Mahmut Boyuneğmez
Konu:
Ufuk Uras’ın İdeolojilerin Sonu mu?
adlı çalışması eleştirilmektedir.
Ufuk Uras’ın İdeolojilerin Sonu mu? adlı çalışması
1992 yılında “Marksist Araştırmaları Destek Ödülü”ne layık bulunuyor. Çalışma
bir kitapçık olarak Mart 1993’te basılıyor. Bu kitapçıktan şu bilgilere
ulaşıyoruz: Uras’ın ödülün verildiği tarihteki akademik titri Yrd. Doç.
1966-1975 dönemi TİP İstanbul senatörü F. Hikmet İşmen’in yarışmaya 6 milyon lira
ödül koyduğu belirtiliyor. Yarışmanın jüri heyetinde Korkut Boratav, Cem
Eroğlu, Kenan Somer, Alpaslan Işıklı yer alıyor ve jüri heyetinin başkanı Sadun
Aren.
Haluk Gerger kitapçığa
yazdığı önsözde Uras’ın “kitabına” övgüler düzüyor:
“Kitapta
Ufuk Uras, sadece soruları sormakla kalmıyor, onlara yanıtlar da arıyor!..
Tanımlıyor… Sistemleştiriyor ilişki ve bağlantıları kuruyor… Tarihsel gelişimin
köklerine iniyor… Ve çelişkileri sergiliyor…” (s.9)
Karşımızda değerli bir
çalışma olduğu sanısına kapılıyoruz: “Tanımlama”, “sistemleştirme”, “tarihsel
gelişimin köklerine inme” ve “çelişkileri sergileme”, hepsi bir arada, burada
deniyor. Şu elimde gördüğünüz çakı, ablalar ağabeyler, hem keser, kem biçer,
hem oyar, hem soyar, yanında vereceğim merhem, kelinize de yarar. Yapma yahu!..
“Yazar,
tuzaklarla dolu bir alandaki bu zorlu bilimsel yürüyüşünde elinde sağlam bir
pusulayla ilerliyor, çözümlemelerinde maddi süreçlerden, yani hayatın
gerçeklerinden kopmadan, maddeci yöntemin kılavuzluğunda yol alıyor (…)
yanıtlarıyla da, çatlaklar açtığı egemenlik sistemlerinde, bu kez, büyük
patlamalarla yarıklar, gedikler ortaya çıkarıyor.” (s.9)
“Bilimsel yürüyüş”, “sağlam
bir pusulayla ilerleme”, “maddeci yöntemin kılavuzluğu” ve “büyük patlamalarla
yarıklar, gedikler ortaya çıkarma”… Heyhat, asrın keşfi yapılmış olmalı!..
Helecanlanıyoruz. Sahi mi birazdan okuyacaklarımız, yoksa bu bir rüya mı?..
Kendimizi çimdikliyoruz.
Bitmedi. Reklam kampanyamız
devam ediyor…
“Görüş
ayrılıklarımız ne olursa olsun, bana göre, Ufuk Uras güncel tartışmalara ciddi
bir öz, yaşamsal bir boyut ve anlamlı bir derinlik getiriyor bu kitabının
baskısıyla.” (s. 11)
Neymiş… “Ciddi bir öz”,
“yaşamsal bir boyut” ve “anlamlı bir derinlik”… Kızgın kumlardan, serin sulara
atlamaya, ferahlatan bir serinliğe ya da bitki özlü Blendax’a ne dersiniz?..
Marksizm’den anlayan bu
kerli ferli adamların ödüle layık gördükleri çalışmaya gelin yakından bakalım. Haluk
Gerger’in deyişiyle “bu önemli çalışmanın ortaya koyduğu gerçekler ve
sorunlar”ı irdeleyelim...
Baştan belirtelim. Uras’ın
çalışmasını okuduktan sonra akılda kalan bir tez ya da önerme, ulaşacağınız bir
vargı ya da sonuç bulunmuyor. Uras okuduğu kaynaklardan apardığı fikirleri ardı
ardına yazıp, aralarda kendine özgü bir iki cümle kurmanın ötesinde bir iş
yapmıyor. Bu nedenle yazdıklarında tutamak noktaları bulup, fikirleri üzerine
yorum yapmak ve eleştirmek de epeyce zor bir çabayı gerektiriyor. Karşımızdaki
eklektik bir “çorba” adeta… Bu tür çalışmaların eleştirilmesinde sistemli bir
yol bulmanın zor olduğunu belirterek, yapacağım her bir alıntının ardından
düşüncelerimi döşemenin uygun olduğu fikrindeyim.
Kitapçığının Giriş bölümünde
Uras, “ideoloji kavramı üzerinde teorik
bir analiz ve ideolojik kirlenmeye karşı zihinsel bir sterilizasyon”dan (s.
14) bahsediyor. Çalışmasını bu gerekçeyle rasyonalize ediyor. Uras “ideoloji”
soyutlamasına, liberalizm, feminizm, sosyalizm, milliyetçilik gibi farklı
ideolojilerin incelenmesi üzerinden ulaşmıyor. Zinhar!.. Bir soyut “ideoloji”
kavramı kitapçık boyunca bıktırırcasına tekar tekrar kullanılırken, bu soyut
kavramın ne olduğu, ne anlama geldiğini analiz ettiğine inanmamız isteniyor. Bu
açıkça idealist bir tutumdur ve bu çalışma için “maddeci yöntemin
kılavuzluğu”ndan bahsetmek abestir. Bu konuda yayınlanmış çeşitli kitaplardan
fikirler devşirilerek, bir soyut “ideoloji teorisi” kurmaya çalışmak, “bilimsel
bir yürüyüşle” bağdaşmıyor. İdeolojilerin karakteristik özelliklerinden,
içerdikleri fikirler, değerler, motiflerin incelenmesinden başlayıp,
soyutlamalara ulaşmak, ideolojileri sınıflandırmak, bazı ideolojilerde ya da
her ideolojide ortak özellikler var mıdır, bunu saptamaya çalışmak, toplumsal
ilişkilerin ideolojilerin oluşumunu nasıl koşulladığını araştırmak vb… Uras’ın
çalışmasında bunlar bulunmuyor. Bunun yerine dipnotları verilse de, aparma
fikirlerle oluşturulan eklektik bir “çorba” sunuluyor. Bizden bu “çorbayı” “yememiz”
isteniyor, o kadar.
