretli işçi sistemi yoksa ve işgücü artık meta değilse, eğer sömürü sistemi çoktan ortadan kaldırılmışsa o zaman durum nedir? O zaman meta üretiminin yine de kapitalizme yol açtığı varsayılabilir mi? Hayır bu varsayılamaz. Bizim toplumumuz, üretim araçlarında özel mülkiyetin, ücretli iş sisteminin ve sömürü sisteminin artık çoktan beri var olmadığı tam da böyle bir toplumdur.

Meta üretimi, kendi kendine yeterli, onu çevreleyen ekonomik koşullardan bağımsız bir şey olarak değerlendirilmemelidir. Meta üretimi, kapitalist üretimden daha eskidir. Köleci düzende vardı ve ona hizmet etti, ancak kapitalizme yol açmadı. Feodalizmde vardı ve ona hizmet etti, ancak, kapitalist üretim için belirli önkoşullar yaratmış olmasına rağmen, kapitalizme yol açmadı. Meta üretiminin, neden kapitalizme yol açmaksızın belirli bir dönem için sosyalist toplumumuza da hizmet edemeyeceği sorusu, meta üretiminin bizde kapitalist koşullar altında olduğu gibi sınırsız ve kapsayıcı bir yaygınlığa sahip olmaması, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, ücretli iş sisteminin ortadan kaldırılması, sömürü sisteminin ortadan kaldırılması gibi belirleyici ekonomik koşullar sayesinde ona, kesin sınırlar çekildiği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, kendini dayatıyor?

Ülkemizde üretim araçları üzerindeki toplumsal mülkiyetin egemenliğinin kurulmasından, ücretli emek ve sömürü sisteminin ortadan kaldırılmasından sonra, meta üretiminin ortadan kaldırılması gerektiği söyleniyor.

Bu da doğru değildir. Şu anda bizde sosyalist üretimin iki temel biçimi mevcuttur: devlete, tüm halka ait olan üretim ve tüm halka ait olarak tanımlanamayacak kolektif çiftlik üretimi. Devlet işletmelerinde üretim araçları ve üretimin ürünleri genel halk mülkiyetindedir. Buna karşılık kolektif çiftlik işletmelerinde, üretim araçları (toprak, makineler) yine devlete ait olmasına rağmen, kolektif çiftliklerde gerek kendilerine ait emek, gerekse de kendilerine ait tohumluk tahıl söz konusu olduğundan, onlara süresiz kullanım için devredilmiş toprak üzerinde, ne satma, ne de satın alma, ne kiralama ne de hacze verme yetkileri olmamasına rağmen, fiilen kendi mülkiyetleriymiş gibi tasarruf sahibi olduklarından, üretim ürünleri tek tek kolektif çiftliklerin mülkiyetindedir.

Bu durum devletin, yalnızca devlet işletmelerinin ürünleri üzerinde tasarruf sahibi olabilmesine yol açar, buna karşılık kolektif çiftlik ürünleri üzerinde, yalnızca kolektif çiftlikler, kendi mülkleri olarak tasarruf hakkına sahiptir. Ama kolektif çiftlikler ürünlerini, gereksindikleri ve elde etmek istedikleri mallarla değiş tokuşu dışında başka bir biçimde elden çıkarmak istemiyorlar. Kentle meta ilişkileri dışında, satın alma ve satma dolayısıyla değiş tokuş dışında başka ekonomik bağlar şu anda kolektif çiftlikler için kabul edilebilir değildir. Bu nedenle bizde şu anda meta üretimi ve meta dolaşımı, örneğin otuz yıl önce, Lenin’in meta dolaşımının çok yönlü geliştirilmesi zorunluluğunu ilan ettiğinde olduğu gibi bir zorunluluktur.

