Ahmet
Açan
“Herkesten
çok Lenin sayesinde, Sovyetler Birliği Batı tipi politikacılara sahip değil.
Bu, önderliğinin esnekliğini azaltıyor, fakat uzun vadede toplum için bir
fırsat sunabilir. (…) SSCB, Britanya ve Fransa’dan, belki de Amerika’dan bile
daha demokratik (belki daha da özgür) olabilme yolunda müthiş bir fırsat karşısındadır.”
(Anthony Barnett, Sovyetler’de Özgürlük, sf: 210)
Uzun yıllar New Left
Rewiew’un yayın yönetmenliğini yapmış İngiliz gazeteci Anthony Barnett’in, 1987
yılında, Glasnost ve Perestroyka’nın ortasında Sovyetler Birliği’ne yaptığı
gezinin notları bizde de 1988 yılında kitap olarak yayımlanmıştı. Sıkı bir anti-Stalinist
ve o dönem Gorbaçov destekçisi olan Barnett, glasnost ve perestroykayı
alkışlarken yukarıda alıntıladığımız öngörüde bulundu. Sonuçta Rusya’ya ne
olduğunu hepimiz biliyoruz ama Barnett’ın bu “totaliter ve baskıcı” rejimde
gördüğü potansiyel neydi? Bu öngörü, Sovyetler’deki reel sosyalizmin,
“özgürlükçü ve demokrat” Batı’nın sahip olmadığı bir olanak ya da düzene işaret
ediyor. Ama bu olanağı görmek için yeniden Lenin’e dönmek ve demokrasi,
özgürlük, sivil toplum gibi kavramlara, Batıdan başka bir gözle bakmak
gerekiyor.
Önce Barnett bir beyin
fırtınası yapar: Mesela Kremlin, biz Batı tipi bir demokrasiye geçmek için
aşağıdaki kararları aldık dese:
1) Gromiko ailesinin en
yaşlı üyesi Devlet Başkanı sıfatıyla ulusal kilisenin başına geçecek ve
imzasına, yasa tasarılarını yasalaştırma yetkisi tanınacak.
2) 1920’den beri partide
bulunan ailelerin en büyük erkeklerinden ve ayrıca parti tarafından ömür boyu
bu göreve atanan bireylerden oluşan bir parti senatosu kuracağız. Tümüyle
seçilmemiş üyelerden oluşan bu senato tüm yasamayı gözetir ve gerektiğinde veto
eder.
3) Parti üyelerinden oluşan
bir avam kamarası kuracağız. Bu meclisin farklı fraksiyonlarından herhangi
birinin çoğunluğu ne zaman isterse fraksiyon seçimler için kampanya
yürütebilir, fakat üyeleri temsil ettikleri yerel halk hakkındaki tüm
konuşmaları fraksiyon şeflerinin disiplini altındadır.
4) Partinin sürekli, gizli
çalışan ve kendi kendini seçen bir idari kanadı, bakanlıkları ve yargıyı elinde
tutacak. Bu kanadın %95’i iki partinin üniversitesinden devşirilecek ve bu
üniversiteler de öğrencilerinin çoğunu az sayıdaki elit parti okulunun
mezunları arasından kabul edecek.
5) Askeri komite kadrosu
aynı elit parti okullarının mezunları arasından seçilecek.
6) En parlak “diğerleri”
arasından güvenilir ve “gerçekçi” parti malzemesi olanlar düzene dâhil edilir.
7) Herhangi bir yazılı
anayasa yoktur, çünkü parti “en iyisini bilir” ve dolayısıyla da “uyum
sağlamayı” bilecektir.
Kremlin dünyaya bundan böyle
SSCB siyasi sistemini bu ilkelere göre organize edeceğini, dolayısıyla artık
bir demokrasi olduğunu ilan edecek olsa, herhalde hepimiz gülmekten kırılırız
değil mi? Tamamen seçilmemiş kişilerden oluşan bir avam kamarası! Kasıtlı
olarak gizli çalışan, kendi üyelerini kendi seçen, sevmediği kişilerin
etrafında pervane olan bir üst yönetim ağı! Yazılı anayasa yok! Tüm bunların
dev bir düzmece, partinin işleri dilediği gibi sürdürebilmesinin bir aracı
olacağı gayet açık değil mi? İyi de bu tam da İngiliz demokrasisi!!!
