15 Temmuz 2013 Pazartesi

Sean Sayers ‘Marksizm ve İnsan Doğası’nda Ne Anlatıyor?

Özetleyen: Mahmut Boyuneğmez

Konu: Marksizm ve İnsan Doğası, Sean Sayers, Çeviren: Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, 2008. Bu eserin içerdiği düşüncelere değinmek istiyoruz. Çalışma ve insan doğasına, değerler ve ilerlemeye nasıl bakılmalı, sosyalizm tasavvurumuzu neler biçimlendiriyor?.. Bu konulara ilişkin Sayers'in değerli fikirleri bulunuyor.

 I. Çalışma ve İnsan Doğası 

Kafa ve kol emeği bölünmesi, sınıf farklarının ilk büyük temelidir. İşbölümü ve sınıf farkları, tarih boyunca evrim geçirmiş ve gelişmiştir. Kapitalizmle birlikte modern sanayinin gelişimi, işbölümünün benzersiz biçimde gelişmesi ve derinleşmesini getirmiştir.

İşbölümünden etkilenenler yalnızca kol işçileri değildir. Modern aydın da, tek yanlı ve güdük bir yaratıktır. Örneğin akademisyenlerin ağırlıklı çoğunluğu, kendi dar uzmanlık alanı dışındaki konularda tamamen cahildir. Sanat ve edebiyat alanındaki çoğu yaratım, anlaşılmaz, ortak deneyimden uzak ve toplumsal gerçeklikten kopuk durumdadır. Modern “yüksek” kültür, öğrenimli insanların çoğuna bile yabancı ve anlamsız bir hal almıştır. Halk kitlelerinin payınaysa en iyi durumda, televizyonların ve basının servis ettiği ürünler düşmektedir.

Oysa ne salt fiziksel emek yaşamı, ne de salt zihinsel faaliyetler ideal ölçüde doyurucudur. Eksiksiz insan yaşamı, zihinsel ve bedensel tüm güçlerimizin ve yeteneklerimizin kullanılmasını ve geliştirilmesini gerektirir. Fakat bugünkü toplum örgütlenmesi, çok az sayıda insan dışındaki herkes için bu ideal olanı gerçekleştirilemez kılmaktadır. Dolayısıyla günümüzdeki işbölümü azaltılmalı ve en sonunda ortadan kaldırılmalıdır.

Faydacılık (utilitaryanizm), tüketicinin bakış açısını ve ahlakını cisimleştirir. Bu kurama göre, gereksinimlerin doyurulması zevk verirken, engellenmesi acı kaynağıdır. Faydacı kuramda zevk ve acı, pasif duyumlar olarak; insan doğası, gereksinimlerin ve arzuların bir derlemesi olarak betimlenir. Sosyalist ideolojide, üreticinin bakış açısı önemli bir perspektiftir. Bu bakış açısının başta gelen temsilcisi Marx’tır. Marx’a göre, üretici faaliyet insan doğasının birincil gerçeğidir. Bize göre üretim, tüketim ve yaşam için bir gereklilik olduğu kadar, onun aracılığıyla yeni gereksinimler yarattığımız ve doğamızı değiştirdiğimiz bir etkinliktir de. Emek etkinliği, temel insan etkinliğidir ve gelişime, öz yaratıma ve kendini gerçekleştirmeye giden birincil yoldur. Bu nedenle biz, üretici etkinliğe ahlaki bir değer yükleriz.

Fakat emeğin tüm biçimleri özgürleştirici olmadığı gibi, insanın kendini gerçekleştirmesinin biricik yeterli yolunun, emek etkinliği (çalışma) olduğu söylenemez. Aksine kapitalist üretimde çalışmanın çoğu biçimi yabancılaştırıcı, kötürümleştirici ve yıkıcıdır. Kendini gerçekleştirmenin diğer biçimi boş zaman etkinlikleridir. İnsanın tam gelişimi ve mutluluğu için, üretici emeğe ek olarak, dar faydacı bir amacı hedeflemeyen sanatsal etkinlikler ile eğlenme, dinlenme ve gevşeme için yapılan etkinlikler de gereklidir. “Aşağı” duyusal hazlar da dâhil olmak üzere tüm zevkler, insan mutluluğunun temel bir öğesidir. Sosyalist ideolojinin ahlaki boyutunda sofuluk ya da püritenliğin yeri yoktur. Marksist felsefi yaklaşımda, insanın gereksinimlerinin, yeteneklerinin, zevklerinin, üretici güçlerinin, kısacası insan doğasının tam gelişimi vizyonu bulunmaktadır. Sosyalizmde tüketim zevklerinin kısıtlanması, gereksinimlerin gelişiminin sınırlanması gibi bir sofuca/püriten çaba olmayacaktır. Kırsal ve zanaatkâr yaşamın görece ilkel ve yalın karakterini sahiplenerek abartan romantik görüşe onay vermeyiz. Bu yaşam biçimlerinde kafa ve kol emeği birlikte kullanılırsa da, emek etkinliği dar bir alanla sınırlanmıştır ve büyük ölçüde bireysel karakterdedir. Bunlarda, topluluğun işbirliğinde ulaşılan en ileri uç, imece şeklinde örgütlenmiş çalışmalardır.

Kapitalist üretim ve modern sanayi, üretici güçlerdeki devasa gelişimi, bireylerin karşılıklı bağımlılığı ve işbirliğini, toplumsal ilişkilerin dünya üzerine evrensel olarak genişlemesini, doğanın güçleri üzerinde egemenlik sağlanmasını ve ürün bolluğunu sağladığından, bireylerin gelişimi ve kendini gerçekleştirmesi bu temel üzerinde mümkün duruma gelmiştir.

Çalışma insanlar için bir gereksinimdir. Bu tezi ampirik çalışmalar desteklemektedir. Çalışma düzenliliği, zaman algısını ve planlamasını, dakikliği, disiplini, özsaygıyı beslemektedir. Üretimin kapitalist koşullarındaysa insanların çoğunluğu tekdüze, sıkıcı, baskıcı ve aptallaştırıcı işlerde çalışmaktadır. Bu koşullardaki iş, insanların kendilerini gerçekleştirmelerine olanak sunmaz. Aksine beden ve zihin sağlığı açısından yıkıcı, yabancılaştırıcıdır. Yabancılaşma, modern çalışma koşullarının ürünüdür. Yabancılaşmanın varlığı, çalışma ve çalışma yoluyla kendini gerçekleştirme gereksinimini ortadan kaldırmaz. Çalışma her şeyden önce bir etkinlik ve aktif olma durumu olarak gereksinimdir. Çalışma süreci, bir zaman algısı ve planının oluşturulmasını getirir. Çalışma bir üretici etkinlik olarak nesnel dünyanın biçimlendirilmesini sağladığından, ihtiyaçlarımızı karşılayan ürünler bu süreçte güçlerimiz kullanılarak yaratıldığından dolayı da bir doyum kaynağı ve gereksinimdir. Çalışma aracılığıyla insanlar, sahip oldukları etkinin ve yararlılığın, kendi yeterliliklerinin farkına varırlar. Bireylerin kendi çalışmalarının gerekli ve yararlı olduğunu hissetmesi, çalışmanın getirdiği en önemli doyumdur. Çalışma olanağından mahrum bırakılan kimselerin, kendilerini yararsız hissettikleri ve amaç duygusundan yoksun olduklarını belirttikleri bilinmektedir. İşsizler, emekliler ve belki de bazı ev kadınları, yararlı bir toplumsal role sahip olmadıklarını duyumsayabilirler. Çalışma, insanları başkalarıyla ilişki içine soktuğu için ve işbirliğine dayanan bir süreç olması açısından da bir gereksinimdir. Çalışma, ortaklaşa yürütülen ve toplumsal bir etkinliktir. Toplumdan yalıtılmışlık, moral bozucu etkiye sahiptir. Örneğin kadınların ev içi, istihdam biçimine bürünmeyen çalışması, onlar için bir kısıtlama, yeteneklerini ve kapasitelerini tam olarak kullanamama durumudur. Bir işi olan kadınlarla karşılaştırıldığında ev kadınlarında depresyon görülme sıklığı daha yüksektir (Sosyalizmde ev içi çalışmanın sıkıntı veren yönlerinin toplumsallaştırılması ve evde geçirilen zamanın daha fazla bir bölümünün, ev yaşamının daha tatmin edici ve değerli yönlerine vakfedilmesi mümkün olacaktır). Ampirik çalışmalar, insanların işsiz bırakıldıklarında, boş zaman etkinliklerini azalttıklarını, organizasyonlara daha az katıldıklarını, kütüphaneden yararlanma ve okumayı azalttıklarını göstermektedir. Yine, eğitim avantajları olmasına rağmen akademisyenlerin düzenli zaman çizelgelerinden bir yıl uzak kaldıklarında bocaladıkları ve kendilerini yitik hissettikleri bilinmektedir.

