Mahmut Boyuneğmez
“İdeolojiler teorisinin esas görevi, fikirlerin, onlara sahip olan
kişilerin zihinlerinde nasıl doğduklarını veya kök saldıklarını açıklamak
olmalıdır.”
“(İdeoloji terimi-MB) akla çok uygundur, çünkü şüpheli ya da bilinmeyen
hiçbir şeyi farz etmez (…) Anlamı herkes için çok açık seçiktir.”
İdeolojilere ilişkin materyalist/bilimsel bir teori oluşturmak mümkün müdür?
Antoine Destutt de Tracy 1796 yılında, “ideoloji” kavramını, “idelerin bilimi”
anlamında kullanır.
Tracy böylelikle, tarihsel bir sorunu, “fikirlerin bilimi”ni oluşturma
sorununu, ütopik bir biçimde tespit eder. Bu tespitin ütopik olmasının nedeni,
Tracy’nin yaşadığı dönemde, toplumsal gelişimin, henüz ideolojilerin toplumsal
ilişkilerce nasıl koşullandığını realist ve kapsamlı biçimde kavratacak bir
düzeye ulaşmamasıdır. Tracy’nin bu ütopik çabası, zamanında burjuvazinin
dinsel/metafizik fikirlere karşı geliştirdiği liberal ideolojik mücadelenin bir
boyutu olarak kalır. Kuruluşundan önceki ütopik, ilerici, pragmatik ve realist
fikirleri bünyesinde özümseyen/aşan ve gelişimi süren bir ideoloji olarak
tarihsel materyalizm, ideolojilerin realist teorisinin oluşturulması yolunda
atılmış ilk kapsamlı adımdır. Yaşadığımız çağda, ideolojilerin oluşumu,
sınıflandırılması, işlevleri, işleyiş biçimleri üzerine realist incelemeler
yapılabilir
ve gelecekte alabilecekleri biçimlere ilişkin öngörülerde bulunulabilir. Bu
böyledir, çünkü bir sorunun/konunun realist/bilimsel incelenişi, ancak
incelenen gerçeklik üzerinde, pratikte bir denetim/egemenlik kurma potansiyeli
oluşmaya başladığında belirir. İncelenen gerçeklik, süreç, olgu, nesne vb.
üzerinde, en azından bir yönüyle denetim ve kontrol kurulabilir duruma gelindiyse,
o konuda bu yönüyle realist/bilimsel bir soyutlama yapılabilir. Bu durum
aslında, yabancılaşmanın ortadan
kaldırılmasıdır.
Kafa karışıklığına yol açmaması için, burada biz “ideoloji” terimini “fikirlerin
bilimi” anlamında kullanmayı yeğlemiyoruz. Onun yerine “ideolojilerin realist
teorisi” denmesini öneriyoruz.
Toplumsal
insan etkinliklerinin iki boyutu vardır: İdeal boyut ile maddi boyut. Toplumsal
ilişkileri oluşturan toplumsal etkinliklerin, ideal/ideolojik ve maddi boyutları
birbirinden ayrılmazlar ve birbirlerini bütünlerler. Her bir toplumsal
etkinlikte/pratikte, bir yönüyle duygulanımlar, davranış kalıpları, inançlar,
fikirler oluşurken, diğer yanda doğanın insan emeğiyle dönüştürülmesi sonucu
maddi kültür ürünleri yaratılır. Eş deyişle, toplumsal etkinliklerin içerisinde
insanlar, maddi ürünler oluştururken, bir yandan da zihinsel etkinlikleriyle
ideolojik/ideal yaratımlarda bulunurlar. Toplumsal pratiklerin ideal/ideolojik
ve maddi boyutları birlikte, kültürü oluşturur. Kültürün ideal ve maddi
boyutları pratikler olarak var olup, nesneldir.
İdeolojiler/idealar,
kültürün bir boyutu olarak vardır. Örnek verecek olursak, “tanrılar”, belirli
ideolojik pratiklerin toplamı içerisinde insanların bilinçlerinde beliren idealar
olarak vardır. Tanrı fikrinin nesnel gerçeklikte karşılığının olup olmadığı
üzerine yapılabilecek bilimsel bir soruşturma mümkün değilken, tanrı ideasının,
toplumsal belirli pratikler içerisinde oluştuğu, bu pratiklerin ideal ya da
ideolojik bir boyutu olarak bir var oluşa sahip olduğu açıktır. Başka bir
deyişle, dinsel duygulanımlar ve fikirler, nesnel gerçeklik içerisinde
toplumsal pratiklerin bir boyutu olarak üretilir ve her gün yeniden üretilir.
Metafizik
fikirler de dâhil olmak üzere tüm idealar dünyası/ideolojiler, toplumsal
pratiklerin ve ilişkilerin belirleniminde, bireylerin zihinlerinde
nöro-fizyolojik süreçler olarak ortaya çıkar. Bu süreçler duygulanımları,
fikirleri, inançları, düşünme ve kavrama işlemlerini vd. oluşturur. İnsanlarda
ideolojik duygulanımlar, davranışlar ve düşüncelerin üretimi, toplumsal
ilişkilerin varlığına ve ne durumda olduğuna bağlıdır. Yani belirleyici olan
toplumsal ilişkiler içerisinde insanların konumlanışları ve etkileşimleridir.
Beliriveren ise zihinsel süreçler olarak ideolojik öğelerdir.
Kültürün
ideolojik ve maddi boyutları, iktisadi faaliyetlerde, sanatsal, edebi
üretimlerde, siyasi etkinliklerde vd. birlikte var oluşa sahiptir. İnsanların
etkinliklerinin bu iki boyutunun ayrışık olduğu bir örnek yoktur. İnsanlar
maddi yaşamlarını üretirken, ideal olanları/ideolojileri de üretir. Örneğin, bu
nedenle konuşma eylemi bile, anlamlarla yüklü olarak ideolojik boyuta sahipken,
bir yandan da fiziksel olarak nesnel gerçeklik içerisinde bir değişime ve
sürece karşılık gelir.
İdealar
ile maddi olanları karşıtlaştırıp, ideaları nesnel gerçekliğin bileşeni
saymamak, doğacı materyalizme özgüdür. İnsanların toplumsal dünyasında,
idealar/ideolojiler nesnel varoluşa sahiptir. Örneğin tanrı fikri, belirli
ritüellerde ve pratiklerde, duygulanımlarda, düşünme ve yorum süreçlerinde,
davranışlarda vardır. Bunlar farklı insan topluluklarında farklı kültürlerin
bileşeni olarak yaşayan ve her gün yeniden yaşatılan pratiklerde içerilidir.
Yaşamsal etkinliklerin ideal boyutu, eş deyişle ideolojiler boyutu, toplumsal
gerçekliğin nesnel bir bileşenidir.
I. İdeolojilerin oluşumu
İdeolojiler, insanların zihinsel etkinliğinin ürünüdür. İdeolojilerin
oluşumunda saptanacak öznel yön
budur. Zihinsel etkinlikler, algılama, imgeleme, simgeleştirme, tasarım,
inanma, kavrama, anlama, soyut düşünme ve duygulanım gibi işlemleri kapsar.
Fikirlerin yanı sıra, algılama biçimleri, duygular, tasarımlar, kavrayış,
değer, inanç, ilke gibi öğeler de, ideolojilerin oluşumuna katılır. İdeolojiler
sistemleştirilip doktrin haline getirildiklerinde fikirlerle ifade edilir.
İdeolojilerin insanlar tarafından benimsenmesi, gereksinim duydukları
zihinsel/psikolojik süreçleri harekete geçirmesiyle olur. İnsanların
ideolojilere bağlanması, ideolojilerin, anlamlandırma, gerekçelendirme, teselli
sunma, kimlik kazandırma, sorunlarla psikolojik olarak baş edebilme gibi
işlevleri yerine getirmesi yoluyla gerçekleşir. İdeolojiler büyük oranda,
insanların günlük yaşamlarında kendiliğinden geliştirdikleri fikirlerin ve
davranış biçimlerinin sistemleştirilmesiyle oluşur. Günlük yaşamlarında
insanların oluşturduğu bu fikirlere, duygulanımlara, davranış kalıplarına,
inançlara, proto-ideolojik motifler
denebilir. Aslında bu ön-ideolojik motifler, Gramsci’nin “yığınların
kendiliğinden felsefesi olan ortak duyu”
olarak adlandırdığı oluşumun kapsamındadır. Ortak duyu, realist nitelikteki sağduyu bileşenlerine sahip olduğu gibi,
dinsel, milliyetçi ve diğer metafizik nitelikteki bileşenlere de sahiptir. İdeologların
iradi düşünsel üretimleri ve kasıtlı çarpıtmaları bu motiflere eklenir/eklemlenir.
Ortak duyuda dillendirilen özdeş simgesel biçimler (değerler, kavramlar;
örneğin hak, adalet, özgürlük, iyilik, insan, vatan vd.), farklı ideolojilerce
farklı anlamlarla damgalanır. Belirli fikirlerin, algılama biçimlerinin,
davranış tarzlarının ve duyguların ideolojik bir formasyon oluşturması, bir
anlam bütünlüğü varsa olanaklıdır. Tekil fikirler ya da duygulanımları
“ideoloji” diye nitelemek mümkün değildir. İdeolojiler oluşturulurken ve
yeniden üretilirken zihinsel süreçler faalse de, bütün psikolojik/zihinsel süreçler,
ideolojik karakterde değildir. Daha açık söylersek, ideolojileri bireylerin
psikolojileriyle özdeşleştirmek yanlıştır. Bu nedenle akıl hastalıklarında da
görülen bazı düşünme biçimleri örneğin sanrılar (hezeyanlar), metafizik
ideolojilerin üretimine katılabilirse de, bu hastalıkların bireylerde gözlenen
bulguları bir ideoloji oluşturmaz. İnsanların ortaklaşa paylaştıkları, belirli
bir anlamsal bütünlüğe sahip algılama, duygulanım, düşünme ve davranış
biçimleri, özgül bir ideolojik formasyonu oluşturur.
Belirli duygular, davranışlar ve fikirleri ilişkilendirerek onlara ortak
bir anlam veren ve böylelikle onların ideolojik olmasında önemli rol oynayan,
bu duygulanım biçimlerinin, davranış tarzlarının ve düşünme şekillerinin
kolektif/ortaklaşa deneyimidir. İdeolojiler, belirli bir topluluğun ortak
anlamlandırma, duygudaşlık, kolektif davranış normları üreten pratikleri
olmadan var olmaz. Ritüeller, ayinler, ibadetler, törenler, topluluğun saygı
duruşu ve marş okuması gibi kalıplaşmış ve belirli periyotlarla topluca
tekrarlanan davranışlar, aydınların ortak entelektüel etkinlikleri, ideolojik pratiklere örnektir. Siyasi
hareketlere ideolojilerle yön verildiği bilinir; fakat aynı zamanda siyaset
pratiği, ideolojileri yeniden üreten bir ideolojik pratiktir.
Bu noktada, netleşme sağlamak için bir iki örnek verebiliriz. Örneğin,
yakını ölen biri buna üzülür. Bu, hemen her toplumda gözlenen, olağan bir
duygudur. Oysa ölenlerin “milli
şehit” olarak kodlandığı cenaze töreni gibi pratiklerle, üzüntü, öfke ve kin
gibi duygular milliyetçi ideolojik bir kalıba sokulur, bu duygulara bir anlam
ve yön verilerek, toplumda belli bir milliyetçi duyarlılık oluşturulur. Yine
örneğin, dindarlığın, yoksunlukları kabullenme ve olumsuz yaşam koşullarına
karşı dayanma gücü ve sabır verme işlevi vardır. Dinler, yaşanan
başarısızlıkları, hastalıkları, acı ve sıkıntıları olduğundan başka türlü
anlamlandırır. Karşılaşılan dertler “tanrının kulunu sınaması” olarak
anlaşılabilmektedir. Bireylerin bu duygu ve fikirlerinin başkalarınca
paylaşılması, kolektif duygudaşlık ve dayanışmanın oluşması, bu duygu, davranış
ve fikirleri yeniden ve yeniden üreten pratikler içinde olmaları, bireysel
dindarlıkların, kolektif bir ideoloji haline gelmesinde önemlidir.
Bir ideolojik formasyon kapsamındaki belirli fikirleri, davranış
normlarını, değerleri vb. üreten temel unsur, “ideolojik pratikler” değildir.
Bu pratikler zaten belirli bazı ideolojilerin var oluş biçimleridir. Yalnızca
bu “ideolojik pratikler” değil, toplumsal yaşamda önemli olan her türlü pratik
etkinlik, (proto-) ideolojik motiflerin üretimini ve yeniden üretimini sağlar.
İdeolojilerin oluşumunda, insanların toplumsal ilişkiler içerisindeki
konumu ve bu konumun belirleyiciliğinde gerçekleştirdikleri pratikler, nesnel
bir temel oluşturur. İdeolojilerin oluşumundaki nesnel yön işte budur. İdeolojilerin taşıdığı özellikleri
belirleyen bu toplumsal nesnel temeldir. Örneğin, kapitalist üretim biçiminin
egemen olduğu bir toplumsal formasyonda bireyler, kişisel başarılarından dolayı
ödüllendirildiğinde, liberalizmin bazı değerleri üretilmiş olur. Koşulları ve
olanakları farklı olan bireylerin yarışması, aralarında rekabeti doğurur. Böyle
bir toplumsal ortamda bulunan bireyin, diğerlerinden daha hızlı koştuğu,
sınavlarda daha yüksek not aldığı, iş arkadaşlarından daha çok çalıştığı
pratiklerde bulunduğunda ödüllendirilmesi, kendisinde ve etrafındaki kişilerde,
bireycilik anlayışının ve rekabetin sağlıklı olduğu fikrinin üretilmesine
yarar. Oysa komünizmin alt evresi olan sosyalizmde, yarışma ve ödüllendirme
rekabeti ve bireyci anlayışı değil, yaratıcılığı ve toplumsal ilerlemeye
katılımı getirir. Liberal demokratik katılımcı pratiklerin yurttaşlarda “kendi
kendilerini yönettikleri” ya da kendi geleceklerini tayin etmede “özgür”
oldukları şeklinde bir yanılsama üretmesinde de; “kalpsiz toplumsal/maddi
dünya”nın emekçileri sefilleştirici pratiklerinin, sığınılacak, kendisiyle
teselli olunacak bir “manevi/dinsel dünya”yı oluşturmasında da, bahsettiğimiz
durum geçerlidir.
Maddi yaşamın üretim pratiği, toplumsal var oluşunun olmazsa olmaz koşulu,
temel ya da merkezi öğesidir. Üretim süreci, teknik bir süreç değil, diğer
toplumsal ilişkileri, pratikleri ve kurumların işleyişini koşullayan, onların
var oluş zeminini oluşturan bir pratiktir. Üretim sürecindeki insanlar, bu
süreçte, hiyerarşik örgütlenmeye gider, işyerlerinde tahakküm (domination)
mekanizmaları geliştirir ve ideolojik motifler üretir. Üretim ilişkileri, tarihin
hiç bir döneminde salt iktisadi ilişkiler olmamıştır; aynı zamanda iktidar ve
tahakküm ilişkileridir. Üretim pratiği ve dolayısıyla ilişkilerinin, diğer
toplumsal ilişkileri ve pratikleri (bunların düzenleniş ve işleyiş kalıbı
olarak üstyapıları) koşullaması, onları biçimlendiren temel ya da nihai kaynak
işlevini yerine getirmesi, tarihsel süreçte giderek karmaşıklaşan ve
dolayımlı/aracılı mekanizmalar, süreçler üzerinden gerçekleşir. Emek güçlerinin
yeniden üretimi ise, iktisadi olmanın yanı sıra, toplumun devletsel, ideolojik,
kültürel boyutlarındaki pratikler
üzerinden sağlanır. Hegemonik araçlar
(Gramsci) olmadan, kapitalist bir toplumsal formasyonda, emek güçlerinin
yeniden üretiminden bahsedilemez. Bu araçlar arasında kültür endüstrisi (Horkheimer ve Adorno) de bulunmaktadır.
“Toplumsal yaşam özünde pratiktir” (Marx). Toplumsal yaşamdaki pratikler ve
bu pratiklerle birlikte oluşan ilişkiler, ideolojik pratikler, bilimsel
pratikler, sanatsal pratikler, hukuku oluşturucu pratikler, siyasal pratikler,
devlet kapsamındaki toplumsal ilişkiler, halklar arasındaki ilişkiler, cinsler
arasındaki ilişkiler, devletlerarasındaki ilişkiler vb.’dir. Bu toplumsal
ilişkilerin ve pratiklerin zihinsel ürünleri, ideolojiler, estetik ideolojiler,
bilimsel düşünceler, hukuk kuralları, ırkçı, cinsiyetçi, sömürgeci/mandacı
ideolojik motifler vb.’dir. Bu zihinsel ürünlerin bağımsız var oluşlarının
bulunduğu düşüncesi, bunların insanların yeni pratiklerinin birincil belirleyici
koşullarıymış gibi görünmeleri, bir ters çevirme ve illüzyonun sonucudur. Oysa
her toplumsal ilişki biçimi ya da her pratik türü, diğer toplumsal ilişkiler ve
pratiklerle etkileşim içinde, bahsettiğimiz ürünlerin oluşumunda
belirleyicidir. Toplumsal ilişkilerin oluşturduğu bütünlük içinde
oransız/eşitsiz gelişmeler de gözlenir.
İster bir yazar, bir sanatçı, bir mimar, bir politikacı, ya da bir filozof
vb. olunsun, insanlar, sahip oldukları fikirlerin/ideolojilerin pratiklerini
oluşturduğunu ve böylelikle fikirlerinin somut maddi ürünleri yarattığını
düşünebilir. Oysa üretim pratikleri, kültürel pratikler, devlet işleyişi kapsamındaki
toplumsal ilişkiler, siyasal pratikler ve diğer tüm toplumsal pratikler, somut
maddi ürünler yanı sıra, fikirlerin/ideolojilerin üretimine ve yeniden
üretimine, kurumların var olmasına yol açar. İnsanların ideolojileriyle eyleme
yöneldikleri; yazılı hale getirdikleri hukuk kurallarını kullanarak üretim
ilişkilerini ve toplumsal yaşam pratiklerini düzenledikleri; devlet
kurumlarındaki işleyişi sağlayan insanların çeşitli dolayımlarla toplumsal
yaşamın birçok alanına müdahale ettikleri vb. doğrudur. Fakat ideolojiler,
bilimsel düşünceler, estetik ideolojiler, yazılı hukuk kuralları gibi zihinsel
ürünlerin, devlet kurumlarının kendi başına var olduğu ve iş gördükleri
söylenemez. Makineler, sanat eserleri gibi uygarlığın maddi öğeleri, geleceğe
miras kalır. İnsanlar, bilgilerini, bilgileşmemiş inançlarını, ideolojilerini
yeni kuşaklara eğitim-öğretimle ya da yazılı yolla bırakır. Ancak, doğrudan
aktarılan pratikler olmadan, hem maddi ürünlerin, hem de inançların,
bilgilerin, ideolojilerin yeni kuşaklar tarafından kullanımı söz konusu olamaz.
Bazı fikirlerin yüzyıllar boyunca geçerliliğini yitirmeyişi, o fikirleri
üreten pratiklerin, özünde varlıklarını sürdürmelerinin ya da günümüzde de
tekrarlanabilir durumda olmalarının eseridir. Fikirlerin, ideolojilerin,
bilimsel teorilerin, estetik ideolojilerin vb. yazılı/sözlü eğitsel yollarla
gelecek kuşaklara aktarılma imkânı olduğu için, onların ve onlardan sonra
gelecek kuşakların, pratiklerine, faaliyetlerine bu fikirler, ideolojiler,
teoriler bir yön veriyormuş, faaliyetlerine bir temel sağlıyormuş gibi görünür.
Hakikaten bunların, geleceğe bu yollarla aktarımı da, belirli işlevleri de
vardır; ancak gelecekteki işlerlikleri için, onları üreten ve yeniden üreten,
eski pratiklere benzer yeni pratiklerin var olması gerekir. İşte değerlerin,
ahlakın, her türlü fikrin, tüm ideolojilerin, teorilerin, bilimsel
düşüncelerin, yazılı hukukun sanki bağımsız bir var oluşları varmış gibi
görünmesinin altında yatan mekanizma budur. Tarihsel materyalistlerin,
insanların düşünsel ürünlerine ilişkin kavrayış biçimi budur. Marx’ın tüm
eserlerine, özellikle Alman İdeolojisi adlı eserine, bu bakış
açısı egemendir.
