7 Temmuz 2013 Pazar

‘İdeolojilerin Sonu mu?’ Adlı Çalışmanın Eleştirisi

Mahmut Boyuneğmez

Konu: Ufuk Uras’ın İdeolojilerin Sonu mu? adlı çalışması eleştirilmektedir.


Ufuk Uras’ın İdeolojilerin Sonu mu? adlı çalışması 1992 yılında “Marksist Araştırmaları Destek Ödülü”ne layık bulunuyor. Çalışma bir kitapçık olarak Mart 1993’te basılıyor. Bu kitapçıktan şu bilgilere ulaşıyoruz: Uras’ın ödülün verildiği tarihteki akademik titri Yrd. Doç. 1966-1975 dönemi TİP İstanbul senatörü F. Hikmet İşmen’in yarışmaya 6 milyon lira ödül koyduğu belirtiliyor. Yarışmanın jüri heyetinde Korkut Boratav, Cem Eroğlu, Kenan Somer, Alpaslan Işıklı yer alıyor ve jüri heyetinin başkanı Sadun Aren.

Haluk Gerger kitapçığa yazdığı önsözde Uras’ın “kitabına” övgüler düzüyor:

“Kitapta Ufuk Uras, sadece soruları sormakla kalmıyor, onlara yanıtlar da arıyor!.. Tanımlıyor… Sistemleştiriyor ilişki ve bağlantıları kuruyor… Tarihsel gelişimin köklerine iniyor… Ve çelişkileri sergiliyor…” (s.9)

Karşımızda değerli bir çalışma olduğu sanısına kapılıyoruz: “Tanımlama”, “sistemleştirme”, “tarihsel gelişimin köklerine inme” ve “çelişkileri sergileme”, hepsi bir arada, burada deniyor. Şu elimde gördüğünüz çakı, ablalar ağabeyler, hem keser, kem biçer, hem oyar, hem soyar, yanında vereceğim merhem, kelinize de yarar. Yapma yahu!..

“Yazar, tuzaklarla dolu bir alandaki bu zorlu bilimsel yürüyüşünde elinde sağlam bir pusulayla ilerliyor, çözümlemelerinde maddi süreçlerden, yani hayatın gerçeklerinden kopmadan, maddeci yöntemin kılavuzluğunda yol alıyor (…) yanıtlarıyla da, çatlaklar açtığı egemenlik sistemlerinde, bu kez, büyük patlamalarla yarıklar, gedikler ortaya çıkarıyor.” (s.9)

“Bilimsel yürüyüş”, “sağlam bir pusulayla ilerleme”, “maddeci yöntemin kılavuzluğu” ve “büyük patlamalarla yarıklar, gedikler ortaya çıkarma”… Heyhat, asrın keşfi yapılmış olmalı!.. Helecanlanıyoruz. Sahi mi birazdan okuyacaklarımız, yoksa bu bir rüya mı?.. Kendimizi çimdikliyoruz.

Bitmedi. Reklam kampanyamız devam ediyor…

“Görüş ayrılıklarımız ne olursa olsun, bana göre, Ufuk Uras güncel tartışmalara ciddi bir öz, yaşamsal bir boyut ve anlamlı bir derinlik getiriyor bu kitabının baskısıyla.” (s. 11)

Neymiş… “Ciddi bir öz”, “yaşamsal bir boyut” ve “anlamlı bir derinlik”… Kızgın kumlardan, serin sulara atlamaya, ferahlatan bir serinliğe ya da bitki özlü Blendax’a ne dersiniz?..

Marksizm’den anlayan bu kerli ferli adamların ödüle layık gördükleri çalışmaya gelin yakından bakalım. Haluk Gerger’in deyişiyle “bu önemli çalışmanın ortaya koyduğu gerçekler ve sorunlar”ı irdeleyelim...

Baştan belirtelim. Uras’ın çalışmasını okuduktan sonra akılda kalan bir tez ya da önerme, ulaşacağınız bir vargı ya da sonuç bulunmuyor. Uras okuduğu kaynaklardan apardığı fikirleri ardı ardına yazıp, aralarda kendine özgü bir iki cümle kurmanın ötesinde bir iş yapmıyor. Bu nedenle yazdıklarında tutamak noktaları bulup, fikirleri üzerine yorum yapmak ve eleştirmek de epeyce zor bir çabayı gerektiriyor. Karşımızdaki eklektik bir “çorba” adeta… Bu tür çalışmaların eleştirilmesinde sistemli bir yol bulmanın zor olduğunu belirterek, yapacağım her bir alıntının ardından düşüncelerimi döşemenin uygun olduğu fikrindeyim.

Kitapçığının Giriş bölümünde Uras, “ideoloji kavramı üzerinde teorik bir analiz ve ideolojik kirlenmeye karşı zihinsel bir sterilizasyon”dan (s. 14) bahsediyor. Çalışmasını bu gerekçeyle rasyonalize ediyor. Uras “ideoloji” soyutlamasına, liberalizm, feminizm, sosyalizm, milliyetçilik gibi farklı ideolojilerin incelenmesi üzerinden ulaşmıyor. Zinhar!.. Bir soyut “ideoloji” kavramı kitapçık boyunca bıktırırcasına tekar tekrar kullanılırken, bu soyut kavramın ne olduğu, ne anlama geldiğini analiz ettiğine inanmamız isteniyor. Bu açıkça idealist bir tutumdur ve bu çalışma için “maddeci yöntemin kılavuzluğu”ndan bahsetmek abestir. Bu konuda yayınlanmış çeşitli kitaplardan fikirler devşirilerek, bir soyut “ideoloji teorisi” kurmaya çalışmak, “bilimsel bir yürüyüşle” bağdaşmıyor. İdeolojilerin karakteristik özelliklerinden, içerdikleri fikirler, değerler, motiflerin incelenmesinden başlayıp, soyutlamalara ulaşmak, ideolojileri sınıflandırmak, bazı ideolojilerde ya da her ideolojide ortak özellikler var mıdır, bunu saptamaya çalışmak, toplumsal ilişkilerin ideolojilerin oluşumunu nasıl koşulladığını araştırmak vb… Uras’ın çalışmasında bunlar bulunmuyor. Bunun yerine dipnotları verilse de, aparma fikirlerle oluşturulan eklektik bir “çorba” sunuluyor. Bizden bu “çorbayı” “yememiz” isteniyor, o kadar.

