Konu: Ateş Uslu’nun Cumhuriyetin Kazanımları
ve Sol başlıklı yazısı
eleştirilmektedir. Uslu’nun, Fatih Yaşlı’nın soL haber portalı’nda yayınlanan bir yazısını eleştirirken sahip olduğu
yaklaşım değerlendirilmektedir.
Cumhuriyetin Kazanımları ve Sol – Ateş Uslu
“Cumhuriyetin kazanımlarının korunması”, sol içi tartışmalarda Kemalizm’le
hesaplaşma konusunda sık sık gündeme gelen bir meseledir. Bu günlerde de bu
tema “ulusalcılık” karşısında alınacak tavırla ilgili olarak işleniyor. Fatih
Yaşlı, soL’da yayınlanan yazısında, “cumhuriyetin
kazanımlarını sahiplenme” ilkesini, günümüz Türkiye’sinde devrimci olmanın,
emeğin iktidarını arzu etmenin olmazsa olmaz koşullarından biri olarak sayıyor.
Bu çerçevede yazar, söz konusu kazanımlara örnek olarak “monarşiden cumhuriyete
geçilmiş olması, hilafetin kaldırılması, yurttaşlığın hukuki zemininin
oluşturulması, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi” olgularını
sayıyor (Yaşlı, 2010).
Peki, “cumhuriyetin kazanımları”nın bir ön kabul olarak varsayıldığı bu
modelin tarihsel geçerliliği nedir? Yakın dönem Osmanlı Devleti tarihine
bakıldığında, bugün “cumhuriyetin kazanımları” olarak görülen olguların
tamamına yakınının cumhuriyetin ilanını önceleyen yüz yılı aşkın bir süreç
içinde oluştuğu görülebilir. Siyasi iktidarın meşruiyet temelinin
dünyevileştirilmesi, kadınların siyasi hakları gibi konularda 1923 sonrasında
belirli ölçüde sıçramalar ve radikal dönüşümler gerçekleştirildiği aşikârdır.
Ancak bu, “cumhuriyetin kazanımları” olarak adlandırılan olgular toplamının
cumhuriyet öncesine kıyasla bütünüyle yeni birer devrim olduğu anlamına gelmez.
Cumhuriyetin II. Meşrutiyet deneyiminin mirasını devraldığı konusunda kimsenin
kuşkusu olduğunu sanmıyorum. 1908’in toplumsal ve siyasi alandaki pek çok
kazanımı 1923 sonrasında radikalleştirilmiştir, hatta siyasi muhalefet ve
çoğulculuk gibi bazı konularda erken Cumhuriyet döneminin II. Meşrutiyet’e göre
daha “geriye” düştüğü de açıktır. Daha da geriye gidelim, II. Meşrutiyet de II.
Mahmut döneminde başlayan, Tanzimat’la birlikte ivme kazanan ve XIX. yüzyılın
geri kalanında da çeşitli şekillerde devam eden bir bütünsel dönüşüm sürecinin
bir uzantısıdır. Burada kastedilen süreklilik, kimilerince iddia edildiği gibi
asker-sivil bürokrasi kadrolarının sürekliliğiyle değil, toplumsal formasyonda
meydana gelen dönüşümler sürecinin sürekliliğiyle sağlanmaktadır. Başka bir
deyişle, Tanzimat’ı Meşrutiyet’e, Meşrutiyet’i Cumhuriyet’e bağlayan, baştaki
kadroların aynı ya da benzer niteliklere sahip olması değil, siyasi, ekonomik,
kültürel, toplumsal alanlardaki dönüşümün sürekliliğidir. Üstelik bu,
cumhuriyet rejiminde bir takım hakların vatandaşlara sistematik bir şekilde
“verildiği” yönündeki ön kabulün de aşılmasını sağlar. Örneğin cumhuriyet
döneminde kadınlara seçme ve seçilme hakkının “verildiği” ne derece doğrudur?