Uras ilk olarak sözlüklerden
“ideoloji” kelimesinin anlamını aktarıyor. Sonra da bazı yazarların “ideoloji”
tanımlarını… (s. 15). Olabilir, başlangıç olarak geçici bir tanımlama
yapılabilir. “İdeoloji” kavramıyla ne anlatılmak istenmektedir, bu kavramın anlamsal
kapsama alanı nedir; bunu geçici bir başlangıç tanımlamasıyla sunmak
yararlıdır. Fakat kitabın devamında da, gelsin “ideoloji”, gitsin “ideoloji”
şeklinde bir tutumun var olduğunu belirtmem gerekiyor. “İdeoloji” sanki bir
nesne ya da özne, bir süper fail… Eylemde bulunuyor, belirliyor, adlandırıyor
ya da çağırıyor…
Hemen bir örnek verelim: “İdeoloji güncel ilişkileri belirleyen
imgesel bir ilişkidir.” (s.15) İdeolojilerin insanların pratiklerine yön
verdiği, insanların çeşitli ideolojik fikirler ve değerlerle hareket ettikleri,
onların eylemlerini güdeleyen farklı ideolojik eğilimlerin olduğunu söylemek
ile toplumsal ilişkileri ya da güncel ilişkileri “ideoloji”nin belirlediğini
yazmak apayrı anlamlara sahiptir. İnsanların üretim sürecine katılmalarını ve
bu süreçte oluşturdukları ilişkileri, günlük birçok rutin aktiviteyi, örneğin
komşuluk ilişkilerini belirleyen “ideoloji” değildir (beğenilerime, değerlerime
uyan insanların oturduğu semti seçerim diyebilirsiniz, fakat geliriniz ve
sınıfsal konumunuzun kimlere komşu olacağınıza hükmettiğini gözden kaçırmamanız
gerekir; belirleyen ve zorunluluk arz eden, sizin görünürdeki “seçim
özgürlüğünüz” değildir).
Uras, akademisyen edayla “yazdıklarımızın hem nesnel bir karşılığı
bulunmalı, hem de kendi içinde tutarlılık göstermeli” (s. 15) şeklinde
yazıyor. Tutarlılığı sağlamak görece kolay; laf oyunlarıyla tutarlı görünmek
çok zor değil. Fakat ya “nesnel karşılık”… Uras’ın yazdıklarının uzaktan
yakından böyle bir dertle yazılmadığını göreceğiz.
Uras’ın çalışmasında
önemsediği bir konu da “anti-pozitivist
bir ideoloji analizinin ipuçlarını yakalayabilmek” (s. 17). Açıkçası, bunun
ne menem bir şey olduğunu benim havsalam almıyor. Yakalayabiliyor mu
ipuçlarını, okur karar versin.
Ve evet, eklektizmini nasıl
oluşturacağının ipucunu Giriş’te veriyor: “Batılı
aydının ‘kutsal üçlüsü’ kabul edilen, Marksizm, psikanaliz ve dilbilim
arasındaki entelektüel alışveriş, her şeyin yeniden sorgulandığı, teorik bir
titremenin nesnesi olabilir. Amacımız bu üç disiplinin eklemlenmesini ve bu
kıtalararası devasa trafiği kontrol etmeyi de gerektiriyor.” (s.17)
Ne diyelim, kolay gelsin. Kolay
mı “devasa trafiği kontrol etmek”, “teorik bir titreme”nin üstesinden gelmek…
“Maddeci Bir İdeoloji Kuramı
Var mı?” başlığıyla çalışmasına başlıyor. Bu başlığın altında bir alt başlık
bulunuyor: “Metodolojik Arka plan.” Bu bölümde yazar, incelediği konuyla
ilişkisini kurmadan bilim ve bilimsel yöntem nedir, soyuttan somuta yükselerek,
düşünülmüş somuta ulaşma nasıl olur gibi bazı konulara değiniyor. Asıl muradı
“yansıma teorisi” adı verilen kavrayışı eleştirmek. Yansıma teorisi neymiş,
öğrenelim:
“Maddenin
yasaları ile zihnin yasaları arasında kurulan özdeşlik ile düşünce maddenin
yansıması oluyor. Bu yaklaşımın tipik ve somut bir örneğini J. Stalin’in
‘Diyalektik ve Tarihi Materyalizm’ adlı çalışmasında bulabiliriz. Buna göre
doğru düşünmek için, evrenin işleyiş yasalarına göre düşünmek gerekmektedir.
Diyalektik nesnede içkindir. Nesnedeki bu bilgiyi doğru yansıtmak, bilginin
tesisini sağlar. Hâlbuki bilimin nesnesini bilimin kendisi gibi ele almak ampirizme
yol açar. Teorik nesne (özne), gerçek nesne (özne) ayrımı, aşk ilişkisinde de
geçerli, ‘o, artık benim için öldü’ dediğimizde, ölen gerçek özne değil.” (s.
22-23)
Gerçekten tuhaf?.. Stalin’in
adı geçen çalışmasında “maddenin yasaları” ile “zihnin yasaları” arasında bir
özdeşlik kurulmaz. Ancak elbette bilimsel düşünmek, “evrenin işleyiş yasalarına
göre düşünmek” demektir. Bilginin nesneye içkin (mündemiç) olduğunu hiçbir
materyalist iddia etmemiştir. Gerçekliğin işleyiş yasaları, eylemli ve düşünsel
aktivitelerle bilgi halinde soyutlanır, o kadar. Örneğin bugüne kadar hiçbir
materyalist köpek kavramının havladığını da iddia etmemiştir. Yazarın bu
yaklaşımının arka planında ne var, öyleyse?.. Sakın “ideoloji” olmasın(!)..
Uras’ın anti-sovyetik ve Stalin karşıtı önyargıları, bir “yer değiştirme” ile
yansıma teorisini reddetmesine yol açıyor.
Doğayla geliştirilen
ilişkiler de dâhil toplumsal ilişkiler, insanların düşünce dünyalarının oluşumunda
temel belirleyendir. Düşünceler, duygular ve diğer zihinsel aktiviteler, maddi
biyokimyasal/fizyolojik süreçlerdir. Bu süreçlerden ayrı metafizik bir
gerçeklik katmanı yoktur ki düşünceleri, duyguları kapsasın. Fakat insanlarda
bu süreçlerin oluşumu toplumsal ortamlarda gerçekleşir. Toplumsal pratiklerden,
deneyimlerden, ilişkilerden yalıtık bir insan düşüncesi yoktur. Kavramlar,
fikirler, duygular, insanların dünyasının ürünüdürler. İdeolojilerin oluşumunda
da temel olan, belirleyici olan toplumsal pratikler, ilişkiler ve süreçlerdir.
“Üstelik
yansıma teorisi, insanların zihinlerinde yansıması gereken gerçekliği
görmelerini engelleyen, ‘egemen sınıflar’ gibi ‘kötü ajan’ senaryolarına da
zemin hazırlar. Diyelim geniş kesimlerin muhafazakâr partiye oy vermesi, egemen
sınıflar tarafından kandırılmaları ile açıklanabilir. Fesatçı ve komplocu
senaryolar, sosyolojik açıklamaların yerini alır.”
