27 Haziran 2023 Salı

Şebnem Oğuz’un ‘Yeni faşizm’ değerlendirmesi sağlıklı mı?

Mahmut Boyuneğmez


Bu yazıda, Şebnem Oğuz’un yazdığı AKP’li Yıllarda Siyasal Rejimin Dönüşümü: Çelişkili Bir Süreç Olarak Yeni Faşizm adlı makale[1] eleştirilmektedir. Kanımızca yazar, “yeni faşizm” olarak nitelediği yeni bir devlet biçimi/siyasal rejim tipine geçildiğini devletin yapılanmasındaki dönüşümleri serimleyerek gerekçelendirdiğini düşünse de, bu dönüşümlerin ürünü olan re-organize olmuş devletin, neden “faşist” nitelikte olduğunu açıklamamaktadır. Kapitalist devletin yapısında ve siyasal rejimde bir değişimin olduğu açıksa da, bunu “yeni faşizm” olarak adlandırmanın sağlıklı nedenleri ortaya konmamıştır. Eleştirimiz boyunca Oğuz’un makalesinden yapacağımız alıntıları tırnak işareti içerisine alsak da, Türkiye’deki kapitalist devlet yapılanmasındaki dönüşümleri Oğuz’un yazdıkları üzerinden özetlediğimizde bunu yapmayacağız.

“Rekabetçi otoriterlik” adı verilen rejim, demokrasi ile diktatörlük arasında karma bir siyasal rejim olarak kavranıyor. Yürütmedeki siyasal partinin devlet olanaklarını kullanarak, diğer düzen partilerine karşı üstünlük kurmasını ve adil olmayan seçim mekanizmasının varlığını anlatıyor. Yargı ve yasama ile medyanın üzerinde hükümetin kontrolünün bulunduğu, insan hakları ihlallerinin yaygın olarak gözlendiği siyasal rejime, bu isim verilebiliyor.

Arjantin’deki J. Peron ve Brezilya’daki G. Vargas yönetimlerini “popülizm”in örnekleri olarak gören yaklaşımlara göre, “popülizm otoriter bir demokrasi biçimidir.”[2] Oysa bize göre “popülizm” terimi, halkçılık anlamına geldiğinden, devlet iktidarı ya da siyasal rejimler için kullanımı kafa karışıklığına yol açtığı gibi, günlük politik söylemlerde bu kavramın pejoratif anlamıyla iktidar partisine yakıştırılması da, halkçılık üzerine verilmesi gereken ideolojik mücadeleyi baltalayabiliyor.[3]

“Olağan-olağan üstü hukuk” ayrımı yaparak, 11 Eylül 2001’den sonra “kalıcı bir istisna hali”nin içerisinde bulunulduğu, yasalarla, KHK’lerle yapılan hukuksal düzenlemelerin özgürlükleri kısıtladığını öne sürenlerinse, kapitalist hukukun her zaman sermaye sınıfı ile emekçiler arasındaki iktidar ilişkilerinde bulunan güç dengesine göre şekillendiğini dikkate almadıkları açıktır. Kapitalizmin neoliberal döneminde de, devletin bir iktidar yapısı olarak sahip olduğu düzen ve işleyiş ile hukuksal mevzuat, sermaye sınıfının işçi sınıfı üzerindeki hegemonyasını süreklileştirir ve yeniden üretir. İşçi sınıfının örgütlülük ve mücadele düzeyi, bunları geriletmeye çalışan sermaye sınıfıyla olan ilişkilerindeki değişim, hem devletin yapısına ve hukuka yansır, hem de kapitalist devlet ile hukuk, geri beslemeyle sınıflar arasındaki ilişkileri/mücadeleleri etkileyerek biçimlendirir. Örneğin Türkiye’deki siyasal rejimin son yıllarda faşizan özellikler kazanmasının bir örneğini, toplumsal örgütlenme ve mücadele düzeyinin, ilan edilmesini engellemeye yetmediği, 2016 yılında getirilen OHAL düzenlemeleri oluşturmuştur.

“Neoliberal otoriter devlet”, 1970’lerde başlayan ve içerisinde bulunduğumuz kriz tarihsel kesitinde neoliberal sermaye birikim biçiminin koşulladığı ve gereksindiği devletsel re-organizasyonlar kapsamında özellikle kapitalist siyasal rejimlerdeki yürütmenin, yasama ve yargı karşısında güçlenmesini, işçi sınıfı hareketinin oluşumunun önlenmesi için baskı yöntemlerinin ön plana çıkarılmasını anlatmaktadır. Poulantzas’ın “otoriter devletçilik” kavramlaştırması da, özünde bu süreçlerle aynı anlama gelmekte, neoliberal dönemde kapitalist devletin dönüşümünü kavramak için kullanılmaktadır. Oğuz’a göre ise, 2013 yılından itibaren siyasal rejimin dönüşümünü açıklamakta yetersiz kalan yukarıda değindiğimiz kavramlaştırmalar yerine, artık siyasal rejimi tanımlamak için “yeni faşizm” kavramı kullanılmalıdır.

Oğuz, klasik faşizmin iktidarını oluşturduğu konjonktür ile “yeni faşizm”in günümüzdeki varlığının dayandığı konjontürün farkları olduğunu belirterek, klasik faşizm ile “yeni faşizm” arasındaki farkı, buradan yola çıkarak açıklamaya çalışıyor. Biz de onu takip edelim.

1) Klasik faşizmi 1929 krizine verilen özgün yanıt olarak, “yeni faşizm”iyse 1970’lerde başlayıp 2008 kriziyle derinleşen bunalıma verilen özgün yanıt olarak görüyor. Aşırı üretim krizi olan 1929 krizini, “eksik tüketim krizi” olarak değerlendirmesini bir yana bırakırsak, 2. Dünya Savaşı’nı “pazar paylaşımı”yla açıklıyor. Oysa bu savaş pazarların yeniden paylaşımı gereksinimi yanı sıra, faşist ülkelerin sermayenin ihracına duyduğu gereksinim ve 1937-8 krizi tarafından da güdümlenmiştir. Elbette Nazi ordularının Sovyetler Birliği’ni yok etme gibi siyasal hedefi de bulunmaktaydı. Oğuz, 1970’lerden bugünlere uzanan krizin, ulus üstü sermayenin birikim ihtiyaçları doğrultusunda kapitalist devletlere savaş ve çatışma üretme yükümlülüğü getirdiğini, bu devletlerin paralı askerler, vekil grupları, paramiliter örgütler gibi devlet-dışı aktörlerle işbirliği içerisinde “yeni bir dünya savaşı” çerçevesinde çatışmalar/savaşlara dâhil olduğunu iddia etmektedir. Oysa son on yıllarda yaşanan savaş ve çatışmaların bir dünya savaşı olarak adlandırılamayacağı ve bölgesel niteliklerde olduğu, fakat emperyalist ülkelerin bu savaşlarda kimi zaman birlikte, kimi zamansa rakip güçler olarak karşıt konumlarda yer aldıkları bilinmektedir. Peki emperyalist bölgesel savaş politikalarının, faşizmle ilişkisi var mıdır?.. Kanımızca, ülkeler arası şiddet uygulamaları, saldırganlık, işgal ve savaş/çatışma, emperyalist ülkelerin de klasik faşist devletlerin de sahip oldukları dış politikalar arasında önemli bir yer tutar. Fakat bu kadardır. Yani aralarında benzerlik var diye, günümüzün emperyalist devletlerine, “faşist” sıfatını yakıştıramayız.

2) Oğuz şöyle yazıyor: “Klasik faşizm ancak iktidar olduktan ve bağımsız işçi örgütlerini bütünüyle ezdikten sonra işçi sınıfının geniş kitlelerini kendi yanına çekebilmiştir. Yeni faşizm ise iktidara gelmeden önce de işçi sınıfına ulaşabilmektedir.” Bu yazılanlar doğru değil. Klasik faşizm iktidara tırmanma süreçlerinde terör destekli propaganda faaliyetleriyle belirli bir toplumsal kitle hareketi oluşturmuştur. Oğuz, “yeni faşizm”in emekçi kitlelere ulaşabilmesini, geçmişte sosyal demokrasinin ve komünistlerin işçi sınıfı içerisinde örgütlü olmasına karşıt olarak günümüzde işçi kitlelerin “sahipsiz” olmasına ve böylelikle kriz ortamında faşist partilere yönelmesine bağlıyor. Günümüzde sosyal demokrasinin ve komünistlerin sınıf içerisindeki örgütlenmelerinin zayıf olduğu doğrudur. Fakat bunun nedeni şu şekilde açıklanamaz: “Günümüz sol partileri ise özellikle reel sosyalizmin çözülüşünden sonra sınıf politikasına sırt çevirdiği için (…)” Nesnel nedenleri de olan bir siyasal öncülük boşluğu olduğu doğrudur ve sosyalistlerin öncülük işlevinin oluşmadığı süreçlerde, sağcı/ırkçı/faşizan politikalar ve söylemlere sahip partiler emekçi kitleleri kucaklayabilmektedir.