İki temel üretim sektörünün, devlet ve kolektif çiftlik sektörünün yerine, ülkenin tüm tüketim malları üzerinde tasarruf hakkıyla genel kapsayıcı bir üretim sektörü geçtiğinde, o zaman tabii ki, “para ekonomisi” ile birlikte meta dolaşımı, ekonominin gereksiz bir unsuru olarak ortadan kalkacaktır. Ama bu söz konusu olmadığı sürece, iki temel üretim sektörü varlığını sürdürdüğü sürece, meta üretimi ve meta dolaşımı, ekonomimizin sisteminde gerekli ve çok yararlı unsurlar olarak kalacaktır. Bütünlüklü, birleşik bir sektörün hangi biçimde yaratılabileceği, kolektif çiftlik sektörünün devlet sektörü tarafından kolayca yutulması yoluyla mı - bu pek olası değildir (çünkü bu, kolektif çiftliklerin kamulaştırılması olarak algılanacaktır)- ya da tüm halkın (devlet sanayisinin ve kolektif çiftliklerin temsil edildiği) bütünlüklü ekonomik organının önce ülkenin tüm tüketim mallarının toparlanması ve zamanla, diyelim ki, ürün değiş tokuşu yoluyla ürünlerin dağılımı hakkına sahip olarak örgütlenmesi yoluyla mı olacağı ayrı ayrı ele alınmayı gerektiren özel bir sorundur.

Dolayısıyla bizim meta üretimimiz alışılmış bir meta üretimi değil, tersine özel türde bir meta üretimi, esas olarak birleşik sosyalist üreticilerin (devlet, kolektif iktisatlar ve kooperatifler) metalarıyla uğraşan, etkinlik alanı kişisel gereksinim maddeleriyle sınırlı olan, asla kapitalist üretim haline gelemeyeceği açık, “para ekonomisi” ile birlikte sosyalist üretimin gelişmesine, pekişmesine hizmet eden kapitalistsiz bir meta üretimidir.

Bu yüzden, sosyalist toplum üretimin meta biçimini ortadan kaldırmadığı için, bizde sözüm ona kapitalizme özgü tüm ekonomik kategorilerin, meta olarak işgücünün, artık değerin, sermayenin, sermaye kârının, ortalama kâr oranının vs. yeniden kurulmak zorunda olduğunu açıklayan yoldaşlar bütünüyle haksız durumdadır. Bu yoldaşlar, meta üretimini kapitalist üretimle karıştırıyorlar ve eğer meta üretimi varsa, kapitalist üretimin de olması gerektiğini varsayıyorlar. Bizim meta üretimimizin, kapitalizmdeki meta üretiminden temelde ayrıldığını kavramıyorlar.

Daha da ötesi, Marx’ın, kapitalizmin analiziyle uğraştığı ve yapay olarak bizim sosyalist ilişkilerimizle ilişkilendirilen, Kapital’inden alınmış başka bazı kavramların da örneğin “gerekli” emek ve “artık” emek, “gerekli” ürün ve “artık” ürün, “gerekli” çalışma zamanı ve “artık” çalışma zamanı gibi kavramların bir kenara bırakılması gerektiğini düşünüyorum. Marx, işçi sınıfının sömürüsünün kaynağını, artık değeri ortaya çıkarmak ve üretim araçları elinden zorla alınmış olan işçi sınıfına, kapitalizmin devrilmesi için düşünsel silahı vermek amacıyla kapitalizmi tahlil etti. Burada Marx’ın, kapitalist ilişkilere tümüyle uyan kavramlar (kategoriler) kullandığı açıktır. Ama iktidarın ve üretim araçlarının işçi sınıfının elinden yalnızca zorla alınmadığı değil, tersine, iktidarın onun elinde olduğu ve üretim araçlarına sahip bulunduğu günümüzde bu kavramlarla hareket etmek tuhaftan da öte bir şeydir. Şimdi, bizim düzenimizde, meta olarak işgücü, işçilerin “parayla çalıştırılması” sözcükleri oldukça saçma duyuluyor; sanki üretim araçlarına sahip olan işçi sınıfı, kendi kendisini ücretle çalıştırıyormuş ve işgücünü kendi kendisine satıyormuş gibi. Şimdi “gerekli” çalışma ve “artık” çalışmadan söz etmek de aynı şekilde tuhaftır; sanki bizim koşullarımız altında işçinin, toplum için sarf edilen ve üretimin artırılması, eğitimin geliştirilmesi, sağlığın korunması, savunmanın örgütlenmesi vs’ye yönelik çalışması, bugün iktidarda bulunan işçi sınıfı için, işçinin ve ailesinin kişisel gereksiniminin karşılanması için harcanan emek kadar gerekli değilmiş gibi.

Marx’ın, artık kapitalizmi değil, başka şeylerin yanı sıra komünist toplumun ilk safhasını araştırdığı Gotha Programının Eleştirisi adlı eserinde, toplum için sarf edilen ve üretimin artırılmasına, eğitime, sağlığın korunmasına, idari masraflara, rezervlerin oluşturulmasına vs. yönelik emeği, işçi sınıfının tüketim gereksiniminin karşılanması için harcanan emek kadar gerekli gördüğü belirtilmelidir.

