29 Mayıs 2023 Pazartesi

Seçimler ve sol için öneriler

Mahmut Boyuneğmez

14 Mayıs seçimlerinde AKP’nin ve lideri Erdoğan’ın aldığı oylarda gerileme olmuştur. Buna karşın Cumhur İttifakı’nın meclisteki vekil sayısı, 323 olup, meclis çoğunluğunu sağlamıştır. Meclisteki vekillerin dağılımı şu şekildedir:

AKP 268, bunun 4’ü HÜDAPAR’a, 1’i DSP’ye aittir.

CHP 169, bunun 37’si DEVA, Gelecek Partisi, Saadet Partisi ve Demokrat Parti’ye aittir. DEVA 14, Gelecek Partisi 10, Saadet Partisi 10, DP 3, İYİ Parti 1, TDH 1 vekile sahiptir. Dolayısıyla CHP’nin 130 vekili bulunmaktadır.

Yeşil Sol Parti 61, bunun içerisinde EMEP 2, TÖP 1 vekile sahiptir. Yani YSP’nin 58 vekili var olacaktır.

MHP 50,

İYİ Parti 44,

Yeniden Refah Partisi 5,

TİP 4.

Ne Cumhur İttifakı ne de Millet İttifakı anayasayı değiştirmeye yetecek bir vekil toplamına sahip değil. Mevcut anayasayla idare edecekleri anlaşılıyor. AKP-MHP-YRP-HÜDAPAR’ın en azından devleti dönüştürme sürecinde bu hamleyi yapamayacak olduğu görülüyor.

EMEP, TÖP ve TİP’in toplamda 7 vekilinin, meclis kürsüsünü sosyalizm mücadelesinin ihtiyaçları adına kullanacakları, oylamalarda emekçilerin çıkarları doğrultusunda davranacakları bilindiğinden, bu durum sevindiricidir.

28 Mayıs seçiminde ise yuvarlayıp yazarsak Erdoğan %52, Kılıçdaroğlu %48 oranında oy almış bulunuyor. Cumhurbaşkanlığı için ikinci tur seçime, 53 milyon 841 bin 299 seçmen katılmış durumda. İlk turda yüzde 87,08 olan seçime katılım oranı ikinci turda 3,11 puan azalarak yüzde 83,98’e düşmüştür. Yaklaşık 2 milyon seçmen ilk turda oy kullanmışken, ikinci turda oy kullanmamış bulunuyor. Öte yandan, ilk turda elenen adaylardan kalan 5,6 puanlık oyun 2,64’ünün Erdoğan’a, 2,96’sının Kılıçdaroğlu’na gitmiş olduğu anlaşılıyor.

Doğu ve Güneydoğu illerinde Tunceli haricinde, katılım oranlarında düşüş bulunuyor ve Kürt seçmenlerin bir bölümünün sandığa gitmemesi sonucu Kılıçdaroğlu’nun bu illerde oy kaybettiği görülüyor. Bunun nedeninin Zafer Partisi’yle yapılan protokol olduğu anlaşılıyor. Ancak bu seçmenler Kılıçdaroğlu’na oy verselerdi bile, onu seçtirmeye yetmediği biliniyor.

Peki tablo buysa, AKP’nin toplumumuzun yaklaşık üçte biri, Erdoğan’ın ise yarısı tarafından desteklenmesinin nedenleri nelerdir?.. Bize göre bu konuda şunlar söylenebiliyor:

i) İdeolojik/siyasal fikirlerdeki değişim, maddi toplumsal koşullardaki kötüleşmeyi kitleler ölçeğinde eşzamanlı olarak ve birebir takip etmemektedir. Yaşam koşullarındaki gerileme, fırsatçı-popülist dağıtım ve bölüşüm politikalarıyla tolere edilebilir duruma getirilebilmektedir. Vaatlerin ve sunulan devlet imkânlarının durumlarını iyileştireceğine inanıp, “buna da şükür” diyen kitlelerin bilinçlerinde bir kırılmanın oluşması engellenebilmektedir.

ii) Kültür endüstrisinin özellikle televizyon kanallarının %90’ından fazlasını kendisine bağlayan bir parti-devlet olarak AKP’nin, kitlelerin olayları ve süreçleri algılama, anlamlandırma işlemleri üzerinde hegemonyasının olması, bir diğer nedendir.

iii) Tarikat/cemaat örgütlenmelerinin her bir yerellikte oluşturduğu mikro-iktidar ağları, alternatif yönelimlerin önünü almaktadır.

iv) AKP’nin topluma seslenmesinde kullandığı “sen güçlü ve büyüksün Türkiye” şeklinde özetlenebilecek propagandanın bileşenleri arasında “uçak gemisi”, SİHA, TOGG, petrol ve doğalgaz keşifleri gibi unsurlar yer almıştır. İnsanlar kendilerinin değerli/saygın/güçlü olduğunu düşünmek isterler ve kendilerinin bu sıfatlara layık olduklarını benimsemeye eğilimlidirler. Burada bir taltif edilme (gönül okşanması) bulunmaktadır.

v) Sistemin bekası ve güvenliğin teminiyle istikrar vurgusu, dış politikada izlenen “dik başlı” tarz ve Millet İttifakı’na dönük toplumu kutuplaştırıcı, kendi tabanını sağlamlaştırıcı üslup da kitlelerin yönlendirilmesi ve yönetilmesinde etkinliğini korumaktadır.

vi) AKP’nin kitle tabanı ağırlıkla kırsalda yaşayanlar (Türkiye nüfusunun yaklaşık %17,3’ü) ve şehirde yaşayıp da kırsaldan getirdiği kültürü koruyanlardır. Örneğin, köy ve mezralarda (bir ya da iki sandıklı seçmen bölgeleri) bulunan sandık sayısı, toplam yurtiçi sandık sayısının % 30’u oranındadır ve bu her 3 sandıktan birisinin köy ve mezralarda olduğu anlamına gelmektedir. İlk turda köylerde/mezralardaki sandıkların % 70’inde Erdoğan önde çıkmıştır. Kırlar ve kır kültürünü koruyanların büyük çoğunluğu tutucudur ve siyasal tercihleri ile dünya görüşleri on yıllar/yüzyıllar boyunca çok az değişir. 

vii) Türkiye toplumunda “parti fanatizmi”nin güçlü olduğu bir kez daha anlaşılmaktadır. Kitleler arasında körlemesine bir “taraftarlık” yaygındır. Örneğin 3 Kasım 2002 seçimlerinde Genç Parti’nin % 7,25 oranında oy almış olması, siyasal tercihlerin değişkenliğine dair bir veridir. Fakat bu değişkenliğin düzen siyasetinin sağ ve sol blokları arasında bir geçiş anlamına gelmediğini de görmek gerekmektedir. 14 Mayıs seçimlerinde Cumhur İttifakı’ndan ittifak dışına kaçan oy %3 düzeyinde bulunurken, AKP’nin gerileyen oylarının önemli bir bölümü MHP’ye ve YRP’ye kaymıştır.

viii) AKP’nin toplumu ve devleti dönüştürme yolunda aldığı mesafeler bulunmaktadır. Toplumumuzun yarısının bu değişime direnç göstermesine karşın, diğer yarısı tarafından devletteki ve toplumsal ilişkilerdeki değişiklikler benimsenmektedir. Örnek mi?.. Kamusal alanlarda türban örtme serbestliğinin getirilmesi, Cuma namazları için memurların izinli sayılması, imam-hatip liselerinin yaygınlaştırılması, anaokullarında “değerler eğitimi” adı altında dinsel yönlendirmelerin yapılması, hayırseverliğe muhtaç duruma getirilmiş toplumsal kesimlerin oluşturulması vd…

ix) Suriyeli ve Afganistanlı sığınmacılara karşı oluşturulmaya çalışılan ırkçı tepkilerin, toplumumuzda yaygın bir alıcısı yoktur. Düzen muhalefetinin milliyetçi rüzgârlar estirmeye çalışması, bu yolla AKP ve onun liderine dönük kuru sıkı atışları, anlamlı bir sonuca ulaşamamıştır.

x) Seçimlerde kaderimizi sığınmacı seçmenlerin belirlediği ise doğru değildir. Yurt dışı doğumlu seçmen sayısı yaklaşık 1 milyon 325 bin düzeyindeydi. Bunların 168 bini Suriye kökenli. İlk sırada 348 bin ile Bulgaristan doğumlular yer alıyor. 209 bin Almanya doğumlu seçmen 14 Mayıs’ta oy kullanabilecek durumdaydı. 24 bin Afganistan doğumlu, 22 bin İran doğumlu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı seçmen listesinde yer alıyordu. 16 bin Irak kökenli, 6 bin Libya doğumlu kişi de listelerde bulunuyordu. Suriye, Afganistan, İran, Irak ve Libya kökenli toplam yurtdışı doğumlu seçmen sayısının 235 bin 701 olduğu anlaşılıyor.

Toplam seçmen sayısı 64 milyon 191 bin 285 olduğuna göre, toplam seçmenin yüzde 2’si yurtdışında doğmuş bulunuyor. Sığınmacı seçmenler ise, tüm seçmenler içerisinde ancak % 0,36’lık bir oranı temsil ediyor.