3) “Klasik faşizmde amaç güçlü işçi sınıfı hareketlerini bastırmak iken yeni faşizm devletin zor aygıtlarıyla işçi sınıfı hareketlerinin güçlenmesini baştan önlemeyi amaçlar” şeklinde yazan Oğuz, kapitalist sınıfın, kapitalist devletler gibi iktidar/hegemonya örgütleri üzerinden baskı ve rızanın farklı derecelerde bileşimleri sağlanarak emekçi halk üzerinde egemenliğini oluşturduğunu ve her gün yeniden ürettiğini unutuyor. Kapitalist sınıf ve onun iktidar yapısı olarak kapitalist devletler, her zaman işçi sınıfı hareketlerinin güçlenmesini engellemeye, onları başlangıcından itibaren önlemeye çalışır. Bunun, “yeni” olarak nitelenen faşizme ait bir özellikmiş gibi sunulması yanıltıcıdır. İşçi sınıfı hareketinin güçlenmesi engellenememişse ve bir hegemonya krizi varsa, siyasal devrim süreçlerinin içerisinde devrimci durumun giderilmesi yönünde karşıdevrimci yönler de çalışır ve sonunda askeri darbeyle oluşturulacak bir diktatörlük gündeme gelebilir. Bu askeri diktatörlüğün, faşist devlet iktidarından farklı olduğunu belirtmemiz gerekmektedir. 

4) Oğuz şöyle yazıyor: “Klasik faşizm, korporatist düzenlemelerle işçi sınıfının bir kısmına maddi faydalar sağlarken yeni faşizm bunu yapamayacağı için tümüyle güvenliğin ve istikrarın sağlanması gibi ideolojik motiflere dayanır.” Oysa “güvenliğin ve istikrarın sağlanması” demogojisi, ihtiyaç duyulduğunda kullanılan burjuva politik söylemlerin bir bileşenidir. Faşizme özgü bir yanı yoktur. Günümüzde korporatizm, devlet ve onun yürütme gücü olan hükümet ile işçi/memur örgütleri ve patron örgütleri arasındaki bir tür ilişkiyi anlatmaktadır. İşçiler/memurlar ile patronların ya da devletin çıkarları, sendikal örgütlenmeler ve hükümet tarafından temsil edilirken, bir toplumsal kontrol ve denetim yanı sıra çıkarların uzlaştırılması da sağlanmaktadır.

Bize göre ilk olarak İtalya’da gözlenen korporatif uygulamalar, günümüzde başkalaşmış bir içeriğe sahiptir. Biraz açalım… Devletin kapitalist niteliği gereği sermaye sınıfının çıkarlarını koruması nedeniyle ve ayrıca sarı sendikaların bürokratik yönetimlerinin işçi sınıfına yabancılaşmış olmaları yüzünden, devlet-patronlar-sendikalar arası işbirliği, işçi sınıfının aleyhine sonuçlanmaktadır. Korporatist uygulamalarla sendika yöneticileri ile devlet/hükümet arasında işbirlikçi ilişkiler kurulur ve bu örgütlerin kapsamında bulunan kitleler üzerinde toplumsal bir denetim sağlanır. İşçi sınıfının sınırlı bir kısmını da olsa bünyesinde barındıran bu örgütlenmeler, korporatist uygulamalar aracılığıyla güdümlenir. Korporatist politikalarla, işçi sınıfının sermaye düzenini sarsmayacak gelir ve hak taleplerinde bulunması sağlanır, bu talepler yumuşatılır. Ücret/gelir politikalarının oluşturulmasına katılım ve kitlelerin bu politikaları benimsemesine aracılık etme işleviyle korporatist sendikalar, işçi sınıfı üzerinde bir denetim oluşturmaktadır. Böylelikle korporatist örgütler ve politikalar, sınıf mücadelelerini kontrol altına alan toplumsal denetim mekanizmalarından biri durumundadır. Korporatist uygulamalarla işçi sınıfının talepleri sistem açısından makul sınırlara çekilmekte, işçi sınıfı üzerinde toplumsal bir denetim oluşturulmakta, sarı/yandaş sendikalar aracılığıyla işçiler sistemle bütünleştirilmektedir.[4]

5) Klasik faşizmin “liberal devlet formunu ve seçimleri feshederek kurumsallaş”tığını belirten Oğuz, “yeni faşizm ise komünizm tehdidinin olmadığı koşullarda şekillendiği için seçimlerin askıya alınmasına gerek duymaz” demektedir. Günümüzde kapitalist demokrasilerde temsili mekanizmaların askıya alınması ya da lağvedilmesinin koşulu, sermaye sınıfının toplumsal iktidarının hegemonya krizine girmesidir. Elbette böylesi bir kriz, işçi sınıfı hareketini ve sosyalist hareketi büyütüp besleyebilir. “Yeni faşizm” olarak nitelenen kapitalist devletler ve siyasal rejimlerinin, hiçbir neden yokken seçimleri rafa kaldırmasının gerekçesi zaten yoktur. Oğuz, “parlamenter sahnenin devam etmesi sağ popülist liderlerin güç toplamak ve kendilerini yeniden üretmek için ihtiyaç duydukları iç düşmanı bir muhatap olarak canlı tutar” şeklinde yazarken ise, komplocu bir tarzda düşünmektedir. “Parlamenter sahnenin devam etmesi”ni böyle bir işlevle ilişkilendirmek yerine, kapitalist demokrasilerde çeşitli düzen partilerinin aralarındaki nüanslarla birlikte var olduklarını ve kapitalist sınıfın liberal vizyonu tarafından üst belirlendiklerini görmek gerekir.

6)  “Yeni faşizmde klasik faşizmden farklı olarak düşmanı yok eden fiziksel şiddet yerine düşmanı etkisizleştiren yıldırıcı ve sembolik şiddet öne çıkar. Buna bağlı olarak da klasik faşizme özgü olan kitlesel seferberlik sokakta değil daha çok söylemsel düzeyde üretilir. Medyada iç ve dış düşman olarak gösterilen kesimlere dönük söylemsel linç girişimleri bu durumun tipik örneğidir.” Evet, Oğuz böyle yazıyor. Klasik faşizm döneminde gazeteler/dergiler ile radyo dışında medyanın olmayışı, bugün içinse bunlara televizyonun, internetin, sosyal medyanın eklendiği bilinen bir olgu. Dolayısıyla bu araçların başka işlevleri yanı sıra yıldırma amacıyla da kullanılması beklenir bir durum. Üstelik günümüzde fiziksel şiddet azalsa da, yok olmamış durumda. Elbette klasik faşizmin yaptığı kitlesel katliamlar, bugün benzer ölçeklerde yaşanmıyor. Fakat neoliberal kapitalist devletin terörden vazgeçtiği de görülmüş değil. Klasik faşizmin şiddet ve terörü uç sınırlara kadar götürdüğünü dikkate alıp, günümüzde neoliberal kapitalist devletlerin yasal ve yasadışı şiddet uygulamasındaki ortalama düzeye de bakarsak, bu iki farklı devlet türünü, biri “eski”/”klasik” diğeri “yeni” diyerek faşizm olarak nitelemek, bilimsel ve sağlıklı olmamaktadır.

Peki, Oğuz “yeni faşizm” olarak adlandırdığı neoliberal kapitalist devletin eski/klasik faşist devletten farklarını niye yazma ihtiyacı duyuyor? Çünkü farkları olsa da her ikisinin de “faşist” olduklarını ima ediyor. Oysa neoliberal kapitalist devletin neden faşist olduğuna dair getirdiği bir açıklama bulunmuyor.

Oğuz, ABD ve Brezilyada “yeni faşizm” iktidara gelse bile, siyasal rejim değişikliğine yol açmadığını belirtiyor ve şunu dipnotu düşüyor: “Trump ve Bolsonaro’nun tüm devlet kurumlarında yeterli düzeyde örgütlenecek, kök salacak, paramiliter güçlerini oluşturacak, ordu üzerinde söz sahibi olacak bir süre boyunca iktidarda kalmamaları (…)” Şimdi o zaman biz, bu iki burjuva politik figürün ideolojik donanımları açısından faşizan özelliklere sahip olduğu bilinse de, ABD ve Brezilya’daki kapitalist devlet ve siyasal rejimlerin “yeni faşizm” olarak adlandırılan bir dönüşüm geçirmedikleri gerçeğini, “iktidarda kalma sürelerine” mi bağlayalım?.. Yoksa bu iki ülkede kapitalist devlet ve siyasal rejimlerin, sınıf mücadeleleriyle güdümlenen toplumsal ilişkilerin bazı boyutlarını ve yapılanmalarını oluşturduklarını dikkate alıp, tek başına faşizan söylemler ve politikalarla yapısal dönüşümlerin gereksinim durumuna gelmedikçe oluşturulamayacağını mı görelim?.. Oğuz şöyle yazıyor:

“Türkiye’nin bir başka özgünlüğü de başka ülkelerde iktidara geldiğinde bile bir siyasal rejim değişikliğine yol açmayan; daha çok ideoloji ve siyasal parti/hareket boyutlarıyla var olan ve bu yönleriyle tartışılan yeni faşizmin, AKP’li yıllarda Türkiye’de devlet aygıtında da köklü dönüşümlere yol açması nedeniyle siyasal bir rejim olarak var olması (…)”

Evet, Oğuz’un iddiasına göre, AKP’li yıllarda Türkiye’deki kapitalist devlet/siyasal rejim “yeni faşizm”/”İslami faşizm” kavramıyla karşılanması gereken bir dönüşümden geçmiştir. Gelin bu dönüşümün bazı öğelerini özetleyelim.