(s.23)
Yansıma teorisinin, bizi komplocu
düşüncelere sevk ettiğini iddia etmek gülünçtür. Aksine materyalistler,
gerçekliğin algılanmasını, kavranışını, duygulanımlara yol açışını, toplumsal
ortam içerisinde ve bu ortamın belirlediği bilinçlilik biçimleri kapsamında
değerlendirir. İdeolojileri üreten toplumsal ilişkilerdir, bu ilişkilerin
belirlediği zihinsel düzeneklerdir.
Yansıma teorisi denilen
temel materyalist bakış, düşünceleri “kendi
dışında bir gerçekliğe indirgeyerek, bir epifenomen (gölge olgu) olarak kavra(maz)”
(s. 23) Toplumsal olanı da dâhil gerçekliğin, düşünceler formunda
soyutlandığını; bu soyutlamaların, insansal varoluşu da içeren gerçeklik
tarafından üretildiğini belirtiriz. Düşünceleri, nesnel gerçekliğe kim
indirgemiş?..
“Heterojen
gerçekliği homojen bir bütünlüğe indirgemek isteyecek her türlü teşebbüse karşı
itiraz edilmelidir. Sosyal yaşamın zenginliğini oluşturan faktörlerin
zenginliğini bir iki nedene indirgeyerek yoksullaştıran monistik yaklaşımların
itibarı geçeli çok oldu. Üstelik bilimsel çalışmada gerçekliğin böylesi bir
yansıtılması da söz konusu değildir.” (s. 23-24)
İşte size tipik bir
post-modern yaklaşım örneği… Ödülün boş yere verilmediği görülüyor. Bilimsel
aktivitede, soyutlama ve idealizasyonların yeri vardır. Gerçekliğin tüm
boyutlarıyla tek bir formülasyon kapsamında soyutlanması mümkün değildir. Bilimsel
düşünüşte, “heterojen gerçeklik homojen bir bütünlüğe”, fakat soyutlanmış ve
bir yasa olarak beliren bir teze, indirgenir. Toplumsal ilişkilerin ve
süreçlerin incelenmesinde de, idealizasyon ve soyutlamaların yapıldığını, bazı
işleyiş yasalarının ve eğilimlerin saptandığını reddetmek, post-modernistlerin
işi olabilir. Fakat biz gerçekliğin bu alanında da, indirgemeler yapılmaksızın
bilimsel düşüncelerimizde bir ilerleme kaydedemeyeceğimizi biliyoruz. Yazar
açıkça belirtmese de, “monistik yaklaşımlar” derken, Marksizm’i de bu şekilde
değerlendiriyor olmalı. Öyle ya “sosyal yaşamın zenginliğini” bazı genel
yasalarla, önermelerle soyutlayan Marksizm de bu yaklaşımlardan biri sayılabilir.
Yazara yazdıklarıyla cevap vererek, söylediklerimizi pekiştirelim: “Bilimsel etkinliğin kökleşmiş koşulları
var. Temel hiç de öyle iğreti değil.” (s. 25).
Uras bu bölümde bir iddiaya
daha sahip: “Bilginin mutlak olmaması,
ideolojilerin muhtemelen her zaman var olacağını gösteriyor.” (s. 20). Metodolojiden
bahsedilirken “tarihsel gelişimin köklerine inme”nin gerekmediğini söylerseniz
haklısınız. Fakat Uras’ın kitapçığının hiçbir yerinde tarihsel kavrayış yok. Peki
gelecek öngörüsü, tarihsel gelişim dikkate alınmadan yapılabilir mi?.. “Bilgi
mutlak değilse, ideolojiler her zaman olacak” şeklindeki önermenin doğruluğu
kendinden menkul. Örneğin dinlerin ya da milliyetçilik gibi ideolojilerin bin
yıl sonra da var olma olasılığını, “bilginin mutlak olmaması”na bağlayabilir
miyiz?.. Hangi konudaki bilgi, hangi ideolojiler?.. Bunların cevabı yok. Çünkü kanımca
sezgiyle öylesine yazılıp geçilmiş bir cümledir, bu.
Yazar çalışmasında nasıl bir
metot izlediğini mi anlatıyor?.. Hayır. Sadece aktardığım ve kendisini
“rahatsız” eden yaklaşıma dönük reddiyesini dışa vuruyor. “Marksist
Araştırmaları Destek Ödülü”nün verildiği çalışmadaki fikirler, işte bunlar.
Elbette henüz bitmedi…
“Metodolojik arka plan”ı
geride bırakıyoruz.
“Maddeci Bir İdeoloji Kuramı
Var mı?” başlığının ikinci alt başlığına geliyoruz: “Genel Bir Değerlendirme”
Gerçekten de “genel”, bakın
ani-komünist ideolojik karalamaların kaba ve genel yaklaşımı nasıl
benimseniyor: “30’lardaki ortodoksi ile
birlikte zaten teorinin gelişmesi engellenmiş, Marx, marksime tabi olup,
bürokrasinin afyonu olmuştur.” (s. 26). Kaba ideolojik bir kodlamadır, bu.
İdeolojiler üzerine yazılmış, “Marksist Araştırmaları Destek Ödülü”nü alan bir
“çalışma”da bu tür kodlamalar yer alıyor…
Yazarımız Habermas’tan,
Poulantzas’tan, Althusser’den aktarımlar yapıyor. Hatta “Althusser bu alanda önemli bir teorik açılım sağlamıştır.” (s. 29)
şeklinde yazıyor. Peki Marx, Engels, Plehanov ve Stalin hakkında ne deniyor?..
Şöyle:
“K.
Marx ve F. Engels’e göre de bütün ideolojiler, insan ve koşulları ‘camera
obscura’da olduğu gibi baş aşağı gösterirler. (…) ideolojiyi refleks ve yansı
gibi gören anlayışın tipik bir prototipini görürüz burada.” (s.
30)
“İdeolojileri,
tek ve bölünmez bir tarihin insan beynindeki çok yönlü yansımalarından başka
bir şekilde değerlendirmeyen G. V. Plehanov’un kaba materyalizmine, nüanslarına
karşın çok yaklaşır K. Marx’ın analizi. İdeoloji alanındaki, pek çok olay ve
süreç ekonomik devinimin etkisiyle açıklanır. Bir tür bağımlı değişken olarak
değerlendirilir.” (s. 30-31)
“Kaba
maddeci yaklaşımın en uç ve karikatürize örneğini J. Stalin’de görürüz. ‘Doğa,
varlık, maddi dünya birinci veri, bilinç ve düşünce ikinci, türevsel veriyse,
maddi dünya, insan bilincinden bağımsız olarak var olan nesnel gerçeği temsil
ediyorsa ve bilinç, bu nesnel gerçeğin bir yansımasıysa, bundan, toplumun maddi
yaşamının ve varlığının aynı biçimde önde geldiği, ruhsal yaşamınsa ikinci,
türevsel veri olduğu ve toplumun maddi yaşamının insan isteminden bağımsız
olarak var olan nesnel gerçeğin, bu varlığın, bir yansıması olduğu çıkar
ortaya.’ Bu mekanik ve vulger metni, Marx’ın teorisinden, Marxisme geçişin
ibret verici bir belgesi olarak değerlendirmek mümkün.” (s.