Uras ilk olarak sözlüklerden “ideoloji” kelimesinin anlamını aktarıyor. Sonra da bazı yazarların “ideoloji” tanımlarını… (s. 15). Olabilir, başlangıç olarak geçici bir tanımlama yapılabilir. “İdeoloji” kavramıyla ne anlatılmak istenmektedir, bu kavramın anlamsal kapsama alanı nedir; bunu geçici bir başlangıç tanımlamasıyla sunmak yararlıdır. Fakat kitabın devamında da, gelsin “ideoloji”, gitsin “ideoloji” şeklinde bir tutumun var olduğunu belirtmem gerekiyor. “İdeoloji” sanki bir nesne ya da özne, bir süper fail… Eylemde bulunuyor, belirliyor, adlandırıyor ya da çağırıyor…

Hemen bir örnek verelim: “İdeoloji güncel ilişkileri belirleyen imgesel bir ilişkidir.” (s.15) İdeolojilerin insanların pratiklerine yön verdiği, insanların çeşitli ideolojik fikirler ve değerlerle hareket ettikleri, onların eylemlerini güdeleyen farklı ideolojik eğilimlerin olduğunu söylemek ile toplumsal ilişkileri ya da güncel ilişkileri “ideoloji”nin belirlediğini yazmak apayrı anlamlara sahiptir. İnsanların üretim sürecine katılmalarını ve bu süreçte oluşturdukları ilişkileri, günlük birçok rutin aktiviteyi, örneğin komşuluk ilişkilerini belirleyen “ideoloji” değildir (beğenilerime, değerlerime uyan insanların oturduğu semti seçerim diyebilirsiniz, fakat geliriniz ve sınıfsal konumunuzun kimlere komşu olacağınıza hükmettiğini gözden kaçırmamanız gerekir; belirleyen ve zorunluluk arz eden, sizin görünürdeki “seçim özgürlüğünüz” değildir).

Uras, akademisyen edayla “yazdıklarımızın hem nesnel bir karşılığı bulunmalı, hem de kendi içinde tutarlılık göstermeli” (s. 15) şeklinde yazıyor. Tutarlılığı sağlamak görece kolay; laf oyunlarıyla tutarlı görünmek çok zor değil. Fakat ya “nesnel karşılık”… Uras’ın yazdıklarının uzaktan yakından böyle bir dertle yazılmadığını göreceğiz.

Uras’ın çalışmasında önemsediği bir konu da “anti-pozitivist bir ideoloji analizinin ipuçlarını yakalayabilmek” (s. 17). Açıkçası, bunun ne menem bir şey olduğunu benim havsalam almıyor. Yakalayabiliyor mu ipuçlarını, okur karar versin.

Ve evet, eklektizmini nasıl oluşturacağının ipucunu Giriş’te veriyor: “Batılı aydının ‘kutsal üçlüsü’ kabul edilen, Marksizm, psikanaliz ve dilbilim arasındaki entelektüel alışveriş, her şeyin yeniden sorgulandığı, teorik bir titremenin nesnesi olabilir. Amacımız bu üç disiplinin eklemlenmesini ve bu kıtalararası devasa trafiği kontrol etmeyi de gerektiriyor.” (s.17)

Ne diyelim, kolay gelsin. Kolay mı “devasa trafiği kontrol etmek”, “teorik bir titreme”nin üstesinden gelmek…

“Maddeci Bir İdeoloji Kuramı Var mı?” başlığıyla çalışmasına başlıyor. Bu başlığın altında bir alt başlık bulunuyor: “Metodolojik Arka plan.” Bu bölümde yazar, incelediği konuyla ilişkisini kurmadan bilim ve bilimsel yöntem nedir, soyuttan somuta yükselerek, düşünülmüş somuta ulaşma nasıl olur gibi bazı konulara değiniyor. Asıl muradı “yansıma teorisi” adı verilen kavrayışı eleştirmek. Yansıma teorisi neymiş, öğrenelim:

“Maddenin yasaları ile zihnin yasaları arasında kurulan özdeşlik ile düşünce maddenin yansıması oluyor. Bu yaklaşımın tipik ve somut bir örneğini J. Stalin’in ‘Diyalektik ve Tarihi Materyalizm’ adlı çalışmasında bulabiliriz. Buna göre doğru düşünmek için, evrenin işleyiş yasalarına göre düşünmek gerekmektedir. Diyalektik nesnede içkindir. Nesnedeki bu bilgiyi doğru yansıtmak, bilginin tesisini sağlar. Hâlbuki bilimin nesnesini bilimin kendisi gibi ele almak ampirizme yol açar. Teorik nesne (özne), gerçek nesne (özne) ayrımı, aşk ilişkisinde de geçerli, ‘o, artık benim için öldü’ dediğimizde, ölen gerçek özne değil.” (s. 22-23)

Gerçekten tuhaf?.. Stalin’in adı geçen çalışmasında “maddenin yasaları” ile “zihnin yasaları” arasında bir özdeşlik kurulmaz. Ancak elbette bilimsel düşünmek, “evrenin işleyiş yasalarına göre düşünmek” demektir. Bilginin nesneye içkin (mündemiç) olduğunu hiçbir materyalist iddia etmemiştir. Gerçekliğin işleyiş yasaları, eylemli ve düşünsel aktivitelerle bilgi halinde soyutlanır, o kadar. Örneğin bugüne kadar hiçbir materyalist köpek kavramının havladığını da iddia etmemiştir. Yazarın bu yaklaşımının arka planında ne var, öyleyse?.. Sakın “ideoloji” olmasın(!).. Uras’ın anti-sovyetik ve Stalin karşıtı önyargıları, bir “yer değiştirme” ile yansıma teorisini reddetmesine yol açıyor.

Doğayla geliştirilen ilişkiler de dâhil toplumsal ilişkiler, insanların düşünce dünyalarının oluşumunda temel belirleyendir. Düşünceler, duygular ve diğer zihinsel aktiviteler, maddi biyokimyasal/fizyolojik süreçlerdir. Bu süreçlerden ayrı metafizik bir gerçeklik katmanı yoktur ki düşünceleri, duyguları kapsasın. Fakat insanlarda bu süreçlerin oluşumu toplumsal ortamlarda gerçekleşir. Toplumsal pratiklerden, deneyimlerden, ilişkilerden yalıtık bir insan düşüncesi yoktur. Kavramlar, fikirler, duygular, insanların dünyasının ürünüdürler. İdeolojilerin oluşumunda da temel olan, belirleyici olan toplumsal pratikler, ilişkiler ve süreçlerdir.