1) AKP’li yıllarda devlet, ABD-AB-TÜSİAD eksenli iktidar blokundan görece özerkliğini artırmış ve bu özerkliği Ortadoğu-MÜSİAD eksenli yeni bir iktidar blokunun inşası için kullanmıştır.  Bize göre, bu saptama kısmen geçerlidir. Yönetici sınıf olan kapitalist sınıf içerisinde İslami sermayenin gücünün arttığı ve ABD-AB’nin Türkiye’deki devlet iktidarına etkisinin zayıfladığı, aralarındaki etkileşimlerin azaldığı söylenebilir. Körfez sermayesiyle yapılan işbirliği, Suudi Arabistan ve Katar’la olan ittifak sonucunda finansal kaynak konusunda ABD-AB ekseninden de kısmen uzaklaşılmıştır. Güzel, peki bunun “yeni faşizm”le bir ilişkisi var mıdır? Oluşturulan yeni iktidar blokuyla uyumlu bir devlet yapılanması gereksinirken, bu yapılanmaya “faşizm” denmesinin ikna edici kanıtları bulunmamaktadır.

2) Neoliberal otoriter devlet iktidarının odaklandığı tepedeki lider ve onun çevresi tarafından  ekonomik rant dağıtımının sağlandığı belirtilmektedir ve bu işleyiş  “neo-patrimonyalizm”, “ahbap çavuş kapitalizmi”, “otoriter kapitalizm”, “kayırmacılık ekonomisi”, “rant ekonomisi” vb. adlarla anılmaktadır. Bu saptamaya katılmamak mümkün değildir.

3) Türkiye’de devlet, sermaye sınıfı içerisindeki İslamcı büyük sermayenin güçlenmesini ve egemen olmasını sağlamak üzere var olan egemen sermaye kesimi olan TÜSİAD eksenli büyük sermayeden özerkliğini artırmaktadır. TÜSİAD’ın talep ettiği teknoloji-yoğun sektörler yerine inşaat, enerji, altyapı gibi sektörlerin desteklenmesi ve bu sektörlerde kamu ihalelerinin AKP yanlısı sermayedarlara kaynak transferi mekanizması olarak kullanılması söz konusudur. Faiz indirimi  politikalarıyla ihracatçılar, turizm sektörü, inşaat ve gayrimenkul sektörü, kamu–özel işbirliği projelerini yapan AKP yanlısı müteahhitlere kaynak aktarılması, savunma sanayine yapılan yatırımların tepedeki büyük şirketlerden aşağıdaki alt yüklenicilere ve taşeron olarak sektörde kendilerine yer bulan KOBİ’lere doğru kaydırılarak sermaye birikiminin tabanının genişletilmesi yaşanmaktadır. OHAL KHK’leri aracılığıyla Gülencilere ait şirketlerin önce TMSF’ye sonra AKP yandaşı şirketlere devredilmesiyle, bir kaynak transferi yaşanmıştır. Türkiye Varlık Fonu’nun kuruluşuyla, bu fon AKP yanlısı şirketler tarafından yürütülen dev inşaat projelerinin finansmanında ve dış borçlanmayı kolaylaştırarak AKP’nin elindeki mali kaynakların artırılmasında kullanılmıştır. Oluşturulan yeni iktidar blokuyla uyumlu bir işçi sınıfı oluşturmak için yüz binlerce emekçi KHK’larla devlet kadrolarından ihraç edilmiştir.

4) 1980 yılından itibaren Türkiye’de kapitalist devletin yeniden yapılandırılması süreçleri devam etmektedir.

AKP’li yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB)’nın bütçesi ve personel sayısı artırılmıştır. DİB 2010 yılında genel müdürlükten, müsteşarlık düzeyine yükseltilmiş ve işlevleri genişletilmiştir. TRT Diyanet, Diyanet Radyo kurulmuş, DİB toplumsal yaşamın her alanında politik bir aktör olarak müdahalelerde bulunmaya başlamıştır. DİB, toplumsal günlük hayatın düzenlenişine aktif olarak karışmaktadır. DİB’nin yurt dışı faaliyetleri de bulunmaktadır ve böylelikle siyasi iktidarın politikalarını hem yurt içinde hem de yurt dışında meşrulaştırmaktadır.

Üniversitelerde neoliberal kapitalist devletin 1980 yılından bugünlere uzanan gelişiminde YÖK ve atanan rektörler üzerinden üniversite yönetimleri yürütmeyle ilişkilendirilmiş, AKP’li yıllarda sadece KHK’larla binlerce öğretim görevlisi ihraç edilmekle kalmamış, muhalif akademisyenlere dönük baskı politikalarının dozu ve çeşitliliği (ihbar, tehdit, ses kaydı alıp basına servis etme, cezalar vd.) de artmıştır.

Medyanın büyük kısmı kapitalist devletin, başka bir deyişle AKP parti-devletinin kontrolüne girmiştir. 2002-2013 yılları arasında muhalif medya kuruluşlarına devlet desteğinin kesilmesi ya da sübvansiyon, vergi indirimi, reklam gibi desteklerin keyfi olarak dağıtılması gibi uygulamalar gerçekleşmiştir. 2013 sonrasında gazetecilerin yargılanması ve tutuklanması, muhalif medya kuruluşlarının kapatılması, mal varlıklarına el konması gibi baskı uygulamaları ön plana çıkmış ve giderek baskın strateji olmuştur. İktidar yanlısı sermaye gruplarının medya kuruluşları ucuz kredi, ihaleler, hükümet reklamları gibi devlet destekleri yoluyla zenginleştirilmiştir. Basın İlan Kurumu, kamuya ait ilanların muhalif medya kuruluşlarında yayımlanmasına engel olarak bu kuruluşların en önemli gelir kaynaklarından birisini kesmiş, iktidar yanlısı medya kuruluşlarının ise bu ilanlardan yararlanmasını sağlamıştır. OHAL KHK’leriyle çok sayıda medya kuruluşu kapatılmıştır.

Yargının yürütmeden özerkliği AKP’li yıllarda azalmış ve yaşanan süreçler sonucunda yargı parti-devlet olan AKP iktidarına bağlı hale getirilmiştir. 2008-2013 arasındaki dönemde AKP ile yargıda önemli bir kadro birikimine sahip olan Gülenciler ortaklaşa Ergenekon-Balyoz ve KCK davalarıyla siyasi iktidarın hegemonyası için pürüz oluşturan unsurları etkisizleştirmişlerdir. 2010 Anayasa değişikliği ile HSYK ve AYM’nin üyelerinin belirlenmesi ve işleyişi re-organize edilerek, yürütmenin yargı üzerindeki kontrolü artırılmıştır. 2013 yılından sonra yaşanan süreçlerle birlikte hükümet HSYK, AYM, Yargıtay, Danıştay ve YSK’yı kendine bağımlı hale getirmiştir.

Ordu’nun dönüşümü ise 2003 yılında MGK’nın yapısı ve işlevlerinin değiştirildiği tarihle başlatılabilir. Böylelikle ordunun siyasal alandaki rolü kısıtlanmıştır. Ergenekon ve Balyoz davalarıyla orduya dönük hamleler yapılmış, 2010 yılında yapılan anayasa değişikliği ile askeri mahkemelerin yetkileri sınırlandırılmıştır. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonraki süreçlerde kuvvet komutanlıkları, askeri fabrika ve tersaneler, subayların terfi işlemleri, Genelkurmay Başkanlığı’ndan Millî Savunma Bakanlığı’na devredilmiştir. Askeri yargı sistemi kaldırılmış, askeri hastaneler Sağlık Bakanlığı’na bağlanmıştır. Jandarma Genel Komutanlığı ordu teşkilatından ayrılarak İçişleri Bakanlığı’na bağlanmış, profesyonelleşerek siyasallaşmıştır. Yüksek Askeri Şura’da sivillerin sayısı artırılmış, toplantı sıklığı azaltılmış, Milli Savunma Bakanlığı’nın yetkileri artırılmıştır. Bugün gelinen noktada ordu, tümüyle AKP’nin kontrolü altındadır. 2018’de Savunma Sanayi Müsteşarlığı da başkanlık düzeyine çıkartılarak doğrudan cumhurbaşkanlığına bağlanmıştır.