Çalışmanın gereksinim olması, onun her koşulda cebri bir dayatma olduğu anlamına gelmez. Dünyayı işleyip etkilemekle, karşımıza çıkan engelleri aşar, amaçlarımıza onda ve onun aracılığıyla ulaşırız. Bu süreçte yeteneklerimiz ve güçlerimizin gelişmesi ve özgürlüğümüzün gerçekleşmesi söz konusudur. Çalışmada, gerçekliğe saygı duymayı öğreniriz. Emeğin nesnesinde evrensel yasalar işlerlikte olduğundan, verim alabilmek için bunlar tanınıp bilinmelidir. Bacon’un bir deyişi, bunu anlatır: “Doğaya ancak boyun eğilerek hükmedilebilir.” Sayers’in değindiği, ancak geliştirmediği bu konu önemlidir. O çalışma gereksinimini daha çok psikolojik açıdan değerlendirmektedir. Oysa çalışmanın özgürleştirici olmasında, bu etkinliğin dünyayı ve yasalarını bilmenin, bilgi oluşturmanın temel yolu olması da dikkate alınmalıdır. Tarih boyunca genel ve ortalama bir özgürleşme çizgisi çizildiğinde, bu eğrinin artarak ilerlemesini sağlayanın, emek etkinliği aracılığıyla kazanılan ve yeniden bu etkinliğe adapte edilerek onu geliştiren, bilimsel ve teknik bilgiler olduğu söylenebilir. Bedensel ve zihinsel yetilerimiz evrene bağımlıdır. Onun sahip olduğu güçleri denetim altına almak için, emek etkinliğiyle birlikte düşünsel etkinliğe başvururuz. Karşılaşılan sorunları ve güçlükleri aşmak için gereken çaba, insanı disiplinize eder. Çalışmanın olmadığı bir varoluş, olsa olsa tutkuların oyuncağı bir yaşam ya da “delilik” hali olabilir.

Sosyalizm “çalışma hakkı” ilkesini savunur ve emeğin insani değeri olduğu inancını içerir. Bu ilke ve değer, gerici ideolojilerin sahiplendiği “çalışma ibadettir” veya “alın teri kutsaldır” türü motiflerle ya da bunun, “çalışma ödevdir” şeklindeki daha seküler görünümleriyle karıştırılmamalıdır. Bu düşünce ve değerler, egemen sınıfların veya örneğin zanaatçıların çıkarlarıyla uyumludur ve onların bakış açılarının kapsamındadır. Elbette köleci üretimin olduğu antikitede, Platon ve Aristo’nun düşüncelerinde kendine yer bulan bedensel çalışmayı küçümseme, onu bayağı ve değersiz sayma anlayışının, şaşılacak bir yanı yoktur. Çünkü bu çağda sayıca yeterli olan kölelerin emeğinden yararlanmanın tekniğin düzeyiyle çizilen sınırları vardır. Çalışmaya yönelik ahlaksal vurgular, modern çağda farklı bir nitelik almıştır. Örneğin emeğin saygınlığı yönündeki Protestan fikirler, kapitalizmin gelişiminde çalışma sürecinde gereksinilen tutumların, alışkanlıkların ve disiplinin oluşumunda yardımcıdır.  Protestan çalışma etiği, kapitalist üretimin filizlenişi sırasında, burjuvazinin ve küçük burjuvazinin bakışını ve gereksinimlerini yansıtır. Üstelik bu etik, o zamanın egemen sınıfı olan aristokrasiye karşı yönlendirilmiştir. Yeni oluşan burjuvazi artan bir iktisadi ve siyasi güç kazandıkça, Protestan çalışma etiğinin siyasal göndermeleri değişim geçirmiştir. Artık bu etiğin kapsamında çalışma haklarının yerine, çalışmanın görev olduğunun altı çizilir olmuştur. Protestanlıkta, çalışma tanrının verdiği bir ödev ve insanlık görevi olarak yüceltilir. Protestanlık, boş zamana, özellikle aylaklık ve düşkünlük olarak değerlendirilen tüketim zevklerine ve gereksinimlerin karşılanmasına karşı yasaklayıcıdır. Protestan etikte, çalışma boş zamanın karşısına, üretim tüketimin karşısına, etkinlik aylaklığın karşısına konulur ve bunlardan birincilere değer verilirken, ikinciler hor görülür.

İnsanın yetileri ve gereksinimleri tarihsel-toplumsal ürünlerdir. İnsan doğası tarihsel olarak gelişir ve değişir. Emek etkinliği yoluyla insanlar güçlerini, yeteneklerini geliştirirler ve yeni gereksinimler de yaratırlar. Gerçek ve temel bir ihtiyaç olan çalışma gereksinimi, tarihsel bir ürün, modern sanayinin ürünüdür. Onun modern sanayinin ürünü olması, çalışma gereksiniminin yapay ve sahte olduğu anlamına gelmez. Okul eğitimi ve dinsel inanışlardan daha önemli olarak makineler, işçilerin fabrikada çalışma disiplinini edinmesini sağlamıştır. Çalışmaya ilişkin tutumlar, alışkanlıklar, fikirler ve etik değerler, içinde oluştukları üretim biçiminin ürünü ve yansımasıdır. İşçilerin düzenliliği, titizliği, itidal ve tutumluluğu bir erdem olarak benimsemesi, makinelere karşı kızgınlıklarının yerini yeni çalışma biçimine uygun alışkanlıkların ve tutumların alması, insan doğasının değiştiğini gösterir.

Çalışma insan yaşamında esaslı ve merkezi bir etkinliktir. Çalışma insan doğasının üzerinde geliştiği temeldir. İnsanın kendini gerçekleştirmesi ve özgürleşmesi, her şeyden önce çalışma gereksiniminin karşılanmasıyla sağlanır. İnsanın özgürlüğü ve bireyselliği, sadece ve sadece toplum içinde tarihsel gelişimle ulaşılabilecek özelliklerdir. İnsan doğasını geliştiren merkezi etken, çalışma etkinliğidir. Bu etkinlik yoluyla, yeteneklerimiz ve güçlerimiz yetkinleşir ve gelişir. İnsanın göreli özgürleşmesinin ve bireyselliğini kazanmasının göstergesi, yeni becerilerin ve yetilerin kazanılmasıysa, bunu sağlayan çalışma etkinliğidir.

Çalışma sürecinde bireylerin eylemleri ve düşünceleri, doğanın yasalarının yanı sıra diğer insanlarla ilişkilerin disiplinize edici sınırlamasıyla karşılaşır. Bu durum toplumsal işbirliğini anlatır. Toplumsal işbirliği, bireylerin özerkliği ve özgürlüğünün gelişmesinin koşuldur. İşbölümünün bütün biçimleri, bireyselliğin ve özgürlüğün gelişmesiyle uyumsuz olarak görülemez. Sayers’in bu anlama gelen cümlelerinden yola çıkarak, onun değinmediği, eksik bıraktığı bir konuya biz değinelim: Komünizmde işbölümünün yabancılaştırıcı düzeni, işbölümünün inisiyatifi, denetimi, bilgilenmeyi, aktif kararlar vermeyi engelleyici düzenlenişi ortadan kalkacaktır. Yani bize göre, toplumsal işbirliği içerisinde işlerin paylaşımı var olacak, fakat kafa ve kol emeği arasındaki işbölümü ortadan kalkacaktır. Komünist toplumda işbölümünün aşılması, işlerin kooperatif ve planlı biçimde yürütülmesi süreçlerinde, faaliyetlerin paylaşılmayacağı anlamına gelmez.