“Üstelik yansıma teorisi, insanların zihinlerinde yansıması gereken gerçekliği görmelerini engelleyen, ‘egemen sınıflar’ gibi ‘kötü ajan’ senaryolarına da zemin hazırlar. Diyelim geniş kesimlerin muhafazakâr partiye oy vermesi, egemen sınıflar tarafından kandırılmaları ile açıklanabilir. Fesatçı ve komplocu senaryolar, sosyolojik açıklamaların yerini alır.” (s.23)

Yansıma teorisinin, bizi komplocu düşüncelere sevk ettiğini iddia etmek gülünçtür. Aksine materyalistler, gerçekliğin algılanmasını, kavranışını, duygulanımlara yol açışını, toplumsal ortam içerisinde ve bu ortamın belirlediği bilinçlilik biçimleri kapsamında değerlendirir. İdeolojileri üreten toplumsal ilişkilerdir, bu ilişkilerin belirlediği zihinsel düzeneklerdir.

Yansıma teorisi denilen temel materyalist bakış, düşünceleri “kendi dışında bir gerçekliğe indirgeyerek, bir epifenomen (gölge olgu) olarak kavra(maz)” (s. 23) Toplumsal olanı da dâhil gerçekliğin, düşünceler formunda soyutlandığını; bu soyutlamaların, insansal varoluşu da içeren gerçeklik tarafından üretildiğini belirtiriz. Düşünceleri, nesnel gerçekliğe kim indirgemiş?..

“Heterojen gerçekliği homojen bir bütünlüğe indirgemek isteyecek her türlü teşebbüse karşı itiraz edilmelidir. Sosyal yaşamın zenginliğini oluşturan faktörlerin zenginliğini bir iki nedene indirgeyerek yoksullaştıran monistik yaklaşımların itibarı geçeli çok oldu. Üstelik bilimsel çalışmada gerçekliğin böylesi bir yansıtılması da söz konusu değildir.” (s. 23-24)

İşte size tipik bir post-modern yaklaşım örneği… Ödülün boş yere verilmediği görülüyor. Bilimsel aktivitede, soyutlama ve idealizasyonların yeri vardır. Gerçekliğin tüm boyutlarıyla tek bir formülasyon kapsamında soyutlanması mümkün değildir. Bilimsel düşünüşte, “heterojen gerçeklik homojen bir bütünlüğe”, fakat soyutlanmış ve bir yasa olarak beliren bir teze, indirgenir. Toplumsal ilişkilerin ve süreçlerin incelenmesinde de, idealizasyon ve soyutlamaların yapıldığını, bazı işleyiş yasalarının ve eğilimlerin saptandığını reddetmek, post-modernistlerin işi olabilir. Fakat biz gerçekliğin bu alanında da, indirgemeler yapılmaksızın bilimsel düşüncelerimizde bir ilerleme kaydedemeyeceğimizi biliyoruz. Yazar açıkça belirtmese de, “monistik yaklaşımlar” derken, Marksizm’i de bu şekilde değerlendiriyor olmalı. Öyle ya “sosyal yaşamın zenginliğini” bazı genel yasalarla, önermelerle soyutlayan Marksizm de bu yaklaşımlardan biri sayılabilir. Yazara yazdıklarıyla cevap vererek, söylediklerimizi pekiştirelim: “Bilimsel etkinliğin kökleşmiş koşulları var. Temel hiç de öyle iğreti değil.” (s. 25).

Uras bu bölümde bir iddiaya daha sahip: “Bilginin mutlak olmaması, ideolojilerin muhtemelen her zaman var olacağını gösteriyor.” (s. 20). Metodolojiden bahsedilirken “tarihsel gelişimin köklerine inme”nin gerekmediğini söylerseniz haklısınız. Fakat Uras’ın kitapçığının hiçbir yerinde tarihsel kavrayış yok. Peki gelecek öngörüsü, tarihsel gelişim dikkate alınmadan yapılabilir mi?.. “Bilgi mutlak değilse, ideolojiler her zaman olacak” şeklindeki önermenin doğruluğu kendinden menkul. Örneğin dinlerin ya da milliyetçilik gibi ideolojilerin bin yıl sonra da var olma olasılığını, “bilginin mutlak olmaması”na bağlayabilir miyiz?.. Hangi konudaki bilgi, hangi ideolojiler?.. Bunların cevabı yok. Çünkü kanımca sezgiyle öylesine yazılıp geçilmiş bir cümledir, bu.

Yazar çalışmasında nasıl bir metot izlediğini mi anlatıyor?.. Hayır. Sadece aktardığım ve kendisini “rahatsız” eden yaklaşıma dönük reddiyesini dışa vuruyor. “Marksist Araştırmaları Destek Ödülü”nün verildiği çalışmadaki fikirler, işte bunlar. Elbette henüz bitmedi…

“Metodolojik arka plan”ı geride bırakıyoruz.

“Maddeci Bir İdeoloji Kuramı Var mı?” başlığının ikinci alt başlığına geliyoruz: “Genel Bir Değerlendirme”

Gerçekten de “genel”, bakın ani-komünist ideolojik karalamaların kaba ve genel yaklaşımı nasıl benimseniyor: “30’lardaki ortodoksi ile birlikte zaten teorinin gelişmesi engellenmiş, Marx, marksime tabi olup, bürokrasinin afyonu olmuştur.” (s. 26). Kaba ideolojik bir kodlamadır, bu. İdeolojiler üzerine yazılmış, “Marksist Araştırmaları Destek Ödülü”nü alan bir “çalışma”da bu tür kodlamalar yer alıyor…

Yazarımız Habermas’tan, Poulantzas’tan, Althusser’den aktarımlar yapıyor. Hatta “Althusser bu alanda önemli bir teorik açılım sağlamıştır.” (s. 29) şeklinde yazıyor. Peki Marx, Engels, Plehanov ve Stalin hakkında ne deniyor?.. Şöyle:
“K. Marx ve F. Engels’e göre de bütün ideolojiler, insan ve koşulları ‘camera obscura’da olduğu gibi baş aşağı gösterirler. (…) ideolojiyi refleks ve yansı gibi gören anlayışın tipik bir prototipini görürüz burada.” (s. 30)

“İdeolojileri, tek ve bölünmez bir tarihin insan beynindeki çok yönlü yansımalarından başka bir şekilde değerlendirmeyen G. V. Plehanov’un kaba materyalizmine, nüanslarına karşın çok yaklaşır K. Marx’ın analizi. İdeoloji alanındaki, pek çok olay ve süreç ekonomik devinimin etkisiyle açıklanır. Bir tür bağımlı değişken olarak değerlendirilir.” (s. 30-31)