Bu türden bir görüş geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerindeki kadın
hareketinin mücadelelerini tümüyle yok saymak değilse nedir? NTV Tarih gibi bir
popüler dergi bile “Kadınlara Oy Hakkı Gökten Düşmedi” gibi bir başlıkla konuyu
incelerken (Somersan, 2009) sosyalistlerin bu konuda hâlâ bahşedilmiş
kazanımlardan söz etmesi tam anlamıyla yersizdir.
Durum böyle olunca, 1923’e cumhuriyetçi ideolojinin kurguladığı türden bir
mutlak kopuş atfetmektense, gerçekleştirdiği dönüşümü tarihselliği içinde
değerlendirmek anlam kazanmaktadır. Dolayısıyla ortada sahiplenilebilecek
“kazanımlar” varsa bunlar “cumhuriyetin kazanımları” tanımını aşan
kazanımlardır. Dolayısıyla eğer bunlar sahiplenilmek isteniyorsa daha geniş bir
tarihsel perspektife dayalı kavramlara başvurulabilir. “Modernleşme” ve
“burjuva devrimi” bu noktada akla ilk gelen kavramlar. “Modernleşme”, XIX.-XX.
yüzyıl Osmanlı-Türk toplumsal gelişmelerini süreklilik ve sıçramaları içeren
bir süreç olarak açıklayan ve tarihçiler tarafından sıkça başvurulan bir
kavram. Elverişsiz olduğu nokta ise, sınıfsal çözümleme temelinin çoğunlukla
eksik kalması. Buna rağmen, sınıfsal temeli yeterli bir şekilde belirlendiği
ölçüde cumhuriyetin kazanımları “modernleşme sürecinin kazanımları” olarak
incelenebilir.
Bir diğer kapsayıcı kavram ise “burjuva devrimi”. Tabii bu noktada klasik
bir ayrıma başvurup, “siyasi devrim” ve “toplumsal devrim” arasında bir
ayrıştırma yapmak gerekiyor. Yukarıda değinilen yüz yılı aşkın bir süreye
yayılan sürekliliği kuran elbette “toplumsal devrim” anlamında bir burjuva
devrimidir; 1908, 1923 gibi belirgin kırılma noktaları ise siyasi devrimlere
tekabül eder.
Dolayısıyla “cumhuriyetin kazanımları” olarak tarif edilen olguların
toplumsal anlamda bir burjuva devriminin bileşenleri olduğu düşünülebilir, bu
doğrultuda bir kavramsallaştırma yapılabilir. Bu noktada temel bir soru
sormamız gerekir: XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde başlayan ve Cumhuriyet
döneminde sıçramalarla devam eden süreç ne derecede “burjuvazi”ye
atfedilebilir? Burjuvaziden yoksun olduğu ya da burjuvazisinin “yetersiz”
olduğu defalarca vurgulanan Osmanlı Devleti’nde nasıl olur da bir burjuva
devrimi yaşanır? Bu soru, sorunu şematik bir kavramsallaştırmaya hapsolarak
çözmeye çalışmamıza neden olur. Gerçekte çok az tarihsel örnekte burjuva
toplumsal dönüşümü güçlü bir burjuvazinin öncülüğünde gerçekleşmiştir. Habsburg
İmparatorluğu’nda XIX. yüzyıl boyunca yaşanan dönüşüm tam bir burjuvalaşma
sürecine işaret eder, ancak ülkede Bohemya-Moravya (şimdiki Çek Cumhuriyeti)
gibi bölgeler dışında ticaret ya da sanayi burjuvazisinin önemi etkisizdir.
Günümüzde kimi tarihçiler XIX. yüzyıl Fransa’sında bile burjuvazinin tam
anlamıyla etkin bir rol oynamadığını öne sürebilmektedir. Burjuvası az ya da
yetersiz Osmanlı Devleti’nde de burjuva toplumsal devriminin gerçekleşmemesi
için bir neden yoktur. Bu noktada önemli olan devrime öncülük eden sınıfın ya
da sınıfların hangi işlevi üstlendikleri ve hangi saiklerle yola çıktıklarıdır.
