Marksist Araştırmalar [MAR] | Komünizm: Tarihin Çözülen Bilmecesi
Marksist tarih kuramı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Marksist tarih kuramı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ekim 2024 Salı

Tarihi Geriye Doğru İncelemek | Bertell Ollman


1

Tarih geçmişin hikâyesidir ve her hikâye gibi o da geçmiş zamanlarda başlar ve şimdiki zamanlara doğru ya da şimdiki zamanlara daha yakın bir zaman dilimi alınmışsa oraya doğru uzanır. Bu hikâyenin nasıl geliştiğine ilişkindir. Hikâye bu sıra içinde anlatılır. Ne var ki bu, hikâyenin ve özellikle de sonunda ne olduğunun anlamı üzerindeki bir çalışmanın da aynı sırayı takip edeceği anlamına gelmez. Keza Marx, geçmişin şimdiki zamana doğru nasıl geliştiğine en iyi şekilde yaklaşılabilmesi için konumlanma noktası olarak şimdiki zamanı benimsemek gerektiğini yani tarihin geriye doğru çalışılması gerektiğini, bunun bugünü doğuran koşulların görülebilmesi açısından şart olduğunu söylemiştir. Marx’ın ifadesiyle “gerçek hareket mevcut sermayeden başlar yani gerçek hareket kendi temellerinden başlayan ve bu temelleri ön varsayan gelişmiş kapitalist üretimi işaret eder (Marx, 1963,513).

Bu Marx’ın materyalist tarih anlayışı üzerine yazıp da daha çok “ekonomik etkenin” mahiyeti, bu ekonomik etkenin toplumun diğer alanları üzerinde var olduğu sanılan etkisi, tarihin dönemleştirilmesi, göreli özerklik ve hepsinden öte özgürlük ve belirlenimin paradoksal birlikteliği gibi popüler tartışmalarla uğraşan yazarlardan alınacak bir ders değildir. Siyasi görüşlerinden bağımsız olarak bu tartışmalardaki neredeyse bütün taraflar tarihi oluş sırasına göre çözümlerler. Bu bakımdan, toplumsal düzendeki yeni gelişmelerin belirleyicisi olarak (burada “belirleme” sözcüğüne ne kadar güçlü veya zayıf bir anlam yüklendiği çok fark etmiyor) ister üretici güçlerdeki, ister üretim ilişkilerindeki veya ister ekonomik yapılardaki, ister maddi varoluştaki değişimler alınsın, değişimi doğuran şey genellikle birinci, bu değişimi doğuran şeyin konumlanma noktasından bakılıp da onun “zorunlu” bir sonucu olarak ortaya çıktığı düşünülen değişim ise ikinci sırada ele alınır. “Yel değirmeni size feodal beyli toplumu verir, buharlı değirmen ise kapitalist sanayi toplumunu” (n.d., 122) ifadesindeki sıralama, Marx’ın aslında tarihi inceledikten sonra ulaştığı sonuçları sunarken başvurduğu sıralamadır. Fakat pek çok kişi, bu ifadeye dayanarak buradaki sıralamanın aynı zamanda Marx’ın çalışmalarını yürütürken izlediği ve bizim de kendi çalışmalarımızda izlememiz gereken sıralama olduğunu varsayma yanlışına düşerler.

Marx’ın tarihi incelerken benimsediği alışılmadık yaklaşımın temelinde Hegelci içsel ilişkiler felsefesini benimsemiş olması yatar. Bu felsefeye göre Marx’ın analizine dâhil olan her bir öğe, etkileşim halinde olduğu ve ortaya çıkabilmesini ve işleyebilmesini sağlayan diğer tüm öğeler’ kendisinin ne olduğunun birer görünümü olarak içerir. Bu bakımdan, örneğin emek ve sermaye birbirleriyle yoğun etkileşimleri bakımından birbirlerinin görünümü olarak kavranır. Emek gücü onu satın alacak kapitalistler olmadan ne satılabilir ne de işçilerin üzerinde bir denetime sahip olamadığı bir üründe somutlanabilir. Aynı şekilde, satın almaya müsait emek gücü olmadan kapitalistler emeği artı-değer üretiminde kullanamazlar. Marx sermaye ve emek için “bir ve aynı ilişkinin sadece zıt kutuplardan görülen farklı ifadeleri,” nitelemesinde bulunurken bunu kastetmektedir (Marx, 1971, 491). Keza bu etkileşimin zaman içinde gelişimi, yani gerçek tarihi, onun güncel biçimleri ile içsel ilişkili olarak görülür. Marx’ın sözleriyle şeyler “gerçekten de oldukları ve gerçekten de cereyan ettikleri gibi” ele alındığında bir şeyin oluş süreci, en az şu anda nasıl göründüğü ve işlediği ile ilişkili nitelikler kadar, bu şeyin ne olduğunun bir parçası haline gelir (Marx ve Engels, 1964, 57).

Ne var ki bir yandan içsel ilişkiler felsefesini temel alırken diğer yandan süregelen bir etkileşimin belirli bir yanı veya bu etkileşim sürecindeki bir zaman dilimi, onun diğer öğeleri yadsınmaksızın veya önemsiz kılınmaksızın vurgulanmaya çalışıldığında ciddi bir sorun ortaya çıkar. Marx’ın bu sorunu çözerken denediği temel yöntemlerden biri “önkoşul ve sonuç” nosyonlarına başvurmaktır. Çelişki, başkalaşım ve nitelik/nicelik değişiminde de söz konusu olduğu gibi bunlardan daha az bilinen önkoşul ve sonuç nosyonlarında da değişim ve etkileşimin belirli öğeleri, bunları daha açık seçik gösteren bir odağın altına yerleştirilir ve bu sayede de Marx çalışmalarını daha etkin bir şekilde sürdürebilir. Daha özel bir bağlamda ise önkoşul ve sonuç, karşılıklı etkileşim içindeki her bir sürecin, diğer süreçlerin aynı anda hem sonucu hem de diğerlerinin sonuçlarının yapıcısı haline gelmek suretiyle gerçekleştirdiği ikili bir harekettir. Bu bakımdan önkoşul ve sonuç dinamik (çünkü bu bir önkoşul haline gelme ve sonuç haline gelme meselesidir) ve organik (çünkü her süreç diğer süreçte ve onun aracılığıyla ortaya çıkar) nosyonlar olarak görülmelidir.

Marx’a göre sermaye ve ücretli emek, kapitalist üretimin “sürekli gerektirdiği” ve “süregelen ürünleridir” (Marx, 1971, 492). Aslında “toplumsal üretim sürecinin her önkoşulu aynı zamanda onun bir sonucudur ve onun doğurduğu sonuçların her biri de aynı zamanda bu üretim sürecinin bir önkoşuludur. Bu bakımdan içinde sürecin ilerlediği tüm üretim ilişkileri en az bu sürecin bir ürünü olduğu kadar koşuludur da” (Marx, 1971, 507). Marx, sermaye ve ücretli emek dışında dış ticareti, dünya pazarını, parayı ve değerli metal arzını da kapitalist üretimin hem bir önkoşulu hem de sonucu olarak ele alır (Marx, 1971,253; Marx, 1957, 344). Burada bizim için kilit öneme sahip olan nokta bir şeyin bir önkoşul olarak belirlenmesi işinin onun hem ortaya çıkmasına yardımcı olduğu hem de artık bir sonuç olarak tamamıyla bütünleşmiş bir parçası olduğu durumdan soyutlanmasıyla gerçekleşmesidir.

Önkoşulu ve sonucu hareket olarak, oluş sürecindeki şeyler olarak görmek ve bu her iki hareketi de tek bir hareketin görünümleri olarak ele almak öncelikle bunların kapsam soyutlamalarının (yani bunlara neyin dâhil olacağına dair soyutlamasının) zaman içinde birbirleri ile girdikleri etkileşimi kapsayacak genişlikte olmasını gerektirir. Bu bakımdan, birbirinin hem önkoşulu hem de sonucu olarak sermaye ve ücretli emek birlikte uğradıkları uzun evrim sürecinde birbirlerini içeriyor gibi tasavvur edilirler. İkinci olarak, sermayenin ücretli emek için bir önkoşul olma görevini yerine getirmesini ve bunu yaparken de aynı zamanda onun bir sonucu olarak ortaya çıkması şeklindeki ayrı hareketleri birleştirilmiş tek bir hareket olarak bütünleştirirken bu hareketlerin kendine özgü karakterini gözden kaçırmamak ancak onları analiz sürecinin içinde farklı konumlanma noktalarından görmekle mümkün olabilir. Diğer bir deyişle, emeği sermayenin önkoşulu olarak ele almak için emeğe sermayenin konumlanma noktasından bakmak zorunludur, çünkü bir şeyin diğerinin önkoşulu olduğunu ancak bu diğer şey ayırt edilebilir bir biçimde ortaya çıktığında bilebiliriz. Bir sonucun önkoşulu olma görevini üstlenen şeyi çözümlemek için bu sonucun elimizde olması gerekir; fakat bunun yanında, bu önkoşul olma görevini üstlenen şeyin içerdiği birbirlerine bağlı süreçleri, mevcut koşullarını önkoşullara dönüştüren şey de bizzat bu sonuçların ortaya çıkmasıdır Sermaye ancak bir sonuç biçimini aldığında emek onun önkoşulu olma biçimini alır. Böylelikle de birinin bir sonuç diğerinin de bir önkoşul olması süreci eşzamanlı gerçekleşir.

Öte yandan, daha önce de gördüğümüz gibi, sermaye ücretli emeği, kendisinin bir görünümü olarak içerir. Bu bakımdan, sonuç biçimini alan sermaye, ücretli emeği aynı zamanda sonuç biçimini almış haliyle de içerir ve ancak bu sonuç biçimini almış emeği bir konumlanma noktası olarak benimseyerek onun başlıca önkoşullarından birinin sermaye olduğunu görürüz. Yine burada da aynı nedenlerden ötürü emeğin bir sonuç, sermayenin de bir önkoşul haline gelmesi eşzamanlı gerçekleşir ve bu durum yukarıda bahsettiğimiz sermayenin bir sonuç, emeğin de onun temel önkoşulları olduğu süreçlerle eşzamanlı ortaya çıkar. Her iki durumda da var olan bir şeyin neye dönüştüğünü irdeleme işi önce onun mevcut biçiminden, yani sonuçtan başlayıp, geriye doğru onun zorunlu önkoşullarına doğru ilerler.

Bir organik sistem içindeki süreçler arasındaki etkileşim sürdükçe bu süreçleri birbirlerinin önkoşulları ve sonuçları haline getiren nitelikleri edinme durumu da devam eder. Ücretli emek sermayeyle olan ilişkisinin uzun tarihi boyunca onun hem önkoşulu hem de sonucu olmuştur. Aynı şey tersinden sermaye için de geçerlidir. Öte yandan verili herhangi bir uğrakta, bu süreçlerden birinin tek başıma bir önkoşul olarak belirlendiği her durumda, artık önkoşul olarak belirlenen bu süreç kapsamca öyle soyutlanır ki kapitalizmde kazandığı nitelikleri doğurduğu sonuca göre daha az taşıyan ve doğurduğu sonuçtan daha az gelişmiş bir şey haline gelir. Bu, etkileşimde olan iki veya daha fazla sürecin, bir sıra halinde ortaya çıkıyorlarmış gibi ele alınmak üzere yeniden soyutlandığı, yeniden düzenlendiği her durum için söz konusudur. Bir organik sistemdeki süreçler her zaman karşılıklı bağımlılık içindelerken, bunlar arasındaki ilişkileri artsüremli (1) olarak görmek bunları, aslında ortak evrim süreçlerinin farklı safhalarındaki halleriyle soyutlamayı gerektirir. Eğer Marx, her şeyin eşit ölçüde önemli olduğu ve bu yüzden özel olarak irdelemeye değer hiçbir şeyin bulunamayacağı sığ bir eklektizmin kuracağı sinsi tuzaklardan ve tek bir büyük etkinin kendisi dışındaki öğeleri silikleştirdiği ve bu büyük etkinin kendi gelişiminin de açıklama dışı bırakıldığı bir nedenselcilikten kaçınıp bu etkileşimin kimi görünümlerinin kendine özgü etkisine ulaşmak durumundaysa böyle bir soyutlama kendisini bir zorunluluk olarak dayatır. Marx diyalektik bir asimetri oluştururken ve bu asimetriyle de kapitalist üretim tarzının ikili hareketi denilen şeyi yani onun sistemsel ve tarihsel hareketini herhangi bir çarpıtma içermeksizin açıklığa kavuştururken bu yolu izler.