Siyasal ideolojilere gelince… Siyasal ideolojileri birbirinden ayırt eden,
onların sahip oldukları toplumsal işlevdir. Belirli fikirlere, duygulara,
davranışlara ortak bir anlam yükleyen ve onlara toplumsal alanda özgün bir
işlev kazandıran şey, bu ideolojileri yeniden üreten insanların sınıfsal
çıkarları, ihtiyaçları, istekleri ve özlemleridir. Kısacası, siyasal ideolojileri
karakterize eden, sınıflar arasındaki mücadele ve sınıfsal konumlanışlardır. Klasik
liberalizm, burjuvazinin sınıf çıkarlarını yansıtır. Ezilen sınıfların yaşam
koşulları, dinsel ve milliyetçi ideolojik motiflerin oluşumuna uygun ortam
sağlar. Bu ideolojiler, emekçilerin içerisinde bulundukları yaşam koşullarının
gerçekçi kavranışına engeldir. Karşı-devrimci, dolayısıyla anti-komünist
işlevleri, toplumsal gerçekliği olduğundan daha farklı, çarpıtarak
yansıtmalarındandır. Dinler ve milliyetçilik, emek-sermaye çelişkisinin
hissedilmesi, sezilmesi, kavranması ve aşılması yönünde bir bilinç gelişiminin
önünde engel olur. Kentli “tuzu kuru” vasıflı emekçilerin, profesyonellerin
yaşam tecrübelerine, habituslarına uygun ideolojik formasyonlarsa daha çok, günümüz
Türkiye’sinden örnekleyerek söylersek, feminizm, laikliğe indirgenmiş bir Kemalizm,
çevrecilik, hayvan hakları savunuculuğu türünden bütünsel olmayan, küçük
ölçekli ideolojilerdir. “Sivil toplum örgütleri”nce sahiplenilen bu
mikro-ideolojik yönelimlere, masonluk; “kardelen ayşe”, “haydi kızlar okula”,
“yüzyılın iyilik hareketi” gibi sloganlarla ünlenen her türden hayırseverlik de
dâhildir.
İdeolojileri oluşturan şey, yukarıda bahsedilen bu nesnel ve öznel
süreçlerin bileşimidir. Toplumsal yaşamı oluşturan nesnel pratik süreçler,
ideolojileri oluşturan öznel zihinsel süreçleri, dolayısıyla ideolojilerin
özelliklerini belirler.
II. İdeolojilerin sınıflandırılması
İdeolojiler din, milliyetçilik, liberalizm, sosyalizm gibi ana gruplar
halinde sınıflandırılır. Bu ana gruplara dâhil
olan çeşitli ideolojiler vardır. Din ana grubu altında totemizm, Şamanizm gibi
ilkel dinler, paganizm ve Hinduizm gibi çok tanrılı dinler, Yahudilik ve
İslamiyet gibi tek tanrılı dinler yer alır. Milliyetçilik ana grubu altında
liberal milliyetçilik, faşist milliyetçilik, etnik-kültürel milliyetçilik gibi
milliyetçilik türleri bulunur. Liberalizm ana grubu altındaysa klasik
liberalizm, modern liberalizm, sosyal demokratik liberalizm, neo-liberalizm vb.
vardır. Bu noktadan yola çıkılarak ideolojiler, genel olarak ilki “tür” adı,
ikincisi “cins” adı olmak üzere ikili bir adlandırmaya tabi tutulmuştur.
İslamiyet dini, sosyal demokratik liberalizm gibi… Aynı cinsten ideolojilerin
farklı türleri arasında, temel ilke, inanç ya da yaklaşımları yönünden
benzerlikler bulunur.
Farklı toplumlarda, aynı gruptan da olsa, birbirlerinden farklı birçok
türde ideolojinin üretilmiş olmasının nedeni, insanların içerisinde
bulundukları ve yaşadıkları toplumsal pratiklerin özgüllüğüdür. Bu özgünlükler
bir yana bırakıldığında, aynı cinsten ideolojilerin ortak temel özelliklere
sahip olmaları, bu ideolojileri üreten insanların aynı tarihsel dönemde
yaşamaları ya da aynı üretim tarzının çerçevesini çizdiği toplumsal ilişkileri
paylaşmalarından kaynaklanır. Belirli bir tarihsel dönem içinde, farklı
toplumlarda, birbirinden farklı din türleri, mistik inanışlar, metafizik
düşünceler üretilebilmiştir, ancak bunlarda, o tarihsel dönemin toplumsal
ilişkilerinin damgasını vurduğu ortak özellikler ve ideolojik motifler
saptanır. Yine örneğin, faşizmin çeşitlerinin, Avrupa’da İtalya, Almanya,
İspanya ve Portekiz toplumlarında, iki dünya savaşı arasındaki dönemde ortaya
çıkışı tesadüf olmamalıdır.
Toplumlar arasındaki ve toplumsal ilişkilerdeki eşitsiz gelişim nedeniyle,
aynı tarihsel dönem içerisinde eski ve yeni ideolojilerin, bir arada ve
etkileşim içerisinde oldukları da gözlenir. 19. ve 20. yüzyılda,
ulus-devletlerin oluşumu sırasında, milliyetçi ideolojiler türemiştir; bunların
farklı toplumlarda farklı zamanlarda belirmesi, tarihteki eşitsiz gelişimin bir
sonucudur. Ayrıca, ideolojiler yeniden üretilirken, değişen toplumsal
ilişkilerin getirdiği yeni veya farklılaşmış pratiklerle birlikte
revizyona/reforma uğrar ve tarih içerisinde başkalaşır.
Özetle, aynı grupta yer alan farklı ideoloji türleri arasındaki
benzerlikler şu faktörlerle açıklanabilir:
i. Aynı cinsten ideolojilere inananlar arasındaki doğrudan etkileşimler,
ii. Bir ideoloji türünün başkalaşarak diğer bir ideoloji türünü doğurması,
iii. İnsanların farklı toplumlarda da olsa benzer/özünde aynı toplumsal
ilişkiler içerisinde bulunmaları,
iv. Aynı/benzer pratiklerin ürünü olan zihinsel tepkilerin birbirine benzeyen
özellikler göstermesi.
İnsanların diğer insanlarla ve doğayla olan ilişkileri gelişim halindedir.
Tarih, özünde bu gelişimden başka bir şey değildir. Tarihteki ilerleme,
ilerletici ve muhafaza edici eğilimler arasındaki karşıtlık ve çelişkinin,
düzen ve değişim vektörlerinin bileşkesinin sonucudur. İnsanların düşünsel
üretimleri de, statükoyu ve düzeni koruyan/yeniden üreten fikirler ile değişimi
sağlayan ve değişim sürecine katılan fikirler olmak üzere iki kategoriye
ayrılmalıdır. Bunlara, haklı bir biçimde ve yaygın olarak sırasıyla, sağ/gerici
ideolojiler ve sol/ilerici ideolojiler denmektedir.
Evrim teorisi, görelilik teorisi ve diğer bilimsel teori ve görüşlerin,
klasik anlamıyla ideolojiler arasında sayılması ilk bakışta saçma ve yanıltıcı
görünebilir. Yine bilimin, örneğin milliyetçilikle ya da bir din türüyle aynı
düzlemde incelenmesi sakıncalı sayılabilir. Ancak, bilimlerin temel yapı taşı
olarak “bilgi”nin ne olduğunu sorguladığımızda, bilimin de doğal ve toplumsal
dünyayı yorumlamada kullandığımız bir düşünsel üretim olduğu görülecektir.
“Bilgi” ile “metafizik inanç” arasında bir ayrımın var olduğu ve bu ayrımın
benimsenmesi gerektiği kabul edilmeliyse de, “bilgi” öncelikle bir “inanç”tır.
Neo-pozitivistlerin bilgiyi, “belgelendirilmiş ve doğrulanmış inanç” olarak
tanımlaması yanlış sayılmamalıdır. Bilimsel
düşünceleri/teorileri, olağan anlamıyla ideolojilerden ayırt eden özellikler
elbette vardır ve göz ardı edilmemesi gerekir. Fakat bu durum, bilimsel
bilgilerin, fikirlerin, teorilerin de, dünyayı yorumlamada kullanılan düşünsel
ürünler olduğu gerçeğinin üzerini örtmemelidir.
Bilimsel düşünceler, gerici emeller için de kullanılabilir, ancak genelde
ilerletici/ilericidir. Doğa ve toplum bilimleri, insanların doğal ve toplumsal
süreçlere bağımlılığını azaltır. Bilim, bu süreçler üzerinde giderek artan
oranlarda denetim ve kontrol kurmamızı sağlar. Doğa ve toplum bilimleri
sayesinde insanlar, doğal ve toplumsal dünyayı değiştirir. Günümüzde sınıflar
arası karşıtlığın ve çelişkinin ilerletici yönünü temsil eden komünist ideoloji
de, devrimci/ilerici bir ideolojidir. Komünist ideolojinin fikirleri aynı
zamanda gerçekleşebilir özelliktedir. Komünist fikirlerin gerçekleştiği
devrimci süreçte, insanlığın toplumsal ilişkiler üzerindeki denetimi de artar.
Biz, gerçekleştirilebilir fikirler barındıran, fikirleri gerçekleştirildiğinde
insanlığın, doğal ve toplumsal gerçekliğin çeşitli süreçleri/kesitleri/yönleri
üzerinde egemenlik kurmasına yarayan teorilere ve ideolojilere, “realist
teoriler ve ideolojiler” diyoruz. Bu teoriler/ideolojiler, gerçekliğin
“mantığını”/mekanizmalarını doğru kavradığımızı gösterir veya bu
teorilerin/ideolojilerin bakış açıları gerçeklikteki değişim eğilimiyle
çakışır. Başka bir ifadeyle, realist teoriler/ideolojiler, bilimsel bilgiler,
bu bilgilere yaslanan ya da bu bilgilerle uyumlu doğruluk değeri yüksek
kanılar/fikirler içerir.
Düşünsel boyutuyla doğa ve toplum bilimleri, Marksizm, tarihsel materyalizm
ve komünizm, realist teoriler ve ideolojilerdir. Günümüzde, genel olarak doğa bilimlerindeki
realizm, toplum bilimleri alanındaki realizmden daha gelişkindir. Marksizm,
değişim içerisindeki toplumsal gerçekliğin temel işleyiş mantığını realist bir
biçimde kavrayan, toplumsal gerçeklikteki dönüşüm sürecinde doğrulanan,
toplumsal süreçler üzerinde denetim ve kontrol kurulması yolunda atılmış önemli
bir teorik adımdır. Toplumsal olguların/süreçlerin, bütün insanlar tarafından,
en az sağduyu düzeyinde olmak üzere,
realist bir şekilde kavranışı, tarihin komünizm döneminde gerçekleşecektir. Bu ancak,
toplumu/toplumları bütün üyeleriyle kucaklayacak kolektif bir örgütlenmeyle,
devletin toplumsal örgütlenmeyle eşitlenmesiyle ve planlı toplum
mühendisliği etkinlikleriyle, toplumsal düzenleniş ve işleyiş (=yapılar) üzerinde
kolektif bir denetim ve egemenlik sağlandığında mümkündür. Tarihsel-diyalektik
materyalizm, birincisi, bilimsel bilgilerle (doğa ve toplum bilimleri) uyumlu
olduğundan ve bilimler üzerinden soyutlandığı için, ikincisi, komünizme
açıldığı için realist bir felsefedir. Bu niteleme, materyalizmin düşünce
içeriğinin gerçekleşebilir olduğunu belirtmemekte, bir felsefi tavır olarak
bilimsel düşüncelerin gerçekçiliğini ve genel olarak realizmi benimsediğini
ifade etmektedir.
Gerici/sağ ideolojiler, üzerinde sınıflar arası karşıtlığın damgasını
taşıyan toplumsal ilişkilerin pragmatik biçimde yönetilmesini, korunmasını ve
yeniden üretimini anlatır.
İlk dönemlerinde, liberalizm görece ilerici ve muhafazakârlık görece gerici
bir ideoloji olsa da, günümüzde bu iki ideoloji, tüm varyantlarıyla birlikte
gerici düzen ideolojileridir. Bunlar kapitalist toplumsal formasyonların pragmatik
ideolojileridir. Liberalizm, sosyal-demokrasi, Kemalizm, yeni
sağ/neo-konservatizm gibi pragmatik ideolojiler, gerçekleştirilebilir fikirler
barındırır. Aslında bu ideolojiler, kapitalist toplumsal düzende gerçekleşmiş
olan siyasal ve iktisadi pratiklerin düşünsel temsilleridir. Sosyal liberalizm,
neo-liberalizm gibi liberalizm türleri, sosyal refah liberalizmi, sosyal
demokrasi, neo-con/yeni sağ ideoloji, geçtiğimiz bir yüzyıl boyunca kapitalist
dünyada hâkim olan toplumsal ilişkilerin hâkimiyetinin düşünsel ifadesi
olmuştur. Sosyal liberalizm, sosyal-demokrasi, Kemalizm, neo-liberalizm vb.
emek-sermaye karşıtlığı/çelişkisi referans alındığında, sermaye sınıfının
çıkarlarını yansıtan, düzen yanlısı, pragmatik ideolojilerdir. İşçi sınıfının
mücadele/örgütlenme düzeyi ve reel sosyalizmin güçlü olması/zayıflığı da,
burjuva sınıf ideolojilerinin revizyona uğrayıp, çeşitli uğraklardan geçmesinde
temel etkendir.
Pragmatik düzen ideolojilerinin düşünce içeriklerinin pratikleşmesi,
toplumsal ilişkilerde köklü değişikliklere yol açmaz. Sadece belirli toplumsal
ilişkiler yeniden düzenlenir. Örneğin John Maynard Keynes’in iktisadi
düşünceleri, Batı Avrupa’da ikinci dünya savaşından sonra uygulamaya konan
makro-ekonomik politikalara ilham kaynağı olduğunda da olan budur. Burjuva
siyasal iktisat, siyaset teorisi, sosyoloji teorileri gibi “bilimler”,
inceledikleri alanlarda geçerli özsel mekanizmaları saptadıkları oranda kısmen
realist bir niteliğe de sahiptir.
Dinler, milliyetçilik ve faşizm, metafizik ya da gerçekleştirilmesi
imkânsız fikirler, inançlar üzerine kuruludur. Bunlar da gerici/sağ
ideolojilerdir. Bu ideolojilerin günümüzdeki işlevi, kapitalist dünyada mevcut
toplumsal ilişkilerin muhafaza edilmesidir. Bu ideolojiler, emek-sermaye
çelişkisinin korunmasına ve yeniden üretimine hizmet eder. Tanrı, şeytan, cin,
“kutsal ruh”, reenkarnasyon, ırk, ulus (millet) gibi ilk elde akla
gelen temel kavramlarına ve bu kavramlar etrafında örülen inançlarına bakarak,
bu ideolojilere “metafizik ideolojiler” denebilir. Marx’ın din için kurduğu
ünlü “afyon” analojisini hatırlarsak; metafizik ideolojiler kapsamındaki
duygular, fikirler, düşler, iman ilkeleri, inançlar, ahlaki değerler vb. sömürü
düzenlerinde “acı” çekenlerin “acı”sının reel nedenini yok etmez, sadece “acı”
algısını önler.
Bu noktada, akla şu soru gelebilir; milliyetçilik 20. yüzyılda, kimi zaman
ve yerlerde, ilerici ve gerçekleştirilebilir bir ideoloji olmamış mıdır? Bize
göre, “ezilen halkların milliyetçiliği” kendinden menkul bir biçimde ve her
zaman ilerici bir nitelik taşımaz. Geçmişte emperyalist cepheyi zayıflatmak ve
yapılanmasında çatlaklar oluşturmak, fakat özünde ulusal kurtuluş
mücadelelerinde işçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirme mücadelesini
desteklemek için savunulan “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” siyasal
ilkesi, bugün gereksizleşmiştir. Zaten geçmişteki ulusal kurtuluş
mücadelelerinin ürettiği ideolojiler arasında, “emperyalizme karşı işçi sınıfı
yurtseverliği” ile “emperyalist hiyerarşiye entegrasyon yanlısı burjuva/liberal
milliyetçilik” şeklinde bir ayrım da yapılmalıdır. İlerici olan ve “halkların
kardeşliği” fikrini gerçekleştiren sosyalist ideolojidir. Liberal
milliyetçilikse, görece ileri tarihsel adımların ürünü olsa da, imgesel bir
“ulus bilinci” inşasını temsil eder ve bu da, iktisadi, siyasal, kültürel/ideolojik
pratikler yanı sıra zor pratiğinin de üzerinden türetilmiştir. Milliyetçi
fikirler gerçekleşmemiş, gerçekleşen bahsedilen bu pratikler üzerinden
milliyetçi fikirlerin türetilmesi olmuştur. Geçmişteki liberal
milliyetçiliklerin ilericilikleri göreceli ve sınırlıdır; günümüzdeyse
milliyetçiliğin her türlüsü gericidir.
Yaptığımız sınıflandırmaya karşı ileri sürülebilecek olası başka itirazlara
da değinebiliriz. Örneğin, “İslam İmparatorluğu’nun toprakları genişletilirken,
fethe çıkanlar, ‘cihat’ düşüncelerini gerçekleştirmemiş midir?” gibi bir soru
sorulabilir. İslamiyet dinine inanlar, elbette hayatlarında somut pratiklerde
bulunur. Örneğin komşu toprakları fethetme bir toplumsal pratiktir. Fetih
sırasında sahip oldukları metafizik düşünceler, inananların cesaretini
artırabilir, onları yiğit kılar vb. Bu düşüncelerin bir işlevi de zaten budur.
Bir fetih için imkân ve koşullar olgunlaşmışsa, o fetih yapılabilir. Örneğin,
askeri araçların gelişim düzeyi, muharebe için yeterli asker sayısının
devşirilmesi, askeri organizasyon tekniği, egemen sınıfın konjonktürel
çıkarları, toplumsal ihtiyaçlar vb. bu maddi imkânlar/koşullar arasında yer
alır. Muharebeyi kazananlar ve kaybedenler, gerçekleştirdikleri pratik
üzerinden, “tanrı bize yardım etti ya da etmedi” türündeki metafizik
inançlarını yeniden üretir. Ancak iki taraf için de gerçekleşen metafizik
düşünceleri değildir. Fethedenler gerçekte, tanrı adına değil, kendi adlarına
muharebeyi kazanır. Tarihsel ilerlemeyi, metafizik düşünceler değil, bu
düşünceleri üreten insanların pratikleri sağlar.
Başka bir itiraz şu soruyla dile getirilebilir; “şer-i hukuk kuralları,
yaşama geçirilen düşünceler değil midir?” Şeriat hukuku, geçmişteki “İslami”
toplumlarda yaşanmış bir toplumsal ilişki biçimidir. Günümüzde örneğin İran,
işgal öncesi Afganistan (ve şimdi günümüzde Afganistan) gibi ülkelerde de belli
ölçülerde gözlenir. Bu hukuku üreten ve yeniden üreten toplumsal ilişki ve
pratiklerdir. Elbette İranlılar, 1979 karşı-devrimi sonrasında uygulamaya konulan
şer-i hukuk kurallarıyla, toplumsal ilişkilerini düzenlemeye başlamıştır.
Yüzyıllar önce üretilen bu yazılı hukuk kurallarına, bazı önemli
değişikliklerle yeniden işlerlik kazandırmışlardır. Fakat bu durum, dinlerin
temel iskeletini oluşturan metafizik düşüncelerin pratikleştirilemez olduğunu
belirten savımızı geçersiz kılmaz. Uzatmadan belirtelim ki, dinlerin kapsamında
yer alan temizlik kuralları da yaşama geçirilebilirdir. Görülmesi gereken
şudur; hukuk da, temizlik kuralları da, dinle eklemlenen unsurlardır.
Faşist devlet, Sovyet anayurduna ve Avrupa’nın diğer ülkelerine açılan
savaş, faşistlerin kitlesel katliamları vb… Bunlar elbette gerçekleşmiştir.
Faşist rejimler, dönemin Avrupa’sındaki -Rusya’dan sonra gelen- en zayıf iki
halkada, Almanya ve İtalya’da gerçekleşmiştir. Faşist devlet, bir kapitalist
devlet türüdür. Ancak Nazi faşizminin ırkçı ülküsü, İtalyan faşizminin Roma
İmparatorluğunun yeniden doğuşu miti gibi fikirlerin, metafizik karakterde
olduğuna da şüphe yoktur. Faşizmin lider anlayışı, tarihe ve geleceğe bakışı,
ırkçı ve sosyal-Darwinist görüşleri ve diğer irrasyonel fikirleri, metafizik
niteliktedir. Peki, faşizme ilerici diyen birileri var mıdır? Günümüzde de
faşist ideoloji, emek-sermaye karşıtlığının/çelişkisinin korunmasına hizmet
etmektedir.
