9 Temmuz 2013 Salı

[ANTİ-ARSLANOĞLU (‘Evrim Açısından Devrim’: Teorisizliğin Sefaleti) -II - Mahmut Boyuneğmez]

5. Marksizm’e ilişkin düşünceleri

“Ama geleceği iyi öngörmek ve bunun felsefesini, siyasetini kurmak ne derece ‘işçi sınıfı’ niteliğinden kaynaklanır ve bu görüşe ‘işçi sınıfı görüşü’ demek ne derecede doğrudur; o tartışılır.” (s. 84)

Marksist teori ile işçi sınıfı arasındaki bağa dair sığ ve ampirik bir kavrayışı bulunduğunu anlıyoruz. İşçi sınıfının sıradan üyelerinin Marksizm’i üretmediği ve ona katkı yapmadığını yazmanın bir anlamı yok. İşçi sınıfı çağımızın devrimci kapasiteye sahip sınıfıdır ve Marksizm, bu sınıfın var olduğu ve mücadeleye koyulduğu bir dönemde şekillenmiştir. Marksizm’in ilk oluşumunda belirleyici olan görüşler, bilgiler ve dolayısıyla bunların üretiminin gerçekleştiği tarihsel-toplumsal süreçler bugüne değin incelenmiş bulunmaktadır. Fakat teorik düşüncelerle toplumsal pratikler arasındaki ilişki dolayımlar, ara kademeler üzerinden gerçekleşen etkileşimlerle karmaşıklaşır. İşçilerin doğrudan bilinci değildir Marksist teori, fakat işçi sınıfının varlığı ve mücadelesi onun ilk oluşumunda olmazsa olmaz bir belirleyen durumundadır. Biz geleceği, işçi sınıfının farklı ülkelerde burjuvaziye karşı mücadelelerinin oluşturduğu tarihsel deneyimlerden çıkarsadığımız sonuçlarla öngörüyoruz. Farklı toplumsal mücadelelerin öğrettiklerini de göz önüne alıyoruz. Toplumsal ilişkileri anlamada, siyasal analizlerimizde, bir ülkedeki üstyapısal öğeleri kavramada, siyasal doğrultumuzu belirlemede bu teorik öğretiden, Marksizm’den yararlanıyor, onu kullanıyoruz.

“Bu felsefe sisteminin bilimsel sosyalizm etiketini hak ettiğine de inanıyorum, cidden bilimselliğe en yakın, en yatkın düşünce sistemi.” (s.84)

Marksizm’in bütününde bir felsefe sistemi olarak nitelenmesi mümkün değildir. “Bilimsellik”ten ne anlaşıldığıysa önemlidir. Marksizm’in bilimsel yanı da, felsefi yanı da vardır, fakat bunları net çizgilerle ayrıştırmak olanaklı görünmemektedir. Örneğin çok yaygınlaşan ama sağlam gerekçelere dayandırılmayan bir iddia tarihsel materyalizmin bir bilimsel görüş olduğudur. Oysa materyalist tarih anlayışının, bir felsefi bakış olarak görülmesi uygundur. Fakat devlet teorisi, sınıflar arasındaki mücadele ve siyaset teorisi, iktisadi eleştiri gibi alanlarda, bu teorik sistemin toplum bilimsel düzleme geçiş yaptığını düşünebiliriz. Elbette toplum bilimlerinin, doğa bilimlerinin çalışma yöntemini, araçlarını kullanmadığı; inceleme konusunun öznelliği, eylemliliği içerdiği ve incelediği gerçekliğe siyaset aracılığıyla müdahale edilebildiği; ulaşılan sonuçların, öngörülerin, yapılan saptamaların ideolojik motif ve değer yargılarıyla kaynaşmışlığı dikkate alınmalıdır. Bana göre, Marksizm’i bilimsellikle anmak yerine realist bir teorik sistem olarak görmek daha uygundur. Realizmle neyi anlatmak istediğimi, daha önceki makalelerimde ortaya koyduğum için, burada tekrar açıklamıyorum.

“Marksizm işçi sınıfının kuramı değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Biz onu işçi sınıfının kuramı haline getirme mücadelesi veriyoruz, durum budur.” (s. 87)

Arslanoğlu böyle buyurmuş. Oysa bu düşünceler sağlıklı değil. Biz Marksizm’i işçi sınıfının kuramı haline getirmeye çalışmıyoruz ve çalışmadık. Marksizm’i politik mücadelede kılavuz bir araç olarak kullanıyoruz. İşçi sınıfını çağımızın devrimci sınıfı olarak değerlendiriyoruz. Marksizm işçi sınıfının devrimci kapasitesini vurgulayan bir teoridir. Bu teorik sisteme katkılarını sunanların işçi olup olmamasının hiçbir önemi yok. Yeni siyasal deneyimlerden süzülüp soyutlananlar ve yeni bilimsel, felsefi gelişmelerin yorumlanıp içselleştirilmesiyle Marksist teorik sistemin geliştirilmesiyse devam ediyor...

Arslanoğlu neredeyse teorik bakışı ve kavrayışı nafile bir uğraşı olarak görüyor. Sosyalist ideolojinin çeşitli aktüel desenleriyle, teorik tezleri, saptamaları birbirine karıştırıyor. Bakın ne diyor:

“Bizim kavramlarımızın, söylemlerimizin hayatta gerçek karşılığı bulunmuyorsa, başkalarını nasıl ikna edeceğiz, kendimizi nasıl ikna edeceğiz. Hayatta gerçek karşılığı bulunmayan kavramlarla düşünmek insanın aklını koflaştırır, inancının da içini boşaltır.” (s. 87)

Günlük hayatta propaganda çalışmasında, sohbetlerde, işyerinde, okulda ya da mahallede teoriyi insanlara anlatmıyoruz ki… Sosyalist ideolojik motif ve desenler, eleştirilerimiz hep aktüel konular üzerinden, sade ve anlaşılır bir dille gerçekleşiyor. Fakat bu teorik üretimi, toplumsal gelişmelerin teorik kavranışını bir kenara bırakacağımız anlamına gelmiyor. Teorik kavrayışınız yoksa politik yön duygunuz yiter, pusulasız kalırsınız.

6. Diğer düşünceleri

“Değindiğim sorunlara, umudu hayallere değil, gerçeklere dayanarak, akılcı biçimde yeşertmek ereğiyle yaklaştım. Kendi umut kavrayışım doğrultusunda.” (s.98)

Teorik bakanlar için umutsuzluk gelip geçici uğraklar olabilir ancak. Karamsarlığınızı, yenilgilerinizi, sıkıntılı anlarınızı geride bırakmanın denenmiş yolları var. Okumak, müzik dinlemek, yürüyüş yapmak gibi… Politik mücadelede teorik kavrayışınızı geliştiriyor ve derinleşiyorsanız, karamsarlığınızın kalıcı olması mümkün değil. Benim kanım bu.