2

Önkoşulun ve sonucun ikili hareketi Marx’ın tarihsel çalışmalarının çoğunda merkezi bir konum da yer alır. Günümüz kapitalizminin önkoşullarını araştırmak Marx’ın geçmişi açığa çıkarmada kullandığı hakkı pek az teslim edilmiş bir anahtardır. Marx’ın özel olarak ilgilendiği güncel durumu ortaya çıkaran, geçmişte ne olduğudur fakat tam olarak geçmişteki neyin bu rolü üstlendiği ancak onun neye dönüştüğünden yola çıkarak yani bu konumlanma noktasından hakkıyla gözlemlenebilir ve çözümlenebilir. Marx’ın dediği gibi “insanın anatomisi maymunun anatomisinin anahtarıdır...” (Marx, 1904, 300) Her ne kadar alıntısı çokça yapılmışsa da bu ifadelerin özellikle de Marx’ın yöntemi açısından tam olarak ne ifade ettiği pek az araştırılmıştır. Bu söz özünde araştırmamıza kılavuzluk eden bir yön tabelasıdır ve bu tabela bulunduğumuz konumun gerisini işaret eder. Bu kural, kendine has tekil olaylar ve durumlar için geçerli olduğu gibi kendi genellik düzeyleri tarafından modern kapitalizme, kapitalizm çağına (Marx’ın araştırmalarındaki zaman çerçevesi budur), sınıf tarihi dönemine ve insan soyunun ömür süresine özgü kılınmış süreçler ve ilişkiler için de geçerlidir.

Tarihi bu şekilde geriye doğru okumak Marx’ın tarihin sonunda bir nedenin, bir geriye doğru işleyen bir “motor gücünün” olduğunu savunduğu yani teleolojiyi benimsediği anlamına gelmiyor. Bu daha ziyade hâlihazırdaki durumun nereden geldiğini ve mevcut durumun şu an sahip olduğu nitelikleri edinmek için geçmişte nelere uğramış olması gerektiğini sormak, yani onun önkoşullarının neler olduğunu sormak anlamına geliyor.

Böyle olunca da, bu soruya yanıt bulmaya çalışan bir arayışın yardımına şimdiki durum hakkında bildiğimiz şeyler, yani sonuç yetişir. “Hikâyenin” nasıl geliştiğini bilmek ve bu bilgiyi araştırmalarımızın başına yerleştirmek hem ilgi alanımıza neyin gireceğine hem de araştırmada önceliklerin neler olacağına dair ölçütleri hayata geçirir.

Bu yöntem aynı zamanda elde edilen bulgulara nasıl bakılacağına ve onların nasıl değerlendirileceğine dair bir perspektif sağlar. Öte yandan şimdiye geçmişteki bir noktadan bakmak gibi bir alternatifi izlemek her şeyden önce neden başlangıç için özel olarak o noktanın seçildiğini gerekçelendirmeyi zorunlu kılacaktır. Sonucun bilinmediği veya yarım yamalak bilindiği ve hiçbir şekilde analiz edilmemiş olduğu bir durumda özellikle şu veya bu anı başlangıç noktası seçmek için ortada zorlayıcı bir neden yoktur. Aynı şekilde böyle bir çalışmanın başlangıcında ne tür görüngülerin (toplumsal, ekonomik, politik, dinsel vs.) vurgulanmak üzere seçileceği de ancak tarihin dışındaki bir ilke tarafından haklı çıkarılabilir çünkü bu seçilen görüngünün değerli olduğunu doğrulayacak tarihsel çözümlemenin bizzat kendisi hala yapılmayı bekliyor olacaktır. Yine bu yaklaşımla ilişkili olarak bir de başlangıç noktası olarak ayrı bir yere konan şeyle onu takip eden şeyler arasındaki bağlar için tek yönlü nedensel açıklamalar sunma eğilimi vardır. Öte yandan Marx ise geçmişe şimdinin konumlanma noktasından bakmak suretiyle, geçmişteki ilgilenmeye en değer şeylere odaklanmayı karşılıklı etkileşimin tarih boyunca sürdüğü ilkesine bağlılığından asla taviz vermeyerek başarır.

Marx yönteminin hem “gözleme” hem de “çıkarsamaya” (deduction) başvurduğunu söylemiştir (Marx, 1973, 460). Marx işe önce mevcut toplumu araştırarak başlar ve daha sonrada da böylesine kompleks görüngülerin bu haliyle görünmesi ve işlemesi için nelerin gerektiğini çıkarsamaya (deduce) çalışır ve bunun ardından da araştırmaya bu çıkarımların işaret ettiği noktalar üzerinden devam eder. Marx, gözlem’ ve çıkarsamayı bu şekilde birbirine -sadece bir kez değil, yeniden ve yeniden-bağlarken geçmişte bulduğu en önemli şeye odaklanır; bu şeyin neden önemli olduğunu gösterir ve bunu yaparken de hem tarihçiler arasında hem de genel kamuoyunda son derece yaygın olan bugünkü sonuçlara bakıp, geçmişte ne olmuş olabileceği üzerine tahminde bulunma şeklindeki bir salon oyununu oynamaktan kaçınır. Marx’ın tarihin daha önceki aşamalarında mevcut diğer alternatifleri göz ardı etmesine bakanlar genellikle onu yanlış anlayarak geçmişte insanların farklı seçimlerde bulunabileceklerini ve bu durumda da şeylerin farklı bir akış izleyebileceğini yadsıdığını düşünmüşlerdir. Marx analizine, geçmişin bir yerinde bir neden saptayarak başlasaydı ve bu nedenin arkasından gelecek sonuçları kaçınılmazmış gibi düşünseydi bu eleştiri doğru olabilirdi. Ne var ki bunu yapmaktansa analizine zaten mevcut bir sonuçtan başlayıp onu gerçekten de belirleyen şeyin ne olduğuyla ve hangi olayların onun zorunlu önkoşullarına dönüşmüş olabileceğini açığa çıkarmakla ilgilenir. Marx’ın araştırdığı şey fait accompli’dir (2) ve bu ancak geriye dönerek (retrospectively) kavranabilir. Geçmişe doğru dönerek okunan zorunluluk, geçmişte başlayıp geleceğe doğru önceden belirlenmiş bir hat izleyen zorunluluktan nitelik bakımından tamamen farklıdır. Tarihi geriye doğru irdelerken Marx, kendi sonuçlarının önceki biçimleri şimdi önkoşullar olarak işlev gösterse de bizzat kendileri tamamen sonuç olan önkoşullar ile daha önceki toplumsal formasyonlardan özelliklerin hiç değilse bazılarına sahip önkoşullar arasında önemli bir ayrım yapar. Bu kapitalizmin gelişmesi için gereken önkoşullarla ilk başta ortaya çıkması için gereken önkoşullar arasında yapılan bir ayrımdır. İkinci durumda önkoşullardan biri şehirlerde emek gücünü satma ve proleter olma isteğine ve yetisine sahip çok sayıda insanın ortaya çıkmasıdır. Bu önkoşul temel olarak, geç feodalizmi karakterize eden çeşitli çitleme hamlelerinin sonucunda serilerin akın akın malikâneleri terk etmesi ile karşılanmıştır. Keza kapitalizmin ortaya çıkabilmesi için zorunlu olan zenginlik birikimi, yalnızca ve yalnızca sermayenin mümkün kılabileceği emek sömürüsünden değil bunun dışındaki kaynaklardan gelebilirdi.

Kapitalist üretim tarzı çok az olsa bile bir kez yerleşiklik kazandığında ise kendine özgü araçlarla zenginlik biriktirebilir ve bu sayede de asli önkoşullarından birini yeniden üretebilir konuma erişir. Marx’ın sözleriyle, “Sermayenin oluşmasının ve ortaya çıkmasının koşulları ve ön gereklilikleri (presuppositions) mantıken onun henüz varoluş kazanmadığını sadece oluşum halinde olduğunu açıkça ön gerektirir. Bu bakımdan gerçek sermaye bir kez ortaya çıktığında, sermayenin kendisi bizzat kendi gerçekliği temelinde kendini gerçekleştirmenin koşullarını yerine getirecektir” (Marx, 1973, 459).

Feodalizmde kapitalizme yönelik yeni yönelişi mümkün kılan gelişmelerin kendisi elbette feodal üretim tarzının içsel ilişkili öğeleridir fakat bunlar bunu izleyen üretim tarzında herhangi bir yere ve role sahip değildirler. Marx bu gelişmeleri “kesintiye uğrayan gereklilikler” (aufgehobne Voraussetzungen) olarak niteler (Marx, 1973,461). Bunlar kapitalizmin yaratılması için zorunludur ama kapitalizm bir kez emeklemeye başladığında artık onları yeniden üretmek zorunda değildir. Hâlihazırda var olan kapitalizmin önkoşullarını ve sonuçlarını geriye doğru giderek inceleme işi ilerleyen süreçte sistemin kökenlerine doğru yönelir. “Bizim sistemimiz,” diyor Marx, “üretim sürecinin sadece tarihsel bir biçimi olan burjuva ekonomisinin kendi sınırlarının dışındaki önceki tarihsel üretim tarzlarını işaret ettiği noktaları gösterir” (Marx, 1973, 460). Burada feodalizmin kapitalizme dönüşümünün izini sürmek maksadıyla temel araştırma nesnesi olarak görülen kapitalizmin önkoşulları ve sonuçları artık bu konumunu feodalizmin “kesintiye uğrayan gerekliliklerine” bırakır. Buna rağmen, araştırmayı yönlendiren soru hâlâ kapitalizmin (artık en erken aşamasında incelenen kapitalizmin) neyi gerektirdiğidir ve araştırmanın ilerlediği yön sabittir yani hâlâ geriye doğrudur.

Burada, Marx’ın feodalizmi kapitalizmin yanında ayrı bir üretim tarzı olarak nadiren ele aldığını vurgulamak gerekiyor. Zira Marx feodalizmin gelişiminin yüksek aşamalarında içerdiği kendine özgü öğelerine pek az dikkat çeker. Ayrıca feodalizm, kapitalizmi üreten bir üretim tarzı olarak nadiren incelenmiştir; bu da feodalizmin içsel dinamiklerinin göz ardı edilmesini beraberinde getirmiştir. Feodalizm, Marx’ın yazılarına, daha ziyade kapitalizmin kökenlerinin bulunacağı bir toplumsal formasyon olarak dahil olmuştur. “Kapitalizmin oluşumu” der Marx “feodalizmin çözülüş sürecidir” (Vurgu bana ait) (Marx, 1971, 491). Feodalizm kapitalizmin asli bir parçası olduğu ölçüde incelenir. Bu bakımdan Marx’ı asıl ilgilendiren şey feodalizmin dağılışının nasıl cereyan ettiğidir ki işte tam bu noktada Marx kapitalizmin önkoşullarını açığa çıkarır. Aynı şey daha önceki dönemler için de geçerlidir, zira kapitalizmin kökleri oralara kadar uzanabilir. Bu dönemlerin hepsi kapitalizm öncesi dönemlerdir ve aynı nedenlerden dolayı ilgiye mazhar olurlar. Sonuç olarak kapitalizmden geriye doğru hareket ederek onun feodalizm ve köleci toplumlardaki önkoşullarına yönelmenin arkasında, bu üç gelişim safhasını tüm ülkelerin deneyimlemesi gereken bir gelişim modeli sunmak gibi bir ihtiras yoktur; böyle olsaydı bu üç safha, Marx’ın yaptığının tersine, geriden başlayarak ileriye doğru ele alınırdı. Bu da zorunluluğu geriye doğru okumakla onu geçmişteki bir noktadan ileriye doğru okumak arasındaki farkın diğer bir örneğini teşkil eder. Buna rağmen “Marksist tarih dönemlendirmesi” denilen şeyin oldukça yaygın olması ise Marx’ın yöntemini başının üzerinde durdurmanın sonucunda ortaya çıkan diğer bir musibettir. Özetlersek, kapitalizmin neyi gerektirdiğine onun nasıl bir hal almış olduğunun oluşturduğu konumlanma noktasından bakmak, en temelde, ömrünü tamamlamakta olan bir sistemin son anlarını yeni bir sistemin doğuşunun ilk anlarına dönüştürür ve bu da Marx’ın ulaştığı bulgulara yönelik kavrayışını güçlendirir. Bu da Marx’ın, aksi takdirde üzerinden atlayacağı veya yeterince önemsemeyeceği geçmişin yıkıntılarındaki bazı özgül özelliklere odaklanmasını sağlar.

