8 Temmuz 2013 Pazartesi

Tarihsel Miras ve İlericiliğimiz

Konu: Ateş Uslu’nun Cumhuriyetin Kazanımları ve Sol başlıklı yazısı eleştirilmektedir. Uslu’nun, Fatih Yaşlı’nın soL haber portalı’nda yayınlanan bir yazısını eleştirirken sahip olduğu yaklaşım değerlendirilmektedir.

Cumhuriyetin Kazanımları ve Sol – Ateş Uslu

“Cumhuriyetin kazanımlarının korunması”, sol içi tartışmalarda Kemalizm’le hesaplaşma konusunda sık sık gündeme gelen bir meseledir. Bu günlerde de bu tema “ulusalcılık” karşısında alınacak tavırla ilgili olarak işleniyor. Fatih Yaşlı, soL’da yayınlanan yazısında, “cumhuriyetin kazanımlarını sahiplenme” ilkesini, günümüz Türkiye’sinde devrimci olmanın, emeğin iktidarını arzu etmenin olmazsa olmaz koşullarından biri olarak sayıyor. Bu çerçevede yazar, söz konusu kazanımlara örnek olarak “monarşiden cumhuriyete geçilmiş olması, hilafetin kaldırılması, yurttaşlığın hukuki zemininin oluşturulması, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi” olgularını sayıyor (Yaşlı, 2010).

Peki, “cumhuriyetin kazanımları”nın bir ön kabul olarak varsayıldığı bu modelin tarihsel geçerliliği nedir? Yakın dönem Osmanlı Devleti tarihine bakıldığında, bugün “cumhuriyetin kazanımları” olarak görülen olguların tamamına yakınının cumhuriyetin ilanını önceleyen yüz yılı aşkın bir süreç içinde oluştuğu görülebilir. Siyasi iktidarın meşruiyet temelinin dünyevileştirilmesi, kadınların siyasi hakları gibi konularda 1923 sonrasında belirli ölçüde sıçramalar ve radikal dönüşümler gerçekleştirildiği aşikârdır. Ancak bu, “cumhuriyetin kazanımları” olarak adlandırılan olgular toplamının cumhuriyet öncesine kıyasla bütünüyle yeni birer devrim olduğu anlamına gelmez. Cumhuriyetin II. Meşrutiyet deneyiminin mirasını devraldığı konusunda kimsenin kuşkusu olduğunu sanmıyorum. 1908’in toplumsal ve siyasi alandaki pek çok kazanımı 1923 sonrasında radikalleştirilmiştir, hatta siyasi muhalefet ve çoğulculuk gibi bazı konularda erken Cumhuriyet döneminin II. Meşrutiyet’e göre daha “geriye” düştüğü de açıktır. Daha da geriye gidelim, II. Meşrutiyet de II. Mahmut döneminde başlayan, Tanzimat’la birlikte ivme kazanan ve XIX. yüzyılın geri kalanında da çeşitli şekillerde devam eden bir bütünsel dönüşüm sürecinin bir uzantısıdır. Burada kastedilen süreklilik, kimilerince iddia edildiği gibi asker-sivil bürokrasi kadrolarının sürekliliğiyle değil, toplumsal formasyonda meydana gelen dönüşümler sürecinin sürekliliğiyle sağlanmaktadır. Başka bir deyişle, Tanzimat’ı Meşrutiyet’e, Meşrutiyet’i Cumhuriyet’e bağlayan, baştaki kadroların aynı ya da benzer niteliklere sahip olması değil, siyasi, ekonomik, kültürel, toplumsal alanlardaki dönüşümün sürekliliğidir. Üstelik bu, cumhuriyet rejiminde bir takım hakların vatandaşlara sistematik bir şekilde “verildiği” yönündeki ön kabulün de aşılmasını sağlar. Örneğin cumhuriyet döneminde kadınlara seçme ve seçilme hakkının “verildiği” ne derece doğrudur? Bu türden bir görüş geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerindeki kadın hareketinin mücadelelerini tümüyle yok saymak değilse nedir? NTV Tarih gibi bir popüler dergi bile “Kadınlara Oy Hakkı Gökten Düşmedi” gibi bir başlıkla konuyu incelerken (Somersan, 2009) sosyalistlerin bu konuda hâlâ bahşedilmiş kazanımlardan söz etmesi tam anlamıyla yersizdir.