Peki sosyalistler bu durumda ne yapmalı?.. Bazı öneriler sunalım:

a) Seçimlere katılıp meclise vekil gönderen sosyalist partiler, üyelik kampanyaları başlatmalıdır.  Örgütsel “istihdam” ise, sıkı bir eğitimden geçtikten sonra ve doğru görevler verilerek sağlanmalıdır.

b) Parti-devlet AKP ve başkanlık sisteminden hoşnutsuz/rahatsız olan kesimlerin örgütlenmesi için mahallelerde sohbetlerin, kültürel etkinliklerin yapıldığı, dayanışma pratiklerinin gösterildiği “lokaller” açılmalı ya da var olanlar yaygınlaştırılmalıdır. İnsanların günlük yaşamlarının yanı başında, onlara dokunacak kadar yakın olunmalıdır.

c) Şehirlerde sayılarının çok olmasına gerek olmayacak şekilde İşçi Dernekleri kurulabilir. Korporatist aparatlar halindeki sendikalara alternatif olacak geleceğin sınıf sendikacılığı için bugünden bir mayalanmayı sağlayacak bu dernekler, bilinçlenme ve sosyalleşme ortamları olmalıdır.

d) İnternet üzerinden gündüzleri yayın yapacak bir TV kanalı oluşturulmalı, bu kanal kesintisiz olarak sohbetler/söyleşiler, açık oturumlar, haberler, belgeseller, canlı ve kayıttan müzik yayınları vb. ile zenginleştirilmiş bir içeriğe sahip kılınmalıdır. Ciddi sermaye gerektirdiğinden ve ancak reklam gelirleriyle süreklilik sağlandığından, sosyalistler için bir TV kanalı kurmak imkân dâhilinde değildir. Onun yerine internet üzerinden sürekli yayın yapan bir TV kanalı kurmayı solun gündemine alması yararlı olacaktır.

e) Ülkemizdeki 6 milyon sığınmacının işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik, sağlıklı barınaklardan yoksunluk, eğitim haklarından mahrumiyet ve bazı durumlarda dışlanma gibi yaşadıkları sorunları gündemde tutma sorumluluğu bulunan sosyalistlerin, sığınmacıların nihai olarak ülkelerine dönmelerini savunmakla birlikte, mevcut durumda işçi sınıfımız içerisinde yerli emekçilere dönük büyük bir tehdit oluşturmadıklarını, demografik yapıyı etkileseler de belirgin ölçüde değiştirmediklerini, toplumumuzun suç oranlarını artırmadıklarını anlatması gerekmektedir. Sığınmacılar için “eşit işe eşit ücret” ve “herkese eğitim, barınma ve sosyal güvence” gibi talepler öne çıkarılmalıdır.

f) Artık "ulusal sorun", "ezilen halk" ve "Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı" gibi kavramların temcit pilavı gibi öne sürülmesinden vazgeçilmelidir. Kürt emekçileri ve yoksullarının, göçle tüm ülkeye dağılıp işçi sınıfının kaynaşmış bir bileşeni durumunda oluşu ve mevsimlik işçilerin hareketliliği dikkate alındığında, sorun sadeleşmiş şekilde şu forma bürünmüştür: Kürt emekçilerinin diğer emekçilerle birlikte, öncü parti(ler) tarafından kapsanmaları acil olarak gerçekleştirilmesi gereken bir görevdir. Türkiye işçi sınıfı hep birlikte ezilmekte ve sömürülmektedir. Kürt emekçilerinin ve yoksullarının çıkarı işçi sınıfının sosyalist iktidarındadır ve halkların kardeşleşmesi, ana dilde eğitim hakkı, yönetime katılım hakkı gibi taleplerin karşılanması bu düzende mümkün değildir. Kürt sorununun on yılları bulan çözümsüzlüğü, bu sorunun ancak bir düzen değişikliği ile çözülebileceğini göstermektedir.

Yararlanılan kaynaklar:

1) https://t24.com.tr/yazarlar/sertug-cicek/katilim-orani-ne-kadar-dustu-sinan-ogan-in-oylari-nasil-paylasildi-kurt-secmenin-2-tura-ilgisi-ve-adaylara-destegi-sonucu-etkiledi-mi,40201

2) https://www.bbc.com/turkce/articles/cq5w98y7e25o

3) https://tr.euronews.com/2023/04/08/14-mayis-secimlerinde-oy-kullanacak-suriye-ve-afganistan-kokenli-secmen-sayisi-kac


28 Mayıs 2023 Pazar

Bonapartizm


Alm.: Bonapartismus; Bonapartism; Fr: Bonapartisme; Rusça: Bonapartizm

Hep somut analizler yapma derdinde olan Marx, III. Napolyon'un kurduğu ve egemen sınıfı temsil etmezmiş gibi görünen atipik rejimin toplumsal temellerini ilk sorgulayanlardan oldu. O sırada "devlet tamamıyla bağımsızlaşmış gibi görünüyordu" (yine de, "devlet erki havada asılı durmaz") (18 Brumaire, 1963, 104; Toplu Yapıtlar 8, 197-198).

Aslında, "tüm dünyada toplumun kurtarıcısı olarak alkışlanan" Bonaparte yönetimi "burjuvazinin yönetemediği ve işçi sınıfının ulusu yönetme gelişkinliğine ulaşamadığı bir dönemde" (Fr. İç Savaş, 40) olası tek iktidar formülüydü. Bu yönetim, üretim tarzlarının sonucu olarak birbirlerinden yalıtılmış bulunan, çıkarlarını savunacak tutarlı ve bilinçli bir sınıf oluşturma yetisinden yoksun oldukları için "temsil edilme ihtiyacı" (MEW 8, 198) duyan ve Fransız taşrasında Napolyon'un anılarının canlılığından dolayı tarihsel geleneğin değerli kıldığı kişiyi benimseyen küçük toprak sahibi muhafazakâr köylülerin büyük bir bölümü tarafından da destekleniyordu. Bir diğer destek "kesesini kurtarmak için tacını kaybetmesi gereken" (age, 154) ve iktidarı maddi çıkarlarını koruyacağına inandığı 2 Aralık serüvencisine emanet eden burjuvaziden geliyordu.

Bonapartizmi çatışma halindeki iki temel sınıf arasında kurulan tarihsel bir denge durumu olarak değerlendiren Marx, devleti, egemen sınıfa/sınıflara onlardan kaynaklandığını belli etmeden hizmet ettiği ve ezilen sınıfların bir bölümünden destek aldığı göreli özerk bir konuma yerleştiriyordu.

Kerenski hükümetini Bonapartizmin başlangıcı olarak çözümleyen Lenin de aynı yorumu paylaşmaktaydı: "Askeri katmandan destek alan (...) devlet gücü, az çok denge halinde bulunan iki düşman sınıf ve toplumsal güç arasında yalpalıyor". Köylüler "ancak tüm sınıflara hiç utanmadan hiçbirini tutamayacağı sözler veren Bonapartist bir hükümet tarafından" kontrol edilebilir (T. Y., 25, 241; ayrıca 15, 288-289; 18, 348).

Bu olguyla ilgili terminolojiyi ve düşünceyi geliştiren Gramsci, felaketin habercisi olan bir güçler dengesinin damgasını vurduğu tarihsel-politik bir dönemde "hakemlik görevinin" önemli bir şahsiyete emanet edilmesi demek olan Sezarcılık (Marx 1869'da, 18 Brumaire ile birlikte Sezarcılık sözcüğünü kullanmaktan vazgeçtiğini belirtiyordu. MEW 16, 359) ifadesine geri dönüyordu (Gr., s. 517).

Gramsci buradan yola çıkarak, Sezarcılığı ilerici (Sezar, I. Napolyon) ve gerici (III. Napolyon, Bismarck) olarak ikiye ayırıyor, ayrıca dar bir değerlendirmeye karşı önlemini alarak: "askeri olmaktan çok siyasi olan modern Sezarcılık", "Sezar olmadan bile Sezarcı bir çözüm olabilir" diye ekliyordu.

Sezarcılık ve Bonapartizm, derin bir tarihsel ve siyasi çözümleme gereğini ortadan kaldırmasalar da, genel bir hipotez ve kullanışlı bir sosyolojik şema sunarlar.

Kaynak: Marksizm Sözlüğü, Yordam Kitap, 2016, 1. Basım, s. 144

27 Mayıs 2023 Cumartesi

Alper Öztaş’ın ‘Burjuva Demokrasisi Rüyası’ adlı yazısı: Siyaset teorisindeki acemilik

Mahmut Boyuneğmez


25 Mayıs 2023 tarihinde yayınlanan bir yazıyı eleştirmek istiyorum. Umut-Sen’in sitesinde yayınlanan yazı Alper Öztaş’a ait.

“Burjuvazi, içinde bulunduğu kapitalist kriz koşullarının gerektirdiği, sınıfsal çıkarlarını korumak için uygulamak istediği ekonomi politik kararları alabileceği, sakin dönemlerin biçimi olan burjuva demokratik yapılanmasının da dışına taşan bir rejim şekline yönelmek durumunda kaldı. Parlamentarizmi aşan, baskıcı, otokrat, anti demokratik bu siyasi iktidar, burjuvazinin ihtiyaçları çerçevesinde, içinde bulunulan olağanüstü duruma istinaden inşa ve istihdam edildi. Daha önceki yazılarımızda buna Bonapartist bir yapı denebileceğini dile getirmiştik.”

Böyle buyurmuş Öztaş… Siyasal gündemlerin evrilerek bugüne gelişini görmeyen Öztaş, AKP’nin yürütmede oluşunu, Erdoğan’ın “tek adam rejimi”ni, kriz koşullarına bağlıyor. Oysa AKP’nin parti-devlet haline gelişi, birçok aşamadan geçerek bugüne gelmiş bulunuyor ve kriz koşullarıyla doğrudan bir ilişkisi bulunmuyor. Otoriter rejimlerin, neo-liberal sermaye birikim biçimine uygun siyasal yönetim şekli olduğu örneğin Teatcher, Reagan yönetimleri döneminden beri biliniyor. Türkiye’deki otoriter tek adam rejimi de dâhil bu yönetimlerin, burjuva demokrasinin dışına taşmadığı, bu demokrasinin bugüne gelen evrimleşmiş hali olduğunu görmek gerekiyor. Faşizm günümüzde, burjuva demokrasilerinin içeriğine nüfuz etmiş biçimde bulunuyor. Parlamentonun işlevsizleşmesi, yürütmenin baskın konuma gelmesi, baskıların artması, korporatist devlet, özgürlüklerin budanması, hakların geriletilmesi vd., bütün bunlar anti-demokratik özellikler olmayıp, bizatihi burjuva demokrasisinin bugünkü içeriğini oluşturuyor. Bonapartizmin ne olduğunu bilmeyen Öztaş, rejime/devlete “Bonapartist yapı” diyiveriyor.