Kabul etmek gerekir ki, Marx önkoşul ile sonuç arasındaki ilişkiyi, birincisini konumlanma noktası olarak benimseyerek, yani geçmişten başlayıp bugüne doğru ilerleyerek de inceleyebilir. Bu durumda “neden”(veya “koşul”) ve “sonuçtan” bahsetmek daha doğru olur. Keza Marx’ın bu analiz sırasını (ve bu terimleri) özellikle Ekonomi-Politiğin Eleştirisine Katkı (1859) gibi daha popüler çalışmalarında ulaştığı sonuçları açımlamak için kullandığı olmuştur. Araştırmayı düzenlemenin bir yolu olarak neden ve sonuç nosyonlarını seçmeyi sorunlu kılan şey, elimizde bir sonuç olmadan nedeni oluşturan şeyin ne olduğunu veya nedenin ne olduğunu belirlediğimizde onun nereden geldiğini veya onun nereden geldiğine de vakıf olduğumuz durumda bu nedenin, evriminin hangi aşamasından itibaren incelenmeye başlanacağını bilmenin zor olmasıdır. Sonuçta böyle yapıldığında Marx’ta da söz konusu olduğu gibi nedenin ve sonucun içsel ilişkili olarak görüldüğü yerlerde bile bizzat nedenin. geri dönerek artık neden gibi işleyen sonuç tarafından şekillendiği ve yine bu sonuç tarafından üstlendiği görev için yeterli kılındığı karmaşık etkileşim kolaylıkla gözden kaçırılır veya çarpıtılır. Buna rağmen Marx yine de “neden” veya “sonuç” (veya yine neden anlamında kullanılan “koşullama”, “belirleme” ve üretme) gibi formülasyonlar kullanıyorsa bunun nedeni, en başta önkoşullar ve sonuçlar bağlamında incelenerek içerdiği asli bağlantılar hâlihazırda açığa çıkarılmış olan bir çıkarımdaki bazı özel yanları sergileme aşamasında bunları iyice belirginleştirmek açısından bu formülasyonların genellikle kullanışlı bir stenografi oluşturmasıdır.

Marx’ın soyutlama uygulamalarını takip edemeyen, bir içsel ilişkiler anlayışından ve bilgiyi arama ile onu sergileme işinin çoğunlukla birbiriyle çatışan zorunluluklarına dair işe yarar bir kavrayıştan yoksun pek çok okuyucu Marx’ın önkoşul ve sonuç ile ilgili ifadelerini zorlama bir şekilde nedensellik çerçevesi içine yerleştirmişlerdir. Kapitalizmin bileşenleri nedenler (veya zayıf veya güçlü nedenler olarak anlaşılan koşullar) ve sonuçlar üzerinden bölündüğünde ve bu nedenler kendi gerçek nedenlerinden ayrı tutulduğunda değiştirilmesi ve sorgulanması imkânsız, tarih dışı ve muhtemelen doğal şeyler olarak görünecektirler. Bu bakımdan, böyle yapıldığında, Marx’ın insanı toplumsal bir ürün olarak gösterişine vurgu yapılarak, insanların da çeşitli şekillerde toplumu yarattıkları gerçeği tam olarak gözden kaçırılmasa da çarpıtmaya maruz kalır. Tersinden ise, Marx’ın insanı toplumun yaratıcısı olarak alan yorumlarına vurgu yapanlar da onun, insanı toplumsal ürün olarak nitelemesinin ne anlama geldiğini genellikle kaçırırlar. Hâlbuki Marx için insan, “insanlık tarihinin süreklilik arz eden önkoşulu ve aynı zamanda onun süreklilik arz eden ürünü ve sonucudur (Marx, 1971, 491). Bu diyalektik gerilimi taşıyamayan burjuva ideolojisi ise Marx’ın yazılarındaki bu veya buna benzer ifadeleri nedenselci bir şekilde yorumlamaktan kaynaklanan tek yönlü çarpıtmalarla yüklüdür.

3

Marx’ın geçmişe dönük incelemesinde başat bir rol oynayan önkoşul ve sonucun ikili hareketi onun geleceğe yönelik soruşturmasında da belirleyici bir rol oynar. İçsel ilişkiler felsefesinde gelecek, bugündeki zaruri bir uğraktır. Gelecek sadece bugünün ne olacağı değildir; aynı zamanda gelecekte ortaya çıkarak her şey bir potansiyel olarak bugünde, bugünün tüm mevcut biçimlerinde var olur. Marx’ın bugüne dair kapsamlı çalışması, nasıl geriye doğru bugünün kökenlerine uzanıyorsa aynı şekilde ileriye doğru onun olası sonuçlarına da uzanır. Marx’a göre bundan daha azını düşünmek bizim bugüne yönelik anlayışımızı eksikli kılar ve ona amaçlarımız uyarınca biçim verme yetimizi sakatlar. Antanio Gramsci bir Marksist için “insan nedir?’ sorusunun esasında insanın ne olabileceğine ilişkin bir soru olduğunu söylemiştir (Gramsci, 1971, 351). İster insanlarla, ister bir dizi kurumla isterse de toplumun tümüyle ilgili olsun bir potansiyelin varlığının açıklığa kavuşturulması Marx’ın çalışmalarında ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Peki, ama geleceği geçmişin bir parçası olarak inceleme işine nasıl girişilebilir?

Marx’a göre geçmişi bugünün “kesintiye uğrayan gereklilikleri” olarak irdelemek bizi, “aynı zamanda üretim ilişkilerinin mevcut biçiminin kesintiye uğraması durumunun geleceğin habercisi olabileceği yönünde işaretler verdiği noktaya yönlendirir. Nasıl burjuva dönemi öncesi aşamalar sadece tarihsel yani kesintiye uğramış ön gereklilikler olarak gözüküyorsa günümüzdeki üretim koşulları da kesintiye uğramaya meyilli gibi gözükür ve böylelikle de yeni bir toplum durumunun tarihsel önkoşullarını oluşturur (Marx, 1973, 461). Üzerinde çalışılan şey geçmiş de olsa gelecek de olsa mesele öncelikle geriye dönüp bakmak, biçimlerden içerdikleri ön gereklilikleri çıkarsamak tır. Marx’ın bunu, bugünün ön gereklilikleri olarak kavradığı geçmişe nasıl uyguladığını daha önce görmüştük, fakat Marx bunu, daha ortaya çıkmamış, ileride ortaya çıkacak olan geleceğin ön gereklilikleri olarak kavradığı bugüne nasıl uygulamış olabilir? Geleceğin ön gereklilikleri olarak kavranan bugüne dönüp bakmasının önünü açacak olan gelecek anlayışı nereden gelmiş olabilir?

Buna iki temel cevap sunulabilir gibi gözüküyor. İlk olarak, özellikle yakın gelecek (kapitalizmin hemen karşı karşıya gelebileceği gelişmeler) ve (sosyalist devrim tarafından temsil edilen) orta vadedeki gelecek söz konusu olduğunda gerçekleşmesi beklenilen şey, mevcut eğilimlerin (yasaların) ve çelişkilerin ileriye dönük bir şekilde tasarlanmasıyla çıkarsanır. Burada konumlanma noktası bugündür fakat buradaki bugüne, yakın geçmişten doğan birbirleriyle çakışır haldeki yörüngeleri ve çeşitli baskıların birikimini içerecek bir kapsam soyutlanmıştır. Yakın gelecek için Marx, dünyada gözlemlediği süreçlerin yönelmeye başladığı fakat henüz erişmediği noktayı ifade eden sözcüğü bu süreçlerin gidişatının tümünü nitelemek üzere kullanacak kadar ileri giderek, bu süreçleri, sıklıkla, onların nasıl bir oluş içinde olduğunu ne olduklarının bir parçası olarak içerecek genişlikteki bir zamansal kapsama sahip olacak şekilde soyutlar. Böyle olduğunda da kapitalizmde üretim faaliyeti içinde olan veya meta üretimi alanının sınırları içine dâhil olmak üzere olan her türlü emek “ücretli emek” olarak; üretim aracı almak için kullanılmak üzere olan para “sermaye” olarak; iflasın eşiğindeki küçük işletme sahipleri veya topraklarını kaybetmekte olan köylüler de “işçi sınıfı” olarak nitelenir (Marx, 1963, 409-10, 396; Marx ve Engels, 1945,16). Marx gelecekçiliğe meyilli olduğunu (futuristic bias) kendi adlandırma pratiğinde “kendinde” (in itself), “maksadında”, “yazgısında”, “özünden ve “potansiyel olarak” gibi ifadeler kullanarak sık sık belli eder.

Orta vadeli gelecek, yani sadece bir veya birkaç süreçte değil, bu süreçlerin de parçası olduğu tüm toplumsal formasyonda ortaya çıkan niteliksel değişim uğrağı söz konusu olduğunda ise Marx’ın öncelikli kalkış noktası kapitalizmi irdelerken tespit ettiği belli başlı çelişkilerin oluşturduğu düğümdür. Marx’a göre, “burjuva üretimi bir yandan sanki üretim dar veya sınırlı bir toplumsal temel üzerinde gerçekleşmiyormuş gibi üretici güçleri gelişmeye yönelik kendisine içkin yasalar tarafından koşullanırken, öte yandan bu güçleri ancak bu dar ve sınırlı bağlamda gerçekleştirebildiğinden bu durum burjuva üretiminin gerçekleşmesi sürecindeki krizlerin ve çelişkilerin en derin ve en gizil nedenini teşkil eder ve buradan yola çıkarak en yüzeysel bakış bile burjuva üretiminin gelip geçici, tarihsel bir form olduğunu yakalayabilir” (Marx, 1971, 84). Marx’a göre kapitalizmin çok uzun süre devam edemeyeceği ona “şöyle bir göz gezdirildiğinde” bile açıkça ortaya çıkar. Bunu anlamak için görmemiz gereken tek şey kapitalizmin, gittikçe artan ağırlığını kaldıramayacak bir toplumsal temele -yani en temelde gittikçe büyüyen toplumsal ürünün kişiler tarafından el konması gerçeğine- dayanması ve ihtiyaç duymasıdır.

Kapitalizmin belli başlı çelişkilerini bu şekilde ileriye dönük bir şekilde tasarlama işi öznel koşulları olduğu kadar nesnel koşulları da - yani Marksist terimlerle ifade edersek, sınıf mücadelesini olduğu kadar sermaye birikimini de- kendi aralarındaki özgül etkileşim içinde içerir. Marx tarihi yapanların insanlar olduğundan bir an bile şüphe duymaz fakat “kendi seçtikleri koşullar altında değil” diye de hemen ekler (Marx ve Engels, 1951a, 225). Marx’ın çalışmalarının büyük bir kısmı kapitalizm çağıyla sınırlı kalmak üzere bu koşulları ortaya çıkarmaya adanmıştır fakat bu yapılırken bu koşullar, onlar altında hareket eden olan sınıfları nasıl etkilediği ve etkileyebileceği ile bağlantılı bir şekilde düşünülmüştür. Bu sınıflar içinde bulundukları toplumsal ve ekonomik durumun yarattığı baskılara ve kendi toplumsallaşmalarının ortaya çıkardığı sonuçlara tepki vermek suretiyle mevcut alternatifler aralığının sınırları içinde belirli şekillerde seçim yaparlar ve hareket ederler fakat insanların nasıl davrandıklarının temel nedeni olan kapitalizmle ve modern kapitalizmle ilintili tüm koşullar değişime tabidirler. Bu değişimlerin toplamını ileriye doğru tasarlamak ve bu değişimlerin birer çelişki haline sokacağı gitgide azalan seçenekleri düzene sokmak suretiyle Marx sınıf mücadelesinin yeni bir yükselişiyle kapitalizmin çağının bir gün sona ereceğini öngörebilir. Bu demek değildir ki gittikçe kendini gösteren ve birbirleriyle çakışan eğilimlerin herhangi birisi, Marx’ın gelecekte ne olacağını ve özellikle de ne zaman ve nasıl olacağını tahmin etmesinin önünü açar. Gelecek olarak kavranan şey öyle bir yapboz gibi parçaları kusursuz bir şekilde bir araya getirilip ortaya çıkarılacak bir şey değildir. Geleceğin kendisi biri diğerinden daha fazla olası olmayan alternatif sonuçlar dizisidir. İşte geleceğin bugündeki diyalektik biçimi, “potansiyel” nosyonunda içerilmiş “belirlenmişlik” budur.