Ekonomi bilimcilerimizin, eski kavramlarla sosyalist ülkemizde yeni hal ve durum arasındaki bu uygunsuzluğu ortadan kaldırmak ve eski kavramların yerine yeni, yeni duruma uygun olanları koymak zorunda olduklarını düşünüyorum.

Bu uygunsuzluğa belirli bir süre göz yumabildik, ama şimdi bunu kesin olarak ortadan kaldırmak zorunda olduğumuz zaman geldi.

3. Sosyalizmde Değer Yasası Sorunu

Bazen şu soru soruluyor: Bizde, sosyalist düzenimizde değer yasası var mıdır ve etkin midir?

Evet, vardır ve etkindir. Metanın ve meta üretiminin olduğu yerde, değer yasası da olmak zorundadır.

Bizde değer yasasının etkinlik alanı öncelikle meta dolaşımını, satın alma ve satma dolayısıyla meta değiş tokuşunu, temel olarak kişisel gereksinim mallarını kapsar. Burada, bu alanda değer yasası, tabii belli sınırlar içinde, bir düzenleyici rolünü üstlenir.

Ama değer yasasının etkileri yalnızca meta dolaşımı alanıyla sınırlı değildir. Üretimi de kapsar. Ne var ki, değer yasasının sosyalist üretimimizde düzenleyici rolü yoktur; ama yine de üretime etkide bulunur ve üretimin yönetiminde bu gözden uzak tutulmamalıdır. Şöyle ki: Üretim sürecinde işgücü sarfının karşılanması için gerekli olan tüketim malları, bizde değer yasasının etkisine tabii olan metalar olarak üretilmekte ve satılmaktadır. İşte tam da burada değer yasasının üretim üzerindeki etkisi kendisini göstermektedir. Bununla bağıntılı olarak işletmelerimizde, ekonomik muhasebe ve verimlilik, maliyet, fiyatlar ve benzeri şeyler aktüel öneme sahiptir. Bu yüzden işletmelerimiz değer yasasını göz ardı edemezler ve etmemeliler.

Bu iyi midir? Kötü değildir. Mevcut koşullarımızda bu gerçekten kötü değildir, çünkü bu durum ekonomistlerimizi rasyonel işletme yönetimi doğrultusunda eğitiyor ve onları disipline teşvik ediyor. Bu durum, ekonomistlerimize, üretim boyutlarını hesaplamayı, tam olarak hesaplamayı ve uydurulmuş. “tahmini veriler” üzerine gevezeliklerle uğraşmak yerine, üretimde gerçek şeyleri de bütünüyle hesaba katmayı öğrettiği için kötü değildir. Bu durum ekonomistlerimize, üretimde saklı olan rezervleri aramayı, bulmayı ve ayakları altında çiğnemek yerine onlardan yararlanmayı öğrettiği için kötü değildir. Bu durum ekonomistlerimize, üretim metotlarını sistematik olarak düzeltmeyi, üretimin maliyetini düşürmeyi, ekonomik muhasebeyi gerçekleştirmeyi ve işletmelerin verimliliğini sağlamayı öğrettiği için kötü değildir. Bu, ekonomik kadrolarımızın gelişimini şu anki gelişme aşamasında sosyalist üretimin gerçek yöneticileri haline gelmelerini hızlandıran iyi, pratik bir okuldur.