Hedeflerine ve dile getirdiklerine bakıldığında genel olarak ilerici
oldukları kabul edilmesi gereken, ancak kimi sağlıklı ve ilerici özellikteki
fikirlerinin ve hedeflerinin gerçekleşmesi için uygun olmayan stratejilere
sahip ideolojik hareketler de vardır. Feminizm, çevrecilik, anarşizm,
sınıflandırmamızda bu kategoriye aittirler. Bunlara “ütopik ideolojiler”
denebilir. Elbette bu ideolojiler için, liberal feminizm, sosyalist feminizm,
eko-sosyalizm, eko-anarşizm, eko-feminizm, anarko-komünizm, anarko-kapitalizm
ve bireyci anarşizm gibi alt gruplandırmalar da yapılabilir. Bu durumda,
örneğin kadınların erkeklerle eşit siyasal haklara sahip olmasını savunan
liberal feminizmin, liberalizmin bir alt kolu olarak görülmesi mümkündür. Diğer
ideolojilerle ilişkilenmeleri ve eklemlenmeleri bir yana bırakıldığında,
genelde bu ideolojilerin kendi başlarına hedeflerini nasıl ve hangi yollardan
gerçekleştireceklerini ortaya koymadıkları görülür. İleri sürdükleri yollarsa
hedeflerini gerçekleştirebilir özellikte değildir. Bu ideolojiler, toplumsal
yaşamın otorite/boyun eğme ilişkisi, cinsler arası ilişkiler ve çevreyle olan
ilişkiler gibi bazı sınırlı görüngülerini dikkate alır. Başka bir ifadeyle,
anarşistlerin, feministlerin, çevrecilerin, algılamaları ve kavrayışları
seçicidir; toplumsal ilişkilerin bazı boyutları, onların dikkatini çeker. Bu
ideolojileri savunanlar genellikle, dikkatlerini çeken görüngüleri çoğu kez
diğer görüngülerle bile ilişkilendirmeksizin ve toplumun işleyişine dair özsel
mekanizmaları, bütünsel ve realist bir biçimde değerlendirmeksizin yola
çıkarlar.
İdeolojilerin ilericilik/gericilik özellikleri, tarihsel dönemlere göre
değişir. İlerici bir ideolojinin, tarihsel akış içerisinde gerici-statükocu bir
özellik kazanabildiği unutulmamalıdır. Örneğin siyasal liberalizm,
geçmiştekinin tersine günümüzde aldığı neo-liberalizm biçimiyle gerici bir
düzen ideolojisidir. Gerçekleştirilebilirlik de tarihsel açıdan göreli bir
niteliktir. Örneğin ütopik ideolojiler, günümüzde gerçekleştirilemeyecek olan
fikirlere sahiptir. Ütopik ideolojileri niteleyen asıl özellik, içerdikleri
fikirlerin, tasarıların, şimdiki zamanda ve mevcut toplumsal koşullar
çerçevesinde gerçekleşme yolunu realist bir biçimde tanımlamayışlarıdır.
Komünizmse bir ideoloji ve toplum biçimi olarak, çevreciliğin, feminizmin ve
anarşizmin ayakları yere basmayan ilerici fikirlerini massedebilecek bir
kapsama ve maddi olanaklara sahiptir. Ayrıca, soyutlama yaparken, indirgeme
yapıldığının da farkında olunmalıdır. Sınıflandırmamız bir soyutlama ve
idealizasyon ürünüdür. Toplumsal yaşamda melez ideolojik formlar vardır. Bir
ideolojinin diğer bir ideolojinin motiflerini kullanmasında olduğu gibi
ideolojiler arasında geçişkenlikler de bulunur.
Geldiğimiz noktada, yaptığımız değerlendirmeyi özetlemek yararlı olacaktır.
Bunun için yazılanları tekrarlamak yerine, bir şekil üzerinde özetleme
yapabiliriz:
III. Metafizik ve pragmatist ideolojilerin düzenekleri
İdeolojilerin üretiminde ve yeniden üretiminde yer alan üç farklı genel
mekanizma ortaya konabilir:
i. “Türeyiş”; ideolojik ve siyasal pratikler de dahil, çeşitli yaşam
pratiklerinin ideolojik motifleri oluşturması ve yeniden üretmesi,
ii. “Sosyalleşme”; özdeşim ve yansıtmalı özdeşim düzenekleriyle ideolojik
motiflerin, değerlerin, inançların çocuklar, gençler ve hatta erişkinlerce
sosyalleşme süreçlerinde benimsenmesi,
iii. “Öğrenim”; aydınların ve diğer ideologların, doktrinleri oluştururken,
bir yandan da bunu yaygınlaştıracak çabalar içerisinde olmaları ve bunları
öğretmeleri.
İdeolojilerin oluşumunda ve yeniden üretiminde etkin olan zihinsel
düzeneklere biz, “ideolojik düzenekler” diyoruz. Çocuk ve gençlerin sosyalleşme
sürecinde, karşılaştıkları olayları, doğal ve toplumsal olguları ve süreçleri,
çeşitli görüngüleri nasıl algılayacakları ve yorumlayacakları, bunların duygu
ve davranışlarına ne şekilde etkide bulunacağı tecrübeyle kazanılır. Kısacası,
ideolojik düzeneklerin ne zaman, nasıl kullanılacağı yaşanarak benimsenir.
Aile, okul, medya gibi organizasyonların da, ideolojik zihinsel ve davranışsal
kalıpların öğrenilmesinde, gençlerde deneyimle oluşmuş ideolojik motiflerin
eğitim yoluyla pekişmesinde rolü vardır. Sonuçta, insanlar dâhil oldukları
toplumsal pratikler içerisinde ürettikleri zihinsel ve davranışsal ideolojik
motifleri, o güne kadar üretilmiş ve kullanımda olan ideolojilerin çeşitli
yönleriyle/öğeleriyle eklemlerler.
İdeolojilerin doktrinleştirilmiş halleriyle sunularak insanlara
kavratılması, iradi bir çabayla öğretilmesi, onların yeniden üretiminde görece
tali bir öneme sahiptir. İdeolojik zihinsel ve davranışsal kalıpların
benimsenmesinde, özdeşim (identification) ve yansıtmalı özdeşim (projective
identification) düzenekleri daha etkindir. İdeolojik motiflerin benimsenmesinde
ve ideolojik düzeneklerin hangi durumda nasıl kullanılacağının bellenmesinde
önemli bir yol, özdeşim düzeneğidir. Bu düzenek, başka kişilerin özelliklerini,
duygu ve davranış biçimlerini, değerlerini ve inançlarını benimseyerek, kişinin
benliğine sindirip kişiliğinin bir parçası, bir özelliği durumuna getirmesi
anlamına gelir. Yansıtmalı özdeşimdeyse, çocuklar ve gençler, başkalarında var
olduklarına inandıkları, fakat kendi zihinlerinde geliştirmiş oldukları
özellikleri, değerleri başkalarına yansıtarak, onlarda varsayarak, buna göre
özdeşim yapar. Her insan çocukluktan yetişkinlik çağına dek iradi bir çaba
olmaksızın, bu düzenekleri kullanarak bir olgunlaşma süreci yaşar. Toplumun
değerleri, inançları, çeşitli düşünce ve davranış biçimleri, kullanılan
ideolojik düzenekler, “gayri-iradi” bir şekilde, “özdeşim” yoluyla benimsenir.
Aile üyelerinin, öğretmenlerin, sanatçıların, politikacıların, roman
kahramanlarının, imrenilen/beğenilen her bireyin, özdeşim yapılacak özellikleri
olabilir.
Öyleyse, özellikle metafizik ve pragmatik ideolojilerin üretiminde ve
yeniden üretiminde, yani “türeyişinde” yer alan “ideolojik düzenekler”
nelerdir? Saptadığımız bu düzeneklere başkaları eklenebilir; ancak burada biz,
bu düzeneklerin bir ilk değerlendirmesini yapabiliriz.
i. Bastırma ve
bastırılmış olanı rahatlatma:
Ahlaki ve dini normlar, insanların çeşitli dürtü ve isteklerinin
bastırılmasını temsil eder. Çeşitli dinsel pratiklerde, bastırma düzeneğiyle
birlikte, bastırılmış dürtü, anı ve deneyimlerden arınma çabaları da gözlenir.
Bireylerin “günah” sayılan ya da ayıplanan çeşitli istek ve dürtülerinin tatmin
edilmeyip bastırılması, belirli bir çabayı gerektirir. Örneğin, bu çabanın
günlük dilde belirgin bir karşılığı “tövbe estağfurullah” sözüdür. Harem-selamlık
ayrımı da, cinsel dürtünün bastırıldığını gösterir bir uygulamadır. Dinlerde,
bastırılmış dürtülerin oluşturduğu bunaltıyı rahatlatma yolları olarak çeşitli
uygulamalar da gelişmiştir. Bastırılmış dürtü, istek, duygu, anı ve
deneyimlerin, bunaltı oluşturması, tövbe etme, dua etme, günah çıkarma gibi
davranışlarla engellenir. Kurban kesme, çoğu durumda işlenen günahları telafi
etme yolunda atılan bir adımdır ve belirli özelliklere sahip bir hayvanın
“günah keçisi” seçilmesiyle gerçekleştirilir. Tüm büyük dinlerde gözlenen hac
olayı, yapılanmış/hiyerarşik modern toplumsal dünyadan kopma, eşit bir statüde
diğer insanlarla bir arada ve dayanışma içinde bulunma, işlenen günahlar için
kefaret ödeme gibi işlevleri yerine getirir.
ii. Yadsıma,
içe-atım, yansıtma:
Özürler, utanç ya da suçluluk duygusu doğuran deneyimler, bunaltı
doğurmaması için bastırılabileceği gibi, yadsınabilir de. Yadsıma düzeneğiyle,
yaşanmış olumsuz deneyimler yok sayılır ve bunun yerine gerçek-dışı kabuller,
düşünceler, inançlar oluşturulur. Sanrıların (hezeyanların) oluşumunda yadsıma
düzeneği önemlidir. Dinlerde, esasında
sanrısal inançlar bulunur. “Yukarıda Allah var; O yaptıklarımı görüyor”, “her
şey O’nun izniyle olur” türünden birçok düşünce, aslında sanrısal inançlardır.
Ancak yaygınlıkları yüzünden, bu düşünceler sanrı olarak kabul edilmez.
İçe-atım düzeneğinin kullanılmasıyla, şeytan, cin, büyü gibi metafizik
kurgular, yadsınan deneyimlerin, suçluluk duygusunun sanrısal sorumluları ilan
edilebilir. Bu türden durumlarda, deneyimlerin sorumlusu cin çarpmasıdır,
büyülenmiş olmadır, şeytana uymadır. Günaha sokan ve olumsuz deneyimlerden
sorumlu olan bunlardır.
Bazı duyguların, dürtülerin, gereksinimlerin, dışarıya aktarılıp,
yansıtılıp, bireyin dışındaymış ya da dışarıdan kendisine yöneltiliyormuş gibi
algılanmasıysa, yansıtma düzeneğini anlatır. Bireyler, yadsıdığı dürtüleri,
duyguları belli bir seçicilikle başkalarında saptarken, yansıtma yapmaktadır.
Başkalarında kabahatler aranıp bulunması, onlarla alay edilmesi ya da
kabahatleri yüzünden başkalarının suçlanması da, bu düzeneğin kullanıldığını
gösterir. Yansıtmayla bireyler kendilerini temize çıkarır. Örneğin, ahlakın
bozulduğundan ikide bir dem vurulması, etraftakilerin ahlaksız olmakla itham
edilmesi ve böylece ahlaklı görünmeye çalışılması, yobazlarda sık gözlenen bir davranıştır.
Daha “masum” kullanılışlarını bir yana bırakırsak, acı
çeken, çilekeş, ezilen, kötülüklere maruz kalan, hataları için cezalandırılan,
yoksunluklar içinde bulunan insanların, iyiliği, merhameti, bağışlayıcılığı
Tanrı adı verilen gizeme yansıtarak, ondan bunları ve esirgenmeyi, korunmayı
dilediği herkesçe bilinir
iii. Yer değiştirme
ve yapıp-bozma:
Bir duygunun ya da dürtünün, asıl yöneleceği nesne, kişi yerine başka bir
nesneye, başka kişilere yöneltilmesi yer değiştirme düzeneğini oluşturur. Kişilerin
gerçekte yaptığı ya da yaptığını düşündüğü bir eylemi, nötrleştirmek, etkisini
yok etmek veya yapılmamış gibi saymak amacıyla yürüttükleri birtakım
işlemlerse, yapıp-bozma düzeneğidir. Bu düzeneklerin işlediği birçok
zihinsel/davranışsal ideolojik motif örneği verilebilir.
Örneğin, babaya duyulan sevgi ve ondan kaynaklanan korku, “devlet baba”,
“tanrı baba” simgeleştirmeleriyle yer değiştirebilmektedir. “Efendi”lerden
duyulan korku, tanrıdan duyulan korkuyla yer değiştirmiştir. Kötü bir olay
yaşanmaması, uğursuzluğun önlenmesi için “maşallah” kelimesinin tekrarlanarak
kullanılması, kulak memesini çekiştirip tahtaya vurma davranışı, yapıp-bozma
düzeneğinin kullanıldığı davranış örnekleridir. Günahkâr olma hissi ve işlenen
günahların istemsiz ve tekrarlı hatırlanması (saplantılar, obsesyonlar) da,
bedensel kirlilikle yer değiştirilebilir ve suyla abdest alarak rahatlatılır.
Obsesyonlardan kurtulmak için, tekrarlayan hareket ya da sözlere (zorlantılara,
kompülsiyonlara) başvurulur. Tespih çekmede, ibadetlerdeki hareketlerde,
duaların birçok kez yinelenişinde, bu durum gözlenir
iv. Somutlaştırma:
Bireyler, açık ve somut olmayan, geleceğe dönük belirsizlik taşıyan
durumları, kaynağı belirsiz olan korkularını, somut ve belirli yapmaya yönelir
(“intolerans of ambiguity”). Karmaşık ve belirsiz durumların oluşturduğu
tedirginlikler, açık ve somut olmayan olayların, uyaranların, nesnelerin
oluşturduğu sıkıntı ve bunaltılar, somutlaştırma yapılarak giderilmeye
çalışılır. Tanrıya, şeytana, cinlere inanılırken, kişilerin büyülenmiş olduğu
düşünülürken somutlaştırma yapılır. Toplumsal ve doğal güçler karşısında
çaresiz kalındığında ve geleceğin öngörülemez olduğu belirsiz durumlarda,
oluşan sıkıntı, korku, bunaltıyı rahatlatan nedenler bulmaya çalışılmakta,
metafizik güçlerle anlamlandırmalar yapılmaktadır. Bu durumlarda, fetişleştirme
ve rasyonalizasyon yapılırken, somutlaştırma düzeneği de kullanılır.
v. Büyüsel
düşünce:
Avcı-toplayıcı ilk insanların ve çağdaş ilkel toplulukların bir bilinç
biçimidir. Totemizmde de, büyüsel düşünüş biçimi gözlenir. Günümüzde modern
toplumsal yaşamda büyüsel/sihirci düşünüşün ve algılamanın örnekleri vardır.
Nazar inancı, “aydaşlık hastalığı”nın sağaltımı, “hastalığı devretme” inancı,
kurşun dökerek kötü cinleri/ruhları kovma, bazı ağaçlara çaput bağlanmasıyla
dileklerin gerçekleşeceğine inanma, “okunmuş” su içirme, yağmur duasıyla
yağmurun yağacağına inanma, şom ağızlılığa inanma, bir kişiyi öven sözler
söylendiğinde ona kötü şans getireceğine inanma, at nalı, haç, tavşanayağı,
sarımsak, başak demeti gibi bir sürü nesnenin uğurlu/tılsımlı/kutsal sayılması,
duaların gerçekleşeceğine inanma akla ilk gelen örneklerdir. Medyumlara,
cadılığa inanılması, büyüye inanıldığını gösterir. Simya ve astroloji inançları
da, bir tür büyüsel/sihirci düşünüş biçimidir. Bu düşünce biçimiyle, yaşanan
olumlu/olumsuz deneyimler anlamlandırılır (signification). Olaylar arasında
bulunan nedensel bağlantılar kavranmadığından, yüzeysel benzeşimler saptanır ve
“benzer benzeri doğurur” anlayışıyla (analojik-homeopatik mekanizma) “taklit
etme” yoluna gidilir. Başka bir mekanizma olarak, “temas” (kontagiöz) büyüsü
mekanizmasıyla da, yine istenilen sonuçlara ulaşmaya ya da kötü durumlardan
sakınılmaya çalışılır. Arzular, dilekler bu düzenekte önem taşır. Deneme
yanılma yolu kullanılarak gerçekleştirilen günlük pratikler, bu yola uygun
bilinç biçimi olarak büyüsel düşünceyi doğurur. Ampirik deneyimler sırasında
karşılaşılan rastlantılar genellenir, yüzeysel analojiler yapılır, görünürdeki
bağıntılar dikkate alınarak yüzeysel akıl yürütmeye başvurulur ve sonuçta
gözlenen bağıntılara nedensellik atfedilir.
vi. Düş-kurma:
Bireyler gerçek dünyada doyum sağlayamadığı istek ve dürtülerini,
ihtiyaçlarını, özlemlerini, düşler kurarak doyurmaya çalışabilir. Böylelikle,
yaşanan sıkıntılara, yoksunluklara, eşitsizliklere, adaletsizliklere karşı bir
direnç geliştirilir. Dinlerde, adaletsiz bir dünyada yaşayan insanların, adalet
düşleri kurdukları gözlenir. “Bir gün adalet yerini bulacak; yoksullar
mükâfatını öte dünyada alacak”, “zengin ya da yoksul olsun herkes bir gün hesap
verecek” hülyası, başka bir ifadeyle, öte dünya inancı ve cennet-cehennem düşü,
örnek olarak verilebilir. “Pan” ön ekini alan milliyetçi düşünceler, nazizmin
ırkçı düşü, “turan” ülküsü de akla ilk gelen örneklerdendir. Bunlar
mitik/romantik bir geçmiş tahayyülüyle, geçmiş güzel günlere duyulan özlemle
birleştirilen, içine girilmekte olan yeni dönemin getirdiği olumsuz yaşam
koşullarına karşı geliştirilen tepkilerdir. Ütopik ideolojilerde de, düş-kurma
düzeneğinin etkin olduğu gözlenir
vii. Ters çevirme,
illüzyon ve
fetişleştirme:
Fetişleştirme düzeneğiyle, nesnelere, kişilere ya da kurgusal antitelere
onların sahip olmadığı özellikler, yetiler, güçler atfedilir. İnsani duygular,
dürtüler, yetenekler, yansıtma ve somutlaştırma düzenekleriyle “fetiş”
görünümünde dışsallaştırılır. Fetişler, gerçekte onlarda olmayan özelliklere ve
güçlere sahip olarak algılanır. İnsanlar üzerinde
egemen olan doğal ve toplumsal süreçlerin işleyiş mekanizmaları
kavranamadığında, süreçler üzerinde denetim ve egemenlik kurulamadığında
(yabancılaşma), süreçlerin sonucunda oluşacak kötü durumlardan sakınmak
istenir. Olumsuz bir deneyim yaşanmaması dileğiyle fetişlere inanılır.
Süreçlerin olumlu sonuçlarının oluşumunu açıklama ihtiyacı da fetişlere
inanılarak giderilir. Bu düzenekte, gerçekte var olan ve işleyen nedensel
mekanizmalar kavranamadığından, fetişlerle olaylar arasında hayali bir bağıntı
kurgulanır. Bu algılama, bir sihirbazı izleyenlerin illüzyonlu algılamasına
benzer. Gerçekte illüzyonların oluşum yolu gözlenip kavranamadığından,
gerçekleşen sonuçlar, sihirbazın “hokus pokus”una ya da gerçek-üstü
yeteneklerine bağlanır. Buna benzer şekilde, insanlar dinsel inançlarıyla,
toplumsal hayatlarını ve doğa olaylarını, fetişlerin lütufları olarak algılar;
oysa bunlar fetişlerin üzerinde yeşerdikleri topraktır. Bu nedenle
fetişleştirme ile “camera obscura” düzeneği (Marx) arasında bir analoji
kurulabilir. Fetişleştirmede, fetişler ile insanlar arasındaki gerçek ilişki,
zihinlerde tersine çevrilmiş hayali bir ilişki olarak görülür.