İlk tarihsel eylem, çalışma, başka bir deyişle gereksinimlerin üretilmesidir. Çalışma, insanlığın tarihsel gelişme yoluna koyulmasını başlatır. Fakat ilk avcı-toplayıcı insanların sürekli hayatta kalma savaşımı içinde olduklarından, durmaksızın çalıştıkları ve boş zamandan yoksun oldukları biçimindeki yaygın düşünce yanlıştır. Bu dönemde kültürün evrimiyle birlikte kişi başına çalışma miktarı artmış, boş zaman miktarı ise azalmıştır. Tarih boyunca gereksinimler alanı gelişmiştir. Üretici güçler ve gereksinimleri karşılama kapasitemiz tarih boyunca artar. Kapitalist üretim, gereksinimleri ve üretici güçleri eşi görülmemiş bir büyüklüğe ulaştırmıştır. Rousseau’nun tarihsel gelişimin erken aşamasında gereksinimlerin en az düzeyde olduğu durumda, insanın en fazla özgür ve mutlu olduğu yönündeki düşüncesi yanlıştır. Rousseau’ya göre, toplumsal gelişimle gereksinimlerimiz onları doyurma yeteneğimizden daha hızlı artmıştır ve bu durum ıstırap, zayıflık, bağımlılık ve özgürlük yoksunluğunu getirmiştir. Oysa Hegel ve Marx, insan gereksinimlerinin artışını, insan doğasının gelişmesinin temel bir boyutu olarak görür. Bize göre, insanın gereksinimleri ve özgürlüğü tarihsel olarak büyümekte/ilerlemekte, insan doğası gelişmektedir. Sabit bir insan gereksinimleri listesi yoktur. Tarihsel gelişimle böylesi bir listenin ötesine geçişi sağlayan gelişimleri yozlaştırıcı, zararlı ya da sahte olarak görmek yanlıştır. Kapitalist üretimle birlikte sahte gereksinimler de oluşturulmuştur, fakat tarihin bu gelişim düzeyine ulaşması, gereksinimler alanını çeşitlendirmiş ve genişletmiştir. Basit ve ilkel yaşam, özgürlük içermez. Salt bedensel gereksinimlerle ve bunların doyurulmasıyla sınırlanmış bir yaşam, özgür olmamaktır. Belirtmeden geçmeyelim: Bu koşullarda metafizik ideolojilerin yaratımı kaçınılmazdır. İnsanın güçleri ve gereksinimleri, onun gelişim içindeki doğasının iki yanıdır. Gereksinimler, yeteneklerimizi ve güçlerimizi kamçılar; güçlerimiz ve yeteneklerimiz geliştikçe yeni gereksinimler oluşur. Böylelikle, doğamız değişmekte ve gelişmektedir. Gereksinimlerle birlikte etkinliklerimiz geliştikçe, zihinsel ve kültürel gereksinimler ve yetiler belirip, gelişir. Gereksinimlerin kısıtlanması veya sınırlanmış olmasıyla özgürlüğe varılamaz. Özgürlük, gereksinim alanının olabildiğince tam şekilde genişlemesi ve gelişmesini gerektirir. Özgürlük gerekliliğin karşıtı değildir. Doğanın ve insanın kendi doğasının güçleri üzerinde egemenliğinin gelişmesi, insanın özgürleşme yoludur.

Çalışma dışı zaman olan boş zaman, dinlenme ve rahatlama için, çalışmayla doyurulmayan etkinlikleri ve gereksinimleri karşılamak için gerekir. Çalışanların önemli bir oranı, seçme hakkı verildiğinde çalışma saatlerinin azaltılmasını ücretlerinin artırılmasına tercih edeceklerini belirtir. Çalışma dışındaki boş zamanı olumlu/yaratıcı biçimde ve aktif olarak kullanma gereksinimi de modern sanayiyle birlikte görülmeye başlanmıştır. Kamusal boş zaman etkinliklerinin gelişmesi, 18.yy.’da başlamış ve günümüzün devasa ve hala genişleyen endüstri alanlarının (modern boş zaman etkinliklerinin çoğunda insanlar tüketicidir) temeli haline gelinceye kadar kesintisiz olarak sürmüştür. Boş zamanın aktif ve yaratıcı biçimde kullanımı içinde bulunduğumuz çağdaki tarihsel bir gelişmedir. Boş zaman etkinliklerine duyulan gereksinim, çalışma gereksiniminin karşıtı (aylaklık ve tembellik) değil, onun tamamlayıcısıdır.

Boş zaman neden bir gereksinimdir?.. Miktarı konusunda tarihsel, toplumsal ve bireysel çeşitlilik olsa da, uyku ve dinlenme biyolojik, bedensel bir ihtiyaçtır. Modern sanayi toplumlarında insanlar geçmiş toplum biçimlerine göre daha az uyur ve dinlenirler. Fakat bu insanların çalışmanın dışında kalan etkinliklere ve doyumlara da gereksinimleri vardır. Boş zaman etkinliklerinin ayırt edici özelliği çalışma olmaması, gereklilik âleminde yer almaması, iktisadi zorunlulukla değil, başlı başına bir amaç için yapılmasıdır. Bunlar, iktisadi gereklilik alanı dışındadır ve kendilerinden zevk alındığı için yapılırlar. Boş zaman etkinlikleri doğal değildir, tarihsel olarak gelişmiştir.

İlkel toplulukta çalışma, kültür ve yaşam arasında, çalışma ile boş zaman arasında net bir ayrım bulunmaz. İlkel topluluklarda, gereksinimler azdır, yaşam basittir ve çalışma tempo, ritim ve süresiyle meşakkatli değildir. Özerk bir boş zaman olmayıp, el işleri ve sanat etkinlikleri, ayin ve törenler hayatta kalmak için gerekli olan emeğin temel bir parçasını oluşturur. Çalışmadan ayrı bir boş zaman alanının oluşması, gerekli çalışmadan muaf olan sınıf ve grupların ortaya çıkmasıyla başlar. Gerekli emekle, toplumun çalışan kesimi tarihsel olarak belirli bir geçinme düzeyinde yeniden üretilir. Artı-emekle, bu düzeyi aşan üretim anlaşılır ve bu ayrıcalıklı sınıfın toplumsal temelidir. Artı-emek, aynı zamanda üzerinde boş zaman etkinliklerinin geliştiği temeldir de.

Kapitalist üretim, artı-emeğin genişletilmesi yönünde insafsızca donanımlıdır. Son 150 yılda üretimdeki devasa artış, gereksinimleri artırmış, genel olarak ve geçmişe oranla yaşam standartlarını yükseltmiş, çalışma saatlerinin kısaltılmasını olanaklı kılmıştır. Boş zaman etkinliklerinin ortaya çıkışı bununla ilişkilidir. Boş zaman etkinliklerini yapmak için ortaya çıkan gereksinim, modern kapitalist üretimin ürünüdür. Kapitalist üretimin gelişmesiyle birlikte, her ne kadar yozlaştırıcı etkileri olsa da TV, gazeteler, popüler edebiyat ve müzik kitlelerin ufkunu genişletmiş, kültür ve sanat etkinlikleri, spor aktiviteleri yaygınlaşmış, eğlence, tatil ve seyahat olanakları artmıştır. Sanayileşmenin erken aşamalarında burjuvazi ve dini kurumlar, çalışanların zevklerine, dinlence etkinliklerine, tatillere, içki içmeye ve tüketime dönük püriten bir tutum almışlarsa da, sonradan kitleleri tüketime, zevkleri ve eğlenceleri genişletmeye teşvik eder duruma gelinmiştir. Kapitalist üretim, boş zamanın bir özgürlük âlemine dönüştürülmesi için çalışma zamanını azaltma olanağını yaratmış, ayrıca boş zaman gereksinimlerini ve yeteneklerini oluşturmuştur.