Kötü olan, değer yasasının üretimimizde etkili olması değildir, kötü olan, az sayıda istisna hariç, ekonomistlerimizin ve planlamacılarımızın, değer yasasının etkilerini pek tanımamaları, bunları incelememeleri ve bunları hesaplamalarında dikkate almayı bilmemeleridir. Fiyat politikası sorununda bizde hala egemen olan karışıklık da bununla açıklanabilir. Çok sayıda örnekten yalnızca biri: Bir süre önce, pamuk ile tahıl fiyatları arasındaki oranı pamuk ekimi yararına düzenleme, pamuk çiftçilerine satılan tahıl fiyatlarını daha titiz saptama ve devlete teslim edilen pamuk için fiyatları yükseltme kararı alındı. Bununla bağıntılı olarak ekonomistlerimiz ve planlamacılarımız, MK üyelerini yalnızca şaşkınlığa düşürebilecek bir öneri sundular; bu öneriye göre bir ton tahıl için bir ton pamukla aynı fiyat öneriliyordu, bu arada bir ton tahıl fiyatı, bir ton pişirilmiş ekmek fiyatıyla eşitleniyordu. MK üyelerinin, bir ton pişirilmiş ekmek fiyatının, unu öğütme ve pişirme için ek masraflar göz önüne alındığında, bir ton tahıl fiyatından yüksek olması gerektiği, pamuğun ise genelde tahıldan çok pahalı olduğu, bunu pamuğun ve tahılın dünya piyasa fiyatları da kanıtlıyor uyarısı üzerine, öneriyi kaleme alanlar akla uygun hiçbir şey söyleyemediler. Bunun sonucunda MK meseleyi ele almak, tahıl fiyatlarını indirmek ve pamuk fiyatlarını yükseltmek zorunda kaldı. Bu yoldaşların önerisi yasa gücü kazanmış olsaydı ne olurdu? Pamuk köylülerini mahvetmiş olurduk ve pamuksuz kalırdık.

Ancak bütün bunlar, değer yasasının etkilerinin bizde kapitalizmdeki aynı hareket serbestliğine sahip olduğu, değer yasasının bizde üretimin düzenleyicisi olduğu anlamına mı geliyor? Hayır, bu anlama gelmiyor. Gerçekte değer yasasının ekonomik düzenimizde etkinlik alanı kesinlikle sınırlıdır, bu etkinlik alanlarına bariyerler konmuştur. Bizim düzenimizde meta üretiminin etkinlik alanının sınırlanmış olduğu ve bariyerler konduğu daha önce söylendi. Aynı şey değer yasasının etkinlik alanı üzerine de söylenmelidir. Kuşkusuz üretim araçlarında özel mülkiyetin yokluğu ve üretim araçlarının toplumsallaştırılması, gerek kentte gerekse de kırda değer yasasının etkinlik alanını ve üretime etkisini sınırlamak zorundadır.

Rekabet ve üretim anarşisi yasasının yerini alan halk iktisadının planlı (orantılı) gelişme yasası, aynı yönde etki göstermektedir.

Yıllık ve beş yıllık planlarımız ve genel olarak, ekonominin planlı gelişimi yasasının gereklerine dayanan tüm iktisadi politikamız aynı doğrultuda etkide bulunur.

Bütün bunlar bir arada ele alındığında, değer yasasının etkinlik alanının bizde kesinlikle sınırlanmış olduğu ve değer yasasının bizim düzenimizde üretimin düzenleyicisi rolünü oynayamayacağı sonucu çıkar.

Sosyalist üretimimizin kesintisiz ve gözü pek gelişimine rağmen, bizde değer yasasının fazla üretim krizlerine yol açmaması “şaşırtıcı” gerçeği de bununla açıklanabilir, buna karşılık, kapitalizmde geniş bir etkinlik alanına sahip olan aynı değer yasası, kapitalist ülkelerde düşük büyüme hızı temposuna rağmen periyodik fazla üretim krizlerine yol açıyor.

Değer yasasının, sürekli bir yasa olduğu, tarihsel gelişimin tüm dönemleri için mutlak geçerliliğini koruduğu, komünist toplumun ikinci safhası döneminde değiş tokuş ilişkilerinin düzenleyicisi olarak gücünü yitirse de, gelişmenin bu safhasında üretimin çeşitli dalları arasında ilişkinin düzenleyicisi olarak, üretim dalları arasında emeğin dağılımının düzenleyicisi olarak yürürlükte kaldığı söyleniyor.

Bu tümüyle yanlıştır. Değer, aynı değer yasası gibi, meta üretiminin varlığıyla bağıntılı bir tarihsel kategoridir. Meta üretiminin ortadan kalkmasıyla, biçimleriyle birlikte değer ve değer yasası da ortadan kalkar.

Komünist toplumun ikinci safhasında, ürünün yapımı için harcanan emeğin miktarı meta üretiminde olduğu gibi dolaylı olarak, değerin ve onun biçimlerinin aracılığıyla ölçülmez, tersine doğrudan ve dolaysız ürünlerin yapımı için harcanan zaman miktarı, saat miktarı ile ölçülür. Emeğin dağılımına gelince, emeğin üretim dalları arasında dağılımı, bu dönemde gücünü yitirecek olan değer yasası tarafından değil, toplumun ürün gereksiniminin artmasıyla ayarlanacaktır. Bu, üretimin toplumun gereksinimleriyle ayarlanacağı ve toplumun gereksinimlerinin kavranmasının planlama organları için birinci dereceden önem kazanacağı bir toplum olacaktır.