Tanrılar fetiştir. Merhamet, iyilik, ihsan, koruyuculuk, esirgeme,
gerektiğinde cezalandırma gibi insani özellikler, “yabancılaştırılarak”
(Feuerbach), dışsallaştırılarak gizemli antitelere atfedilir. Yine, kötülük,
kin, nefret, öfke gibi duygular ve özelliklerse, şeytan, cin gibi antiteler
şeklinde yansıtılır. Totemler, mitolojik kahramanlar, peygamberler, evliyalar,
mezhep ve tarikat kurucuları, tapınaklar/ibadet yerleri, haç ve at nalı gibi
nesneler diğer fetiş örnekleridir. Siyasi liderler de fetiş haline
getirilebilir. Efendileri/patronları tarafından yoksullaştırılan, sömürülen
emekçilerin, asalaklarını zenginleştiren ve besleyen insanların, tersyüz olmuş
ya da “baş aşağı” bir şekilde, onların kendilerine iş ve aş verdiğine inanması
da, günlük yaşamda gözlenen diğer bir fetişleştirme örneğidir.
Faşist milliyetçilikte olduğu gibi üstün ırkların olduğuna inanılması,
etnik kökenin ululaştırılması durumlarında da fetişleştirme düzeneğinin etkin
olduğu söylenebilir. Ari, germen, nordik ırkların üstün ırk sayıldığı görüşler,
“beyaz-siyah” ırkçı ayrımcılık, apartheid ırk ayrımcılığı, Ku Klux Klan
ırkçılığı, pan-slavizm, turancılık, anti-semitizm, ırk iyileştirmeciliği
(öjeni) vb… Bütün bu görüşlere inananlar, varlığına inandıkları ve
bağlandıkları bir millet, ırk ya da etnik kökeni yüceltir, fetişleştirirler.
Yine “millet”, bir milleti oluşturduklarına inanan insanlar tarafından
yaratılan imgesel bir fetiştir. Farklı sınıf çıkarlarına sahip insanlar,
“milli” bir kimlik ve bilincin benimsenmesiyle, bir ve aynı milleti
oluşturduklarına inanırlar. “Milli” birliğin benimsenmesi ve toplumsal düzenin
kalıcılığının savunusu, bayrak, marş gibi sembollerle perçinlenir. “Milli”
kimlik oluşumunda, “milli” ritüeller, kültürel/ideolojik pratikler etkindir
viii. Sembolleştirme:
Semboller, başka kullanım biçimleri (matematikteki, sanattaki vb.) bir yana
bırakılırsa, ideolojilerin üretiminde ve yeniden üretiminde de işlevi olan,
kendilerine belirli anlamlar atfedilen indeksler, işaretler, ikonlar,
simgelerdir. Simgeler, toplum tarafından kendilerine birçok anlam yüklenen,
gönderme yapılan anlamlarla aralarında doğal bir bağ bulunmayan,
metaforik/mecazi anlamlara sahip sembollerdir. Bayraklar, marşlar, rozetler,
armalar, belirli renkler, giyim tarzı ve saç-sakal stili, el ve parmak işaretleri
akla ilk gelen sembol örnekleridir. Semboller, onlarla ilişkili değer ve inançları
çağrıştırır; bireylerde aidiyet, ortaklık ve dayanışma duygularını pekiştirir.
Söylem ve jargon biçimleri, klişe sözler, atasözleri ve deyimler, yan-anlamlar
içeren cümleler, mitoslar ve hatta fıkralar, ideolojilerin ifade edilip,
aktarılmasında, kitleleri maniple etmede işlevleri olan, simgesel anlam
aktarımına yarayan araçlardır. Dolayısıyla dil, bu yönü dikkate alındığında,
ideolojik mesaj/anlam kodlama işlevine de sahiptir. Yazı ve astroloji de
simgesel sınıflamanın ürünü olarak doğmuştur. Astroloji, bir çeşit
mikro-ölçekli ideoloji ya da ideolojik bir inanç sayılabilir. Sembolleştirme,
tüm ideolojilerin oluşumunda ve yeniden üretiminde işleve sahiptir.
ix. Uygunsuz
transfer:
Bu düzenekle, kavramlar, işleyiş mekanizmaları, bilimsel yasalar, ilkeler
geçerli olmadıkları bir soyutlama düzeyinde (genellik düzeyi-Ollman) ele alınır ya da geçerli olmadıkları bir
gerçeklik alanına taşınarak burada fonksiyonel kılınır. Örneğin toplumsal
olgular ve süreçler, doğada gerçekleşen olgu veya süreçler model alınarak
açıklanır. İnsanların doğuştan gelen biyolojik özellikleri, toplumsal
görüngüleri oluşturan nedenler olarak görülür.
Faşizmin benimsediği, liberalizmin etkilendiği sosyal-Darwinizm anlayışında
“uygunsuz transfer” yapılmaktadır. “En güçlü olan hayatta kalır” şeklinde
özetlenebilecek bu fikir, insanların varlığını, aralarındaki bireysel mücadele
ve rekabete dayandırır. Bireyler arasındaki mücadelenin, tembel ve yeteneksizleri
cezalandırdığı, çalışkan ve yeteneklileri ödüllendirdiği düşünülür. Örneğin
Hitler’e göre, “zafer güçlünün, ölüm zayıfındır”; hayatın değişmez kanunu
savaştır. Nazi Almanya’sında komünistler, işçiler ve Yahudiler kitle halinde
katledilirken, bir yandan da fiziksel ve zihinsel engelliler önce
kısırlaştırılmış ve 1939–41 yılları arasında sistematik bir şekilde
öldürülmüştür.
Klasik liberalizmin “doğal haklar” anlayışında, bireylerin “yaşama,
özgürlük ve mülkiyet hakları”nın (John Locke) olduğu savunulurken, özel
mülkiyet olgusu, diğer hakların yanı başında doğal bir olgu düzeyinde ele
alınır. Yine liberalizmde, insanların doğuştan gelen farklılıklarının, onlar
arasındaki derin toplumsal eşitsizlikleri doğurduğu düşünülür. İnsan doğasında
bencillik, rekabet, sahip olma arzusu vb. vardır denilir ve bunların ebedi
olduğuna inanılır. Toplumsal bir olgu ve süreç olan üretimin, kapitalist üretim
biçimindeki haliyle ulaşmış olduğu gelişme düzeyi bir yana bırakılarak,
bireylerin yeme, içme, giyinme, barınma, ısınma gibi doğal gereksinimlerini
karşılamak amacıyla üretime katıldıkları vaaz edildiğinde de, bir tür “uygunsuz
transfer” yapılır. Günümüzde bile öne sürülebilen bu görüş, klasik liberalizmin
sahip olduğu “Robinsoncu” anlayıştır. Denir ki; insan açtır, öyleyse açlığını
çalışarak gidermelidir. Üşümektedir, hava koşullarından etkilenmektedir,
öyleyse ısınmak, giyinmek, barınmak için çaba sarf etmelidir. Burada,
yeme-içme, giyinme, ısınma, barınma gibi gereksinimlerin giderilme yolunun
toplumsal olduğu, bu ihtiyaçların karşılanmasının toplumsal ilişkilerce
belirlendiği ve toplumsal ilişkilerin de tarih içerisinde geliştiği görülmez.
Oysa bu gereksinimlerin günümüzde milyarlarca insan için giderilmediği ya da
niteliksiz ve yetersiz bir biçimde giderildiği, sayıca çok az olan bir insan
grubu içinse, ultra-lüks bir tüketimle karşılandığı gayet açıktır.
Uygunsuz transfer düzeneğinin gözlendiği başka bir örneği,
emperyalist-kapitalist dünya sisteminde, bağımlılık altındaki ülke halklarının
ve emekçi sınıfların içerisinde yaşadıkları toplumsal koşulları göz ardı eden,
hastalıkların oluşumunu sadece zararlı mikroorganizmalar, toksik maddeler, iş
ortamı ve çevre koşulları gibi etkenlerle açıklayan yaklaşım oluşturur.
Hastalıkların nedeni kalıtımsaldır, bozulan fizyolojiye bağlıdır, doğal
faktörlerdir vb… Bütün öne sürülen etkenler sadece birer “şey”dir. Bu
etkenlerin tek tek bireyler dikkate alındığında sağlığı bozduğu doğrudur. Ancak
bahsedilen yaklaşımla, bu etkenleri oluşturan, etkenlerin hastalıklara yol
açması için gereken ortamı sağlayan toplumsal ilişkiler, gözlerden uzak
tutulur. Oysa günümüzde önlenebilir oldukları halde bazı hastalıklar, ölümlere
ve kalıcı izlere yol açmaktadır; ortadan kaldırılması mümkün olduğu halde bazı
“etken”lerin yok edilmesi için çaba sarf edilmemektedir. Emekçilerin kötü yaşam
koşulları da, sanki değiştirilemez doğal bir durummuş gibi, bir yazgıymış gibi
sunulmaktadır. Sonuçta, kapitalist üretim ilişkilerinin ve ülkeler arasındaki
emperyalist egemenlik/bağımlılık ilişkilerinin, emekçilerin, ezilen halkların
sağlığına zarar veren bir karakterde olduğunun üzeri örtülmektedir. Yine
örneğin, geçmişte Avrupa’da kitlesel ölümlere yol açan “Kara Ölüm”ün etkeni,
“veba” mikrobu olarak görülürken; Amerika kıtasının keşfiyle birlikte
gerçekleşen devasa boyutlardaki ölümler, “çiçek” ve diğer bulaşıcı hastalıklara
bağlanırken de, bu etkenlerin belirli coğrafyalarda ortaya çıkmasını ve
yayılmasını sağlayan tarihsel/toplumsal koşullar göz ardı edilebilmektedir.6]
x. Rasyonalizasyon
(akla-uygunlaştırma):
Bu düzeneğin işletilmesi sırasında, insanlar, kendi deneyimlerinin
sonuçlarını, toplumsal olayları, tarihsel süreçleri, dar kapsamlı bir
soyutlamayla/kavrayışla ve uygun olmayan bir “genelleme düzeyi”nde ele alır.
Toplumsal ilişkilerdeki etkileşimler ve değişim, farklı eğilimlerin oluşturduğu
süreçler, soyutlama yapılırken kullanılan rasyonalizasyon düzeneğiyle
kavranamaz. Nedensellik bir süreç içerisinde oluşan zincirleme etkileşimler
olarak görülmez. Nedenler aranırken, bahaneler bulunur; yerinde olmayan ya da
metafizik gerekçelendirmeler yapılır, açıklama ihtiyacı giderilir; böylelikle
yaşananlar, oluşan sonuçlar meşrulaştırılır. Olumsuz sonuçlara yol açan doğal
ve toplumsal koşulların bireysel olarak değiştirilemediği, bireylerin,
yaşadıkları sorunları oluşturan süreçlere, sorunların nedenlerine müdahale
edemeyecek ölçüde zavallılaştırıldığı durumlarda (yabancılaşma), bahaneler
bulmak, kendini haklı çıkarmak, gerekçeler bulup durumu açıklama gereksinimini
karşılamak için bu düzeneğe başvurulur.
Gerekçelendirmeler, bireysel düzeyde oluşturulabilir. Bu durumda bireyler,
bir toplumsal düzenleme, girişim ya da uygulamanın evrensel nitelikte ve herkes
için eşit ulaşılabilirlikte olduğu kavrayışını, ön kabul olarak benimser. Başka
bir deyişle birey, kendini ortak ve doğal insani özelliklere sahip bireylerin
oluşturduğu bir topluma yerleştirerek düşünür. Tekil durumlar, dar bir zamansal
ve mekânsal soyutlamayla, gerçekte var olan toplumsal ilişkilerden izole
edilerek algılanır ve kavranır. Birey, başarı ya da başarısızlıkla sonuçlanan
deneyimlerini, kişisel özelliklerine, üstünlüklerine ya da yeteneksizliklerine
bağlayarak gerekçelendirir. Böylelikle, özünde sınıfsal konumla (habitusla)
ilişkili eşitsizlikler perdelenir. Liberalizmde bu rasyonalizasyon biçimi gözlenir.
Örneğin rasyonalizasyon düzeneğiyle, çalışkanlık/tembellik, gözü
açıklık/pısırıklık, tutumluluk/savurganlık gibi bireysel özellikler, yaşanan
olumlu/olumsuz deneyimlerin gerekçeleri addedilir. Bunlar, herkesin eşit
olanaklara ve koşullara sahip olduğu yönündeki kabulle birlikte düşünülür. Bu
durumlarda, bireylerle toplumsal koşullar arasındaki organik ilişkiler
kavranmaz ve bireysel özellikler ile toplumsal koşullar birbirleriyle ilişkisiz
oldukları kabulüyle ve uygunsuzca bir araya getirilir.
Gerekçelendirmeler, idoller/fetişlerle de yapılır. Tarihsel
olguları/süreçleri ve toplumsal işleyişi, kahramanlıklarla, liderlerin
karizmasıyla veya eşine az rastlanır kişisel yeteneklerle, metafizik güçlerle
açıklama uğraşlarında, rasyonalizasyon düzeneğinin fetişleştirmeyle birlikte
işletildiği görülür. Bu durumlarda, tarihsel olaylar, görünürde olan ve
kolaylıkla saptanabilen gerekçelerle açıklanır. Bu gerekçeler, bazı kişilerin
eşsiz sayılan yetenekleri, üstün zekâlı olmaları, süper sezgileri, büyük
cesaretleri ya da yaptıkları hatalar, aptallıkları, yetersizlikleri, öfke, kin,
nefret vb. özellikleri olabildiği gibi, kitlelerin savaş gibi durumlarda
gösterdikleri eşsiz kahramanlık, fedakârlık, gayretkeşlik de olabilmektedir.
Sonuçta ortaya çıkan kavrayışta, tarih, deha sahibi kişilerin üstün
özelliklerinin ya da hatalarının ürünü sayılır; tarihte birçok destan ya da
facianın gerçekleştiğine inanılır. İdealist ve romantik tarih anlayışında,
resmi ideolojinin tarih perspektifinde, faşizmin ve milliyetçiliğin liderlik ve
“millet” anlayışında, bu şekilde rasyonalizasyonlar görülür. Irak’ın işgalinin
G. W. Bush’un karakter özellikleriyle açıklanması ya da bununla
ilişkilendirilmesi de, yakın tarihten verilebilecek bir örnektir. Sultanların,
kralların, firavunların, siyasi liderlerin, din kurucularının
putlaştırılmasıyla tarihsel olgular açıklanırken, fetişleştirmeyle birlikte
rasyonalizasyonlar yapılmaktadır. Elbette tarihsel ya da güncel olayların
rasyonalizasyonu, “en büyük” fetişler olan tanrıların adı anılarak da yapılır.
Gerekçelendirmenin başka bir çeşidi mistik içerikli olanıdır. Toplumsal
ilişkilerdeki ve doğal süreçlerdeki etkileşim mekanizmalarını, olayların
nedensel zincirlenişini açığa çıkaran realist bir soyutlama çabasının, tarihsel
gelişim düzeyinin elvermemesi nedeniyle gerçekleştirilemeyişi veya tarihsel
gelişimin düzeyi buna elverse bile, bireylerin böylesi bir soyutlamayı
benimsemesini engelleyen pratik yetersizliği ve bilgi donanımsızlığı, bu
noktada önem taşır. Mistik/metafizik inançlar, gelenek-göreneklerle kuşaktan
kuşağa aktarılır ve bir toplumsal alışkanlık oluştururlar.
Kader/alınyazısı, şans, uğur, aksilik, kısmet/kısmetsizlik, nazar inancı,
cin çarpması, meleklerin/totemlerin ölümlerden, doğa olaylarından sorumlu
sayıldığı mistik/dinsel inançlar, mistik gerekçelendirmenin yapıldığı
örneklerdir. Uğurlu ya da tılsımlı sayılan nesneler, yaşanan olumlu olayların
metafizik gerekçeleri olarak kabul edilirken, somutlaştırma da yapılmaktadır.
Aile, klan, köy gibi küçük bir topluluğa dışarıdan gelen yabancı birinin,
getireceği bulaşıcı hastalık gibi etkenlerin bilinmediği durumlarda, oluşan
hastalığın metafizik gerekçesi olarak “göz değmesi” ya da “nazar” inancı
gelişir. Bu türden durumlar sonucunda oluşan bu mistik inançta, “nazar boncuğu”
gibi bir nesneyle, ya da çocukların yüzüne boyama yapılması gibi uygulamalarla
somutlaştırmanın da yapıldığı gözlenir.
Bilimsel düşüncede de metafizik rasyonalizasyonlar yapılmıştır. Bilim
tarihindeki filojiston görüşü, esir (ether) anlayışı, astroloji ve simyanın
birçok fikri, metafizik rasyonalizasyonlardır
xi. Evrenselleştirme:
Belirli bir tarihsel döneme özgü olan ve bu dönemin egemen sınıfının
çıkarlarını temsil eden fikirlerin, ezeli/ebedi sayılması ve herkes için genel
geçerlikte olduğuna inanılması, evrenselleştirmedir. Realist olmayan
ideolojilerde, fikir ve duyguların tarihsel göreliliklerinin, bir döneme/çağa
özgülüklerinin, sınıfsal aidiyetlerinin bir yana bırakılması söz konusudur. Bu
yalıtma, kasıtlı olarak yapılabildiği gibi, pek çok durumda da toplumsal egemenlik
ilişkileri içerisinde spesifik bir sınıfsal konumlanma noktasından görmenin,
perspektifsel soyutlama sürecinin getirdiği bir illüzyondur. Bu illüzyonda,
perspektifsel tek-yönlülük, mutlaklaştırılır. Bu mekanizmayla fikirlere,
duygulara, inançlara genellik, tarih-üstülük, ezeli olma ve ebedilik,
mutlaklık, genel geçerlilik kazandırılır. Tikel olanı genelleştirme,
ebedileştirme, mutlaklaştırma, doğallaştırma işlemlerinin bir ya da birkaçı
birlikte kullanılarak evrenselleştirme yapılır. Militanlarda ve ideologlarda
evrenselleştirme, düşüncelerine büyük bir coşku ve tutkuyla bağlanma, fanatizm,
sofuluk/softalık, püritenlik gibi yaşamsal tezahürlerle birliktedir.
Avrupa’da burjuvazinin ilerici olduğu tarihsel dönemde, aydınların
ürettikleri siyasal liberalizmin oluşturulmasında, evrenselleştirme düzeneği
önemlidir. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet, laiklik, hukukun üstünlüğü ve
insan hakları gibi kavram ve ilkeler, herkes için geçerli, evrensel ve mutlak
sayılmış, bunları savunmanın haklılığına inanılmıştır.
Faşizmin, tek tanrılı büyük dinlerin ve ahlakın, buyruklarının, dogmatik
inançlarının, mistik düşünce ve duygularının da evrenselleştirilmesi söz
konusudur. İnançları, onlara inanlar için “şüphesizdir” ve “sorgusuz sualsiz”
kabul edilmelidir. Bilimsel yasalar, devrimci-realist fikirler belirli sınırlar
dâhilinde “evrensel” oldukları halde, “evrenselleştirilmiş” fikirler, doğruluk
değeri yüksek kanılar değil, “iman” ilkeleridir
xii. Karşıt-tepki-kurma:
Bu düzenek, sınıfsal tahakküm ve baskı mekanizmalarının devrede olduğu ve
egemen sınıf tarafından, sömürülenlerin örgütlü kalkışmalarının baskılandığı
koşullarda işlemektedir. Zor kullanma araçları ve hukuksal araçlar yoluyla
baskı uygulanmadığında, karşıt-tepki-kurma düzeneğinin işlerliğinden
bahsedilemez. Karşıt-tepki-kurma, sömürülen insanların, içerisinde bulundukları
olumsuz, giderek ağırlaşan şartlar ve baskı koşulları altında geliştirdiği
tepkisel bir zihinsel düzenektir. Bu şartlar ve koşullar, sınıflar arası
ilişkilerin, özellikle de üretim ilişkilerinin çelişkili doğasının ürünüdür.
Ezilen, hor görülen, zavallılaştırılmış, sefilleştirilmiş, cahil ve hastalıklı
bırakılmış emekçi insanlar, bu koşullara karşı tarikat/cemaat biçimi altında
pasif direnç, dayanışma ve duygudaşlık örnekleri geliştirir. Karşıt tepki
düzeneğiyle oluşturulmuş manevi dünya, başka bir ifadeyle ahlaki ve dini
değerler, inançlar, duygular, düşünceler, davranışlar, sömürülenlere bir parça
huzur ve mutluluk sağlar, onların acılarını dindirir. Yine, işgale uğramış,
geleceği karartılmış ya da toplumsal çürümenin ayyuka çıkmış olduğu bir
toplumda, tepkisel bir onurunu koruma ve bir arada ulus olma duygusu,
milliyetçi bir kimliğe sarılma gibi eğilimlerin oluştuğu görülür.