31-32)
İşte size “camera obscura”…
Uras’ın, Althusser’in çoğu zırvalama olan ifadelerini “teorik açılım” olarak
görmesi, Stalin, Plehanov ve Marx-Engels’i “kaba maddeciler” olarak
göstermesine başka ne denebilir?.. Üstelik Plehanov’un görüşlerini aktarma zahmetine
de girişmiyor, sadece damgalıyor. Oysa Stalin’in aktarılan pasajdaki yaklaşımı
sağlıklıdır. Ne Marx ne de Engels, “ideolojik alandaki pek çok olay ve süreci
ekonomik devinimin etkisiyle” açıklamıştır. Bize göre, toplumsal süreçler
bütünlük içindedir ve ideolojilerin oluşumunda ve yeniden üretiminde toplumsal
koşullayıcılar vardır. İdeolojiler, toplumsal ilişkiler dünyasının ürünleri,
yansımaları ya da yankılarıdır. Fakat bakın Uras’a göre “ideoloji” adı verilen
meret neymiş:
“Bir
topluluğun düzenleniş tarzı olarak ideoloji” (s. 27)
“İdeolojinin
kendini gerçekleştirmesi, yani gerek ortaya çıkışı, gerekse işlev görmesi
kabaca üç süreçte var olabilir. Emeğin sosyal bölünmesi, sınıf çelişkilerinin
bu farklılık üzerinde gelişmesi ve ortaya çıkan antagonist toplumu bir arada
tutan ‘devlet biçimi’nin varlığı.” (s. 28)
“Sosyalleştirme
sorunlarını ve iktidarın kurulmasını, ileride göreceğimiz üzere, ideoloji
teorisinin merkezine koymak mümkün.” (s. 28)
“Aslında
ideoloji bir bilinçlilik değil, hayali bir tasarımdır (…) Belki de ideoloji bir
anlamda bir çeşit uyanık bir rüyadır.” (s. 29)
“İdeolojik
mekân da uzay gibi bükeydir. Diğer bir deyişle, sınırları yoktur. Eğer
başlangıç noktasına dönülmüyor da sınır çizgileri saptanıyorsa, ideolojinin
çözülmesi ve bunun getirdiği şok söz konusudur.” (s.
32)
“İnsanı
şekillendiren içyapılar olarak ideolojinin sürekliliği” (s.
32)
Bunları okuduktan sonra,
aklınızda anlamlı bir düşünce kaldı mı?.. Hiç sanmıyorum.
Bakın Uras, kitapçığının
daha önceki sayfalarında yazdığını nasıl hemencecik unutuveriyor:
“İdeolojiyi
sosyal bir ilişki olarak değerlendirmesiyle, Althusser bu alanda önemli bir
teorik açılım sağlamıştır. ‘Fikirler’, ‘bilinç’ gibi ideolojiye indirgenen
nosyonların, sosyal ilişkilerin düşünsel bir tasarımı olarak algılanması
önemlidir. Böylece ideoloji analizi, sosyal ilişkilerin düşünceler dünyasına
yansımasının değil, bizzat bu sosyal ilişkilerin analizidir. İdeolojiler
ekonomik düzey kadar gerçekliği olan sosyal ilişkilerdir.” (s.
29-30)
Hani fikirler ile nesnel gerçeklik
özdeş görülmemeliydi… Yazarımız biz “kaba maddecileri” eleştirirken bunu
savunuyordu, değil mi?.. Gerçekten de toplumsal ilişkiler ile bunların
ideolojik yansımalarının özdeş sayılmaması gerekir. Fakat “bütün ideolojiler”,
toplumsal dokunun yansımasıdırlar, onların besi yeri, toplumsal mileu’dur
(ortamdır). İdeolojik tasarımlar, toplumsal ilişkilerin koşullamasıyla
zihinlerde oluşturulur ve insanlar sahip oldukları bu tasarımlarla toplumsal
ilişkilere katılırlar. İdeolojileri oluşturan yapıtaşları, ideolojik motifler,
toplumsal ilişkilere bağlı olarak ve bu ilişkilerle birlikte yeniden
üretilirler. İdeolojilerin kuşaktan kuşağa aktarımı da, toplumsal pratiklerin
sürekliliğinde gerçekleşir. Peki Uras bu çalışmasında bize, “ideoloji analizi”
olarak “bizzat sosyal ilişkilerin analizi”ni sunuyor mu?.. Elbette hayır.
Althusser’den cümle aparmak varken, böylesi zahmetli bir işe girişmek neyine.
Devam edelim. Uras
buyuruyor:
“İdeolojik
sistemler, tıpkı dini inanç sistemleri gibi insan yaşamının her veçhesi ve
olayı üstüne a apriori anlamlandırmalara dayanırlar (…) Diyelim tarihin yalnızca
sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu düşündüğünüzde ve tüm insan davranışlarını
bu boyutta açıkladığınızda da durum aynıdır. Her ilişki biçimini buraya
kodlarsanız, zaten tanım gereği başka türlüsü de var olamaz (…) Dünyanın bütün
gizli kapılarını açan altın anahtarın sahibi olmak, müritleri de mutlu kılar.
Artık şeyh uçmasa da müritleri uçurur.” (s. 33)
İnsanların davranışlarını
sınıf mücadeleleriyle açıklayan birileri mi var?.. Uras eylemler ile
davranışlar arasındaki farkı bilmiyor. Bireylerin davranışlarının, onların
toplumsal eylemlerinden ayırt edilmesi gerekir. Toplumsal süreçlerin
temellendirilmesiyle bireylerin davranışlarının açıklanması, birbirinden farklı
inceleme alanlarına aittir. Tarihsel süreçlerin anlaşılmasında sınıf
mücadelelerinin gözetilmesinin açıklayıcılık değeri ise tartışılmazdır. Bunu
dikkate almadan oluşturulacak bir tarih kavrayışı, kronolojik olaylar
dizilimine dönüşmek, açıklamalarda “büyük adamların” ya da “milletlerin” eşsiz
ya da olumsuz özelliklerine yaslanmak durumunda kalmaktadır.