Öztaş, Bonaparte’ın zamanında darbeyle iktidarı ele geçirdiğini ve bunun, burjuvazinin pasif onayıyla gerçekleştiğini bilmiyor. Bonapartizm, burjuvazinin siyasal egemenliğinin olgunlaşmadığı dönemde gözlenen bir diktatörlüktür ve proletaryanın iktidarı alamaması, burjuvazinin ise elinde tutamaması sonucunda gelişmiştir. Oysa günümüzde sermaye sınıfının egemenliği o kadar ileri bir evrededir ki, neo-liberal politikalarla yapılan saldırılara karşı işçi sınıfı içerisinden örgütlü bir hareket oluşturacak yanıt gelmemektedir. İşçi sınıfımız örgütlülük ve bilinç düzeyi açısından, iktidarı almaktan çok uzaktır.  

“Sınıf çelişkileri sertleşip keskinleşiyor ve bu nedenle de siyasi iktidarın sahibi burjuva diktatörlüğü, egemenliğini sürdürmenin koşullarını açık zor uygulamak dışında oluşturamıyor. Bu hem burjuva demokrasisinin askıya alınmasını ve baskıcı, otokratik bir daralmayı ifade ediyor hem de yazının sonunda değineceğimiz devrimci bir durumun da temelini oluşturuyor.”

Evet, Öztaş böyle yazıyor. Günümüzde işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki uzlaşmaz karşıtlıklar, çelişkiler formuna bürünmemiş olup, var olan kapitalist iktidarın toplum üzerindeki hegemonyasında da bir kriz bulunmuyor. Kapitalist sınıf iktidarını, baskılar yanı sıra rıza/onay sağlayıcı birçok toplumsal araç/yapı üzerinden sağlıyor ve yeniden üretiyor. Kültür endüstrisinden (medya burada öne çıkıyor), mücadele örgütleri olması gerekirken iktidarın korporatist aparatları haline dönüştürülen sendikalardan, eğitim sisteminin geleceğin işçilerinin ideolojik formasyonunu oluşturmadaki rolünden, tarikatlar/cemaatlerin mikro-iktidar örgütlenmeleri olarak işlevinden tutun, hayırseverlik pratiklerinin oluşturduğu ideolojik motiflere, ırkçı/milliyetçi söylemlerin yaygın kullanımına kadar, birçok yol ve araçla kapitalist sınıfın işçi sınıfı üzerindeki hegemonyası korunuyor ve sürdürülüyor. Baskıyla birlikte var olan bu yol ve araçlarla, burjuva demokrasisi askıya alınmamış, aksine geliştirilip pekiştirilmiştir.

Bakın Öztaş, Leninist öncülüğün işlevini unutup, kriz koşullarında işçi sınıfının kendiliğinden sermaye iktidarını sorgulayacağını düşünüyor:

“Anti demokratik, baskıcı bir siyasi iktidarın, üstelik kapitalist kriz koşullarında, yoğun bir işçi sınıfı itirazı ile karşılaşması doğaldır. İşçi sınıfının itirazının başlama noktası neresi olursa olsun, eğer saptırıcı bir müdahale yapılmazsa bitiş noktası burjuva diktatörlüğünün sorgulanması olacaktır.”

Oysa işçilerin kendi başlarına kriz koşullarında dahi olsa varabileceği en gelişkin örgütlenme ve bilinç biçimi sendikal mücadele ve sendikalizmdir. Çünkü kapitalist sınıfın toplumsal iktidarını sağlayan ve yeniden üreten mekanizmalar vardır. İşçi sınıfı üzerinde kurulan iktidar bir toplumsal ilişkiler toplamıdır. İşçi sınıfı bu toplumsal ilişkiler içerisinde kendiliğinden devrimci bir yönelişe erişemez. Leninist öncülük, işçilerin arasında bulunup, işçilerin yaşadıkları deneyimler sonucu oluşabilecek bilinçsel ilerlemeler zemini üzerinde çalışıp, onlarda filizlenmiş düzenle uyumsuz bilinç nüvelerini sosyalist ideolojiyle ve politikalarla ilişkilendirmeyi ve böylelikle onları örgütlemeyi içeriyor.

“Sandığın, baskıcı, anti demokratik bir otokrata karşı, demokrasi, adalet, özgürlük vb. için kurulduğu iddia edilmektedir.”

Bu cümleyi yazanın bir sosyalist olması üzücüdür. Sosyalistlerin seçimlerle “demokrasi, adalet, özgürlük” gelmeyeceğini bilmediklerini mi zannediyor?.. Toplumumuzun yarısında “tek adam rejimi”ne dönük birikmiş bir tepkisellik bulunuyor. Bu tepkilerin örgütlenmesi ve sosyalizm mücadelesine yönlendirilmesi gerekiyor. Kitlelerin tepkileri ve özlemleri dikkate alınmadan, sosyalist mücadele yürütülemez. Üstelik sosyalistler kendi partileriyle parlamentoya girmeye çalışmış ve birkaç vekil çıkararak bunu başarmışlardır. Meclis kürsüsünden işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda muhalefet edecekler, sosyalizm mücadelesinin topluma seslenme görevini, bu kürsü üzerinden de gerçekleştireceklerdir. Sosyalistler “burjuva demokrasisi, adaleti, özgürlüğü” için sandığa oy vermeye gitmediler ve kitlelere de bu yönde bir çağrıları olmadı. Öztaş’ın iddia ettiğinin aksine, sosyalistler arasında işçi sınıfına burjuva demokrasisini savunmak için oy ver diyen bulunmuyor.

Öztaş, bakın nasıl bir çarpık algıya/kavrayışa sahip?:

“Devrimci sosyalist yapılar da, içinde bulunduğumuz sürecin anti demokratik yapısını, burjuvanın ona duyduğu ihtiyaç ile ilişkilendirmek yerine, ‘tek adamın’ veya ‘saray rejiminin’ politik hırslarına bağlamışlardır.”

İçinde bulunduğumuz süreç tamı tamına demokratiktir; burjuva demokrasilerinde faşizan uygulama ve politikalar, klasik faşist devletlerin Almanya ve İtalya’da görüldüğü zamandan bugüne uygulana gelmiştir. Hiçbir sosyalist bir bireyin hırslarıyla, çıkarlarıyla vb. rejimin varlığını açıklamıyor.

“Seçim sonuçlarına bakan ve bekledikleri burjuva değişimi göremeyenler, işçi sınıfından oluşan seçmen kitlesini, bilinçsiz olmakla suçlama yoluna yönelmişlerdir. Devrimci politik yapılarımız ve entellektüellerimiz, sınıf ekseniyle burjuva politik alana bakacaklarına, tersine burjuva politik alana bakarak işçileri sınıflamaktadırlar. Burjuva demokratik alanı o denli makbul kabul etmektedirler ki, bu alanda alınan pozisyona göre, işçileri bilinçsiz ilan edebilmekte hatta sınıflarından bile aforoz edip, onları çürümüş, lümpenleşmiş, insani ve toplumsal değerlerini yitirmiş ilan edebilmektedirler.”

Oysa çürüme/lümpenleşme bir süreçtir. Sosyalistler bu süreci durdurmak ve tersine çevirmek için mücadele eder. Liberal bireycilik ve “her koyun kendi bacağından asılır” gibi değerler, hayırseverliğin getirdiği düşkünlük ve “buna da şükür” zihniyeti, sığınmacılara karşı yükseltilmeye çalışan ırkçılık ve hoşgörüsüzlüğe karşı duramayış,  büyük servetleri ellerinde tutan tarikatlara sığınma/yanaşma vd., bunlar çürüme sürecinin bazı görünümleridir. Sormak gerekiyor; işçilerin kendi sınıfsal çıkarlarının bilincinde oldukları ne zaman söylenebilir?.. Bu çıkarları temsil eden sosyalist partilerde hatırı sayılır büyüklüklerde örgütlenmiş oldukları zaman. Oysa bugün işçiler seçimlerde ağırlıkla düzen partilerine oy veriyor. Parti-devlet haline dönüşmüş AKP’ye ve bu partinin liderine yönelik, emekçiler arasında fanatizme varan bir destek bulunuyor. Sosyalistler, işçilere politikalarını ulaştırmakla, düzene dönük devrimci eleştirileriyle görevlerini yapıyor. Sosyalistler CHP ve diğer düzen partilerini sanki eleştirmiyormuş, onların vizyonlarının kapitalist sınıfın çıkarlarıyla bağını göstermiyormuş gibi yazan Öztaş, “tek adam rejimi”nin değiştirilmesinin kitlelerde yaygın bir özlem olduğunu göremiyor. Kitlelere öncülük etmek, onların özlemlerini bir kenara bırakıp, siyasetsiz kalınarak yapılamaz. Öztaş, sistem restore olursa, mücadelenin duracağını mı zannediyor?..

Açık yazayım; Öztaş’ın “bilinç” hakkında yazdıkları, anlamadığı konulara girdiğini gösteriyor. Vaktim olmadığından, Öztaş’ın pek felsefi (!) “bilinç” değerlendirmelerini, değerlendirmeye dahi almayacağım. İşçi sınıfının bilincinin gelişimi konusunda Öztaş’a ve okura, daha önce yazdığım bir değiniyi okumalarını öneriyorum. Bağlantı adresi şöyle: https://www.facebook.com/groups/marksistarastirmalarmar/permalink/6115365635199195/

Son olarak Öztaş’ın “devrimci durum” çözümlemesi (!)’ne bakalım:

“Kapitalist krizin gereği olarak sınıf savaşımı keskinleşecek, burjuvazinin Bonapart’ı inşa ve istihdam etmesinin gereği burada. Açık ki aynı durum işçi sınıfının kalkışmasını ve devrimci bir durumun oluşmasını da içeriyor. Tekrar edelim, açık ki kapitalist kriz ve krizin ihtiyaç duyduğu baskı, karşısında keskinleşen bir sınıf tepkisi ve devrimci dönüşüm durumu da sunuyor.”

Lenin’in devrimci durumu tariflemesini okumamışsa, Öztaş’a hatırlatmak gerekiyor: Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği bir tarihsel kesit ve bunlara eşlik eden iktisadi bir bunalım… Kriz koşullarında sınıf savaşımı/mücadelesi otomatik olarak keskinleşmez. Sistem, oluşan tepkileri soğurabilecek mekanizmalara sahiptir. Her kriz, devrimci durum doğurmaz. Sosyalist partinin devrimci durum öncesi süreçlerde belirli bir ön hazırlığının olması, işçiler arasında öncü işçileri az çok örgütleyebilmiş olması, işyerlerinde ve mahallelerde azımsanmayacak bir güç oluşturmuş olması gerekir ki, devrimci durum başarıyla ilerletilebilsin. Yine örneğin tarih göstermiştir ki, kriz kesitlerinde, işçilerin/kitlelerin faşist partileri desteklemesi ve faşist diktatörlüklerin kurulması da mümkündür.