MİT’in siyasallaşması ve yetkilerinin artması AKP’nin siyasi iktidarında gerçekleşmiştir. 2012 yılında Genelkurmay Başkanlığı Elektronik Sistem Komutanlığı, MİT’e devredilmiştir. 2014 yılındaki kanun düzenlemesiyle MİT’in operasyonel yetkileri artırılmış ve bu örgütlenme koruma kalkanı altına alınmıştır. 2016 yılından sonraki süreçlerde MİT cumhurbaşkanlığına bağlanmış, istihbarat toplama alanı bakanlıklara ve TSK içerisine doğru genişletilmiştir. SİHA’ların bir bölümünün kullanımının MİT’e tahsis edilmesiyle, yurt dışı operasyon kabiliyeti artırılmıştır. MİT’in diplomasideki rolü de artmıştır.

Terörle Mücadele Kanunu’nda (TMK) 2006 yılında ve Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda (PVSK) 2007 yılında yapılan değişikliklerle terör suçunun kapsamı genişletilerek polisin yetkileri artırılmıştır. Daha sonraki süreçlerde de polisin yargılama, istihbarat ve ideolojik işlevlerinde ve yetkilerinde artış ile derinleşme yaşanmıştır. Özel hareket polisi, AKP iktidarını korumak üzere yapılandırılmıştır. 2016 yılından itibaren bekçiliğin yapılandırılmasıyla, devlet iktidarı toplumun kılcal damarlarına kadar uzanmıştır.

5) AKP’li yıllarda SADAT, Osmanlı Ocakları, Osmanlı Spor Kulübü ile Başakspor Kulübü gibi spor kulüpleri, mafya liderleri ve çeteleri, Halk Özel Harekât, Kardeş Kal Türkiye gibi oluşumlar oluşturulan paramiliter örgütlenmeler arasında sayılabilir. Suriye, Libya ve Karabağ gibi vekâlet savaşlarının olduğu yerlerde de Türkiye’den ihraç edilen paramiliter grupların kullanıldığı belirtilmektedir.

Peki, özetlediğimiz bu oluşum, dönüşüm ve başkalaşımlar, Türkiye’de faşist bir devlet yapılanması olduğunu göstermekte midir?.. Bize göre faşizm kapitalist devletin totaliter olağanüstü bir biçimidir. Kapitalist devletin başka ve olağanüstü bir biçimi ise askeri diktatörlüktür. Örneğin 12 Eylül askeri darbesi sonrasında görece kısa bir zaman zarfında askeri diktatörlük devletin ve siyasal rejimin karakteristiği olmuştur. Bugün gelinen noktada Türkiye’de devlet yapılanması otoriter ve faşizmi andıran, onunla benzeşen özellikler kazanmıştır. Öyleyse neoliberal kapitalist devletin Türkiye’de aldığı bu forma “yeni faşizm” demeli miyiz?

Totaliter faşist devletin aksine, otoriter rejimler ve devletler, hükümetin kontrolü altında olmayan toplumsal ve ekonomik kurumların varlığıyla bilinir. Otoriter siyasal rejimler, liberal demokrasilerin karşıt kutbu değildir. Daha çok varsayımsal “ideal” liberal demokrasi ile otoriter yönetimler arasında bir siyasal rejim spektrumunun varlığından bahsedilebilir ve kapitalist ülkelerin birçoğunda bu demokrasi spektrumunun belirli bir dalga boyuna karşılık gelen siyasi rejimlerin olduğunu düşünmek gerekir. Siyasal rejim biçimi olarak burjuva demokrasilerinde değişen yoğunlukta şiddet uygulamalarına başvurulduğu, toplumsal örgütlenmelere sınırlar getirebildiği ya da bu sınırların kaldırıldığı, hakların ve özgürlüklerin geriletildiği ya da geliştirildiği gözlenir. Bunların durumu, sınıflar arası mücadelelere ve güç ilişkilerine bağlıdır.

Türkiye’deki bürokratik devlet örgütlenmesinin büyük ölçüde AKP kadroları tarafından karşılanması, medyanın ağırlıklı kesiminin siyasi iktidarın güdümüne girmiş olması, yargının, ordunun, kolluk kuvvetlerinin, MİT’in, üniversitelerin, ekonomiyi düzenleyen üst kurulların AKP’nin kontrolü altına olması, faşizan/faşizmi çağrıştıran özelliklerdir. Fakat bize göre AKP’nin devlet iktidarı, toplumsal ilişkilerin tüm çeşitliliği üzerinden devşirilememekte ve yeniden üretilmemektedir. Bu iktidarın toplumsal alanda tabiri caiz ise boşlukları, çatlakları ve oyukları bulunmakta, toplumsal ilişkilerde farklı ideolojik, politik ve kültürel yönsemeler kendilerine yaşam alanları bulabilmektedir. Örneğin faşist siyasal bir rejimde, yasal planda ne düzen partileri ne de komünist partiler olur ve faaliyet yürütebilirler. Oysa bugün Türkiye’de buna engel olunmuyor.

Eğer kapitalist demokrasi moleküler toplumsal öğelerinin hareketli olduğu suya benzetilirse, faşist devlet ve siyasal rejim artık nitelikleri farklılaşmış bir buz gibi düşünülebilir. Ya da kapitalist demokrasi görünen ışığın renk tayfına benzetilirse, faşizm, elektromanyetik ışınların dalga boyu en düşük kesimini oluşturan ve görünür ışığa göre farklı nitelikleri olan gamma ışınlarına karşılık gelir. Faşist devlet ve askeri diktatörlükler, kapitalist devletin olağan biçiminden/kapitalist demokrasiden nitelik olarak farklıdır.

Bu yazdıklarımızın ışığında biz, Türkiye’de otoriterleşmiş ve aynı zamanda faşizan özelliklere sahip kapitalist bir devlet ve demokrasinin olduğunu düşünüyoruz.



[1] Şebnem Oğuz, AKP’li Yıllarda Siyasal Rejimin Dönüşümü: Çelişkili Bir Süreç Olarak Yeni Faşizm, https://noktahaberyorum.com/akpli-yillarda-siyasal-rejimin-donusumu-celiskili-bir-surec-olarak-yeni-fasizm-sebnem-oguz.html

[2] Olivier Roy’dan aktaran Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 207

[4] Yüksel Akkaya, Korporatizm, Ekonomik Kurumlar ve Kavramlar Sözlüğü içinde, Editörler: Fikret Başkaya, Aydın Ördek, Özgür Üniversite Kitaplığı, 1. Basım, 2008, s. 715-22

26 Haziran 2023 Pazartesi

Yaşar Ayaşlı’nın Eski ve Yeni Faşizm adlı kitabı: Bir eleştiri

Mahmut Boyuneğmez

Faşizm nedir? Türkiye’de siyasal rejime kimileri “örtülü faşizm”, kimileri “açık faşizm” diyor, “İslamo-faşizm” diyenler de var. Türkiye solunda “her niyete yenen muz” ya da “her kapıyı açan maymuncuk” olarak kullanılan faşizm kavramı ve olgusu aslında neyi anlatıyor?..

Faşizmi, üç boyutuyla incelemek mümkündür. Bu boyutlar ideoloji, hareket ve devlet tipi olarak faşizmdir.