Mevcut ekonomik düzenimizde, komünist toplumun gelişiminin ilk safhasında değer yasasının sözüm ona çeşitli üretim dalları arasında emeğin dağılımının “orantılarını” ayarladığı iddiası da tümüyle yanlıştır.

Eğer bu doğruysa, o zaman bizde en kârlı olan hafif sanayinin neden var gücüyle geliştirilmediği, çoğunlukla daha az kârlı ve şimdilik hiç kârlı olmayan ağır sanayiye göre ona öncelik verilmediği anlaşılmaz.

Eğer bu doğruysa o zaman ülkemizde, işçilerin emeğinin “gerekli sonucu” ortaya koyamadığı bir dizi, şimdilik hala kârlı olmayan ağır sanayi işletmesinin neden kapatılmadığı ve işçilerin emeğinin “daha büyük sonuç” ortaya koyabileceği, hafif sanayinin kuşkusuz kârlı yeni işletmelerinin neden açılmadığı anlaşılmaz.

Eğer bu doğruysa, o zaman bizde, işçilerin daha az kârlı ama ekonomi için çok gerekli işletmelerden, sözüm ona üretim dalları arasında emeğin dağılımı “orantısını” ayarlayan değer yasasıyla uyumlu halde daha kârlı işletmelere neden nakledilmedikleri anlaşılmaz.

Bu yoldaşların izinden gidersek, üretim araçlarının üretimi önceliğinden, tüketim maddelerinin üretimi yararına uzaklaşmak zorunda kalacağımız açıktır. Fakat üretim araçları önceliğinden kopmak ne anlama geliyor? Bu, kesintisiz gelişim olanağını ekonomimizin elinden almak anlamına geliyor, çünkü üretim araçlarının üretimine öncelik verilmeksizin, ekonominin kesintisiz gelişimini garantilemek olanaksızdır.

Bu yoldaşlar, değer yasasının yalnızca kapitalizmde, yalnızca üretim araçlarında özel mülkiyetin, rekabetin, üretim anarşisi, fazla üretim krizlerinin varlığı koşullarında üretim düzenleyicisi olabileceğini unutuyorlar. Bizde değer yasasının etkinlik alanının, üretim araçlarında toplumsal mülkiyetin varlığı, ekonominin planlı gelişimi yasasının etkisi dolayısıyla sınırlanmış olduğunu, dolayısıyla bu yasanın gereklerinin yaklaşık bir yansıması olan yıllık ve beş yıllık planlarımız dolayısıyla da sınırlandığını unutuyorlar.

Bazı yoldaşlar buradan, ekonominin planlı gelişimi yasasının ve ekonominin planlanmasının, üretimin verimliliği ilkesini ortadan kaldırdığı sonucunu çıkarıyorlar. Bu tümüyle yanlıştır. Mesele tam tersinedir. Eğer verimlilik, tek tek işletmeler veya üretim dalları açısından değerlendirilmez ve bir yıl gibi bir ölçü konmaz, tüm ekonomi açısından değerlendirilir ve yaklaşık 10-15 yıllık bir ölçü konursa (sorunun tek doğru konuş tarzı budur), o zaman tek tek işletmelerin veya üretim dallarının geçici ve istikrarsız verimliliği, ekonominin planlı gelişim yasasının ve ekonominin planlanmasının, bizi ekonomiyi sarsan ve topluma muazzam maddi zarar veren periyodik ekonomik krizlerden koruyarak ve ekonominin kesintisiz olağanüstü hızlı gelişimini garantileyerek, bize sağladıkları güvenli ve sürekli verimliliğin yüksek biçimiyle hiç karşılaştırılamaz.

Kısaca söylendiğinde, mevcut sosyalist üretim koşullarımız altında değer yasasının, çeşitli üretim dalları arası emeğin dağılımında “orantı düzenleyicisi” olamayacağına hiç kuşku yoktur.