Marx’ın geriye dönüp bugüne bakmak maksadıyla bir gelecek tasarlarken izlediği ikinci yöntem daha çok devrimin arkasından geleceğini düşündüğü sosyalist/komünist toplumla ilişkilidir. Bugünün geçmişteki ön gerekliliklerini incelerken Marx bugünün kapitalist karakterine ve onun kapitalizm öncesi olarak alınan geçmişteki kökenlerine odaklanıyordu. İnsan olma durumunun bir parçası olan niteliklerimizden farklı olarak, kapitalizmin bir parçası olarak ortaya çıkmış niteliklerimizin, kapitalizm şiddetli bir değişime maruz kaldığında ya da topyekûn yok olduğunda onunla aynı akıbeti paylaşması beklenir. Tarihsel olarak özgül bir sonuç olduğu düşünülen belirli kapitalist yaşam biçimleri ise bu noktada, olası kıldığı şeylerin tarihsel öncülü olarak sunulabilir. Böylelikle yaptığımız şey basitçe bu güncel yaşam biçimlerinde mevcut olup, aynı zamanda kendi gerçek geçmişlerinde bulunabilecek bir dizi ilişkiyi bu yaşam biçimlerinin gelecekte alacağı olası biçimlere aktarmaktır. Tabii burada bugünün konumu ve böylelikle de oynadığı rol, geçmişi incelerken ki konumunun ve rolünün tam tersidir. Anlatmak istediğimiz şu ki eğer kapitalizmle ilişkili belirli yaşam biçimleri tarihsel ön gereklilikleri olan şeylerin düzenine aitse yani gerçek bir tarihsel geçmişte ortaya çıkmışsa, bunlar aynı zamanda kapitalizmden sonra gelecek şeyin de ön gereklilikleri olarak işleme yetisine sahiptir ve daha önce de gördüğümüz gibi, Marx için, bunları “aynı zamanda” hem biri (sonuçlar) hem de diğeri (ön gereklilikler) olarak açığa çıkaran ve süreç içinde bize “geleceğin ipuçlarını” veren şey analizin kendisidir.

Marx uzak geleceğe ilişkin tahayyülünü ise hem kapitalizmin tarihsel olarak özgül koşullarını soyutlayıp dışarıda bırakarak (yani tarihsel sonuç oldukları açığa çıkmış şeyleri şimdi önkoşullar olarak görerek) hem de sosyalist bir yönetim altında ölçütlerde ve önceliklerde ortaya çıkabilecek değişimleri bütünüyle hesap etmek suretiyle mevcut eğilimleri ve çelişkileri ileriye yönelik olarak tasarlayarak inşa eder. Örneğin bu tasarlama uyarınca şunu görebiliyoruz: “işçiler, egemenliği ele geçirdikleri bir durumda yani kendileri için üretim yapma imkânına kavuştukları bir durumda, kısa bir süre içinde ve çok da büyük zahmetler çekmeden sermayeyi, vulgar ekonomistlerin deyimiyle kendi ihtiyaçlarını karşılayacak bir düzeye getirebilirler. Burada işçiler, birer özne olarak, üretim araçlarını (istenildiği gibi kullanılmaya hazır bir nesne olarak üretim araçlarını) kendileri için zenginlik üretecek şekilde işler kılarlar. Tabii bunları söylerken kapitalist üretimin emeğin üretici güçlerini genel olarak böylesine bir devrimin gerçekleşmesini mümkün kılacak derecede yüksek bir düzeye kadar geliştirdiğini varsayıyoruz” (Marx, 1963, 580). Marx, öncelikle kapitalizmi artı-değer üretmenin bir aracı haline getiren kapitalist üretimin tarihsel olarak özgül koşullarını (ki bu koşulların bizzat kendisi tarihin daha önceki dönemlerinin bir sonucudur) ayıklar ve daha sonra da bu işçilerin kendi başlarına bırakıldıkları bir durumda sahip oldukları üretim araçları ile neler yapabileceğini ileriye doğru tasarlar. Sosyalist geleceğin belirli bir kısmını bugünü bir konumlanma noktası olarak benimseyerek inşa ettikten sonra Marx bu kez tersten, bu inşa ettiği geleceği bir konumlanma noktası olarak alarak geriye dönüp bugüne bakar ve üretici güçlerin oldukça gelişkin olması gerçeğini geleceğin belli başlı önkoşullarından biri olarak belirler.

Mevcut eğilimler ve çelişkiler (yakın, orta vadeli veya uzak) geleceğe doğru tasarlanırken sonuç merkezi noktası bugünde bulunan bir sonucun daha ileri bir uzantısı olarak görülür. Konumlanma noktası geleceğe kaydırıldığında, gelecek bir sonuç olarak ele alınır ve şimdi varlığını sürdüren şeyler ise daha önce bugünün önkoşulları olduğu belirlenen şeylerle birlikte geleceğin önkoşullarının bir parçası haline gelir. Bugünün statüsü bir önkoşul olmaktan çıkıp bir sonuç haline gelerek değiştiğinde, onun bizi gelecek hakkında nasıl aydınlattığı da değişikliğe uğrar. Bir sonuç olarak alındığında, bugüne ait biçimler, bizzat kendilerinin gerçek tarihini oluşturan eğilimleri ve çelişkileri ileriye doğru tasarlamanın kalkış noktası haline gelirler. Öte yandan, nasıl Marx geçmişi, bugünü aydınlatmak için kullanıyor ve ondan yararlanıyorsa, aynı şekilde bugüne ait biçimleri ve bununla birlikte bu biçimlerin kökenlerini geleceğin önkoşulları olarak görmek suretiyle bugünü geleceği aydınlatmak için kullanır. Marx, konumlanma noktası olarak kapitalizmi benimseyip eski zamanların koşullarını kapitalizmin ön gereklilikleri olarak incelediğinde sadece bizi bugüne taşıyan şeylerin ne olduğuna vakıf olmakla kalmaz aynı zamanda bu ön gerekliliklerin sonraki zamanlardaki gelişimi ve dönüşümü olarak kapitalizmin daha kapsamlı bir kavrayışına ulaşır. Bu, her şeyden önce, tarihimizin en önemli unsurları olduğu açığa çıkmış şeyleri diğerlerinden ayırt etmenin ve bu unsurları diyalektik olarak tasarlanmış bugünün içine yerleştirmenin -ki bu yapıldığında bu unsurlar da gereğince başkalaştırılmış olacaktır- bir yoludur.

Aynı şekilde, geleceğe dair imgemiz, bugüne ait önemli öğeler bu geleceğin önkoşulları olarak ele alındığı ölçüde daha berrak bir görüntüye kavuşur. Yaklaşan şey hakkında fikir yürütürken neyin araştırmayla ilgili olduğuna dair ölçütlerimiz ve araştırma sırasındaki önceliklerimiz de bu yaklaşımdan etkilenir. Doğal olarak, bu yaklaşım Marx’ın gelecek hakkında ne kadar ayrıntı sunacağı konusunda ciddi sınırlar koyar. Gelecekte arzuladıkları toplumlara ilişkin tasarımlarını hayal âleminde serbestçe dolaşarak oluşturan ütopik sosyalistlerin aksine Marx geleceği, geçmişe ve dolayısıyla da bu geçmişe içkin hem çeşitli olasılıklara hem de başat eğilimlere bağlayan içsel ilişkileri asla koparmaz. Görüldüğü üzere Marx geleceğin ayrıntılı bir taslağını sunuyor değildir çünkü zaten böyle bir taslağa sahip olmasına bizzat kendi yöntemi izin vermez. (3)

Yukarıda sunulan akıl yürütme sırasını yeniden ifade etmek önemli: Marx konumlanma noktası olarak bugünü alıp, geçmişe buradan bakmakla işe başlar (yani sonuçtan başlar önkoşula doğru ilerler). Daha sonra, bu kez ilk adımda açıklığa kavuşturulmuş geçmişteki bağlarını da içeren bugünü yine bir konumlanma noktası yaparak gelecekteki belirli bir safhayı ileriye doğru tasarımlar (yani sonucun bir kısmından öteki kısmına hareket eder). Son olarak da tasarladığı geleceği bir konumlanma noktası olarak benimseyip buradan geçmişteki bağlarıyla birlikte düşünülen bugünü inceler (yani sonuçtan önkoşullara doğru gider). Bugün, kendi geçmişinden kaynaklanan birbiriyle etkileşimli süreçlerin oluşturduğu bir sistem olarak görülmediği takdirde, onda hiçbir gelişme emaresi görülmeyecektir. Ve Marx, akıl yürütmesinde son bir adım olarak, bugüne dönüp bakmak için geleceği bir konumlanma noktası olarak benimsemeseydi, geleceğin Marx’ın yazılarındaki gibi minimal bir düzeyde bile kendini göstermesi mümkün olmazdı. Paradoksal olan şu ki Marx’ın attığı işte bu son adım aynı zamanda onun kapitalist bugüne ait analizini de tamamlar. Marx’ın geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki ilişkiyi önkoşul ve sonuç arasındaki etkileşimin bir parçası olarak değerlendirmesinin temel getirisi kapitalist üretim tarzının tarihsel hareketini, onun organik hareketini yok saymaksızın veya önemsiz görmeksizin çalışmasının amaçlarına uygun bir şekilde mercek altına almasının mümkün hale gelmesidir.

Bunun da ötesinde, bugüne bakarken onun henüz gerçekleşmemiş gelecekteki potansiyelini bir konumlanma noktası olarak almak kapitalist bugüne bir sıçrama tahtası olma payesini kazandırır. Bir şeye ulaşmış olma hissi bizi, tarihsel sürecin ortasındaki bir yerden başka bir yere gitme, burayı ve şimdiyi tamamen farklı bir gelecek için yeniden inşa etme olgularına karşı daha uyanık ve son derece duyarlı kılar. Böylelikle bu farklı bir gelecek projesi ve bu projenin bir parçası olan arzularımız bilincimizde, sınıf bilincinde daha geniş bir yer edinir. Bu bakımdan, Marx’ın bugüne dair gelecek odaklı çalışmalarının güncelliği, bizzat bu çalışmalarda gösterilen gelecek gittikçe daha gerçekçi bir olasılık haline geldikçe daha da artacaktır.

Notlar

1- Artsüremli, yani zamansal anlamda sıraya dizilmiş şekilde, -çev.

2- fait accompli: “asla geri döndürülemeyen”. -çev.

3- Öte yandan komünizmin neye benzeyeceğine ilişkin önemli ölçüde bilgiyi Marx yazıları arasına serpiştirmiştir. Bu yorumlara dayanılarak yapılan bir yaşamın yeniden inşası denemesi için bkz. Ollman, 1979, 48-98.

Kaynak: Bertell Ollman, “DİYALEKTİĞİN DANSI: Marx’ın Yönteminde Adımlar”, İngilizceden Çeviren: Cenk Saraçoğlu, Yordam Kitap, 3. Basım: Ekim 2011.

13 Temmuz 2013 Cumartesi

[Ayhan Tırıç’ın ‘Marksist Tarih Kuramı Üstüne’ Yazısının Eleştirisi - Mahmut Boyuneğmez]

Konu: Ayhan Tırıç'ın sendika.org internet sitesinde yayınlanan "Marksist Tarih Kuramı Üstüne" başlıklı yazısı eleştirilmektedir.

Refik Durbaş, Nazım Hikmet, Orhan Kemal ve Atilla İlhan’dan şiirlerle süslenmiş, epeyce uzun bir yazıyla karşı karşıyayız. “Marksist tarih kuramı üstüne” iddialı başlığını taşıyan yazı, sendika.org internet sitesinde 26 Nisan 2011 tarihinde yayınlanmış bulunuyor. Yazarı Ayhan Tırıç, “düşüncelerimi derleyip toparlamak için bu yazıyı yazmaya karar verdim” derken açık sözlü ve mütevazı olduğunu da gösteriyor. Tırıç’ın yazısı dört bölümden oluşuyor. Yazar önce “Marks’ın yaşadığı dönemin özelliklerini ve düşünüş tarzını özetleyeceğini”, sonra “çok özet olarak, ana akım Marksizm’e yöneltilen eleştirilere değineceğini”, yazının üçüncü bölümünde “Marks’ın kuramları üzerine kendi düşüncelerini açıklayacağını” ve son olarak da “tarih nasıl yazılmalı sorununa değineceğini” belirtiyor. Marksizm içindeki tartışmalar üzerine okumalar yaptığını bildiren yazar, en son okuduğu Marksizm ve Tarih, Matt Perry, İletişim Yayınları, 2010 adlı kitabın bu yazıyı oluşturmasına vesile olduğunu da ekliyor. Bakalım yazar nasıl düşünüyor? Taahhüt ettiklerinin ne kadarını, ne şekilde yerine getiriyor?..

Tırıç, “Marks’ın düşünüş biçimi”ni bakın nasıl kavrıyor:

“Genç Marks, toplumda ve düşünce dünyasında yaşanan bu karmaşayı sorun olarak gördü. Kapitalist üretim tarzının kendisini insanlığın sorunu olarak ele aldı.

“Marks’ın küçük kara gözleri cin gibi bakardı. Bir elinde sigarası, evin her yanına saçılmış kitaplar arasında sürekli okur, bir şeyler araştırırdı. Tüm tarihi, tüm bilimleri ve sanatları bir bir inceledi Karl Marks. Hem güncel olayları gözlüyor, hem de olup biteni açıklamaya yarayacak bir yol bulmaya çalışıyordu.