Bitirirken şunu belirtmeliyim. Öztaş’ı ciddiye aldım, çünkü böyle düşünen sosyalistlerin sayıları az da olsa var olmaları üzüntü vericidir. Eleştirimin karşı taraftakilerin fikirlerini değiştirmeyeceğini düşünüyorum. Fakat bu kişilerin yazılarını okuyan, bu kişilerle konuşanların, onlardan etkilenmelerinin de önüne geçmek gerekiyor. Bu yazıyı bu amaçla kaleme aldım.

Eleştirilen yazının bağlantı adresi: https://umutsen.org/index.php/burjuva-demokrasisi-ruyasi-alper-oztas/

24 Mayıs 2023 Çarşamba

Suriyeli sığınmacılar bir sorun mu?

Mahmut Boyuneğmez


Bize göre Türkiye toplumunda Suriye ve Afganistan’dan göçüp gelen sığınmacılara karşı belirli bir yaygınlığa sahip hoşgörüsüzlük/toleranssızlık bulunuyor. Bu toleranssızlığı besleyen en önemli nedenler, sığınmacıların çoğunluğunun yoksulluk koşullarında içerisine itildiği suçların oransal olarak yüksek olduğu sanısı ve vatandaşlığa geçenlerin seçimlerde AKP’yi desteklediği yönündeki algıdır. Oysa gerçek tablo farklı bir durum gösteriyor.

Türkiye’de kayıt altına alınmış geçici koruma statüsündeki Suriyeli sayısı 17 Mayıs 2023 tarihi itibarıyla 3 milyon 381 bin 429 kişidir.[1] Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü’ne göreyse Türkiye’de 3,6 milyon kayıtlı Suriyeli sığınmacı, 320 bin de diğer uyruklardan göçmen bulunuyor.[2] Toplamda 4 milyon civarında sığınmacının Türkiye’de olduğu anlaşılıyor. Akın akın göçle geliyor ve başımıza bela oluyorlar gibi bir izlenim oluşturulmaya çalışılsa da, kayıt altına alınmış Suriyeli sığınmacıların Türkiye toplumunun nüfusuna oranı sadece %3,81 düzeyinde. Tüm göçmenlerin nüfusa oranı ise %4,7 olarak hesaplanıyor. Suriyeli sığınmacıların toplumumuzun bu kadar düşük bir oranını oluşturmakta olduğu gerçeği yaygın olarak bilinseydi, hazmedilemeyecek bir sorun oluşturamayacakları yönünde bir algı da pekâlâ gelişebilirdi.

Yılbaşından bu yana kayıtlı Suriyeli sayısı 154 bin 569 kişi azalmış durumda. En son Göç İdaresi Başkanlığı'ndan yapılan açıklamada gönüllü olarak ülkesine dönen Suriyeli sayısının 554 bin 114 kişi olduğu belirtilmiş bulunuyor.[3] Esad hükümetinin denetlediği topraklar arttıkça, zaman içerisinde sığınmacıların önemli bir kesiminin ülkelerine dönme eğiliminde oldukları anlaşılıyor.

17 Mayıs 2023 tarihi itibarıyla kamplarda (geçici barınma merkezlerinde) kalan Suriyelilerin sayısı 62 bin 151 kişidir. Suriyelilerin yalnızca %1,84’ü kamplarda yaşıyor. 17 Mayıs 2023 tarihi itibarıyla şehirlerde yaşayan Suriyeli sayısı 3 milyon 319 bin 278 kişi olarak açıklanmış bulunuyor. Başka bir deyişle, Suriyelilerin %98,1’i şehirlerde yaşıyor. En çok Suriyeli barındıran şehir 531 bin 173 kişi ile İstanbul. İstanbul’u 444 bin 850 kişi ile Gaziantep, 341 bin 909 kişi ile Şanlıurfa takip ediyor. Suriyelilerin yerli nüfusa oranla en yoğun olduğu şehir ise %33,6’lük bir oran ile Kilis. Suriyeli yoğunluğunda Kilis’i %17,1’lik oran ile Gaziantep takip ediyor.[4] Aslında bu iller de dâhil Türkiye’de hiçbir ilde Suriyeli sığınmacılar demografik olarak baskın konumda bulunmuyor. Başka bir deyişle sığınmacılar, hiçbir ilde nüfus yapısını değiştirecek boyutta bir ağırlığa sahip değil.

Düzen muhalefetinin oy avcılığı uğruna sığınmacılara karşı bazı yerelliklerdeki sığınmacı nüfusun yoğunluğundan kaynaklı hoşnutsuzlukları, ülke genelinde de varmış gibi göstermesi bir çarpıtma oluyor. Bakın bir muhalif gazeteci ne yazmış durumda:

“Sokaklardaki manzara çok açık. Ülke resmen göçmen işgali altında. Sınır illerinde ‘Suriyeli vatandaşlarımızın’ sayısı kendi vatandaşlarımızı geçmeye başladı.”[5]

Oysa resmi istatistikler kayıt altına alınmayan (kaçak) sığınmacıları içermediğinden sığınmacıların sınır illerindeki oranlarının daha yüksek olması beklenirse de, bu illerde bile oranın nüfusun yarısını geçmesi olanaklı görünmüyor.

İçişleri Bakanlığı tarafından 19 Aralık 2022 tarihinde yapılan açıklamada 223 bin 881 Suriyeliye Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verildiği belirtiliyor. Bu kişilerin 126 bin 786’sı reşit, 97 bin 95’i ise çocuk. 19 Ağustos 2022 tarihinde yapılan açıklamada ise 104 bin 976 Ahıska Türkü, 7 bin 1 Uygur Türkü ve 39 bin 294 Afganistan uyrukluya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verildiği belirtiliyor. 15 Nisan 2023 tarihinde İçişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada seçimde oy kullanma hakkına sahip Suriyeli asıllı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı sayısının 130 bin 914 olduğu belirtilmiş bulunuyor.[6] CHP’li Adıgüzel’in açıklamasına göreyse, 1 milyon 325 bin yurt dışı doğumlu seçmen arasında, sadece 168 bini Suriye kökenli. Suriye, Afganistan, İran, Irak ve Libya doğumlu toplam yurtdışı doğumlu seçmen sayısı 235 bin 701 düzeyinde.[7] Yani?.. Toplam seçmen sayısının 64 milyon 145 bin 504 olduğu dikkate alındığında, oy verme hakkına sahip sığınmacıların tüm seçmenlere oranının “devede kulak” durumunda olduğu görülüyor. Hepsinin AKP’ye oy verdiğini düşünsek bile, bunun AKP’nin oy oranlarını anlamlı şekilde etkilemediği çok açık.


Peki sığınmacılar iş gücü piyasasını nasıl etkiliyor?.. Ücretlerin düşmesi yönünde bir eğilimin nedeni olabilirler mi?.. Türkiye’de reel ücretler zaten yüksek enflasyon ile birlikte azalıyor ve tüm ücretlerde asgari ücrete doğru bir gerileme yaşanıyor. Bunun sığınmacılarla hiç bir ilintisi bulunmuyor.  Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından 31 Mart 2019 tarihinde yapılan açıklamada Türkiye’de çalışma izni verilen Suriyeli sayısının 31 bin 185 kişi olduğu belirtiliyor.[8] Kaçak olarak çalıştırılan sığınmacıların sosyal güvencesizliğe ve düşük ücretlere boyun eğmek zorunda kaldıkları biliniyor. Fakat Suriyeli sığınmacıların Türkiye genelinde emekçiler için belirgin bir rekabet unsuru oluşturmadıkları ve işgücü piyasasını olumsuz etkileyemeyecekleri, aralarında çalışabilecek durumda olanların sayısına bakılarak söylenebiliyor (bkz; tablo).

Bu tablodan, 18-60 yaş arasındaki Suriyeli sığınmacıların sayısının 1 milyon 636 bin 714 kişi olduğu anlaşılıyor. TUİK verilerine göre 2023 Mart ayında ücretli çalışanların sayısının 14 milyon 757 bin 342 kişi olduğu görülüyor. İşçi sınıfının gerçek işsizler bölmesi sayıca daha fazla olsa da, Türkiye’de TUİK verilerine göre 3 milyon 483 bin kişi işsiz. Öyleyse Türkiye’de en az 18 milyon 240 bin 342 kişinin işçi olduğu söylenebiliyor. Yani Türkiye nüfusu olan 85 milyonun yaklaşık % 22’sini işçiler oluşturuyor. Aynı oranın Suriyeli sığınmacılar arasında da geçerli olduğunu varsayarsak, yaklaşık 744 bin Suriyeli işçinin olduğu anlaşılıyor. Görüldüğü gibi, 744 bin Suriyeli emekçi, toplumumuzda işçi sınıfı içerisinde %4’lük bir bölmeyi oluşturuyor. Çocuk işçileri ve kayıt altına alınmayan/kaçak çalıştırılan sığınmacı emekçileri de hesaba katarak, bu oranın iki katı yani %8 olduğunu varsayalım. Bu durumda Türkiye’deki işçilerin %8’ini (10 işçiden 1’i bile değil) oluşturan Suriyeli sığınmacı emekçiler, işçi sınıfımız içerisinde anlamlı bir rekabete yol açabilir mi? Ya da bazı ilçelerde ve sektörlerde (örneğin tekstil) etkili olsa da, Türkiye genelinde ücretlerin aşağı çekilmesinde ne kadar pay sahibi olabilir?..

