Metin Becermen-“Dünyayı Değiştirmeye Dair: Marx’ın On Birinci Tezi Üzerine Bir Deneme” Üzerine
Doktor Metin Becermen, Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde bulunuyormuş. Yazdığı bu yazı, Doğu Batı dergisinin 55. sayısının (“Karl Marx” sayısı) dördüncü yazısı. Başlığa bakıp, Marx’ın 11. Tez’inin anlamı üzerine yazılmış bir deneme olduğu sanılmasın. Becermen, 11. tezin anlamını sorunsuz biçimde az-çok anlamış ve özetle yazısına yansıtmış olsa da, yazısının konusu Platon’un Devlet adlı eserinde işlediği konular ve ardından onun fikirlerinin Marx’ın bazı fikirleriyle karşılaştırılmasıdır.
Becermen, Platon’a “dünyayı değiştirme” niyeti yükleyecek kadar “değişik” fikirli biri olarak görünüyor. Gerçekten ilginç bir fikir, değil mi?.. Platon ile Marx’ın düşüncelerinin birlikte değerlendirilip, karşılaştırılması. Bu eleştiri yazısında Becermen’in, farklılıkları olduğunu belirtmişse de, Marx ile Platon’un fikirleri arasında paralellikler aramasının, ne kadar “değişik” bir yaklaşım olduğunu göstermesi açısından August Thalheimer’in, Platon’un idealist felsefesi hakkındaki değerlendirmelerini hatırlatacağım. Platon’un “dünyayı değiştirme” yönünde bir düşüncesinin olmadığı, açık olsa gerektir. Elbette “dünyayı değiştirme” de ne demekse; çünkü dünyanın kendisi içerdiği öznelerle birlikte değişmektedir. Bunun dışında Becermen’in Marx’a dair bazı ifadelerinin, yanlış veya uygunsuz olduğunu da ekleyip bu eleştiri yazısını bitireceğim.
Antik çağın en büyük iki filozofu Aristoteles ve Platon’dur. İyonya’lı doğa filozoflarından bir süre sonra yaşayan Platon M.Ö. 429 yılında, Aristoteles M.Ö. 384 yılında doğmuştur. İdealist dünya görüşleri, temel düşüncelerini bu iki filozofun düşüncelerinden alırlar denebilir. Ortaçağın egemen dünya görüşünü etkileyen bu iki felsefe, Yunan toplumunun temeli olan köle ekonomisinin olgunlaşmasının ve bu toplumun çöküşünün başlamasının üzerinde yükselir. M.Ö. 5. ve 4. yy’da Platon ve Aristoteles’in yaşadığı ve eğitim verdiği Atina’da köle emeği, devletin ve toplumun temelidir. Hakları olmayan köleler, zengin ve fakir olan özgür vatandaşların toplumsal yükünü taşır. Atina toplumunun siyaset, sanat, felsefe ve jimnastikle uğraşabilmesi, köle emekçilerin ithal edilmesine bağlıdır.
Köle ekonomisi üzerine inşa edilmiş Atina toplumunda şu çelişkiler bulunur: 1) Köle ekonomisinin yeniden üretimi için kölelerin nüfusunda doğal yoldan çoğalmanın olması yetersiz kalır ve kölelerin sevkiyatı, köle ekonomisi üzerine inşa edilen bir devlet için gereklidir. Bu sürekli savaş durumu anlamına gelir ki, bu da bu devletin gücünü tüketir. Çünkü savaşa katılan zanaatkârlar ve çiftçiler gitgide yoksullaşır ve başka bir devlet tarafından savaşta yenilme ve fetih edilme tehlikesi baş gösterir. 2) Bu toplumda emek harcanması değersiz addedilir ve yalnızca köleler için uygun sayılır. Bu, o dönemin egemenlerinin ve “organik aydınlar”ının düşüncesidir, dolayısıyla o dönem için egemen olan düşüncedir. Atina şehir-devleti, diğer şehirlerden aldığı haraçlar ve kölelerin emeğiyle, mülksüz olan özgür yurttaşların geçimini sağlamaktadır. 3) Özgür yurttaşlar arasında giderek artan bir sınıfsal farklılaşma belirir. Zanaatkârlar savaşlar yüzünden yoksullaşırken, özel mülkiyet belirli ellerde toplanır. Şehir sakinleri arasındaki ahlaki bağlar giderek gevşer ve iç savaşlar yaşanmaya başlanır. 4) Köle emeği basit ve kaba aletlerin kullanımına uygundur. Köle emeği toplumun temel niteliği olduğunda, teknolojik gelişme engellenir. Antikçağda köle ekonomisinin zirve yaptığı dönemde, teknolojik gelişim tıkanır ve Anadolu’daki kolonilerde bir önceki dönemde yaygınlaşmış olan doğa bilimlerine dönük ilginin azalıp, kesildiği gözlenir.
Bunların sonuçları nelerdir? 1) Bu toplumsal temeldeki değişimler, Yunan toplumunun gelişme dönemindeki doğanın gelişimini ve dünyanın oluşumunu/oluşumlarını inceleme yönündeki eğilimin yerini, insanın nasıl yaşaması gerektiği, devletin nasıl yönetilmesi gerektiği, ekonominin nasıl idare edilmesi gerektiği, iyi ve kötünün ne oldukları gibi soruların cevaplarını aramaya bırakır. 2) Bu toplumun çöküş evresinde, yani köle mülkiyeti üzerinde yükselen toplumun zirveyi aşıp inişe geçtiği dönemde, materyalist dünya görüşünden idealist dünya görüşüne geçilir. İşte Platon ve Aristoteles’in felsefelerini koşullayan toplumsal arka plan budur.
Platon idealizmine göre dünyanın ilkesi, hakiki öz tinseldir. Ona göre, duyusal deneyim dünyası, gerçek ve hakiki olmayıp, yanıltıcıdır. Duyusal olgular dünyası, ebedi ideaların kopyası ya da gölgesidir. En yüce ideaysa, iyi ideasıdır. İdealar hakiki öz olmalarının yanında, olup bitenler için nihai saiki ve nihai ölçütü sağlarlar. Bilindiği gibi Aristoteles’te bu idealizm daha da gelişir ve ona göre dünyanın özü, nihai saiki ve harekete geçireni, akıldır.
Köleci toplumun kendiliğinden daha yüksek bir toplum biçimine geçişi mümkün değildir. Taşıdığı toplumsal çelişkilerin tarihsel çözümü, bu toplumun çözülmesidir. Bu tarihsel zeminde, ezilen sınıflarda Hıristiyanlığın oluşumuna paralel olarak, egemen sınıfta idealist felsefenin oluştuğu saptanmalıdır. Platon ve Aristo’nun idealist felsefeleri, daha sonraki yüzyıllarda Hıristiyanlığın yapısına katılır ve onun dayanaklarından biri olur. Oluşturuldukları dönemde bu idealist felsefeler, mevcut toplum biçimini idealleştirmeye ve ebedileştirmeye yaramıştır. Platon’a göre, devlet idaresi filozofların/bilgelerin elinde olmalıdır ve bu fikri, ideaların/aklın felsefi düzlemdeki egemenliğini savunmasıyla uyumludur. Filozoflar ve diğer (organik) aydınlar, aslında egemen sınıfın bir parçası olarak değerlendirilebilir. Yönetilen halk “akıl yoksunu”, egemen sınıf ve onun filozofları “akıl sahibi” olarak görülür. Aklı yücelten idealizm, egemen sınıfların tarih boyunca sınıfsal egemenlik anlayışlarının güçlü dayanaklarından biri olagelmiştir.