Elbette, sömürgen efendilerin, patronların, politikacıların, bürokratların
da, girişimlerinin, uygulamalarının yarattığı toplumsal dünyadaki acımasızlığı,
merhametsizliği, halden bilmezliği, yıkıcılığı, vicdansızlığı hissettikleri,
algıladıkları olur. Bunların, emekçi yoksullara yiyecek-giyecek yardımı
yapmaları, emekçilerin okuyamayan çocuklarına burslar vermeleri, okul
yaptırmaları, bu konularda çeşitli kampanyalar düzenlemeleri ve
vakıflar/dernekler kurmaları, kısacası hayırseverlik ve merhamet duygularının
kabarması, vicdan rahatlatma, nesnel sınıfsal konumlarının onlara dayattığı
vicdansızlıktan arınma, olumsuz toplumsal şartlar ve koşulların oluşumundaki
sorumluluklarından sıyrılma yollarıdır. Burada da karşıt-tepki-kurma düzeneği
işlemektedir. Başkalarına yapılan iyiliklerin, hayırseverliğin göstere göstere
yapılması, bu konuda alınacak övgüler, hayır duaları, bu “hayra vesile”
olanların vicdanlarını rahatlatır. Bu yollar, onlar için vergi kaçırma, oy
avcılığı gibi anlamlara sahip olmadığı durumlarda, toplumsal varlıklarını meşru
kılmanın da yoludur.
Sömürülenlere “hoşgörü” telkin edenler, birçok hegemonik araç ve kurum yoluyla emekçi çocuklarına, “komşu açken
tok yatılmamalı”, “bulduğum bu lokmaya şükür, bunu bulamayanlar da var” gibi
değerleri aşılayanlar, din-iman bezirgânı ve holding sahibi tarikat liderleri,
hayırseverlik şovları yapan multi-milyoner sosyete takımı ve benzerleri, tüm
bunlar bir “iki yüzlü”lüğü anlatır. Madalyonun bir yüzünde, çelişkili toplumsal
ilişkilerin ürünü olan ve emekçilerin yüzleştiği acımasız toplumsal gerçekler,
gönenç içinde bir burjuvazinin sefalet içindeki emekçi insanlığa karşıtlığı
vardır. Diğer yüzündeyse, gerçekleşmeyecek umutlar, gerçek-üstü düşler, hayali
tasarımlar, sahte vaatlerle “afyonlanmış” emekçi halkın, para babalarının
çeşitli geçici girişimleriyle, aldatıcı yardımlarıyla avutulması ve
kandırılması bulunur. Dini buyruklar, çoğu ahlaki değer, yoksullara acıma ve
merhamet duygusu, hayırseverlik gibi ideolojik motifler, toplumsal çelişkilerin
ve gerçeklerin algılanmasını örten “sis” görevini yerine getirir.
IV. Realist ideolojik motifler ve komünist ideolojik mücadele
Yalnızca Marksist toplum bilim ve doğa bilimleri gibi teoriler, realist
düşünceler içermez. Günlük hayatta insanlar, dahil oldukları toplumsal
pratiklerde metafizik, pragmatik, ütopik ideolojik motiflerin yanı sıra,
realist ideolojik motifler de üretir. Bunların oluşturduğu heterojen, parçalı
ve tutarsızlıklar içeren birliğe ortak
duyu (Gramsci) denebilir. Realist düşüncelerin üretilmesinde, gerçekliğin
mekanizmalarının bütünlüklü ve derinlemesine bir kavranışı ya da bilimsel
yöntem illa ki gerekmez. Bir olay, nesne, süreç ya da sorun üzerinde, onun
üzerinde bir denetim ve kontrol kurulmasına yetecek ölçüde bir kavrayış
oluşturulduğunda, realist düşünülüyor demektir. Günlük hayatta karşılaşılan
sorunlar çözümsüz bırakılmaz veya ötelenmezse, bunların pratikteki çözümünde
realist düşünceler etkili olur.
Peki, günlük hayatta realist düşüncelerin oluşumunda, ne gibi zihinsel
düzenekler etkilidir? İlk akla gelenler şunlardır: Merak etme, görünüşlere
ilişkin şüphecilik, araştırma/inceleme ve olayların altında yatan nedenleri
bulma ve açıklama gereksinimi, pratiğe yönelik ve sorun giderici düşünme, basit
ama doğrulanabilir neden-sonuç ilişkileri kurma, üzerinde egemen olunabilir
bağıntılar oluşturma, çok yönlü ilişki ve etkileşimleri kavrama, değişimin
farkında olma, indüksiyon-dedüksiyon-retrodüksiyon, analoji, karşılaştırma,
benzeşimler kurma yöntemleriyle hipotezvari fikirler geliştirip pratikte sınama…
Karşılaşılan olayların, süreçlerin, çeşitli yönleriyle, bütünlüklü ve
derinlikli bir biçimde değerlendirmesi, hele de hâlihazırda bilinen bilimsel
yasaların yardımına başvurularak kavranması/açıklanması, oluşturulan
fikirlerdeki realizmi çok boyutlu, daha bütünlüklü yapacaktır.
“Ateş olmayan yerden duman çıkmaz”, “parayı veren düdüğü çalar”, “bakarsan
bağ, bakmazsan dağ olur” gibi atasözlerinde bile, realist düşünce motifleri
bulunur. İnsanlar günlük hayattaki pratiklerinde, diyalektik mantığın
ilişkilenme/etkileşim, oluşum, değişim, ilerleme desenlerini dahi
kavrayabilmektedir. Örneğin, “damlaya damlaya göl olur” atasözü, niceliksel
birikimin sonucunda “büyük bir damla” oluşmadığının kavranışı değil midir?..
Burada önemli olan ve görülmesi gereken nokta şudur; emekçilerin gerici
ideolojik motifler dışında başka fikirler üretemeyecekleri düşüncesi ve
komünist ideolojinin onlara ulaştırılmasının çok zor ya da imkânsız olduğu şeklindeki
sanı kof ve geçersizdir. Komünist ideolojik temalar, emekçilerin günlük
yaşamında ürettikleri realist düşüncelerle, realist ideolojik motiflerle
eklemlenebilmektedir. Bundan da daha önemlisi, emekçi halkın günlük
pratiklerine dokunan, bunlarla ilişkilenen, sahip oldukları kültürel pratikleri
sahiplenerek, ilerleten faaliyetler, komünistlerce organize edilebilmektedir. Böylelikle emekçilerin
sınıf bilinçlerinin gelişiminde bir katarsis
(“arınma” anlamına geliyor, Gramsci) süreci mümkündür.
Egemen ideolojiyi ya da ortak
duyuyu oluşturan motiflerin birliği, mutlak boşluksuz bir yapı oluşturmaz
ve bu motifler birbirleriyle tam bir uyum içinde değildir. Komünist ideolojik
mücadelede, bu uyumsuzluklara işaret etmek; uygun durumlar oluştuğunda,
pragmatik ve metafizik ideolojik motiflerin geçersizliğini göstermek
değerlidir. Örneğin, özelleştirme sonucunda “hak-hukuk” tanınmadan işten atılan
bir işçiye, uygun zamanda müdahale edilirse, çalıştığı dönemde sahip olduğu
patronuna, iş yasalarına, devlete ilişkin düşüncelerinin, birer “gözbağı”
olduğu gösterilebilir. Yine örneğin Ramazan ayında dincilerin kurdukları
çadırlarda verilen yemeklerin ya da genelde verilen sadakaların, sürekli işsiz
kalan bir emekçi kitlesinin karnını doyurmaya yetmediği kavratılabilir.
İnsanlar üzerinde gerici ideolojik fikirlerin etkili olabilmesi, pratikler
üzerinden yeniden üretilmelerine bağlıdır. İşçilerin yaşadığı birçok pratikte,
dağınık da olsa, birçok realist ideolojik motif de türer. İş sürecinde
karşılaşılan sorunlar, geçim sıkıntısı, işten atılma, hastanede ve halk ekmek
büfesi önünde kuyrukta bekleme vb. akla gelebilecek her türlü yaşamsal deneyim,
realist ve ilerici ideolojik motiflerin üremesine de yol açabilir. Ancak
elbette, köyden kente gelip varoşta sefalet içinde yaşamaya itilen insanlara,
hakları için greve giden işçilere, har(a)ç ödeyemediği için okuyamayan
üniversite öğrencisine, zamanında ulaşılmaz ve komünist ideolojik motifler
onlara dışarıdan taşınmazsa, yaşanacak süreçlerin sonucunda oluşacak olumsuz,
çaresiz, edilgen konumlanışlar, gerici metafizik ve pragmatik ideolojik
motiflerin türeyişine ya da benimsenmesine, yeşermiş realist ve ilerici
ideolojik motif nüvelerininse hafızalardan silinip gitmesine yarayacaktır.
Özetle, komünist ideolojik mücadele, siyasal mücadele şemsiyesi altında yerine
getirilir. Öğretim, ancak belirli düzeyde oluşmuş/oluşmakta olan bir komünist
bilincin pekişmesinde ve bu bilinci teorik bilgiyle, tarih bilinciyle
buluşturmada önemlidir. Oysa ideolojik mücadele, emekçilerin yaşadıkları pratikler
içerisinde, uygun bir zamanlama, uygun bir tarz ve araçlarla gerçekleştirilen
siyasal ve kültürel müdahalelerle yapılır. Siyasal mücadele, öğretimsel
etkinlikleri, örneğin paneller, seminerler, konferanslar düzenlemeyi içerse de,
bunlara indirgenemez. Bu etkinliklerin ideolojik etkisiyse elbette hafife
alınmamalıdır.
Düzenin hegemonya krizine girdiği kesitlerde, siyasal/ideolojik mücadelenin
önemi artar. Çünkü bu dönemler, egemen ideolojiyi oluşturan motifler arasındaki
uyumsuzluğun iyiden iyiye arttığı, derinleştiği ve bu motifler arasındaki
bağların çözülmeye başladığı, egemen ideolojinin bileşenlerinin pratikte
kolaylıkla yeniden üretilemediği tarihsel kesitlerdir. Komünist ideolojik
mücadelede, her zaman ama kriz kesitlerinde daha da fazla olmak üzere,
emekçilerin pratikleri üzerinden ürettiği realist ve ilerici-komünizan
fikirlerle eklemlenmesini bilmek ve onları daha bütünlüklü bir ideolojik bakışa
evriltmek zorunluluktur. Komünist ideoloji, bilimsel incelemelerden genel
ilkelerini ve ilhamını alır; ancak toplumda oluşmuş, emekçilerin zihinlerinde
yeşermiş realist ve ilerici ideolojik motifleri bünyesine katmadan da var
olamaz.
V. Althusser’in “ideoloji” anlayışına itirazlar
Türkiye solu ve akademi çevreleri üzerinde bıraktığı etkiyi bir
nebze olsun kırmak üzere, ünlü Fransız “Marksist”inin konumuzla ilgili
görüşlerine değinmek de yararlı olacaktır. Althusser, “ideoloji” üzerine tezleriyle
de Türkiye solunun dikkatini çekmeyi başarmıştır.
i. Bize göre, spekülatif bir “genel ideoloji teorisi”nden uzak durulmalıdır.
İdeolojilerin toplumsal somut içinde incelenmesi ve buradan yola çıkılarak bazı
soyutlamalara ulaşılmasıysa mümkün ve yararlıdır. Materyalist tutum budur.
Elbette, daha önce yapılmış detaylı araştırmaların ürünü olan soyutlamaların
çizdiği çerçeve içinde kalınarak, yeni gözlemlerle gerçekleştirilecek bazı
saptamalar teoriye eklenebilir. Marksist, temel-üst yapılar, devlet aygıtı gibi
temel kavramlarla çizilmiş olan çerçevenin içine, “ideoloji” konusunda bir kaç
saptama eklemeye çalışan Althusser de, bunu yapmaya çabalamıştır. Althusser’in
“ideoloji” üzerine yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla, bu konuda somut
incelemelere dayanan, sistemli ve derinlikli bir çalışması yoktur. Amerika
kıtasını yeniden keşfetmeye gerek yoktur, fakat Marksist teoride yeterince
derinlemesine işlenmemiş alanlarda bir ilerleme sağlanmak isteniyorsa, bu
alanlarda mevcut teorik bakış açısını reddetmeden, somut ve kapsamlı
incelemelerin yapılması gerekir.
ii. Althusser yazılarında kılı kırk yarıp, onca titizlenmesine rağmen,
yeri geldiğinde oldukça keyfi ve yanlış yorumlarda bulunur. İşte bir
örnek: “Gerçekten de 1844 Elyazmaları’ndan sonra Alman İdeolojisi de,
açıkça bir ideoloji kuramı sunar, ancak (...) bu kuram Marksist değildir.” Bu
yorum, ancak Althusser öyle diyor diye kabul edilmesi istenen, keyfi ve yanlış
bir yorumdur. Devam edelim: “Alman İdeolojisi’nde bu anlatım
(“ideolojinin tarihi yoktur” anlatımı-MB) açıkça pozitivist bir bağlamda
kullanılmıştır.” Bu ifade de
yanlıştır. Alman İdeolojisi, materyalist bir bakış açısıyla
yazılmıştır. “İdeolojilerin, bilimin, sanatın, hukukun vb. bağımsız bir tarihi
yoktur” anlatımı da, tarihin idealist yorumuna karşıt olarak, materyalist bir
perspektif bağlamında kullanılır. Hegel’in idealist felsefesinin eleştirisi
yapılırken, felsefeye karşı bir tavır sergilenir sergilenmesine, ancak bu
anti-felsefi tavır, Hegel’in ve genç-Hegelcilerin düşüncelerine ve
perspektifine yöneliktir. Tarihsel-diyalektik materyalizmin, pozitivizmin
anti-felsefi tavrıyla hiç bir alakası yoktur.
iii. Althusser’in “ideoloji”yle “bilinçdışı” arasında kurduğu ilişkinin
dayanağı da yoktur. “İdeolojinin tarihi yoktur” önermesiyle
Freud’un “bilinçdışı öncesiz ve sonrasızdır” önermesi arasında
“organik bir bağ” olduğunu iddia eden Althusser, bu ilintilendirmenin “kuramsal
açıdan gerekli” olduğunu belirtir. Althusser,
bahsedilen iki ifade arasında benzerlik kurmanın, bu “benzetmenin
kuramsal açıdan haklı olduğunu” da, “bilinçdışının öncesiz ve
sonrasızlığı son tahlilde genelde ideolojinin öncesiz ve sonrasızlığına
dayanır” diyerek bir güzel
(!) açıklar. Elbette kurduğu cümlede, “son tahlilde” gibi bir süs de eksik
olmaz...
“Öncesiz ve sonrasız demek, her tür (zamansal) tarih
karşısında aşkın değil de, hazır ve nazır, yani tarihin tüm yayılımında biçimi
değişmez demekse, ben de Freud’un sözünü harfi harfine devralıp, tıpkı
bilinçdışı gibi, ideoloji de öncesiz ve sonrasızdır, diyeceğim.”
Bir soyutlama olan “ideoloji” kavramı, öyle ya “öncesiz ve sonrasız”, her zaman
“hazır ve nazır” sayılabilir. Bir soyutlama, bir kavram tüm tarihte “hazır ve
nazır”, “biçimi değişmez” olarak vardır demek, katıksız idealizmdir. Bu
noktada, Marx’ın Grundrisse’de bir soyutlama olan “üretim” kavramı
hakkında söylediklerini hatırlamamak mümkün değildir. Bu tür kavramlar bizi,
bir sürü ayrıntıyı tekrarlamaktan alıkoyar, çünkü bu kavramlar soyutlama
ürünüdür. Ancak, her çağın spesifik üretim tarzının incelenmesi yerine, her
çağda geçerli olduğu varsayılan genel bir “üretim” işleyişinden bahseden
burjuva düşünürler (sözgelimi liberal J. S. Mill), idealist bir tutum sergiler. Ya “ideoloji”nin
teorisini yapan Althusser?
Bize göre, ideolojiler üzerine bir değerlendirme yaparken, Freud’un
panseksüalist (her şeyi kuşatan cinselci) yaklaşımına başvurmak, “bilinçdışı”
(“bilinçdışı” sayılan dürtüler, içgüdüler bize göre, “bilinç” kapsamındadır),
“öncesizlik ve sonrasızlık” gibi kavramları kullanmak gereksizdir. Üstelik
bunlara bulaşılmaması gerekir. Bunun yerine, psikoloji bilim dalının yaygın
olarak kabul edilen bazı bilgilerini kullanarak, metafizik ve pragmatik
ideolojiler üretilirken ve yeniden üretilirken kullanılan bazı zihinsel
düzeneklere işaret edilebilir. Her ideolojinin ilk üretiminin ve gelişiminin
incelenmesi, ayrıntılı somut tarihsel koşulların değerlendirilmesini de
gerektirir.
iv. Althusser’in değerli olsa da, özgünlüğü olmayan iki tezinden ilki
şöyledir: “İdeoloji bireylerin gerçek var oluş koşullarıyla kurdukları
imgesel ilişkiyi gösterir.” İkinci
teziyse şöyle: “İdeoloji maddi bir var oluşa sahiptir.”
Bu iki tezi değerli yapan, Marx’ın ideoloji konusundaki doğru
saptamalarının başka kelimelerle tekrarı olmalarıdır. Örneğin Alman
İdeolojisi’nin, 18 Brumaire’nin, Kapital’in ilgili
kısımları hatırlanmalıdır. Althusser, “(...) tüm ideolojilerde gözlemlenebilen
her türlü imgesel çarpıtmanın, bu ilişkinin imgesel doğası tarafından
desteklendiği yolundaki tezi ileri sürebiliriz”
diye yazarken de haklıdır. Ancak Althusser, ideolojileri sınıflandırmaz ve
ideolojilerin tümünde bir “imgesel çarpıtma”nın gözlemlenebileceğini
belirtirken de, devrimci-realist ideolojilerde ve teorilerde “çarpıtmanın”
genelde bulunmadığını, gözlenmişse de bunun karakteristik bir özellik
olmadığını eklemeyi unutur. İnsanları gerçeklik hakkında çarpıtma yapmaya iten,
bu ideolojik çarpıtmaların temelinde yatan nedense, toplumsal yaşamda
aranmalıdır. İdeolojilerin oluşumunda ve yeniden üretiminde işlevli olan
zihinsel/psikolojik düzenekler, kendi başlarına “çarpıtma” üretemez.
İdeolojileri oluşturan insanların toplumsal pratikleridir. Althusser bu
pratiklere işaret ederken haklıdır. Ancak Marx, Feuerbach Üzerine
Tezler’in sekizincisinde “toplumsal yaşam özünde pratiktir; teoriyi
gizemciliğe saptıran bütün giz’ler, ussal çözümlerini, insan pratiğinde ve bu
pratiğin kavranmasında bulur” şeklinde yazarak, bu materyalist tezi
zaten çok önceden ileri sürmüştür.
v. Althusser, ideolojik düşünceleri, “bir ideolojik aygıt
tarafından tanımlanan kurallarla düzenlenen pratiklerin edimleri”yle
özdeşleştirir ve böyle tanımlanınca, “düşünceler de (ülküsel, tinsel
bir var oluşla donanmış düşünceler olarak) yok olup gittiler”
diye yazar. İdeolojileri daha çok “ideolojik pratikler” şeklinde
adlandırdığımız pratiklerle özdeşleştirir. Oysa “ideolojik pratikler”den ayrı,
ideolojik motifleri üreten yaşam pratikleri vardır. İdeolojiler sadece, “(...) öznenin
düşüncelerinden kaynaklanan maddi ideolojik aygıt tarafından
tanımlanan maddi kurallarca belirlenen maddi pratiklerde yer alan maddi
edimler”e indirgenemez. Çünkü
öznelerin ideolojik olan ve ideolojik olmayan düşüncelerinin nihai kaynağı
yaşamsal pratiklerse de, düşünceler pratiklerle özdeş değildir.
Althusser’in keyfi ve saçma yaklaşımlarına başka örnekler de verilebilir.
Örneğin, “her şeyin merkezinde yer alan tezim” dediği ifade
şöyledir; “ideoloji bireylere özne diye seslenir.”