Tabii bir de “siyasi devrim” anlamında burjuva devrimi konusuna değinmek
gerekiyor. Fatih Yaşlı “1923’ü 1908’le birlikte burjuva devrimi kategorisinde
değerlendirip sahiplenmek” derken bu iki tarihsel uğrağın siyasi anlamda birer
burjuva devrimi olduğunu belirtmektedir. Bunun ilkesel olarak karşı çıkılacak
bir yanı yok; ancak bu siyasi devrimlerin boş bir sofraya tepeden konmadığı,
zemininin daha uzun bir toplumsal dönüşüm süreciyle hazırlandığı kaydını bir
kez daha düşmek gerekiyor.
Yaşlı’nın yazısının esas sorunlu noktası ise, kazanımların sahiplenilmesi
konusunda ortaya çıkıyor. Bir kez daha belirtelim, Yaşlı’ya göre “Cumhuriyetin
kazanımlarını savunmak, günümüz Türkiye’sinde devrimci bir siyasal strateji
izleyen öznelerin savunmak zorunda olduğu temel ilkelerden biridir. “Devletin
sınıf devleti oluşu, baskıcı karakteri ve uygulamaları”na rağmen Cumhuriyetin
kazanımları korunmalı, “Türkiye’de sol adına mücadele verenlerin hiçbir şekilde
1923’ün gerisine düşmeyeceği” belirtilmelidir (Yaşlı, 2010). Aynı kararlılıkta
yanıtlayalım: kendine sosyalist diyen, köklü bir toplumsal-siyasi dönüşüm
programını temel alarak mücadele edenlerin “cumhuriyetin kazanımlarını
sahiplenmek” türünden bir ilkeyi özellikle dile getirmelerine gerek yoktur, birilerinin
bunu sosyalist mücadelenin olmazsa olmaz koşulu olarak dile getirmesi ise tam
anlamıyla yersizdir. Sosyalistler monarşiye karşı cumhuriyeti kendi ilkeleri
çerçevesinde savunurlar, bunun için önceki devrimlerin kazanımlarını referans
almaya ihtiyaçları yoktur. Fransa’da ve pek çok ülkede burjuva
siyasetçilerinden önce sosyalistler cumhuriyet rejimi için mücadele etmiştir,
kaldı ki bu ülkede de Kemalist liderlikten önce komünistler cumhuriyet fikrini
savunmuşlardır. Sosyalistlerin, komünistlerin kadınların seçme ve seçilme
hakkını savunmak için cumhuriyetin kazanımlarını referans almaya ihtiyaçları
yoktur, zaten kendi varlık nedenleri itibariyle bu hakları en ileri düzeye
taşımak için mücadele ederler. Yurttaşlığın hukuki zemininin oluşturması konusunda
cumhuriyetin kazanımlarını savunmak gibi bir lüksleri yoktur, zaten burjuva
hukukunun sınırlı yurttaşlık anlayışını aşma doğrultusunda mücadele ederler.
Kendine gerçek anlamda sosyalist, devrimci sıfatlarını yakıştırabilen kimsenin
bu gibi alanlarda 1923’ün gerisine düşmek gibi bir niyeti zaten yoktur.
Solun, sosyalistlerin siyasi stratejilerini belirlemek için kendi
referansları yeterlidir; artık bu konuda kendi gölgelerinden ürkmekten ve var
olan siyasi konfigürasyonlara göre kendilerini konumlandırmaya çalışmaktan
vazgeçip başlı başına taraf olma vakitleri çoktan gelmiştir; kitleler yüzlerini
diğer kutuplaşmaların ötesine geçen bir tarafa dönebilirler. Devrimci bir
siyasal strateji izlediğini iddia edenler stratejilerini “sahiplendikleri”
üzerinden değil, “aşacakları” ve “kuracakları” üzerinden inşa etmelidir.
Kaynakça
Maza, Sarah (2005) The Myth of the French
Bourgeoisie: An Essay on the Social Imaginary, 1750-1850, Cambridge,
Massachusetts: Harvard University.
Somersan, Bihter (2009) "Kadınlara Oy Hakkı Gökten Düşmedi", NTV Tarih, 11: 31-37.