Köleci toplumda, bu toplumun dönüştürücü öznesi olabilecek kapasitede bir sınıf yoktur ve bu nedenle düşünsel düzlemde topluma dair devrimci fikirler yeşeremez. Böylelikle Platon ve Aristoteles’in felsefeleri, daha ileri sömürü biçimlerini kapsayan tarihin gelişimine bakılarak, muhafaza edici/tutucu olarak nitelenebilir, ancak onların ilerici yanları da bulunur. Bu düşünürlerin görüşleri, demokrasi ile aristokrasiden yana olmak kıyaslamasıyla değil, bu yönetim biçimlerinin her ikisinin de dayandığı köleci üretimle ilişkilenimlerine bakılarak yargılanmalıdır. Fakat Aristoteles ve Platon, antikçağın büyük akıllarıdır ve önemleri küçümsenemez. Onların felsefesinin ilerici yanı şudur: Köle emeğinin sömürüsü ve bu sömürü üzerinde yükselen sınıf egemenliğinin, insan yeteneklerinin özgürce eğitilmesine, özellikle aklın eğitimine yaradığını görmeleridir. Kapitalist üretimden farklı olarak köleci üretim, artık-değer uğruna yapılmaz ve bu durum, egemen sınıfın sanayi ve ticarete yoğunlaşması yerine, sanatın ve bilimin gelişimini ülkü edinmesine götürür. Aklın incelenmesi, düşünce yasalarının keşfine dönük eşsiz bir merak buradan kaynaklanır. Yunan toplumunun bu alanlarda çığır açmasını koşullayan budur. Aristoteles’in genel mantığı geliştirmesi, diyalektik mantığın temellerinin bu devirde Platon ve Aristoteles tarafından (elbette Herakleitos’u unutmamak gerekir) atılması, insanlığın evrensel kazanımıdır. Öyle ki bunların aşılması için insanlığın 18-19 yy’a kadar beklemesi (örneğin Hegel’in gelişini beklemesi) gerekmiştir.
Antikçağın diyalektik öğretisinin iki gelişim aşaması vardır: Herakleitos’un geliştirdiği, ardışıklığın diyalektiğidir ve Platon ile Aristoteles tarafından geliştirilense, eşzamanlılığın diyalektiğidir. Tarihsel diyalektik, bu iki boyutu kapsar ve geliştirilmesi özellikle Hegel ve Marx’a atfedilebilir. Platon ve Aristoteles’in ideal bir toplum ve ideal bir devlet arayışı bulunur. Onlar devrimci düşünürler değil, aksine toplumsal çözülüşe karşı koyan düşünürlerdir. Platon’un devlet ütopyası, Aristoteles’le birlikte, toplumsal koşulların değişebileceğini düşünmemesi (düşünmeleri imkânsızdı), köleci üretimin son bulacağını hayal edememeleri ve diyalektik desenleri, evet tüm bunlar, çağlarının egemen sınıfının düşünceleri ve diyalektik kavrayışı olmalarıyla açıklanır. Kısıtları ve sınırları olan bu büyük beyinlerin düşünceleri, çağlarının çocukları olmasındandır.
(Buraya yansıttığım düşünceler için bkz; August Thalheimer, Diyalektik Materyalizme Giriş, Almancadan çeviren: Sevinç Altınçekiç, Yordam Kitap, Birinci Basım, Eylül 2009, s.48-71)
Doktor Becermen’e ders vermek haddimiz değil. Fakat August Thalheimer’in 1927 yılında Moskova Sun-Yet-Sen Üniveristesi’nde verdiği ünlü derslerden aktardığım düşünceler, herkese ders verici nitelikte ve Türkçede basılmış durumda. Şimdi Becermen’in yazısının ana fikrini aktarmaya geldi sıra:
“Marx’ın mevcut yapıyı, dünyayı değiştirme düşüncesi kendi yaşadığı dönemden yaklaşık iki bin yüz yıl önce Platon tarafından da, farklı bir bağlamda, hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Platon, Devlet kitabında filozofların ne yaptığına ve hakikate ilişkin konuşurken, mevcut yapıyı değiştirecek ve ‘hakiki’ bir toplumsal yapının inşa edilmesini sağlayacak kişilerin filozoflar olduğunu söylemektedir. Bu düşüncesini hem Devlet kitabının her kesiminde hem de mektuplarında dile getirir. Burada, Platon’un filozofa biçtiği rol, Marx’ın filozofa biçtiği rol bağlamında ele alınacak ve Marx’ın on birinci tezde söyledikleri Platon örneğinde sınanacaktır.” (s. 80)
Yukarıda yazdıklarım, Becermen’in Platon’a atfettiği “farklı bir bağlamda” da olsa “dünyayı değiştirme düşüncesi”nin olmadığını göstermeye, yani Becermen’in “oyuncak evinin” temel direğini yıkmaya, “ocağını söndürmeye” yetmiş olmalıdır. Bu nedenle yazının ayrıntılarına girmiyorum. Marx’ın farklı filozoflara farklı “roller” biçtiği, onları değişik derecelerde önemli bulduğu söylenebilir. Fakat Marx’ın 11. tezde yazdığı cümlenin anlamını, Platon örneğinde sınamak, en hafif deyişle “akıl karı” değil. Bu “değişik” yaklaşımın, ne kadar absürt ve tuhaf olduğu açık olmalı. Ya biz “uzaylıyız” ve Becermen “dünyalı” ya da tam tersi (vice versa). Biz dünyalı adamlara, Becermen’in fikirleri “tuhaf” görünüyor da ondan yazıyorum bunları. Bu arada bir de sürpriz sorumuz var: Marx’ın yaşadığı 19. yy ile Platon’un yaşadığı M.Ö. 5-4. yy arasında kaç yıl vardır? Günün ödüllü sorusu değil elbette bu, fakat cevabın Becermen’in yazdığı gibi olmadığı ortada: “iki bin yüz yıl”… Siz takriben (“yaklaşık”) dikkate alın bu uzaylı-yılını.
İşte bir başka kalem sürçmesi: “Marx’a göre, sosyalizm insanın olumlu şekilde kendi bilincine varışıdır; komünizm ise, olumsuzlamanın olumsuzlanması –yani bir olumlama- olarak insanın kurtuluşu sürecinde tarihi gelişmenin bir sonraki aşaması için zorunlu evredir.” (s. 88)
Buradaki yer değiştirmedeyse “sosyalizm” ile “komünizm” kelimeleri yer değiştirebilir, fakat bu yer değiştirme dahi bu cümleleri anlamlı yapar mı bilemiyorum. “İnsanın olumlu şekilde kendi bilincine varması”, Becermen’e göre ya “sosyalizm” ya da “komünizm” olmalı. Fakat bunun ne olduğunu ben bir “uzaylı” olarak bilmiyorum; belki Becer-“insanlar" bilebilir…
Devam edelim. Becermen'in Marx'ın devlet teorisinden anladıklarında yanlışlar var.
“Marx, özgürlüğün, toplumun üstüne yerleştirilmiş olan devleti, topluma bütünüyle bağımlı bir organa dönüştürmek olduğunu, bugünkü devlet biçimlerinin ‘devletin özgürlüğünü’ sınırlandırdıkları ölçüde az ya da çok özgür olduklarını iddia eder (Marx 2002: 37-38)” (s. 89)
Buradaki düşünce çok açık ifadelendirilmemiş olsa da, yanlış değil. Fakat anlamına değinmek gerekiyor. Becermen'in kaynakçada belirttiği gibi, Sol Yayınlarının 2002 basım tarihli Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi’nde, s. 37-38’de gerçekten bu ifadeler var. Marx Gotha Programının Eleştirisi’nde Alman İşçi Partisi’nin Gotha programındaki 2. Bölümü eleştiriyor ve burada yazılanlara göre, partinin “her şeyden önce ‘özgür devlet’ için çaba harcar” ilkesini benimsemesini yeriyor. Marx “özgür devlet- ne demektir?” diye soruyor. Hiçbir biçimde devleti “özgür” yapmak amaçlarının olmaması gerektiğini belirtiyor. Çünkü devletin ”özgür” (serbest) olması, toplumun “üstünde”, bir egemenlik aracı olarak emekçilerin üzerinde konumlanmasıdır. Sosyalizmde devlet, “özgür” değil, topluma bütünüyle bağımlı olacaktır.