Soyut “ideoloji” kavramını kullanmasını bir yana bıraksak bile, “seslenme”
adını verdiği işlemin ne olduğunu yazdıklarından anlamak mümkün değildir. “Bireyler
zaten-hep öznedirler” cümlesinin
anlamını da bir tek Althusser biliyor olmalıdır... Saçma olan ifadelerine örnek
olarak da, “aile, baba/anne/kardeş ideolojisi”, “aile ideolojisi” gibi
nitelemelerini verebiliriz. Freud’a olan keyfi ilgisini ve sempatisini de
unutmamalıyız:
“Bütün bu ideolojik zorlama ve önceden-atanma kadar,
önce aile içindeki bu evcilleştirmenin, sonra da eğitimin uyduğu bütün
kuralların, Freud’un cinselliğin genital ve pre-genital ‘evrelerinin’biçimleri
olarak incelediği konuyla, yani Freud’un, yolaçtığı sonuçlara bakarak,
bilinçdışı dediği alanın ‘kavranılması’ başlığı altında inceledikleriyle
ilişkisi olması gerektiğini anlamak için müneccim olmaya gerek yok.”
vi. İdeolojik aygıtlara gelince... “Devletin İdeolojik Aygıtları” (DİA)
tanımı sorunludur. Bu görüşe göre, devlet, aile DİA’sıyla ailelerde, öğrenimsel
DİA’yla özel ya da devlet okulları olsun her okulda, haberleşme DİA’sıyla
basın-radyo-televizyon kanallarında ve hatta internette, kültürel DİA’yla
edebiyat, güzel sanatlar ve sporda, diğer DİA’larla da toplumsal yaşamın diğer
alanlarında, “hazır ve nazır”dır. Kısacası, bu görüşe göre, devlet neredeyse
her yerdedir ya da neredeyse her şey (aile, edebiyat vb.) devlettir. Devlet,
ister bir “aygıt” olarak ele alınsın, istenirse de bir “toplumsal ilişki”
olarak düşünülsün, neredeyse toplumun tüm süreç, organizasyon ve kurumlarında,
“egemen ideoloji” yoluyla da olsa, var olabilir mi? Toplumların tüm süreç,
organizasyon ve kurumları, bir “aygıt” mıdır? Üstelik bunlara, “devletin
aygıtları” nitelemesi yakıştırılabilir mi? Sorun budur. Althusser’e göre, bu
çeşitli aygıtların birliğini sağlayan “devlet ideolojisi” ya
da “egemen sınıfın ideolojisi olan egemen ideoloji”dir.
Althusser, DİA’ların sınıf mücadelelerinin alanı olduğunu belirtir ve “hiçbir
sınıf Devletin İdeolojik Aygıtları içinde ve üstünde kendi hegemonyasını
uygulamadan devlet iktidarını kalıcı olarak elinde tutamaz” diye
de ekler. İfadelerini düzeltmek için daha sonradan eklediği bir notuyla da,
orta yere eklektik bir karmaşa bırakır:
“DİA’lardaki sınıf mücadelesi, DİA’ları aşan bir sınıf
mücadelesinin görünüşlerinden yalnızca biridir. İktidardaki bir sınıfın,
DİA’larda egemen kıldığı ideoloji, DİA’larda ‘gerçekleşir’, ama başka yerden
geldiği için onları aşar. Aynı şekilde, ezilen bir sınıfın DİA’lara karşı ve
DİA’lar içinde, savunmayı başardığı bir ideoloji de başka yerden geldiği için
DİA’ları aşar.
(...) o zaman ideolojiler DİA’larda değil, sınıf
mücadelesine katılan toplumsal sınıflardan, yani sınıfların var oluş
koşullarından, pratiklerinden, mücadele deneyimlerinden vb. ‘doğuyorlar’ demektir.”
VI. Siyasi İdeolojilerden örnekler
Geldiğimiz bu noktada yazımızı, liberalizm, muhafazakarlık, sosyal demokrasi,
feminizm, milliyetçilik ve faşizm örnekleri üzerinde durarak bitirelim.
i. Klasik liberalizm:
Liberalizm, Batı Avrupa toplumlarının 18. ve 19. yüzyıldaki tarihsel gelişimlerinin
burjuva sınıf bilincindeki yansıması olarak özetlenebilir. 17. yüzyılda Batı
Avrupa’da iktisadi, askeri, dinsel ve hukuki iktidar mekanizmalarını kralların
şahsında birleştiren mutlakiyetçi monarşilerin gelişimine karşı burjuvazinin
siyasal/ideolojik, felsefi ve artistik mücadelesinin leitmotifi, liberal
değerler ve ilkelerdir. Klasik liberalizm, burjuvazinin siyasi iktidarının
oluşumu sürecinde sahip olduğu dünya görüşü olarak, monarşi ve aristokrasiye
karşı mücadelesinde, pre-proleter halk kitlelerinin ve proleteryanın üzerinde
hegemonyasını kurarken şekillenir.
Liberalizmin merkezi kavramı bireydir. Liberal düşüncede birey, toplumsal
ilişkilerinden yalıtılmış (atomizasyon), tarihsel akış içerisinde ele alınmayan
(tarihsizleştirme) tekil insan öznesi durumundadır. Kapitalist toplumda
burjuvalar ile proleterler, birey/yurttaş nitelemesiyle düşünsel düzlemde
eşitlenmekte ve gerçeklikte aralarında bulunan sınıfsal ilişkiler
gizlenmektedir.
Klasik liberalizme göre, yaşam güvencesi, özgürlük ve bireyin emek gücünü
de kapsayan mülkiyet, “doğal haklar”dır. Özünde bu durum, burjuvazinin
çıkarlarının üstü yarı-örtük bir biçimde savunulması ve tüm toplumun çıkarları
olarak gösterilmesine karşılık gelir. Liberal burjuvalar yaşam hakkını, negatif
özgürlükleri ve özel mülkiyeti, bireylerin doğal hakları olarak görürken,
toplumsal-tarihsel ilişkilerin belirlediği bu antiteler, toplumsal-tarihsel
bağlamından soyutlanıp, doğallaştırılır. Örneğin Roma İmparatorluğu döneminde
bir kölenin yaşam hakkından bahsetmenin absürtlüğü karşısında, modern “köleler”
olan proleterler için, sermaye birikim süreçlerinin gerekleri doğrultusunda
şekillenen bir yaşam hakkı fikri elbette vardır. Kapitalist üretimin Avrupa
topraklarındaki gelişimiyle birlikte yaşanan üretici güçlerdeki ilerlemeler,
üstyapılardaki yansımasını, bireylerin bilgi, fikir oluşturup yayma,
düşüncelerini ifade etme ve davranışlara dönüştürmesinin müdahalelerle
kısıtlanmaması anlamına gelen “negatif özgürlük” anlayışında bulur. Liberal
düşüncede, bireylerin özgürlüğü doğal bir hak olarak sunulduğunda, yine tarihsizleştirme
yapılmaktadır.
Klasik liberalizmde, bir “toplum sözleşmesi”yle devletin kurulduğu ve “doğal
hakları” korumak üzere görevli olduğu var sayılır. John Locke’un toplum
sözleşmesinin çıkış noktası “doğa durumu”dur. Hayali bir kurgu olan doğa
durumunda insanlar sınırsız bir özgürlüğe ve mutlak bir eşitliğe sahiptir.
Doğal durumda hakların kullanılması açısından bir belirsizlik ve güvensizlik
ortamı vardır. Devlet, bireylerin yaptığı toplum sözleşmesiyle yargı ve yürütme
erklerinden vazgeçmeleriyle kurulur. Thomas Hobbes ise “herkesin herkese karşı
savaşı” (bellum omnium
contra omnes) olarak tanımladığı
doğa durumuyla, bir toplum sözleşmesiyle kurulan devleti temellendirir. Liberal
düşüncede, devlet toplumun üstünde, topluma aşkın bir kurum olarak değerlendirilir
ve temel işlevi mülkiyeti korumaktır. Oysa burjuvazi ve onların organik
aydınları, siyasi temsilcileri, mutlakıyetçi ve teokratik iktidara karşı anayasal
ve laik bir rejimi, hukuk devleti ilkesini savunmuştur. Burjuvaziyle toplumun
diğer sınıfları arasındaki sınıfsal iktidar ilişkisinin örgütlenmesi olarak
kapitalist devlet kurulurken, burjuvazi toplumun diğer sınıfları üzerindeki
hegemonyasını bu yolla oluşturur. “Toplum sözleşmesi” de, “doğa durumu” da,
metafizik kavramlardır.
Klasik liberalizmin “fayda anlayışı”, “homo economicus” (Adam Smith) olarak
adlandırılan bireylerin eylemlerinin temelinde, haz ve fayda arayışı olduğunu
var sayar. Bireylerin mübadele ilişkilerine girdikleri piyasada, karlarını ve
faydalarını maksimize etmeye çalıştıkları belirtilir. Ekonomik ilişkilerin,
kendiliğinden işleyen mekanizmalarıyla bir “gizli el” oluşturduğu düşünülür. Bireylerin
faydalarının toplamı, toplumsal faydaya yol açar denir. Oysa bireylerin haz ve
çıkar/fayda arayışı a priori özellikleri değildir. Kapitalist
toplumsal-iktisadi ilişkiler içerisinde insanlar, çıkarlarını takip etmeye
itilir. Burada bir ters çevirme
yapılmaktadır. “Gizli el” bir piyasa
fetişizmidir. Örneğin kapitalist iktisadi ilişkiler, burjuva bireylerin bir
bölümünün karını artırmasına, bir bölümünün ise iflasına yol açar. Bu iktisadi
ilişkilerin işleyişi anarşik ve plansızdır. Sömürülenler açısından
bakıldığında, kapitalizm onlara genel olarak “fayda” sağlamamaktadır.
ii. Muhafazakârlık:
Edmund Burke, Louis de Bonald ve Joseph de Maistre, Büyük Fransız Devrimi
sonrasında muhafazakâr ideolojinin ilk metinlerini yazmıştır. Ancient Regime’in
bu organik aydınlarının ortak noktaları bu devrimin getirdiği değişime
tepkidir.
Muhafazakârlık ilk oluşumunda, aristokrasinin sınıf bilinci olarak, toplumsal
değişim süreçlerinde tehdit edilen değerlerin ve kurumların savunusunu anlatır.
Bu özelliğiyle muhafazakâr ideoloji oluşturulurken, bir karşıt tepki kurma düzeneği işlemektedir. Muhafazakârlık,
Aydınlanma’nın akılcılık ilkesine, reform hareketlerine karşıtlıkla
şekillenmiştir. Örneğin muhafazakârlara göre, dinsel kuralların işlevi dünyada
toplumsal düzeni sağlamaktır. Aile, köy, manastır ve lonca gibi kurumların, cemaatlerin,
değerlerin, geleneklerin, alışkanlıkların toplumsal işlevleri nedeniyle
savunusunu gerekli görürler. Deneyimlerin, alışkanlıklarla yararlı olduğu
görülmüş her kurum ve değerin, istikrarı sağladığı vurgulanır.
Muhafazakârlığa göre, insan biyolojik, duygusal ve bilişsel açıdan kusurlu
bir doğaya sahiptir. Bu yüzden de insanların davranış ve eylemleri, kurumlar
tarafından denetlenmeli ve düzenlenmelidir denir. Burada evrenselleştirme düzeneği çalıştırılmaktadır. İnsanların
“kusurları”, “erdemleri”nden ayrılarak tek-yönlü kavranmakta, ayrıca toplumsal
belirlenimlerinden arındırılıp, doğallaştırılmaktadır.
İnsan aklı, gerçeği özellikle de toplumsal gerçekliği yeterince kavrayamaz ve
bu nedenle akılcı toplumsal reformlar istikrarsızlık getirir şeklinde bir
düşünceye sahip olan muhafazakârlık, alışkanlıkların ve geleneklerin
sürdürülmesinden yanadır. Burada gerçeklik ile insanların bilinci arasındaki
karşılıklı etkileşim, tek-yönlü olarak değerlendirilmekte; görünüşlerin
oluşturduğu algılama düzeyi mutlaklaştırılmaktadır. Bu tutum, anti-realist
niteliktedir.
Muhafazakârlık, kurallarla, normlarla, cezalarla biçimlenen toplumsal
düzenlemelerin, kurumların otoritesiyle uygulanmasını elzem görür. Bu yolla
istikrar ve düzenin korunmasını, toplumsal eşitsizliklerin statükosunu savunur.
Otoritelerle bireyler arasında rıza değil, itaat ve bağlılık ilişkisinin
olmasını, hakların görevlerle dengelenmesi gerektiğini benimser.
Muhafazakârlar, yeni değerlere ya da evrensel değerlere karşı bir tutum
sergiler. Başka bir deyişle, tutucudurlar, başka değerlere karşı dışlayıcı ve
ayrımcıdırlar.
Muhafazakâr düşünce, endüstrileşmenin, bilimsel-teknolojik gelişmenin
sonucunda gelişen değerlerdeki aşınmaları eleştirir ve bunlara karşıt-tepki verir. Maddenin maneviyat
karşısında üstünlük kazanmasının olumsuzluğuna işaret eder. Eski güzel günlerin
kaybolması nedeniyle gelişime karşıdır. Kapitalizmin gelişimiyle kırsal
yaşantının çözülüşüne, kentleşmeye olumsuz bakar.
Muhafazakâr ideoloji zamanla, liberal ideolojiyle birleşmiş ve
kaynaşmıştır. Böylelikle bir burjuva ideolojisi olarak yeniden şekillenmiş ve
burjuva demokrasisinin değer ve ilkelerinin korunması gerektiği savunusunu
yapmıştır. 1980’lerle birlikte neokonservatizm ile neoliberalizm kaynaşmış,
otoriter bir siyaset anlayışıyla, piyasacı/liberal politikalar bir potada
eritilmiştir.
Muhafazakârlar, millet (ulus) kavramını benimser ve milliyetçidir. “Ulusal
çıkarlar”dan ve ulus devletten, kanunlardan ve “hukuk devleti”nden, “adaletin
yansız uygulanması”ndan yanadırlar. Bütün bunlar ideolojik birer illüzyon işlevine sahiptir.
Muhafazakarlık günümüzde, gerici-pragmatik bir düzen ideolojisidir. Muhafazakâr
bir düşünür olan Oakeshott’a göre, muhafazakârlık bir ideoloji değil, bir
tutumdur. Elbette muhafazakârlık bir ideoloji olarak, radikal değişimlere ve
toplumsal dönüşümlere karşı oluşturulan bir tavır/tutuma ve davranış stiline sahiptir.
Başka bir deyişle, anti-komünisttir.
iii. Sosyal Demokrasi:
Sosyal demokrasi, yoksulluk, işsizlik, eşitsizlikler, adaletsizlikler gibi
kapitalist toplumsal formasyonlarda birer sonuç olarak oluşan görüngülerin,
siyasi ve ekonomik reformlarla tedricen ortadan kaldırılacağı görüşüyle
karakterizedir. Bazı ülkelerdeyse, eşitsiz ve geç gelişen burjuva demokratik
ilke ve kurumların geliştirilmesini savunur. Sosyal devlet, piyasanın devlet
eliyle düzenlenmesi ve karma ekonomi, 1929 Bunalımından sonra, krizden çıkışın
bir formülü olmanın yanı sıra, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş
yıllarında, reel sosyalizme ve Avrupa’nın bazı ülkelerinde yeniden
kitleselleşme eğilimi gösteren komünist partilere karşı, işçi sınıfının burjuva
demokrasisine rızasını inşa etmek üzere oluşan hegemonik bir projenin
bileşenleridir. Sosyal demokrasinin altın çağı olan 2. Savaş-1980 yılları arası
dönemi karakterize eden Keynesçi sermaye birikim biçimi, uluslar arası bir
krizle birlikte yerini, 1980’lerden itibaren neoliberalizme bırakmıştır.
Kapitalistler ile proletarya arasındaki kısmi uzlaşmanın ürünü olan burjuva
demokratik üstyapılar, böylelikle yeniden düzenlenmeye başlanmıştır. 1990’larda
reel sosyalizmin çözülmesiyle beraber, sosyal demokrasinin komünizme karşı
koruma sağlayıcı işlevi de ortadan kalkınca, kapitalist sınıfın gözünde bu
akım, demode olmuştur.
Sosyal demokrasi, emek-sermaye karşıtlığı dikkate alındığında, bir burjuva
sınıf ideolojisi olarak devrimci-realist değil, reformist-pragmatik bir düzen
ideolojisidir.
iv. Feminizm:
Kapitalist toplumsal formasyonlarda kadınlar, erkeklere göre dezavantajlı,
ikincil bir konumdadır, üstelik erkekler gibi sömürülmektedir. Burjuvazinin
eşitlik, özgürlük ve adalet gibi ilkelerinin, kadınlar için somut haklarla
örtüşmediğinin anlaşılması, 19. yüzyılda gerçekleşmiştir. Feminist hareket ilk
olarak kadınların erkeklerle eşit yasal ve siyasal haklara (eğitim hakkı, eşit
çalışma hakları, oy hakkı vb.) sahip olması için verilen mücadeleyle liberal
bir çizgide yola koyulmuştur. 19. yüzyılın başından, 1. Dünya Savaşı’nın sonuna
kadar olan bu dönem “birinci dalga feminizm” olarak adlandırılır. “İkinci dalga
feminizm” ise, 1960’larda doğmuştur. Bu dönemdeki feminist hareketlerin
kadınların siyasal özgürleşmesiyle değil, “kadının özgürleşmesi”yle ilgilendiği
söylenebilir. Feministlere göre, toplumda “kadınlık” oluşturulmaktadır; toplumsal
yapılanış, toplumsal cinsiyet rolleri üretmektedir.
Feministler patriyarkanın (erkeklerin çeşitli alanlardaki iktidarları)
kapitalizme indirgenemez olduğunu savunsa da, aslında kapitalist toplumlardaki
iktidar ilişkileri, bir alt kümelenme olarak patriyarkayı yapısında
(=düzenleniş ve işleyiş) barındırır. Kamusal alanın (iş, siyaset, kültür vb.)
erkeklerin tasarrufunda olmasına, ev ve aileye ait sorumluluklardan oluşan özel
alanın kadınlara bırakılmasına da, feministler karşı çıkar. Oysa komünizmde
toplumun bilimsel yapılanışı, özel alan-kamu alanı ayrımını ve patriyarkayı da
kapsayan iktidar ilişkilerini ortadan kaldırma kapasitesine sahiptir. Örneğin
ev işlerinin yapılmasının ve çocukların yetiştirilmesinin, toplumsal
faaliyetlere dönüştürülmesi; cinsiyet rollerinin sönümleneceği ve “androjen”
(günümüzde kadın ve erkeklere özgü sayılan rollerin/özelliklerin gelecekte her
bireyde bir arada bulunuşu) nitelikte insanların yetiştirileceği bir toplum ve
kültürün yaratılması, komünizmle mümkündür.
v. Milliyetçilik:
Millet/ulus, milli kimlik, milliyetçilik, ulus devlet kavramları, 18.
yüzyıl sonrasında türetilmiştir.
Milliyetçiliğin temek kavramı olan millet, milliyetçilerin zihninde ve ayrıca
ortak duyuda tarih-dışı bir kurgu/inanç olarak yer alır. Oysa bilimsel açıdan
millet, “hayal edilmiş bir siyasi topluluktur” (Benedict Anderson). Toplumdaki
her birey, aynı milletin bir ferdi olarak gördüğü diğer bireylerle kendini
özdeş sayar. Gerçekliğin çarpıtıldığı bu kavramlaştırma, emek güçlerinin
köylülerden oluşması ve bir kapitalist pazarın şekillenmesi süreçlerinde, ulus
devletlerin ortaya çıkmasıyla türetilmiştir. Çok etnisiteli imparatorlukların
çözülüşü süreçlerinde, milliyetçi ideoloji, önce burjuvazinin bir ilkesi olmuş
ve kapitalist devletlerin oluşmasıyla birlikte devlet ideolojilerinin bileşeni
haline gelmiştir. Ortak bir dil ve eğitim sistemi ile yazılı basının,
kapitalistleşme sürecinde toplumsal gereksinimler olduğu ve “millet” kurgusunun
türemesinde işlevler üstlendiği görülmelidir. Bu unsurlar aracılığıyla, bireylerde
bir duygudaşlık ve deneyim ortaklaştırılması söz konusudur. Millet, bir kurgu
olarak, hayali bir yaratım olarak bireylerde deneyim ve duygu ortaklığıdır. Bu
kurgu, edebi eserlerle, efsane ve destanlarla, tarih yazımıyla, eğitim
sistemindeki ideolojik formasyon kazanma süreçleriyle, kuşakların birbirlerine
sözlü aktarımlarıyla, tören ve ritüellerle, bayraklar gibi simgelerle sürekli
yeniden üretilir. Bu kurguda bireylerin sınıfsal aidiyetlerinin üzeri örtülür,
fertlerin ortak çıkarlara ve kökenlere sahip olduğu, siyasal iktidarın “tasada
ve kıvançta ortak” olan millete dayandığı benimsenir. Milliyetçiliğin,
anti-komünist özü burada yatar. Milliyetçilik, şovenizm ve ırkçılıkla da yakın
ilişkidedir. Üstelik ulus devletler içerisinde bulunan etnik azınlıkların
talepleri günümüze kadar sürdüğünden, bu etnisitelere karşı zor kullanımı ve
göç gibi politikalar uygulanmış, zaman zaman da bunları destekleyen reformlara
gidilmiştir. Günümüzde iddia edilenin aksine küreselleşmeyle ulus devletlerin
sonu gelmemiştir. Var olan bazı ulus devletlerin (en tipik örnek Yugoslavya)
parçalanması ve mikro-milliyetçi ideolojilerin doğması söz konusu olmuştur.
vi. Faşizm:
Almanya ve İtalya’da faşist diktatörlükler, ekonomik kriz ortamında filizlenen
ve zaman içerisinde kitleselleşen protest/faşist hareketlere, sermaye sınıfının
krizden bir çıkış yolu olarak verdiği destekle kurulmuştur. Kapitalist
sınıfların emperyalist politikalarıyla, faşistlerin işgalci/yayılmacı
perspektifi ve silahlanma politikası da örtüşmektedir. Faşist hareket ayrıca,
sermaye sınıfı için hala bir tehdit oluşturan örgütlü işçi sınıfı hareketlerini
ve komünistleri tasfiye etme işlevini yerine getirmiştir. Bunlara bir de
Sovyetler Birliği’nin yok edilmesine dönük militarist yayılmacılığın,
emperyalist-kapitalist sistemin çıkarına olduğu eklenmelidir.