Uras ideolojilerin sonunun
geldiği şeklindeki iddiaların, 1950’lerde ABD’de ortaya çıktığını belirtmektedir.
Şöyle açıklıyor:
“
‘İdeolojilerin sonu’ tezleri, sosyal ilişkilerin doğru bilincinin olabileceği
varsayımına dayanıyordu. Sanki sosyal ilişkiler bir yerde deneyle bilinebilecek
bir şekilde kendiliğinden vardırlar.” (s. 33)
Burada, toplumsal ilişkilerin
bilimsel açıdan kavranamayacağı yönündeki bir anlayışın belirtilerini görmek
mümkündür. Oysa bize göre, tarihsel-toplumsal süreçlerin kavranışında, temel
eğilimleri saptamak, süreçlerin işleyişindeki temel mekanizmaları bulmak
mümkündür. İnsanlığın bu güne kadarki gelişimi, faili olduğu süreçlerin
anlaşılmasında belirli bir yol alındığını da gösterir durumdadır. Toplumsal
ilişkilerin, tarihsel olguların anlaşılamaz olduğu yolundaki
değerlendirmemeler, post-modernistlerin ideolojik zırvalamaları arasındaki
yerini almıştır.
Bu düşüncelere sahip birinin
doğal olarak “sınıfsal kurtuluş” konusuna yaklaşımı şu şekilde olmaktadır: “İşte, ya şehit olacaktır ya da gazi veyahut
milleti, dini ya da sınıfı kurtarılacaktır, vs.” (s. 34). Uras bu cümleyi,
insanların “ikna edilmesi ve tatmin edilmeleri” gereksinimine işaret ederken
veriyor. İdeolojilerin böyle bir işlevi olduğunu belirtiyor. İşçilerin, böylesi
bir ikna ya da tatmin edilmeye ihtiyacı bulunmadığını, tarihin belirli
kesitlerinde çıkarları doğrultusunda kitleler halinde harekete geçtiklerini
biliyoruz. Sınıflar arasındaki çelişkinin nihai olarak tarihsel çözüme
kavuşması zorunluluğu, “sınıfın kurtuluşu” şeklindeki bir metafizik inançla
karıştırılamaz. Tarihte bir sorun belirdi mi, onun çözümü için gerekli
araçların da var olduğu ve ilerlemenin çelişkiler üzerinden gerçekleştiği
görülmelidir.
***
Uras’ın çalışmasında “Maddeci
Bir İdeoloji Kuramı Var mı?” bölümünü değerlendirmeyi geride bıraktık. Uras’ın
kitapçığının bundan sonraki bölümlerinde bolca “laf salatası” var. Zihinsel
çorbasında, oradan buradan aparma fikirlerin yan yana getirilmesi söz konusu.
Biraz dilbilim, biraz psikanaliz, laf kalabalığı bolca… Yazılanların anlamlı
bir bütünlük oluşturmadığını ve anlaşılır bir sonuca vardırılmadığını da
belirtmek gerekiyor.
Önce söylem, dil,
göstergebilim konularına odaklanıyor, Uras. Biz de onu takip edelim.
“Söylemler,
toplumsal gerçekliğin bir boyutuna karşılık düşerler, ama gerçekliğin doğrudan
yerini alamazlar.” (s. 39). Bu doğru bir saptamadır. Fakat
yazarın, biraz ileride bu saptamaya karşıt söylemleri benimsediği de
görülmektedir. İşte bakın:
“(…)
özneler ideolojiyi kurar, ideoloji özneleri yapar. Üstelik ideoloji homojen
özneler de kurmaz. Özne düzeyinde, birbiriyle çelişen bir dizi ideoloji, işçi,
koca, mümin gibi değişik özneler oluşturur.” (s. 44). Hangi
ideolojiler “işçi” ya da “koca” öznesini oluşturuyor?.. Böyle bir ideoloji
bugüne kadar saptanmadı, çünkü bir insanın işçi ya da aile babası olmasının
ideolojik bir kodlama sayılması absürttür.
Başka bir örnek: “Diyelim, işaret edilen üretim ilişkileri,
‘işaret edilmeden’ yani ideolojik (sembolik) bir şekilde oluşturulmadan önce
var olamazlar.” (s. 48). Bu açıkça idealist bir bakıştır ve yazar bu tutumu
da benimsemektedir.
Örnekler çok sayıda. İşte
bir başkası: “(…) toplumsal bireyin inşa
edildiği alan olarak dili düşünmek mümkündür.” ( s.54). Bireyler, dilin
içerisinde “inşa ediliyor” özetle, öyle mi?..
Yazar yaptığı alıntıların
sağlıklı olduğuna inanıyor olmalı. Yoksa niye bu kadar bol alıntı yapsın. Fakat
ideolojiler üzerine bir çalışmada, bu kadar post-yapısalcının, post-modernistin
ve post-Marksist’in görüşlerinin aktarılması ve benimsenmesi sorunludur.
Bunların eleştirel bir süzgeçten geçirilmesi de söz konusu değil. Durum zaman
zaman uçukluğa kadar da götürülüyor:
“
‘Özne’yi semboliğin insafına bırakan ideoloji, basitçe ‘ego’yu yorumlar.
Fonksiyonları farklı olmasa da ideoloji ve sembolik aynı şey değildir (dipnot
12). Belki de göstergebilimsel analiz bu aralığı kapatır.” (s.
49). Marksist bakışı bir yana bırakalım. Bu cümlelerin anlaşılır olduğu
söylenebilir mi?..
Evet, başka bir örnek: “Özne kendini dilde kavrar, dil olmasaydı
özne de olmazdı.” (s. 52). Sormak gerekiyor; “dilin olmaması” durumu da
neyin nesidir?.. “Dil yoksa, özne de yok” önermesinin idealist bir kavrayış
olması dışında bir anlamı var mıdır?..
Devam: “Dille anlatılamayan şeylerin gerçek olmadığını biliyoruz.” (s.
52). “Dilin dışında kalana düpedüz saçma
diyebiliriz.” (s. 52). Nasıl biliyoruz?.. Anlamlandıramadığımız “şeyler”
gerçek-dışı mı, yoksa saçma mı?.. Bu tür ifadelerin bir anlamı ve işlevi var mı?..