“Halkın gönlünü ve aklını fethetmeye yarayacak yöntemler geliştirme” (örneğin s. 98) çabasından bahsediyor, Arslanoğlu. Bu düşüncesine katılıyorum, fakat tarihsel-toplumsal süreçlerin evrimsel bir boyutu olduğunu da belirterek… Başka bir yerde, solun “halka yaklaşmada, halkı kazanmada başarısızlığı” (s. 164)’ndan bahsediyor Arslanoğlu… Ne bekliyordu, bilmiyorum. “Başarı” denilen şey, sihirbazın şapkasından mı çıkacaktı?..

“Kuramda geliştirici ve özgün çıkışlar yaratma gerekliliği” (örneğin s. 98). Kuran’daki ayetler gibi bir cümle… Evet katılıyorum ve teorik gelişimde yeni siyasi deneyimlerin yanı sıra yapılan incelemeler, yeni bilgi ve görüşlerin eleştirilmesi, değerlendirilmesi ve içselleştirilmesi yoluyla da bir ilerleme sağlanabileceğini düşünüyorum.

“TKP bildirileri, yayınları, söylemi daha çok ve ağırlıkla içe seslenir.” (s. 105). Bu genellemeye ben varamıyorum. Örneğin soL haber portalı, içe mi sesleniyor?.. Ya bildiriler?.. Sanmıyorum. Ancak elbette basılı soL’un, Komünist’in ve Gelenek’in ağırlıkla içe ve solun içine seslendiği söylenebilir. Bir de Arslanoğlu, TKP’yi Stalinist şeklinde yaftalıyor: “kendini Stalinist olarak tanımlayan parti” (s. 165)... Ne Stalinizm diye bir anlayış vardır, ne de TKP Stalinisttir, bana göre. Sahte, anlamsız bir nitelemedir, bu.

“Devrim yapamayan devrimci başarısız devrimcidir” (s. 116). “Devrimcinin görevi devrim yapmaktır” (s. 151). Oysa devrimi yapan kitlelerdir. Günlük hayatın diliyle ama sığ ve anlamsız biçimde yazıyor yine…

Arslanoğlu devletin sönümlenmesi meselesine de değiniyor… Fakat Marksizm’i hiç anlamadığını gösteriyor. Bakın şöyle:

“Devletin sönümlenmesi, sınıfların bütünüyle yok edilmesi gibi hayale dayanan tezleri ve olmayacak duaya âmin demek anlamına gelecek ayağı yere basmayan hedefler doğrultusunda enerji harcanmasını, kavga edilmesini önler. (…) devletin baskıcı düzeneklerini gevşetecektir kuşkusuz. Ama eşitsizliğin tam olarak ortadan kalkması, hiyerarşinin yok edilmesi, sosyalist ülkelerde kaçınılmaz biçimde oluşan sosyalizme özgü sınıfsal ayrımların ortadan kalkması mümkün olmayacaktır.” (s. 161)

Adeta gündüz vakti rüya gören Arslanoğlu’nun “sosyalizme özgü sınıflar”ı bir uydurmadır. İnsanların bireysel farklılıkları, özürleri vb.’nin komünizmde de ortadan kalkmayacağı çok açık. Fakat koşullarda ve olanaklarda eşitliğin sağlanması, herkesin gereksinimlerinin bolluk içerisinde karşılanması mümkün olacaktır. Dünyada bunu sağlayacak teknoloji, bilimsel bilgi düzeyi, insan kaynağı ve doğal zenginlikler bugünden oluşmuştur veya bulunmaktadır. Komünizmde devlet, toplumsal örgütlülüklerle kaynaşıp onlar arasında eriyip gidecektir. Sınıflarla birlikte, devletin sınıfsal belirlenimi ortadan kalkacaktır. Sınıflar niye mi ortadan kalkacak?.. Üretilen artık-ürünlerin bazı ayrıcalıklı insanların elinde birikmesi olmayacak, özel mülkiyet ortadan kaldırılmış olacak da, ondan. Marksizm’in abc’si… Biz gelecek öngörülerimizde realistiz. Bize “hayalci” diyenlere, “olmayacak duaya âmin” diyorsunuz diyenlere, ideolojik mücadele içerisinde zaten karşılık veriyoruz. Fakat Arslanoğlu okur-yazar olduğundan, Marx ve Engels’in eserlerini tekrar okumasını öneriyoruz. Okuduklarını hiç anlamamış olduğu görülüyor. Burada bu kadarıyla ona yardım edebiliyorum. Fakat Marksizm konusunda “uçuşa geçenlere”, “uyduranlara”, MAR’ı takip etmelerini de tavsiye ediyorum…

Arslanoğlu uyduruk iddialarına “gerçekler” diyor. “İnsanın birdenbire hidayete ermesi gibi ufuk açıcı, rahatlatıcı, aydınlatıcı bir duygudur bu. Sosyalist liderlerin bu gerçeği bilmeleri şarttır.” (s. 162). Evet, gerçekten ortada düşünsel açıdan bir “hidayete erme” var; bunun adını çok net koymak gerekiyor. Düşünsel döneklik ve anti-komünizm… Altını çiziyorum, “düşünsel” düzlemde… Arslanoğlu’nun yaşam seyrini izlemek ilginç olacaktır. Şu anda fiilen bir solcu/komünist olan Arslanoğlu, düşünceleriyle fiili durumu arasındaki geniş yarıkla, ne yapacak, gelecekte hangi konuma ulaşacak?.. Bu ilginç durumu hakikaten izlemek gerekiyor.