Durum böyle olunca, 1923’e cumhuriyetçi ideolojinin kurguladığı türden bir mutlak kopuş atfetmektense, gerçekleştirdiği dönüşümü tarihselliği içinde değerlendirmek anlam kazanmaktadır. Dolayısıyla ortada sahiplenilebilecek “kazanımlar” varsa bunlar “cumhuriyetin kazanımları” tanımını aşan kazanımlardır. Dolayısıyla eğer bunlar sahiplenilmek isteniyorsa daha geniş bir tarihsel perspektife dayalı kavramlara başvurulabilir. “Modernleşme” ve “burjuva devrimi” bu noktada akla ilk gelen kavramlar. “Modernleşme”, XIX.-XX. yüzyıl Osmanlı-Türk toplumsal gelişmelerini süreklilik ve sıçramaları içeren bir süreç olarak açıklayan ve tarihçiler tarafından sıkça başvurulan bir kavram. Elverişsiz olduğu nokta ise, sınıfsal çözümleme temelinin çoğunlukla eksik kalması. Buna rağmen, sınıfsal temeli yeterli bir şekilde belirlendiği ölçüde cumhuriyetin kazanımları “modernleşme sürecinin kazanımları” olarak incelenebilir.

Bir diğer kapsayıcı kavram ise “burjuva devrimi”. Tabii bu noktada klasik bir ayrıma başvurup, “siyasi devrim” ve “toplumsal devrim” arasında bir ayrıştırma yapmak gerekiyor. Yukarıda değinilen yüz yılı aşkın bir süreye yayılan sürekliliği kuran elbette “toplumsal devrim” anlamında bir burjuva devrimidir; 1908, 1923 gibi belirgin kırılma noktaları ise siyasi devrimlere tekabül eder.

Dolayısıyla “cumhuriyetin kazanımları” olarak tarif edilen olguların toplumsal anlamda bir burjuva devriminin bileşenleri olduğu düşünülebilir, bu doğrultuda bir kavramsallaştırma yapılabilir. Bu noktada temel bir soru sormamız gerekir: XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde başlayan ve Cumhuriyet döneminde sıçramalarla devam eden süreç ne derecede “burjuvazi”ye atfedilebilir? Burjuvaziden yoksun olduğu ya da burjuvazisinin “yetersiz” olduğu defalarca vurgulanan Osmanlı Devleti’nde nasıl olur da bir burjuva devrimi yaşanır? Bu soru, sorunu şematik bir kavramsallaştırmaya hapsolarak çözmeye çalışmamıza neden olur. Gerçekte çok az tarihsel örnekte burjuva toplumsal dönüşümü güçlü bir burjuvazinin öncülüğünde gerçekleşmiştir. Habsburg İmparatorluğu’nda XIX. yüzyıl boyunca yaşanan dönüşüm tam bir burjuvalaşma sürecine işaret eder, ancak ülkede Bohemya-Moravya (şimdiki Çek Cumhuriyeti) gibi bölgeler dışında ticaret ya da sanayi burjuvazisinin önemi etkisizdir. Günümüzde kimi tarihçiler XIX. yüzyıl Fransa’sında bile burjuvazinin tam anlamıyla etkin bir rol oynamadığını öne sürebilmektedir. Burjuvası az ya da yetersiz Osmanlı Devleti’nde de burjuva toplumsal devriminin gerçekleşmemesi için bir neden yoktur. Bu noktada önemli olan devrime öncülük eden sınıfın ya da sınıfların hangi işlevi üstlendikleri ve hangi saiklerle yola çıktıklarıdır.