Evet, bazı yerelliklerde, örneğin Kilis ve Antep gibi sığınmacı nüfusun yoğun olduğu yerlerde, ücretlerin baskılanmasında ve işsizliğin artışında, sığınmacıların rolünün olduğu söylenebilir. Fakat sığınmacı emekçilerin düşük ücretlerle çalıştırılmasının, Türkiye genelinde ücretlerin baskılanmasında anlamlı bir paya sahip olduğunu söylemek mümkün değil. İşsizliği ancak bazı yerellikler düzeyinde artırmış olsalar da, Türkiye genelinde zaten yüksek olan gerçek işsizlik oranlarını artırmada belirgin bir rolleri de bulunmuyor.

Türkiye’de 938 bin 138 Suriyeli çocuk eğitim hayatına devam ediyor. Eğitim çağında olup okula gitmeyen 432 bin 956 Suriyeli sığınmacı çocuk bulunuyor.[9] İşte asıl sorun burada yatıyor. Okula gitmeyen sığınmacı çocukların büyük çoğunluğu, ailelerinin yoksul olması yüzünden gelir sağlamak amacıyla çocuk işçi olarak çalışmak zorunda kalıyor. Sığınmacı çocukların hakkı olan eğitimden mahrum kalmaları ve çocuk işçisi olmalarına devletin ve toplumumuzun neden kayıtsız kaldığını sorgulamak ve solun, bu konuyu topluma dönük seslenmesinde işlemesi gerekiyor.

Suriyeli sığınmacıların arasında suç oranlarının yüksek olduğu yönünde bir algı da toplumumuzda belirli bir yaygınlığa sahip durumda bulunuyor. Suriyelilerin %71,96’sı kadın ve çocuklardan oluşuyor. Dolayısıyla bu kesim içerisinde suç oranlarının çok da yüksek olmayacağı beklenir. Açık olarak bilinen bir husus ise, 2016’dan bugüne kadar 19 bin 336 Suriyelinin asayiş sorunları sebebiyle sınır dışı edildiği… Bu kişilerin sayısını ülkemizdeki tüm Suriyeli sığınmacıların sayısına bölerek elde edeceğimiz oran, % 0,57’dir. Yani Türkiye’de Suriyeli sığınmacıların % 1’i bile etmeyen bir kesimi asayiş suçlarına karışmış ve sınır dışı edilmiştir. Elbette suç işlemiş fakat sınır dışı edilmemiş sığınmacıların da olduğu biliniyor. Resmi rakamlara göre sığınmacıların suç oranı 2014 yılından itibaren 2022 yılına kadar %1,32 düzeyindedir. Aralık 2021'de Süleyman Soylu, 3,7 milyon Suriyeliden 2020'de 37 bin 418, 2021'de 50 bin 231'inin suça karıştığını (Suriyeli sığınmacıların %1,36’sı) duyurmuş bulunuyor.[10] Buna göre Suriyeli sığınmacılar arasında 100 binde 1358 kişi suç işlemiş görünüyor. 2021 yılında Türkiye’de 3 milyon 290 bin 195 ceza davası açılmış, bunların 2 milyon 529 bin 492'sinde (%50,6) mahkûmiyet kararı verilmiştir.[11] Dolayısıyla Türkiye’de 100 bin kişiden 2984 kişi mahkûmiyetle sonuçlanmış suç işlemiş bulunuyor. Bu nedenlerle, sığınmacılar arasında suç oranlarının yüksek olduğu algısı ve düşüncesinin, bir “şehir efsanesi” olduğu anlaşılıyor.

Evet, ırkçı/faşizan kişi ve partilerin sömürdüğü ve köpürttüğü, Suriyeli sığınmacılara dönük toplumumuzda yaygınlığı sanıldığı kadar çok olmayan bir toleranssızlık bulunuyor. Bu toleranssızlık, bilinçlerdeki bir çarpık algıya karşılık geliyor. Köpürtülen bu konuda toplumumuzu yanlış yönlendirenlere karşı burada bazı boyutlarıyla gerçeklere dayanarak yaptığımız bilgilendirmelerin, sosyalistler tarafından devamının getirilmesi gerekiyor. Sığınmacıların işsizlik, yoksulluk, sağlıklı barınaklardan yoksunluk, eğitim hakkından mahrumiyet ve bazı durumlarda dışlanma gibi sorunlarının olduğunu da hatırlatmak...

Suriyeli ve Afganistanlı sığınmacıların ağırlıklı çoğunluğunun ülkemize geliş nedeninin zorunluluktan kaynaklandığı herkesin malumu. Sığınmacıların nihai olarak büyük çoğunluğunun şartlar elverdiğinde ülkelerine dönmesi de arzulanır bir durum. Fakat sığınmacılar konusunu eldeki bilimsel verilerle değerlendirmek ve toplumumuzda sığınmacılara karşı oluşturulmaya çalışılan alerjinin bir tuzak olduğunu görmek gerekiyor. “Sığınmacılar ülkemizde sorun(lar) oluşturuyor” diyenleri, iddialarını ispatlamaya çağırmak gerekiyor.



23 Mayıs 2023 Salı

Marx’ın Batılı Olmayan Toplumların Gelişimine Dair Çok Çizgili Anlayışı*

Kevin B. Anderson


Birincisi, kapitalist toplumlar ile kapitalist olmayan toplumların ilişkisi konusundaki iyi bilinen bir pasaj İngilizce basımda şöyle yer alıyor: “Sanayi açısından daha gelişmiş olan ülke, daha az gelişmiş olanlara, yalnızca kendi geleceğinin imgesini gösterir" (Marx 1976, 91; vurgu eklenmiştir). Kapital’in 1. cildini belirlenimci bir çalışma olmakla eleştirenlerin bazıları, bu pasajı yorumlarken, Marx'ın tüm toplumların tek bir gelişme yolu izlemek zorunda kalacaklarını, onun da on dokuzuncu yüzyıl İngiltere'sinin yolu olduğunu düşündüğü şeklinde bir görüş ileri sürmüşlerdir (Shanin 1983). Ama Marx’ın bu tezini açıklığa kavuşturduğu Fransızca basımda aynı pasajın nasıl olduğuna dikkat edin: "Sanayi açısından daha gelişmiş olan ülke, sanayi yolunda onu izleyenlere [échelle], yalnızca kendi geleceğinin imgesini gösterir" (Marx 1963, 549; vurgu eklenmiştir). Burada bir ülkenin diğerinin yolunu izlemesi kavramı açıkça sanayileşme yönünde ilerlemekte olanlarla sınırlıdır. Görüldüğü üzere, Marx'ın zamanındaki Rusya ve Hindistan gibi sanayileşmemiş toplumlar artık parantez dışında tutulmakta, onlar için alternatif yolların olabileceğine kapı aralanmaktadır.

Marx başka bir paragrafta da buna benzer bir şey yapmıştır: Kapitalizmin kökenini köylülüğün mülksüzleştirilmesinde irdelediği ilk birikim konusundaki bölümden bir paragraftır bu. Standart İngilizce ve Almanca basımlarda Marx şöyle yazar: "Tarımsal üreticinin, köylünün mülkünden, topraktan yoksun bırakılması tüm sürecin temelidir (...) Bu yalnızca İngiltere'de klasik biçimini almıştır, bu yüzden orayı örnek gösteriyoruz" (Marx 1976, 876; vurgu eklenmiştir). Bununla birlikte, daha sonraki Fransızca basımda bu pasaj şöyledir: "Ama tüm bu gelişmenin temeli köylülerin mülklerinden yoksun bırakılmalarıdır. Şimdiye kadar İngiltere bunun eksiksiz uygulanıp yerine getirildiği tek ülkedir (...) ama Batı Avrupa ülkelerinin hepsi aynı gelişme sürecinden geçiyor" (Marx 1963, 1170-1; vurgu eklenmiştir). Marx bir kez daha Rusya ve Batılı olmayan diğer toplumlar için alternatif bir gelişme olasılığına kapı aralamıştır.

Marx'ın Batılı olmayan ve kapitalizm öncesi toplumlar üzerine geç dönem yazılarındaki ikinci unsur Rusya'ya ilişkindir. Marx'ın o ülkeye yeniden ilgi göstermesi, Almanca dışında ilk basım olarak Kapital'in 1872'de Rusçaya çevrilmesiyle hiç kuşkusuz çok yakından bağlantılıydı. Dahası, kitabın orada tartışmalara konu olması Marx'ı şaşırttı (Resis 1970). Marx, Rusya'nın ve Asyalı tarım toplumlarının Batı tarzında modernleşmeye mahkûm olup olmadıkları sorununu birçok yazısında yeni baştan irdelemiştir. Teodor Shanin ve arkadaşları, Rusya'yla ilgili bu yazıları bağlam içine oturtmuşlardır (Shanin 1983). Rus yazar N. K. Mihaylovski'nin Kapital eleştirisine yanıt verdiği 1877 tarihli bir mektubunda Marx, tek çizgicilik suçlamasına karşı kendini savunuyordu. Kapital'in yukarıda anılan Fransızca basımındaki ikinci örneği aktararak şunu da sürüyordu: “İlk birikim konusundaki bölüm, kapitalist ekonomik düzenin Batı Avrupa'da feodal ekonomik düzenin rahminden doğarken izlediği yolun izini sürmenin ötesinde bir iddia içermiyor" (Shanin 1983, 135). Tek çizgicilik suçlamasına gelince, Marx, "alınyazısı gibi tüm halklara dayatılmış genel seyre ilişkin tarihsel-felsefi bir kuram" geliştirdiğini de şiddetle reddediyordu (136). Öyle görünüyor ki, bu mektup hiç gönderilmedi.

Rus devrimci Vera Zasuliç'e 1881'de yazdığı ünlü mektubunda konu bir kez daha Rusya'nın Batı Avrupa'da halen gerçekleşmekte olan kapitalist gelişim yoluna sürüklenmeye mahkûm olup olmadığı idi. Marx yine Kapital'in Fransızca basımındaki aynı paragrafı örnek gösterdikten sonra şunu belirtiyordu: "Bu seyrin 'tarihsel kaçınılmazlığı' bu nedenle açık seçik olarak Batı Avrupa ülkeleri ile sınırlıdır" (Shanin 1983, 124; özgün metinde vurgulanmıştır). Yine, alternatif gelişme yollarının mümkün olabileceği sonucuna ulaşıyordu. Bu yargısını, büyük ölçüde, komünal mülkiyetin bulunduğu Rusya köyü ile Batı Avrupa'daki Ortaçağ köyünün toplumsal yapıları arasındaki belirgin farklılıklara dayandırıyordu. Rusya toplumuna ilişkin yaptığı yeni incelemelerin sonucu olarak, "komünün Rusya'da bir toplumsal yenilenmenin odağı olduğu kanısına vardığı"nı sözlerine ekliyordu (124). Zasuliç'e yazdığı mektubun çok daha uzun olan taslaklarında Marx, irdelemekte olduğu komünal toplumsal ilişkilerin Hindistan gibi Batılı olmayan toplumlarda da bulunduğunu belirtiyordu.