İnsanlara “aptal” demek, bunu insan gerçeği saymak… Teorik bakışı sıfırlanmış, benim düşünsel bir çözülüş yaşadığını düşündüğüm Arslanoğlu, cehaletinden memnun durumda görünüyor. Hayatta karşılaştığı insanlardan bıkmış, usanmış olmalı diye düşünüyorum. Bakın neler yazıyor:

“Yığınların sosyalist fikirleri benimsemesi neden zordur.” (s. 163)

“(…) insan gerçeğini (insan doğasını) kavrayan birisi, giderek böyle pek ‘derin’ kuramsal savları komik bulmaya, ‘Marksist’, ‘sosyalist’ üst düzey teorik çalışmalara yabancılaşmaya başlar. Benim bir ölçüde yabancılaştığım gibi.” (s. 163)

Bunlar birer dışavurum ya da itiraftır. Teorisizliğin getirdiği ve cehaletinden duyduğu mutluluğu, düşünsel çözülüşünü dışa vuruyor bana göre… Egemen ideolojinin insanlar tarafından günlük hayatta bolca karşılaşılan yeniden üretimi, sağ fikirlerin yaygınlığı ve baskınlığı karşısında bir gerileme (regresyon)… Sosyalist fikirlerin yaygın olarak benimsendiği ve her an yeniden üretildiği toplum, sosyalist toplumdur. Bugün için sosyalist mücadelenin fikirlerini, sosyalist ideolojiyi yaymaya çalışmak, örgütlülüğü artırmak içindir. Sosyalist ideolojinin desenlerini ve temalarını, toplumdaki davranış, düşünce ve duygu kalıplarıyla eklemlemek, onlara biçim vermeye çalışmak gereklidir. Toplumsal dokuda gerici, muhafazakâr düşüncelerin ağırlıkta oluşu ve her gün yeniden ve yeniden üretilmesi olağandır. Egemen ideolojinin dağılması, çözülmesi olağan dönemlerde zordur. Fakat tarihsel ilerlemede çelişkilerin yoğunlaştığı ve algılanmalarında belirgin sıçramaların yaşandığı kesitler de olur. Önemli olan bu tür uğraklara hazırlıklı ve belirli bir ön birikimle girmektir.

Ampirik gözlemlerini genelleyen Arslanoğlu’nun geçmişte kazanılmış, soyutlanmış sağlam düşünceleri bir yana bıraktığını ya da reddettiğini görüyoruz. Bakın bir sıradan gözlemi nasıl genelliyor ve bu gözlemi ne kadar çok önemsiyor:

“İnsanın her hareketi, her tepkisi, bunların sonucu ve toplamı olarak aldığı konumlar, kuramsal temelli, inceden inceye düşünülmüş değildir. İnsan bir lira için cinayet işleyip tüm hayatını mahvedebilen ‘mantıksız’ bir canlıdır.” (s.163-4)

Oysa hemen akla şu getirilebilirdi. İnsanlar eşsiz sanatsal yaratımlara, muhteşem kültürel zenginliklere de sahip değil midir?.. Bunları üretenler kim?.. Ampirik gözlemleriniz üzerinden bir “insan teorisi” geliştiremezsiniz. Bunu yaptığınızda varacağınız sonuçlar, kişisel kurgular olacaktır, bilimsel/realist değerlendirmeler değil.

İnsanı ve siyaseti sorunlu bulan Arslanoğlu, ampirik gözlemlerini genelleyerek sonuçlara ulaşıyor. Onun gözünde, ne toplumsal sistemler var, ne de tarihsel gelişim. Adeta “dünya hep böyleydi” diyor. Sanki dünyanın değişmeyeceğine inanıyor. Sosyalizmi ahlakçı bir bakışla kavrıyor. Doğal değil mi?.. Toplumsal ilişkilerin, somut koşulların incelenmesi dikkate alınmıyorsa, emperyalizm, sınıfların mücadelesi, tarihsellik gibi konular görme alanınıza girmiyorsa, sosyalizmi nasıl benimsersiniz? Ahlakçı bakışla… Alıntılıyorum:

“Dünya haksızlıklarla dolu. İnsan hiçe sayılıyor. Bu koşullarda sonunda ideal olsun veya olmasın bir sosyalizm fikri kurtuluş olarak görülüyorsa (…)” (s. 164)

Bu ahlakçı bakışa biraz ileride tekrar değineceğim. O yüzden geçelim…

Arslanoğlu solun bazı özelliklerinden yakınıyor. Bunlara değindik. Fakat örneğin “(…) ‘doğru tek tiptir yaklaşımı… Kuramsal yetersizlik, entelektüel anlamda mevcutla yetinme” (s. 165); bunlardan da yakınıyor ve herhalde kendisinin bunların aşılması doğrultusunda katkılar yaptığını düşünüyor olmalı. Traji-komik mi, hazin bir durum mu?.. Bilmiyorum, okur karar versin.

Bana göre örneğin şu türden sorular çocuksudur: “Lenin gelse ne yapardı? (…) Cevap şu: Somut koşulların somut çözümlemesini yapardı ve sosyalist eylemin gücünü artıracak cesaretli kararlar alırdı.” (s. 166). Stalin’e hayır, Lenin’e evet diyor. Her iki değerlendirmesi de kişi fetişizmi olarak nitelenebilir. Bireylere onlarda olmayan güçler atfediyor. Bizden uzak dursun, bu tür yaklaşımlar.

Bizden uzak durması gereken bir başka yaklaşımı, Kojin Karatani’nin düşünceleri oluşturuyor. Hiçbir bilgi sunmadan, sadece Marksist kuramcı ve siyasi lider sayısı çoktur diyerek, “Marksizmin bir bunalım yaşadığı açık.” (s. 171) cümlesini yazan Arslanoğlu, Karatani’yi de “Marksizm’e geliştirici katkılar sunan” bir “kuramcı” olarak tanıtıyor. Arslanoğlu bu konuda da yakınıyor; “Kitap felsefe veMarksist kuram üstüne iddialı bir kitap. Ama ne bir felsefeciden ses çıkıyor, ne herhangi bir Marksist kuramcıdan.” (s. 172). Sürüsüne bereket bu tür “kuramcılar”; keşke hepsine yetişecek kadar bol vaktimiz olsa!.. Üstelik uçuk iddiaları, aklına gelen ipe sapa gelmez tezleri yazan her “kuramcı” ya da yazarı eleştirmek, gerekli midir? Yaygın bir etkisi olmadıkça… Arslanoğlu, Karatani’yi eleştirse de şu ifadeleri kullanmaktan da kaçınmıyor: “Karatani’nin kitabı, böyle bir tartışma ve şu sıralarda ihmal edilmekte olan bir alan için şevk yaratacaksa bu bile tek başına çok yararlıdır.” (s. 247). Burada “tüketim eksenli mücadele”nin ihmal edildiğini kastediyor. Şevk yaratmak mı?.. Kafa karıştırıcı olmasın da. Bu konuyu tartışmak için Karatani’ye başvurmaya kanımca gerek de yok.