“Kaba maddeci yaklaşımın en uç ve karikatürize örneğini J. Stalin’de görürüz. ‘Doğa, varlık, maddi dünya birinci veri, bilinç ve düşünce ikinci, türevsel veriyse, maddi dünya, insan bilincinden bağımsız olarak var olan nesnel gerçeği temsil ediyorsa ve bilinç, bu nesnel gerçeğin bir yansımasıysa, bundan, toplumun maddi yaşamının ve varlığının aynı biçimde önde geldiği, ruhsal yaşamınsa ikinci, türevsel veri olduğu ve toplumun maddi yaşamının insan isteminden bağımsız olarak var olan nesnel gerçeğin, bu varlığın, bir yansıması olduğu çıkar ortaya.’ Bu mekanik ve vulger metni, Marx’ın teorisinden, Marxisme geçişin ibret verici bir belgesi olarak değerlendirmek mümkün.” (s. 31-32)

İşte size “camera obscura”… Uras’ın, Althusser’in çoğu zırvalama olan ifadelerini “teorik açılım” olarak görmesi, Stalin, Plehanov ve Marx-Engels’i “kaba maddeciler” olarak göstermesine başka ne denebilir?.. Üstelik Plehanov’un görüşlerini aktarma zahmetine de girişmiyor, sadece damgalıyor. Oysa Stalin’in aktarılan pasajdaki yaklaşımı sağlıklıdır. Ne Marx ne de Engels, “ideolojik alandaki pek çok olay ve süreci ekonomik devinimin etkisiyle” açıklamıştır. Bize göre, toplumsal süreçler bütünlük içindedir ve ideolojilerin oluşumunda ve yeniden üretiminde toplumsal koşullayıcılar vardır. İdeolojiler, toplumsal ilişkiler dünyasının ürünleri, yansımaları ya da yankılarıdır. Fakat bakın Uras’a göre “ideoloji” adı verilen meret neymiş:

“Bir topluluğun düzenleniş tarzı olarak ideoloji” (s. 27)

“İdeolojinin kendini gerçekleştirmesi, yani gerek ortaya çıkışı, gerekse işlev görmesi kabaca üç süreçte var olabilir. Emeğin sosyal bölünmesi, sınıf çelişkilerinin bu farklılık üzerinde gelişmesi ve ortaya çıkan antagonist toplumu bir arada tutan ‘devlet biçimi’nin varlığı.” (s. 28)

“Sosyalleştirme sorunlarını ve iktidarın kurulmasını, ileride göreceğimiz üzere, ideoloji teorisinin merkezine koymak mümkün.” (s. 28)

“Aslında ideoloji bir bilinçlilik değil, hayali bir tasarımdır (…) Belki de ideoloji bir anlamda bir çeşit uyanık bir rüyadır.” (s. 29)

“İdeolojik mekân da uzay gibi bükeydir. Diğer bir deyişle, sınırları yoktur. Eğer başlangıç noktasına dönülmüyor da sınır çizgileri saptanıyorsa, ideolojinin çözülmesi ve bunun getirdiği şok söz konusudur.” (s. 32)

“İnsanı şekillendiren içyapılar olarak ideolojinin sürekliliği” (s. 32)

Bunları okuduktan sonra, aklınızda anlamlı bir düşünce kaldı mı?.. Hiç sanmıyorum.

Bakın Uras, kitapçığının daha önceki sayfalarında yazdığını nasıl hemencecik unutuveriyor:

“İdeolojiyi sosyal bir ilişki olarak değerlendirmesiyle, Althusser bu alanda önemli bir teorik açılım sağlamıştır. ‘Fikirler’, ‘bilinç’ gibi ideolojiye indirgenen nosyonların, sosyal ilişkilerin düşünsel bir tasarımı olarak algılanması önemlidir. Böylece ideoloji analizi, sosyal ilişkilerin düşünceler dünyasına yansımasının değil, bizzat bu sosyal ilişkilerin analizidir. İdeolojiler ekonomik düzey kadar gerçekliği olan sosyal ilişkilerdir.” (s. 29-30)

Hani fikirler ile nesnel gerçeklik özdeş görülmemeliydi… Yazarımız biz “kaba maddecileri” eleştirirken bunu savunuyordu, değil mi?.. Gerçekten de toplumsal ilişkiler ile bunların ideolojik yansımalarının özdeş sayılmaması gerekir. Fakat “bütün ideolojiler”, toplumsal dokunun yansımasıdırlar, onların besi yeri, toplumsal mileu’dur (ortamdır). İdeolojik tasarımlar, toplumsal ilişkilerin koşullamasıyla zihinlerde oluşturulur ve insanlar sahip oldukları bu tasarımlarla toplumsal ilişkilere katılırlar. İdeolojileri oluşturan yapıtaşları, ideolojik motifler, toplumsal ilişkilere bağlı olarak ve bu ilişkilerle birlikte yeniden üretilirler. İdeolojilerin kuşaktan kuşağa aktarımı da, toplumsal pratiklerin sürekliliğinde gerçekleşir. Peki Uras bu çalışmasında bize, “ideoloji analizi” olarak “bizzat sosyal ilişkilerin analizi”ni sunuyor mu?.. Elbette hayır. Althusser’den cümle aparmak varken, böylesi zahmetli bir işe girişmek neyine.

Devam edelim. Uras buyuruyor:

“İdeolojik sistemler, tıpkı dini inanç sistemleri gibi insan yaşamının her veçhesi ve olayı üstüne a apriori anlamlandırmalara dayanırlar (…) Diyelim tarihin yalnızca sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu düşündüğünüzde ve tüm insan davranışlarını bu boyutta açıkladığınızda da durum aynıdır. Her ilişki biçimini buraya kodlarsanız, zaten tanım gereği başka türlüsü de var olamaz (…) Dünyanın bütün gizli kapılarını açan altın anahtarın sahibi olmak, müritleri de mutlu kılar. Artık şeyh uçmasa da müritleri uçurur.” (s. 33)

İnsanların davranışlarını sınıf mücadeleleriyle açıklayan birileri mi var?.. Uras eylemler ile davranışlar arasındaki farkı bilmiyor. Bireylerin davranışlarının, onların toplumsal eylemlerinden ayırt edilmesi gerekir. Toplumsal süreçlerin temellendirilmesiyle bireylerin davranışlarının açıklanması, birbirinden farklı inceleme alanlarına aittir. Tarihsel süreçlerin anlaşılmasında sınıf mücadelelerinin gözetilmesinin açıklayıcılık değeri ise tartışılmazdır. Bunu dikkate almadan oluşturulacak bir tarih kavrayışı, kronolojik olaylar dizilimine dönüşmek, açıklamalarda “büyük adamların” ya da “milletlerin” eşsiz ya da olumsuz özelliklerine yaslanmak durumunda kalmaktadır.