Faşizm bir ideoloji olarak, muhafazakârlığın kavramlarını ve anlayışını
uçlara taşır. Irkçılık, milliyetçilik, otoriteyi/lideri fetişleştirme, despotizm, güçlüler-güçsüzler ayrımı, elitizm, militarizm,
yayılmacılık, anti-komünizm ve korporatizm karakteristik özellikleridir. Kapitalizm
öncesi hayali bir güzel geçmişi, Ortaçağın geleneklerini, şövalye kültürünü,
kahramanlık hikâyelerini ve destanları yüceltirler. Faşist ideoloji,
mistik-metafizik-irrasyonel karakterdedir. Aydınlanma, akıl ve entelektüalizm
karşıtıdır. “Düşman oluşturma”, komplocu düşünüş faşizmin özelliklerindendir.
Faşistler, kahramanlık ve ölüm kültü, güç, savaş, hiyerarşi, emir-komuta,
erkeklik gibi kavramlar etrafında değerler türetir. Ayrıca faşizm, asketik
(çileci) bir çalışma ve üretim etiğine sahiptir.
İlkyazım bitiş tarihi: 1 Ocak 2008
Revizyon tarihi: 1-9 Haziran 2022
Jon Elster, Marx’ı Anlamak,
Çeviren: Semih Lim, Liberte Yayınları, 2004, s. 476
[2] Destutt de Tracy’den aktaran Jan Rehmann, İdeoloji Kuramları-Yabancılaşmanın ve Boyun Eğmenin Güçleri, Yordam Kitap, 2. Baskı, 2020, s. 26
Örneğin bkz; Jan
Rehmann, a.g.e., s. 25-30.
Rehmann’ın bu kitabı, Tracy’nin çabası hakkında detaylı bilgiler veren bir
bölüme sahiptir. Bunun yanı sıra, Napolyon’un ideoloji kavramını pejoratif
kullanımından, Marx ve Engels’in ideoloji hakkındaki değerlendirmelerinden
tutun, Lukacs’tan, Gramsci’den, Althusser’den, post-yapısalcılığın konuya
bakışından, Bourdieu’dan, Faucault’ya
kadar pek çok yazarın değerlendirmelerine uzanan bir “panaroma” sunuyor. Yine
bkz; Sinan Özbek, İdeoloji Kuramları, Bulut Yayınları, 2000, s. 31.
Bu kitapta, Francis Bacon’un “idol” öğretisi, Adrien Halvétius, Dietrich
Holbach, Destutt de Tracy ve Napoléon Bonaparte’ın ideolojiye ilişkin
düşünceleri özetlenmektedir. İdeoloji kavramının Marx öncesi anlamındaki
tarihsel değişimi anlamada, Nur Betül Çelik, İdeolojinin Soykütüğü I:
Marx ve İdeoloji, Bilim ve Sanat Yayınları, Birinci Baskı, 2005, s. 27–56
da yararlı olabilir.
Makalenin ilerleyen bölümlerinde,
ilham aldığımız, yararlandığımız ideolojilere dair realist değerlendirmeler
içeren çalışmalara referans verilmiştir.
Bu kavramı, PIT’ın
(Projeckt Ideologietheorie-1977 yılında Wolfgang Fritz Haug’un kurduğu oluşum)
“Proto-ideolojik” kavramından esinlenerek kullanıyoruz. Bkz; Jan Rehmann, a.g.e., s. 256-7
Üzülme, yas, ağlama gibi
duygular ve davranışlar, toplumsal tutumlardır. İnsani duyguların tümüyle
“doğal” nitelikte olduğunu ileri süren görüşler yanıltıcıdır. İnsani duyguların
oluşumunda biyolojik/fizyolojik mekanizmalar rol oynasa da, onları düzenleyen,
biçimlendiren, anlamlandıran toplumsal ilişkilerdir. Uç bir örnek olsun;
Andaman Adalıları arasında ağlama, barış yapma törenleri, arkadaş buluşmaları,
evlilik, bir yas döneminin sonu gibi “kesintiye uğratılan toplumsal ilişkilerin
yenilenmek üzere olduğu” durumları işaret eden bir “rit”tir. (Brian
Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler-Bir Giriş Metni,
Çeviren; Tayfun Atay, İmge Kitabevi Yayınları, Birinci Baskı, 2004, s. 202)
Dinsel inanışlar
insanların sorunlarla başa çıkmalarına yardımcı olabilmektedir. “Kalpsiz
dünyanın kalbi” olan din, “afyon” kullanımı gibi acıları dindirir, yapay ve
sahte bir huzur ve mutluluk verir. “Huzur İslam’da” sözü bu anlamda da
okunabilir. Bu satırları, bir örnek üzerinden daha da açabiliriz: (Bkz; Asım
Yapıcı, Ruh Sağlığı ve Din: Psiko-sosyal Uyum ve Dindarlık, Karahan
Kitabevi, Birinci Baskı, 2007). Bu “ampirik” (!) çalışma, dindarlığın ruh
sağlığı üzerine etkisini, tek yanlı dinci bir perspektifle değerlendirir. Yine
de saptamalarını, kendi bakış açımızla düşünmek yararlı olabilir: “1. Dinler
beraberinde bir yaşam tarzı ve davranış biçimi geliştirmekte ve mensuplarından
bunlara uygun yaşamalarını istemektedir (…) uyuşturucu, alkol ve sigara
kullanımı, kontrolsüz cinsellik (…) bunların beraberinde getireceği fiziksel ve
ruhsal rahatsızlıklarla dindarlık arasında ters yönlü bir ilişki vardır. Ayrıca
dinler (…) yardımsever, suç işlemekten uzak duran, toplumun huzurunu bozmayan,
fiziksel ve sosyal çevresiyle uyumlu bireyler yetiştirme arzusundadır. 2.
Dinler kurduğu toplumsal yapı ve sistemle mensuplarına psiko-sosyal destek
sağlamaktadır (...) 3. (…) Dinler, mensuplarının ya durumu kabullenebilme
düzeyini artırmakta, böylece onlara dayanma gücü ve sabır vermekte ya da
problemi bir başka yönüyle görebilme yeteneği kazandırmaktadır. Bu sayede
yaşanan başarısızlıklar, hastalıklar, belalar, sıkıntılar vs. dini atıflarla
yeniden anlamlandırılmaktadır. 4. Bireysel ve toplu olarak yapılan ibadetler,
depresyon, kaygı, korku, öfke, engellenme, yabancılaşma, aşağılık duygusu,
umutsuzluk ve yalnızlık hissinin azaltılmasında önemli etkiye sahiptir (...)
Ayrıca ibadetler adeta meditasyon fonksiyonu üstlendiği için bireyin ruh
sağlığını olumlu etkilemektedir. 5. Kişinin tanrısıyla içten ve güçlü bir bağ
kurması hayatı anlamlandırma ve bireysel güç kazanma açısından manevi bir
yönelim sağlamaktadır (…) 6. Sosyal düzensizliklerin yaşandığı stresli
zamanlarda bilinci değiştirme vazifesi gören dini pratikler bir katarsis
(boşalma) ve yaşanan problemleri çözümleyebilmek için özel bir çevre
yaratmaktadır.” (a. g. e., s. 160-161). Bu ifadeler, dinlerin genel
olarak sömürülenlerin ve sömürenlerin pratik ihtiyaçları doğrultusunda
oluşturulduğu bilinerek, materyalist bir bakış açısıyla tersyüz edilip okunmalıdır.
Bilgilerin, fikirlerin,
inançların, ideolojik motiflerin, hukuk kurallarının vb. kısacası tüm düşünsel
ürünlerin yazılı hale getirilmesi, onların bir biçimde nesnelleştirilmesidir.
Bunlar geçmiş pratiklerin ürünü olduklarından yeni pratiklere, eylemlere de yol
açar. Yine de bunlara anlam yükleyen toplumsal pratiklerdir. Bu düşünsel
ürünlerin yeni kuşaklara yazıyla, öğretim yoluyla aktarılması, sadece ve sadece
toplumsal pratiklerin sürekliliği içerisinde bir işe yarar. Bunu, Karl
Popper’in “düşünsel-kurgusal deney”ini kendi açımızdan yorumlayarak da
açıklayabiliriz. Örneğin, varsayalım ki “kıyamet” türünde büyük bir felaket
olsun. Dünya üzerinde yaşayan insanların ağırlıklı çoğunluğu ve uygarlıklarının
maddi ürünleri yok olsun. Geriye bir düzine erişkin ve görece kültürlü insan
kalsın ve bunların beslenme, ısınma vb. ihtiyaçlarını gidermek için bazı maddi
imkânlar da bulunsun. Bu durumda bu insanlar sahip oldukları geçmiş pratik
tecrübeleriyle, bilgilerini gerçekleştirebilirler. Hele bir de geriye bir
kütüphane dolusu kitap kalmışsa, bunların içeriklerini, yaşamak ve tekrar
uygarlık kurmak için kullanacaklardır. Ancak birçok ideolojik fikri yeniden
üretmeyecekleri, bazı bilgileriyse tecrübeleri olmadığından kısa zamanda
pratikleştiremeyecekleri kesindir. Aynı koşullarda erişkinler yerine, bir
düzine bebek geriye kalsaydı, hayatta kalamazlardı. Peki ya bu koşullarda,
hayat tecrübesi görece az olan bir düzine genç insan olsaydı?..
“Siyasal ideolojiler”
hakkında derli toplu bilgiler sunan üç kitabın okunmasını önermekteyiz: i)
Derleyen: H. Birsen Örs, 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal
İdeolojiler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Birinci Baskı, 2007;
ii) Andrew Heywood, Siyasi İdeolojiler; Bir Giriş, Adres Yayınları,
Birinci Baskı, 2007. iii) Hazırlayanlar: Gökhan Atılgan, E. Attila Aytekin, Siyaset Bilimi-Kavramlar, İdeolojiler,
Disiplinler Arası İlişkiler, Yordam Kitap, 1. Baskı, 2012. Bu noktada, Nur
Betül Çelik’in “siyasi ideolojiler” nitelemesine itiraz ettiğini belirtmeliyiz:
“ ‘Siyasal ideoloji’ sözü her şeyden önce bir totolojidir; ideoloji, doğası
gereği siyasaldır.” (Nur Betül Çelik, a. g. e., s. 20). Çelik, bu
nitelemenin, felsefe ile ideoloji ikiliği temelinde yapıldığını, ideolojinin
siyasi karakterini ihmal etmenin yanı sıra, felsefenin de ideolojik karakterini
göz ardı ettiğini belirtir. Bize göre, amprizmin liberalizmle, tarihsel-diyalektik
materyalizmin komünizmle, sosyal-Darwinizmin, irrasyonalizmin faşizmle ve
milliyetçilikle, post-modernizmin neo-liberalizmle ilişkisi vardır. Spesifik
felsefi ideolojilerle bunlara karşılık gelen “siyasi” ideolojiler arasında bir
uyum ve tümlenme söz konusudur.
Bu konuda ayrıntılı bir
inceleme için bkz; Teo Grünberg, Epistemik Mantık Üzerine Bir Araştırma,
YKY, Birinci Baskı, 2007
Marksizm’i “eskatalojik”
olmakla niteleyen Nur Betül Çelik, Marksizmi “teleolojik” olarak niteleyenler
korosuna katılır. Nur Betül Çelik’e göre, “Marx’ın ideoloji kuramı, ideolojinin
sınıfsız toplumda sona ereceği düşüncesiyle eskatolojiktir.” Ulaştığı bu yanlış
sonucuysa, Alman İdeolojisi’ndeki bir pasaja dayandırır. (Nur Betül
Çelik, a. g. e., s. 24, 131). Çelik’in Alman İdeolojisi’nden
okuduğu pasajı doğru anlamadığını belirtmeliyiz. Ayrıca,
materyalistler/realistler, geçmiş-bugün-gelecek ilişkisini toplumsal somutu
inceleyerek kurar ve böylelikle geleceğe ilişkin (kehanetlerde değil)
öngörülerde bulunur. Marx’ın yaptığı da budur. Üstelik realist öngörülerimizde
kısmi değişiklikler de olur. Bize göre gerici, metafizik ideolojiler gelecekte
onları üreten toplumsal koşullar olmayacağı için yok olacaktır. Ancak realist
düşüncelerin üretilmesi devam edecektir. Bunu anlamak akademi için niye zor
olsun ki? Serpil Sancar Üşür’ün de, Marksizm’in “teleolojik” olduğu yönünde bir
fikri bulunmaktadır: “İlk, olarak, Marx’ın toplumsal pratiğin gelişimi
sürecinde kendi içinde tersine dönmesi ve bunun insan iradesinin dışında,
özneler tarafından denetlenemeyen bir nesnel devinimi olduğu tezi, teleolojik
bir tarih yorumlamasının kapılarını açık tutmaktadır. Tarihin gizil bir
rasyonalite nedeniyle zaman içinde kendini açarak gelişimi fikri tipik Hegelci
izleri içinde barındırmaktadır.” (Serpil Sancar Üşür, İdeolojinin
Serüveni-Yanlış Bilinç ve Hegemonyadan Söyleme, İmge Kitabevi, Birinci
Baskı, 1997, s. 21). Serpil Sancar Üşür, Marx’ın ideoloji üzerine yazdıklarını
değerlendirirken bu satırları yazar. Yazar, Marx’ın ideoloji hakkındaki
yazılarını ve Marksizm’i doğru kavramamaktadır. Marx, tarihe ilişkin teleolojik
ya da eskatalojik bir yaklaşıma sahip değildir.
Toplumsal ilişkilerin
sınıfsal belirlenimi komünizmde ortadan kalkacağından, insanlar arasında
gözlenen siyasal egemenlik ve yönetim ilişkileri de ortadan kalkar. Bu, siyasal
egemenlik, tahakküm ve baskı aracı olarak devletin ortadan kalkması anlamına
gelir. Sosyalizm döneminde devlet, bu eski işlevini giderek terk edecektir.
Siyasal araç olarak devlet, ancak tüm toplumsal yaşamın örgütlenme biçimi
olduğunda sönümlenir ve toplum içerisinde erir. Devlet/devletler, giderek tüm dünya üzerinde yaşayan
insanların kolektif bir biçimde, örgütlenerek denetimlerine aldıkları nesnel
toplumsal işleri yapar duruma gelecektir. Planlamaların yapılması, üretim
süreçlerinin gerçekleşmesi, gereksinimlerin giderilmesi, genç kuşakların
eğitimi, yaşlıların ve engellilerin bakımı gibi toplum mühendisliği kapsamındaki
işler, herkesi kapsayan bir örgütlenmeyle yerine getirilecektir. Kısacası tahakküm
örgütlenmesi ve siyasal aygıt olan devlet/devletler söner ve toplum içerisinde erirken, giderek
tüm insanlığı kapsayan bir örgütsel yapılanma yaratılacaktır. Devlet/devletler
birliği, tüm insanlığı kapsayan toplum örgütlenmesi olacaktır. Devlet, örgütlü
toplumla özdeşleşecektir.
“ (...) emek-sermaye
çelişkisi (...) Semayenin kendi zıddını yeniden üreterek sürekli çoğalmasını
ifade eden bu çelişkili süreç, ideolojinin kökenini ve fonksiyonunu
açıklamaktadır.” (Jorge Larrain, İdeoloji ve Kültürel Kimlik,
Çeviren: Neşe Nur Domaniç, Sarmal Yayınevi, Birinci Baskı, 1995, s. 25). Yine,
Althusser’in “üretim ilişkilerinin yeniden üretimi” formülasyonu yerindedir.
Örneğin, şu tezleri geçerlidir; “emek-gücünün niteliklerinin yeniden-üretimi,
ideolojik tabi olma biçimlerinin egemenliği ve çerçevesinde sağlanır”;
“üst-yapının doğası ve var oluşunun özünü niteleyen şeyi düşünmenin ancak
yeniden-üretimden kalkarak mümkün ve gerekli olduğu düşüncesindeyiz.” (Louis
Althusser, İdeoloji ve Devletin ideolojik
Aygıtları, Çeviren: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları, Birinci Baskı, 2003,
s. 159, 162)
Bilimsel verilere göre
“ırklar” yoktur. “Irk” ideolojik bir kodlamadır. Ulus olma bilinciyse
politik/ideolojik olarak oluşturulmuştur. Toplum ve halk kavramlarının nesnel
gerçeklikte karşılığı vardır. “Ulus” tanımınınsa nesnel gerçeklikte karşılığı
yoktur. Halklar tarih boyunca iç içe geçmiş ve kaynaşmıştır. Ulusları
tanımlamakta ve birbirinden ayırt etmede kullanılan dil, din, etnisite, tarih
ve gelenek gibi parametreler, ulusları betimlemede yetersizdir. Örneğin,
Amerikalılar, Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar ilk dil olarak İngilizce’yi
konuşmakla beraber, kendilerini “İngiliz milleti”nin üyeleri olarak görmezler.
İsviçre toplumunda Fransızca, Almanca ve İtalyanca konuşulmaktadır. Kuzey
İrlanda’da aynı dili konuşan insanlar dini saflar (Protestan ve Katolik)
halinde ayrışır (Bu bilgiler için bkz; Andrew Heywood, a. g. e., s.
197-198). Türkiye’de birçok halk/etnisite var olmasına karşın, hepsinin bir ve
aynı “milleti” oluşturduğu öne sürülür vb… Örnekler çoğaltılabilir, ama
gereksizdir. Önemli olan “milli kimliğin”, dinsel inanç ve “ırk” birliği,
abartma ve uydurmanın işlevsel olduğu ortak bir tarih anlayışı gibi unsurlarla
zihinlerde oluşturulduğunun görülmesidir. Geçmiş zaferlerin, kurtuluş
günlerinin, “milli” liderlerin askeri başarılarının hatırlatıldığı belirli özel
günlerin saptanması ve bu günlerde törenlerin düzenlenmesi, okullardaki eğitim
süreci, vatanseverlik duygusuyla yüklü edebi eserlerin okunmasının teşviki de,
yine “milli kimliğin” oluşumuna katılır.
Bu noktada, Demir
Küçükaydın’ın “ulus” konusunu değerlendirdiği kitabına değinmeden geçemeyeceğiz
(Demir Küçükaydın, Marksizm’in Marksist Eleştirisi-Üstyapı, Din ve Ulus
Eleştirisi, Versus Kitap, 2007). Küçükaydın’ın kitabı baştan sona saçma,
yer yer de komik saptamalarla doludur. Küçükaydın’ın kitabının
“Marksizm’in adının bulaştırıldığı bir bulaşık” olduğu söylenebilir. İşte bu
kitabın rastgele açtığımız birkaç sayfasında yer alan bazı
“inciler”: “Yine niye ‘ulusların kaderini tayin hakkı’nın aynı zamanda hem
enternasyonalistlerin hem ulusçuların da savunduğu bir talep olduğu, Lenin ve
Wilson’un aynı program veya ilkede anlaşmasının niye hiç de çelişkili olmadığı
apaçık görülmektedir.” (s. 136–137); “Son yıllarda romantizmin Marksizmin
dördüncü kaynağı olduğunun keşfi (...) bu gerici ulusçuluğun Marksizmin bir
kaynağı olduğu anlamına da gelir.” (s. 163); “Marksizm ve sosyalizm, bir mezhep
değil, başka bir din olmalıdır. Sosyalistler, enternasyonalist (modern toplumun
dininin gerici biçimi içinde az çok ilerici bir mezhep mensubu) değil, İnsan
(bu dinin sosyalizme kadar gidebilecek devrimci biçimini savunan, politik
olanın ulusal olanla çakışması ilkesini reddeden) olmalıdırlar.” (s. 169);
“Tarihte ve toplumda, tüm bilgi, sanat, ahlak, günlük yaşam, politika, devlet,
felsefe, hâsılı her şey dinseldir.” (s. 183); “Aydınlanma da, İslamiyet de aynı
dünya pazarı ve bu pazara uygun bir üstyapı (din) ihtiyacının ürünü olmalarına
rağmen, İslam, totemlerin (putların) egemen olduğu bir ortamda; Aydınlanma,
Hıristiyanlığın egemen olduğu bir ortamda doğduğu için, egemen dinlere karşı
farklı stratejiler geliştirdiler. Örneğin İslamiyet doğduğu ortamdaki dinlerin
din olduğunu (yani tüm üstyapıyı oluşturduğunu) inkâr etmiyor (...) Bu anlamda
İslamiyet, dinin ne olduğu konusunda Aydınlanma’dan daha doğru ve gerçekçiydi.”