Arslanoğlu, Karatani’den bol bol ve uzun alıntılar yapıyor, onun düşüncelerindeki yanlışlıkları gösteriyor. Fakat “tüketim eksenli mücadeleye önem verilmesi” gerektiğini tek bir cümleyle açımlıyor. Şaka yapmıyorum, hakikaten böyle. İşte o cümle: “Tüketim boykotlarıyla sistemi sersemletip bayıltabiliriz.” (s.173). Başka hiçbir destekleyici, dayanak oluşturan açıklaması yok. Öte yandan şu saptamasına katılıyorum. Çünkü doğru…

“Tüketim boykotlarından bahsediyorum. Bununla sistemi yıkmak ve sosyalizmi o yolla kurmak mümkün değildir. İşte bu anlamda üretim ekseninin başatlığından söz edilebilir. Ama üretim eksenli mücadelelerdeki sakat nokta, gelirden biraz pay alma amaçlı sendikal mücadeleleri bizim üretim eksenli mücadele sanmamızdır.” (s. 173)

Kitaptaki ender sağlıklı ve anlamlı saptamalardan biri, bu… Siyasal içeriği sağlam biçimde örülmüş ve örgütlenmeye yarayacak bir “tüketim boykotu”nun anlamlı olacağı söylenebilir. Bunlarla hiç kimseyi “bayıltıp ayıltamayacağınız”sa açıktır. Fakat bir kampanya süresince deşifrasyona, ideolojik mücadeleye ve örgütlenmeye hizmet edecek bir boykot, bu sürede yapılacak eylemlerle, etkinliklerle, propaganda çalışmalarıyla ve sonuçtaki örgütsel kazanımlarıyla anlamlı olabilir. Burada önemli olan, bu kampanya sürecinin içerik açısından sağlıklı örülmesidir. Boykot kampanyalarının, bir süre boyunca, kazanımlara yol açabilecek bir araç olarak kullanılması dışında, başkaca önemsenebilir bir işlevi yoktur, kanımca.

Geçelim… İşte üzerinde yeterince düşünülmemiş bir saptama daha: “(…) sendikal mücadeleler devrim açısından sadece bir okul işlevi görürler.” (s. 174). Peki, nerde kaldı “somut durumun somut tahlili”… Her ülkede ve her zaman geçerli bir saptama değildir, bu. Örneğin ülkemize ve sendikaların bugünkü durumuna bakılsın. Ancak elbette sendikaların bugünkü her bakımdan “geri” durumu değişebilir/değiştirilebilir.

Arslanoğlu, iyi bilinen bir ifade üzerinde de duruyor. Karatani’nin bir iddiası varmış. Marx’ın dolaşım sürecini, üretim süreciyle aynı değerde gördüğünü iddia ediyormuş. Bu iddiayı Marx’ın şu ifadelerine dayandırıyormuş: “O halde sermayenin dolaşımdan doğması olanaksız olduğu gibi, dolaşımdan ayrı olarak oluşması da aynı ölçüde olanaksızdır. Sermayenin kökeni aynı zamanda hem dolaşımın içinde, hem de dışında olmak gerekir.” (s. 177) Metin Çulhaoğlu’nun, Marx’ın bu ifadesi üzerinde, yanlış hatırlamıyorsam Tarih Türkiye Sosyalizm adlı kitabında durduğunu ve “diyalektik” akıl yürütme olmadan bu ifadenin anlaşılamayacağını yazdığını belirtmeliyim. Bu ifadenin anlamı şudur; artık-değer, üretim sürecinde oluşur, fakat metaların satışının gerçekleştiği dolaşım alanında realize olur. Üretim ve dolaşım arasında bu noktada bir bütünlük ve ilişki bulunur. İşte bu kadar!.. Oysa Arslanoğlu Marx’ın bu ifadesini “yoruma açık tek cümle” (s. 181) olarak niteliyor ve Karatani’nin fikrini sayfalar boyunca çürütmeye çabalıyor ve bunun için bol ve uzun alıntılara başvuruyor.

Karatani’nin Türkçeye çevrilmiş Transkritik adlı kitabını okuduğumu ve bu kitapta önemsenebilir bir teze rastlamadığımı da belirtmek istiyorum. Bu arada Arslanoğlu’nun bolca yaptığı uzun alıntılar arasında Çulhaoğlu’nun kitaplarından yaptığı alıntılar da bulunuyor. Kendi eleştirisine Çulhaoğlu’ndan “otör” desteği almaya çalışan Arslanoğlu’nun, bazı alıntıları yersiz ve uygun da değil (örneğin s. 187’den başlayıp birkaç sayfa devam eden alıntı). Arslanoğlu böbürlenerek Çulhaoğlu’ndan yaptığı alıntılar için şunu belirtmeden edemiyor: “Benim ana kolanlara (Marksizmin “ana kolonlarına” –MB) eleştirel yaklaşımım, aşağı yukarı örnekteki radikallikte ve cesarettedir.” (s. 187). Verdiği örnek Çulhaoğlu’ndan. Tuhaf değil mi?.. Çulhaoğlu’nun düşünceleri, bu şekilde de kullanılabiliyormuş… Ne diyelim, “hayırlı traşlar” (!)..

Başka bir saptamaya geçelim… “Dünya toplamında hesaplandığında, Batı’daki işçilerin en azından bir bölümünün artı-değer sömürüsünden kurtulmuş olduğu ya da ihmal edilebilir düşük oranlarda artı-değer sömürüsüne maruz kaldıkları bulunabilir.” (s. 212). Yeni bir terimin icadıyla karşı karşıyayız (!).. “Artı-değer sömürüsü” bu terimin adı. Ücretli emekçiler için sömürü hep vardır. Emek-gücü üretken olmasa da, artık-değer üretimine doğrudan değil de, dolaylı olarak katılsa da, sömürülür. Üretken olmayan emek-güçleri, “kolektif işçi”nin bileşenleri olarak görülebilir. Devam edelim…

“Emperyalizm (…) Bir yandan Vietnam’da, Irak’taki gibi doğrudan işgalle oradaki pazara ve doğal zenginliklere el koyar, öte yandan Şili, Türkiye, Ukrayna, Gürcistan’da yaptığı gibi darbeler yoluyla. Bir yandan kredi kartları aracılığıyla bireyleri borçlandırarak köleleştirir, öte yandan borç vererek devletleri…” (s. 212)

“Darbeler yoluyla pazara ve doğal zenginliklere el koyulması” ifadesinin naifliği açık olmalı. Kredi kartlarının emperyalizmin bir enstrümanı sayılmasına ne demeli?.. “Essah mı ağam, bizim habarımız yoğ” desek, olmaz mı?..

“Üretim tarzlarını ekonomiyi açıklamakta başat sayıyor.” (s. 176) Burada Marx’tan bahsediyor, Arslanoğlu... Kalem sürçmesi sayalım bunu. Üzerinde durmayalım.