Tabii bir de “siyasi devrim” anlamında burjuva devrimi konusuna değinmek gerekiyor. Fatih Yaşlı “1923’ü 1908’le birlikte burjuva devrimi kategorisinde değerlendirip sahiplenmek” derken bu iki tarihsel uğrağın siyasi anlamda birer burjuva devrimi olduğunu belirtmektedir. Bunun ilkesel olarak karşı çıkılacak bir yanı yok; ancak bu siyasi devrimlerin boş bir sofraya tepeden konmadığı, zemininin daha uzun bir toplumsal dönüşüm süreciyle hazırlandığı kaydını bir kez daha düşmek gerekiyor.

Yaşlı’nın yazısının esas sorunlu noktası ise, kazanımların sahiplenilmesi konusunda ortaya çıkıyor. Bir kez daha belirtelim, Yaşlı’ya göre “Cumhuriyetin kazanımlarını savunmak, günümüz Türkiye’sinde devrimci bir siyasal strateji izleyen öznelerin savunmak zorunda olduğu temel ilkelerden biridir. “Devletin sınıf devleti oluşu, baskıcı karakteri ve uygulamaları”na rağmen Cumhuriyetin kazanımları korunmalı, “Türkiye’de sol adına mücadele verenlerin hiçbir şekilde 1923’ün gerisine düşmeyeceği” belirtilmelidir (Yaşlı, 2010). Aynı kararlılıkta yanıtlayalım: kendine sosyalist diyen, köklü bir toplumsal-siyasi dönüşüm programını temel alarak mücadele edenlerin “cumhuriyetin kazanımlarını sahiplenmek” türünden bir ilkeyi özellikle dile getirmelerine gerek yoktur, birilerinin bunu sosyalist mücadelenin olmazsa olmaz koşulu olarak dile getirmesi ise tam anlamıyla yersizdir. Sosyalistler monarşiye karşı cumhuriyeti kendi ilkeleri çerçevesinde savunurlar, bunun için önceki devrimlerin kazanımlarını referans almaya ihtiyaçları yoktur. Fransa’da ve pek çok ülkede burjuva siyasetçilerinden önce sosyalistler cumhuriyet rejimi için mücadele etmiştir, kaldı ki bu ülkede de Kemalist liderlikten önce komünistler cumhuriyet fikrini savunmuşlardır. Sosyalistlerin, komünistlerin kadınların seçme ve seçilme hakkını savunmak için cumhuriyetin kazanımlarını referans almaya ihtiyaçları yoktur, zaten kendi varlık nedenleri itibariyle bu hakları en ileri düzeye taşımak için mücadele ederler. Yurttaşlığın hukuki zemininin oluşturması konusunda cumhuriyetin kazanımlarını savunmak gibi bir lüksleri yoktur, zaten burjuva hukukunun sınırlı yurttaşlık anlayışını aşma doğrultusunda mücadele ederler. Kendine gerçek anlamda sosyalist, devrimci sıfatlarını yakıştırabilen kimsenin bu gibi alanlarda 1923’ün gerisine düşmek gibi bir niyeti zaten yoktur.

Solun, sosyalistlerin siyasi stratejilerini belirlemek için kendi referansları yeterlidir; artık bu konuda kendi gölgelerinden ürkmekten ve var olan siyasi konfigürasyonlara göre kendilerini konumlandırmaya çalışmaktan vazgeçip başlı başına taraf olma vakitleri çoktan gelmiştir; kitleler yüzlerini diğer kutuplaşmaların ötesine geçen bir tarafa dönebilirler. Devrimci bir siyasal strateji izlediğini iddia edenler stratejilerini “sahiplendikleri” üzerinden değil, “aşacakları” ve “kuracakları” üzerinden inşa etmelidir.

Kaynakça

Maza, Sarah (2005) The Myth of the French Bourgeoisie: An Essay on the Social Imaginary, 1750-1850, Cambridge, Massachusetts: Harvard University.

Somersan, Bihter (2009) "Kadınlara Oy Hakkı Gökten Düşmedi", NTV Tarih, 11: 31-37.