Önce faşist ideolojinin özelliklerine bakalım. Faşizm bir ideoloji olarak, muhafazakârlığın kavramlarını ve anlayışını uçlara taşır. Irkçılık, milliyetçilik (kitleleri seferber etmede özellikle bu ikisi kullanılmıştır), otoriteyi/lideri fetişleştirme, despotizm, güçlüler-güçsüzler ayrımı, elitizm, militarizm, yayılmacılık, anti-komünizm ve korporatizm karakteristik özellikleridir. Almanya ve İtalya’da yaşanan klasik faşizm deneyimlerinde faşistler, kapitalizm öncesi hayali bir güzel geçmişi, Ortaçağın geleneklerini, şövalye kültürünü, kahramanlık hikâyelerini ve destanları yüceltmişlerdir. Faşist ideoloji, mistik-metafizik-irrasyonel karakterdedir. Aydınlanma, akıl ve entelektüalizm karşıtıdır. “Düşman oluşturma”, komplocu düşünüş faşizmin özelliklerindendir. Faşistler, kahramanlık ve ölüm kültü, güç, savaş, hiyerarşi, emir-komuta, erkeklik gibi kavramlar etrafında değerler türetir. Faşizm şiddeti ve savaşı estetize eder, ulusal ve toplumsal bir demogojiyle kitlelerin talep ve özlemlerine seslenir, emperyalist dış politikaları “ulusal yarar” olarak kitlelere sunar. Faşist (terör destekli) propaganda akıldışı, kör inançlara/ön yargılara ve duygulara yaslanır; basit, tekrara dayalı, öfke ve coşku uyandırıcıdır. Ayrıca faşizm, asketik (çileci) bir çalışma ve üretim etiğine sahiptir.[1]

İlk olarak Walter Benjamin tarafından öne sürülen faşizmde “siyasetin estetize edilmesi” olgusunu ise biz, faşist ideolojinin çeşitli pratikleri olarak görmekteyiz. Örneğin SA’ların düzen içindeki sokak yürüyüşleri, Roma selamı, kaz adımı, marşlar, trompetlerin ve davulların kullanımı, gamalı haç sembolünün kullanımı, afişler, bayraklar, heykellerin kullanımı, resmigeçit törenleri, meşale alayları, askeri gösteriler, gösterişli parti kongreleri, tasarlanmış kitlesel tezahüratlar, propaganda filmleri, heybetli mimari eserler, jest ve mimiklerle yapılan hitabet vd.[2] Bütün bunlar faşist ideolojinin bileşenleridir.

Türkiye’de faşist ideolojinin kapsamındaki bazı motiflerse şunlardır: milliyetçilik, ırkçılık, sığınmacılara karşı ırkçı nefret, anti-komünizm, Türkçülük, İslamcılık, lider fetişizmi, Osmanlı imparatorluğu dönemini yüceltme, “ataerkillik” vd...

Peki faşist hareketlerin karakteristik nitelikleri nelerdir?.. İtalya’da Squadrismo (Karagömlekliler), Almanya’da Sturmabteilung (SA) ve diğer Avrupa ülkelerinde de benzer paramiliter örgütlenmeler ile faşist partiler, faşist hareketlerin ana bileşenini oluşturmuştur. Paramiliter örgütlenmeler, mücadeledeki işçileri, komünistleri ve antifaşist güçleri baskılamak, yıldırmak, sindirmek ve etkisiz hale getirmek, kitleler üzerindeyse korku ve sempati karışımı psikolojik etkiler oluşturmak için örgütlenmiştir ve terör eylemleri yapmıştır. Nasyonal sosyalistler Almanya’da siyasi iktidara geldikten sonra ise Schutzstaffel (SS), güvenlik ve gözetimden sorumlu terör örgütü olarak faaliyetlerini sürdürmüştür. İtalya’da Ulusal Faşist Parti (Partito Nazionale Fascista), Almanya’da Alman Ulusal Sosyalist İşçi Partisi (NSDAP), paramiliter terör örgütlerinin uyguladığı şiddet yolunun yanında, seçimlere katılımı da kullanarak kitleselleşmeyi başarmıştır.

Türkiye’deki faşist hareket de geçmişte benzer bir işlev üstlenmiştir. İşçi sınıfının, sosyalist ve devrimci-demokrat örgüt ve partilerin, sınıfın organik aydınlarının siyasal ve ideolojik mücadelesini baskılamak, kitleler arasında korku/terör yaratarak onları sindirmek amacıyla, MHP’nin oluşturduğu faşist hareketin ve Ülkü Ocakları adındaki paramiliter örgütünün, devletin koruması ve kollaması altında 1970-80 arası dönemde aktif olduğu ve eylemlilikler içerisinde bulunduğu bilinmektedir.

Bir devlet biçimi olarak faşizme gelirsek… Faşizm, bir kapitalist devlet tipidir. Bu devlet, totaliterdir.

“Totalitarizm elbette en başta siyasal çoğulculuğun ve her türlü muhalefetin kaldırılması, parlamenter hükümet biçimine ve güçler ayrılığına son verilmesi, tek lider ve tek parti (“Führer ilkesi”) etrafında birleşmiş hiyerarşik devlet yapılanması, merkezi ekonomik yönetim, kısacası devletin toplumu tam kontrol altına alması demektir. Buna resmî ideoloji ve medya üzerindeki devlet tekeliyle birlikte temel hak ve özgürlüklerin kaldırılması ve terörün başat yönetim tekniği olarak kullanılması da eklenmelidir.”[3]

Öyleyse, bugün Türkiye’de bulunan devlet tipini faşizm olarak niteleyebilir miyiz? Klasik faşist rejimlerle/devlet tipiyle benzerlikler bulunmaktaysa da, biz günümüzde Türkiye’de var olan kapitalist devletin, faşist tipte olduğunu düşünmüyoruz. Bize göre Türkiye’de bugün faşizan özelliklere sahip otoriter neoliberal kapitalist devlet/demokrasi bulunmaktadır.

İtalya ve Almanya’da klasik faşist devlet tipi, bu ülkelerdeki ve ayrıca diğer emperyalist ülkelerdeki sermayenin faşist hareketlere aktif destek vermesiyle siyasi iktidara gelmeleri sonucunda oluşturulmuştur. Almanya ve İtalya’da faşist diktatörlükler, ekonomik kriz ortamında filizlenen ve zaman içerisinde kitleselleşen protest/faşist hareketlere, sermaye sınıfının krizden bir çıkış yolu olarak verdiği destekle kurulmuştur. Türkiye’de ise devlet içerisinden ordunun ve büyük sermayenin önemli bölümünü oluşturan TÜSİAD’ın aktif karşı mücadelesine rağmen ve bu güçlerin restorasyon girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine AKP, devleti tam denetimi altına almış ve siyasal rejimi kısmen değiştirmiştir.

İtalya ve Almanya geç kapitalistleşen ülkeler olduklarından diğer emperyalist ülkeler gibi yeterince sömürge ülkeye sahip olamamış, bu nedenle, iki klasik faşist devleti karakterize eden en önemli özelliklerden biri emperyalist yayılmacılık olmuştur. Kapitalist sınıfların emperyalist politikalarıyla, faşistlerin işgalci/yayılmacı perspektifi ve silahlanma politikası örtüşmüştür. Günümüzde klasik sömürgecilik tarih olduğundan, Türkiye’nin böylesi bir dış politikaya sahip olması mümkün değildir.

Faşist devlet, her türlü muhalefeti yasaklar, parlamenter demokrasiyi ortadan kaldırır. Faşist devlet, kamusal ve bireysel yaşamı, siyasi, toplumsal ve iktisadi işleyişi tam kontrolüne alır, kültürel, dinsel, sanatsal, ahlaki, sportif ilişkileri faşist prensiplere göre yapılandırır. Oysa Türkiye’de bugün başkanlık sistemine geçilmiş olsa da, seçim, parlamento, toplumsal örgütlenmeler ve partiler varlığını korumaktadır. Toplumsal ilişkiler siyasi iktidar tarafından biçimlendirilmekteyse de, bunlar üzerinde tam bir kontrol ve denetim oluşturulamamaktadır.

Klasik faşist devlet iktidarı, engellileri, Yahudileri kitlesel olarak katletmenin yanı sıra, işçi hareketlerini ve komünistleri de ezmiştir. Almanya ve İtalya’da faşist hareket, sermaye sınıfı için hala bir tehdit oluşturan örgütlü işçi sınıfı hareketlerini ve komünistleri tasfiye etme işlevini yerine getirmiştir. Türkiye’de işçi sınıfı ve sol hareketlenmenin baskılanması 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte gerçekleştirilmiş, sonrasında devlet iktidarı bu hareketlere karşı güçlendirilmiş ve tahkim edilmiştir. Bugün bir parti-devlet olan AKP’nin iktidarını tehdit eden ne bir işçi hareketi ne de sosyalist bir hareket bulunmaktadır.

Bunlara bir de klasik faşizmin Sovyetler Birliği’nin yok edilmesine dönük militarist yayılmacılığının, emperyalist-kapitalist sistemin çıkarına olduğu eklenmelidir. Günümüzde emperyalist ülkelerin yok etmeyi düşündükleri büyük ve etkili bir sosyalist güç/devlet bulunmamaktadır. Dolayısıyla emperyalist-kapitalist sistemin ürünü olan ve bu sistem tarafından kullanılan, yayılmacı bir faşist devletin desteklenmesine ihtiyaçları yoktur.

Bu sıraladıklarımız, klasik faşist devlet tipi ile günümüz Türkiye’sindeki kapitalist devlet/demokrasi biçimi arasındaki bazı farklara işaret etmektedir.