Aslında Britanya demokrasisiyle SBKP arasında şaşırtıcı benzerlikler vardır. Anthony Barnett, İngiliz çok uluslu şirketler grubunun Sovyet bloğuna satışlar yapan bir müdürüyle yaptığı görüşmeden şu diyalogu aktarır: “Çok iyi eğitilmişler ve öğrenimleri mükemmeldir, bildiğiniz gibi. Ve gerçekten sistemlerine inanırlar. Bir elitler sistemidir bu ve onlar da elitin çocuklarıdır. Neredeyse bizim yatılı kolejlerin mezunları gibi.” (sf: 177)
SSCB’de nomanklatura,
resmi makamları ellerinde tutan kesimin adıdır. Her birine belirli imtiyazların
denk düştüğü çeşitli kademelerdeki aşağı yukarı 500 bin önemli mevkiden oluşan
bir sistemdir bu. Nomenklaturanın çoğu parti içindedir, fakat hepsi
değil. Buna karşılık parti sadece nomenklatura içinde belirleyici
olmakla kalmaz, onun üyeliklerine yapılacak atamaların ve içindeki çeşitli
terfilerin seçimini kontrol eder ve ayrıca da nomenklaturayı her
kurum ve alanda kuşatır. SBKP’nin ABD’deki karşılığı ne Cumhuriyetçi ne de
Demokrat partidir. Kongreyi oluşturan iki meclis ve Beyaz saray ve bunun yanı
sıra tüm bakanlıkların toplamı ancak SBKP’ye denktir. Aslında Batı tipi
rejimler de halklarına alternatif siyasi düzenler arasında bir seçme sunmaz,
sundukları var olan sistem içerisindeki belirli seçeneklerdir.
Slovaj Zizek, 2017 yılında
yayımlanan, Lenin 2017 (Ayrıntı y.) adlı kitabının önsözünde bu durumu şöyle
anlatır: “Otorite uygulamayı meşrulaştırmanın üç biçimi vardır: Otoriter,
totaliter ve liberal. Otoriter (öznenin fiili yapması halinde ödüllendirilmesi,
yapmaması halinde cezalandırılması ile desteklenen salt buyruk, “Ben dediğim
için bunu sorgulamadan yapmalısın!”); Totaliter (öznenin kendi çıkarından çok
daha büyük bir ortak faydaya veya yüksek bir davaya gönderme yapılarak “hoş
olmasa da ulusumuza, partimize insanlığa hizmet ettiği için bunu yapmalısın!”);
Ve liberal ( öznenin içsel doğasına gönderme yapılarak sizden istenen kulağa
itici gelebilir, ancak kendi içinize baktığınızda, bunu yapmanın doğanızda
olduğunu görecek, bunu çekici bulacak, kişiliğinizin yeni beklenmedik
boyutlarının farkına varacaksınız!”) (…) Liberalizm bir bakıma üçü arasında en
kötüsüdür. Çünkü itaatin sebeplerini doğallaştırıp, onları öznenin içsel
psikolojik yapısı ile bütünleştirir. Bu durumda Paradoks, liberal öznelerin bir
bakıma en az Özgür olan özneler olmasıdır: Kendileri ile ilgili algılarını veya
görüşlerini değiştirmeleri, kendilerine dayatılan şeyi ‘doğalarından’ kaynaklanan
bir şey olarak kabul etmeleri ile artık itaat ettiklerinin bile farkına
varmazlar.” sf:38
Sanıldığının aksine
Sovyetler Birliğinde temel sorun Parti’nin monolitik olması değildir. Parti
aslında bildiğimiz anlamda çoğulculuk arz eder. Her zaman parti içinde bir dolu
ayrılık ve tartışma olmuştu. Merkez komite ve çevresinde sürekli bir
anlaşmazlık ve ortak eylem etkileşmesi içindeki çok sayıda seksiyon çıkarını
temsil eden güçlü lobiler ve baskı grupları vardı. En güçlü lobilerin sözcüleri
doğrudan Prezidyum’a girer, çatışan gruplar olarak değilse de uzmanlar ve
danışmanlar olarak Prezidyum toplantılarında hazır bulunurlar.