Biraz ilerde Becermen buyuruyor:
“Marx, sınıflı toplumun temeli olarak gördüğü özel mülkiyete karşı çıkar ve son tahlilde devletin ortadan kalkması gerektiğini, çünkü devletin olduğu yerde özel mülkiyet ilişkisinin süreceğini belirtir. Çünkü devletin olduğu bir yerde sınıfsal yapı her zaman vardır ve egemenlerin hukuku burada geçerlidir. Bu nedenle, devletin ortadan kalkması gerekir. Ancak bu, bir anda olmayacaktır. Bunun için belirli bir zamanın geçmesi, koşulların olgunlaşması ve devlete duyulan ihtiyacın ortadan kalkması gerekmektedir. Devletin içinde olmadığı bir toplumsal yapı özgürleşmenin güvencesi olacaktır. Bu yüzden, devletin ‘oyunun dışına’ itilmesi lazımdır. Ancak böylesi bir ortamda insanlar kendi yeteneklerini ortaya koyabilecek ve geliştirebileceklerdir.” (s. 89)
Bir: Devletin olduğu yerde özel mülkiyet ilişkisinin süreceğini Marx hiçbir yerde belirtmez. Kapitalist devletler, özel mülkiyetin varoluş koşullarının yeniden üretiminde işlevlere sahiptir. Sosyalizmde, devlet var ve etkinken, özel mülkiyet ortadan kaldırılır ve yok olur, yoktur. İki: Devlete duyulan ihtiyaç ortadan kalkamaz. Sosyalizmde kamu gücünün siyasal niteliği, siyasal iktidar tarihsel gelişim içerisinde zamanla sönecektir, sönümlenecektir. Üç: Devletin olduğu “bir yer”de sınıfsal yapı “her zaman” vardır denemez. Sosyalist devletin sınıfsal karakteri zaman içerisinde dağılır/erir, çünkü toplumdaki sınıf farkları ortadan kalkmaktadır (sosyalizmde köylüler, işçiler, esnaflar vb gruplar arasındaki farklar kalkar, yoksa egemen ve sömürgen olan kapitalistlerin karşısında sömürülen sınıflarla aynı nitelikte sınıflar yoktur).
“Sınıfların ortadan kalkması ise ancak devletin ortadan kalkmasıyla mümkündür.” (s. 90)
Hayır, bu doğru değildir. Sosyalist devletin siyasal işlevlerinin sönümlenmesi, toplumsal grupların üreticiler olarak kaynaşması sürecinde olur. Yani Becermenin biraz ilerideki şu ifadesi doğrudur: “Daha sonraki aşamada ise devlet, (sivil) toplum içinde eriyecek ve bütün sınıflar ortadan kalkacaktır.” (s. 91)
Son olarak Marx’ın bazı fiillerin öznesi olmadığını belirterek bitirmek istiyorum:
“Platon’un aksine Marx sınıflı toplumun ifadesi olan devleti ortadan kaldırmayı düşünmektedir.” (s. 91)
“Marx (…) dünyayı değiştirmek isterken, Platon (…)” (s. 91)
“Marx dünyayı değiştirme görevini proletaryaya ve proletaryanın öncü gücü olan komünist partiye vermektedir.” (s. 91)
Marx’ın düşünüşüne yabancıdır bunlar: “görev vermek”, “değiştirmek istemek”, “kaldırmayı düşünmek”… Marx, bunların tarihsel hareketin ürünü olacağını düşünür.
“(…) çağında olup-bitenlerden, -Avrupa başta olmak üzere- insanların içinde bulundukları durumdan, yoksulluktan, baskı ve terörden rahatsızlık duymaktadır.” (s.79)
Marx’ın etik değerleri ve sağlam bir vicdanı olduğu konusunda zerre kadar kuşkum yok. Fakat bunları tarihsel anlayışı ve proletaryanın devrimci kapasitesini kavramasıyla anlamlandırır. Durumundan, yoksulluktan, uğradığı baskılardan rahatsız olduğuna da emin olabiliriz. Trentius’un lafını sever Marx ve o yaşamış, bize benzeyen bir insandır: “İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir.” Fakat Marx tarihin oluşturduğu bir insandır ve tarihsel gerçekliğe de kayıtsız kalmamıştır, kalmaz.
Doğan Barış Kılınç-“Marx’ın Hegel’le Diyalogu” Üzerine
Doğan Barış Kılınç, ODTÜ Felsefe Bölümü’nden ve yazısı Doğu-Batı dergisinin 55. sayısının beşinci yazısı. Makalesini oluştururken konusu hakkında yapmış olduğu okumaları estetik açıdan “güzel” serimleyen Kılınç, Marx’ın Hegel’le olan ilişkisini incelerken sonuç çıkarmada yetersiz kalıyor. Bunun nedeni, bu konuda alıntılanacak materyalist perspektifle yapılmış yetkin bir incelemenin olmayışı olabilir mi?.. Kılınç’ın da bu konuyu incelerken bu bakıştan yoksun olduğu görülüyor. Göreceğiz. Öyleyse, Kılınç’a bu konuda yardım elimizi uzatmalıyız.
“Marx’ın Kapital’ini ve özellikle de onun birinci bölümünü anlamak, Hegel’in Mantık’ının bütününü adamakıllı incelemiş ve anlamış olmaksızın tamamen imkânsızdır.” (Lenin, “Philosophical Notebooks”, Collected Works, Cilt 38, Progres Publishers, Moskova, 1976, s. 180’den aktaran Doğan Barış Kılınç)
Lenin’in burada şunu anlatmak istediğini düşünüyorum: Kapitalist toplumu ve onun taşıdığı ilişkileri, süreçleri kapsamlı ve derinlemesine kavramak için, gelişkin bir akıl yürütme tarzına sahip olmak gerekir. Geliştirilmiş ve donanımlı bir zihin, Kapital’in kavramlarını, onların gerçeklikle ilişkilerini, aralarındaki ilintileri, gerçeklikteki etkileşimi ve hareketi Marx’ın nasıl soyutladığını anlayabilir. Günümüzde merakı ve ilgisi yoğunlaşmış, geliştirilen bir zihne sahip herhangi bir insan, Kapital’in 1. Cilt’inin kavramlaştırmalarını, akıl yürütmedeki ve çözümlemedeki tüm derinliği ve kapsamı hazmedebilir. Bunun için illa ki Hegel’in Mantık’ını okumuş ve anlamış olmak şart değildir. Fakat bu eser okunmuşsa, çok daha kolay ve daha kapsamlı biçimde kavrayış olacaktır. Çünkü Hegel’in akıl yürütme yolundaki gelişkinlik ve kullandığı kavramlar, Marx’a miras kalmış ve Kapital’e yansımıştır. Ben Lenin’in değerlendirmesinin böyle algılanmasının uygun olacağını düşünüyorum. Kapital’in gerçekten ileri derece bilgi yüklü ve “compact” bir eser olduğu, çeşitli akıl yürütme yollarını içerdiği, bunlar yetmiyormuş gibi ironik, eleştirel, esprili değerlendirmelere ve edebi göndermelere sahip olduğu, Latince dâhil çeşitli dillerin sunduğu kavramsal olanakları da kullanması göz önüne alındığında, içerdiği anlamsal zenginlikleri, bir okuyuşta tümüyle tüketmeye imkân yoktur. Bu eseri eşsiz kılan özellikler arasında ilk elde akla gelenler şunlardır: Kapsamı, derinliği, kullandığı dilin zenginliği ve uzanımları, edebi değeri, konusunu farklı açılardan incelemesi ve bu farklı boyutların düşünülmüş somut halinde bütünselleştirilmesi, zengin akıl yürüme biçimleri, katmanlı ve giderek genişleyen bir kartopu gibi yeni kavram ve ilişkilerin dikkate alınmasıyla oluşturulan bütünlük içerisinde, daha önce yazılanları yeni bir düzlemde yeniden anlamlandıran yapılanışı…
Dolayısıyla Jean Hyppolite’in şu yaklaşımını sağlıklı bulmuyorum:
“(…) Jean Hyppolite, Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar’da, Hegel ve Marx arasındaki ilişkileri konu edinir ve özellikle Hegel’in Fenomenoloji’si ile Marx’ın Kapital’i arasında önemli yakınlıklar olduğunu ileri sürer: ‘Özellikle, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisine Katkı’yı ve İktisat ve Felsefe Elyazmaları’nı önceden okumuş olmadan, hatta Hegel’in Fenomenolojisi’ni okumuş olmadan Kapital’i okumak bizi kaçınılmaz şekilde bir dizi yanlış yoruma götürecektir.” (s. 95-6)
Fenomenoloji ile Kapital arasında önemli yakınlıklar olduğu doğrudur. Marx zaten Kapital’in ilk cildinde Hegel’in kavramlarıyla ve düşünce biçimiyle “flört ettiğini” belirtir. Çünkü Marx düşüncelerini serimlerken, gelişkin bir mantığı kullanmaktadır ve bu mantığın kimi öğeleri Hegel’in felsefi sisteminde bulunmaktadır. Fakat Fenomenoloji okunmadan Kapital okunduğunda, bu durum bizi “bir dizi kaçınılmaz yanlış yoruma” götürmez. Gelişkin bir akıl yürütme tarzına sahip olmak, ilginizin yoğun oluşu ve harcadığınız zihinsel çaba, Kapital’deki düşünülmüş somutlara sizin de ulaşmanıza yererlidir. Elbette kafa patlatmak şartıyla… Marx’ın gençliğinde yazdığı eserlerin okunmuş ve kavranmış olması da, Kapital’i kavramak için elzem değildir. Bunlar Kapital’in yansıttığı gerçekliğin anlaşılması ve bütünlüğü içerisinde kavranması için “zorunlulukla” okunması gereken kitaplar değildir. Bunu belirtirken, Marx’ın ilk okunması gereken kitabının Kapital olduğunu düşünmediğimse açık olmalı. İlk Marx okumasının Kapital’le yapılması bana göre uygun değildir. Çünkü bu okurun bozguna/başarısızlığa uğraması, yeterince donanımlı ve zihinsel açıdan olgunlaşmış da değilse, pek muhtemeldir.