(s. 158); “Hâlbuki Marksist kategorilerin mantıksal sonucu, dinin tümüyle
üstyapı olduğudur. Din tümüyle üstyapı olduğundan, üstyapı olmadan bir toplum
olamayacağı; nerede bir toplum, dolayısıyla bir üretim veya altyapı varsa orada
bir üstyapı olacağından, din de olacaktır. Yani Marksist kategorilerle,
sosyolojik kategorilerle düşünüldüğünde dinsizlik mümkün değildir.” (s. 160).
Daha ne kadar çok “inci” var, bir görseniz... Fakat yuh olsun, hem de bin kere
yuh olsun bu “Marksizmin Marksist Eleştirisi”ne... Özellikle, saçma
değerlendirmelerinden “programatik, stratejik ve örgütsel sonuçlar” da
çıkardığı için.
Dikey eksen “epistemolojik”
sınıflamayı, yatay eksen “ontolojik”/işlevsel sınıflamayı işaretler. Dikey
eksenin üst kısmı, ideolojik davranışlarla gerçekleştirilmesi hedeflenen
düşünce içeriği arasında nesnel bir bağın/uyumun olması, alt kısmıysa bu
bağın/uyumun olmamasıyla karakterizedir. Bir üçüncü eksen/boyut da, günlük
hayatta oluşturulan “gevşek” ideolojik motifler ile “sert” ideolojik
formasyonlar/doktrinler arasında bir ayrım yapılarak, şekle eklenebilir. Günlük
hayatta üretilen realist, pragmatik, metafizik ve ütopik ideolojik motiflerin
hepsine birden “ortak duyu” (Gramsci) alanı da denebilir. Dördüncü boyut
zamandır. Renkler hakkındaysa bir “varyasyon” yapalım: Düzlemde ya da küre
yüzeyinde, birbirine komşu iki alan aynı renkte olmayacak şekilde, en fazla
dört renk kullanılarak, her harita çizilir. Beşinci rengi zorunlulukla
gerektiren bir harita, düzlem üzerinde çizilemez. İdeolojiler alanına ilişkin
yapılacak bir “harita”da da benzer bir durum geçerli olabilir mi, ne
dersiniz?.. (“Dört renk teoremi/problemi” hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek
için bkz;
http://www.matematikdunyasi.org/arsiv/PDF_eskisayilar/91_1_7_10_DORTRENK.pdf). Örneğin, bize göre meta estetiği bile bir
mikro-ideolojidir. Tat ve koku gibi duyularımızı örgütleyen meta estetiği,
tüketici ideolojisinin bir bileşeni olarak haz ve doyum vaadiyle etkindir (Bkz;
Jan Rehmann, a.g.e., s. 121).
Böylelikle meta estetiğini tekil durumlarda metafizik veya pragmatik
ideolojiler alanına dahil edebiliriz.
Metin Çulhaoğlu’nun J.
B. Thompson’dan aktardığı “ideolojinin işleyiş modları”yla, bizim sunduğumuz
“ideolojik düzenekler” arasında bazı benzerlikler bulunmaktadır (Bkz; Metin
Çulhaoğlu, İdeolojiler Alanı ve Türkiye Örneği, Öteki Yayınevi,
İkinci Baskı, 1999, s. 43–47). Örneğin sembolleştirme, yer değiştirme,
evrenselleştirmeyi biz, Thompson’un kullanımına benzer anlamlarda kullandık.
İdeolojilerin belirli işleyiş modlarının olduğu doğruysa, oluşumlarında da bu
modların, en azından bazılarının, yer alacağını düşünmek mantıklıdır. Ayrıca,
Thompson’unkilere benzer bir biçimde, Terry Eagleton da, “ideolojik
stratejiler” başlığı altında, ideolojilerin işlevlerini değerlendirir. Ona göre
ideolojiler, rasyonalize edici, meşrulaştırıcı, evrenselleştirici,
doğallaştırıcı, tarihsizleştiricidir vb. (Bkz; Terry Eagleton, İdeoloji,
Çeviren: Muttalip Özcan, Ayrıntı yayınları, Birinci Baskı, 1996, s. 59–98). Biz
“ideolojik düzenekleri” kavramlaştırırken, bahsettiğimiz bu çalışmalardan
esinlendik ve kısmen yararlandık. Ayrıca, psikoloji bilim dalının “benliğin
savunma mekanizmaları” adıyla anılan terimlerinden de faydalandık.
M. Orhan Öztürk, Ruh
Sağlığı ve Bozuklukları, Evrim Yayınları, İkinci Baskı, 1989, s. 46.
Çalışmamızda dikkate aldığımız ve yorumladığımız terimlerin (“benliğin savunma
mekanizmaları”) orijinal anlamları için bu esere bakılabilir.
Benliğin savunma
mekanizmalarının “masum” kullanılışlarıyla kastettiğimiz, bu mekanizmaların,
günlük yaşamda ideolojik motif sayılamayacak duygu, düşünce ve davranışların
oluşumunda etkin olmalarıdır. Değerlendirdiğimiz düzeneklerden bazılarının, bu
biçimde de kullanıldığı unutulmamalıdır.
Büyüsel düşünüş hakkında
burada kullandığımız bilgiler için bkz; İlker Belek, Toplumsal
Bilinç-Evrimsel Bir Toplumsal Hareket Düşüncesine Doğru, Sorun Yayınları,
Birinci Baskı, 1991, s. 46–54, 79–94. Belek’in kitabı “ilkel topluluk” üzerine,
üstelik ilkel toplulukların bilinç biçimleri üzerine iyi bir derleme olsa da,
bazı görüşlerine katılmak mümkün değildir, örneğin: “Sihirci bilinç formasyonu,
doğal olayları, yine doğanın içindeki olaylarla kavramak kaygısındadır (...) Bu
anlamda, sihirci bilinç Bilimsel’dir”; “Totemci bilinç, olayların nedenlerini
açıklamada bir ileri aşamayı dile getirir. Şeyler arasındaki ilişkiler daha bir
düzenlilik içinde kavranmaktadır. Bu özellikleriyle totemci bilinç de
bilimseldir”; “Hareketin açıklanışına gözlenemeyen, kavranamayan, erişilemeyen,
doğaüstü bir unsur karışır. Bu haliyle düşünce ilk kez bilinebilir olarak
değerlendirilen doğanın dışına kayar. Bu durumuyla şamanist bilinç bilimsel
niteliklerini yitirmeye başlayan ilk düşünce tarzıdır”; “Bu anlamda din,
sihirci-bilimsel bilincin yadsınmasıdır.” Tarihin şafağında gözlenen ilkel
topluluklarda elbette, bilimsel/realist düşünceler de üretilmiştir. Yoksa
doğayla kurdukları ilişkiler gelişmezdi. İlkel toplulukların ürettiği sihirci
düşünüş ve totemci bilinçse, bilimsel değildir. Bu “bilinç biçimlerinin”, bir
oluşum mantığının olması ve ampirik deneyimlerin ürünü olmaları, onları
“bilimsel” yapmaz. Belek, Taylor’un ve Taylor’un düşüncelerini sistematize eden
Frazer’in çizgisinde kalarak, büyüsel/sihirci düşünüşü bilimsel saymıştır. Adı
geçen kitabının yayınlanmasının üzerinden yıllar geçtiğinden, Belek’in, görüşlerini
düzeltmiş ve geliştirmiş olması da muhtemeldir.
Bu düzeneği Marx
keşfetmiştir. Elster’in, ideolojilerin oluşum “mekanizmalar”ından biri olan
“ters çevirme” üzerine değerlendirmesi için de bkz; Jon Elster, Marx’ı
Anlamak, Çeviren: Semih Lim, Liberte Yayınları, 2004, s. 477-482. Elster
ideolojilerin oluşumunda şu mekanizmaları saptar; “ters çevirme”, “bütünün,
parça noktasından algılanması”, “bir sınıfın üyelerinin kendi spesifik
çıkarlarını genel olarak toplumun çıkarlarıyla karıştırmalarına yol açan
‘sıcak’ mekanizmalar”, “yerel olarak geçerli olan ilişkilerin genelleştirilmesi
veya herhangi bir durumda doğru olabilenin bütün durumlar için doğru
olabileceğine inanılmasında görülen bilişsel safsata”, “kapitalist
kategorilerin pre-kapitalist toplumsal yapılara veya kapitalist olmayan
toplumsal yapılara uygulanmasından doğan ‘kavram emperyalizmi’” (Jon
Elster, a. g. e., s. 476-493)
İllüzyonun iki türü
ayırt edilebilir. Birincisi, “bir bastonunun yılan biçiminde” algılanmasında
olduğu gibi daha çok özne kaynaklıdır. İkincisiyse, “güneşin, dünyanın
etrafında dönüyor” şeklinde algılanmasında ya da “bir bardak suyun içine
konulan kalemin kırık görülmesinde” olduğu gibi nesnel bir görünümdür. Biz
terimi, daha çok ikinci anlamında kullanıyoruz. Cin, peri, UFO (unknown foreign
object), “Van gölü canavarı” gibi metafizik antitelerin zihinlerde
oluşturulmasındaysa, daha çok özne kaynaklı bir illüzyon söz konusudur.
“Bir şeyi fetiş haline
getirmek ya da fetişleştirmek, o şeye kendi başına sahip olmadığı güçleri
vermektir. ‘Fetiş’ terimi, dinle ilgili söylemden kaynaklanır (...) O halde
fetiş, kendisini hakikatte yoksun olduğu bir güçle donanmış gibi gösterir.
Gerçek dünyada gücü yoktur, dini dünyada, bir yanılsamalar dünyasında gücü
vardır.” (Gerald A. Cohen, Karl Marx’ın Tarih Teorisi, Çeviren:
Ahmet Fethi, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, Birinci Baskı, 1998, s, 141).
Kapitalist üretim biçiminde iktisadi alandaki fetişizmi, Marx saptamıştır.
Marx Kapital’de, meta fetişizmi, para, faiz ve sermaye fetişizmi
üzerinde durur.
Gökhan Atılgan, Marx’ın
“ters çevirme” mekanizmasını da değerlendirdiği bir makalesinde şu saptamayı
yapar: “Marx, ideoloji kavramsallaştırmasını, "gençlik" ve
"olgunluk" dönemindeki eserlerinde farklı ve çelişkili biçimlerde
değil, tutarlı bir iç bütünlük taşıyacak bir şekilde geliştirdi.” (Gökhan
Atılgan, “Marx’ta İdeoloji: Kapitalizmin Devrimci Eleştirisinin Bir
Olanağı”, Praksis-Üç Aylık Sosyal Bilimler Dergisi 4, Güz 2001’in internet
versiyonu: http://praksis.fisek.com.tr/atilgan01g.php ) Bu saptama
doğrudur. Bir makalemizde, Atılgan’ın bahsi geçen makalesinden habersiz olarak,
Marx’ın Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş’te ortaya
koyduğu din konusundaki temel yaklaşımını süreklilikle koruyup geliştirdiğini
biz de göstermiştik (Mahmut Boyuneğmez, “ ‘Feuerbach Üzerine Tezler’i
Anlamak”,http://marksistarastirmalar.blogspot.com/2013/07/feuerbach-uzerine-tezleri-anlamak.html).
Elster’in “kavram
emperyalizmi” olarak adlandırdığı mekanizmanın (bkz; Jon Elster, a. g.
e., s. 490-493) kapsamını genişletmek mümkündür. Böylelikle bu düzeneğe,
“uygunsuz kavram transferi” denmesini önermekteyiz. Anakronizm, biyolojizm,
sosyal-Darwinizm, etnosantrizm, antroposantrizm vb. bu düzenek kapsamında
değerlendirilebilir.
Avrupa, Kuzey Afrika ve
Eski Dünya’nın diğer bölgelerinde, 14. yüzyılın ortalarında gözlenen (salgınlar
Avrupa’da 18. yüzyıla kadar aralıklarla devam eder) ve bu bölgelerin
nüfuslarının üçte birini (ya da üçte biri ile üçte ikisi kadarını) yok eden
“Kara Ölüm”ün, “veba” olmadığı, “ebola” gibi bir viral enfeksiyon salgını
olabileceği yönünde değerlendirmeler vardır (“Kara Ölüm” hakkındaki klasik
bilgilereyse, örneğin, internette Vikipedia’dan ya da Tolga
Ersoy, Tıp Tarih Metafor, Öteki Yayınevi, İkinci Baskı, 1996, s.
68-103’ten ulaşılabilir). Biz, bu salgın hastalığın etiolojisi ne olursa olsun,
Avrupa’da ortaya çıkmasında ve yayılmasında, Avrupa’nın değişmekte olan
toplumsal ilişkilerinin önemli olduğu hipotezini ileri sürüyoruz. Yine örneğin,
çiçek hastalığı başta olmak üzere sömürgecilerin getirdiği bulaşıcı enfeksiyöz
hastalıklar, Yeni Dünya’da kitlesel ölümlere yol açmıştır. Avrupa’daki ilksel
sermaye birikim sürecine, sömürgecilerin silahlarının yanı sıra, taşıdıkları
bulaşıcı enfeksiyon hastalıklarının da dolaylı etkisi vardır. “1500’de
Avrupa’nın bulaşıcı hastalıkları Yeni Dünya’yı henüz etkilememişti; Yeni
Dünya’nın nüfusu o günlerde 80–100 milyondu, yani dünya nüfusunun beşte ya da
dörtte birlik kısmını oluşturuyordu. 1600 yılı itibariyla Mezoamerika, Andlar
ve Kuzey Amerika’nın güneydoğusu gibi kalabalık bölgelerde nüfus yüzde doksan
oranında azalmıştı. On altıncı yüzyıl boyunca Yeni Dünya’nın kaybının elli
milyon olduğunu söylemek iyimser bir tahmin anlamına gelir. Baştaki rakama
bağlı olarak kayıp yetmiş beş milyon ya da daha fazla olabilir.” (Ronald Wright, İlerlemenin
Kısa Tarihi, Çevirenler: Zarife Biliz, Barış Baysal, Versus Kitap, 2007, s.
156)
“Halvetius’un koyunların
otladığı bir çayırda yaşayan böceklerin koyunları korkunç yırtıcılar, onları
yiyen kurtları ise iyiliksever varlıklar olarak görebileceklerine işaret edişi
(...)” (David McLellan, İdeoloji, Çeviren: Ercüment Özkaya, Doruk
Yayımcılık, Birinci Baskı, 1999, s. 16)
Buraya kadar
yazdıklarımız ve soyutladığımız “ideolojik düzenekler”, metafizik, pragmatik ve
ütopik ideolojilerin oluşumunda ve yeniden üretimindeki tüm mekanizmaları
içermemektedir. Verdiğimiz örnekler de, toplumsal yaşamın ideolojileri üreten
zenginliğini kucaklamaktan oldukça uzaktır. Toplumsal yaşamda ideolojik
motiflerin oluşumuna hizmet eden düzeneklere ilişkin başka örnekleri de
düşünmek gerekir. Yine de biz, ideolojik düzeneklere ilişkin
değerlendirmemizle, metodolojik bireycilik örneği oluşturmadığımızı ve
psikolojist bir indirgeme de yapmadığımızı belirtmeliyiz. Yazdıklarımızın tümü
dikkate alındığında bu durum görülecektir.
Aslında dinci, milliyetçi ve
faşist siyasetin de, ortak duyuyu oluşturan heterojen ve birbirleriyle tutarsız
ideolojik motiflerle eklemlenmeden, etkili bir siyasal-ideolojik hat
geliştiremedikleri görülmelidir. Örneğin Almanya’da Nazi faşizmi, bir ortodoksi
geliştirmekten ziyade, bir ortopraksi (”doğru pratik”) geliştirerek, kitleleri
yakalamıştır. Fikirler manzumesi yerine, ideolojik düzenlemelere, pratiklere,
törenlere öncelik vermiş; yürüyüş, yığınsal toplantılar, soğukta kalanlar için
yiyecek ve para toplama, kamp kurarak yaşama, toplu ziyafetler düzenleme gibi
edimlere ağırlık vermiştir (Bkz; Jan Rehmann, a.g.e., s. 268). Kitlelerde rıza üreten hegemonik araçların güçlü
olduğu kapitalist toplumsal formasyonlarda, komünistlerin bu araçların içerisinde
mücadele vermekten ziyade, karşı-hegemonik araçlar oluşturmaları daha anlamlı
görünmektedir. Bu araçlar dolaysızca siyasal değil, kültürel ve ideolojik
karşı-hegemonya araçları olmalıdır.
Yazılanlar, bilinmiyor
ve uygulanmıyor değildir. Türkiye komünist hareketinin bu konuda deneyimi
vardır. Bunları yazarken biz, kendi gözlemlerimiz bir yana, özellikle Metin
Çulhaoğlu’nun “ideolojik mücadele” konusunda ortaya koyduğu çerçeveye de
dayanmaktayız. (Bkz; Metin Çulhaoğlu, Binyıl Eşiğinde Marksizm ve
Türkiye Solu, Sarmal Yayınevi, Birinci Baskı, 1997, s. 144–148). Bu eserin bir
sonraki baskısındaysa; “ideolojik mücadele” konusu YGS Yayınları, 2002, s.
196-201 arasında yer alır.
“Böyle bir kuramın ilk
ve çok şematik bir taslağını önermek gibi bir tehlikeyi göze alıyorum.” (Louis
Althusser, a. g. e., s. 183)
a. g. e., s. 183
a. g. e., s. 184
a. g. e., s. 186
a. g. e., s. 186
a. g. e., s. 186
“Tüm üretim dönemlerinin
belli bazı ortak özellikleri, ortak belirlemeleri vardır. Genel anlamda üretim
bir soyutlamadır ama ortak öğeyi gerçekten saptayıp ortaya çıkardığı, böylece
bizi tekrardan kurtardığı ölçüde makul bir soyutlamadır. Öte yandan bu genellik
ya da kıyaslamalar sonucu süzülmüş ortak öğe de karmaşık bir eklemlemedir,
türlü değişik belirlemelere bölünüp ayrılan bir bütünlüktür. Kimi belirlemeler
bütün dönemlere aittir, kimisi ise yalnızca birkaçına. En modern dönemin (bazı)
karakteristikleri en eskisiyle ortak olacaktır.” J. S. Mill gibi
iktisatçılar/düşünürler, üretim alanında olduğu gibi bölüşüm alanında da genel
birtakım nitelikler olduğunu saptarken, yaptıkları şudur; “tüm tarihi farkları
genel insani yasalar altında birbirine karıştırıp yok etme (...) Örneğin köleye
de, serfe de, ücretli işçiye de, köle, serf, ücretli işçi olarak var olmalarını
mümkün kılan bir miktar besin verilir.” Burada, “amaç, gerçekte, üretimi,
bölüşüm vb.’nden ayrıymış, tarihten bağımsız ebedi doğa yasalarıyla
yönetiliyormuş gibi sunmaktır –sözgelimi bk. Mill- ki fırsattan istifade,
üzerlerinde soyutta toplumun kurulu olduğu karşı gelinmez doğa yasaları
kılığında burjuva ilişkileri yavaşça araya sokulsun.” Sonuçta Marx burada,
burjuva klasik siyasal iktisadındaki bir doğallaştırma ve evrenselleştirme
örneğini saptar. (Karl Marx, Grundrisse, Birikim Yayınları,
Çeviren: Sevan Nişanyan, Birinci Baskı, 1979, s. 143, 146)
Louis Althusser, a. g. e., s.
187
a. g. e., s. 190
a. g. e., s. 189-190
a. g. e., s. 195
a. g. e., s. 194. Vurgular bize aittir.
a. g. e., s. 196
a. g. e., s. 202
a. g. e., s. 203
a. g. e., s. 11-59
a. g. e., s. 171
a. g. e., s. 172
a. g. e., s. 211-212
Bu bölümde dikkate aldığımız
spesifik siyasal ideolojiler hakkındaki bilgiler için şu iki kaynağı kullandık;
i. Hazırlayanlar: Gökhan Atılgan, E. Attila Aytekin, Siyaset Bilimi, s. 267-281, 283-296, 331-346, 347-361, 363-375,
377-390 ii. Fatih Yaşlı, İdeoloji: Bir
Kavramın İzinde, Alabanda Akademi, 2016, s. 22-68