8 Temmuz 2013 Pazartesi

[Lelecan Lele Beni de Bindir!.. - Mahmut Boyuneğmez]

Konu: Habib Taşkın’ın Sosyalist Mezopotamya adlı aylık derginin internet sitesinde rastladığımız, cillop teorisini duyurmak istiyoruz. Bu çığır açan buluşun, öyle dipte köşede kalmasına gönlümüz elvermedi. Sizlere “Mülkiyet-Değer Teorisi”ni gururla takdim ediyoruz. Yazarın makalesinden alıntıları aşağıda bulacaksınız. Ey ahali, “duyduk duymadık demeyin, acı soğan yemeyin”… “Bah-çe-van geldi” (Zeki Müren). Görmeyen kalmasın, duyanlar duymayanlara anlatsın. Gösterimiz başlıııyooor!..


Önce paha biçilemez bir tanımla başlıyoruz:

“Zira ‘Değer’den kastedilen (tabii ki ekonomik anlamda) ekmek, elbise, ev, araba, arsa, tarla, sinema bileti, gazete, dergi, sağlık tedavisi, saç traşı gibi, yaşamımız için bir kullanma-tüketme/yararlanma gerekliliği olan nesnelere, insanlar-toplumlar arası ilişkilerde maddi bir karşılık isteme-verme, maddi bir değer biçme durumudur.”

Evet, “değer biçiyoruz.” Neye?.. Yaşamımız için bir “kullanma gerekliliği” olan nesnelere. A dostlar, her şeyin bir karşılığı var, değil mi?.. Biz de tüketme/yararlanma gerekliliği olan nesnelere aha da bir karşılık istiyoruz. “Sinema bileti”ne biçtiğimiz değer, o kâğıt parçasının fiyatı mesela. Sinemayı izlemeseniz de olur. Fakat Amerikan filmlerinde görmüştüm, adamların alış-veriş yaparken keyf’leri gıcırsa, bazen üstü kalsın filan diyiveriyorlar. Ama… Ama şunu çok iyi biliyoruz: Ufak atarsak, civcivler yer; yüksek değer biçersek zürafalar yetişemez. Nasıl mı?.. Bakın şöyle:

“Örneğin; banyo sabunu alır, 1 TL öderiz. 1 kg çay alır, 11 TL; 1 kg şeker alır, 3 TL; saç tıraşı olur, 5 TL öderiz. Bu örnekler somut olarak bizlere, mal ve hizmet kimliği kazanmış, ekonomik değişim ilişkilerinin konusu/malzemesi olmuş her şeyin ekonomik bir değerinin olduğunu ve bu değerin somutlaşmış, netleşmiş halinin de “fiyatı” olarak ifade edildiğini göstermektedir. Şu halde banyo sabununun ekonomik değeri 1, 1 kg çayın 11, 1 kg şekerin 3 ve saç tıraşının 5 TL’dir.”

Evet, evet “tamamen duygusal…” Mal ve hizmetlere, bir fiyat biçeriz ve bu da onun değeri olur. “Duygusal” dediysek, hiç de öyle subjektif ve psikolojik değil. Tabii ki, burada ekonomik değerden bahsediyoruz. Siz fiyat ile değeri birbirine karıştırdığımıza bakmayın, mesele tamamen ekonomik…

Hemi de, siz bakmayın şu adamların dediklerine. Men-Çe ve Lu-Çih gibi eski Çin’deki yazarlar, Eflatun ve Aristo, Albert le Grand, Thomas d’Aquin, Duns Scot gibi skolastikler, Abdul Rahman İbn-Haldun, Merkantilistler ve fizyokratlar, William Petty ve onun halefleri John Locke, Richard Cantillon, James Stuart ve daha birçokları, Boisguillebert, Adam Smith, David Ricardo ve Marx gibi çok sayıda insanın malların mübadele değeri nedir ve nasıl belirlenir sorusuna aradığı yanıtların hepsini, bi’kalemde geçiniz. Bırakın bunları, canııım!..

Abicim düşün bi’kere: “değer neye göre belirlenir?” İşte soru bu. Bak, böyle düşününce ne kadar kolay değil mi?..

“Görüldüğü gibi, ekonomik açıdan değerin neden ve nasıl ortaya çıktığı, ne olduğu, neye göre, nasıl belirlendiği sorusu basit, yalın bir sorudur (…) Ne var ki, bu küçük, bu basit ve yalın sorunun cevabı bugüne kadar, herkesi ikna edecek, herkesin üzerinde uzlaşmaya varabileceği bir şekilde verilmemiştir.”