Yaşlı, Fatih (2010) “Ulusalcılık Nedir, Ne Değildir?”, soL Haber Portalı, 10/08/2010,
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/fatih-yasli/ulusalcilik-nedir-ne-degildir-31938
Yazının alındığı adres: http://atesuslu.blogspot.com/
***
Tarihsel Miras ve İlericiliğimiz – M. Boyuneğmez
1. Bugün monarşiye geri dönüş imkânsızdır. Böyle olsa da, biz cumhuriyeti
savunuruz. Cumhuriyet, insanlığın tarihsel ilerleyişinde en ileri devlet/rejim
biçimidir. Bizim savunduğumuz sosyalist cumhuriyettir. Sosyalist bir
cumhuriyetin, burjuva cumhuriyetlerden daha gelişkin ve ileri bir devlet ve
rejim biçimi olduğu açıktır. Sosyalist bir cumhuriyette ya da demokraside,
halkın devlet yönetimine maksimum katılımı, toplumun ileri derecede örgütlü
olması, sosyalist değerlerin, ilkelerin, motiflerin ve temaların yeniden
üretiminde toplumdaki siyasal ve ideolojik canlılığın yüksek düzeylerde
bulunması, seçilenlerin her zaman görevlerinden geri çağrılmasının mümkün
olması gibi birçok konuda, burjuva demokrasisinin ilerisine ve ötesine geçilir.
Sosyalist cumhuriyette biçimsel eşitlik, yurttaşların yasa önünde eşitliği
anlayışı, kapsanıp aşılarak, olanaklara ulaşmada da eşitlik sağlanır. Sömürünün
olmadığı bir toplumda, insanların yeteneklerini geliştirmede ve
gerçekleştirmede, potansiyellerini kullanmada özgür olacağı da açık olmalıdır.
Toplumsal adaletin sağlanması, toplumun aydınlanması yönünde girişilecek
çalışmalar, bilimselliğin ve akılcılığın bayraklaştırılması, toplumun hurafe ve
mistik inançlardan arınması yolundaki çalışmalar, materyalist görüşlerin
yaşamın her alanında yeniden üretilmesi ve benimsenmesi doğrultusunda sarf
edilecek gayret, bunlarla birlikte devletin laiklik ilkesini uygulaması (bireylerin
dinsel inançlarını seçme özgürlüğünün tanınması, bilimsel eğitim vb.
uygulamalar), gericiliğin ortadan kaldırılması, toplumun siyasal/ideolojik ve
kültürel üretim süreçlerine katılması, halkların ve kültürlerin
kardeşleşmesinin sağlanması gibi birçok başlıkta da, sosyalist cumhuriyet’in
burjuva cumhuriyetin çok ilerisinde olacağı görülmelidir.
Örnek olsun ev içi emek harcanmasının ve çocuk bakımının kadınlara
getirdiği yükün, toplum olarak paylaştırılarak azaltılması gerçekleştiğinde,
kadın-erkek eşitliği konusunda bir ileri adım atılmış olmaktadır. Kreşlerin
yaygınlaştırılması ve çocuk bakımının toplum adına görev alanlar ve ebeveynler
arasında ortaklaşa yürütülmesi sağlandığında, ev içi uğraşlar, olabildiği kadar
toplumsal iş ve hizmetlerle karşılandığında, kadınların çalışma, eğitim,
sağlık, sosyal güvenlik, siyasete katılım ve görev alma gibi hakları tümüyle
karşılandığında, burjuva cumhuriyetin içini dolduramadığı kadın-erkek
“eşitliği” aşılmış olacaktır. Sosyalist bir cumhuriyette bu tür bir “eşitlik”ten
bahsetmek bile abes kaçacaktır, çünkü tesis edilecek olan, tüm insanları
kapsayan ve insanlar arasındaki toplumsal eşitliktir.