Marksist bakış için elbette
ilk önce Marx’ın yazdıklarını okumanız ve okuduklarınızı anlamış olmanız
gerekir. Uras’ın Marx’a yakıştırdığı şu düşünceye bir bakın: “Marx’ın, insanları, kendileri hakkında
kurdukları ve düzenledikleri kavramsal yapıların yönetimine karşı ayaklanmaya
davet etmesi anlamlıdır.” (s. 47). Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde bu daveti yaptıkları belirtiliyor. Oysa
Marx’ın böyle bir çağrısı ya da daveti yoktur. Üstelik tam tersine bu eserlerinde Marx ve Engels, maddi ilişkiler değiştirilmedikçe, fikirlerin değişmeyeceğini ve fikirlere karşı savaş açmanın beyhudeliğini savunur. Uras post-yapısalcıların,
post-Marksistlerin anlaşılmaz metinlerini “yapı-bozuma” uğratabildiğine göre,
Marx’ın yazılarını neden anlayamamaktadır?.. İdeolojik perspektif sorunu olmasın?..
Tekrar Stalin karalamasına
geliyoruz… Yapısalcılardan, post-yapısalcılardan ve post-Marksistlerden
aktarımlardan vakit bulunduğunda Stalin’e çatmak iyidir diye bellenmiş sanki: “Fakat dil kendi dışında var olan anlamın
taşıyıcısı olan bir iletişim aracı da değildir. Stalin’in yukarıdaki
çalışmasına (Marksizm ve Dil adlı
eseri kastediliyor Stalin’in –MB)
bakıldığında ise bu anlayışın tipik bir örneğini görürüz. Hâlbuki dil ve
düşünce birbirinden ayrılamaz. Düşünce dil yoluyla kavramsallaşır ve Stalinci
analiz gibi birinin öbürünün aracı olması, söz konusu değildir.” (s. 53).
Oysa Stalin’in Marksizm ve Dil adlı
eserinde üzerine basa basa belirttiği konu şudur: Dil ve düşünce birbirinden
ayrılamaz; fakat doğuştan sağır-dilsizlerin ya da körlerin de düşünceleri
vardır. Uras, burada Stalin’e dönük önyargısını dışa vurmakta ve açıkça yalan
söylemektedir.
Bu kadar Althusser sevgisi
insana şunları da yazdırır: “Örneğin,
bir aile ideolojisinden, bir maço ideolojisinden ya da bir şerri-dini
ideolojiden bahsedebiliriz.” (s. 55). Buradaki düşünce Althusser’den
aparmadır. İyi de, “aile ideolojisi” ya da “maço ideolojisi” de ne ola?..
Sıra geldi psikanalize…
Fakat Uras psikanalizden “ideoloji teorisi” için aparacak kavram, yaklaşım ya
da değerlendirme bulamıyor. Kolay olmasa gerek, psikanaliz yakası ile
“ideoloji” yakasını bir araya getirip eklemleyip, düğmelemek. Fakat yamalı
bohçanızda, “psikanaliz ve ideoloji” başlıklı bir 3-4 sayfalık bölüm de olmalı,
yoksa entelektüelliğiniz sorgulanabilir… Anlamsız bulduğum bu 3-4 sayfanın
üzerinde durmuyor ve geçiyorum…
“İdeolojilerin (yeniden)
Üretimi ve Pratikleri” başlığını taşıyan bölüme geliyoruz.
Bu bölümde de bolca alıntı var.
Althusser’in fikirlerinin etkisiyse baskın durumda. Yazar bir araba dolusu
lafı, çeşitli yazarlardan aparır ve sunarken tutarsızlığa da düşüyor. Bakın
şöyle:
“Egemen
sınıfın ideolojisinden söz etmek mümkünse de, ‘egemen ideoloji’den söz etmek
‘bağımlı ideoloji’yi de varsaydığından, anlamlı değildir. Bağımlıların
kendilerine özgü bir ideolojileri de yoktur. İdeoloji olarak benimsenen, yaşamı
kavramsallaştırmak için ödünç aldığı, kendini boyunduruğa vurmuş sınıfın
ideolojisidir. (Rolant Barthes’e gönderme yaptığı dipnot 10).” (s.
64)
Bu yazılanlarla tutarsız
biçimde 5 sayfa sonra yazılanlarsa şöyle: “Üstelik
toplumdaki hâkim ideolojiyi, doğrudan hâkim sınıfla (dominant class), sınıflar
tarihin özneleriymişçesine özdeşleştirmek de doğru değildir. Hâkim ideoloji,
hâkim sınıflarla hükmedilen sınıflar arasındaki somut pratik ilişkiyi kurar ve
yansıtır (Kapitalist Devlet Sorunu
adlı kitaba gönderme yaptığı dipnot 18)” (s. 69).
Uras’ın bu bölümde ve
aslında daha öncesinde de aktardığı/yazdığı bir düşünce üzerinde durmak
gerekiyor. Katıldığımız fakat yetersiz bulduğumuz fikir şöyle: “İdeolojilerin sınıflarla ilişkisi de bir
indirgeme ilişkisi değil, eklemleme ilişkisidir.” (s. 73). “İdeolojiyi üretim tarzına bağlamak,
bütünüyle ideolojik aidiyetleri tüketme imkânını ortadan kaldırır. Sınıf
indirgemeci analiz sınıfsal öznelerin dışındakilere kör kalır.” (s. 70). “Öznenin sosyal pozisyonu, ideolojik
pozisyonunun kökeni değildir (…) Sınıf pozisyonlarından otomatik bir çıkış söz
konusu değildir.” (s. 45).
Irkçılık, cinsiyetçilik,
milliyetçilik, dinler vb… Bu ideolojilerin ana temasını ya da eksenini,
sınıflar arasındaki karşıtlık ya da sömürü ilişkileri oluşturmaz. Bu doğrudur.
Fakat sömürülen/yönetilen kitlelerin (örneğin işçilerin ve köylülerin) din,
milliyetçilik gibi ideolojik motiflerin yeniden üretimine uygun koşullarda yaşadıkları,
fakat örneğin feminizm, liberalizm gibi ideolojik formasyonlara ait olan
düşünce ve değerleri üretmeye ya da benimsemeye uygun yaşam ortamlarına sahip
olmadıkları da açıktır. Sınıfsal konumlar, ideolojik aidiyetlerin oluşumunda
dışlayıcı, kısıtlayıcı ya da sınır koyucu bir fonksiyona sahiptir. Örneğin bir
büyük burjuvanın feminist, çevreci olması mümkünse de, sosyalist olması
sınıfsal konumu gereği olanaksızdır. Bize göre, ideolojilerin ilerici/gerici
olarak nitelenmesi, emek-sermaye çelişkisinin yeniden üretimi ya da aşılması
konusunda sahip oldukları işlevlere bakılarak yapılabilir. Feminizm,
çevrecilik, hümanizm gibi ideolojiler sosyalist ideolojiyle eklemlenebilen, bu
ideolojiye entegre edebilen ideolojik formasyonlardır. Fakat bu ilişkilenim
olmaksızın, bu ideolojilerin kendi başlarına emek-sermaye karşıtlığının
aşılmasını sağlamak üzere kuruldukları söylenemez. İdeolojiler alanında iki
genel cepheden bahsedilebilir: Düzen ideolojileri ile bunun karşısında
konumlanan devrimci/ilerici ideolojiler. İdeolojilerin ya da ideolojik tikel
fikirlerin birbirlerinden ayırt edilmesinde, niteliklerinin anlaşılmasında, bu
kriter göz önünde bulundurulmalıdır.