Burada Althusser’in “epistemolojik kopuş” safsatasına girmeyeceğim, çünkü daha önce bu kavramlaştırmanın eleştirisini yapmış bulunuyorum. Fakat ondan yapılan bir alıntı üzerinde durmak istiyorum:
“Genç Marx asla Hegelci değildi, önce Kantçı-Fichte’ci, sonra Feuerbach’çıydı. Yaygın bir kanı olan genç Marx’ın Hegelciliği tezi, genel olarak, bir mittir.” (Louis Althusser, Marx İçin’den aktaran D.B. Kılınç, s. 96)
Evet, Marx hiçbir zaman Hegelci değildir. Yine hiçbir zaman Fichte’ci ve Feuerbachçı da olmadı. Marx “kendisiydi/kendisidir” ve gençlik döneminde düşüncelerini oluşturmuştur. Bunu biraz ileride açacağım. Şimdilik şunu belirtmeliyim: Marx, Engels’le birlikte yeni bir paradigmayı kurarken, Hegel ile Feuerbach’ın düşüncelerinden yararlanıp onlardan etkilense de, onları bir süreç içinde aşar. Gençlik dönemi de dâhil hiçbir zaman onların düşünce ufkunun içerisinde bulunmamıştır, fakat zamanla bu ufku aşan yeni bir teorik perspektif geliştirmiştir. Dolayısıyla Lucio Colletti’nin şu saptamasına katılıyorum:
“Marx, Feuerbach’tan esinlenerek, Hegel eleştirisiyle işe başlamıştı ve Hegel’in felsefesine yönelik tavrı ta doktora tezinden itibaren eleştirel bir biçimde gelişmişti.” (Düşünceyi aktaran D.B. Kılınç, s. 96)
Şu saptama da doğrudur:
“Colletti’nin haklı olarak vurgulamış olduğu gibi Marx’ın Hegel’le ilişkisi, diğer Genç Hegelcilerin Hegel’le ilişkisinden farklı olarak baştan itibaren eleştirel bir şekilde gelişmişti. Marx daha doktora tezini hazırlarken bile –ki o dönem Genç Hegelcilerin yanındadır ve Bauer’in yakın arkadaşıdır- Hegelciliğin devrimci ilkeleri ile Hegel’in kişisel uzlaşmacılığı arasında bir ayrım yapmayı reddetmişti.” (s. 101)
Doktora tezini yazdığı sırada Marx, bir ateist ve Hegel’den etkilenmiş, onun terminolojisini kullanan materyalizme eğilimli bir gençtir. Genç Hegelciler’in durumu da kabaca budur. Feuerbach’ın bu dönemde diğerlerine göre daha ileride/gelişkin bir materyalist ve humanist olduğu bilinmektedir. Marx, Feuerbach ve diğerleri, bütün genç Hegelciler, muhalifler ve Hegel’in Hıristiyanlığı olumlaması, cumhuriyet yönetim biçimini eleştirmesi, Prusya devletini meşrulaştırması ve anayasal bir monarşiyi benimsemesi karşısında yer alarak, eleştirilerini ateizm, materyalizm ve spekülatif/anlaşılmaz biçimlerde sunarlar. Marx’ın gazetecilik çalışması ve politikayla diğerlerine göre daha doğrudan ilgilenmesi, onlardan ayrılışını koşullar. Bunun sonucunda Marx, demokrat muhalif konumdan, komünistiğe geçer. Marx’ın materyalist ve komünist bakışı giderek yetkinleşirken, bu süreçte yazdığı eserlerde Hegel’i, genç Hegelcileri ve Feuerbach’ı eleştirmektedir.
Dolayısıyla şu yoruma katılıyorum:
“Engels, Marx’ın Hegel’i geride bırakırken bile onu sahiplenmiş olduğunu ileri sürerek aslında Hegel’in Marksizm için yadsınamaz önemini vurguluyordu. Bu, tam da Hoca’nın bıkıp usanmadan kullandığı, bir yandan muhafaza etmeyi bir yandan da öteye geçmeyi içeren ‘aşma’ kavramına işaret etmektedir.” (s. 97)
Peki bu “aşma”nın anlamı nedir?.. İşte Kılınç’a yardım edeceğimiz konu budur. Marx ve Engels, 18. yy materyalistlerini ve diğer Aydınlanma düşünürlerini ve bu arada Hegel ile Feuerbach’ı, gençlik dönemlerinde düşüncelerini oluştururken aşarlar. Bunun anlamı şudur: Burjuvazinin ufkunun aşılması. Bu iki adamın düşüncelerinin oluşumu, tarihsel gerçeklik içerisinde değerlendirilmelidir, tek başına düşünsel düzlemde değil. Öncüllerinin kavramlarını ve çeşitli konulardaki fikirlerini okuyup öğrenen Marx ve Engels, zaman içerisinde yeni bir paradigmatik düşünce ufku oluşturmuşlardır. Bu yeni perspektif burjuvazinin düşünce ufkunu aşar, çünkü açılmakta olan yeni bir çağın devrimci fikirlerini içerir. Yeni ve devrimci bir perspektif olan tarihsel materyalizm-komünizmin oluşumu için gerekli tarihsel koşullar, Marx ve Engels’in yaşadığı dönemde bulunmaktadır. Onlar “olması gereken”in (Blanqui, Babeuf, Ütopik sosyalistler vd. tarafından) düşünülmeye başlandığı devrimci bir çağın açılışına tanık olmuşlar ve bu tanıklığın ürünü olan düşüncelerini oluşturmada yetenekli bireyler olmayı başarmışlardır. Proletaryanın mücadeleleri, tarih yazımının sınıfları ve aralarındaki mücadeleyi işlemesi, toplumsal çelişkiler, yaşanan devrim süreçleri, burjuvazinin organik aydınlarının düşünsel üretimleri, yeni bir dünya görüşünün oluşumunda, süreklilik ve ayrışma eğilimleriyle birlikte iş başındadır. Bu durumda, şu cümleler ne kadar da “güzel” yazılmış:
“(…) ‘olan’ ile ‘olması gereken’ arasındaki karşıtlığın aşılması, ‘İdeayı real olanın kendi içinde’ bulma çabası Marx’ın tüm entelektüel çalışmaları açısından merkezi bir rol oynayacaktı: Hem gerçekliğe kendi tikel isteklerini dayatmaya çalışan öznelcilikten kurtulma hem de tüm insan eylemini kör bir zorunluluğa feda eden belirlenimcilikten kaçınma.” (s. 98)(Vurgular bana ait –MB)
“Olması gereken”in maddi/tarihsel ipuçları yeşerirken ve bu “olan”la karşıtlık oluştururken, bunun düşünsel düzleme yansımaması mümkün değildir. Reel olan gelişmekte ve çelişkilerini olgunlaştırmaktadır. Buna mukabil insanlığın zihinsel üretiminde “ideal” olan yeni düşünceler belirmekte, sentezlenmektedir.