Son olarak Marx, yayımlanmış en son yazısı olan ve Engels'le birlikte kaleme aldıkları Komünist Manifesto'nun 1882 Rusça basımına önsözde, obsçina ya a mir sisteminin yürürlükte olduğu Rusya köyünün komünal biçimi konusuna yeniden dönüyordu.

Ciddi derecede aşınmış olsa bile Rusya'da toprak üzerindeki ilkel komünal mülkiyetin bir biçimi olan obsçina, komünal mülkiyetin daha yüksek, komünist biçimine doğrudan doğruya geçebilir mi? Yoksa ilk önce Batı'nın tarihsel gelişmesine damga vuran aynı dağılma sürecinden mi geçmelidir? Bugün bunun tek bir olası yanıtı vardır. Eğer Rusya devrimi Batı'da proletarya devrimi için bir işaret haline gelirse, böylece ikisi birbirini tamamlarsa, o zaman Rusya'daki köylü komünal toprak mülkiyeti komünist bir gelişim için çıkış noktası olarak işlev görebilir. (139)

* Başlık bizim tarafımızdan konulmuştur. Bu alıntı, Anderson’un Marx’ın Batılı Olmayan ve Kapitalizm Öncesi Toplumlar ve Toplumsal Cinsiyet Üzerine Geç Dönem Yazıları adlı makalesindendir. Bkz; Çağdaş Marksizm Seçkisi-Yüzyıla Damga Vuran Metinler, Yordam Kitap, 2019, s. 556-69

22 Mayıs 2023 Pazartesi

14 Mayıs seçimleri üzerine notlar

Mahmut Boyuneğmez

1) AKP’nin Türkiye genelinde aldığı oy oranı % 35,56 olup, 2002 yılındaki hariç (o yıl % 34,3’tü) daha sonra yapılan 6 genel seçimde 5 kez % 40’ın üzerinde oy almasına karşın ilk defa bu seçimde % 40’ın altına inmiştir. 24 Haziran 2018 seçimindeki oy oranı % 42,49 olan AKP, 14 Mayıs’ta % 6,93 oranında oy kaybı yaşamıştır. 14 Mayıs seçiminde % 49,5 oranında oy alan Erdoğan’ın 2018 yılındaki oy oranı % 52,54’tür. 5 yıllık sürede % 3’lük bir oy kaybı yaşanmıştır. Erdoğan’ın oy oranları 2018 yılındaki seçime göre 81 ilin 73’ünde gerilemiştir.

2) AKP’nin en çok oy kaybettiği iller; Erzurum, Trabzon, Rize, Samsun, Elazığ, Urfa, Maraş, Antep, Sivas, Kayseri, Konya, İstanbul, Ankara, Bursa, Bitlis, Isparta, Manisa, Aksaray’dır. İktisadi krizin bu oy kaybında bir etken olduğu söylenebilirse de, aslında sağ görüşlere sahip seçmenin siyasal alanda AKP’nin yanı başındaki diğer sağcı partilere doğru yöneldiği görülmektedir. AKP’nin kaybettiği bu oyların genel olarak YRP, MHP ve Zafer Partisi’ne kaydığı söylenebilir.

3) AKP’nin azalan oylarının DEVA ve Gelecek Partisi’ne gitmediği görülmektedir. Bu iki partinin oyu çok düşük olmasına rağmen, CHP’yi ve Millet İttifakı’nın vizyonunu büyük oranda belirlemektedir. CHP’nin sağ seçmenden oy alabilmek için seslenmesinde sağcı söylemler kullanması, kendisinin oy oranını artırmamış bulunmaktadır.

4) 6 Şubat depremlerini yaşamış illerde Erdoğan’ın oyundaki azalma oranları haritada görülmektedir. Bu illerde AKP’nin oy oranlarında gerileme olduğunu da belirtmek gerekir.

5) Türkiye genelinde Erdoğan’ın ve AKP’nin oy oranlarındaki azalmalar neden sınırlı kalmıştır?.. Bize göre, bunun birkaç nedeni bulunmaktadır:

a) İdeolojik/siyasal fikirlerdeki değişim, maddi toplumsal koşullardaki kötüleşmeyi kitleler ölçeğinde eşzamanlı olarak ve birebir takip etmemektedir. Yaşam koşullarındaki gerileme, fırsatçı-popülist dağıtım ve bölüşüm politikalarıyla tolere edilebilir duruma getirilebilmektedir. Vaatlerin ve sunulan devlet imkânlarının durumlarını iyileştireceğine inanıp, “buna da şükür” diyen kitlelerin bilinçlerinde bir kırılmanın oluşması engellenebilmektedir.

b) Kültür endüstrisinin özellikle televizyon kanallarının %90’ından fazlasını kendisine bağlayan bir parti-devlet olarak AKP’nin, kitlelerin olayları ve süreçleri algılama, anlamlandırma işlemleri üzerinde hegemonyasının olması, bir diğer nedendir.

c) Tarikat/cemaat örgütlenmelerinin her bir yerellikte oluşturduğu mikro-iktidar ağları, alternatif yönelimlerin önünü almaktadır.

d) AKP’nin topluma seslenmesinde kullandığı “sen güçlü ve büyüksün Türkiye” şeklinde özetlenebilecek propagandanın bileşenleri arasında uçak gemisi, SİHA, TOGG, petrol ve doğalgaz keşifleri gibi unsurlar yer almıştır. İnsanlar kendilerinin değerli/saygın/güçlü olduğunu düşünmek isterler ve kendilerinin bu sıfatlara layık olduklarını benimsemeye eğilimlidirler. Burada bir taltif edilme (gönül okşanması) bulunmaktadır.

e) Sistemin bekası ve güvenliğin teminiyle istikrar vurgusu, dış politikada izlenen “dik başlı” tarz ve Millet İttifakı’na dönük toplumu kutuplaştırıcı, kendi tabanını sağlamlaştırıcı üslup da kitlelerin yönlendirilmesi ve yönetilmesinde etkinliğini korumaktadır.

f) AKP’nin kitle tabanı ağırlıkla kırsalda yaşayanlar ve şehirde yaşayıp da kırsaldan getirdiği kültürü koruyanlardır. Örneğin, köy ve mezralarda ( aşağıdaki tabloda bir ya da iki sandıklı seçmen bölgeleri) bulunan sandık sayısı, toplam yurtiçi sandık sayısının % 30’u oranındadır ve bu her 3 sandıktan birisi köy ve mezralarda anlamına gelmektedir. Bu kırsaldaki sandıkların % 70’inde Erdoğan önde çıkmıştır. Kırlar, tutucudur ve siyasal tercihleri ile dünya görüşlerini on yıllar/yüzyıllar boyunca çok az değiştirirler. 

6) Türkiye toplumunda partizanlık/”parti fanatizmi”nin güçlü olduğu bir kez daha anlaşılmaktadır. 3 Kasım 2002 seçimlerinde Genç Parti’nin % 7,25 oranında oy almış olması, siyasal tercihlerin değişkenliğine dair bir veriyken, bu değişkenliğin sağ ve sol bloklar arasında bir geçiş anlamına gelmediğini de görmek gerekmektedir.

7) Emek ve Özgürlük İttifakı % 10,53’lük oy oranıyla 66 milletvekili çıkarmıştır. Bu ittifak içerisinde yer alan TİP, % 1,73 oranında oy almış ve 4 milletvekili çıkarmış bulunmaktadır. Bu sosyalizm mücadelesi adına bir başarıdır. Meclis kürsüsünden yapılacak sosyalist muhaliflik görevi değerini korumaktadır.

Kaynaklar:

1) https://www.bbc.com/turkce/articles/crgelpzl97mo

2) https://halktv.com.tr/secim-2023/erdogan-ve-akpnin-buyuk-kan-kaybi-iste-2018-2023-secimleri-karsilastirmasi-739584h

3) https://artigercek.com/politika/akpnin-en-cok-oy-kaybettigi-iller-yuzde-15e-varan-dususler-var-250023h