“Öğrendiği kuramlar ona hiç de inandırıcı, açıklayıcı gelmedi. Tüm tarihi ve toplumu açıklamak için bir kuram geliştirmesi gerektiğini düşündü.”

Yabancı gelmedi, değil mi?.. Okul öncesi eğitim için çıkarılan kitaplardaki düşünce somutluğu ve açıklama biçeminin aynısını burada görüyoruz. Nasıl mı?.. Bakın şöyle: “Winnie, o gün uyandığında göl kenarındaki bitkileri ve hayvanları incelemeye karar verdi. Tüm gölü araştırdı gün boyu ve bütün otları, çiçekleri, kurbağa ve balıkları bir bir inceledi. Akşam eve döndüğünde o günkü incelemelerinden çıkardığı sonuçları, günlüğüne yazması gerektiğini düşündü. Öyle de yaptı...”

Bir insan böyle düşünür mü?.. Marx’ı bir yana bırakalım ve “sıradan” bir insanı ya da bir bilim adamını dikkate alalım. “Olup bitenleri açıklamaya yarayacak bir yol bulmaya çalışmak”, ne demektir?.. Oysa “açıklama” yapıldığında “yol” bulunmuş demektir. Bilim adamları, düşünürler ya da “sıradan” insanlar, gözlemlerini yorumlar, genelleştirir ve açıklamaya uğraşırken, “bir yol bulmalıyım, bütün bu olup bitenlerin sırrını çözmeliyim” der mi?.. Belki bu şekilde düşünmek, incelemelerinizi sonuca ulaştırmaya yardım eden bir güdeleyici faktör olabilir. Fakat yolun bulunması, daha doğrusu yolun oluşturulup, açılması, “yolda yürümekle” gerçekleşir.

Marx’ın okuyup, okudukları üzerinde düşündüğünü ve “tüm tarihi ve toplumu açıklamak için bir kuram geliştirmesi gerektiği” sonucuna vardığını yazmanın anlamı nedir?.. Marksizm’in doğuşunun bu şekilde açıklanması, bir karikatürleştirmedir. Çizgi filmlerde bir anda kararlar alınır, hemencecik düşünülen iş yapılır. “Hop hop hop Norton, bakın biçim değiştirdim” ya da “buldum, aklıma bir fikir geldi (Wickie)”... “Voltranı oluşturmaya” ne dersiniz?..  Marx’ın düşüncelerinin oluşumuna tarihsel bir perspektifle yaklaşmak yerine, Tırıç çizgi filmlerde görülen bir izah etme tarzını benimsiyor. Karikatürlerde ya da çizgi filmlerdeki abartı unsuru da eksik değil; “tüm tarihin, tüm bilimlerin ve sanatların bir bir” Marx tarafından incelendiği belirtiliyor. Marx’ın okuduğu konuların kapsamının genişliği bilinse de, Tırıç’ın bu ifadesindekileri gerçekleştirmeye ancak “Süpermen”in gücü yeter, öyle değil mi?..

Peki Marx’ın teorik sisteminin “tüm tarihi ve toplumu açıklamak” amacıyla oluşturulduğu söylenebilir mi?.. Marksizm böylesi bir amaçla oluşturulmadığı gibi somut incelemelerin yerine de konamaz. Tarihin materyalist kavranışı, tarihin farklı dönemleri incelenirken kullanılacak bir yaklaşımdır. Kapitalizmin genel işleyiş düzeneklerini açıklayan Marksist siyasal iktisat, farklı ülkelerde kapitalizmin gelişimi incelenirken dikkate alınacak temel ve genel terimler setini, yasaları ve eğilimleri içerir. Marksizm bir dünya görüşü olarak, bütün bu incelemelere paradigmik referans çerçevesi sunar. Farklı koşullara sahip toplumların gelişiminin incelenmesi ve bu incelemelerden yola çıkarak gelecek öngörüsüne sahip olunması, bunlara yaslanan bir siyasi devrimci konumlanış... İşte bunlar Marksistlerin yapmaları gereken işler arasındadır. Marksist teorik sistemi geliştirecek olan çalışmalar da bunlardır.

Karikatürizasyona devam:

“ ‘İlk insanlar yaşamı sürdürmek için ne yapıyorlardı? İnsanların yaşamı sürdürmek için zorunlu olarak yapmaları gereken şey neydi? Neden toplumsal olarak yaşamaya başladı insanlar? Yaşamak için nasıl örgütlendiler?‘ diye basit sorular sordu kendine.

“Tüm tarihe ve toplumlara bu soruların yanıtını bulacak biçimde bakmaya başladı.”

Marx’ın yaşadığı dönemde, ilk insanların yaşamı konusunda da (özellikle Morgan’ın eserleri), tarihin farklı dönemleri için de yapılan çalışmalar bulunur. Bunların birçoğunu Marx ve Engels’in okuduğu ve oluşturmaya başladıkları dünya görüşünde onlardan yararlandıkları bilinmektedir.

“İnsan canlısının yaşamak için, karnını doyurmak zorunda olmasını ve bunun için üretim yapması gerektiğini, temel çıkış noktası olarak belirledi. Yaşamak için üretim yapan insanın eylemini ve bu insanların birbirleriyle ortak yarattıkları üretim etkinliklerini temel alarak, tüm insan tarihini, insanın pratik etkinliklerin tarihi olarak yeniden kuramsal olarak oluşturdu.

“İlkin üretim için iş bölümü yaptıklarını ortaya koydu. Üretim araçlarına sahip olanlar ve bundan yoksun olanlar arasındaki ilişkinin toplumları sınıflara böldüğünü fark etti. Üretimden alınan pay, egemen sınıflarla üreten sınıflar arasında sürekli bir çatışma kaynağı oluşturuyordu. Bu çatışmaya rağmen toplumun bir arada bulunması için devlet diye bir üst kurumun oluştuğunu, devletin aslında egemen sınıflar lehine toplumu bir arada tutmak için örgütlenmiş zor kullanma aracı olduğunu anladı.

“Marks, ‘nerdeyse, şiiri bile gerçekçi olmadığı için sevmeyeceğim’ diyecek kadar gerçeğe bağlı bir insandı. Tüm araştırmalarında tarihi tümüyle gerçekçi temellerde inceledi. Tüm yaşamı ve tarihi, pratik insan etkinliklerinin tarihi olarak ele aldı. Böylece hem tarihsel-toplumsal yapıların insan etkinlikleri-gereksinimleri üzerinde biçimlenen tarihsel formasyonlar (yapısal biçimiler ya da biçimsel yapılar) olduğunu anladı.”

“Tesla değil Edison lambayı buldu”, “Einistein E=mc2 formülünü kağıdın üzerine yazıverdi” vb.,vb... Tırıç’ın yukarıda yazdıkları bunlara benziyor, değil mi?.. Marx’ın bazı düşüncelerini hatırlatan Tırıç, aslında Marx’ın “düşünüş biçimi” hakkında yazmıyor. Marx’ın düşüncelerinin oluşumunu yansıtmayan Tırıç, Marksizm’e dair bildiklerini birbiri ardına sıralıyor. Bunlar kendi düşünceleri olsa da, Marx’ın da bu basitlikte düşündüğü yanılsamasını oluşturuyor. Marx “şunu yaptı, sonra şunun şöyle şöyle olduğunu görüverdi” derken, tarihsel ve toplumsal koşullarla, geçmiş dönemlerin düşünsel üretimleriyle Marksizm arasındaki bağların üzerini örtüyor. Örneğin sınıfların ve aralarındaki savaşımın varlığını keşfeden Marx değildir. Marx, işbölümünden, devletten bahseden ilk ve tek kişi de değildir. Tırıç’ın Marx’ın düşüncelerini serimlerken tutturduğu “Cin Ali” tarzı yazım, bütün bunları Marx’ın yaptığı şeklinde bir algının oluşmasını sağlıyor. Bu kavrayış biçimi, bireyleri “dehalar” ve “sıradan” insanlar şeklinde ayırır. Yine bu kavrayışta tarihsel bakış, fikirlerin tarihselliği ve bazı fikirlerin evrenselliğinin nasıl oluştuğu, geçmiş kuşakların düşünsel mirası, toplumsal ilişkiler ile düşünceler arasındaki bağlar gibi konulara yer yoktur.

Bakın Marx neler neler “söylemiş”, neler “ifade etmiş”:

“İnsanların düşünüş tarzlarının somut yaşam koşullarından kaynaklandıklarını fark etti ve bunu ‘insanlar düşündükleri gibi yaşamazlar, yaşadıkları gibi düşünürler diyerek’ ifade etti.

“Toplumsal olarak bir arada yaşamaya başlayan insanların kişisel istek ve iradelerinden bağımsız olarak birbirleriyle toplumsal bir ilişki geliştirdiklerini, bu toplumsal ilişkilerin toplumsal yapılar oluşturduğu söyledi.

“Tarihin ve toplumun nasıl oluştuğunu anlamak için en genel soyutlamalarla öze-içsel ilişkilerin bilicine ulaşmaya çalıştı.”

Peki ya Marx’ın düşünüş tarzını koşullayan faktörler nelerdir?.. Marx’ın bu düşünceleri onun birey olarak “söylediği”, “ifade ettiği”, “fark ettiği” düşüncelerse, nasıl oluyor da belli ölçülerde bir evrensellik kazanabiliyor?.. Marksizm, Marx ve Engels adındaki iki adamın “dehasının” ürünü, öyle mi?.. Tırıç’ın “Marx” öznesini bu kadar çok kullanması, solda yaygın olan bir bakış açısına, bireyci bakış açısına sahip olduğunu gösteriyor olabilir mi?..

Devam edelim. Neye?.. Karikatürizasyonu okumaya!..

“25 yıl aralıksız günde 14-16 saat çalışarak yazdığı ‘kapital’ adlı kitabında, kapitalizmin tüm yanlarını açıkladı. Artı-değeri fark ederek, sömürünün nasıl işlediğini ortaya koydu.

“Onun yaşadığı dönemde sokaklar açlıktan ölen insanlarla doluydu ve işçiler nerdeyse günde 16 saat çalışıyorlardı. Sendikal sosyal hiçbir hakları yoktu emekçilerin. Yeni gelişen üretim tarzının üretim araçlarına sahip olan burjuvazi ve üretimi yapan proletarya (işçi sınıfı) arasındaki çatışmayla süreceğini, sürekli burjuvaların kârı artarken emekçilerin daha çok yoksullaşacağını ve bir gün emekçi sınıfların ayaklanarak sömürülü-sınıflı toplumsal yapıyı yıkacaklarını söyledi.

19. yüzyıldaki yaşam da bu öngörüyü doğrulayacak biçimde gelişiyordu. Her yerde ayaklanmalar, sınıf çatışmaları vardı.”

Marx’tan önceki siyasal iktisatçıların kapitalist üretim sistemi hakkında yazdıklarını yok sayan Tırıç, Marx’a “kapitalizmin tüm yanlarını açıklama” şerefini lütfediyor. Marx’ın “25 yıl aralıksız” çalışarak Kapital’i yazdığını söylerken, I. Enternasyonal’deki mücadelesinin üzerinden atlayan Tırıç, ne İngiltere’de o dönemdeki 10 saatlik çalışma yasasından haberdar, ne ilk sendikaların illegal olarak 19.yy.’ın ilk yarısında kurulmaya başlandığından, ne Marx’ın Manifesto’da “mutlak yoksullaşma” görüşüne sahip olsa da, sonradan bunu “göreli yoksullaşma” görüşüyle değiştirdiğinden... Tırıç’ın kendisine ait bir görüş de şöyle olmalı: “Elbette bir gün emekçi sınıflar ayaklanacak ve sömürülü-sınıflı toplumsal yapıyı yıkacak...”

“Marks, sadece bir bilim adamı-düşünür değildi. Bir eylem adamıydı aynı zamanda. Zaten tarihi bir sorun olarak ele alıp, insanın daha insanca yaşaması için politik bir kuram-dünya görüşü oluşturması onun kuramlarının kısa sürede politik söylemlere dönüşmesine yol açtı.

“Bu kuramın politik bir kuram olarak ortaya çıkması-kullanılması, pratik sorunlara çözüm önermeyi ve gelecek öngörülerini keskinleştirmeyi de gerektiriyordu. Kuramın yer yer keskinleşmesi ve abartılı olması, sadece Marksizm’i savunan sosyalistler için değil, Marks için de geçerliydi.”