Uras ideolojilerin sonunun geldiği şeklindeki iddiaların, 1950’lerde ABD’de ortaya çıktığını belirtmektedir. Şöyle açıklıyor:
“ ‘İdeolojilerin sonu’ tezleri, sosyal ilişkilerin doğru bilincinin olabileceği varsayımına dayanıyordu. Sanki sosyal ilişkiler bir yerde deneyle bilinebilecek bir şekilde kendiliğinden vardırlar.” (s. 33)

Burada, toplumsal ilişkilerin bilimsel açıdan kavranamayacağı yönündeki bir anlayışın belirtilerini görmek mümkündür. Oysa bize göre, tarihsel-toplumsal süreçlerin kavranışında, temel eğilimleri saptamak, süreçlerin işleyişindeki temel mekanizmaları bulmak mümkündür. İnsanlığın bu güne kadarki gelişimi, faili olduğu süreçlerin anlaşılmasında belirli bir yol alındığını da gösterir durumdadır. Toplumsal ilişkilerin, tarihsel olguların anlaşılamaz olduğu yolundaki değerlendirmemeler, post-modernistlerin ideolojik zırvalamaları arasındaki yerini almıştır.

Bu düşüncelere sahip birinin doğal olarak “sınıfsal kurtuluş” konusuna yaklaşımı şu şekilde olmaktadır: “İşte, ya şehit olacaktır ya da gazi veyahut milleti, dini ya da sınıfı kurtarılacaktır, vs.” (s. 34). Uras bu cümleyi, insanların “ikna edilmesi ve tatmin edilmeleri” gereksinimine işaret ederken veriyor. İdeolojilerin böyle bir işlevi olduğunu belirtiyor. İşçilerin, böylesi bir ikna ya da tatmin edilmeye ihtiyacı bulunmadığını, tarihin belirli kesitlerinde çıkarları doğrultusunda kitleler halinde harekete geçtiklerini biliyoruz. Sınıflar arasındaki çelişkinin nihai olarak tarihsel çözüme kavuşması zorunluluğu, “sınıfın kurtuluşu” şeklindeki bir metafizik inançla karıştırılamaz. Tarihte bir sorun belirdi mi, onun çözümü için gerekli araçların da var olduğu ve ilerlemenin çelişkiler üzerinden gerçekleştiği görülmelidir.

***

Uras’ın çalışmasında “Maddeci Bir İdeoloji Kuramı Var mı?” bölümünü değerlendirmeyi geride bıraktık. Uras’ın kitapçığının bundan sonraki bölümlerinde bolca “laf salatası” var. Zihinsel çorbasında, oradan buradan aparma fikirlerin yan yana getirilmesi söz konusu. Biraz dilbilim, biraz psikanaliz, laf kalabalığı bolca… Yazılanların anlamlı bir bütünlük oluşturmadığını ve anlaşılır bir sonuca vardırılmadığını da belirtmek gerekiyor.

Önce söylem, dil, göstergebilim konularına odaklanıyor, Uras. Biz de onu takip edelim.

“Söylemler, toplumsal gerçekliğin bir boyutuna karşılık düşerler, ama gerçekliğin doğrudan yerini alamazlar.” (s. 39). Bu doğru bir saptamadır. Fakat yazarın, biraz ileride bu saptamaya karşıt söylemleri benimsediği de görülmektedir. İşte bakın:

“(…) özneler ideolojiyi kurar, ideoloji özneleri yapar. Üstelik ideoloji homojen özneler de kurmaz. Özne düzeyinde, birbiriyle çelişen bir dizi ideoloji, işçi, koca, mümin gibi değişik özneler oluşturur.” (s. 44). Hangi ideolojiler “işçi” ya da “koca” öznesini oluşturuyor?.. Böyle bir ideoloji bugüne kadar saptanmadı, çünkü bir insanın işçi ya da aile babası olmasının ideolojik bir kodlama sayılması absürttür.

Başka bir örnek: “Diyelim, işaret edilen üretim ilişkileri, ‘işaret edilmeden’ yani ideolojik (sembolik) bir şekilde oluşturulmadan önce var olamazlar.” (s. 48). Bu açıkça idealist bir bakıştır ve yazar bu tutumu da benimsemektedir.

Örnekler çok sayıda. İşte bir başkası: “(…) toplumsal bireyin inşa edildiği alan olarak dili düşünmek mümkündür.” ( s.54). Bireyler, dilin içerisinde “inşa ediliyor” özetle, öyle mi?..

Yazar yaptığı alıntıların sağlıklı olduğuna inanıyor olmalı. Yoksa niye bu kadar bol alıntı yapsın. Fakat ideolojiler üzerine bir çalışmada, bu kadar post-yapısalcının, post-modernistin ve post-Marksist’in görüşlerinin aktarılması ve benimsenmesi sorunludur. Bunların eleştirel bir süzgeçten geçirilmesi de söz konusu değil. Durum zaman zaman uçukluğa kadar da götürülüyor:

“ ‘Özne’yi semboliğin insafına bırakan ideoloji, basitçe ‘ego’yu yorumlar. Fonksiyonları farklı olmasa da ideoloji ve sembolik aynı şey değildir (dipnot 12). Belki de göstergebilimsel analiz bu aralığı kapatır.” (s. 49). Marksist bakışı bir yana bırakalım. Bu cümlelerin anlaşılır olduğu söylenebilir mi?..

Evet, başka bir örnek: “Özne kendini dilde kavrar, dil olmasaydı özne de olmazdı.” (s. 52). Sormak gerekiyor; “dilin olmaması” durumu da neyin nesidir?.. “Dil yoksa, özne de yok” önermesinin idealist bir kavrayış olması dışında bir anlamı var mıdır?..

Devam: “Dille anlatılamayan şeylerin gerçek olmadığını biliyoruz.” (s. 52). “Dilin dışında kalana düpedüz saçma diyebiliriz.” (s. 52). Nasıl biliyoruz?.. Anlamlandıramadığımız “şeyler” gerçek-dışı mı, yoksa saçma mı?.. Bu tür ifadelerin bir anlamı ve işlevi var mı?..