Yaşlı, Fatih (2010) “Ulusalcılık Nedir, Ne Değildir?”, soL Haber Portalı, 10/08/2010, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/fatih-yasli/ulusalcilik-nedir-ne-degildir-31938

Yazının alındığı adres: http://atesuslu.blogspot.com/

***

Tarihsel Miras ve İlericiliğimiz – M. Boyuneğmez

1. Bugün monarşiye geri dönüş imkânsızdır. Böyle olsa da, biz cumhuriyeti savunuruz. Cumhuriyet, insanlığın tarihsel ilerleyişinde en ileri devlet/rejim biçimidir. Bizim savunduğumuz sosyalist cumhuriyettir. Sosyalist bir cumhuriyetin, burjuva cumhuriyetlerden daha gelişkin ve ileri bir devlet ve rejim biçimi olduğu açıktır. Sosyalist bir cumhuriyette ya da demokraside, halkın devlet yönetimine maksimum katılımı, toplumun ileri derecede örgütlü olması, sosyalist değerlerin, ilkelerin, motiflerin ve temaların yeniden üretiminde toplumdaki siyasal ve ideolojik canlılığın yüksek düzeylerde bulunması, seçilenlerin her zaman görevlerinden geri çağrılmasının mümkün olması gibi birçok konuda, burjuva demokrasisinin ilerisine ve ötesine geçilir. Sosyalist cumhuriyette biçimsel eşitlik, yurttaşların yasa önünde eşitliği anlayışı, kapsanıp aşılarak, olanaklara ulaşmada da eşitlik sağlanır. Sömürünün olmadığı bir toplumda, insanların yeteneklerini geliştirmede ve gerçekleştirmede, potansiyellerini kullanmada özgür olacağı da açık olmalıdır. Toplumsal adaletin sağlanması, toplumun aydınlanması yönünde girişilecek çalışmalar, bilimselliğin ve akılcılığın bayraklaştırılması, toplumun hurafe ve mistik inançlardan arınması yolundaki çalışmalar, materyalist görüşlerin yaşamın her alanında yeniden üretilmesi ve benimsenmesi doğrultusunda sarf edilecek gayret, bunlarla birlikte devletin laiklik ilkesini uygulaması (bireylerin dinsel inançlarını seçme özgürlüğünün tanınması, bilimsel eğitim vb. uygulamalar), gericiliğin ortadan kaldırılması, toplumun siyasal/ideolojik ve kültürel üretim süreçlerine katılması, halkların ve kültürlerin kardeşleşmesinin sağlanması gibi birçok başlıkta da, sosyalist cumhuriyet’in burjuva cumhuriyetin çok ilerisinde olacağı görülmelidir.

Örnek olsun ev içi emek harcanmasının ve çocuk bakımının kadınlara getirdiği yükün, toplum olarak paylaştırılarak azaltılması gerçekleştiğinde, kadın-erkek eşitliği konusunda bir ileri adım atılmış olmaktadır. Kreşlerin yaygınlaştırılması ve çocuk bakımının toplum adına görev alanlar ve ebeveynler arasında ortaklaşa yürütülmesi sağlandığında, ev içi uğraşlar, olabildiği kadar toplumsal iş ve hizmetlerle karşılandığında, kadınların çalışma, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, siyasete katılım ve görev alma gibi hakları tümüyle karşılandığında, burjuva cumhuriyetin içini dolduramadığı kadın-erkek “eşitliği” aşılmış olacaktır. Sosyalist bir cumhuriyette bu tür bir “eşitlik”ten bahsetmek bile abes kaçacaktır, çünkü tesis edilecek olan, tüm insanları kapsayan ve insanlar arasındaki toplumsal eşitliktir.