Düşünceler ve eylemler arasında “Çin seddi” yoktur!.. Politik mücadelenin “eylem” ve “kuram üretimi” yanlarını birbirinden ayrı kabul ettikten sonra, bunları birleştirmeye çalışırcasına “eylem adamıydı aynı zamanda” türünden cümleler kurmak durumu kurtarmaz. Kapital’in sosyalizm mücadelesine katkısı, solda algılanan anlamıyla kaç “eylem”le karşılaştırılabilir örneğin?.. Sanki Kapital’in yazımı, politik mücadelesinin içerisinde değil Marx’ın!.. Tırıç, Marksist teorinin “yer yer keskinleşmesi ve abartılı olması” konusundaysa hiç bir açıklama sunmuyor. Böylesi bir saptama yapıyor ve bunu Marksizm’in “politik bir kuram” olmasına bağlıyor. İyi de “yer yer keskinleşme”  ve “abartı”, nerede?.. Lütfedip onu da yazamaz mıydınız?.. Bize göre Marksist teorik sistemde, “keskinlik ve abartı” bulunmuyor. Devrimci heyecan ve gerçekliği anlama tutkusuysa elbette var.

“20.yy.’da Marksizm tartışmaları” bölümüne gelmiş bulunuyoruz. Bakalım Tırıç’ın aklından neler geçiyor?..

“Tüm tarihi ve toplumları derinlemesine, gerçekçi ve bilimsel olarak açıklayan Marksizm, tüm dünyada düşünsel bir devrim yarattı. Son 150 yıldır İncil’den sonra en çok satılan iki kitabın ‘Komünist Manifesto’ ve ‘Kapital’ olması da bunun kanıtı sayılır. Tüm bilimleri, tüm düşünüş tarzlarını öylesine kökten sarstı ki Marks, karşıtları-düşmanları bile, onun kuramlarından öğrendi birçok şeyi. Çünkü ilk kez, tüm tarih ve toplumların bilimsel olarak incelenmesini başarmıştı Marks; toplumdaki tüm yapıların tarihsel-toplumsal pratikten kaynaklanan geçici formasyonlar olduğunu göstermişti. O günlerden beri tüm toplum bilimsel açıklamalar onun terminolojilerinden yararlanmak zorunda kaldı.”

Marksizm, “tüm tarihi ve toplumları” açıklamaz. Marx’ın “tüm tarih ve toplumları, bilimsel olarak inceleyen ilk kişi” sayılması yanlıştır. Marx’ın tarih kavrayışımızda ve kapitalist toplumu incelemede geçmiş kuşakların birikimine yaslanarak ileriye doğru önemli bir sıçramayı gerçekleştirdiği söylenebilir. Marksizm, tarihsel bir kavrayış, günümüzün ve geçmiş sınıflı toplumların yapılanışına dair genel bir paradigmik anlayış sunar. Bunları kullanarak tarihsel incelemelerin yapılması ve farklı toplumların yapılanışının analizi mümkün durumdadır ve aslında bu tür incelemeler yapılmıştır/yapılmaktadır. Marksist bakışın toplum bilimsel açıklamalarda kullanıldığı, ondan esinlenildiği, terimlerinin ödünç alındığı vb. doğrudur. Kapitalist üretim biçimi aşılırken, bu tarihselliğin kavranışı bilimsel ve devrimci olmaktadır. Bir çağ, aşılması mümkün duruma gelmiş olmadan bilimsel açıdan tam olarak kavranamaz ve çağ devrilirken, bu kavrayış devrimci olmak zorundadır.

“Ancak, 20. yüzyılda Marks’ın kuramına karşı kuşkular oluşmaya başladı.”

Marksizm’i statik bir bilgi ve yorumlar öbeği olarak gördüğü anlaşılan Tırıç’ın , 20.yy.’da  Marksizm’e yönelik bazı eleştirilere ve ona yapılan katkılara değinirken, kavrayışındaki yanlışları görüyoruz. Bunlara da bakalım.

“Daha Engels Kapital’in 3. cildini yazarken, birçok insan Marksizm’in alt-üst yapı ilişkisi kuramına ve ekonominin temel belirleyici gibi gösterilmesine karşı çıktı. Tüm yaşam, salt ekonomik zorunluluklar üzerine biçimlenen bir yapı olamaz dediler. Üstelik bu, dediler, nesnel yapı ile öznel bilinç arasındaki ilişkiyi karşılıklı olmaktan çıkarıp, insanları nesnel yapıların tutsağı olarak görmeye yol açar.”

Toplumların iktisadi temeli olan üretim ilişkileri, insanlar arasındaki temel ilişkidir. Toplumun yapılanışında kurucu olan ve bu yapılanışa genel biçimini veren temel budur. Toplumsal bilinç biçimleri, ideolojiler, devletin genel karakteri ve işlevleri, sanatsal üretimlerin kimler tarafından ne şekillerde yapıldığı, toplumsal yapılanma içerisinde belirir. Toplumların varlık koşulu olan iktisadi ilişkiler, toplumsal yapılanışı ana hatlarıyla belirler. Temel-üst yapı arasındaki ilişki böyle özetlenebilir. İnsanların bilincini şekillendiren, toplumun yapılanışıdır. Dinamik yapıdaki toplumsal ilişkiler yeni keşiflerle ve buluşlarla, toplumlar arası etkileşimlerle, üretimdeki gelişmelerle farklılaştıkça, insanların düşünce biçimlerinde de değişim gözlenir. Toplumsal bilinç biçimlerinin toplumun yapılanışına katıldığı, bu yapılanışı yeniden-üretime yaradığı, toplumsal düzenlemelere ve yeni örgütlenmelere yol açtığı ya da bu yapılanışa aykırı eğilimleri oluşturduğu bilinmektedir. Fakat toplumların yapılanmasındaki genel biçimi, toplumsal ilişkiler iskeletinin genel şekillenmesini, toplumun kuruluş ve işleyişindeki temel tarzı, bunlar belirlemez. Bunu belirleyen, üretim sürecinde yer alan güçler, yani sınıflar arasındaki dinamik ilişkilenim biçimleridir.

“1930’lardan sonra bir grup Marksist İngiliz tarihçisi, aşağıdan tarih yazımı yöntemiyle inceledi geçmiş toplumları. Ve incelemelerinde alt-üst yapı ilişkisinin, Marks’ın kuramındaki gibi olmadığını söylediler. Alt-üst yapı kuramında, devletin bir üst yapı kurumu gibi görülmesinin yanlış olduğunu, devletin başta ekonomi olmak üzere tüm toplumsal yapıya müdahale ederek kapitalist ekonominin yapılanmasında önemli bir güç olarak yer aldığını belirtiler. Kapitalist üretim yapısıyla devlet eş zamanlı gelişiyor dediler.”

Marx’ın iktisadi incelemesinde devlet konusuna ayrı bir ciltte değinmeyi planladığı, ancak bunu yaşama geçirmeye vakit bulamadığı bilinmektedir. Marx’ın, konuların açıklamasını sunarken, konuları giderek farklı yönleriyle ve farklı bağlamlar içerisinde incelediğini, yazdıklarının basamaklı ya da katmanlaşan bir yapılanışa sahip olduğunu görmek gerekir. Dolayısıyla Kapital’in devlet üzerine olan bölümünü yazmaya fırsat bulamayan Marx’ın, iktisadi ilişkileri, devlet konumlanma noktasından/açısından da değerlendirmek istediği ortadadır. Kapitalist üretimin Avrupa’daki gelişiminde, mutlak monarşilerin ve daha sonrasındaysa kapitalist devletin rolü; sermaye birikim stratejileriyle kapitalist devletin belli biçimleri arasındaki uyum ve çakışma üzerine birçok farklı çalışmanın yapılmış olmasını, teorik kavrayışımıza katkılar olarak görmemiz gerekir. Kapitalist devletin, iktisadi ilişkileri kuran, etkileyen ve düzenleyen bir yapı olması, iktisadi alanda kurumsal yapısıyla bir bileşen olarak bulunması, onun üst-yapısal bir kurumlar bütünü olduğu gerçeğini değiştirmez. Devletler tarihte bağımsız bir yapı olarak var olmamıştır. Devlet, her zaman toplumsal yapılanışa bağımlı bir varoluşa sahiptir. Bir örnek vermek gerekirse, son 30 yıldır Türkiye toplumundaki iktisadi ilişkilerdeki değişim, devletin yapılanışındaki dönüşümle birlikte gözümüzün önünde cereyan etmektedir. Sınıfların nicel-nitel durumu/kompozisyonu ve iktisadi ilişkiler değiştikçe, değerlerdeki ve ideolojik tutumlardaki değişimi, devletin yapılanmasındaki dönüşümü görüyoruz. Elbette bu süreçlere katılan, başka ülkelerin deneyimlerinden aktarılan iradi-bilinçli politik müdahalelerin olduğunu da...

“Bu eleştiri, üretici güçler-üretim ilişkileri kuramına da kuşkuyla bakılmasına yol açtı. Önce kavramların içeriklerinin ve birbiriyle ilişkilerinin net olmadığı söylendi. Hangi düzeydeki, ne tür bir değişiklik üretici güçlerin gelişimi sayılacaktı. Daha da önemlisi, sanki egemen sınıf halinden memnunmuş, üretici güçleri geliştirmeye engel oluyormuş gibi bir anlam çıkıyordu kuramdan. Oysa üretici güçler daha verimli olacaksa bunda egemen sömürücü sınıfın da çıkarı olmalıydı, öyleyse üretici güçlerin gelişimine engel olamazdı.”

Bu noktada “üretici güçler-üretim ilişkileri” olarak kullanılan kavram çiftinin aslında tek bir gerçekliği anlattığını vurgulamak zorundayım. Bu kavramların karşılığı olan iki ayrı gerçeklik yoktur. Üretim süreçlerinde yer alan güçler, üretimin organizasyon biçimi ve aralarındaki ilişkiler, tek bir gerçekliği yansıtır. Üretici güçlerin gelişiminde teknik/teknolojik bir boyut vardır, fakat bu onların gelişimini yeterince açıklamaz. Kapitalist üretimin gelişimi, üretimin tüm topluma yayılması, toplumsallaşması sonucunu doğurmuştur. Buna karşıt olarak üretim araçlarının özel mülkiyetinde merkezileşme ve yoğunlaşma yaşanmıştır. İşte bu çelişkili durum, üretim süreçlerinde yer alan güçler için bir kısıtlamadır. Dünya üzerindeki toplam üretim herkesin ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli bir düzeye erişmişken, açlığın, yoksunlukların, evsizliğin, cahilliğin, sağlıksızlığın “büyük insanlığı” tüketişi, kapitalist üretim ilişkilerinin sonucudur. Geçmiş çağlara göre sömürülen büyük emekçi kitlelerin yaşama ve çalışma koşullarında ilerlemeler olduğu açık olsa da, bu ilerlemeler toplumsal mücadelelerle kazanılmış olup, üretim ilişkileri değiştirildiğinde doğacak imkanların, olanaklı olanın gerisinde bulunmaktadır.

“Devlet kuramı da çok tartışıldı. Marks’ın yaşadığı dönemde kapitalist devlet çok gelişmemişti. 19. yüzyıl devletleri emekçi sınıfları kontrol altına almak için açıktan şiddet uyguluyordu. Oysa 20. yüzyılda, birçok etken devletin hem daha çok kurumsallaşmasına hem de açık şiddet yerine daha çok manipülatif teknikler kullanması olanaklı kıldı. Bir yandan bürokrasinin, ordunun, polisin iyice gelişip yaygınlaşması, buna karşın, çeşitlik sosyal hakların kabul edilmesi ve açıktan şiddete daha az başvurulması bir çelişki yaratıyordu devlet kurumunun anlaşılması açısından.

“Öte yandan teknolojik gelişmeler birçok kitle iletişim aracı yarattı. Devlet ve kapitalistler bu kitle iletişim araçlarını, kitleleri kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmede çok etkin biçimde kullandılar. Kitle iletişim araçlarının manipülatif amaçlı kullanımı, devletin yapısı ve egemen sınıflarla ilişkisini de değiştirdi. 1930’larda bu durumu fark eden A.Gramsci, egemen sınıfların ve devletin belli bir kısım insanı etkileyerek kamuoyunda yaygın bir ‘rıza’ (=kabullenme) anlayışı yaratarak toplumları yönettiğini söyleyerek yeni bir ‘hegemonya’ kuramı oluşturdu.”

Kapitalist devletlerin tarihsellik içerisinde değişimini yadsıyan birileri yok. Bu konuda yapılan binlerce inceleme, yorum ve yazılama var. Üstelik bu çalışmalar sürecek. Olağan olan da zaten bu... “Kitle iletişim araçlarının kullanımının, devletin yapısını ve egemen sınıfla ilişkisini değiştirdiği” şeklindeki yorumunsa abartılı ve yanıltıcı olduğu ortada.