“Kapitalizmin emperyalizm evresini Lenin ilk kez ortaya koydu (…)” (s. 212) Buharin ve Hilferding’i tamam yok sayıyoruz, fakat “ortaya koydu” ne demek?.. Lenin’in Emperyalizm çözümlemesinin değerini hepimiz zaten biliyoruz…

“Marx’ın özellikle Kapital’de çok kullandığı soyutlama yöntemi de bir bilimsel yöntem olarak diyalektikten ayrı, diyalektiğe karşıt bir yöntem değildir.” (s. 224). Oysa soyutlama yöntemi, diyalektik akıl yürütmeyi zaten içerir. Gerçekliğin “yaşam” süreci soyutlanırken, onda bulunan ilişkiler, etkileşim biçimleri, karşıtlıklar, değişim eğilimi vb. dikkate alınır. Sonuçta ulaşılan saptamalarla, soyutlama sırasında kullanılan akıl yürütme yolu aynı değildir. Diyalektik akıl yürütmenin ilkeleri ya da desenleri, ulaşılan yasalar/eğilimlerle, saptamalarla karıştırılmamalıdır. Kanımca Arslanoğlu’nun bu konudaki görüşlerinde netleş(e)memiş olduğu söylenebilir. Yeri gelmişken belirtelim, Karatani’nin “paralaks bakış” adı verilen tekniği kullanmasının bir yenilik olmadığını Arslanoğlu’nun göstermesi, yerinde bir tutum olmuştur (bkz s. 231-232). Marx’ın eserlerinde, Ollmann’ın vurguladığı gibi “konumlanma noktaları”nın değiştirilmesi olarak adlandırılabilecek bir “teknik” zaten bulunmaktadır.

Arslanoğlu günümüzde yaşama geçirilecek bir kooperatifçiliği ilk başta doğrudan ve açıktan onaylamıyor. Yerel Mübadele Ticaret Sistemi (YMTS) adında (burada anlamı önemli olmadığından açıklamasına girmiyorum) bir uygulamayı da… Fakat bunları dikkate değer bulması bile başlı başına bir sorundur. Arslanoğlu şöyle yazıyor: “Kağıt üstünde iyi ve uygun bir model gibi duruyor?” (s. 250). Paranın, devletin ortadan kalkması, kapitalist bir dünyada mümkün değil. Anarşizan komün yaşam alanlarının kurulması, bu alanlarda ya da topluluklarda koopertifçilik, YMTS gibi uygulamaların savunulmasını önemsemek hata. Karatani’nin bu konulardaki görüşlerine işaret edilmesi, bunların üzerinde durulması da öyle… Bu tür arayışlar Marx’ın zamanından beri olageldi. Ütopik sosyalistlerin, Proudhon’un, anarşistlerin bir kısmının savunduğu düşüncelerin modern versiyonları olmuştur, olacaktır. Fakat bizim bunlara itibar etmememiz gerekiyor. Bu düşüncelerden bazılarını Marx ve Engels’in eleştirdiğini ve kendi düşüncelerinin oluşumunda bu eleştirilerin de bir payı olduğunu zaten biliyoruz. Ayrıca, komünler oluşturulmasını savunan yaklaşımların, anarşizan çabaların, sosyalizm mücadelesine hiçbir katkısının olmadığını ve yaşanan devrimlerde bu ütopik girişimlerin hiçbir yerinin olmadığını da görmeliyiz. Karatani’nin anarşizan “birlikler” oluşturma anlayışıyla, “temelden bir halk örgütlenmesi”nin (s. 252) oluşturulması düşüncesi aynı anlamalara da gelmiyor.

“Karatani’nin ulus, devlet, sermaye üçlüsü yine de çok önemli.” (s. 254). Neden?.. Arslanoğlu, liberal “ulus-devletler ortadan kalkıyor” tezine karşı bir görüş olarak Karatani’nin görüşünü önemli görüyor. Oysa Karatani’nin görüşlerine hiç ihtiyacımız yok! Marksizm ve sosyalist ideoloji kendi zenginliğinde yeterlidir ve daha da zenginleşecektir.

“İnsanı düzeltme, eğitme çabasının bugünden yükseltilmesi gerektiği”ne vurgu yapan Arslanoğlu şunu yazıyor: “Değiştirme ve bugünün toplumunda yeniyi kurma çabası devrimden çok önceleri başlar oysa. O süreç ancak devrimle başarı şansı yakalar.” (s. 253). “Yeniyi” politik mücadele içerisinde ve politikayla kurarsınız. Siyasetin içerisinde insanlar “düzeltilir” ve “eğitilir”; komün tipi birlikler, “adacıklar” oluşturmak sosyalistlerin işi değildir.

Ve lafı bu kadar dolandırdıktan sonra net bir biçimde benimsediklerini yazıyor: “Daha üst bir ahlak kurma, ‘komünist metafiziğini’ örme, dayanışma, yardımlaşma kültürünü geliştirme, örgütlenme kültürünü kuvvetlendirme, siyasi partiler kurma, sendikalarda çalışma, kooperatifler veya birlikler tesis etme, derneklerle halka bitişme… hepsi hepsi bugünden başlatılıp, bugünden ciddiyetle ele alınacak başlıklardır. Bunlarsız devrim olmaz (…)” (s. 253-4)

Burada sağlıklı öğelerle sağlıksız öğeler yan yana yazılıyor. Biz “daha üst bir ahlak kurma”yı değil, mücadeleciliği, politik bilinçliliği, çalışkanlığı, örgütlenmeyi önemsemeliyiz. “Komünist metafiziği” değil, komünist fikirleri günlük yaşamın içerisinde üretebilmeli ve insanların sağlıklı düşünceleri, duyguları ve davranışlarıyla ilişkilendirebilmeliyiz. Politik bağı olmayan örgütlenmeler kurmak yerine, politikayla bağı iyi kurgulanmış ve politik içerikle donatılmış örgütlenmeler kurmalı ya da kurulanları dönüştürmeliyiz.

Arslanoğlu “komünist, sosyalist kuramcıların tümü (…) hayali bir insana göre mücadele reçetesi sunar.” (s. 250) diye buyuruyor. Oysa komünist partilerde bugüne kadar böylesi bir mücadele anlayışı hiç olmadı. “Teorisyen” komünistlerin de… Fakat Arslanoğlu ısrarcı: “(…) baskın komünist anlayış aslında insanı cidden hiç tanımaz, tanımak da istemez.” (s. 251). Ne diyelim, herhalde bir tek kendisi tanıyor şu “insan”ı… Kalkıp bir de şunu yazmasın mı; “bugüne kadarki bütün devrimler insan gerçeği üstüne şekillendi (…) yoksa ‘büyük yabancı kuramcılar’ın öngörü ve tavsiyelerine göre değil.” (s. 251). Gerçekten sorunlu bir algı ya da kavrayış var burada da. Nerdeyse “psiko-patalojik” sayılabilir. Biraz ileride şunu da yazıyor örneğin: “Doğu Avrupa’nın sosyalist devrimleri Kızıl Ordu’nun desteğiyle ve birkaç ülkede tamamen onun eliyle gerçekleşmiştir.” (s. 251). Burada yapılan tarih çarpıtması değilse nedir?.. Diyelim ve geçelim.