2. Burjuvazi, Avrupa’da feodal üretim biçiminin son kalıntılarını yok
etmiş, kilisenin/dinin toplumsal etkisinin kırılmasını sağlamış, üretici
güçlerde muazzam bir atılım gerçekleştirmiş, kapitalist özel mülkiyeti,
ticareti ve sanayi girişimciliği hukuksal ve etik açıdan güvence altına almış,
bilimselliğin ve akılcılığın yayılıp gelişmesini sağlamıştır. Marx Komünist Parti Manifestosu’nda işte bu burjuvaziyi ve yaptıklarını
övmektedir. Burjuvazinin bir sınıf olarak ilericiliğini gösterdiği devrim,
Büyük Fransız Devrimi’dir. 1789 Büyük Fransız Devrimi, burjuva devrimleri
arasında en ilerici olanıdır. Bu devrimle birlikte, aydınlanma değerlerinin
benimsenmesi, laik devlet anlayışının uygulanması, ulusun ve yurttaşlığın
oluşumu gibi birçok alanda ileri adımlar atılmıştır. Fakat 1848 devrimleriyle
birlikte, burjuvazinin siyasal açıdan gericileştiği, monarşist görüşleri
yeniden canlandırdığı, kitlelerin devrim sürecine katmaya eskisi kadar hevesli
olmadığı, aksine işçi sınıfının, küçük burjuvazinin ve köylülerin
hareketlenmelerinden korkuya kapıldığı ve bu hareketlenmelerin önünü almaya
çalıştığı, bu olmadığında bunları bastırdığı bilinmektedir. Avrupa’da
kapitalist üretim ilişkilerindeki gelişim, mutlak monarşilerin varlığında devam
etmiş ve 18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıldaki siyasal devrimlerle eski rejimin
devlet tipi ve üst yapısal alanı değişmiştir.
3. Burjuvazi ile kapitalistler tam olarak aynı anlama gelmemektedir.
Burjuva devrimlerinde öncü konumda bulunan kişiler, kadrolar ya da partiler,
burjuva ideolojik perspektife ve politik bilince sahiptir. Bunların sınıfsal
konumları ne olursa olsun, politik açıdan “burjuva” olarak adlandırılmaları
mümkündür. Aslında daha doğru niteleme, “burjuva politik bilince sahip olan
kadrolar” ya da “burjuva politik kadrolar/partiler” olmalıdır. 1789’da başlayan
Fransız devrimi ve bundan sonraki Avrupa burjuva devrimlerinde, burjuvazinin
içerisinde, kapitalistlerin temsilcilerinin yanı sıra bizzat bu sınıfın
üyelerinin de yer aldığı, devrim sürecini çeşitli yollarla destekledikleri
bilinmektedir.
4. Türkiye burjuva devrim süreci, 19. yüzyılda yapılan reformlarla (III.
Selim, II. Mahmut, Tanzimat fermanı, 1. ve 2. Meşrutiyet) süreklilik içerisinde
gelişerek 20. yüzyılın ilk 30 yılını kapsayan bir tarihsel dönemde
gerçekleşmiştir. Türkiye burjuva devrim sürecini, öncesindeki süreklilik
bağlarıyla birlikte 2. Meşrutiyetle başlatmak ve 1930’larda burjuva düzenin
oturmasıyla sonlandırmak mümkündür. Bu devrim, “toplumsal devrim” ve “siyasal
devrim” gelişmeleri iç içe geçmiş biçimde, tek bir süreç olarak
gerçekleşmiştir. “Önce toplumsal devrim oldu, sonra 1908 ve 1923 tarihlerinde
siyasi devrim oldu” değerlendirmesi sağlıklı değildir. 19. yüzyıl boyunca ve
20. yüzyılın ilk üç dekatı boyunca, toplumsal ilişkiler değişirken, siyasal
mücadeleler verilmekteydi ve toplumsal değişimde, bu mücadelelerin rolü
bulunmaktaydı. Siyasal mücadeleler, toplumsal ilişkilerin değişimi için
yürütülmekteydi ve toplumsal ilişkiler değiştikçe siyasal eğilimler de
değişmekteydi.