4) https://www.yenisafak.com/secim-2023-sonuclari-kim-ne-kadar-oy-aldi-h-4530919

20 Mayıs 2023 Cumartesi

FEODAL ÜRETİM TARZI

Perry Anderson

Çeviren: Şükrü Alpagut

Batı Avrupa'da doğan feodal üretim tarzının ayırt edici özelliği karmaşık bir birliktir. Bu üretim tarzının geleneksel tanımları, sıklıkla, bunu ancak kısmen yansıtmış ve sonuç olarak, feodal gelişme dinamiğine ilişkin herhangi bir açıklama kurmak güçleşmiştir. Bu, toprağın ve doğal ekonominin ağır bastığı, gerek emeğin gerekse emek ürünlerinin meta olmadığı bir üretim tarzıydı. Özgül bir toplumsal ilişki, dolaysız üreticiyi -köylüyü- üretim araçlarıyla -toprakla- birleştiriyordu. Sözlük anlamıyla bu ilişkinin formülünü, serfliğin hukuksal tanımı veriyordu -glebae adscripti, yani "toprağa bağlanmış”: Serflerin yer değiştirmeleri yasalarla kısıtlanmıştı.[1] Arazi üzerinde oturan ve onu işleyen köylüler onun sahibi değildi. Tarımsal mülkiyet, siyasal-hukuksal baskı ilişkileriyle köylülerden artık sızdıran feodal lordların (beylerin) oluşturdukları bir sınıfın özel mülkiyeti altındaydı. Çalışma yükümlülükleri, ayni kiralar ya da köylünün bireysel lorda ödemek zorunda olduğu geleneksel vergiler biçimine bürünen bu ekonomi dışı baskı, hem doğrudan doğruya lordun şahsına ait malikâne mıntıkasında, hem de köylünün ekip biçtiği kiralık toprak parçalarında ya da küçük tarlalarda uygulanıyordu. Bunun zorunlu sonucu, ekonomik sömürü ile siyasal otoritenin hukuksal açıdan bir araya gelmesiydi. Köylü, lordunun hukuksal yetkisine tabiydi. Aynı zamanda, !ordun arazisi üzerindeki mülkiyet hakları tipik olarak ancak kademeliydi: Ona bu hakları, şövalye olarak hizmet etmekle -savaş zamanında asker sağlamakla- yükümlü olduğu yüksek bir soylu (ya da soylular) veriyordu. Başka bir deyişle, lord bu arazileri bir fief (tımar) olarak tutuyordu. Bağlı olduğu lord ise sıklıkla yüksek bir feodalin vassalı oluyordu[2] ve askeri hizmetle bağlantılı olan bu tür bağımlı ayrıcalıklar zinciri, sistemin en üst noktasına -çoğu durumda, bir hükümdara- kadar uzanıyordu; tüm topraklar son tahlilde ilke olarak onun mülküydü. Erken Ortaçağ'da, basit lordluk ile hükümran monarşi arasındaki böyle bir feodal sıradüzenin tipik ara halkaları, kale sahibi lordluk (castellany), boronluk, kontluk ya da prenslikti. Böyle bir sistemin sonucu, siyasal hükümranlığın hiçbir zaman tek bir merkezde odaklanmamasıydı. Devlete ait işlevler, aşağıya doğru düşey bir bölüştürmeyle dağıtılmış durumdaydı, öte yandan da, bunun her düzeyinde siyasal ve ekonomik ilişkiler bütünleştirilmişti. Feodal üretim tarzı, bütünüyle, hükümranlığın böyle paylaşılmasına dayanıyordu.

Bu durumdan, Batı feodalizminin dinamiği açısından hepsi de temel öneme sahip üç yapısal özgüllük doğdu. Birincisi, feodalizm öncesi üretim tarzlarına ait komünal köy arazilerinin ve tam mülkiyetli köylü topraklarının varlığını koruması; bunlar feodalizmin ürünü olmasa da, onunla bağdaşmaz da değildi. Hükümranlıkların kesişen sınırlara sahip özgül kuşaklar halinde feodal bölünmesi ve tümel bir güç merkezinin olmaması, her zaman bunun ara boşluklarında “artakalan” kurumsal yapıların varlığına olanak tanıdı. Dolayısıyla, feodal sınıf ara sıra nulle terre sans seigneur (beysiz toprak olmaz) kuralını geçerli kılmayı denese de, uygulamada bu herhangi bir feodal toplumsal oluşumda hiçbir zaman başarılamadı: komünal araziler -meralar, otlaklar, ormanlar- ve bölük pörçük tam mülkiyetli köylü toprakları, köylü özerkliğinde ve direnişinde her zaman önemli bir öğe olmayı sürdürerek, toplam tarımsal üretkenlik açısından önemli sonuçlar doğurdu.[3] Dahası, bizatihi malikâne sisteminin içinde bile, malikhanelerin karakteristik şekilde doğrudan lordun kâhyalarınca örgütlenip köylülerince işlenen hassa toprağı olarak ve lordun tamamlayıcı bir fazlalık aldığı ama üretiminin örgütlenmesinin ve denetiminin bizzat köylülerin ellerinde olduğu köylü evlekleri olarak bölünmesi, mülkiyetin basamaklı yapısını ifade ediyordu.[4] Dolayısıyla, kırsal ekonominin iki temel sınıfının tek, türdeş bir mülkiyet biçimi içinde basit, yatay bir merkezileşmesi söz konusu değildi. Üretim ilişkilerine, malikâne içindeki ikili bir tarımsal düzen aracılık ediyordu. Dahası, serflerin kendi lordlarının malikâne mahkemesinde tabi oldukları adalet ile bölgesel lordlukların yargı yetkisi arasında da sık rastlanan bir ayrım daha vardı. Malikâneler normalde tek tek küçük köylerle örtüşmüyordu, bunların birçoğunu kapsayacak şekilde dağılıyordu; dolayısıyla, herhangi bir köyde farklı lordlara ait birçok malikâne tasarrufu iç içe örülüydü. Bu karmakarışık adli labirentin üstünde de yetki alanı mülki değil coğrafi olan bölgesel senyörlerin haute juctice’i (yüksek adaleti) yer alıyordu.[5] Dolayısıyla, bu sistemde artığın sızdırıldığı köylü sınıfı, hak taleplerinin ve güçlerin kesiştiği bir toplumsal alemde yaşıyordu; burada bizatihi sömürü "katları"nın çoğulluğu, daha birleşik bir hukuksal ve ekonomik sistemde imkansız olan gizil ara boşluklar ve uyumsuzluklar yaratıyordu. Ortak (komünal) toprakların, tam mülkiyetli toprakların ve evleklerin bizatihi hassa arazisiyle bir arada var olması, Batı Avrupa'da feodal üretim tarzının yapısal bir özelliğiydi ve gelişmesi açısından kritik sonuçlar yaratıyordu.

Ama ikinci olarak, hatta daha önemlisi, hükümranlıkların feodal paylaşımı, Batı Avrupa'da Ortaçağ kenti olgusunu yarattı. Yine burada, kentsel üretimin doğuşu bizatihi feodalizmin içinde gerçekleşmiş değildir: Elbette ondan öncedir. Ama yine de feodal üretim tarzı, doğal-tarımsal bir ekonomi içinde bunun özerk bir gelişme göstermesine izin veren ilk tarzdı. En büyük Ortaçağ kentlerinin, ölçek açısından, gerek Eski Çağdaki gerekse Asya İmparatorluklarındaki kentlere asla rakip olmaması gerçeği, bunların toplumsal oluşum içindeki işlevlerinin çok daha ileri düzeyde olduğu gerçeğini sıklıkla gölgede bırakmıştır. Yüksek düzeyde gelişkin bir kentsel uygarlığa sahip Roma İmparatorluğunda kentler, orada yaşayan ama oradan geçinmeyen soylu toprak sahiplerinin hâkimiyetindeydi; Çin'de geniş taşra yerleşimleri, tüm ticari faaliyetlerden soyutlanmış özel bir bölgede ikamet eden mandarin bürokratların denetimi altındaydı. Buna karşılık, Avrupa'nın ticaretle ve imalatla uğraşan tipik Ortaçağ kentleri, kendi kendini yöneten, soyluluk ve Kilise karşısında kurumsal ve askeri özerkliğe sahip komünlerdi. Marx bu farkı çok açık olarak gördü ve unutulmaz bir anlatımla ifade etti: "Eski klasik tarih kentlerin tarihidir, ama toprak sahipliğine ve tarıma dayanan kentlerin; Asya tarihi, kent ile kırsalın bir tür ayrımlaşmamış birliğidir (tam söylemek gerekirse, büyük kent, ekonomik yapının üzerine bindirilmiş salt bir prenslik karargâhı sayılmalıdır); Ortaçağ (Cermen dönemi), kırsalın tarihin odağı olmasıyla başlar ve sonra bunun daha ileri gelişimi kent ile kırsalın karşıtlığı yoluyla ilerler; çağcıl tarih, kadim zamandaki gibi kentin kırsallaşması değil, kırsalın kentselleşmesidir.”[6] Bu nedenle, kentin ve kırsalın dinamik karşıtlığı ancak feodal üretim tarzında olanaklıydı: meta mübadelesinin arttığı, tüccarlarca kontrol edilen, loncalar ve birlikler halinde örgütlenmiş bir kentsel ekonomi ile doğal mübadelenin geçerli olduğu, soylularca kontrol edilen, topluluğa ve bireysel köylülere ait toprak parçalarının bulunduğu evlekler ve malikâneler halinde örgütlenmiş bir kırsal arasındaki karşıtlık. Kırsallığın muazzam bir önceliğe sahip olduğunu söylemeye bile gerek yok: Feodal üretim tarzı ezici bir ağırlıkla tarımsaldı. Ama bu tarzın hareket yasalarını, görüleceği gibi, basitçe malikânelerin ağırlığı değil, farklı alanlarının karmaşık birliği yönetiyordu.

Üçüncüsü, tüm feodal bağımlılıklar sıradüzeninin tepesinde, doğasından gelen bir muğlâklık ya da salınım vardı. Zincirin "zirve"si, belirli önemli bakımlardan onun en zayıf halkasıydı. İlke olarak, Batı Avrupa'nın herhangi bir bölgesinde feodal sıradüzenin en yüksek üstlük düzeyi, onun altındaki bağımlı lordluk düzeylerinden nitelik olarak değil, derece olarak farklıydı. Başka bir deyişle kral, uyruklarının tepesinde yer alan üstün bir hükümdar değil, kendisine karşılıklı sadakat bağlarıyla bağlı olan vassallarının feodal üstüydü (süzereniydi). Sahip olduğu ekonomik kaynaklar, hemen hemen yalnızca, bir lord olarak kendi kişisel mülklerinde yatıyordu, vassallarına yönelik talepleri ise esas olarak askeri nitelikteydi. Nüfusun bütününe doğrudan siyasal erişim olanağına sahip değildi, çünkü nüfus üzerindeki hukuksal yetki sayısız alt feodal sıradüzen katmanları aracılığıyla kullanılırdı. Kral uygulamada yalnızca kendi mülklerinin efendisi olurdu, başka bakımlardan büyük ölçüde törensel bir kişilikti. Ne var ki, zirvesinde nitel olarak ayrı ya da tam yetkili bir otorite bulunmayacak şekilde siyasal gücün yukarıdan aşağıya katmanlaştığı böyle bir siyasal yapılanmanın saf modeli Ortaçağ Avrupa'sının hiçbir yerinde asla var olmadı.[7] Çünkü bu tür bir siyasal yapılanmanın gerektirdiği biçimde feodal sistemin tepesinde gerçekten bütünleştirici herhangi bir mekanizmanın olmaması, bu sistemin istikrarına ve ayakta kalmasına karşı sürekli bir tehdit oluşturdu. Hükümranlığın tam parçalanmışlığı bizatihi soyluların sınıfsal birliğine aykırıydı, çünkü bunun yarattığı anarşi olasılığı, ayrıcalıklarının dayanağı olan üretim tarzının bütünü için ister istemez yıkıcı nitelikteydi. Dolayısıyla, feodalizmin içinde, hükümranlığı ayrıştırma yönündeki güçlü eğilim ile uygulamada bir yeniden birleşmenin meydana gelebileceği nihai bir otorite merkezinin mutlak gerekliliği arasında içsel bir çelişki vardı. Bu nedenle, Batı'da feodal üretim tarzı üst otoriteyi (süzerenliği) özgün bir biçimde belirledi: Böyle bir otorite, vassal ilişkileri alanının ötesinde, ideolojik ve hukuksal alanda her zaman bir ölçüde var oldu; aksi halde, vassal ilişkilerinin zirvesinde dükler ya da kontlar bulunurdu ve bunlar, vassalların göz dikemeyecekleri haklara sahip olurdu. Aynı zamanda, şahsi hukuksal yetkilerin oluşturduğu sıkı ağın dışında bir "kamu" otoritesi kurmaya yönelik sürekli mücadelede, bir bütün olarak feodal siyasal yapının dokusundan kaynaklanan güçlü eğilime karşı her zaman gerçek kraliyet gücü gösterilmeli ve uygulanmalıydı. Bu nedenle, Batı'da feodal üretim tarzı, merkezkaç devlet içinde organik olarak ürettiği ve yeniden ürettiği dinamik bir gerilimi ve çelişkiyi kendi bünyesinde özgün bir şekilde belirledi.