“Kafamızdaki hikâyeler” diyor Arslanoğlu… “İşçi sınıfı her koşulda başattır anlayışı yanlıştır.” (s. 252). Teorik referans çerçeveniz yoksa politikada savrulursunuz. Siyasette teori reddedilmeye gelmez. İşçi sınıfının, devrimci kapasitesi olan sınıf olduğunu söylemenin, “işçi fetişizmi”yle alakası yoktur. Ne demek “başat”?.. Her ülkenin somut/aktüel durumu, sınıf kompozisyonu, politik hareketlerin durumu, ideolojik haritası vb. vb. bunları dikkate almadan politika yapan bir sosyalist/komünist parti var mıdır ki, Arslanoğlu’nun uyarılarına hak verelim.

“Devrimci (…) üst insan mertebesine yükselmiştir.” (s. 254) “Devrim çılgınlıktır işin esası. Olağanüstü bir irade ve cesaret gerektirir.” (s. 254) “Eğer devlet sosyalistken halk yeterince bilinçlendirilip ahlaklı hale getirilemiyorsa (…)” (s. 254) “Halkın çoğunluğunu ahlaklı yapabilir miyiz? Yaparsak eğer sosyalizme de gerek yok ki! Sosyalizm fetişisti değiliz ki.” (s. 254)

Bu ifadelerde tarihsel bakışın zerresi yoktur. Bireyci ve ahlakçı bir bakışsa var. Bireylerin “irade ve cesareti” vardır, ama devrimleri bunlarla ilişkilendirmek, doğru mudur?.. Cesaret olmazsa, devrimler olmayacak mı?.. Komik. Tarihsel ve toplumsal koşullarla devrimler arasındaki bağ, buhar olup uçmuş sanki.

İşte ahlakçılık: “Yani kapitalizme karşı hareket etik ve ahlaki bir harekettir. Sömürüye, yabancılaşmaya, eşitsizliğe, çevrenin imhasına, ayrımcılığa vs. yönelik bütün karşı-eylemler, baştan aşağı etik ve ahlaki bir nitelik taşır.” (s. 255-6). Dikkat edilirse, kapitalizme karşı hareket, etik ve ahlak da oluşturur denmiyor. Bireylerin sosyalist olmasında etik değerlerin de rol oynadığını zaten gözlemliyoruz. Sosyalist ideolojinin ahlaki değerler içerdiğini de biliyoruz. Fakat sosyalizm, tarihsel bir sürecin ürünü olmuş ve olacaktır. Bunu göz ardı etmiyoruz, etmemeliyiz. Sosyalizm mücadelesinin “ağırlıkla iradi kararlara” bağlı olduğunu belirten ve bu kararlılık için “belli bir etik duruştan kaynaklandığı inkâr edilemez bir olgu” (s. 255) diyen Arslanoğlu, iradi kararlarla yapılan eylemlerin, örgütlenmelerin nesnel toplumsal süreçler içinde yer aldığını ve nesnel pratikler de olduğunu göremiyor. Sosyalizm mücadelesinin bir mücadele ahlakı doğurduğundan bahsedilmelidir, fakat bu mücadeleyi koşullayan temel faktör etik değildir. Etik değerler bu mücadele sürecine katılır ve mücadeleyi güçlendirir, zenginleştirir. Arslanoğlu’nun şu değerlendirmesi açıkça yanlıştır: “Sosyalizmin saiklerini ahlaktan aldığı açıktır.” (s. 256). Oysa sosyalizm, ahlakçılıkla özdeş değildir.

“Yakın bir zamanda nüfus patlaması sorunları, açlık, toplu göçler, iç savaş ve ülkelerarası savaşlar çıkacak, çıkması kuvvetle muhtemel. Çevre sorunları, iklim değişiklikleri, hastalık salgınları patlayacak ve küresel felaketler yaşanacak (…) sosyalistlerin önemli bir bölümü böyle şeyleri umursamıyor.” (s. 256)

Peki ne yapalım?.. Bu konularda önce sağlıklı bilgilere ve analizlere ihtiyaç var; bunun üzerine politika geliştirilebilir ancak. Tamam, fakat bir daha soralım; ne yapalım?.. Sosyalizm mücadelesini güçlendirmekten başka… Saydıklarının gerçeklik payı bulunuyorsa, bunlara dair sağlıklı fikirler üretip, sosyalizm mücadelesine içselleştirmek dışında yapacak bir şey var mı?.. Yok, eğer sosyalizme inanmıyorsanız, çevreci kulüplere, hayırsever dernek veya vakıflara gider, oralarda çalışırsınız. Başka bir yol var mı?..

7. Arslanoğlu’nun “Halka yaklaşım rehberi”

Onun seçtiği başlıklarda görüşlerini derli toplu bir biçimde hatırlatıp, ardından kendi görüşlerimi de özetle yazmak istiyorum...

LİDER: “Zaten siyasi başarılar çok büyük bir çoğunlukla liderlere dayanır.” (s. 261) Lider yönetimini şart sayan Arslanoğlu, bu görüşünü “kadim kabile”lerde şekillenmiş “insan doğası”na bağlıyor. “Nesnel koşulların uygun bulunması ve deha düzeyinde liderlik yetenekleri Her devrimin genel geçer formülü budur.” (s. 262) şeklinde buyuruyor. Bu “süper-man”ci yaklaşımı onaylamıyorum. Çünkü aslında “nesnel koşulları”, tarihsel süreçleri, kitlelerin harekete geçmesindeki nesnelliği tümüyle ihmal eden bir formüldür, bu. İnsanları biçimlendiren toplumsal ilişkilerdir ve bu biçimlenme değişir, gelişir.