Boş zamanın ancak çalışmanın tamamlayıcısı olarak değer taşıdığı, çalışmadan kopuk bir etkinlik alanı yapıldığında değerini yitirdiği giderek daha fazla hissedilmektedir. İdeal yaşam, boş zamandan oluşmaz, çünkü örneğin işsizlik ideal yaşam biçimi değildir. Okuma, bahçe işleri, örgü örme, TV izleme, birlikte eğlenme, sanat ve spor etkinliklerine katılma gibi boş zaman etkinlikleri, tek başlarına yaşamı dolduran, yaşamın merkezi etkinlikleri olamazlar. Bunlar çalışmayla karşılaştırıldıklarında bir değere sahiptir. Sosyalizmde topluma yararlı ve gerçeklikte bir şeyleri başaran çalışmanın yanı sıra insanlar, çalışma saatlerinin düşürülmesi ve olanakların bolca sunulması sayesinde boş zaman etkinlikleriyle de kendilerini gerçekleştirebileceklerdir. Sayers belirtmiyor ama yazmadan geçmeyelim; sosyalist toplumda çalışma ve boş zaman etkinlikleri mekân ve zaman olarak iç içe geçmiş, fakat düzenlilik içerisinde yerine getirilecektir (örneğin çalışmaya öğle ara verildiğinde, takım halinde spor yapmak, sosyal etkinliklerde bulunmak gibi).

Sanat, müzik, spor ve diğer yaratıcı etkinlikler gibi felsefe de, salt bireysel bir hobi, sadece hoşça zaman geçirme aracı olarak değil de, aynı zamanda toplumsal bir gereksinimi karşıladığında, işte o zaman en eksiksiz biçimde gerçekleştirilmiş olur. Bunlar salt boş zaman etkinliği olabileceği gibi, başkalarının gereksinimlerini de doyuran üretici etkinlikler olabilmektedir.

Kapitalist üretimin gelişmesinin insani etkisi çelişkilidir. Kapitalist üretimin gelişimi yarattığı tüm sefalete ve alçaltmaya karşın, çalışan insanları kamusal alana ve siyaset alanına sokmuştur. Çalışanların ufukları, bilinçleri, etkinlik alanları, toplumsal ilişkileri, iletişimleri genişlemiştir. Becerisizleştirme ve alçaltmaya koşut olarak yeni beceriler kazandırma ve yükseltme de görülmüştür. Çalışan insanlar arasında eğitim-öğretim düzeyi göreli olarak yükselmiştir. Kapitalizmin gelişmesi, tarihsel bir ilerlemedir. İnsanlığın maddi esenliği ve mutluluğu ile özgürlüğü sağlanamamışsa da, bunun için gereken potansiyel oluşmuş durumdadır. Kapitalist üretimin gelişimi sosyalizmin kuruluşu açısından gereklidir. Onun insanların üretici yeteneklerini, etkinliklerini ve ilişkilerini geliştirmesinin, yarattığı sefalete rağmen anlamlı ve değerli bir yanı vardır. Tarihin ilerlemesinde gözlenen çelişki, bizi ilerlemenin yadsınmasına götürmemelidir. Bu ilerleme insanların yıkımı, yabancılaşması ve sömürüsü pahasına gerçekleşmektedir. Gelişim tarihsel ilerlemenin bu çelişik yolu içerisinde ve onun aracılığıyla sağlanır. Sınıfsız toplumun önkoşulu olan maddi üretimin teknik imkânları, çalışanların özgürleşmesini sağlayacak olanaklar, kapitalist üretimle birlikte oluşmuştur. Bu olmasaydı, sömürü ilişkilerini yerle bir etmek için politik mücadeleye koyulmak, donkişotça bir çaba olurdu.

Modern sanayinin üretici potansiyeli, dolayısıyla insanın özgürleşmesi için taşıdığı potansiyel muazzamdır. Akılcı biçimde örgütlenmiş komünist toplumda, bu potansiyel gerçekleşecektir. Kapitalist üretimin tarihsel çerçevesi içinde gelişen üretim araçları ve emek-güçleri, etkin biçimde kullanılamaz. Bu sistem, kendisinin yaratmış olduğu çalışma ve boş zaman gereksinimlerini, insanların kendilerini gerçekleştirmelerine yarayacak biçimde karşılayamaz.  Sosyalizm, kapitalist üretim sisteminin insanları mahkûm ettiği aşırı çalışma ve işsizliğin yok edilişini içerir. Kapitalist sistemin üretici güçleri kısıtlamasından, çalışmanın yabancılaşmadan özgürleştirilmesi, sosyalizmde gerçekleşir. Toplumsal emeğin komünist örgütlenmesi, büyük ölçekli kapitalist üretimin, üretici güçleri getirdiği gelişim düzeyinin üzerinde yükselecektir. Bugünden çalışma, yaşamsal bir istek ve gereksinim durumuna gelmiştir. Komünizmde boş zaman gereksinimiyle birlikte yaşamdaki başlıca ihtiyaç olacaktır. Bu gereksinimlerin doyurularak insanların kendilerini gerçekleştirmelerinin sağlanması, yani özgürlük için, toplumsal-iktisadi ilişkilerin dönüştürülmesi, çalışmanın ve yaşamın örgütlenme biçiminin değiştirilmesi gerekmektedir.

II. Değerler ve İlerleme

Hegel’in gerçek olanı akılcı olarak tanımlaması, düşüncesinin akılcı çekirdeğinin temel öğesidir. Gerçek olan biçimleri bakımından düzenli ve davranışı bakımından yasalara sahiptir. Ona göre akıl ya da İdea gerçeklikte bulunan aktif bir ilkedir, dünyanın ruhudur. Bu aslında gerçeklik, bilimsel açıdan kavranabilirdir anlamına gelir. Fakat Hegel’in idealist sistemi, düşüncelerinin gizemci kabuğunu oluşturur. Ona göre dünya tanrının yaratısı, dünya tarihiyse mutlak tinin kendini gerçekleştirmesidir. Tarih ve politika incelemesi, tanrının doğrulanması biçimini, teodise (tanrıbilim) biçimini almalıdır. Örneğin devleti, içsel yapısı gereği akılcı ve özgürlüğün gerçekleşmesi olarak düşünür. Hegel’in tutuculuğunun temeli, gelişmiş oldukları biçimiyle devleti ve toplumu akılcı ve gerçek saymasıdır.

Hegel’e göre gerçeklik ile varoluş özdeş değildir. Var olan fakat gerçekliği olmayan şeyler vardır. Var olan bir şey ancak varoluşu özüyle uyum içinde olduğunda, varoluşu kavranışına, işlevine ya da fikrine denk düştüğünde gerçektir. Gerçek olan akılcıdır, fakat var olan her şey akılcı olmayıp, bu yüzden gerçek değildir. Ona göre doğruluk, önermelerin ya da fikirlerin kendi nesnelerine denk düştükleri zaman sahip oldukları bir niteliktir. Daha derin bir anlamı olan hakikatse, bir nesnenin, kavranışı, kavramı ya da fikriyle denk düşmesidir. Örneğin Hegel hakiki bir durum, hakiki bir sanat yapıtı dendiğinde bu anlam kullanılır der. Nesneler olmaları gerektiği gibiyseler, gerçeklikleri ile kavramları arasında denklik varsa, hakikidirler. Hakiki olmayan şey, kötü olmakla neredeyse aynıdır.

Hegel’e göre sonlu olan her şey tam olarak akılcı ve gerçek olamaz. Sonlu şeyler çelişkiler taşır ve değişikliğe uğramaya mahkûmdurlar. Aklın gerçekleşmesi sonlu şeylerde kısmidir ve bunlar akıldışı bir yan taşırlar. Akıl bir içeriğe sahipse, bu tarihsel olarak değişen ve gelişen bir içeriktir.

Bilimsel inceleme, var olandaki düzenliliği ve işleyişi soyutlayarak kavramaktır. Fakat başka bir tavırsa şudur: Dünyayı olması gerektiği varsayılan idealin ya da kavramın ışığı altında yargılayıp eleştirmek. Örneğin toplumsal düzen, ideal olan bir tasarıma göre yargılanır ve eksikleri bulunur. Reel sosyalizm deneyimlerinin “sahiden” sosyalist olmadıkları iddia edildiğinde, bu sistemlerde “hakiki” işçi devletleri kurulmadığı belirtildiğinde, takınılan tavır da budur. Denir ki, bunlar sosyalizm idealini ya da anlayışını cisimleştiremediler; bunlar olmaları gerektiği gibi olmadılar. Oysa toplumları ideal standartlara göre eleştirmek ya da mahkûm etmek, bilimsel bir yaklaşım değildir. Bilimsel yaklaşımda gerçek dünyayı fiilen gelişmiş olduğu biçimiyle anlamaya ve açıklamaya çalışmak gerekir. Aksi halde sosyalizm, “tasarıda kalan bir düşünce okulu” olurdu. Reel sosyalizmi eleştirmek için, onun tarihini yakından incelemek gereklidir. Türkiye solunda yapılmayan da işte budur.