Yaa, neden acep?.. Bu, sorarken hiç de emek harcamadığımız basit sorunun cevabını, yüzyıllar boyunca neden verememişler. Anlamıyom, yaa. Ama haksızlık bu!.. İnsanlığa yapılmış bir haksızlık. Suçun en büyüğü de şu Aristo’nun. Hele o Marx yok mu, o varya, o…

“Zira bugüne kadar ortaya konulmuş değer teorilerinin her biri, önemli olmalarına rağmen, kendi içlerinde ciddi kusurlar, tutarsızlıklar, zaaflar taşımakta, kendilerine yöneltilen soruların tamamını cevaplandırmayı başaramamaktadırlar.”

Yahu, hiç önemsiz olur mu?.. Bir bilsen, ben bir-ikisini okuduydum da, ne kafa patlatmıştım. Yalayıp yuttuydum da, üzerinize afiyet, bu arada yuttuklarımı hazmedemeyip “dızgırıriydim”… Ama cıs cıvlak yakalamıştım, hepsinin kusurlarını. Vurmuştum sufatlarına sufatlarına, zafiyetlerini. Her neyse, bakın bu meret, zıkkımın kökü teoriler şunlardır, efendime söyleyeyim:

Maliyet-Değer Teorisi, Emek-Değer Teorisi, Fayda-Değer Teorisi…

İmdi, “Emek-Değer Teorisi: Bu teorinin babası, İngiliz iktisatçı David Ricardo’dur (1772-1823). En ateşli savunucusu ise Marks (1818-1883) olmuştur. Marksist ekonomi politik bu teori üzerine kuruludur. Marks’ın ömrünün son 40 yılını bu teorinin doğruluğunu kanıtlamak için harcadığını söylemek pek de yanlış olmaz sanırım.

Bu değer teorisine göre, değer/değişim değeri, mal ve hizmetlerin emek ürünü olmalarından gelmekte ve içerdikleri emek miktarına göre belirlenmektedir.”

Olur mu? Hiç olur mu?.. Bırak ben ödeyeyim. Pardon, olur mu, hiç yanlış olur mu?.. 25 yaşından ölene kadar, dile kolay tam 40 yıl, didinip durmuş adamcağız. Essah ya, Marx 1843’te mi yazmıştı Ekonomi-Politik ve Felsefe üzerine elyazmalarını… Neyse ne önemi var, yuvarlak hesap 40 yıl eder. Siz iktisat okumalarına bu tarihlerde başlamış mı ona bakın.Üstüne üstük, 40 yıla yazık değil mi, yahu?.. Sırf bir teorinin doğruluğunu kanıtlamak için; vay be… Amma ve lakin, nafile!.. “Ateşli savunucu” Marx’ın ömrü yetmemiş, bu işe. Yaa, masal böyleymiş; cırttan, dev karısını işte böyle, kandırmııış…

“Ancak bu teori de, “Mademki değer, mal ve hizmetlerin içerdiği emek miktarına göre belirlenmektedir, öyleyse nasıl oluyor da emek ürünü olmayan, hiçbir emek içermeyen nesneler birer mal-hizmet kimliği kazanıp bir değere sahip olabilmektedir?” sorusuna cevap verememektedir.

Aslında teorideki bu büyük zaafı/açığı Marks da biliyordu. Zira “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” isimli eserinde, “... değişim-değeri bir metanın içerdiği emek zamanından başka bir şey değilse, emek içermeyen metalar nasıl olur da bir değişim değeri olabilir ya da bir başka deyişle, doğal güçlerin ortaya çıkardığı değişim-değeri nereden gelmektedir?” (Sol Yayınları, sf: 85) diye sormuş ve şöyle devam etmiştir: “Bu sorun çözümünü toprak rantı teorisinde bulmaktadır.”

Ama maalesef, Kapital’in 3. cildinde ele aldığı rant teorisinde de (Sol Yayınları, sf: 543-704) bu sorunun cevabını vermemiş, verememiştir. Değişim değeri mal ve hizmetlerin içerdiği emek zamanından/miktarından gelmediği için, doğru-haklı- yerinde olan sorusunun cevabını verebilmesi de mümkün değildi; ancak yine de, ölümünden sonra, Engels’in Kapital’in 2. ve 3. cildi olarak yayımladığı çalışmalarını, Marks’ın sağlığında “hazır değil” diyerek yayımlamaya yanaşmadığını belirtmek gerekir.”