5. Jön Türkler, İttihat ve Terakki partisi ile buradan yetişmiş
cumhuriyetin kurucu kadroları olan Kemalistler, bu devrim sürecinin lider/öncü
güçleri durumundadır. Bu kadroların görece ileri politik bilinçleri ile
toplumdaki kapitalist üretim ilişkilerinin görece geri konumu arasındaki
boşluk, eşitsiz gelişimi gösterir. Burjuvazi henüz cılız bir durumdayken dahi,
bu sınıfın politik/ideolojik perspektifini sahiplenen insanlar bu topraklarda
var olmuştur. Siyasi ve ideolojik açıdan bu kadrolar, burjuva sınıf bilinciyle
hareket etmektedir. Kadroların mesleklerine, askeri bürokrat olup olmamalarına
bakıp, örneğin küçük burjuva sayılıp sayılamayacaklarını tartıp, Türkiye devrim
sürecinin karakteri üzerine hüküm bildirilemez. Bu kadrolar burjuva
devrimcileridir, çünkü politik bilinçleri ve ideolojik donanımları burjuva
sınıfına aittir. Avrupa’daki burjuvazinin siyasal deneyimleri ve geliştirdiği
görüşler, Türkiye topraklarında kendi özgüllüğü içerisinde yeniden üretilmiş ve
benimsenmiştir. Burjuvazinin işçi sınıfı ve kitlesel hareketlenmeler karşısında
19. yüzyıl boyunca Avrupa’da yaşadığı deneyimlerden süzülen politik/ideolojik
bilinç, bu topraklara aktarılmış ve bu toprakların taşıdığı özgünlüklerle
yeniden üretilmiştir.
6. 1908 ve 1923 tarihleri meşrutiyetin ilanı ve cumhuriyetin kuruluşunun
gerçekleştiği tarihler olarak önemlidir. Fakat ne 1908’in, ne de 1923’ün bir
“siyasal devrim” olarak görülmesi uygun değildir. Türkiye burjuva devrimi, uzun
bir zamana yayılmış olarak, tedricen uygulanan reformlar yoluyla ilerleyen ve
kurtuluş savaşını (kurtuluş savaşında halkın katılımını) da içine alan bir
süreçtir.
7. Cumhuriyetin kuruluşunda öncü konumundaki Mustafa Kemal ve arkadaşları,
geç gerçekleşen bir burjuva devrimi sürecinde, üzerlerine düşen rolleri yerine
getiren siyasal kadrolardır. II. Meşrutiyet ve öncesinden gelen siyasal
düşünceleri devralan bu kadrolar, uygulamaları açısından da geçmişle bir
süreklilik içerisinde çalışmışlardır. Başta İstanbul ve Selanik’teki işçilerin
verdiği mücadeleler, komünistlerin daha ileri politik konumda bulunarak
yürüttükleri siyasal faaliyetler, emperyalist ülke devletlerine karşı komşu
Sovyet sosyalist devletine yakınlaşma zarureti, Kemalist kadroların siyasal
bilincinin artık gericileşmiş bir sınıfın bilinci olmasıyla birleşerek, yapılan
reformların görece güdük ve eksikli bir biçimde yaşama geçirilmesine neden
olmuştur. Yaşama geçirilirken de bunların toplumsal hareketlerin taleplerine
dönüşmesinin önlenmesine, aksine işçi sınıfının ve muhalif politik hareketlerin
(Çerkez Ethem/Yeşil Ordu, Kürt ayaklanmaları, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının
öldürülmesi) baskı altında tutularak (Takrir-i Sükûn kanunu hatırlansın), tepeden
inmeci bir tarzda uygulanmalarına yol açmıştır. Harf/alfabe reformu, aşar gibi
vergilerin kaldırılması, kılık-kıyafet reformu, saltanat ve hilafetin
kaldırılması, yurttaşlığın ve oy hakkının getirilmesi, eğitim ve öğretimin
laiklik ilkesiyle yapılandırılması vb… Bu ilerici reformlar
gerçekleştirilirken, laikliği yarım kılan toplumsal aydınlanmadaki yetersizlik
ve bağımsızlıkçılığı güdük bırakan emperyalist ülkelerle girilen ilişkiler
gözlenmiştir. Liberalizmi savunan Kemalist kadrolar, sermaye birikimindeki
yetersizliği aşmak ve 1929 bunalımının dayattığı zorunluluklarla, devletçiliği
uygulamaya koymuştur. Bu devletçiliğin, sosyalist kamulaştırmayla bir
tutulamayacağı açık olmalıdır. Sosyalist cumhuriyetin, emperyalist ülkelerin
devletleri ve emperyalist örgütlenmelere karşı bağımsızlıkçı duruşu, toplumsal
aydınlanmacı hamleleri ve muazzam derin/ileri atılımları da, burjuva
cumhuriyetin kuruluşu öncesi ve sonrasında burjuva politik kadroların
gerçekleştirmiş oldukları hamleleri fersah fersah aşacaktır.