“Kilise, ordu, okullar vb. kurumları ‘devletin ideolojik aygıtları’ gibi gören ve bunun üzerinden yeni bir Marksizm anlayışı oluşturan Louis Pierre Althusser de benzer bir açıklama yaptı.”

Şu her taşın altından çıkan Althusser’in DİA’lar öğretisinin hiç de özgün olmadığını belirtmeliyim. Örnek vermek istiyorum; Preobrajenski ve Buharin’in yazdığı Komünizm’in Abc’si adlı kitapta kilise ve okulların ideolojik işlevlerine çok açık bir biçimde değinildiği görülür. Başka birçok ortodoks Marksist eserde de bu konunun işlendiği ya da bu konuya değinildiği görülebilir. Hal böyleyken, bu kurumlardan ne zaman bahsedilse, akla Althusser efendinin getirilmesi ve onun özgün bir yorumda bulunduğunun ya da “yeni bir Marksizm anlayışı” oluşturduğunun belirtilmesi, üzücüdür. Peki bu neden böyle?.. Komünist partilerin ve hareketlerin yeterince güçlü olmadığı, siyasal ve teorik üretimlerinin etkilerinin yeterince hissedilmediği bir dönemde yaşıyor olduğumuzdan... Belki soğuk savaş döneminden beri, fakat uzun bir zamandır yenik ve gerilek durumdayız.

Bakın içinde bulunduğumuz bu durumun belirtilerinden biri de şudur. Aşağıdaki satırlara Türkiye’de solcular arasında çok yaygın olarak rastlanmaktadır:

“Marksizm’e karşı eleştirilerin en sert ve yıkıcı olduğu alan sınıflar ve sınıf bilinci kuramı çerçevesinde gelişti.

“Marks yaşarken en yaygın işçi kümesi sanayi işçiliğiydi. Oysa 20. yüzyılda sanayi işçiliği yüzde 15’lere kadar azalırken hizmet sektörü yüzde 80’lere yükseldi. Emperyalizmin Avrupa devletlerine sağladığı kârlarla, bir işçi aristokrasisi oluşturuldu. Tüm bu yöndeki gelişimler nedeniyle işçi sınıfının artık bir orta sınıf gibi değerlendirilmesi gerektiği ve yine bu yüzden artık sosyalist bir devrim için çaba harcamayacakları iddia edildi.

“Daha da önemlisi, Marks’ın, ‘işçi sınıfının er geç sınıf bilinci edineceği ve kendi sınıfsal çıkarları için sınıfsal bir mücadele vereceği’ öngörüsünün bir türlü gerçekleşmemesiydi. 20. yüzyılda işçi sınıfının bırakın sınıf bilinci edinmeyi, devletin kendileri aleyhine uygulamalarını bile coşkuyla karşıladığı görüldü. Hatta emekçi sınıfların desteğiyle Avrupa’nın birçok ülkesinde faşist yönetimler kuruldu.

“Bu eleştirilere karşı Lenin, ‘sınıf bilincinin işçi sınıfında kendiliğinden oluşmayacağını, sınıfa bilincin aydınlar tarafından dışarıdan götürüleceğini-verileceğini’ söyledi. Yaklaşık 100 yıl önce yaygın olarak kabul edilen bu anlayışa karşın işçi-emekçi sınıflarda sınıf bilinci geliştirmek ve sınıf mücadelesine katılmak yönünde bir çaba oluşmadı. Tüm bir yüzyıl, Godo’yu (Godot’yu) bekler gibi bekledik emekçi halkların sınıf bilinciyle davranmasını.

“Kimileri, ‘bu sınıf bilinci evrime benzer, emekçilerde sınıf bilinci oluşması binlerce yıl alabilir’ dediler.

“Tekel direnişi, madenci grevi gibi kimi olaylar yaşanırken hep bir ağızdan, ‘işçi sınıfı ayaklandı’, ‘işçi sınıfı burjuvazinin başını ezecek’ diye bağırdık. Çok heyecanlandık. Öyle ki, bazı dönemlerde insanlar birbirlerine fısıltıyla ‘haftaya devrim olabilir’ dediler.

“Kapitalist yaşam anlayışının artık evrensel bir yaşam kültürü haline geldiğini, bu koşullarda bir sınıfın sınıf bilinciyle devrim için bir girişimde bulunmayacağını da söyledi bazı düşünürler.”

Bu cümlelerde birçok yanlış da var. Bir: İşçi sınıfının büyük bölümünün bilinçli biçimde sosyalist devrim için çaba harcaması, bir sosyalist devrimin olması için elzem değildir. İşçileri devrimci süreçlere iten koşullar oluştuğunda, öncü komünist partilerin politik kılavuzluğuysa şarttır. İki: Lenin, işçi sınıfına ulaştırılması gerekenin sosyalist bilinç ve politikalar olduğunu belirtir. Üç: 200 yıldır dünyanın neredeyse her yerinde işçiler, sınıf bilinçleriyle birçok kez harekete geçtiler, sendikalar ve birlikler kurup, örgütlendiler. Marx’ın “işçi sınıfının kendi sınıfsal çıkarları için sınıfsal bir mücadele vereceği öngörüsünün gerçekleşmediği”nden bahsetmek gülünçtür. Mars’ta mı yaşıyoruz, beyim?.. 19.yy.’dan bu yana, bu tarihsellik içerisinde, sınıflar arası mücadelenin ve sınıf bilincinin yok sayılması, utanılacak bir tutumdur. Ne Godot’su, ne “beklemesi”?.. “Sınıf bilincinin oluşması binlerce yıl alabilir”miş ya da “haftaya devrim olabilir”miş; yapma yahu!.. Oturup “kendi” halimize ağlayalım ya da gülelim!.. Dört: Her işçinin bir sınıf bilinci vardır, fakat bu bilinç egemen ideolojik motiflerle az ya da çok bulaşıktır. Sınıfın harekete geçtiği kesitlerde bu bilincin belli ölçülerde geliştiği ve arılaştığı, işçilerin sosyalist politik yaklaşımlara daha açık hale geldiği bilinmektedir.

“Marks’ın kapitalizmin bunalımlarının giderek derinleşeceği ve emekçi halkların giderek yoksullaşacağı öngörüsü de tartışmalara yol açtı. Çünkü kapitalizm bunalımlarını artık daha hızlı ve daha kolay aşmaya başladı.

“Kapitalistlerin kârı artarken, emekçilerin artı-değerden aldığı pay ya yerinde kalıyor ya da geriliyordu. Buna karşın halk yaşamından memnun görünüyordu. Tüketim mallarının fiyatlarındaki düşüş ve yaşamı kolaylaştıran çamaşır, bulaşık makinesi gibi ev araçları ve kentlerdeki kamu hizmetinin yaygınlaşması, insanlarda eskiye göre daha iyi daha rahat yaşadıkları duygusu oluşturuyordu.

“Kârların azalma eğiliminin de ancak belli koşullarda gerçekleşeceği anlaşıldı.

 “20. yüzyıl boyunca kapitalizmdeki değişimler, ana akım Marksizm içinde birçok ayrışmaya yol açtı.”

Marksistlerin Marx’tan sonra geliştirdiği birçok konu var. Örneğin bunalımların nasıl resesyonlara dönüştüğünü biliyoruz. Fakat Marx’ın kapitalizmin krizlerle kendiliğinden yıkılacağı şeklinde bir anlayışı olmadığını da biliyoruz. Marx’ın komünist kimliğinden ayrılması ve bir iktisatçı-düşünür olarak görülmesi yanlıştır. Komünist Marx, proletarya devrimi için örgütlü mücadele vermiştir. Bunlar unutulmamalı; tekrar hatırlatıyoruz. Yanlışlara gelirsek... Bir: Emekçiler, artı-değerden pay almaz. İki: İşçilerin 19. yy.’a göre 20.yy.’da daha iyi koşullarda çalıştığı ve yaşadığı söylenebilir. Fakat bunların, mücadelelerle elde edilen kazanımlar olduğu, reel sosyalizmin varoluşuyla da ilişkili olduğu bilinmektedir. Peki ya son 30-40 yıldır, emekçilerin yaşama ve çalışma koşullarındaki gerilemeyi ne yapacağız?.. Üç: Kapitalizmde karların değil, ortalama kar oranının azalma eğiliminden bahsedilmelidir. Bilmediğiniz konuda, yazmamanız gerekir. Dört: Kapitalizmdeki değişimlerin, Marksizm içinde birçok ayrışmaya yol açtığı iddiasının dayanakları ve gerçekliği yoktur.

“Marks’ın Temel Kuramlarının Anlamı ve İşlevi” başlıklı üçüncü bölüme gelmiş bulunuyoruz. Tırıç şimdiye kadar yazdıklarından şu ara sonucu çıkarıyor:

“Gerçekten tam bir ‘lüsyen hanım sendromu’ ile karşı karşıyayız. Nasıl ve neden böyle bir durum ortaya çıktı?! Bir yandan Marks’ın kuramlarına başvurmadan hiçbir şeyi açıklayamıyoruz; öte yandan bu kuramın her yanının geçersiz olduğuna ilişkin verilerle karşılaşıyoruz!”

Marx’ın yazdıklarının da, Marksizm’in de “her yanının geçersiz olduğuna ilişkin verilerle” aslında karşılaştığımız yok!.. Fakat Batı Avrupa’da 20.yy.’da Marksizm’i “kitap cümleleri” olarak gören ve bunlar üzerinde çoğu spekülatif değerlendirmeler olan yorumların yapılmış olması, bir yanılsama oluşturmaya yetebiliyor. Bu yanılsamayı kimileri “Marksizm’in krizi” olarak da dillendirdiler. Komünistlerin entelektüel dünyada sahip olduğu hegemonyanın yitirilmesini gösterir, bu durum. Fakat Marx’ın oluşumuna ilk itilişini verdiği komünist dünya görüşünün, tarihsel-toplumsal gerçekliği açıklama, anlamlandırma ve değerlendirme kapasitesinden eksilen bir şey bulunmuyor.

Tırıç, “Marx’ın dehası ve önemi”ne dair şunları yazıyor:

“Zekaya inanmadığım için bu sözcüğü kullanmak istemem. Ama bazı insanlar var ki, onlara deha-dahi demekten kendimi alamıyorum. Bu insanlar Beethoven, Isaac Newton, James Clerk Maxwell, Albert Einstein, matematikçi küçük Gaus, Nazım Hikmet ve Karl Marks.”

Tırıç’ın saymadığı başka “dehalar” da var elbette... Zekânın farklı türleri olduğundan bahsedecek değilim. Bireylerin yetenekleri, çalışkanlıkları ve zekâları arasında farklar var. Bunu reddetmiyoruz. Fakat şunları sormak istiyorum: Beethoven’den önce başka bir müzisyen, örneğin Mozart, neden burjuva devrimleri döneminin duygularını ve değerlerini eserlerine yansıtmamıştır?.. Rossini ile Vivaldi’yi “deha” saymayacak mıyız?.. Newton’dan önce birileri çıkıp, örneğin ortaçağda, neden dinamiğin yasalarını formüle edememiştir? Kepler, Copernicus ve Galile’nin oluşturduğu mirası görmezden mi gelelim? Diferansiyel hesabı geliştiren Newton mudur yoksa Leibniz mi?.. Thomas Münzer neden Marx’ın geliştirdiği düşüncelere ulaşamamıştır?.. Evrim teorisini Alfred Russel Wallace mı yoksa Darwin mi geliştirmiştir?.. Bunlara benzer başka birçok soru türetilebilir. Görülmesi gereken “dehalar”ın üretimlerinin, tarihsel dönemle ve içerisinde yaşadıkları toplumun gelişim düzeyiyle, dolayısıyla mevcut teknolojik imkânlar, bilgi birikimi, dünya görüşlerin durumu gibi koşullarla bağlarıdır. Örneğin Darwin “dehası” ile neredeyse aynı zamanda Wallace “dehası”, evrim teorisinin temel önermelerine ulaşmıştı. Hangisi daha “büyük adam”?.. Ya da ortaçağda Beagle adlı gemiyle Galapagos adalarına gitmek mümkün müydü?.. Evrimin nasıl olduğu konusunda dede Erasmus Darwin, Lamarck ve başkalarının hipotezleri/teorilerine, ne diyeceğiz?.. Bunlar insanlığın “yüzkarası” mı, ya da “geri zekalısı” mı?.. Uzatmıyorum ve Plehanov’un Tarihte Bireyin Rolü Üzerine adlı makalesinin okunmasını salık veriyorum.

“Marks’ın Yanılgıları” başlığını atarak Tırıç şunları yazıyor:

“Herkes gibi dehalar da yanılır. Çünkü her insan döneminin ideolojileri, insan beyninin sınırları, çağının bilgi birikimi vb birçok şeyle sınırlıdır.”