Şimdi neoliberal kapitalist devletin bazı temel özelliklerini sıralayabiliriz:

i. Kapitalist devletin iktisadi süreçlere müdahalesi artsa ve bu müdahalenin biçimi değişse de, doğrudan meta ve hizmet üretimindeki rolü minimum düzeye gerilemiştir.

ii. Türkiye’de bankacılık, finans, enerji, rekabet, tarım alanları/sektörleri ile kamu alım-satımlarını düzenleme, denetleme, yönlendirme ve müdahalede bulunma amaçlı devlet organları olarak üst kurullar oluşturulmuştur. Bu üst kurullar AKP’nin denetimindedir.

iii. Neoliberal devlette yasama organı işlevsizleşmiş, yürütmenin gücü artmıştır.

iv. Neoliberal dönmede hukuk sistemi piyasa ilişkilerine açılmakta ve bir tür özelleştirme yaşanmaktadır. Tahkim, arabuluculuk, uzlaştırma, kısa yargılama, müzakere, yargıç kiralama gibi yeni yollarla devlete ait yargılama yetkisi, özel yargı piyasasına devredilmektedir. Kamu yararını gözeten ulusal mahkemelerin yerini bir iktisadi sektöre dönüşen özel yargı sistemi (hukuk şirketleri) almaktadır.[4]

v. Kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki iktidar ilişkilerinin örgütlenmesi olarak devlet, işçi sınıfının bu iktidar ilişkisindeki örgütlülüğünü ve gücünü kırıp asimetriyi artırmış, topluma dönük sosyal işlevlerini tasfiye etmiş, otoriter özellikler kazanmıştır.

vi. Neoliberal kapitalist devletin güvenlik örgütlenmesi güçlendirilmekte ve yeniden yapılandırılmaktadır. Örneğin Türkiye’de profesyonel ordu/sözleşmeli askerlik üzerinden ordu yeniden yapılandırılmakta, polis örgütlenmesinin kadroları ağırlıkla milliyetçi-muhafazakar parti tabanlarından devşirilerek, yapı sağlamlaştırılmaktadır.

vii. AB, DB, IMF ve NATO gibi emperyalist örgütler, kapitalist devletlerin uyguladığı bazı politikalarda yönlendirici olarak ülkelerdeki siyasal iktidarın içsel bir bileşeni olmakta, böylelikle kapitalist devletin uyguladığı bazı politikaların sorumluluğu ulaşılamaz, anonim örgütlenmelere aktarılmaktadır.

viii. Neoliberal kapitalist devlet, bir şirkete benzer şekilde işlemektedir. Piyasa ilişkileri devletin içerisine ve ilişkilerine nüfuz etmiş bulunmaktadır.

Peki, Türkiye’deki kapitalist devlet/demokrasiye neden “faşizan” özellikler atfediyoruz?.. Bunun nedenleri şunlardır: Türkiye’deki bürokratik devlet örgütlenmesinin büyük ölçüde AKP kadroları tarafından karşılanması, medyanın ağırlıklı kesiminin siyasi iktidarın güdümüne girmiş olması, yargının, ordunun, kolluk kuvvetlerinin, MİT’in, üniversitelerin, ekonomiyi düzenleyen üst kurulların AKP’nin kontrolü altına olması, faşizan/faşizmi çağrıştıran özelliklerdir.

Bize göre Türkiye’de totaliter bir faşist devlet tipi değil, neoliberal sermaye birikim biçimine uygun şekilde yeniden yapılandırılmış, faşizan ve otoriter özellikler taşıyan, AKP’nin parti-devlet olduğu bir kapitalist demokrasi bulunmaktadır. Kanımızca bu siyasal rejime “popülizm” denmesi uygun değildir. Arjantin’deki J. Peron ve Brezilya’daki G. Vargas yönetimlerini “popülizm”in örnekleri olarak gören yaklaşımlara göre, “popülizm otoriter bir demokrasi biçimidir.”[5] Oysa popülizm terimi, halkçılık anlamına geldiğinden, bu konuda kafa karışıklığına yol açtığı gibi, günlük politik söylemlerde “popülizm”in pejoratif anlamıyla kullanımı, halkçılık üzerine verilmesi gereken bir ideolojik mücadeleyi baltalayabilmektedir.

Yaşar Ayaşlı, neoliberal otoriter ve faşizan devlet tipinin oluşumunu görmeyerek, “21. yüzyıl faşizmi neoliberalizmin enkazı üzerinde boy atıyor”[6] demektedir. Bakın faşizmin gelişimini yaşadığı nesnel koşulları nasıl tarifliyor:

“Açlığı, işsizliği ve yoksulluğu tetikleyerek toplumsal gerginlikleri derinleştiren dünya kapitalizminin krizi, bir yanda bütün kıtalarda zincirleme direnişler ve halk ayaklanmaları yaratırken öte yanda faşizmi besleyip büyüttü.”[7]

Oysa neoliberal sermaye birikim biçimi, kapitalizmin uzun süredir içinde bulunduğu krizi aşmak üzere kendini re-organize ettiği, toplumsal ilişkilerin ve devlet yapısı dâhil üst yapıların, egemen ideolojilerin, kültürel değerlerin (örneğin ülkelerde “kültürel ırkçılığın” yaygınlaşması, Avrupa’da “İslamofobi”nin oluşması), felsefi düşüncelerin (postmodernizm) reel sosyalizm sonrası dönemde yeniden şekillendiği bir toplumsal sistemin oluşumuyla birlikte gelişiyor. İçinde bulunduğumuz neoliberal dönemin genel devlet tipini faşizm olarak nitelemekse mümkün değil.

Ayaşlı, 21. yüzyıl faşizminin seçimle iktidara gelmiş bazı örnekleri üzerinde duruyor. Örneğin, Donald Trump’ı seçimle iktidara gelen bir neofaşist olarak görüyor.[8] Trump’ın “(…) vaatleri faşist reflekslerle uyumluydu”[9] diyor. Trump yönetimi, “(…) açık faşist diktatörlüğe geçişi sağlayamazdı”[10] diye ekliyor. Ayaşlı, şunları da yazıyor: “Trump ve tayfası, hep klasik faşizmin ezeli kamplaştırma kalıbını kullandılar: ‘Biz’ ve ‘onlar’.”[11] “Trump, modern faşizmin özelliklerini taşıyan (…) buna rağmen klasik faşizmdeki gibi örgütlü ve programlı bir stratejiye dayanmayan, milyarder, karizmatik bir neofaşist figür(dü) (…)”[12] diyen Ayaşlı, Trump’ın “faşist mizacı” olduğundan bahsediyor ve ABD kongre binasını yandaşlarına işgal ettirmesini, “kitlesel faşist bir hareketin asgari düzeyde de olsa var olduğunu açığa çıkardı(ğını)” belirtiyor.[13]

Bir ülkede faşizmin var olup olmadığını bir politik figürün mizacına, vaatlerine bakarak değerlendirmek, bilimsel değildir. ABD kongre binasının basılmasını, “faşist hareket”in varlığına kanıt saymak da akıl karı değil. Söz konusu olan Cumhuriyetçi ve Demokrat parti olarak iki partinin dönüşümlü yürütme gücünü devraldığı özgül bir kapitalist demokrasi/devlet biçimi olan ABD… Bu kapitalist devleti “faşizm” olarak nitelemek, “öküzün altında buzağı aramaya” benziyor.

Verdiği diğer örnek Macaristan’da 12 yıldır başbakanlık yapan ve “faşist hükümet” dediği V. M. Orban yönetimi. Bu hükümeti “anti-demokratik” olarak niteleyen Ayaşlı, anti-demokratik olmayı, faşist devlet ile bir tutuyor.[14] Oysa Orban oluşturduğu rejimi, “illiberal demokrasi” (liberal olmayan demokrasi) olarak adlandırırken, kapitalist devlet/demokrasi çerçevesi içerisinde kalındığının ipucunu zaten veriyor.

Ayaşlı, Bolsonaro hakkında, “ABD ve İsrail yanlısı, ateşli neoliberalizmin savunucusu tipik bir neofaşisttir”, “neofaşist bir hükümeti yönetmektedir” şeklinde yazıyor.[15] 2014 yılından beri Hindistan başbakanı olan Modi hükümeti hakkında Ayaşlı şöyle bir yorum yapıyor: “Diğerleri gibi Hindistan’da da faşistlerin iktidarda oldukları ama onca zamandır totaliter faşist diktatörlüğe geç(e)medikleri paradoksal bir durum yaşanmaktadır.”[16]

Ayaşlı yazdıklarını şöyle özetliyor:

“(…) Erdoğan 20, Orban 12, Modi 8, Bolsanoro 4 yıldır iktidarda oldukları halde, parlamentarizm maskesini korudular ve totaliterleşme evresine geçmediler ya da geçemediler. Hindistan’da ve Macaristan’da hükümetler faşist; ama faşist diktatörlük olarak yeterince kurumsallaşmış ve pekişmiş değiller.”[17]

Görüldüğü gibi her biri somut özgüllüğü içerisinde incelenmesi ve o ülkelerin sosyalistleri tarafından bu incelemeler üzerinden mücadele stratejileri geliştirilmesi gereken, birbirinden farklı siyasal rejimler/kapitalist devlet somutlukları, aynı çuvala konarak, üzerine “neofaşizm” yaftası yapıştırılıyor. Oysa faşizm, totaliter karakterde bir kapitalist devlet tipidir. Ancak yüzeysel gözlemlerle yetinildiğinde, ABD, Macaristan, Hindistan, Brezilya ve Türkiye’deki siyasal rejimlerin faşizmi çağrıştıran özelliklerine aldanıp, bu ülkelerdeki siyasal rejimleri somut değerlendirmelerin ve dolayısıyla sosyalist mücadelenin konusu yapmak yerine, ortak neofaşizm çatısı altında toplamak mümkün oluyor.