Ah şu Engels yok mu? O varya, o… Verememiş diyorum, yahu vermemiş değil. Yiğidi öldür, ama hakkını yeme… Adamın sorusu hem doğru, hem haklı, hem de yerli yerinde. Hiç toprağın değeri olmasa da, fiyatı olur mu?.. Rant da neymiş yahu; “bana ne ben anlamam, bir acayip zor teori” diye çığırsam… Yanlış olmaz sanırım.

İşte dananım kuyruğunun koptuğu noktaya geldik. Tuttum mu koparırım… Bakın nasıl?..

“Bu teoriye, yani bana göre, değer/ekonomik değişim değeri, mülkiyetten, insanların yaşam gereklerini kişisel ya da toplumsal olarak birbirlerine karşı mülk edinmesinden doğar.”

“Doğal olarak, mülkiyeti, doğrudan mülk edinilmiş nesnelerin mülkiyeti/“kullanım-tüketim hakkı” elimizde bulunmayan nesneleri ihtiyaç duyduğumuzda kullanıp tüketebilmemiz için, mülk/“hak” sahibine bir ödemede bulunmaya mecbur, zorunlu kalmaktayız. İşte, adına ekonomik anlamda değer/değişim değeri dediğimiz şey de tam bu noktada ortaya çıkmakta ve mülkiyet/“kullanım-tüketim hakkı”nın maddi karşılığı olarak belirmektedir.”

“Değişim, iki kişi, iki toplum/ülke ya da iki kurum vb. arasındaki bir ilişki olduğuna göre, mal ve hizmetlerin “kullanım-tüketim/mülkiyet hakları”ndan vazgeçmenin ya da bu “hakları” ele geçirmenin değeri/fiyatı da iki kişi/iki toplum-ülke-kurum arasında yani piyasada/pazarda) anlaşma ile belirlenmektedir. Peki, neye göre? Hiç kimse kazançlı çıkamayacağı bir alım-satım/değiş-tokuş ilişkisine girmeyeceğine, yanaşmayacağına göre, elbette ki tarafların kazançlarına göre!

Hepsi bu!

Peki, bu mesele, değer konusu bu kadar basit mi? Evet.”

Dur yahu, sallama!.. Dur, yeter, birader. Benim 5 yaşındaki oğlum ve arkadaşının çekiştirdiği camışın kuyruğu değil, elim kopacak. Şu herif cin gibi, 3000 TL’ye aldığı camışı bana 5000 TL’ye satacak. Oh ne ala, işte budur serbest piyasa, dedim içimden. Fakat yenir mi?.. Camışın eti değil, adam tora düşürecek beni. Yer miyim, hiç. Git al oradan 3 kuruşa, gel sat burada 5 kuruşa. Yok öle, 3 kuruşa 5 köfte…

Peki herkes birbirine bu şekilde kazık atsa, o zaman ne olacak?.. Bugün kazık at, yarın kazık ye; olur mu canım, ne kadar ekmek, o kadar köfte… İşte ben bu şekilde düşünürken, böğrümde belirmesin mi, bir acı…

- Ula kim dürtiy?..
- Agam yemezler, ‘arbitraj karı’ diyorlar buna. Çok eskiden yabancı tüccarların yaptığı bi’şeymiş.
- Hay memocan memo, Allah gönderdi seni. Adam “basit, basit” diyip, kolumu kıracağıdi.
- Ne yapam, ben. Almıyim, dirim, anlamıyi. “Vermemiş Mabut, neylesin Mahmut…”
- “Agam, Bülent Ersoy’un bir şarkısının nakaratıymış. Onu de. Sankim Habib’e sesleniy...”

mal sahibi, mülk sahibi
hani nerede bunun ilk sahibi
vur patlasın, çal oynasın
ehlen ve sehlen
ya habibi

Ben Memo’yu dinlerken, Memo birden seğirtti. Hay vah hay… Tutammadı. Ahan da o saat, satmaya çalıştığı camış, boynuzlayyıp havaya kaldırmasın mı, Habib’i… Bir indirdi, bir kaldırdı. Bir indirdi, bir kaldırdı…

Balaca oğlum, oradan bağırdı: “Lelecan lele, beni de bindir!..”

Yazıda kullanılan kaynak: “Yeni Bir Değer Teorisi Üzerine Bir Deneme”, http://www.izmirizmir.net/bilesenler/forum/baslik.php?baslik_no=3157

[MAR] YOUTUBE KANALI

LİDER

Karl Marx - Kapital

Kısa Sovyet Film ve Belgeseller [Türkçe]