Marksist bakış için elbette ilk önce Marx’ın yazdıklarını okumanız ve okuduklarınızı anlamış olmanız gerekir. Uras’ın Marx’a yakıştırdığı şu düşünceye bir bakın: “Marx’ın, insanları, kendileri hakkında kurdukları ve düzenledikleri kavramsal yapıların yönetimine karşı ayaklanmaya davet etmesi anlamlıdır.” (s. 47). Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde bu daveti yaptıkları belirtiliyor. Oysa Marx’ın böyle bir çağrısı ya da daveti yoktur. Üstelik tam tersine bu eserlerinde Marx ve Engels, maddi ilişkiler değiştirilmedikçe, fikirlerin değişmeyeceğini ve fikirlere karşı savaş açmanın beyhudeliğini savunur. Uras post-yapısalcıların, post-Marksistlerin anlaşılmaz metinlerini “yapı-bozuma” uğratabildiğine göre, Marx’ın yazılarını neden anlayamamaktadır?.. İdeolojik perspektif sorunu olmasın?..

Tekrar Stalin karalamasına geliyoruz… Yapısalcılardan, post-yapısalcılardan ve post-Marksistlerden aktarımlardan vakit bulunduğunda Stalin’e çatmak iyidir diye bellenmiş sanki: “Fakat dil kendi dışında var olan anlamın taşıyıcısı olan bir iletişim aracı da değildir. Stalin’in yukarıdaki çalışmasına (Marksizm ve Dil adlı eseri kastediliyor Stalin’in –MB) bakıldığında ise bu anlayışın tipik bir örneğini görürüz. Hâlbuki dil ve düşünce birbirinden ayrılamaz. Düşünce dil yoluyla kavramsallaşır ve Stalinci analiz gibi birinin öbürünün aracı olması, söz konusu değildir.” (s. 53). Oysa Stalin’in Marksizm ve Dil adlı eserinde üzerine basa basa belirttiği konu şudur: Dil ve düşünce birbirinden ayrılamaz; fakat doğuştan sağır-dilsizlerin ya da körlerin de düşünceleri vardır. Uras, burada Stalin’e dönük önyargısını dışa vurmakta ve açıkça yalan söylemektedir.

Bu kadar Althusser sevgisi insana şunları da yazdırır: “Örneğin, bir aile ideolojisinden, bir maço ideolojisinden ya da bir şerri-dini ideolojiden bahsedebiliriz.” (s. 55). Buradaki düşünce Althusser’den aparmadır. İyi de, “aile ideolojisi” ya da “maço ideolojisi” de ne ola?..

Sıra geldi psikanalize… Fakat Uras psikanalizden “ideoloji teorisi” için aparacak kavram, yaklaşım ya da değerlendirme bulamıyor. Kolay olmasa gerek, psikanaliz yakası ile “ideoloji” yakasını bir araya getirip eklemleyip, düğmelemek. Fakat yamalı bohçanızda, “psikanaliz ve ideoloji” başlıklı bir 3-4 sayfalık bölüm de olmalı, yoksa entelektüelliğiniz sorgulanabilir… Anlamsız bulduğum bu 3-4 sayfanın üzerinde durmuyor ve geçiyorum…

“İdeolojilerin (yeniden) Üretimi ve Pratikleri” başlığını taşıyan bölüme geliyoruz.

Bu bölümde de bolca alıntı var. Althusser’in fikirlerinin etkisiyse baskın durumda. Yazar bir araba dolusu lafı, çeşitli yazarlardan aparır ve sunarken tutarsızlığa da düşüyor. Bakın şöyle:

“Egemen sınıfın ideolojisinden söz etmek mümkünse de, ‘egemen ideoloji’den söz etmek ‘bağımlı ideoloji’yi de varsaydığından, anlamlı değildir. Bağımlıların kendilerine özgü bir ideolojileri de yoktur. İdeoloji olarak benimsenen, yaşamı kavramsallaştırmak için ödünç aldığı, kendini boyunduruğa vurmuş sınıfın ideolojisidir. (Rolant Barthes’e gönderme yaptığı dipnot 10).” (s. 64)

Bu yazılanlarla tutarsız biçimde 5 sayfa sonra yazılanlarsa şöyle: “Üstelik toplumdaki hâkim ideolojiyi, doğrudan hâkim sınıfla (dominant class), sınıflar tarihin özneleriymişçesine özdeşleştirmek de doğru değildir. Hâkim ideoloji, hâkim sınıflarla hükmedilen sınıflar arasındaki somut pratik ilişkiyi kurar ve yansıtır (Kapitalist Devlet Sorunu adlı kitaba gönderme yaptığı dipnot 18)” (s. 69).

Uras’ın bu bölümde ve aslında daha öncesinde de aktardığı/yazdığı bir düşünce üzerinde durmak gerekiyor. Katıldığımız fakat yetersiz bulduğumuz fikir şöyle: “İdeolojilerin sınıflarla ilişkisi de bir indirgeme ilişkisi değil, eklemleme ilişkisidir.” (s. 73). “İdeolojiyi üretim tarzına bağlamak, bütünüyle ideolojik aidiyetleri tüketme imkânını ortadan kaldırır. Sınıf indirgemeci analiz sınıfsal öznelerin dışındakilere kör kalır.” (s. 70). “Öznenin sosyal pozisyonu, ideolojik pozisyonunun kökeni değildir (…) Sınıf pozisyonlarından otomatik bir çıkış söz konusu değildir.” (s. 45).

Irkçılık, cinsiyetçilik, milliyetçilik, dinler vb… Bu ideolojilerin ana temasını ya da eksenini, sınıflar arasındaki karşıtlık ya da sömürü ilişkileri oluşturmaz. Bu doğrudur. Fakat sömürülen/yönetilen kitlelerin (örneğin işçilerin ve köylülerin) din, milliyetçilik gibi ideolojik motiflerin yeniden üretimine uygun koşullarda yaşadıkları, fakat örneğin feminizm, liberalizm gibi ideolojik formasyonlara ait olan düşünce ve değerleri üretmeye ya da benimsemeye uygun yaşam ortamlarına sahip olmadıkları da açıktır. Sınıfsal konumlar, ideolojik aidiyetlerin oluşumunda dışlayıcı, kısıtlayıcı ya da sınır koyucu bir fonksiyona sahiptir. Örneğin bir büyük burjuvanın feminist, çevreci olması mümkünse de, sosyalist olması sınıfsal konumu gereği olanaksızdır. Bize göre, ideolojilerin ilerici/gerici olarak nitelenmesi, emek-sermaye çelişkisinin yeniden üretimi ya da aşılması konusunda sahip oldukları işlevlere bakılarak yapılabilir. Feminizm, çevrecilik, hümanizm gibi ideolojiler sosyalist ideolojiyle eklemlenebilen, bu ideolojiye entegre edebilen ideolojik formasyonlardır. Fakat bu ilişkilenim olmaksızın, bu ideolojilerin kendi başlarına emek-sermaye karşıtlığının aşılmasını sağlamak üzere kuruldukları söylenemez. İdeolojiler alanında iki genel cepheden bahsedilebilir: Düzen ideolojileri ile bunun karşısında konumlanan devrimci/ilerici ideolojiler. İdeolojilerin ya da ideolojik tikel fikirlerin birbirlerinden ayırt edilmesinde, niteliklerinin anlaşılmasında, bu kriter göz önünde bulundurulmalıdır.