Uras “Siyasal Kriz ve
İdeoloji” başlıklı bölümde de sistemli olmayan bir biçimde bir araba dolusu laf
ediyor. Bu bölümün girişinde dikkat çekici bir pasaj yer alıyor. Bakın neler
yazılmış:
“Kaba
maddeci yaklaşım düşünsel, ideolojik platformdaki sorunların, toplumsal
koşulların, son analizde de, ekonomik ilişkilerin etkisiyle üretildiğini
açıklamaya çalışır. Ekonomik devinimin analizi, ideolojik kırılmaları ve
farklılaşmaları da açıklamaktadır. Hâlbuki böyle bir yaklaşımla, diyelim, zaman
zaman krizin dillendirilme biçimi haline gelen, dinsel söylem ve ritüellerin,
onları ortaya çıkaran koşullar varlığını sürdürmediği halde, belirli ilişkileri
tanımlamada, varlıklarını sürdürmesini, birebir bir analiz dâhilinde
açıklamakta güçlük çekeriz. İslamdan, Musevilik’den tutun da Roma hukukunun
ağırlığı gibi arkaik kavramsallaştırmaların bugün de cari olması bunun
örneğidir.” (s. 77)
Yazarın sanki dinlerin, ilk
oluşumundan bugüne değişen tarihsel-toplumsal koşullar uyarınca hiç
farklılaşmamış oldukları yönünde bir algısı var. Oysa toplumsal koşullar
değiştiğinden, tarihsel süreçte ideolojilerin kapsamındaki düşüncelerde ve
uygulamalarında değişimler, farklılaşmalar görülmektedir. Örneğin
Protestanlığın oluşumu, Avrupa’da kapitalist ilişkilerin gelişimiyle koşullanmıştır.
Örneğin "ulema", günümüzde karşılaşılan yeni durumlara dönük fetvalar üretmeye
koşullar tarafından zorlanır. İdeolojilerin sahip oldukları toplumsal işlevler
vardır. Üretim biçimleri değişse de, bu işlevlere olan gereksinim devam
edebilmektedir. Fakat tarih boyunca değişmeden kalan ve çeşitli varyasyonları
oluşmayan bir ideolojik formasyon yoktur. Günümüzün dünyasında da toplumsal
ilişkilerin sahip olduğu biçimler, geçmiş çağlarda üretilmiş ideolojilerin
farklılaşarak yeniden üretilmelerine yol açmaktadır. Bu söylediklerimiz “kaba”
mıdır? Okur karar versin… Üstelik Uras biraz ileride onaylayarak Alman İdeolojisi’nden bir fikri
aktarıyor: “İnsanlar kendi
yanılsamalarının üreticisidir. Ve tüm tasarımları kendi maddi yaşamı tarafından
belirlenir.” (s. 93). Uras’ın salınışlarının temelinde önyargılarının payı
olabilir. Kimdir bu “kaba maddeciler” ki, “ekonomi analiziyle” ideolojik
farklılaşmaları açıklıyorlar. Plehanov, Stalin?.. Açıkça belirtelim, onlarda da
böyle bir yaklaşım bulunmuyor.
“Kaba maddeci”nin kim olduğu
sorusunun cevabını, bir sonraki bölümde Uras veriyor: Lenin. “İdeoloji
Kavramına Eleştirel Bir Yaklaşım” bölümünde Uras, o kadar laf salatasından
sonra, Lenin’in bazı yaklaşımlarını ve Marksizm’i eleştirmeye başlıyor.
“İşçilerin,
dışarıdan bilinç taşınmadan bağımsız bir ideolojiyi kendiliğinden üretmelerinin
söz konusu olamayacağını düşünen V. İ. Lenin, ‘Yapacak tek şey, ya burjuva ya
da sosyalist ideoloji arasında seçim yapmaktır. Başka yol yoktur. Çünkü
insanoğlu, bir üçüncü ideoloji yaratamamıştır ve üstelik sınıf çelişkileriyle
bölünmüş toplumda, sınıf niteliği taşımayan ya da sınıflar üstü bir ideoloji
olamaz’ der. İşçi sınıfının kendi aydınlarının da olamayacağı varsayımını da
içeren kaba maddeci yaklaşımda, ideolojinin artık farklı bir tasarımıyla
karşılaşırız. Bir mücadele aracı olarak ideolojiye olumlu bir anlam atfedilmiş,
Marx’ın düşünceleri ya da Marxist teori, ideoloji içinde eritilmiştir.
1990’ların doğudaki çatırdayan dünyasının dinamiklerini, bilimin
ideolojileştirilerek, dondurulmasında bulmak mümkün.” (s.
94)
Lenin’in ideolojilerin
“sınıf niteliği” taşıdığını söylemesi, hangi sınıfın üyeleri tarafından
üretilmişse, ideolojinin o sınıfın ideolojisi olduğunu söylediği anlamına
gelmiyor. “Sınıflar üstü bir ideoloji yoktur” deniyor. Feminizm, milliyetçilik,
ırkçılık, çevrecilik gibi hangi ideolojiyi dikkate alırsanız alın, bu
ideolojilerin bir sınıfın egemenliğinin yeniden üretimine yarayıp yaramadığına
bakılmalıdır deniyor. Yukarıda yazdığım ilerici-devrimci ideolojiler ile gerici-statükocu
ideolojiler ayrımıyla uyumlu ve özünde bu ayrımı içeren bir yaklaşımdır, bu.
Sosyalist ideolojinin, pozitif bir anlam taşıdığıysa apaçık ortadadır. Lenin’in
“kaba maddeci” olarak nitelenmesinde, post-modernistlerin ve post-Marksistlerin
fikirleriyle kafasının iyice karışık durumda olmasının da bir rolü olabilir.
Oysa teorik kavrayış, karmaşıklığı değil sistemli, derinlikli ve olabildiğince
sadelikle düşünmeyi gerektirir. Uras’ın reel sosyalizmin çözülüşünü, “bilimin
ideolojileştirilmesi”ne ve “dondurulmasına” dayandırması, aslında ideolojik
konumunu yansıtıyor. Bunun yanı sıra, reel sosyalizmin çözülmesi gibi bir tarihsel
sürecin çözümlenmesinde ne kadar kısır olduğunu da gösteriyor. Bu tür ideolojik
kalıplara başvurması çapsızlığının bir göstergesidir. Post-Marksist ya da
post-modern zırvalıklar, tarihsel süreçlerin incelenmesini sağlayamıyor… Öte
yandan, Marksizm’in bilimsel, felsefi ve politik boyutları olan bir teorik
sistem olduğunu, “bilim” olarak ya da bir tür “sosyoloji” olarak görülmemesi gerektiğini
de belirtmeliyim.