Şimdi bir karşılaştırma yapalım. Antiketenin doğa filozofları ile 18. yy’ın materyalistleri (bunlar Fransız ve İngiliz materyalistleri olup, Aydınlanma dönemi düşünürleridir) arasında ve ayrıca Aristoteles-Platon ile Hegel arasında yapılacak bir karşılaştırma anlamlı ve sağlıklı sonuçlara ulamamız için yararlı görünmektedir.
Köleci sistem gelişirken doğa filozoflarının materyalist görüşleri belirir. Buna benzer biçimde, kapitalist üretim gelişirken, sanatta ve bilimde atılımlar yaşanır ve bunlarla birlikte materyalizmin yeni bir baharı (nev baharı) yaşanır. Doğanın araştırılmasını güdüleyen toplumsal gelişmeler yaşanmakta ve bu araştırmaların üzerinde materyalizmin yeni bir atılımı şekillenmektedir. Aydınlanma dönemi materyalist düşünürleri ve diğer düşünürler, toplumsal konularla da ilgilenir ve farklı çıkarımlar yaparlar. Fakat bunları tek bir sistem içerisinde bütünselleştiren bir çalışma ortaya çıkmaz. Pozitivizm, materyalizm, liberalizm ve rasyonalizm dönemin düşünürlerinin birbirinden ayrık çalışmalarının ortak evrenini oluştursa da, bunları tek bir dünya görüşünün cisimleşmesi olarak bütünlüklü ve sistemli biçimde ifadelendiren çıkmaz. İşte Hegel’in tarihin bu döneminin çocuğu olarak belirmesini, bir dönemin düşünsel çeşitliliğini sistemleştirme uğraşısını, böylesi bir tarihsel gelişim ve süreklilik içerisine yerleştirmek gerekir.
Hegel, Aristoteles’in yaptığına benzer bir çalışma içerisinde görülmelidir. Hegel, bir “Alman” değil, evrensel burjuva filozofudur. Çünkü o bir Alman olarak ve Alman olmanın geriden gelme tarihsel avantajını kullanarak, İngilizlerin, Fransızların ve diğer halkların ulaştığı bilgileri ve görüşleri kendi sistemine içerir. Başka “ulus”ların yaptıklarını Kant, Fichte, Schelling, Hegel gibi Alman filozofları düşünür. Platon ve Aristoteles’in köleci üretimin doruğuna varıp, inişe geçtiği bir dönemde yaşamaları ve o güne kadarki düşünsel çalışmaları kendi sistemlerine içermelerine benzer şekilde; Hegel’in kapitalist üretimin gelişiminde zirveye varılan dönemin düşünürü olarak, o güne kadarki hemen hemen tüm filozofların çalışmalarını, yansıra 16.yy’dan sonra kapitalizmin gelişimi boyunca ulaşılan yeni bilimsel düşünceleri felsefi sistemine içerdiği görülür.
“Olan”ın içerisinde toplumsal çelişkiler ülkelere eşitsiz dağılımla da olsa olgunlaşmış durumdadır. Hegel iktisadi konulardaki değinilerinde buna işaret eder. Fakat Hegel’in kapitalist toplumun getirdiği yoksunlaşmalara, yoksullaşmanın artışına vb. işaret edişini, okuduğu Steuart, Smith gibi iktisatçılara borçlu olduğu bilinmektedir. Bunlara değinisi, burjuva bakışın sınırları içerisinde kalır ve bir çözüm önermez. Avrupa topraklarında görülmeye başlayan “olması gereken” nedir? arayışına Hegel’in doğrudan bir katkısı yoktur. Bu arayışa damgasını vuracak olan, doğup gelişecek olan Marksizm’dir.
Strauss, Bauer, Feuerbach ve diğer genç Hegelciler, bunların tümü “Alman”dır. Almanya’nın “içler acısı” geri konumu, bu filozofların düşüncelerini kısıtlar. Bu ex-filozoflar, evrensel burjuva filozofu Hegel’i eleştirseler de hiçbiri onun sistemini, başka bir deyişle düşünce ufkunu aşamaz:
“Her ne kadar her biri Hegel’i aştığına yemin ediyorsa da, bu modern eleştirmenlerden bir tekinin bile, Hegelci sistemin hiç değilse toplu bir eleştirisini yapmaya kalkışmamış olmasının nedeni, Hegel’e olan bağımlılıklarıdır. “ (Marx-Engels, Alman İdeolojisi’nden aktaran D.B. Kılınç, s. 101)
Feuerbach dâhil Genç Hegelciler, gelişmekte olan tarihsel gerçekliğin yeni eğilimlerini kavrayamaz. Onlar Hegel’in sistemine bağlı kalır ve yapabildikleri spekülatif ve sınırlı eleştirilerdir. Onların ateizmi ya da Feuerbach örneğinde olduğu gibi materyalist humanizmi, “eski” materyalist geleneğin çerçevesinin dışına çıkmaz. Bu adamlar, hep “Alman” kaldılar ve Almanya’nın dışında olup bitenleri, tarihsel akışın getirdiklerini değerlendiremediler.
Aralarından en ileriye gideni Feuerbach’tır. Fakat Almanya’da kapitalizmin gelişimindeki gecikme ve bir burjuva devriminin yaşanmamış oluşu, Feuerbach’ın da, 18.yy’ın aydınlanmacı materyalist felsefelerinin çizgisinde kalmasına yol açar. Marx, araftaki bu “ateş-nehri”ni (feuer ve bach’ın anlamları), “yeniçağa” doğru çekmeye uğraşırsa da, çabaları sonuç vermez. Ve belki de Feuerbach’ın 1868’de Marx’ın Kapital’ini okumuş olması ve “insanlık dışı, korkunç koşulları sergilediği için onu övmesi” ile 1870’te Sosyal Demokrat Parti’ye katılması (bkz; Eugen Kamenka, Feuerbach Ludwig maddesi, Marksist Düşünce Sözlüğü, İletişim Yayınları, 3. baskı, 2002, s. 240), onun “araf”ı gecikerek de olsa geçişini simgeler.
Marx’a gelince… O, Hegel gibi bir “Alman” olmayandır. Marx, kapitalizm belirli bir oturmuşluk kazandığı dönemde, “olması gereken”in evrensel teorisini oluşturmaya başlayan ilk insandır. Bunu yapabilir, çünkü Avrupa’da işçi sınıfı hareketi gelişmektedir ve kapitalist üretimin olgunlaşmış çelişkileri ve sonuçları artık soyutlanabilir durumdadır. Burjuvazin düşünsel ufkunu aşan Marx, yeni bir paradigmatik perspektif olan tarihsel materyalizmi Engels’le birlikte oluşturur. Bu materyalizmin bakış açısı “toplumsal insanlık”tır ve komünist fikirlerle bütünlük oluşturur. Feuerbach’ınki dâhil eski materyalizmin bakış açısı, sivil toplumcudur ve liberalizmle ilişkilenir. Yeni materyalizmin doğumu için uygun tarihsel koşullar oluşmuş ve tarih, burjuvazinin dünya görüşünü aşmaya yetecek toplumsal gelişimi, maddi ve düşünsel boyutlarıyla sağlamış ve sunmuş bulunmaktadır. Tarih, Marx adındaki adamı ve onun adına yazılan düşünceleri işte böyle doğurur.
Bu yaklaşımım ışığında Kılınç’ın yazdıklarını değerlendirmeye devam etmek istiyorum. Yanlışlarını ve yetersizliklerini göstermeye çalışacağım.