BENCİLLİK ve BİRLİK: “İnsanda eşitlikçi ve ortaklaşmacı bir damar bulunur. Bu, on binlerce yıllık kabile yaşamından kalma genetik bir özelliktir.” (s. 262). Bu iddianın bilimsel dayanağı yoktur. “ ‘Kitlelerin talepleri’ denilen şey bencilliğin toplumsal ifadesidir (s. 262). Bencillik bireylere ait bir özellik olarak aile, okul ve çevre ilişkileriyle gelişen bir özelliktir. Kitlelerin çıkarlarından, özlemlerinden bahsedilebilir, fakat “bencilliğinden” bahsedilemez. “İnsan her koşulda kardeşlikten, birlikten, tek yürek olma düşüncelerinden hoşlanır.” (s. 262). Kardeşlik, birlik gibi kavramlar ya da değerlerin anlamı, kişiden kişiye değişir, farklı siyasi düşüncedeki insan grupları bu kavramları farklı anlamlandırır. Üstelik kardeşlik, özgürlük, eşitlik gibi bazı kavram, değer ya da ilkelerin tarihte ortaya çıkışı görece yenidir, yakın çağın ürünüdür. Koşullanmışlıkların ürünü olarak örneğin savaşlarda, “düşman”a karşı bu duygu ya da düşünceler oluşturulamamaktadır. Yeri gelmişken belirtelim; örneğin savaşları insanların psikolojileriyle (saldırganlık ya da savunma “dürtüsü”?) mi açıklayacağız, yoksa toplumsal tarihsel durum ve eğilimlerle mi?..

“Halka yönelik birleştirici iletiler önde görünmelidir” (s. 263) ifadesi sağlıklıdır. Bunu sosyalistler yapıyorlar zaten… Sermaye sınıfının üyelerini, burjuva politikacıları “bizden olmamak”la, “bize karşı” yaptıklarıyla eleştiriyor ve bir “biz” oluşturmaya çalışıyoruz, zaten. Arslanoğlu’nun şu ifadesine de katılıyorum: “Solun söylemlerinde de hâkim sınıflar için asalaklık, yabancılık, haksız ve fahiş para kazanma ve bunları millet zararına gasp edip kullanma, yozlaşmışlık temaları ağır basmalıdır.” (s. 263)

ULUS: “Ulus bilinci, kabile bilincinin günümüzdeki yansısıdır, ondan çok farklıdır, ama onun doğrudan, en kuvvetli uzantısıdır. Şu bilinsin ki, enternasyonalist bilinçle sol kolay bağdaşmaz. Acıdır, ama gerçektir. O yüzden sol, ulusa kendini hoş gösterir davranmak ve dahası ulusal çıkarların en atak savunucusu olmak zorunda.” (s. 264). “Enternasyonalist bilinç” diye bir bilinçlilik hali ya da türü yoktur. Ulus olma bilinci, ideolojik motiflerle, kültürel öğelerle, ahlaki değerlerle çeşitli pratikler üzerinden oluşturulur. “Kabile bilinci” kapsamında görülebilecek değerler, davranış-düşünce ve duygu kalıpları düşünüldüğünde, bunların “ulus kimliği”ni benimserkenki düşünce, değer ve duygulardan farklı olduğu saptanabilir. Bu bağın kurulmasının bir dayanağı yoktur. Sosyalistlerin ülkemiz ve halklarımızın çıkarını savunduğu ve savunması gerektiği doğrudur. Fakat “ulusal çıkarlar” kodlamasının dönüştürülmeden ve yeniden anlamlandırılmadan aynen benimsenip benimsenmeyeceği tartışmalı bir noktadır. Sosyalistlerin yaşadıkları topraklara kök salması, ülkelerinin değerleriyle eklemlenmesi, onları başkalaştırması ve dönüştürmesi, yeniden anlamlandırması gereklidir. Arslanoğlu Kürtlere ilişkin yorumundaysa, kendi özgün diliyle TKP’nin görüşlerini anlatmaktadır. Bunu “evrimci psikoloji rehberli devrimcilerin kabile ruhuna uygun tutumu” (s. 265) olarak niteleyerek…

DİN: “Din duygusu en az yüz bin yıllık bir evrimsel refleksten kaynaklanır (…) Yüz bin yıllık kökeni bulunur ve genetiğimize işlemiş durumdadır.” (s. 266). Bu iddiasının bilimsel dayanağı yoktur. Evet, dinsel düşünceler ve duygular, insanların zihinsel/ruhsal düzenekleriyle oluşturulur, fakat bu öznel düzenekleri belirleyen toplumsal, nesnel süreçler ve pratiklerdir. İnsanın genomunda “din” geni bulunmaz. Realist düşünceler ve davranışlar, “sağlıklı” birçok başka inanç, metafizik düşüncelerin üretimi son bulduğunda günlük hayatta başat olacaktır.

“Devrimciler laikliğin de kesin savunucuları olmalıdırlar.” (s. 266) “Dine, dindarlara asla sataşma”mak… (s. 267) Bunlara katılıyorum. Fakat sosyalizmde devletin dine yönelik bir politikasının olacağını da unutmamalı. Dinin, bireyin vicdani bir meselesi olması yönünde işleyecek aydınlanmacı kültürel dönüşümler, bu yönde çalışacak devlet politikaları gereklidir. Şuna da katılıyorum: “Dinlerin farklı yanları, farklı özellikleri bulunduğunu, çok çeşitli dindarlar bulunduğunu özellikle vurgulamalıyız.” (s. 267). Vurgulamalıyız, çünkü dine ilişkin “dışarıdan” bir bakışın filizlenmesine katkı sunabilir ya da en azından sofuluğun/softalığın yumuşamasına ve realist düşüncelere açık olmaya doğru bir yönseme oluşturabilir. Elbette kişilerin yaşayacağı deneyimlerin ve bilinçlerindeki kırılmaların önemli olduğunu da unutmamak gerekir.

Arslanoğlu dinci tarikat liderlerinin, sermayedarların ve politikacıların bohem hayatlarını, paragözlülüklerini, lüks düşkünlüklerini vb. topluma anlatmak gerekir derken de, benimle aynı şekilde düşünmektedir (bkz. s. 267-8). Fakat düştüğü bazı hatalar da var. Örneğin bu kişilerin “İslam’ın hiçbir olumlu özelliğini temsil etmeklerini” halka anlatmak, “Müslüman düşmanı haçlı zihniyetli emperyalist ırkçı güçlerle nasıl işbirliği yaptıklarını” anlatmak, “kutsal kitaplarda bunların yaptığı yoktur” (s. 268) gibi vurgularında yanılgı içindedir. Dinin meşruiyetini artıracak söylemler sağlıklı değildir. “Dinle barışık, dinsel rüzgârı da arkasına alan bir sola gereksinim duyuyoruz” (s. 268) şeklindeki değerlendirmesi de sağlıksızdır. Böyle bir gereksinim yoktur ve olamaz.