Uras devam ediyor: “İdeolojiyi bilimin önüne çıkaran
yukarıdaki yaklaşımda, bir yandan da tüm tasarım biçimleri de sınıf çelişkisine
indirgenmiştir.” (s. 94). Lenin’in sosyalist ideolojiyi, Marksizm’in
“önüne” çıkardığı falan yok. Sınıflar arasındaki karşıtlığın, ideolojilerin
niteliğinin anlaşılmasında belirleyici kriter olduğunu yazmanın da küçümsenecek
bir yanı bulunmuyor. Bu kriter dikkate alınmadan gericilik ile ilericilik
arasında bir ayrım yapamazsınız.
Uras, Lenin’in Ne Yapmalı? adlı eserinde Hegel’in
“kendinde” ve “kendi için” “idealist kategorilerini kullandığını, “bu özcü
yaklaşımın” “Marksist analizden açık bir kopuş” olduğunu da iddia ediyor (s.
95). Bahsettiği Marx’ın da kullandığı “kendinde sınıf” ile “kendisi için sınıf”
kavramlaştırmaları olabilir. Bunu bilemiyoruz, çünkü Uras neyi kastettiğini
açıklamıyor. Dikkat edilirse konunun özüne dair herhangi bir eleştiri sunmadan,
“bir özcü yaklaşım”dan bahsederek Lenin’in Marksizm’den koptuğu iddia ediliyor.
Bu bir “deli saçması”dır. Uras ekliyor; “Teleolojik varsayımlara açıktır.” Teleolojik
varsayımlara ne açıkmış, Lenin’in yaklaşımı… Marx eleştirmenlerinin klasik
teranesini Uras bu kez, Lenin’in fikirlerine yönelik kullanıyor. Gülünç olan bu
iddiaları geçiyoruz. Geçiniz.
Laclau adındaki bir
post-Marksist’in fikirlerini onaylayarak aktaran Uras, biraz ileride Marx’a
dönük bir “çamur atma” girişimine de yelteniyor. Laclau’nun benimsediği
görüşüyse şöyle: “İdeolojik olan
‘toplumsal’ın kurucusudur.” (s. 95). İşte bu, katıksız idealist bir
yaklaşımdır.
“Marx’ın
da Engels’in de ‘ideoloji’ kavramına olumsuz bir anlam atfetmesi ve baskıcı
sosyal çıkarların rasyonelleştirilmesi gibi bir işlev yüklemesi, iyi/kötü
düşünce ayrımı yapan pozitivizmin, geçerli tek bilgi formunun bilimsel bilgi olduğu,
sadece böyle bir bilginin anlamlı olduğu ve doğrulanabilirliğinin söz konusu
olabileceği ve başka her türlü bilginin geçersiz olduğu anlayışı ile çakışır
(dipnot 8). Pozitivizm ile ideoloji tanımlarının arka planındaki anlayış
ortaklığı ilgi çekicidir. Marx sosyal varlık ile bilinç kavramları arasında
yaptığı ayrım ve karşılaştırmada da sosyal ilişkiyi en yalın halde, dışsal bir
form olarak anlamlandırır.
Üstelik
bu anlamlandırmada ideolojinin işlevini (camera obscura) ile karşılaştırmaya
itiraz etmeliyiz. Eğer ideoloji dille çalışır ve dil de sosyal eylemin ortamını
sağlarsa, ideolojiyi gerçeği kuran öğe olarak değerlendirebiliriz.” (s.
97)
Marx ve Engels’in
ideolojileri kavrayışlarında pozitivizmle “anlayış ortaklığı” içinde
olduklarının belirtilmesi ve bunun “ideoloji kavramına olumsuz bir anlam
yüklenmesiyle” açıklanması… Marx’ın toplumsal ilişkileri “dışsal bir form”
olarak anlamlandırması… Bunların iler tutar bir yanı yoktur. İdeolojilerin
toplumsal yaşamın bir boyutu, eylemlere yön veren, pratikleri koşullayan bir
öğesi olduğunu görmek gerekir. Fakat bu saptama, toplumsal bilinç biçimlerini
koşullayanın toplumsal ilişkiler olduğu gerçeğini değiştirmez. İdeolojilerin
toplumsal gerçekliğe katıldığını, insanların ideolojileriyle çeşitli pratiklere
giriştiklerini söylemek ile “ideolojiyi gerçeği ya da toplumsal gerçekliği
kuran öğe” olarak değerlendirmek farklıdır. Toplumsal ilişkilerin tümüyle
ideolojik değerlendirmelerle kurulduğunu iddia etmek idealist bir yaklaşımdır
ve sağlıklı değildir. Biz materyalistler, toplumsal ilişkileri ve süreçleri
verili olarak dikkate alırız. Bunların tümüyle ideolojilerle kurulduğunu iddia
etmeyiz.
Artık yazımızı bitirelim.
Uras’tan geliyor toparlama:
“Bir
takım temel teorik metinlere dayanarak ana muhtevayı ortaya çıkarmaya çalıştım.
Cognitif (bilgisel) bir şekillenme içinde, ideoloji kavramının içsel yapısının
dizilişini çıkardım.” (s. 101)
Bravo sana Ufuk Uras!..
Althusser, Laclau, Foucault ve diğerlerinin kitaplarından aparmalar, “temel
teorik metinlere dayanmak” mıdır?.. Bunu
“bilişsel bir şekillenme içinde” yapmak, büyük maharet!.. Şu meret
“ideoloji”nin “içsel yapısının” dizilişini serdin önümüze!..
İşte budur!.. Ufuk Uras’ın “
egemenlik sistemlerinde” “büyük patlamalarla yarıklar, gedikler” ortaya
çıkardığı, “sağlam pusula” olarak Althusser’i, post-yapısalcıları ve
post-Marksistleri aldığı, Marx, Engels ve Lenin de dâhil “kaba maddecileri”
eleştirirken “maddeci yöntemin kılavuzluğunda yol aldığı”, “bilimsel yürüyüşü”…
Gördük ki incelediği konuda tarihsel gelişimin köküne kadar varmış… İşte o
yüzden 1992 yılında Uras’ın çalışmasına Marksist Araştırmaları Destek Ödülü
verilmiş…
Yararlanılan
kaynak: Ufuk Uras, İdeolojilerin Sonu mu?, Sarmal Yayınevi, Birinci Baskı, Mart
1993
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.