“Marx’ın Hegel’i bütünüyle kabul etmek istememesi, ondaki ‘mistik kabuk içerisindeki usa-uygun özü’ çıkarmaya çalışması başka bir şeydir, Hegel’den baştan itibaren kopmuş olduğunu ileri sürmek başka bir şeydir.” (s. 101-2)
Doğrudur, burjuva dünya görüşündeki “usa-uygun öz”, burjuvazinin yükselişi döneminde yeşeren bilimsel düşünceler, materyalist fikirler ve devrimci ilkeler, değerlerdir. Hegel, çağının bilimsel bilgilerini ve terimlerini kullanır; doğa ve toplum/tarih üzerine yazdıklarında realist değiniler vardır; diyalektik kavramlaştırmaları ve ilkeleriyle gelişimin ilerletici dinamikleri üzerinde durur. Fakat Hegel politik açıdan bir devrimci değildir. Geri Almanya toprakları için burjuvaca bir talep olan anayasal monarşi istemiyle tutucu sayılmazsa da, burjuvazinin Avrupa’da ulaştığı politik biçimler ve ilkeler dikkate alındığında gerici bir konumlanışta durur. Aslında burjuvazinin 19. yy’ın ilk yarısında gericileşmeye başladığı dikkate alındığında, gençliğinde Büyük Fransız Devrimi’ni arkadaşlarıyla ağaç dikerek kutlayan ve devlete eleştirel yaklaşımlara sahip Hegel’in zamanla tutuculaşıp, gericileşme eğilimi göstermesine şaşılamaz. Bunlar şu saptama dikkate alındığında anlaşılır olmaktadır: Hegel, hem bir Alman hem de bir evrensel burjuva düşünürüdür. Marx’ın burjuva dünya görüşündeki “usa-uygun” yanları sahiplendiği, burjuva devrimlerine giden süreçlerdeki ileri temaları ve değerleri benimsediği, fakat bunları yeni bir çağın başlangıcında yeniden anlamlandırdığı görülmelidir. Marx, burjuvazinin ufkunun aşılmasını temsil eder. Dolayısıyla Hegel’i “aşması”nın özü de budur. Onun idealizmini, kurduğu “metafizik imparatorluğunu” eleştirirken, akıl yürütmesindeki diyalektik desenleri, tarihsel bakışı sahiplenir. Marx ve Engels’in gençliklerinden itibaren bütün hayatlarında Hegel felsefesi ve daha genel olarak burjuva dünya görüşüyle ilişkilenimlerinde, böylesi bir süreklilik ve ayrışma gözlenir.
“Hegel’e dönük eleştirisinin özü genelde değişmeden kalmışken, Hegel’den yararlanma, özellikle de yöntemini ve mantığını kullanma konusundaki yaklaşımı değişkenlik gösterir. Ve nihayetinde Grundrisse’de ve başyapıtı olan Kapital’de bu durumu bir karara bağlamıştır: Hegel’in yöntemi ve genel olarak mantığı politik iktisadın eleştirisinde kullanılabilir.” (s. 102)
Marx’ın Hegel’in mantığını kullanması giderek olgunlaşır. “Değişkenlik” değildir söz konusu olan. İncelemelerinde derinleştikçe, gerçekliğin ve gelişiminin mantığını daha yetkin biçimde kavradıkça, Hegel’in kavramlarının ve akıl yürütme yolunun “usa-uygun özü”nü daha iyi kavrar. Marx’ın politik iktisadı eleştirmesi, aslında kapitalist üretim tarzının incelenmesi ve bu sırada burjuva dünya görüşünün bileşeni olan politik iktisadın çeşitli yaklaşımlarının eleştirisi olarak okunmalıdır. Kapitalist üretim biçiminin gerçekliğini incelerken, buradaki mantığı çeşitli boyutlarıyla soyutlan Marx, politik düşüncelerini, bu incelemeye dayandırır ve bununla anlamlandırır. Burjuva dünya görüşünün bileşeni olan siyasal iktisadın karşısında, Marx’ın iktisat incelemesinin bilimsel yapısı ve bunun bileşimine katıldığı, devrimci yeni bir dünya görüşü yükselir. Toplum bilimlerinin politik bakıştan, ideolojilerden ayrıksı bir gelişimi yoktur.
Marksist düşüncelerin gelişimi, tek başına düşünsel düzlemde kalınıp, Marx ve Engels’in eserlerindeki düşünsel gelişim izlenerek incelenmemelidir. Tarihsel-toplumsal gerçeklik ve onun gelişimi içerisinde, düşüncelerin gelişimi araştırılmalıdır. Louis Althusser’in Marx’a “epistemolojik kopuş” atfederken içine düştüğü hata işte budur. Bu hatası, aslında onun yetkin bir materyalist olmadığını da gösterir.
“Marx’ın Genç Hegelcilerle olan tartışma sürecinde dikkat çekici bir nokta da Marx’ın onlardan farklı olarak politik iktisat incelemesine girişmesidir. Politik iktisadın eleştirisi Genç Hegelciler arasında neredeyse sadece Marx ve Engels’e özgüydü (…)” (s. 102)
Kılınç’ın bu saptamasında göze çarpan kusur, epistemolojik düzlemde sınırlanan bir değerlendirme yapmasıdır. Althusser’in bıraktığı bir olumsuzluktur bu yaklaşım biçimi. Marx ve Engels’in yaptıkları, politik iktisat incelemesi değildir, sadece. Onlar kapitalist üretimi inceler ve eleştirirler. Çünkü onlar devrimci, yani komünisttir. “Olması gerekenin” ne olduğunu araştırırlar.
“Aslında Marx’ın politik iktisadın eleştirisine yönelmiş olmasında Feuerbach’ın payının bulunduğu söylenebilir (…) Ama yine de Feuerbach’ın rolünü abartmamak gerekir.” (s. 102-3)
Evet, ben de abartmamalı diye düşünüyorum. Neyi?.. Marx’ın Hegel’i eleştirirken Feuerbach’tan esinlenmelerinin oluşunu. Örneğin özne-nesne yer değiştirmesini Marx, Feuerbach’tan alır ve kullanır. Feuerbach’ın Hegel’i eleştirirken “insan”dan kalkış yapması da önemlidir ve Marx’ı etkilediği söylenebilir. Fakat Marx’ı siyasal iktisat okumalarına yönelten başlıca etkenler şunlardır: Engels’in iktisadi konularla ilgili iki çalışmasından etkilenmesi, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nde iktisadi değerlendirmelerini okumuş bulunması, gazetecilik çalışmalarında iktisadi konularla uğraşmak zorunda kalması ve bu konudaki yetersizliğini hissetmesi. Yine de bütün bunlar tek başlarına dikkate alındıklarında, Marx’ın siyasal iktisatla uğraşmaya başlamasını yeterince açıklayıp, anlamlandırmaz. Marx’ın düşüncelerinin oluşumu ve gelişimi incelenirken, mutlaka bu düşüncelerin tarihsel-toplumsal gerçeklikle etkileşimi göz önünde tutulmalıdır. Tarihsel gerçeklikte, burjuva düşünsel ufkun aşılması için yeterli koşullar oluşmuş olduğundan, Marx kendi düşüncelerini geliştirebilmiştir. Bu yazdıklarım kavrandığında şu açıklıkla görülecektir: Yeni bir çağın devrimci düşünceleri olan Marx’ınkilerden farklı olarak Feuerbach’ın düşünceleri, yani felsefesi, “eski” materyalist geleneğe aittir. Oysa Marx örnek olsun, 1844 Elyazmaları’nda, yani düşüncelerinin oluşumunun başlarında dahi, şu derinlikli kavrayışa ulaşmıştır: “Komünizm, tarihin çözülmüş bilmecesidir.”