2. Burjuvazi, Avrupa’da feodal üretim biçiminin son kalıntılarını yok etmiş, kilisenin/dinin toplumsal etkisinin kırılmasını sağlamış, üretici güçlerde muazzam bir atılım gerçekleştirmiş, kapitalist özel mülkiyeti, ticareti ve sanayi girişimciliği hukuksal ve etik açıdan güvence altına almış, bilimselliğin ve akılcılığın yayılıp gelişmesini sağlamıştır. Marx Komünist Parti Manifestosu’nda işte bu burjuvaziyi ve yaptıklarını övmektedir. Burjuvazinin bir sınıf olarak ilericiliğini gösterdiği devrim, Büyük Fransız Devrimi’dir. 1789 Büyük Fransız Devrimi, burjuva devrimleri arasında en ilerici olanıdır. Bu devrimle birlikte, aydınlanma değerlerinin benimsenmesi, laik devlet anlayışının uygulanması, ulusun ve yurttaşlığın oluşumu gibi birçok alanda ileri adımlar atılmıştır. Fakat 1848 devrimleriyle birlikte, burjuvazinin siyasal açıdan gericileştiği, monarşist görüşleri yeniden canlandırdığı, kitlelerin devrim sürecine katmaya eskisi kadar hevesli olmadığı, aksine işçi sınıfının, küçük burjuvazinin ve köylülerin hareketlenmelerinden korkuya kapıldığı ve bu hareketlenmelerin önünü almaya çalıştığı, bu olmadığında bunları bastırdığı bilinmektedir. Avrupa’da kapitalist üretim ilişkilerindeki gelişim, mutlak monarşilerin varlığında devam etmiş ve 18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıldaki siyasal devrimlerle eski rejimin devlet tipi ve üst yapısal alanı değişmiştir.

3. Burjuvazi ile kapitalistler tam olarak aynı anlama gelmemektedir. Burjuva devrimlerinde öncü konumda bulunan kişiler, kadrolar ya da partiler, burjuva ideolojik perspektife ve politik bilince sahiptir. Bunların sınıfsal konumları ne olursa olsun, politik açıdan “burjuva” olarak adlandırılmaları mümkündür. Aslında daha doğru niteleme, “burjuva politik bilince sahip olan kadrolar” ya da “burjuva politik kadrolar/partiler” olmalıdır. 1789’da başlayan Fransız devrimi ve bundan sonraki Avrupa burjuva devrimlerinde, burjuvazinin içerisinde, kapitalistlerin temsilcilerinin yanı sıra bizzat bu sınıfın üyelerinin de yer aldığı, devrim sürecini çeşitli yollarla destekledikleri bilinmektedir.

4. Türkiye burjuva devrim süreci, 19. yüzyılda yapılan reformlarla (III. Selim, II. Mahmut, Tanzimat fermanı, 1. ve 2. Meşrutiyet) süreklilik içerisinde gelişerek 20. yüzyılın ilk 30 yılını kapsayan bir tarihsel dönemde gerçekleşmiştir. Türkiye burjuva devrim sürecini, öncesindeki süreklilik bağlarıyla birlikte 2. Meşrutiyetle başlatmak ve 1930’larda burjuva düzenin oturmasıyla sonlandırmak mümkündür. Bu devrim, “toplumsal devrim” ve “siyasal devrim” gelişmeleri iç içe geçmiş biçimde, tek bir süreç olarak gerçekleşmiştir. “Önce toplumsal devrim oldu, sonra 1908 ve 1923 tarihlerinde siyasi devrim oldu” değerlendirmesi sağlıklı değildir. 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ilk üç dekatı boyunca, toplumsal ilişkiler değişirken, siyasal mücadeleler verilmekteydi ve toplumsal değişimde, bu mücadelelerin rolü bulunmaktaydı. Siyasal mücadeleler, toplumsal ilişkilerin değişimi için yürütülmekteydi ve toplumsal ilişkiler değiştikçe siyasal eğilimler de değişmekteydi.