Ayaşlı, IŞİD, ÖSO, El Nusra, El Kaide, Bako Haram gibi örgütleri de “neofaşizm” türleri olarak yorumluyor.[18] Lübnanlı Şii Hizbullah ile Filistinli Sünni Hamas’ı bunlardan ayırıyor.[19] Bize göre, bu değerlendirmeler artık ifrada kaçıyor. Cihatçı, şeriat hedefi olan bu örgütlenmelerin, faşist hareket ya da ideoloji ile ilişkisinin olmadığı çok açık... Ayaşlı siyasal İslam ve İslami köktencilik ile faşist ideoloji arasında benzerlikleri şu şekilde sıralıyor:

“Faşizmle aralarında sınıf mücadelesinin reddi, siyasi mücadele aracı olarak terör yöntemi kullanma, ‘altın çağ’ı dirilme ve ‘yeni nesil’ insan yaratma, keskin Yahudi karşıtlığı, totaliter bir devlet ve toplum kurma, lidere kayıtsız şartsız itaat, tek parti gibi benzerlikler bulunmaktadır.”[20]

Bu benzer özelliklerin işaret ettiği aslında nedir? Faşist ideoloji ile siyasal İslamcılık gericidir. Evet, sıralanan özellikler bu ideolojilerin gerici karakterini ortaya koymaktadır. Yoksa siyasi İslamcılığın, “faşist” olduğunu değil.

Ayaşlı, Avrupa’daki “neofaşist muhalefet partilerinin” paramiliter örgütlenmeleri olmadığından, bu partiler cumhuriyetçi ve parlamenterist söylemleri benimsediklerinden, “bir tamamlanmamışlık, yarım kalmışlık, uzatmalılık hali” söz konusudur diyor.[21]

Ayaşlı’nın özgün fakat sağlıksız olan katkısını şu alıntılarla özetlemek mümkün görünüyor:

“21. yüzyıl faşizminin selefine nispetle gerek siyasi hareket gerekse rejim olarak özünü maskelemek için burjuva demokrasisi örtüsü kullanmaya çok daha hevesli olduğu, özellikle paramilitarizm ve totalitarizmle arasına gerek duyduğu ve şartlarını hazırladığı zaman ortadan kaldırabileceği bir mesafe koyduğu dikkate alınmalıdır”[22]

“Egemen sınıflar toptan çöküş durumuyla, sıkı örgütlü hareketlerle ve kitlesel devrimci ayaklanmalarla karşılaşırlarsa bunlar fazla işe yaramayacak, o zaman da ‘ılımlı’ görünen faşist güçlerin programlarını ve taktiklerini değiştirerek radikalleşmeleri, devlet desteğiyle paramiliter gruplar kurmaları ve kitle terörü yaratmaları, sivil özgürlüklerin son kırıntılarını ve yasal örgütlenmeleri sona erdirmeleri sürpriz olmayacaktır. Bundan dolayı zamanımız faşizminin ‘ılımlı’lığı geçicidir (…) Günümüz faşizmi için tamamlanmamış, eksik, uzatılmış derken kastettiğimiz budur. Yavaşlatılmış ve süreklileşmiş faşizm durumu, içinde bulunduğumuz konjonktürün nesnellikleri ve öznellikleriyle koşulludur (…) Öyleyse, iktidardaki faşizmler, 21. yüzyıl faşizminin erken aşamasına mahsus bir yarı faşizm ya da totaliter aşamaya geçmemiş faşist rejimler olarak adlandırılabilirler.”[23]

“Özünü maskelemek”, “ılımlı görünen”, “burjuva demokrasisi örtüsü kullanmak” gibi kelimeler neyi gösteriyor? Ayaşlı, takiyye yapıyorlar demeye getiriyor… Şimdi “yarı faşizm” var, ihtiyaç olduğunda “tam faşizm” olacaklar… Ayaşlı bu anlama gelecek şekilde yazıyor. Oysa kitlelerin mücadelelerinin yükselişe geçmesi durumunda faşist hareketlerin sermaye sınıfının toplumsal iktidarını korumak üzere harekete geçtiği, paramiliter örgütlenmelerle sınıf hareketine ve sosyalist güçlere dönük terör eylemleri düzenlediği zaten bilinen gerçekler. Fakat bugün için Avrupa’da da Türkiye’de de faşist partilerin bu amaçla harekete geçmesi olanaklı değil. Çünkü sosyalistler ve işçi sınıfının örgütlülüğü zayıf durumda. Üstelik devrimci durum süreçlerinde askeri darbelerle sermaye sınıfının toplumsal iktidarını restore etmek gibi bir almaşık yolun olduğu da açık. Dolayısıyla iktidardaki ya da muhalefetteki faşist/faşizan partilerin takiyye yaptığını düşünmek, mevcut bazı siyasal rejimlerin faşist olduğunu iddia etmek yerine, kapitalist demokrasilerin biçimsel temsili özellikler yanı sıra faşizan özellikler de kazanmış olduğunu, şiddet, yasaklama, sansür, denetim, gözetleme gibi faşizan uygulamaların, burjuva demokrasilerine içselleştirilmiş olduğunu görmek gerekiyor.

Emperyalist hiyerarşide alt basamaklarda yer alan bağımlı ülkelerdeki askeri/sivil diktatörlükleri ya da otoriter yönetim biçimlerini de, faşizm olarak nitelemek doğru değil. Bir devlet tipi olarak faşizm ile bu siyasal rejimler arasında milliyetçilik, ırkçılık, lider fetişizmi, baskının ön planda devrede oluşu, hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, kitlelerin edilgenleştirilmesi/sürüleştirilmesi gibi benzerlikler vardır. Bu yönetimlere/devlet biçimlerine ancak “faşizan” denebilir. Bize göre, iki dünya savaşı arasındaki klasik faşizm örneklerinin mirası, artık kapitalist demokrasiler tarafından genel ve yaygın olarak içselleştirilmiştir.[24] Kapitalist demokrasilerde toplumsal iktidar ilişkileri, biçimsel demokratik nitelikler yanı sıra faşizan nitelikler de kazanmıştır. Bu durum neo-liberalizmin otoriter yönetim ihtiyacı ve eğiliminin olduğu 1980’lerin başından günümüze ulaşan tarihsel kesitte ise, billurlaşmıştır.

Özetle bize göre, Türkiye’de “faşizm” olarak adlandırılan devlet biçimi, aslında faşizan özellikler taşıyan neoliberal otoriter devlettir.

Ayaşlı’nın katılmadığımız başka bir düşüncesiyse şöyle:

“Karşıdevrim ancien regime’in (Eski Rejim) restorasyonu için, İtalya ve Almanya’da olduğu gibi faşizm tarafından burjuva demokrasisine karşı veya halkçı veya sosyalist bir düzeni devirmek üzere yapılır.”[25]

Kanımızca sosyalist ya da burjuva siyasal devrimleri için kullanılması gereken devrim ile karşıdevrim kavramları, devrimci durum tarihsel kesitinde gerçekleşen süreçlerin birbirine zıt iki bileşke eğilimini anlatır. Karşıdevrim kavramını, siyasal devrimlerin dışına taşıyıp, farklı tarihsel kesitler için kullanmak yanlıştır. Örneğin günümüzde Türkiye’de kapitalist devlet yeniden yapılanırken ve siyasal rejim kısmen değişirken, olan biten karşıdevrim değildir. Geçmişte gözlenen kapitalist demokrasinin faşist tipte bir devlete dönüşmesine de karşıdevrim denemez.