“Genel kanı, Marx’ın felsefeden uzaklaşarak iktisat alanına geçtiği, Genç Hegelcileri ve Hegel’i bir daha geri dönmemek üzere geride bırakarak ve felsefeyi elinin tersiyle iterek politik iktisadın eleştirisine giriştiği yönündedir: Sanki büyük bir paradigma değişikliği gerçekleşmiştir. Kuşkusuz bu oldukça indirgemeci bir yaklaşımdır ve sorun göründüğünden çok daha karmaşıktır. Marx felsefeden hareketle politik iktisatla ilgilenmeye başlamış, Hegel eleştirisinin zorunlu bir sonucu olarak politik iktisadın eleştirisine girişmiştir ve politik iktisat eleştirisinde de sürekli olarak Hegel’e geri dönmüştür.” (s. 103-4)
Bir: Kılınç burada yanlış bir ifadelendirme yapıyor. Büyük bir paradigma değişimine kör kalıyor. Niye mi büyük bir paradigma değişimi olduğunu düşünüyorum. Çünkü burjuva dünya görüşünün ufku aşılıyor da ondan. Yerine komünist-tarihsel materyalist bir paradigma şekilleniyor. Ve hakikaten felsefeden “çıkış” ve iktisada “giriş” şeklinde bir geçiş yok. Bu algı, bir tür karikatürizasyondur ve çocukçadır. İki: Marx’ı iktisat okumaya ve politik iktisadın eleştirisine itenin, Hegel eleştirisi olduğu saptaması yanlış ve yanıltıcıdır. Marx’ı kapitalist üretim biçimini incelemeye götüren okumaları da dâhil yaşadıklarının bütünüdür. Hegel’in sisteminin eleştirisi Marx’ı “zorunlulukla” politik iktisadın eleştirisine götürmez. Üç: Politik iktisadın eleştirisinde Marx’ın sürekli Hegel’e geri döndüğü doğrudur. Çünkü Hegel’de kısmen soyutlanmış olan mantık, Marx’ın incelediği gerçekliğin farklı boyutlarında karşılaştıklarına uymaktadır. Marx bu mantığı giderek daha ustaca kullanmaya başlar ve yaptığı incelemeler üzerinden onu daha da geliştirir.
“Marx politik iktisatla Hegel’in felsefesi arasında büyük paralellikler görür: ‘Hegel, modern ekonomi politiğin bakış açısında yer alır.’ (dipnot 37; Chris Artur’dan aktaran D.B. Kılınç) Bu anlamda, Marx’ın politik iktisat çalışmış olması, ömrünün geri kalanını politik iktisadın eleştirisine hasretmesi özünde felsefi içerimler taşır ve felsefeden ayrı olarak düşünülemez. Dolayısıyla mesele Marx’ın filozofluktan bilim insanı olmaya, felsefeden iktisada geçmesi değildir; Marx’ın gözünde politik iktisat çalışması zaten felsefe açısından ilgisiz değildir, felsefeyle politik iktisat iç içe geçmiştir.” (s. 104)
Burada Kılınç’ın iktisat ile felsefe arasında kurduğu paralellik kanımca “çiğ” ve çocukçadır. Marx’ın iktisadi incelemelerinde Hegel’in mantığını, kavramlaştırmalarını kısmen kullandığı doğrudur. Fakat Marx’ın kapitalizm eleştirisini materyalist-komünist fikirlere sahip olarak yaptığı, incelemeleriyle bu fikirleri ve perspektifi yeniden ürettiğini belirtmeliyim. Marx’ın siyasal iktisat ve kapitalizm eleştirisi, yeni ve devrimci fikirlerin oluşumunu anlatır. Hegel’in burjuva siyasal iktisadın bakış açısında yer alması, bunların burjuva dünya görüşünün kapsamında olmaları şeklinde okunmalıdır. Marx ve Engels’in pratik ve teorik tüm çalışmaları, bu görüşe alternatif, devrimci bir dünya görüşünün oluşumuna katılır.
Yukarıda alıntılamıştım, fakat şimdi tekrar hatırlatarak eleştireceğim. Kılınç, Marx’ın “Hegel’den yararlanma, özellikle de yöntemini ve mantığını kullanma konusundaki yaklaşımı değişkenlik gösterir.” derken, sanırım şunu kastetmektedir. Grundrisse ve Kapital’de Hegel’in yöntemini/mantığını kullanan Marx, örneğin Felsefe’nin Sefaleti’nde değişik bir yaklaşıma sahip görünür. Kılınç şöyle yazıyor:
“Marx bu eserinde Proudhon’un politik iktisat incelemesinde Hegel’in yöntemini kullanmaya kalkışmasını hedef tahtasına oturtur (…) Bu durum ironiktir, çünkü Marx Grundrisse’de ve Kapital’de Hegel’in yöntemine övgüler düzecek ve politik iktisat incelemesinde kullanılabileceğini iddia edecektir.” (s. 104)
Proudhon’un, Hegel’in yaklaşımlarını iktisada uygulamaya çalıştığını, fakat bunu yetkinlikle de yapamadığını ve ulaştığı sonuçların politik açıdan sağlıklı olmadığını belirtmeliyim. Örneğin Marx, gerçekliğin hareketi incelenmeden, Hegel’den öğrenilmiş bazı ilkelerin konu edinilen gerçekliğe dayatılmasını eleştirir. Yani Marx’ın Hegel’e yaklaşımında herhangi bir değişkenlikten bahsetmek doğru değildir. Marx’ın Hegel’in kavramlarını, yaklaşımlarını kullanışı, Doktora tezi hariç diğer tüm eserlerinde materyalist bir perspektif içerisinde gerçekleşir. Onları giderek daha ustaca kullandığı söylenebilirse de, Hegel’in yöntemi ve mantığına yönelik “değişken” yaklaşıma sahip olduğu söylenemez.
Evet, biraz soluklanmakta fayda var. Bunun için Kılınç’ın göremediği bir konuya işaret edeceğim:
“(…) ‘Soyuttan somuta çıkma yöntemi’ (dipnot 39; Marx, Grundrisse, s. 37-8) Hegel’in yöntemidir.” (s. 104-5)
Böyle buyuruyor, Kılınç. Fakat es geçtiği nokta şu: Hegel bu yöntemi/akıl yürütme biçimini, spekülatif düzlemden hiç ayrılmaksızın yapar. Marx ise Grundrisse’de kendisinin de belirttiği gibi, gerçekliğin hareketini ve taşıdığı etkileşimleri, ilişkilenimleri soyutlama sürecinde dikkate alır. Soyut kavramlar arasında mantıksal ilişkiler ve çıkarımlarla ilerlemez. Kavramları gerçeklikteki karşılıklarına uygun biçimde ilişkilere sokar ve mantıksal ilerleyişini, çıkarımlarını bu şekilde yürütür.
Devam edelim. Kılınç’ın yetersiz ve yanlış bir değerlendirmesi üzerinde duralım:
“(…) Marx Hegel’siz bir politik iktisat eleştirisine girişmez. Bunun nedeni, Marx’ın diyalektiği ‘özünde eleştirel ve devrimci’ olarak görmesinin yanı sıra politik iktisat ile Hegel’in felsefesi arasındaki paralelliği tespit etmiş olmasıdır.” (s. 105)
Marx’ın siyasal iktisat çalışmalarında Hegel’le olan diyaloğunun sürmesinin nedeni, kapitalist üretimin/toplumun barındırdığı ilişki ve etkileşimleri, süreçleri ve gelişimi anlamak ve açıklamak için gerçekliğin mantığının soyutlanmasına ihtiyacı olmasındandır. Hegel’in daha önce diyalektik akıl yürütmede bulunmuş ve bazı yaklaşımlara ulaşmıştır. Bunları kullanma gereksinimi Marx’ın onun eserlerine yeniden dönmesini getirir. Burada şunu gözden kaçırmak hatadır: Marx’ın kapitalizm eleştirisi, burjuva siyasal iktisadın eleştirisini de kapsar. Fakat kapitalizmin ve dolayısıyla burjuva siyasal iktisadın eleştirisi, sadece düşünsel düzlemde sınırlı kalan bir eleştiri değildir. Bu devrimci hareketin pratik eleştirisidir de aynı zamanda. Hegel felsefesi ile burjuva siyasal iktisatçıların düşünceleri, burjuvazinin düşünce ufkunun bileşenleri olması nedeniyle, ancak bu anlamda birbirleriyle bir paralellik gösterir. Marx eleştirileriyle ve kendi incelemeleriyle, oluşturduğu tarihsel materyalist paradigmayla ve komünist görüşleriyle, yeni ve devrimci bir dünya görüşünü oluşturarak, burjuva siyasal iktisadı ve Hegel felsefesini olduğu gibi pozitivizmi, liberalizmi vb. diğer perspektifleriyle burjuva dünya görüşünü aşar. Daha doğrusu bu görüşün aşılmasına Marx ve Engels’in çalışmalarıyla başlanır.