5. Jön Türkler, İttihat ve Terakki partisi ile buradan yetişmiş cumhuriyetin kurucu kadroları olan Kemalistler, bu devrim sürecinin lider/öncü güçleri durumundadır. Bu kadroların görece ileri politik bilinçleri ile toplumdaki kapitalist üretim ilişkilerinin görece geri konumu arasındaki boşluk, eşitsiz gelişimi gösterir. Burjuvazi henüz cılız bir durumdayken dahi, bu sınıfın politik/ideolojik perspektifini sahiplenen insanlar bu topraklarda var olmuştur. Siyasi ve ideolojik açıdan bu kadrolar, burjuva sınıf bilinciyle hareket etmektedir. Kadroların mesleklerine, askeri bürokrat olup olmamalarına bakıp, örneğin küçük burjuva sayılıp sayılamayacaklarını tartıp, Türkiye devrim sürecinin karakteri üzerine hüküm bildirilemez. Bu kadrolar burjuva devrimcileridir, çünkü politik bilinçleri ve ideolojik donanımları burjuva sınıfına aittir. Avrupa’daki burjuvazinin siyasal deneyimleri ve geliştirdiği görüşler, Türkiye topraklarında kendi özgüllüğü içerisinde yeniden üretilmiş ve benimsenmiştir. Burjuvazinin işçi sınıfı ve kitlesel hareketlenmeler karşısında 19. yüzyıl boyunca Avrupa’da yaşadığı deneyimlerden süzülen politik/ideolojik bilinç, bu topraklara aktarılmış ve bu toprakların taşıdığı özgünlüklerle yeniden üretilmiştir.

6. 1908 ve 1923 tarihleri meşrutiyetin ilanı ve cumhuriyetin kuruluşunun gerçekleştiği tarihler olarak önemlidir. Fakat ne 1908’in, ne de 1923’ün bir “siyasal devrim” olarak görülmesi uygun değildir. Türkiye burjuva devrimi, uzun bir zamana yayılmış olarak, tedricen uygulanan reformlar yoluyla ilerleyen ve kurtuluş savaşını (kurtuluş savaşında halkın katılımını) da içine alan bir süreçtir.

7. Cumhuriyetin kuruluşunda öncü konumundaki Mustafa Kemal ve arkadaşları, geç gerçekleşen bir burjuva devrimi sürecinde, üzerlerine düşen rolleri yerine getiren siyasal kadrolardır. II. Meşrutiyet ve öncesinden gelen siyasal düşünceleri devralan bu kadrolar, uygulamaları açısından da geçmişle bir süreklilik içerisinde çalışmışlardır. Başta İstanbul ve Selanik’teki işçilerin verdiği mücadeleler, komünistlerin daha ileri politik konumda bulunarak yürüttükleri siyasal faaliyetler, emperyalist ülke devletlerine karşı komşu Sovyet sosyalist devletine yakınlaşma zarureti, Kemalist kadroların siyasal bilincinin artık gericileşmiş bir sınıfın bilinci olmasıyla birleşerek, yapılan reformların görece güdük ve eksikli bir biçimde yaşama geçirilmesine neden olmuştur. Yaşama geçirilirken de bunların toplumsal hareketlerin taleplerine dönüşmesinin önlenmesine, aksine işçi sınıfının ve muhalif politik hareketlerin (Çerkez Ethem/Yeşil Ordu, Kürt ayaklanmaları, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesi) baskı altında tutularak (Takrir-i Sükûn kanunu hatırlansın), tepeden inmeci bir tarzda uygulanmalarına yol açmıştır. Harf/alfabe reformu, aşar gibi vergilerin kaldırılması, kılık-kıyafet reformu, saltanat ve hilafetin kaldırılması, yurttaşlığın ve oy hakkının getirilmesi, eğitim ve öğretimin laiklik ilkesiyle yapılandırılması vb… Bu ilerici reformlar gerçekleştirilirken, laikliği yarım kılan toplumsal aydınlanmadaki yetersizlik ve bağımsızlıkçılığı güdük bırakan emperyalist ülkelerle girilen ilişkiler gözlenmiştir. Liberalizmi savunan Kemalist kadrolar, sermaye birikimindeki yetersizliği aşmak ve 1929 bunalımının dayattığı zorunluluklarla, devletçiliği uygulamaya koymuştur. Bu devletçiliğin, sosyalist kamulaştırmayla bir tutulamayacağı açık olmalıdır. Sosyalist cumhuriyetin, emperyalist ülkelerin devletleri ve emperyalist örgütlenmelere karşı bağımsızlıkçı duruşu, toplumsal aydınlanmacı hamleleri ve muazzam derin/ileri atılımları da, burjuva cumhuriyetin kuruluşu öncesi ve sonrasında burjuva politik kadroların gerçekleştirmiş oldukları hamleleri fersah fersah aşacaktır.