Materyalizmde de gerçeklikle aklın birliği fikri benimsenir. Biz fikirleri, nesnel toplumsal ilişkilerin öznel yönü olarak görürüz. Fikirlerle, ahlaki yargılarla toplumsal gerçekliği eleştirmek yerine, toplumsal gerçekliği inceleyip değerleri, fikirleri ve yargıları bu temel üzerinde açıklarız. Bu tarihsel materyalist yaklaşımdır. Burada Sayers’in değinmediği bir konu var ki o da şudur: Pozitivist doğruluk kriterinde, bilimsel düşüncelerin oluşum süreci üzerinde durulmadan, sadece oluşmuş/verili fikirlerin, hipotezlerin gerçekliğe uygunluğu tartılır. Gerçekliğe var olan ve sınanmış paradigmaların çerçevesi içinde kalan hipotezlerle yaklaşılır, fakat bu hipotezlerin oluşturulması için deney ve gözlem adı verilen faaliyetler gereklidir. Gerçekliğe salt ampirik bir biçimde yaklaşılması mümkün değilse de, kimi zamanlar ampirik incelemelerden elde edilen bulgular, eski paradigmatik çerçeve içerisinde açıklanamaz. Bu durumlarda, ampirik verilerin soyutlanarak yeni teorilerin oluşturulması gözlenir. Kısacası pozitivizmin bilimsellik, bilimde yöntem konularına yaklaşımı tek yanlı ve idealistçedir.

Akıl toplumsal bir ürünse, onu yansıtıyorsa, aklın eleştirel gücü nereden gelmektedir?.. Bize göre tüm fikirler toplumsal ve tarihsel ürünlerdir. Eleştirel fikirler de buna dâhildir. Tüm fikirler bu anlamda ideolojiktir. Eleştiriyi, karşıtlığı ve yadsımayı düşünen özneler, bunları dünyaya dışarıdan getirmezler. Toplumsal dünya olumsuz, eleştirel ve çelişik güçleri kendi içerisinde zaten barındırır. Eleştiri salt fikirler biçiminde oluşmaz, fiili olarak da vardır. Bu var olan fiili “eleştirel” yönler, akılla kavranır ve düşüncede yansıtılır. Kısacası, aklın gerçeklikle ilişkisinde ikici (düalist) olunmamalıdır.

Toplumsal olguların ve tarihsel süreçlerin incelenmesinde, ahlaksal değerlerle gerçekliği yargılamadan önce onda zaten işlerlikte olan eleştirel ve ilerletici eğilimleri ve güçleri saptamak, bunları analiz etmek gerekir. Bu Hegel’in ve Marx’ın bilimsel düşünüş tavrıdır. Bize göre, ütopik doktrinler ve ahlakçı eleştiriler, gerçeklikteki ilerletici eğilimlerin yeterli kavrayışı olmaksızın, var olan süreçlerin olumsuz yönlerinin reddedilmesinin dile getirilişi olarak görülebilir. Tarihsel gelişimdeki “mantık” somut durumlarda kavrandıktan sonra, bu eleştirilerde hala diretilmesine onay verilemez.

Marksizm yalnızca bir toplumsal kuram değildir; aynı zamanda ve esas olarak bir sosyalizm biçimidir. Bir siyasal bakış olarak sosyalizm, pratik ve ahlaksal yükümlülükler taşır. Bu iki yön bağımsız ve alakasız öğeler olmayıp, yekpare bir bütünün eşit derecede temel kısımları olarak, tek bir bakış açısının içinde kapsanır. Marksizm’in toplumsal kuramı, onun ahlaki ve siyasal değerlerine dayanak oluşturan temeli sağlar.

Adalet ve hak kavramları, mutlak, evrensel ve tarih-dışı geçerliliğe sahip standartlar oluşturmaz. Tüm toplumsal sistemleri değerlendirmede kullanılacak evrensel ve mutlak değerler, standartlar aramak boşunadır. Bunlar ideolojik kavramlar olarak toplumsal ve tarihsel gelişim içerisinde açıklanır. Fakat bu kavramlar, ahlaki değerler, onları üreten koşullara tamamen içsel değildirler. Katıksız biçimde göreceli olmayan bu kavram ve değerler, içinde oluştukları koşulların eleştirisinde kullanılabilirdir. Örneğin kapitalizmde egemen olan adalet ve hak standartları, bu sisteme içsel olmayıp, kapitalizmden doğup gelişecek sosyalizmin bakış açısıyla anlamlandırılıp, kapitalist sistemin eleştirisinde ve değerlendirilmesinde kullanılabilirdir. Kapitalist sistemle çelişen ve onu devirecek olan güçler şimdiden oluştuğundan, mevcut koşulların eleştirisini yapacak bir görüş de belirir. Kapitalizm ile sosyalizm arasında metafizik bir duvar yoktur. Marx’ın kapitalist üretim biçimini ahlaksal açıdan mahkûm etmesi, edebi ve süslü sözler olarak görülemez. Marx’ın kapitalizmi ahlaki açıdan da eleştirdiği doğrudur, fakat kendisinin bilimsel analiz yanı sıra ahlaki bir değerlendirme yapmadığı yanılsamasına sahip olduğu söylenemez.

Marksistler ahlaki fikirleri tümüyle dışlamazlar, daha çok onların toplumsal önemlerini analiz eder ve anlamaya çalışırlar. Farklı ahlaki bakışlar, belirli tarihsel koşulların ürünleri ve yansımaları olarak, belirli sınıflara üye olan insanların gereksinimlerini, arzularını, çıkarlarını ve özlemlerini ifade ederler. Ahlak bir ideoloji biçimidir, fakat bu onun salt bir yanılsama olduğu anlamına gelmez. Marksizm’in tarihe bakışında ahlaksal bir yan yoktur. Fakat ahlaka yönelik tarihsel bir bakışı Marksizm içerir. Ahlakın toplumsal ve tarihsel bir olgu olduğunu kavradığından, evrensel ahlaksal ilkelere ve değerlere başvurmaz.

Toplumsal düzenlerde sadece onu destekleyen, ayakta tutan güçler yoktur, ona karşı çıkan ve onu reddeden güçler ve eğilimler de bulunur. İşte bu nedenle eleştirel ve olumsuz fikirler gelişebilir, değerlerin tutucu ve devrimci güçler tarafından farklı anlamlandırılışı ve kullanımı söz konusudur. İlerici politik mücadelede fikirlerin temellendirilmesi için, aşkın ve mutlak ahlaki değerler aranmamalıdır.

Liberal düşüncede toplumda birçok farklı ve çatışan ya da uyuşan görüşün varlığı bir denge için gerekli görülebilmektedir. Bütün fikirlere eşit derecede geçerlilik ve birbirinin alternatifi olma işlevi atfedilir. Oysa bu görececi bakış, ancak toplumdaki çatışan güçlerin gelişiminin bir sonuca ulaşmaması durumunda haklı olabilirdi. Toplumun mutlak kararlı bir yapısı yoktur, dinamizm taşır. Çatışmalar ve çelişik güçlerin etkileri, tarihsel gelişimin temelinde yer alır.

Marksist yaklaşımda tarihte gelişme ve ilerleme saptanır. Gelişimde gözlenen tarihsel aşamalar, önceki aşamanın temeli üzerinde daha yüksek ve gelişmiş bir biçim olarak yerini alır. Yerini aldığı koşullara göre ileri bir gelişme oluşturan tarihsel dönemlerin içerisinde bu sefer yeni koşullar giderek şekillendiğinden, var olan koşullar ilerici olmaktan çıkarak, gelişim için ayak bağı haline gelirler.

Marx’ın kapitalizmi incelerken onu yargılama biçimi, mutlak ve evrensel ilkelere yaslanmaz. Tarihsel ve göreceli bir açıklama sunan Marx, kapitalizmi feodal topluma oranla ileri bir üretim sistemi olarak görür. Kapitalizmin gelişimi yıkıcı ve çelişik sonuçlara yol açıcı olsa da, üretici güçlerin gelişimi nedeniyle burada ilerleme vardır. Kırsal yaşamın dar ufkunun yıkılması, toprağa ve efendiye olan bağımlılıktan kurtulma, kentlerde ve fabrikalarda toplanarak gücünün farkına varma ve siyasal mücadelelere koyulma, kapitalist üretimin gelişiminin ilerici sonuçlarıdır. Kapitalist üretim kendinin devrilmesinin maddi koşullarını ve bunu gerçekleştirecek özneleri yaratır.