Kılınç’ın, Lukacs’tan aktardığı ve Hegel’e ilişkin olarak benimsediği bir pasaj var. Yanıltıcı olan bu pasajı aktarıyorum:
“(…) idealist diyalektiğin görkemli yapısını tamamlayan insanın, kapitalist toplumun iktisadi yapısıyla boğuşmak için ciddi bir girişimde bulunmuş olan çağının tek filozofu olması kuşkusuz tesadüf değildir. Daha doğrusu, onun tarafından geliştirilen diyalektiğin özel formu, kapitalizmin ve iktisadın problemleriyle meşguliyetinden kaynaklanmıştır. (dipnot 42; Georg Lukacs, The Young Hegel’den aktaran D.B. Kılınç)” (s. 105)
Hegel’in siyasal iktisatla ilgilendiğini ve Steuart, Smith gibi iktisatçıların eserlerini okuduğunu biliyoruz. Fakat Hegel’in diyalektik akıl yürütme biçimlerinin, onun iktisadi değerlendirmelerinden de kaynaklandığı yorumu abartılıdır. Evet, Hegel Kılınç’ın belirttiği gibi, Realphilosophie olarak adlandırılan eserinde ve Hukuk Felsefesi’nde emekçilerin yoksulluğuna, sefaletine değinir ve bu durumu bir problem olarak görür. Fakat Hegel’in bu değerlendirmesi, tamamen burjuvazinin düşünsel ufku içerisinde kalmaktadır. Bu değerlendirmeleri hamdır ve devrimci bir çıkarıma ya da eğilime sahip değildir. Burjuva bir perspektifle Hegel örneğin şöyle yazar: “Yoksulluğa bir çarenin nasıl bulunacağı yolundaki önemli soru modern toplumu karıştıran ve rahatsız eden başlıca sorunlardan biridir.” (Hegel, Hukuk Felsefesi) (Vurgu bana ait –MB). Hegel bu değerlendirmelerinde bir diyalektikçi olarak akıl yürütmemekte, daha çok var olan duruma ilişkin bir saptama yapmaktadır. Elbette burjuvaca olan değer yargısını da katarak.
Dolayısıyla bana göre şu değerlendirmeler sağlıklı değildir:
“Hegel’in kendi felsefi sistemini kurarken politik iktisatla da ilgilendiği ve önemsediği açıktır.” (s. 106)
“Konumuzla ilgili olarak dikkat çekici olan nokta, Hegel’in mantık konusunda ilk çalışmalarına başladığı yılların aynı zamanda politik iktisatla da ilgilendiği yıllar olmasıdır.” (s. 107)
“Tarihlerdeki bu çakışma doğal olarak Hegel’in mantık kavrayışı ile politik iktisat arasında bir bağ olup olmadığı sorusunu akla getirir. Buna yıllar sonra Marx’ın politik iktisadın eleştirisinde Hegel’in Mantık’ından faydalanmış olduğu olgusunu (dipnot 46; Marx’ın 14 Ocak 1858 tarihinde Engels’e yazdığı mektuptan alıntıda, Marx, tesadüf sonucu Bakunin’e ait olan, Hegel’in Logik’inin bazı ciltlerine yeniden göz attığını ve “elindeki materyali kullanma yöntemi” konusunda kendisine bunun yardımı olduğunu belirtiyor) eklediğimizde soru daha da ilgi çekici bir hale gelmektedir.” (s. 107)
Kılınç, Lenin’in Kapital’in ilk cildini anlamak için Hegel’in Mantık’ının okunmuş ve anlaşılmış olması gerektiği yönündeki düşüncesini de hatırlatarak, bir pekiştirme yapmaktadır. Bana göre Hegel’in mantığı ile onun politik iktisat okumaları arasında bir bağ olduğunu düşünmek ya da bunlar arasında bir paralellik kurmak sağlıklı değildir. Bunun nedeni açıkladığım gibi, Hegel’in iktisatla olan ilişkisinin yüzeyel olmasıdır. Fakat gerçekliğin bir mantığı olduğunu kabul ediyorsak, tarihsel ve doğal gerçekliğin ortak ya da benzeşen işleyiş örüntülerine sahip olduğunu düşünmek saçma değildir. Yani, insanların toplumsal ilişkilerinde gözlenen ilişkiler ve etkileşimler, doğal süreçlerde de saptanmış bazı paternlerle aynı, ya da onlara benzer olabilir. Hegel’in kendi sisteminde kullandığı terimler ve ilişki, etkileşim biçimleri, doğal bilimlerin geniş alanından çıkarsanmış ve transfer edilmişlerdir.
Hegel öncesindeki bilimsel düşüncede kuvvet, güç, iş, enerji, kimyasal etkileşim, etki-tepki, ölçme, nicelik, nitelik gibi terim ve kavramlar bulunmaktadır. Hegel’in sisteminde kullandığı bu kavramlar, bilimsel düşüncede gerçekliğin tekil ve sınırlı boyutlarını açıklamada işlevlidir. Hegel’in yaptığı bunları spekülatif bir akıl yürütme düzleminde ilişkilendirmektir. Doğal gerçeklikteyse bu boyutların hepsi bir arada, etkileşim içerisinde, karmaşık bir bütünlük oluşturarak, fakat katmanlı bir yapılanışta bulunur. Bu boyutlar, işleyiş mekanizmaları ve yasalar değişmese de, olgular değişim ve süreç içerisindedir. Yani gelişim, değişim, metamorfoz, oluşum, tükeniş vb. gerçekliğin bütünlüğünde gözlenmektedir. Hegel devşirdiği kavramlar arasında spekülatif ilişkilenimler kurar ve onları gerçeklikte olduğu gibi değil de, kendi düşünme/akıl yürütme sürecinde/yolunda öznel değerlendirmesiyle devindirmektedir.
Kılınç’ın Marx’ın Hegel’le olan diyaloğunun başka yönleri olduğunu belirmesi yerindedir. Kılınç şu önemli noktaları sıralıyor:
“Tarih kavrayışı, özgürlük anlayışı, ilerleme düşüncesi, epistemoloji, insanın doğayla ve toplumla ilişkisi sorunu, özne-nesne ilişkisi, praksis, yabancılaşma, felsefenin statüsü vb.” (s. 107)
Marksizm ve Materyalizm ile Tarihsel Materyalizmin Doğuşu ve Doğası adlı makalelerimde buna benzer bir değerlendirmeyi yapmıştım. Burada belirtmem gerekir ki, Kılınç’ın sıraladığı bu kavram ve temalar, Marx tarafından ve ayrıca ondan sonra gelen Marksistler tarafından yeni bir paradigma çerçevesinde anlamlandırılmaktadır. Hegel felsefesinin “aşılması”dan anladığımız zaten budur.
Artık bitirelim. Kılınç yazısının sonunda, Marx-Hegel ilişkisine dair çalışmaların giderek arttığından bahsediyor ve bir dizi çalışmanın adını anıyor. Bunlar arasında benim geçmişte kaleme aldığım Feuerbach Üzerine Tezleri Anlamak, Marksizm ve Materyalizm ile Tarihsel Materyalizmin Doğuşu ve Doğası adlı makalelerim bulunmuyor. Alınganlık gösterdiğim sanısına kapılmak yanlış olur. Fakat Kılınç bu makaleleri okumuş olsaydı, düşüncelerinin gelişimine yardımcı olabilirdi. Çünkü Kılınç aksini savunuyorsa da, bana göre, Marx’ın Hegel’le ilişkisi üzerinde nihai değilse de, olgunlaşmış bir karara varmış bulunmaktayız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.