Uras “Siyasal Kriz ve İdeoloji” başlıklı bölümde de sistemli olmayan bir biçimde bir araba dolusu laf ediyor. Bu bölümün girişinde dikkat çekici bir pasaj yer alıyor. Bakın neler yazılmış:

“Kaba maddeci yaklaşım düşünsel, ideolojik platformdaki sorunların, toplumsal koşulların, son analizde de, ekonomik ilişkilerin etkisiyle üretildiğini açıklamaya çalışır. Ekonomik devinimin analizi, ideolojik kırılmaları ve farklılaşmaları da açıklamaktadır. Hâlbuki böyle bir yaklaşımla, diyelim, zaman zaman krizin dillendirilme biçimi haline gelen, dinsel söylem ve ritüellerin, onları ortaya çıkaran koşullar varlığını sürdürmediği halde, belirli ilişkileri tanımlamada, varlıklarını sürdürmesini, birebir bir analiz dâhilinde açıklamakta güçlük çekeriz. İslamdan, Musevilik’den tutun da Roma hukukunun ağırlığı gibi arkaik kavramsallaştırmaların bugün de cari olması bunun örneğidir.” (s. 77)

Yazarın sanki dinlerin, ilk oluşumundan bugüne değişen tarihsel-toplumsal koşullar uyarınca hiç farklılaşmamış oldukları yönünde bir algısı var. Oysa toplumsal koşullar değiştiğinden, tarihsel süreçte ideolojilerin kapsamındaki düşüncelerde ve uygulamalarında değişimler, farklılaşmalar görülmektedir. Örneğin Protestanlığın oluşumu, Avrupa’da kapitalist ilişkilerin gelişimiyle koşullanmıştır. Örneğin "ulema", günümüzde karşılaşılan yeni durumlara dönük fetvalar üretmeye koşullar tarafından zorlanır. İdeolojilerin sahip oldukları toplumsal işlevler vardır. Üretim biçimleri değişse de, bu işlevlere olan gereksinim devam edebilmektedir. Fakat tarih boyunca değişmeden kalan ve çeşitli varyasyonları oluşmayan bir ideolojik formasyon yoktur. Günümüzün dünyasında da toplumsal ilişkilerin sahip olduğu biçimler, geçmiş çağlarda üretilmiş ideolojilerin farklılaşarak yeniden üretilmelerine yol açmaktadır. Bu söylediklerimiz “kaba” mıdır? Okur karar versin… Üstelik Uras biraz ileride onaylayarak Alman İdeolojisi’nden bir fikri aktarıyor: “İnsanlar kendi yanılsamalarının üreticisidir. Ve tüm tasarımları kendi maddi yaşamı tarafından belirlenir.” (s. 93). Uras’ın salınışlarının temelinde önyargılarının payı olabilir. Kimdir bu “kaba maddeciler” ki, “ekonomi analiziyle” ideolojik farklılaşmaları açıklıyorlar. Plehanov, Stalin?.. Açıkça belirtelim, onlarda da böyle bir yaklaşım bulunmuyor.

“Kaba maddeci”nin kim olduğu sorusunun cevabını, bir sonraki bölümde Uras veriyor: Lenin. “İdeoloji Kavramına Eleştirel Bir Yaklaşım” bölümünde Uras, o kadar laf salatasından sonra, Lenin’in bazı yaklaşımlarını ve Marksizm’i eleştirmeye başlıyor.

“İşçilerin, dışarıdan bilinç taşınmadan bağımsız bir ideolojiyi kendiliğinden üretmelerinin söz konusu olamayacağını düşünen V. İ. Lenin, ‘Yapacak tek şey, ya burjuva ya da sosyalist ideoloji arasında seçim yapmaktır. Başka yol yoktur. Çünkü insanoğlu, bir üçüncü ideoloji yaratamamıştır ve üstelik sınıf çelişkileriyle bölünmüş toplumda, sınıf niteliği taşımayan ya da sınıflar üstü bir ideoloji olamaz’ der. İşçi sınıfının kendi aydınlarının da olamayacağı varsayımını da içeren kaba maddeci yaklaşımda, ideolojinin artık farklı bir tasarımıyla karşılaşırız. Bir mücadele aracı olarak ideolojiye olumlu bir anlam atfedilmiş, Marx’ın düşünceleri ya da Marxist teori, ideoloji içinde eritilmiştir. 1990’ların doğudaki çatırdayan dünyasının dinamiklerini, bilimin ideolojileştirilerek, dondurulmasında bulmak mümkün.” (s. 94)

Lenin’in ideolojilerin “sınıf niteliği” taşıdığını söylemesi, hangi sınıfın üyeleri tarafından üretilmişse, ideolojinin o sınıfın ideolojisi olduğunu söylediği anlamına gelmiyor. “Sınıflar üstü bir ideoloji yoktur” deniyor. Feminizm, milliyetçilik, ırkçılık, çevrecilik gibi hangi ideolojiyi dikkate alırsanız alın, bu ideolojilerin bir sınıfın egemenliğinin yeniden üretimine yarayıp yaramadığına bakılmalıdır deniyor. Yukarıda yazdığım ilerici-devrimci ideolojiler ile gerici-statükocu ideolojiler ayrımıyla uyumlu ve özünde bu ayrımı içeren bir yaklaşımdır, bu. Sosyalist ideolojinin, pozitif bir anlam taşıdığıysa apaçık ortadadır. Lenin’in “kaba maddeci” olarak nitelenmesinde, post-modernistlerin ve post-Marksistlerin fikirleriyle kafasının iyice karışık durumda olmasının da bir rolü olabilir. Oysa teorik kavrayış, karmaşıklığı değil sistemli, derinlikli ve olabildiğince sadelikle düşünmeyi gerektirir. Uras’ın reel sosyalizmin çözülüşünü, “bilimin ideolojileştirilmesi”ne ve “dondurulmasına” dayandırması, aslında ideolojik konumunu yansıtıyor. Bunun yanı sıra, reel sosyalizmin çözülmesi gibi bir tarihsel sürecin çözümlenmesinde ne kadar kısır olduğunu da gösteriyor. Bu tür ideolojik kalıplara başvurması çapsızlığının bir göstergesidir. Post-Marksist ya da post-modern zırvalıklar, tarihsel süreçlerin incelenmesini sağlayamıyor… Öte yandan, Marksizm’in bilimsel, felsefi ve politik boyutları olan bir teorik sistem olduğunu, “bilim” olarak ya da bir tür “sosyoloji” olarak görülmemesi gerektiğini de belirtmeliyim.