Böyle bir siyasal sistem, yaygın bir bürokrasiyi zorunlu olarak dışladı ve sınıfsal hâkimiyeti işlevsel açıdan yeni bir tarzda böldü. Çünkü bir yandan, erken Ortaçağ Avrupa'sında hükümranlığın paylaşılması bütünüyle ayrı bir ideolojik düzenin kurulmasına yol açtı. Eski Çağın geç döneminde, imparatorluk devlet aygıtıyla her zaman doğrudan bütünleşmiş ve ona boyun eğmiş olan Kilise, artık feodal siyasal yapı içinde seçkin bir özerk kurum olup çıktı. Dinsel otoritenin biricik kaynağı olan Kilisenin kitlelerin inançları ve değerleri üzerindeki denetim gücü muazzamdı; ama kendi iç örgütlenmesi herhangi bir dünyevi soyluluğun ya da monarşinin örgütlenmesinden farklıydı. Yeni gelişen Batı feodalizminin doğası gereği baskının dağılması nedeniyle, Kilise gerektiğinde kendi kurumsal çıkarlarını bölgesel bir müstahkem mevkiden ve silahlı güçten yararlanarak savunabilirdi. Düz lordluk ile dinsel lordluk arasındaki kurumsal çatışmalar bu yüzden Ortaçağ'da eşyanın tabiatının gereğiydi: Bu çatışmaların sonucu olarak feodal meşruiyetin yapısında çatlama meydana geldi, sonraki düşünsel gelişme açısından bunun kültürel sonuçları epeyce önemli olacaktı. Öte yandan, dünyevi yönetimin kendisi karakteristik şekilde daralarak yeni bir kalıba girdi. Esas olarak "adalet"in uygulanması haline geldi; bunun feodalizmde kapladığı işlevsel konum, bugün kapitalizmde olduğundan tamamen farklıydı.  Adalet, siyasal gücün merkezi biçimiydi -bizatihi feodal siyasal yapının doğası bunu böyle belirledi. Çünkü görmüş olduğumuz gibi, saf feodal sıradüzen, yasaların uygulanması için devletin kalıcı bir idari aygıtı olarak, çağcıl anlamda her türlü "yürütme"yi dışlıyordu: Hükümranlığın paylaşılması bunu gereksiz ve olanaksız kılıyordu. Aynı zamanda, daha sonraki türden ortodoks bir "yasama organı"na da yer yoktu, çünkü feodal düzen, yeni yasalar yaratarak siyasal yenilenme sağlamaya ilişkin genel bir kavrama sahip değildi. Krallar görevlerini, yeni yasalar icat ederek değil, geleneksel yasaları koruyarak yerine getiriyorlardı. Bu nedenle, bir dönem için siyasal güç, var olan yasaları yorumlayıp uygulamak ibaret tek bir "adli" işlevle neredeyse özdeşleşti. Dahası, bir kamu bürokrasinin olmaması nedeniyle, yerel baskı ve yönetim -kolluk, ceza yazma, vergi toplama ve infaz yetkileri- de kaçınılmaz olarak ona kaldı. Dolayısıyla, şunu her zaman anımsamak gerekir: Ortaçağ'da "adalet" gerçekte modern adaletten çok da geniş bir faaliyet alanını kapsıyordu, çünkü toplam siyasal sistem içinde yapısal olarak çok daha merkezi bir yer işgal ediyordu. İktidarın alışılmış ismiydi.



[1] Kronolojik olarak bu yasal tanım, tanımladığı somut olgudan çok sonra ortaya çıktı. Bu, 11-12. yüzyıllarda Roma hukukçularınca icat edilen ve 14. yüzyılda yaygınlaşan bir tanımdı. Bkz. Marc Bloch, Les Caractéres Originaux de l'Histoire Rurale Française (Fransa'da Kırsal Tarihin Özgün Nitelikleri), Paris 1952, s. 89-90. Ekonomik ve toplumsal ilişkilerin hukuksal kurallara bağlanmasındaki bu gecikmenin örnekleriyle sık sık karşılaşacağız.

[2] Liyejans, teknik olarak, bir vassalın birden fazla lorda bağlılık borçlu olduğu durumlarda, tüm diğer biatlardan öncelikli olan bir biat biçimiydi. Ama uygulamada, liyej lord terimi çok geçmeden herhangi bir feodal üst ile eşanlamlı hale geldi ve liyejans ilk baştaki özgül anlamını yitirdi. Marc Bloch, Feudal Society (Feodal Toplum), Londra 1962, s. 214-18.

[3] Engels, ortak arazilerin ve üç tarla sisteminin bütünleştirdiği köy topluluklarının Ortaçağ'da köylülüğün durumu açısından doğurduğu toplumsal sonuçları haklı olarak her zaman vurguladı. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni'nde belirttiğine göre, "gerek Eski Çağda kölelerin, gerekse modern proleterlerin ellerinin altında hazır bulmadıkları yerel dayanışmayı ve direniş araçlarını, Ortaçağ serfliğinin en çetin koşullarında bile ezilen sınıfa ve köylülere" sağlayan işte bu topluluklardı. Marx-Engels, Selected Works (Seçme Yapıtlar), Londra 1968, s. 575. Alman tarihçi Maurer'in çalışmalarını temel alan Engels, geçmişi en eski Karanlık Çağlara kadar giden bu toplulukların "mark birlikleri" olduğu şeklinde yanlış bir kanıya kapıldı; aslında, bu sözü edilenler 14. yüzyılda ortaya çıkmış, geç Ortaçağ'a özgü bir yenilikti. Ama bu hata onun temel savını etkilemez.

[4] Ortaçağ malikâneleri, içerdikleri bu iki bileşen arasındaki göreli dengeye bağlı olarak yapı değişikliği gösteriyordu. Bir uçta, din kardeşliğine dayalı biçimde işlenen Sistersiyan tarikatı "tahıl çiftlikleri" gibi bütünüyle hassa (demesne) çiftçiliğine tahsis edilmiş malikâneler (az sayıda) vardı; öteki uçta ise, bütünüyle oradaki köylülere kiralanan bazı malikâneler vardı. Ama temel model, her zaman, tek kişinin olan malikâne ile kiralık mülklerin değişen oranlarda birleşmesinden oluşuyordu: "Malikânenin ve kazançlarının bu iki taraflı bileşimi, tipik malikânenin gerçek alâmetifarikasıydı." M. M. Postan, The eval Economy and Society (Ortaçağ Ekonomisi ve Toplumu), Londra 1972, s. 89-94.

[5] Bu sistemin temel özelliklerinin mükemmel bir açıklaması için bkz. B. H. Slicher Van Balth, The Agrarian History of Western Europe (Batı Avrupa'nın Tarım Tarihi), Londra 1963, s. 46-51. İngiltere’nin büyük kısmında olduğu gibi, bölgesel lordlukların bulunmadığı yerlerde, tek bir köyde birden çok malikâne bulunması, köylü topluluğuna özdenetim için oldukça geniş serbestlik sağlıyordu: bkz. Postan, The Mediaeval Economy and Society, s. 117.

[6] Karl Marx, Pre-Capitalist Formations (Kapitalizm Öncesi Oluşumlar), Londra 1964, s. 77-78.

[7] Ortadoğu'da kurulan Haçlı Devleti, sıklıkla, kusursuz bir feodal oluşuma en çok yaklaşan yapı olarak görülmüştür. Avrupa feodalizminin kurduğu denizaşırı yapılar yabancı bir çevrede hiç yoktan var edildi ve bu nedenle, olağanüstü sistematik bir hukuksal biçim aldı. Başkalarının yanı sıra Engels de bu benzersizliğe parmak basmıştır: "Feodalizmin hiç kendi kavramına tam denk düştüğü oldu mu? Batı Frankların krallığında kurulan, Norveçli fatihlerce Normandiya'da daha da geliştirilen, Fransız Normanlarca Ingiltere'de ve Güney Italya'da oluşumu sürdürülen feodalizmin kendi kavramına en fazla yaklaştığı örnek, Assizes of Jerusalem (Kudüs Yazmaları) ile feodal düzenin en klasik ifadesini ardında bırakan kısa ömürlü Kudüs krallığıydı." Marx-Engels, Selected Correspondence (Seçme Yazışmalar), Moskova, 1965, s. 484. Ama Haçlı âleminin bile uygulamadaki gerçekleri, bu sistemin feodal hukukçularının düzenlemelerine hiçbir zaman tam olarak uymadı.

Kaynak: Çağdaş Marksizm Seçkisi-Yüzyıla Damga Vuran Metinler, Yordam Kitap, 2019, s. 490-4