8. Buraya kadar yazılanlardan, kuruluşlarından itibaren hızla gericileşen
burjuva cumhuriyetlerin/burjuva demokrasilerinin aşılması gerektiğini
savunduğumuz, fakat cumhuriyet yönetim biçimine karşı olmadığımız; Türkiye
burjuva devrim sürecindeki politik bilincin ve uygulamaların ötesine ve
ilerisine geçen bir ilerici perspektifimizin olduğu anlaşılmalıdır. Fakat biz,
Büyük Fransız Devrimi’nin Jakobenlerinin insanlığa armağan ettikleri şu politik
ilke ve kavramları benimseriz: Devrimcilik, radikalizm yani köktencilik,
ilericilik, kararlılık ve devrimci atılımda sonuna kadar ilerleme, devrimci
ideallere bağlılık, halkçılık, eşitlik, özgürlük, adalet, rasyonalizm… Türkiye
burjuva devrim sürecine baktığımızdaysa, gerçekleşen reformları, ileriye doğru
atılan adımları reddetmez, bunlara tarihsel haklarını teslim ederiz.
9. Sosyalist politikanın
üretiminde, Marksist teorinin sunduğu kavramsal setle ve anlayışla,
güncelliğin, konjonktürün ve somut durumların analizini yapmak vazgeçilmezdir.
Toplumdaki siyasi aktörleri, bunlar arasındaki sürtüşme ve çekişmeleri,
ideolojik eğilimleri, sınıfların durumunu ve sınıflar arasındaki ilişkileri,
devletin yapılanmasını, çıkarılan ve uygulanan yasaları vb., bütün bunları
dikkate almadan somut durumla ilişkilenmek ve politika üretmek mümkün değildir.
Yürürlükteki ideolojik kodlamaları eleştirmeden ya da yeniden anlamlandırmadan,
ideolojik/siyasal mücadele verilemez. Siyasal ve ideolojik bağımsızlığınız,
ilkelerinizle ve programatik vizyonunuzla güvence altında olmalıdır. Fakat
toplumdaki söylemlere, eğilimlere, konuşulan, benimsenen ve paylaşılan temalara
uzanmak ve değmek, politik üretimde bulunmak ve örgütlenmek için gereklidir.
Laikliği, aydınlanmacılığı, ilericiliği, bağımsızlıkçılığı, cumhuriyetçiliği,
halkçılığı, devletçiliği (=kamuculuğu) benimser ve bugünün koşullarında yeniden
anlamlandırırken, toplumsal dokudaki eğilimleri dikkate almanız, bu eğilimlere
bir doğrultu vermeye çalışmanız, onları örgütlemeye çalışmanız doğaldır. Bu
ilkeler, değerler ve kavramlar, gökten zembille inmemiş olup, burjuvazinin ya
da burjuva politik kadroların da bir zamanlar uğruna kısmen de olsa mücadele
ettiği öğelerdir. Bunların anlamlarını dönüştürerek sahiplenmeye çalışmak,
doğal karşılanmalıdır. Üstelik insanlığın ilerici birikimine sırtınızı
döndüğünüzde, bu durum “sol”culuk vasfınızı yitirmeniz anlamına gelir. Örnek
olsun, “eşitlik ve özgürlük” ilk kez burjuva devrimcileri tarafından
dillendirildi ve benimsendi diye, bugün bu ilkeleri terk etmek gerekmez. O zaman
sorarlar adama; yahu, “sol” kavramını ve politik duruşu, tarihte ilk kez kimler
üretmişti ya da temsil etmişti diye...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.