Uras devam ediyor: “İdeolojiyi bilimin önüne çıkaran yukarıdaki yaklaşımda, bir yandan da tüm tasarım biçimleri de sınıf çelişkisine indirgenmiştir.” (s. 94). Lenin’in sosyalist ideolojiyi, Marksizm’in “önüne” çıkardığı falan yok. Sınıflar arasındaki karşıtlığın, ideolojilerin niteliğinin anlaşılmasında belirleyici kriter olduğunu yazmanın da küçümsenecek bir yanı bulunmuyor. Bu kriter dikkate alınmadan gericilik ile ilericilik arasında bir ayrım yapamazsınız.

Uras, Lenin’in Ne Yapmalı? adlı eserinde Hegel’in “kendinde” ve “kendi için” “idealist kategorilerini kullandığını, “bu özcü yaklaşımın” “Marksist analizden açık bir kopuş” olduğunu da iddia ediyor (s. 95). Bahsettiği Marx’ın da kullandığı “kendinde sınıf” ile “kendisi için sınıf” kavramlaştırmaları olabilir. Bunu bilemiyoruz, çünkü Uras neyi kastettiğini açıklamıyor. Dikkat edilirse konunun özüne dair herhangi bir eleştiri sunmadan, “bir özcü yaklaşım”dan bahsederek Lenin’in Marksizm’den koptuğu iddia ediliyor. Bu bir “deli saçması”dır. Uras ekliyor; “Teleolojik varsayımlara açıktır.” Teleolojik varsayımlara ne açıkmış, Lenin’in yaklaşımı… Marx eleştirmenlerinin klasik teranesini Uras bu kez, Lenin’in fikirlerine yönelik kullanıyor. Gülünç olan bu iddiaları geçiyoruz. Geçiniz.

Laclau adındaki bir post-Marksist’in fikirlerini onaylayarak aktaran Uras, biraz ileride Marx’a dönük bir “çamur atma” girişimine de yelteniyor. Laclau’nun benimsediği görüşüyse şöyle: “İdeolojik olan ‘toplumsal’ın kurucusudur.” (s. 95). İşte bu, katıksız idealist bir yaklaşımdır.

“Marx’ın da Engels’in de ‘ideoloji’ kavramına olumsuz bir anlam atfetmesi ve baskıcı sosyal çıkarların rasyonelleştirilmesi gibi bir işlev yüklemesi, iyi/kötü düşünce ayrımı yapan pozitivizmin, geçerli tek bilgi formunun bilimsel bilgi olduğu, sadece böyle bir bilginin anlamlı olduğu ve doğrulanabilirliğinin söz konusu olabileceği ve başka her türlü bilginin geçersiz olduğu anlayışı ile çakışır (dipnot 8). Pozitivizm ile ideoloji tanımlarının arka planındaki anlayış ortaklığı ilgi çekicidir. Marx sosyal varlık ile bilinç kavramları arasında yaptığı ayrım ve karşılaştırmada da sosyal ilişkiyi en yalın halde, dışsal bir form olarak anlamlandırır.

Üstelik bu anlamlandırmada ideolojinin işlevini (camera obscura) ile karşılaştırmaya itiraz etmeliyiz. Eğer ideoloji dille çalışır ve dil de sosyal eylemin ortamını sağlarsa, ideolojiyi gerçeği kuran öğe olarak değerlendirebiliriz.” (s. 97)

Marx ve Engels’in ideolojileri kavrayışlarında pozitivizmle “anlayış ortaklığı” içinde olduklarının belirtilmesi ve bunun “ideoloji kavramına olumsuz bir anlam yüklenmesiyle” açıklanması… Marx’ın toplumsal ilişkileri “dışsal bir form” olarak anlamlandırması… Bunların iler tutar bir yanı yoktur. İdeolojilerin toplumsal yaşamın bir boyutu, eylemlere yön veren, pratikleri koşullayan bir öğesi olduğunu görmek gerekir. Fakat bu saptama, toplumsal bilinç biçimlerini koşullayanın toplumsal ilişkiler olduğu gerçeğini değiştirmez. İdeolojilerin toplumsal gerçekliğe katıldığını, insanların ideolojileriyle çeşitli pratiklere giriştiklerini söylemek ile “ideolojiyi gerçeği ya da toplumsal gerçekliği kuran öğe” olarak değerlendirmek farklıdır. Toplumsal ilişkilerin tümüyle ideolojik değerlendirmelerle kurulduğunu iddia etmek idealist bir yaklaşımdır ve sağlıklı değildir. Biz materyalistler, toplumsal ilişkileri ve süreçleri verili olarak dikkate alırız. Bunların tümüyle ideolojilerle kurulduğunu iddia etmeyiz.

Artık yazımızı bitirelim. Uras’tan geliyor toparlama:

“Bir takım temel teorik metinlere dayanarak ana muhtevayı ortaya çıkarmaya çalıştım. Cognitif (bilgisel) bir şekillenme içinde, ideoloji kavramının içsel yapısının dizilişini çıkardım.” (s. 101)

Bravo sana Ufuk Uras!.. Althusser, Laclau, Foucault ve diğerlerinin kitaplarından aparmalar, “temel teorik metinlere dayanmak”  mıdır?.. Bunu “bilişsel bir şekillenme içinde” yapmak, büyük maharet!.. Şu meret “ideoloji”nin “içsel yapısının” dizilişini serdin önümüze!..

İşte budur!.. Ufuk Uras’ın “ egemenlik sistemlerinde” “büyük patlamalarla yarıklar, gedikler” ortaya çıkardığı, “sağlam pusula” olarak Althusser’i, post-yapısalcıları ve post-Marksistleri aldığı, Marx, Engels ve Lenin de dâhil “kaba maddecileri” eleştirirken “maddeci yöntemin kılavuzluğunda yol aldığı”, “bilimsel yürüyüşü”… Gördük ki incelediği konuda tarihsel gelişimin köküne kadar varmış… İşte o yüzden 1992 yılında Uras’ın çalışmasına Marksist Araştırmaları Destek Ödülü verilmiş…


Yararlanılan kaynak: Ufuk Uras, İdeolojilerin Sonu mu?, Sarmal Yayınevi, Birinci Baskı, Mart 1993

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.