Yine yanılıyor: “temelde devrimci bir öz taşıyan tüm dinler” (s. 269) diye yazarken. Dinlerin başlangıçlarında yoksul, ezilen ve sömürülen kitlelerce benimsenmiş olması, onlara devrimci bir öz vermez. Bu nedenle Arslanoğlu’nun iddia ettiği gibi, bu “devrimci özü yeniden canlandırmak” diye bir ilgimiz ve meşgalemiz yoktur, olmamalıdır. Dinin yerine geçebilecek bir ideoloji olarak sosyalizmi görmekle, Arslanoğlu bir kez daha yanılıyor (bkz. s. 269). Dinlerin aksine sosyalist ideolojinin değerleri ve fikirlerinin işlevi farklıdır. Dinsel duygu ve düşüncelerin aksine, sosyalist ideolojik motifler etkinleştirici, isyan ettirici, mücadeleye sevk ettiren işlevlere sahiptir. Öte yandan Arslanoğlu’nun alıntı yaparak onayladığı şu mealdeki düşünce de yanlıştır: Marksistler dini afyon saydılar ve halkı da esrarkeş (bkz. s. 269). Hayır, Marksistlerin böyle bir iddiası da, tavrı da olmamıştır. (Marx, "afyon" metaforunu, dinlerin, halkın çektiği acıları dindiren işlevi için kullanır). Yeri gelmişken belirtelim; Arslanoğlu Manifesto’da “afyon” teriminin kullanıldığını belirtirken de yanlış yapmaktadır. “Bir yerde” geçiyordu diyor ve Marx’ın dini “kalpsiz dünyanın kalbi” olarak nitelemesinden bahsediyor (s. 268). Unuttuğu ve “afyon” nitelemesinin de geçtiği Marx eserinin adı, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş’tir.

Her ne kadar Arslanoğlu “evrimsel psikolojik açıdan yeni perspektif” (s. 269) olarak nitelese de görüşlerini, din hakkındaki görüşlerinin çoğu yeni değildir ve üstelik değindiğimiz birçok sağlıksız yaklaşıma da sahiptir.

İNSANDAN BEKLENTİLER: “Ondan düzgün bir eşya yapmak fevkalade zordur.” (s. 270). Kimden? “İnsan”dan… Sanki sosyalizm düzgün bir eşya... Oysa sosyalizm tarihsel akışın bir uğrağıdır. Oysa insanlar tarih yapıyorlar. Yüzyıllarca sömürülse ve ezilse de, devrimler yapıyorlar. Biz insanlara bu gözle bakmalıyız.

“İnsana kazanabileceği hedefler, elle tutulur, kendi yaşamında ulaşabileceği hedefler göstermek gerek.” (s. 270). Evet, politika zaten budur!.. Sosyalistler/komünistler başka bir şeycikler yapmıyorlar zaten.

SİYASETTE EŞİTLİK: “İnsan eşitliği bir yalan söylemdir (…) Konumuz siyasetse, bu konuda da yetenekli ve yeterliler, görece yeteneksiz, ilgisiz ve yetersizler elbette çıkacaktır. Bunun sonucu siyasi hiyerarşidir.” (s. 270-271). Bireylerin yetenekleri, ilgi alanları, kapasiteleri vb. farklıdır. Fakat örgütlenmede hiyerarşinin, işlevsel açıdan ele alınması gerekir. Burada işlevsel bir işbölümünden bahsetmek gerekir. Örgütsel düzenlemelerin, bireyci bakışla değerlendirilmesi sağlıksız sayılmalıdır.

“İnsan doğası eşitsizliğe, hiyerarşiye uygundur, ama sınıflı topluma, özel mülkiyete uygun değildir. Bunu en az 140 bin yıl sınıfsız toplumda yaşaması, ancak son beş altı bin yılda sınıflarla tanışmasından çıkarıyoruz”. (s. 271). Tarihsel gelişim kavranmıyor ve “insan doğası”na başvuruluyor. Başka yerlerde bu insan doğasında “eşitlikçi ve ortaklaşmacı” damardan da bahsedilmişti, hatırlayın. Bana göre bu çıkarsama, bilimsel değildir.

KABİLE RUHU: “Sıradan insan (…) örgütsel oluşumlara katılmanın kendine maddi ve manevi bir şeyler kattığını görmeli.” (s. 271). Evet, katılıyorum. Böyle olmasa zaten insanlar yeterince örgütlenmez ya da örgütlenseler bile bir süre sonra örgütlülükten ayrılabilirler. Mücadelenin ve örgütlenmenin bireyleri “beslediği” ve oluşturduğu dayanışma ruhu görülmelidir. Sosyalizm mücadelesinde insanların değiştiğini, insanların siyasetle değiştiğini biliyoruz.

AHLAK VE TOPLUMSAL BİLİNÇALTI: “Sol muhakkak ahlaklı ve ahlakçı olmalıdır.” (s. 272). Solun ahlaki değerleri vardır ve mücadelede bu değerler kullanılır. Fakat “ahlakçılık”, sosyalizmi salt ahlaki bir savunu olarak algılamak sorunludur.

“Toplumsal yozlaşma, çürüme, toplumsal suçlar, günahlar, buna karşı insanlığın ve toplumların bedel ödeyecekleri fikri, tufan, yeniden ayağa kalkış, diriliş motifleri sol propagandada muhakkak işlenmeli.” (s. 272). Bunlardan çoğu anlamsız ya da metafizik niteliktedir. Bu nedenle propagandası yapılmamalıdır. Örneğin daha çok sağcıların kullandığı “keser döner sap döner, bir gün gelir hesap döner” sözünün bile anlamı daha farklı ve sağlıklıdır. Örneğin “onlar asalaklardır, bizse dayanışma içinde, örgütlenen emekçileriz” türündeki bir yaklaşım sağlıklıdır. Halkın yozlaştığını/çürüdüğünü vurgulamanın politik bir getirisi olmadığına da inanıyorum.

8. Son söz

Okura Arslanoğlu’nun düşüncelerini sistemleştirmede zorlandığımı belirtmek istiyorum. Kısa süre zarfında (yaklaşık 3 gün) bu kadar tasnif edip, yazabildim. Arslanoğlu’nun görüşleri kitabının farklı bölümlerine dağılmış durumdadır.

Karşımızdaki bir “vakıadır” desek yeridir; bir solcunun/komünistin anti-komünist, bilimdışı, fantezi niteliğinde, dayanaktan yoksun düşünceleri, kitap haline getirip bastırdığı görülmektedir. Üstelik okuyanı da bol olacaktır.

Bay Kaan Arslanoğlu “bilimi alt üst ediyor” kısacası… Bilimle kalsa, yine iyi... Teoriyi, siyasal bakışı, sosyalist ideolojiyi de mahvetmeye çalışıyor.

Eleştirimde “sevgisiz” mi davrandım, yoksa sorun Arslanoğlu’nda mı?.. Okur karar versin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.