Marksizm’in sosyalizm fikri, kapitalist toplumun ve dünyanın açıklamasından doğar. Gelecekteki toplumun nasıl olması gerektiği konusunda kendisine temel aldığı apriori evrensel ilkeleri yoktur. Sosyalizmi şimdiki kapitalist toplumda çatışan güçlerin ve eğilimlerin sonucu olarak kavrar ve sosyalist toplumun neye benzeyeceğini, yani karakterini buradan yola çıkarak öngörür. Marx, geleceğin toplumunun karakteristikleri konusunda detaylı öngörülerden kaçınmıştır. Paris Komünü deneyiminden sonra yazdığı Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde bu konu üzerinde durmuş ve anlayışının bu programınkinden farklı olarak salt ahlaki ideallerden oluşmadığını belirtmiştir. Marx komünizmi tarihsel gelişim içerisinde ve günümüzün toplumundan çıkılarak oluşan/oluşturulan bir toplum biçiminde kavrar. Ahlaki değerlendirmelerle ve ideallerle bir ütopya oluşturmaz; tarihsel yaklaşımla sosyalizmi, kapitalist toplumun içinde işlerlikte bulunan güçlerin sonucu olarak öngörür. Fakat tarihsel bakışın dayanak olduğu bir siyasal ve ahlaki perspektife sahiptir. Sosyalistlerin keyfi ahlaki değerleri yoktur; ahlakı toplumsal ve tarihsel bir ürün olarak kavrayan Marksistlerin, siyasal ve ahlaki perspektifleri teorik analizlerini temel alır. Bize göre olgular ile değerler arasında bir ikilem yoktur. Sosyalizm öznel bir tercih değil, tarihsel sürecin nesnel bir eğilimidir. Bu nesnel süreç sosyalist hareketin oluşmasını da kapsar. Marksizm bir sosyalizm biçimi olarak, tıpta olduğu gibi uygulamalı amaçlara sahiptir. Sağlığın gelişmesi için anatomi ve fizyoloji gibi bilim dallarının bilgileri yanı sıra uygulamalara gereksinim vardır; kapitalist toplumun yerini sosyalizme bırakması gerekliliği, yapılan teorik incelemelerde görülür, fakat bunun gelişebilmesi için siyasal mücadele zorunludur.

Marx’ın kapitalizm eleştirisi ya da özel mülkiyeti eleştirmesi mutlak ahlaksal standartlara başvurmaz. Feodalizme göre kapitalist toplum, adalet ve hak ölçülerinde ilerleme oluşturur (hatta bu kavramların ve değerlerin oluşumu, yakın çağın ürünüdür). Fakat sosyalizmin koşulları oluştuğundan ve bu ileri toplum biçiminin bakış açısından yaklaşıldığında, kapitalist toplum ahlak-dışı, adaletsiz olarak değerlendirilir. Bu yaklaşımı bir örnekle soyutlayalım: “Toplumun daha yüksek bir iktisadi biçimi açısından bakılınca, yerkürenin tek tek bireylerin özel mülkiyetinde olması neredeyse bir insanın başka bir insanın özel mülkiyetinde olması kadar saçma görünecektir.” (Marx, Kapital, 3. Cilt) Bu bakış açısından, kapitalist toplumsal ilişkiler insanın gelişimi önünde engeldir. Bu açıdan ve bu nedenle adaletsizdir, insanlık-dışıdır. Şu ahlakçı bakış Marksizm’e yabancıdır: “Emek verenler emeklerinin ürünü üzerinde hak sahibidir. Bu evrensel eşitlik ilkesi çiğnenmemeli, insanların çabası ödüllendirilmelidir.” Oysa eskiçağ ve ortaçağda egemen ahlaki bakış ağırlıklı olarak çalışanların emeklerinin ürünlerini takdir etmeye uygun olmadığı yönündedir. Bu ahlaki tutum günümüzde adaletsiz görünür. Çünkü adalet ve hak ilkeleri toplumsal ve tarihsel fenomenlerdir. Örneğin günümüz koşullarıyla ve bu koşulların belirlediği duygularımızla uyumsuz olan köleliği ahlak-dışı olarak suçlamak çok kolaydır. Fakat bu ahlakçı yargılamayla, antik dünyanın gelişiminde köleliğin önemi, toplum için olduğu kadar kölelerin kendileri için bile köleci ilişkilerin gelişmesinin ileriye doğru atılmış bir adım olduğu görülmez. Mutlak bir hak ve adalet standardı yoktur; çeşitli adalet ve hak anlayışlarına sahip ya da bunlarda ifadesini bulan özlemlere sahip toplumsal güçler vardır. Fakat bu katıksız bir görececilik değildir. Ahlaki yaklaşımlar, toplumlarda onları oluşturan ilerici güçlerin ve eğilimlerin ürünü olarak ilerici olabilmektedir. Örneğin adalete ilişkin liberal anlayış, köleliği ve serfliği haklı çıkarmaya hizmet eden anlayışlara kıyasla ilerici olmuştur. Yoksa evrensel bir adalet ve hak standardına daha fazla yaklaştıkları için ilerici değildirler (bu Hegelci teleolojik yaklaşım, Marksizm’e yabancıdır).

İnsan doğası, mutlak ve tarih-ötesi ahlaksal kıstaslar sağlamaz. Mevcut koşullar insanlık-dışı, ahlak-dışı, alçaltıcı olmakla eleştirildiğinde, bu yargıların tarihsel ve göreceli olduğu unutulmamalıdır. Kapitalizmin gelişimiyle insani olan, insanlık-dışı ve alçaltıcı olan nedir, bu değerler biçimlenmiştir. Bunlar kapitalizmin yaratmış olduğu gereksinimleri, arzuları, özlemleri karşılayamadığını gösterir. Neyin insani olduğu ve olmadığı, mutlak ve ideal bir anlayışa göre yapılmaz. Özgürlük, refah, eşitlik gibi değer ve ilkeler için de yazılanlar geçerlidir. Kapitalizm bu değerlerin belirmesini ve insanın kurtuluşunun koşullarını yaratmıştır.

Kapitalizm insanın güçlerinin ve gereksinimlerinin genişlemesine yol açmıştır. Başka bir deyişle insan doğasını değiştirmiş ve geliştirmiştir. Özgürlük ve kendini gerçekleştirme gereksiniminin ortaya çıkışı, bunların karşılanacağı bir toplumun eşiğinde olunduğunu anlatır. Bunlar asgari hayatta kalma gereksinimlerinin ötesinde olduklarından sahte sayılamazlar. Kapitalizmle birlikte oluşan olanakları gelişme olarak görmemek, geçmişin daha ilkel yaşam biçimlerine özlem duymak romantizmdir ve sosyalist bakışla uyuşmaz. İnsan gereksinimleri ve insan doğası da tarihsel ve göreceli biçimde dikkate alınmalıdır. Bunlar da adalet, hak ilkeleri gibi tarih-ötesi ve mutlak kavramlar değildir. Fakat böyle olmaları onların reddedilmesi gerektiği anlamına gelmez.

Marksistler değerlerini, ütopik ve ahlakçı bir kökene bağlamaz, aksine tarihsel bakış ve toplumsal incelemeleri üzerinde kurarlar. Marksizm aşkın değerleri temel alan bir etik sosyalizm biçimi değildir. Fakat Marksizm nötr ya da değer içermeyen bir yaklaşım da değildir. Eleştirel perspektifinin kökeninin toplumsal koşullarda bulunduğunu bildirir. Marksizm, gerçekler ile değerler arasında varsayılan metafizik uçurumu reddeder. Marksizm’in tarihsel yaklaşımının ve ilerleme kavramının hem olgusal hem de değerlendirici boyutu vardır. İlerlemeden söz edilirken, daha gelişmiş ve daha tam olarak evrimleşmiş olmadan bahsederiz. Burada değerlendirici bir boyut da bulunmaktadır. Tarihsel gelişimde ilerlemenin olduğunu benimsemekle teleolojik bir yaklaşım kabul edilmiş olmaz. Marksizm teleolojik yaklaşımı reddeder ve tarihsel gelişime dair nedensel bir açıklama getirir.