Tamam “dehalar” da hayatlarında yanılmıştır ve insanlar döneminin “koşullarıyla” sınırlanır. Fakat görelilik teorisi yüzünden Newton’un Principia’sı geçersiz mi sayılacak?.. Işık hızına yakın hızlarda hareket edilmedikçe, klasik fiziğin hareket yasaları geçerliliğini koruyor. Atom altı parçacıklar için geçeli kuantum fiziğini de, makro-dünyanın yasalarının yerine koyamazsınız (kuantum fiziğine dair basılan birçok popüler kitabın, bunu yaparak bir ideolojik çarpıtma yaptığını belirtmeliyim). Benzer sorular Marx’ın çalışmaları için de sorulabilir. Kapitalizmin işleyişindeki temel yasa ve eğilimler, 20.yy.’da değişti mi?.. Sınıflar, sömürü, toplumsal bilinç biçimleri günümüzde buhar olup uçmuş mudur?..

Tırıç, Marx’ın “yanılgıları”nın nedenlerini sıralıyor:

“Marks, kuramını, Avrupa tarihine dayanarak oluşturdu. Kuramını Avrupa tarihine dayanarak oluşturması, yanılgılarının en önemli nedenlerinden biriydi.”

“Dünyanın tüm toplumlarında eskiden beri sınıflı-sömürülü bir üretim tarzı geliştiği biliniyor. Ancak, dünyanın yüzde 6’sını oluşturan Avrupa’daki toplumsal-tarihsel yapı, öteki toplumlara benzemiyor. Sömürücü sınıflar ve devletler, bu kıtada büyük-merkezi imparatorluklar kuramamış. Avrupa’da küçük feodal kent beylikleri gibi bir yapı var. Bu yapı,

“a) Üretim alanın küçük olması nedeniyle, artı-üretimin ve sermayenin çok az birikebilmesine ve herhangi bir üretim krizinde hemen üretici sınıflarla egemen sınıflar arasında çatışma yaşanmasına yol açıyor.

“b) Küçük feodal beylik yapısı egemen (sömürücü) sınıflarla emekçi üretici sınıfların dar bir alanda bir yüz yüze olmasını gerektiriyor. Bu yüz yüze olma durumu da hem ayaklanmaları, hem sınıf tavrı-bilinci edinmeyi, hem de ayaklanmaların ‘üretim tarzı’ değişikleriyle sonuçlanmasını kolaylaştırıyor.

 “İşte tüm bu nedenlerle, dünyanın geri kalanıyla aynı tarihsel dönem içinde, Avrupa’da köleci, feodal, kapitalist üç değişik üretim tarzı yaşanmış. Dünyanın yüzde 95’ini oluşturan toplumlarda aynı zaman sürecinde böyle bir durum gözlenmiyor.

“Birden çok üretim tarzının art arda geliştiği, yoğun sınıf mücadeleleriyle geçen tarihsel bir dönem, bilimsel soyutlamalar yapmak açısından çok yararlıdır. Marks, bu anakara parçasının tarihsel özelliklerinden toplumların değişimine, sınıflara ilişkin formasyonlar-formülasyonlar türetti. Tüm çıkarımları Avrupa için doğrulanabilir, gerçekçi ve bilimseldi. Ancak bu bilgilerin sadece Avrupa’ya dayalı olarak yapılması, kuramının öteki toplumları açıklayabilme gücünü azalttı. Birçok yanılgıya yol açtı.

“Sonraki yıllarda, o zamanın eksik ve çarpık bilgilerine dayalı olarak dünyanın öteki bölümlerindeki toplumsal-tarihsel yapıları da inceledi Karl Marks. Ve gerçeğe çok saygılı bir insan olarak, öteki toplumlarda Avrupa’dan çok farklı bir yapı olduğunu gördü (Doğu sorunu ve antik üretim tarzları). Ancak, o dönemin sürekli sınıf savaşlarıyla geçmesi, kuramın politik bir dünya görüşüne dönüşmesi gibi nedenlerle, temel kuramda değişiklik yapma gereği duymadı.”

Tırıç, Roma İmparatorluğunu, Makedeonya’dan Asya’ya doğru yayılan Büyük İskender’in imparatorluğunu unutmuş görünüyor. Ortaçağ boyunca Avrupa’da görülen köylü ayaklanmalarının, “üretim tarzı değişiklikleriyle sonuçlanmadığı”nı ve bunların “sınıf tavrı-bilinci edinmeyi kolaylaştırmadığını” da bilmiyor. Köylülerde bu bilincin gelişimi için nesnel koşullar bulunmuyor. “Birden çok üretim tarzının art arda geliştiği, yoğun sınıf mücadeleleriyle geçen tarihsel bir dönem”den bahsederken, en azından 2000 yıllık bir tarihselliği, tek bir “dönem”e sıkıştıran Tırıç, bunu “bilimsel soyutlamalar yapmak açısından çok yararlı” buluyor. Marx değil ama, Tırıç tarih bilgilerinde büyük yanılgılar içinde olmasın(!)?. Marx’ın doğu toplumlarının tarihini incelediği doğrudur. Fakat Marksizm’in bir tarih kuramı olarak görülmesi sağlıklı değildir. Marksizm’in bir tarih teorisi vardır, fakat Marksizm, komünist dünya görüşü olarak anlaşılmalıdır. Bakın Marx, Mikhailovsky’ye yazdığı mektupta kendi çalışmasını nasıl algılıyor:

“Batı Avrupa’da kapitalizmin başlangıcına ilişkin tarihsel eskizimi, hangi tarihsel koşullar içinde olurlarsa olsunlar, toplumsal emeğin üretici güçlerini azami ölçüde genişletmenin yanı sıra insanın tam gelişimini güvenceye alan ekonomik sisteme sonunda varmaları için, tüm ulusların alnına yazılmış genel gelişme yolunun tarihsel-felsefi teorisine dönüştürmekte ısrar ediyor. Ama affını dilerim. (beni çok onurlandırıyor, aynı zamanda çok fazla hakaret ediyor.) Bir örnek verelim.

Kapital’in birçok yerinde, eski Roma’daki pleblerin yazgısına değiniyorum. Başlangıçta onlar özgür köylülerdi; her biri kendi toprağını, kendi hesabına eker-biçerdi. Roma tarihinin akışı içinde mülksüzleştirildiler. Onları üretim ve geçim araçlarından koparıp ayıran hareket aynı zamanda, yalnızca büyük toprak mülkiyetinin değil ama büyük para-sermayenin de oluşumunu içeriyordu. Böylece güzel bir sabah, bir yanda emeğinden başka her şeyi elinden alınmış özgür insanlar, öte yanda da bu emeği sömürmeye hazır, tüm edinilmiş zenginliğin sahipleri vardı. Ne oldu? Romalı proleterler ücretli emekçiler haline değil, ama Birleşik Devletler’in güneyinde ‘yoksul beyazlar’ diye bilinenlerden daha sefil, hiçbir işi olmayan bir ayaktakımı haline geldiler; ve onların yanı sıra kapitalist olmayan ama köleliğe dayanan bir üretim tarzı gelişti. Böylece, çarpıcı biçimde birbirine benzeş olan ama farklı tarihsel çerçevelerde ortaya çıkan olaylar, tümüyle farklı sonuçlara ulaştı. Bu evrim biçimlerinin her birini ayrı ayrı araştırarak ve ondan sonra karşılaştırarak, bu fenomenin ipucu kolaylıkla yakalanabilir, ama yüce fazileti tarih-üstü olmak olan genel tarihsel-felsefi bir teoriyi maymuncuk gibi kullanarak bunu hiçbir zaman başaramaz.” (K. Marx, F. Engels, Seçme Yazışmalar 2 (1870-1895), Sol Yayınları, s. 106-7)

Marx, kapitalizmin gelişimini incelemek için İngiltere ve Avrupa’ya odaklanmasaydı da ne yapsaydı?.. Moğol İmparatorluğunu, Babür’leri, Çin hanedanlıklarını ya da İndus uygarlığını mı inceleseydi?.. Sasanileri, Persleri, Selçukluları ya da Osmanlıları?.. Asya toplumlarının tarihi üzerine okumalarından sonra ya da Rusya’nın ekonomik gelişimini değerlendirmek için Rusça öğrenip resmi yayınları ve diğer yayınları takip ettikten sonra, “temel kuram”ında ne gibi bir değişiklik yapardı; bunların, komünist dünya görüşünün oluşumuna büyük katkılar yaptığı ya da bu görüşü esaslı biçimde değiştirmesi gerektiği mi iddia edilecek?..

Tırıç, Marx’a atfettiği başka bir “yanılgı”ya geçiyor. “Nesnel-Öznel ilişkisine ilişkin sorunlar” başlığı altında şunları yazıyor:

“Sadece Avrupa tarihine dayalı bir çözümlemeyle üretilen Marksizm’in en çok tartışılan yanlarından birisi de, alt-üst yapı, sınıf bilinci, sosyalist üretim tarzına geçişin zorunluluğu gibi kuramlarda; nesnel olanla-öznel olan (öznel bilinç) arasında, doğrudan, zorunlu bir ilişki varsaymış olmasıdır.

“Materyalist bilinç kuramının temel ilkelerini bilimsel olarak açıklayan bir bilim insanı, nesnel-öznel ilişkisinin doğrudan, birebir ‘tarihin mantığına uygun olarak’ gerçekleşmeyeceğini neden göremedi?

“Öncelikle kuramın Avrupa toplumundan türetilmesi böyle bir kuşkuya düşmesini önlemişti. Çünkü Avrupa’nın tarihsel gelişimine bakınca insan nesnel-öznel arasında doğrudan bir ilişki var sanısına kolayca kapılabilirdi. Öte yandan, yanılgıyı yaratan başka etkenler de vardı. Bunlardan birisi, Aydınlanmanın ve liberalizmin temel savlarından, ‘insan çıkarları peşinde koşan akıllı bir varlıktır’ savına Marks’ın da inanmasıydı. Bir başka etken, o dönemde, Avrupa’da çok şiddetli sınıf savaşlarının, iç savaşlarının, ayaklanmaların yaşanmasıydı. Bu koşullar altında kimse Marks’ın kuramlarından kuşku duymazdı.

“Tüm bunların dışında bir başka etkene daha değinmek istiyorum. Marks, kuramlarını salt Avrupa temelli oluşturduğunu fark etse ve değiştirmek istese bile değiştiremezdi. Çünkü Marksizm Marks’ı çoktan aşmıştı. Tüm dünyada devrimsel bir sonuca yol açmış ve güçlü bir politik kuram oluşturmuştu.

“Bu olay tüm büyük kuramların başına gelir (...)”

Tırıç’ın “nesnel olanla öznel bilinç” arasındaki ilişkiyle neyi kast ettiği açık değil. Fakat dikkat edilirse bu konuda sadece Marx’ı değil, “Marksizm’i” suçluyor, onu eleştiriyor. Oysa Marksizm, Leninizm de dahil olmak üzere günümüze kadar geliştirile geldi. Marksizm’in ideolojiler alanına ilişkin saptamaları yok mu sayılıyor?.. Bu alanda yapılmış birçok somut inceleme olduğu bilinmiyor mu?.. Tırıç’ın “yanılgı” olarak gördüğü her neyse, “bunu yaratan etkenler” olarak sıraladıklarının da anlamı açık değil. Bu “etkenlerin”, “öznel bilinç”i nasıl etkilediği meçhul… Marx’ın “insan çıkarları peşinde koşan akıllı bir varlıktır” savına inandığının yazılmasıysa, Marx’ın yazdıklarının anlaşılmamış olduğuna işaret ediyor. Birilerinin “Marksizm Avrupa-merkezci bir görüştür” demesi ve kapitalizmin, doğup geliştiği topraklarda incelenmesini yadırgaması, yadırganması gereken bir görüştür.  Günümüzde kapitalizm bir dünya sistemi haline gelmişken, onun temel özelliklerinin saptanmış, anti-kapitalist mücadelenin temel yönelimlerinin kesinleşmiş durumda oluşunu Marx ve Engels’e borçluyuz. Ne yapacaklardı?.. Avrupa’daki gelişmeleri değerlendirmeyi bırakıp, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüş sürecinden “komünizm fikri”ni mi çıkarsayacaklardı?.. Oysa Marx’ın her ülkedeki gelişimi kendi koşullarıyla incelemek gerektiği yönündeki anlayışını, şu saptaması tamamlar: “De te fabula narratur” (anlatılan senin hikâyendir). Çünkü kapitalizmin temel özellikleri, geriden gelen ülkelerde de bir süre sonra gözlenmiştir.

[MAR] YOUTUBE KANALI

LİDER

Karl Marx - Kapital

Kısa Sovyet Film ve Belgeseller [Türkçe]