Başka bir konuya, askeri diktatörlüklere nasıl bakmalıyız konusuna geçelim. Darbeyle gelmeleri, siyasi iktidarın orduya geçmesi, toplumsal desteğe ve faşist kitle hareketine, paramiliter örgütlere sahip olmamaları, faşist bir liderin çoğu durumda yokluğu, birçok durumda emperyalist devletlerin doğrudan desteklemesi gibi özellikleriyle, askeri diktatörlükler, faşist devlet ile aynı kategoride yer almazlar. Elbette burjuva-ilerici darbeler, gerici-restorasyoncu darbeler olarak bir ayrım yapılabilir.[26] Fakat Ayaşlı bunlara bir de faşist cuntaları ekliyor. Oysa kapitalist demokrasinin işleyişini askıya alan askeri darbeler, doğaları gereği geçici özelliktedirler. Faşist devlet tipi ise, sosyalizm/sosyalistler/partizanlar tarafından yok edilmeseydi çok daha uzun süreler tarih sahnesinde kalacaktı. 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle kurulan görece kısa süreli diktatörlüğün Bonapartizmle uzaktan yakından alakası bulunmuyor. Faşist olarak nitelenmesi Türkiye solunda yaygın olarak gözlense de, bilimsel açıdan bakıldığında bir yanlış olarak karşımıza çıkıyor. Eğer faşizm şiddetin/baskının öne çıkarıldığı bir yönetme tarzı olarak alınırsa, askeri diktatörlüklerin birçoğuna faşist denebiliyor. Örneğin Ayaşlı’nın şu cümlesi faşizmi bir stil olarak kavradığını gösteriyor: “ABD ve bağlaşıklarının kendileri değilse bile, askeri müdahalede bulundukları ülkelerde uyguladıkları yöntemler faşistçeydi.”[27] Fakat faşizm, bir yönetme stili ya da yöntemi değil, bizzat kapitalist bir iktidar biçimidir. Dolayısıyla bize göre “Latin Amerika faşizmi” olarak nitelenen Şili, Arjantin, Nikaragua gibi ülkelerdeki askeri diktatörlükleri, uyguladıkları şiddet politikalarına bakarak değerlendirip, faşist devlet tipi içerisinde saymak bir yanılgıdır.

Ayaşlı Latin Amerika’daki askeri diktatörlükler ile faşizm arasındaki benzerlikleri ve farkları yazarken haklıdır. Fakat daha sonra çoğu askeri diktatörlüğü, faşist olarak niteleyince, yazdıkları boşa gitmektedir. Askeri diktatörlükler için yazdığı şu satırlar doğrudur ve biz de katılmaktayız:

“Partinin yerini ordunun alması, faşist kitle hareketinin düşük düzeyi, dış dinamiklerin baskın karakteri, faşist demogojinin görece zayıflığı (…). Bununla birlikte, terörün siyasette oynadığı başat rol, antikomünizm, demokrasi düşmanlığı, şoven milliyetçilik, devlet ve lider kültü (caudillo), toplumsal yaşamı kontrol etmek bakımından klasik faşizmle benzeşirler.”[28]

Bakın Ayaşlı bu satırların biraz ilerisinde ne yazmaktadır:

“Yunanistan (1967 Albaylar Cuntası –MB), Şili (1973 darbesi–MB), ve Arjantin’deki (1976 darbesi –MB) darbe rejimleri neo-askeri faşizmin ‘klasik’ biçimleri olarak sınıflandırılabilirler.”[29]

Faşist devlet tipiyle olan benzerliklerine bakılarak, bu ülkelerdeki askeri diktatörlüklere “neo-askeri faşizm” denmektedir. Bu görüşe teorik/bilimsel değerlendirmeyle bakıldığında katılmak olanaksızdır.

Bize göre İspanya ve Portekiz’deki diktatörlükler, Yunanistan’daki Albaylar cuntası yönetimi, Endonezya’daki solu ezen cunta rejimi, İran’daki Şah yönetimi, Filipinler’deki Marcos yönetimi gibi askeri ya da “sivil” diktatörlüklerin, faşist devlet olarak görülmesi sağlıklı değildir. Bunlar diktatörlük olsalar da, İtalya ve Almanya’daki klasik faşist devletlerin oluşum paternini sergilemezler. Faşizm bir diktatörlük türüdür, fakat her diktatörlük faşizm değildir.

Peki “faşizme karşı birleşik cephe” önerisine ne demeli?.. 14/28 Mayıs 2023 seçimleri öncesinde dillendirilen bu öneri, hiç kuşku yok ki önümüzdeki süreçlerde de gündeme getirilecektir. Oysa sosyalistlerin, sosyal demokratik liberalizmle ve hatta diğer düzen partileriyle birlikte kuracağı bir cephe, politik bir intihar olur. Bağımsız sosyalist/komünist siyasal çizgi terk edilerek, liberalizmin sosyal demokratik versiyonuna yedeklenmekle sonuçlanır. Geçmişte Avrupa’da klasik faşizmin iktidara yürüyüşü süreçlerinde anlamlı ve gerekli olan bu politik tutumu, günümüzde parti-devlet haline gelmiş bulunan AKP iktidarına karşı yeniden oluşturmak, ancak teorik bakış eksikliğinin ürünü olabilir.

Oysa bize göre, sosyalistlerin güç biriktirmesi ve düzen karşıtı politikalar üretmesi gerekmektedir. Sosyalizm mücadelesi, politikalar geliştirip kitlelere çeşitli araçlar/yollar üzerinden ulaştırmakla, siyasal mücadele içerisinde aktif bir ideolojik mücadele vermekle yerine getirilir. Sermaye sınıfının ya da onun politik temsilcisi yürütme gücünün politik hamlelerine karşı demokratik bir savunma hattı oluşturmak, direniş mücadelesi vermek yerine, aktüel başlıklardaki politik ve ideolojik gelişmelere müdahil olmak, topluma alternatif ideolojik/politik seslenmede bulunmak, pasif direnişçi değil, aktif karşıtlık barındıran bir mücadeleyi örgütlemek gerekmektedir. Sosyalistler olduğu varsayılan bir “faşizme karşı demokrasiyi geliştirme ya da koruma mücadelesi” vermezler; ancak sosyalizm mücadelesinin ara demokratik kazanımları oluşturulabilir.

“Topluma seslenme”nin önemini küçümsemeden, mahallelerde ve işyerlerinde emekçilerin arasında olarak, onların sorunlarıyla hemhal olmak ve taraflaştırmak için uğraşmak... İşte örgütlülük üzerinden mücadele dediğimiz olgu budur. Politikaları üretecek ve emekçilere götürecek olan örgüttür. Fakat sosyalist politikalar kitlelere dışarıdan dayatılmaz; emekçilerin oluşturdukları değerlere, kültüre ve düşüncelere doğrultu verip, onları şekillendirir. Uzaktan seslenmeyi, “gelin bize destek olun” demeyi biryana bırakmak, emekçiler arasında onlarla birlikte devinerek, süreçlere yön vermeye çalışmak gerekmektedir.



[1] Faşist ideolojinin özellikleri için yararlandığımız kaynaklar: i) Hazırlayanlar: Gökhan Atılgan, E. Attila Aytekin, Siyaset Bilimi, ii. Fatih Yaşlı, İdeoloji: Bir Kavramın İzinde, Alabanda Akademi, 2016 iii) Yaşar Ayaşlı, Eski ve Yeni Faşizm, Yordam Kitap, 2023

[2] Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 192

[3] Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 196

[4] İlhan Gülhan, Karşıdevrimci burjuvazi ile geriye dönüş, https://sendika.org/2023/06/karsidevrimci-burjuvazi-ile-geriye-donus-686105/

[5] Olivier Roy’dan aktaran Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 207

[6] Yaşar Ayaşlı,, a.g.e., s. 224

[7] Yaşar Ayaşlı,, a.g.e., s. 225

[8] Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 242

[9] Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 243

[10] Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 244

[11] Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 245

[12] Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 246

[13] Yaşar Ayaşlı,  a.g.e., s. 247

[14] Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 249

[15] Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 251

[16] Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 253

[17] Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 272

[18] Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 267

[19] Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 268

[20] Yaşar Ayaşlı,, a.g.e., s. 258-9

[21] Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 272

[22] Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 272

[23] Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 276

[24] Ayaşlı’nın kitabında sadece bir yerde bizim bu düşüncemize benzer bir fikir bulunmaktadır: “(…) faşizm 1945’te mezarına gömülmedi. Tersine üç şekilde varlığını sürdürdü: Birincisi burjuva demokrasisinin yürürlükte olduğu ülkeler, faşizmi büsbütün dışlamak yerine bazı öğelerini alıkoyup içselleştirdiler (…)” (a.g.e., s. 219) Bir de şu satırlarda kısmen sağlıklı değerlendirme yapıyor: “Bu yalnız akla kara gibi iki burjuva yönetim biçimi olmadığını (genelde şiddet yöntemini faşizm, liberalizm yöntemini burjuva demokrasisi olarak kavrıyor –MB), bunların her ülkeye ve zaman göre değişebilen bileşimler alabildiğini gösterir.” (a.g.e., s. 271-2)

[25] Yaşar Ayaşlı, a.g.e., s. 201

[26] Yaşar Ayaşlı,, a.g.e., s. 167

[27] Yaşar Ayaşlı,, a.g.e., s. 224

[28]Yaşar Ayaşlı,, a.g.e., s. 143

[29] Yaşar Ayaşlı,, a.g.e., s. 143