Sosyalizm tasavvurumuz ilkel bir duruma işaret etmez. Kapitalizmin getirmiş olduğu üretim genişlemesinin üzerinde yükselir. Burjuva biçiminden soyutlandığında bu üretimle oluşturulan zenginlik, insanın kendi doğası üzerinde ve dış doğa üzerindeki egemenliğinin geliştiğini gösterir. Marksistler ekonomiyi, toplumsal yaşamın diğer boyutlarından soyutlanmış olarak incelemez. İnsan gereksinimlerinin doyurulmasını ve geliştirilmesini sağladığından iktisadi gelişme değerlidir, fakat onu insana dışsal bir araç olarak görmelidir. Bize göre insan homo economicus değildir; insanın sınırsız gereksinimlere ve arzulara sahip yaratıklar olarak görülmesi, aslında kapitalist toplumun bir ürünüdür. Marx, iktisadi gelişmeyi faydacı açıdan değerli bulmaz; çünkü avcı-toplayıcı insanlar ile uygar insanların zevklerini ve mutluluklarını karşılaştırmanın bir yolu yoktur. Fakat iktisadi gelişim, insanların sahip oldukları güçleri ve yetenekleri geliştirdiğinden dolayı değerli görülmelidir. Bize göre insanların gereksinimleri ve arzuları, dolayısıyla insan doğasının bu yönü tarihseldir ve değişir. Bir kuşak için lüks olan şeyler bir sonraki kuşak için gereklilik haline gelir. İnsan gereksinimleri, tarihsel gelişimi değerlendirmek için tarih-dışı bir ölçüt oluşturmaz. İnsanların katıksız biyolojik gereksinimlerinin kapitalist dünyada, ileri kapitalist ülkelerde bile karşılanamadığı açıktır. Fakat kapitalizmi sadece bu yüzden değil, aynı zamanda kendisinin oluşturduğu gereksinimleri karşılayamadığı için de eleştiririz.

“Günümüzde her şey kendi zıddına gebe gibi görünüyor. İnsan emeğinin süresini kısaltan ve verimini artıran harika bir güçle donatılmış olan makineleri aç aç seyrediyoruz ve aşırı çalıştırıyoruz. Yeni yaratılan zenginlik kaynakları, tuhaf bir büyüyle, yoksunluk kaynaklarına dönüştürülüyor. … İnsan, insanlığın doğaya egemen olmasıyla aynı tempoda, başka insanların ve kendi alçaklığının kölesi haline geliyor gibi görünüyor.” (Marx)

Kapitalizm insanların güçlerini ve yeteneklerini tümüyle geliştirebildikleri, insan gelişimini her yönden destekleyen yabancılaşmamış bir toplum değildir. Fakat kapitalizm koşullarında üretimin devasa büyümesi yeni gereksinimleri ve yetenekleri geliştirip, onların karşılanması ve gerçekleşmesini mümkün kılmıştır. Marx’ın sosyalizm vizyonu, kapitalizm koşullarında gelişmiş sanayinin muazzam üretici kaynaklarının, gereksinimlerin doyurulması ve insan doğasının her yönden geliştirilmesi için kullanıldığı, yabancılaşmanın olmadığı bir toplum tasavvurudur.

Tarihsel gelişimin ölçütü kendini geliştirme (yeteneklerin ve güçlerin gelişip çoğalması) ve gerçekleştirmedir (insani potansiyellerin hayata geçmesi). Marksizm’in bu yaklaşımı hedonist değil, eudaemonisttir (tümel insan esenliğini savunan). Hedonist görüşe göre, gereksinimler insan yaşamının olumsuz bir özelliği sayılır. Gereksinim duymak, bir şeyin eksikliğini çekmek, bir gerginlik ya da acı durumunda olmaktır. Gereksinimin doyurulmasından mutluluk doğar. Oysa Marx’ın insanın kendini gerçekleştirme anlayışı, yeni gereksinimlerin gelişimini de kapsar. Gereksinimler kadar insanların güçleri ve potansiyelleri de tarihsel olarak gelişir. Bunlar mutlak ve tarih-dışı değil, görecelidir. Kapitalizm insanın sahip olduğu güçleri ve potansiyelleri önlemekle eleştirildiğinde, bunların kapitalizm içerisinde geliştiği unutulmamalıdır. İnsanların gereksinimleri ve güçleri onları oluşturan ve değişime uğratan belli toplumsal ve tarihsel süreçlerde doyurulur.

Tarihte bireyselleşme süreci toplumsal ilişkilerdeki değişikliklerle aşamalı olarak meydana gelir. Kapitalizm öncesi toplumlarda bireyin topluluktaki yeri, etkinliği ve rolü, güçleri ve yetenekleri, kendisi ve başkaları tarafından onun kimliğinden ayrılamaz, sabit ve doğumla belirlenmiş özellikleri olarak kabul edilir. Kapitalizmle ve ticari piyasa ilişkileriyle birlikte yeni bir bireysellik biçimi oluşur. Modern birey belirir. Eski toplumsal hiyerarşi ve kimlik biçimleri zayıflar ve yıkılır. Bu nedenle aydınlanma dönemi düşüncesinde özerk bireysel özne önemli bir yer tutar. Toplumu atomik bireylerin toplamı olarak görme, aydınlanma düşünürlerinde yaygındır. Kapitalizmin gelişimindeki bu yıkıcı yönün yanı sıra yapıcı ve olumlu bir yan da vardır. Tarımsal ailevi birimin dünyayla çok sınırlı olan ilişkileri, dar ufukları ticari ilişkilere katıldıklarında değişir ve genişler. Ticari ilişkiler içerisinde bu insanlar aslında toplumsal ilişkiler kurarlar, fakat bu ilişkiler, yabancılaşmış biçimde salt iktisadi ilişkilermiş gibi görünür. Oysa birçok insanın çalışması ve gereksinimleri piyasa aracılığıyla ilişkilenir ve birbirlerine bağımlı kılınır. Kırsal yalıtılmış yaşamdan ve onun kalıpları ile ritminden çıkılarak, modern sanayinin koordineli işlerine ve ritmine dâhil olunur. Kapitalizmle birlikte çalışanlar kamusal yaşama ve siyasal alana girerler.  Kısacası kapitalizm yabancılaşmış biçimler altında dünya çapında yaygın ve gelişkin ilişkiler oluşturmuştur. Bu arada, yeni ve daha ileri bir toplumun güçleri eskisinin içinde şekillenmektedir.

Ütopik sosyalistler kapitalizmi, onun yıkıcı etkilerini reddederek eleştiriyorlardı. Günümüzde kapitalizmi bireyi baskılayan ve ezen bir sistem olarak eleştirenlerin durumu da bunlara benzer. Bunlar ahlakçı görüşlerdir ve tarihsel gelişimi dikkate almazlar. Oysa üretici güçlerin kapitalist toplumdaki gelişiminin yarattığı kendini gerçekleştirme potansiyelleri düşünülmeli, bu potansiyellerin gerçekleşeceği toplum için bu gelişimin değerli bir yanı olduğu bilinmelidir. Bireylerin toplumsal ilişkilerinin ve toplumsal ürünlerinin karşılarına yabancı güçler olarak çıkmayacağı bir toplum biçimi, kapitalizmin gelişimiyle mümkün hale gelmiştir. Burada şu husus görülmelidir: Yabancılaşmayı kavramış olduğumuzdan, geleceğe ilişkin projeksiyonlar yapabilmekteyiz. Yoksa teleolojik yaklaşımla yabancılaşmanın olmadığı ideal bir toplum düşü kurmuyoruz. Komünizmi tarihsel gerçekliğin hareketinin ürünü olarak kavrıyoruz.

Tarihsel gelişimde ilerleme olduğu fikri, üretici güçlerin gelişmesine dayanır. Üretici güçlerin gelişmesi, insan yeteneklerinin ve güçlerinin çoğalmasını içerir. İnsanlar hep birlikte yaşamlarının koşulları üstünde bir dereceye kadar bilinçli ve akılcı denetim uygulamanın araçlarını geliştirirler. Üretim güçlerine egemen olacağımız ve onları ortak denetim altına alacağımız koşullar artık olgunlaşmıştır.