8. Buraya kadar yazılanlardan, kuruluşlarından itibaren hızla gericileşen burjuva cumhuriyetlerin/burjuva demokrasilerinin aşılması gerektiğini savunduğumuz, fakat cumhuriyet yönetim biçimine karşı olmadığımız; Türkiye burjuva devrim sürecindeki politik bilincin ve uygulamaların ötesine ve ilerisine geçen bir ilerici perspektifimizin olduğu anlaşılmalıdır. Fakat biz, Büyük Fransız Devrimi’nin Jakobenlerinin insanlığa armağan ettikleri şu politik ilke ve kavramları benimseriz: Devrimcilik, radikalizm yani köktencilik, ilericilik, kararlılık ve devrimci atılımda sonuna kadar ilerleme, devrimci ideallere bağlılık, halkçılık, eşitlik, özgürlük, adalet, rasyonalizm… Türkiye burjuva devrim sürecine baktığımızdaysa, gerçekleşen reformları, ileriye doğru atılan adımları reddetmez, bunlara tarihsel haklarını teslim ederiz.

9. Sosyalist politikanın üretiminde, Marksist teorinin sunduğu kavramsal setle ve anlayışla, güncelliğin, konjonktürün ve somut durumların analizini yapmak vazgeçilmezdir. Toplumdaki siyasi aktörleri, bunlar arasındaki sürtüşme ve çekişmeleri, ideolojik eğilimleri, sınıfların durumunu ve sınıflar arasındaki ilişkileri, devletin yapılanmasını, çıkarılan ve uygulanan yasaları vb., bütün bunları dikkate almadan somut durumla ilişkilenmek ve politika üretmek mümkün değildir. Yürürlükteki ideolojik kodlamaları eleştirmeden ya da yeniden anlamlandırmadan, ideolojik/siyasal mücadele verilemez. Siyasal ve ideolojik bağımsızlığınız, ilkelerinizle ve programatik vizyonunuzla güvence altında olmalıdır. Fakat toplumdaki söylemlere, eğilimlere, konuşulan, benimsenen ve paylaşılan temalara uzanmak ve değmek, politik üretimde bulunmak ve örgütlenmek için gereklidir. Laikliği, aydınlanmacılığı, ilericiliği, bağımsızlıkçılığı, cumhuriyetçiliği, halkçılığı, devletçiliği (=kamuculuğu) benimser ve bugünün koşullarında yeniden anlamlandırırken, toplumsal dokudaki eğilimleri dikkate almanız, bu eğilimlere bir doğrultu vermeye çalışmanız, onları örgütlemeye çalışmanız doğaldır. Bu ilkeler, değerler ve kavramlar, gökten zembille inmemiş olup, burjuvazinin ya da burjuva politik kadroların da bir zamanlar uğruna kısmen de olsa mücadele ettiği öğelerdir. Bunların anlamlarını dönüştürerek sahiplenmeye çalışmak, doğal karşılanmalıdır. Üstelik insanlığın ilerici birikimine sırtınızı döndüğünüzde, bu durum “sol”culuk vasfınızı yitirmeniz anlamına gelir. Örnek olsun, “eşitlik ve özgürlük” ilk kez burjuva devrimcileri tarafından dillendirildi ve benimsendi diye, bugün bu ilkeleri terk etmek gerekmez. O zaman sorarlar adama; yahu, “sol” kavramını ve politik duruşu, tarihte ilk kez kimler üretmişti ya da temsil etmişti diye...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.