Marx’ın kapitalizmi eleştirisinde ve sosyalizmi tasavvurunda dayandığı temel, insan gereksinimleri, arzuları, güçleri ve yetenekleri, özgürlüğü ve aklının, yani insan doğasının bütün yönlerinin gelişmesini içeren ilerlemeci tarih anlayışıdır. Ahlak ve adaletle ilgili tarih-dışı ve evrensel değerlere başvurmadığı gibi, tarihin doğrultusunun nihai bir amacı olmadığını benimsediğinden teleolojik bir yaklaşıma da sahip değildir. Şimdinin içindeki aktif ve içkin olan tarihsel ve göreceli güçlere ve eğilimlere bakarak şimdiyi değerlendirir ve geleceğe değer verir. Tarihte insanın doğası gelişir ve bu ilerlemedir. İnsanların arzuları ve değerleri toplumsal ve tarihsel gelişime tabidir. Örneğin Platon ve Aristoteles’in arzuların geleneksel ve yerleşik sınırların ötesinde artmasını bireysel mutlulukla uyumsuz saymalarında şaşılacak bir yan yoktur. Bu filozofların iktisadi gelişime dönük tutucu yaklaşımlarının temelinde, ticari genişlemenin serbest bıraktığı güçlerin antik toplumsal yapıyı tehdit etmesi bulunmaktadır. Oysa kapitalist üretim için zenginliğin sürekli artışı ve iktisadi genişleme gereksinilir. Bu, modern toplumsal düşünceye egemen olan değerlerde yansımasını bulur. İnsanın tüm yönleriyle/evrensel gelişimi arzusu, kapitalist toplumla birlikte doğup, gelişmiştir. Fakat kapitalizm bu arzuyu ya da gereksinimi tatmin edememektedir.

İnsanın biyolojik bir doğasının olduğunu da vurgulamalıyız. Yemeyi, içmeyi, barınmayı, giyinmeyi vd. içeren, bedensel/biyolojik yapımızdan gelen gereksinimler, insan doğasının yoğrulabilirliğine doğal bir sınır oluşturur. Fakat bu gereksinimlerin karşılanma yolu ve biçimi tarihsel ve toplumsaldır. İnsan doğasının doğal/biyolojik ve toplumsal yönleri vardır. Fakat biyolojik özelliklerimiz, toplumsal koşullar içerisinde var olur. Örneğin müzik kulağı, estetiği görme, salt biyolojik duyusal özellikler olmayıp, toplumsal açıdan işlenen yetilerdir. En temel biyolojik işlevlerimiz, kendilerini değişime uğratan toplumsal bir bağlamda meydana gelirken, en yüksek ve toplumsal açıdan en gelişmiş başarılarımız bile, biyolojik organizmamızın aktiviteleridir. Biyolojimiz ile toplumsallığımız ayrılamaz. Örneğin açlık her zaman bir toplumsal biçim alır. Toplumsal olguları ve değişimi anlamada, başvurulabilecek yararlı bir genel biyolojik insan doğası yoktur. Örneğin evliliği, üreme gereksinimiyle açıklayamayız. Yemek kültürünü ve dünya mutfaklarını, metabolik ihtiyaçlardan çıkarsayamayız. Örneğin yaşama hakkı, sağlıklı olma hakkı ve sağlığı geliştirme gibi değerleri savunsak da, buların tarihsel ürünler olduğunu biliriz. Bu nedenle, insanın oluş süreci tarihtedir ve tarih, insanın gerçek doğal tarihidir deriz. İnsanlar kendi kendilerini oluşturan varlıklardır.

Marx ve Engels’in yaşadığı dönemde sanayideki gelişim şimdiki boyutlara ulaşmamış olduğundan, çevre sorunları şimdiki kadar büyük tehdit oluşturmamaktaydı. Son yıllarda sanayideki gelişimin çevre üzerindeki etkisinin boyutları artmış ve küresel bir boyuta ulaşmıştır. Kapitalizmin üretici güçleri geliştirmesinin bir yan ürünü, çevre tahribatı ve insan yaşamının olabilirliğinin tehdididir. Çevrecilerin bir bölümünde gözlenen sanayileşmeye dönük güvensizlik, benimsenemez. Daha az uygarlaşmış ve az gelişmiş koşullarda yaşamanın daha iyi olacağı şeklindeki romantik çevreci görüşü, paylaşamayız. Sanayideki gelişim kapitalist toplumda çevreye ve dolayısıyla insanlığa zarar vermektedir. Bu her zaman ya da zorunlu olarak böyle olacağı anlamına gelmez. Sosyalizm, doğal çevrenin üretici güçlerin gelişimine dönük sahip olduğu kısıtlamanın kavranmış olduğu bir toplum olarak, üretici güçleri geliştirirken, çevreyi de koruyup geliştiren, doğanın sahip olduğu güçlerin bütün yönleriyle insanın iyiliğine kullanılmasını içeren bir sanayi gelişimi içerir.

İnsanların toplumsal ilişkilere göre değişmeyen ve evrensel bir doğası yoktur (=anti-hümanizm). Fakat toplumsal ilişkiler, salt insanların iradeleriyle oluşturulmuş ve keyfi değildir. Toplum sözleşmesi kuramında, tanrı vergisi antik ya da feodal düzen reddedilir ve yerine insanların iradesine göre yapılmış bir sözleşmeyle toplum düzenlenmelidir denir. Aydınlanma dönemi düşüncesinde de bilinçli toplumsal ve tarihsel faaliyette bulunma, insanın evrensel bir özelliği olarak görülür. Bu düşünceler, sabit toplumsal düzen kavrayışının aşılmasını toplumsal düşünceye getiren ileri adımlardır. Fakat bize göre, toplumsal ilişkileri ve tarihsel değişimi yöneten yasalar, eğilimler bulunmaktadır (Feuerbach Üzerine Tezler’in üçüncüsü “eğiticilerin de eğitilmesi” gerektiğine değinerek bu konuya gönderme yapar). İnsanlar şu ya da bu toplum biçimini seçmekte özgür değildir. İnsanların toplumsal yaşamlarını yöneten güçleri fark etme ve onları bir ölçüde denetim altına alma yeteneği kazandıkları, üstelik bu yetinin geliştiği ise, tarihsel gelişime içkindir. Tarihin başlarında toplumsal ilişkiler insanların alışkanlık ve görenek biçimini alan etkinliklerinin sonucudur. Bilinçli olmayan süreçler içerisinde toplumsal ilişkiler evrimleşir. Toplumsal ilişkilerdeki değişimin temel nedeni, gelişen üretici güçlerdir (gelişmiş olan bir güçten insanlar vaz geçmez, bunun yerine aralarındaki ilişkiler değişir). Toplumsal olguların ancak aşamalı ve kısmi olarak toplumun denetimi altına alınması ve bilinçte kavranışı gelişir. Bu alanda en eksiksiz kavrayış ve denetimin gerçekleşmesi, komünist toplumda olanaklıdır. Komünizmin, “tarih bilmecesinin çözülmesi” olarak kavranması, teleolojik bir imaya sahip görülmemelidir. Çünkü komünist bilinç ya da iradi kavrayış, tarihsel bir üründür ve içinde oluşup geliştiği akışa katılır. Bize göre, bilmecenin çözümü “tarihöncesinin” sonu, “tarih”inse başlangıcıdır. Marksizm’in tarihe getirdiği açıklama, Darwin’in evrim kuramıyla karşılaştırılabilir durumdadır. Biyolojik evrim ileriye doğru bir yol izlese de, bir erek hedeflemez. Tarihteki ilerleme de görecelidir ve bir nihai ereğe sahip değildir. Örneğin insanın tam gelişimi, kendini eksiksiz gerçekleştirme idealleriyle tarihsel ilerleme ölçülmemelidir. Komünizm bugüne göre ve bugünkü gereksinimler temel alındığında bir ilerleme olacaktır ve insanın olabildiğince geliştiği, potansiyellerinin mümkün olduğunca en eksiksiz biçimde gerçekleştiği bir toplum biçimidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.

[Toplumbilim İçin Materyalist Kılavuz]

Mahmut Boyuneğmez Giriş Maddenin organizasyon düzeyleri ya da gelişim evreleri bulunmaktadır. Bunlara biz temel gerçeklik katmanları diyo...