Bir Sovyetler Birliği
muhalifi ve Troçkist İsaac Deutscher, 1965 yılında yazdığı bir makalede, önem
sırasına göre bu lobileri şöyle anlatır:
“En önde, nükleer
bilimciler, nükleer tesislerin yöneticileri, askeri nükleer hizmetlerin
başkanları ve dış uzay deneylerinden sorumlu olanlar geliyor. Öteki
“konvansiyonel” baskı gruplarına kıyasla bunlar büyümekle birlikte küçük bir
grupturlar; ötekilerden daha genç, birbirine daha bağlı ve olağanüstü özgüvene
sahiptirler. Bir grup olarak net ulusal gelirin %10 ile %15’ini ya da bilimsel
araştırmalara, nükleer silahlanmaya ve uzay seferlerine yıllık olarak tahsis
edilen 17 ile 25 milyar ruble arasında bir tahsisatı kullanırlar. Bu grubun
üyeleri Parti ve Devlet için ne kadar vazgeçilmez olduklarının bilincinde ve
Parti şeflerinden hiç korkmayan kişilerdir. Örneğin nükleer bilimcilerin
sanatsal avant-garde’ın baş patronları oldukları Moskova’da herkesçe bilinen
bir sırdır. Ortodoks olmayan sanatçıları kanatlarının altına almışlardır; soyut
tablo ve heykel satın alırlar.
İkinci olarak ağır sanayi ve
makine endüstrisinin baş planlamacıları ve menacerler gelir. Bu alanlar hâlâ
devletin en büyük ekonomik çıkarlarını temsil ederler. Ne var ki bu lobinin
gücü Moskova Merkezindeki unsurlar ile çeşitli cumhuriyet ve eyaletlerden müdür
gruplar arasındaki karşıtlık yüzünden zayıflamıştır. 1957-58’de Hruşçov bütün
Sovyetler Birliği’ni kapsayan ekonomi bakanlıklarını dağıttığında Merkezdeki
menacerler çarpıcı bir yenilgiye uğradılar. Bu lobidekiler Merkezi Planlama
Komisyonu, Ulusal Ekonomi Konseyleri ve nihayet bunlardan daha önemsiz olmayan
Merkez Komite bağlantısıyla çalışırlar.
Üçüncüsü, Birleşik
Sendikalar Konseyi içinde örgütlü sendika lobisi, sosyal politika ve ücret
sistemi gibi konularla ilgilendiği ölçüde ekonomik planlamada önemli bir söz
hakkına sahiptir. Sendika patronları işveren devletin karşısında işçilerin
çıkarlarını temsil etmekle birlikte yaklaşık 70 milyon işçi ve çalışandan
oluşan taleplerini de, bir ölçüde seslendirmek durumundadırlar. Bu lobinin
nüfusu son on yıl içinde yüksek ve düşük ücretler ve maaşlar arasındaki geniş
açıklığın daraltılmasından ve sanayide çalışma saatlerin kısaltılmasından
sorumlu oldu.
Dördüncüsü, belediyeler
lobisi, sendika lobisi ile kısmen örtüşür. Bu lobinin önemi, Stalin’in
ölümünden bu yana sadece 12 yıl içinde SSCB’nin kent nüfusunun yaklaşık 50
milyon- Büyük Britanya veya Fransa veya İtalya’nın toplam nüfusu kadar- artmış
olmasından kaynaklanır. Konut talebi, aşırı konut yapımına tahsis edilen
alandan kıyaslanamayacak kadar daha hızlı arttı; ve belediyeler ile sendikalar,
özellikle son birkaç yıl içinde planda inşaat sektörüne ayrılan yer
azaltıldığında bu talep doğrultusunda hâkim gruba baskı yapmak zorunda kaldı.
Beşincisi tarımsal
çıkarlardır. Bunlar bir yandan devlet mülkiyetindeki çiftliklerin yani sovhozun
iyi örgütlenmiş ve etkili şefleri, öte yandan kolektif çiftliklerin, yani
kolhozların ürkek ve yeterince temsili olmayan sözcüleri tarafından temsil
edilirler.
Nihayet gazeteci ve
yazarların lobisi propaganda bakımından önemlidir. Parti liderleri onlardan
gelecek baskıya karşı duyarlıdır. Fakat aynı zamanda genç yazarlar arasında
hoşnutsuzluğun yayılmasından korkarlar.
Bu lobilerin
sınıflandırılması ve nitelendirilmesi şematik olacaktır; yaklaşık 230 milyon
yurttaşın yaşadığı yarı sosyalist bir ülkede aktif olan baskı ve karşı
baskıların doğrudan gerçeğini olduğu gibi yansıtamaz. Burada betimlenen ayırım
çizgileri coğrafi bölgeler ve milliyetler arasındaki ayrımlar için de
geçerlidir: Büyük Rus, Ukraynalı, Belarus, Gürcü, Ermeni, Kazak, Özbek vd.
Bütün bunlar sonsuz bir karmaşıklık, çıkarlar ve arzular çeşitliliği oluşturur.
Ve bu lobiler ve baskı grupları da toplumun derinliklerinden, işçi ve köylü
kitlelerinden gelen baskı ve karşı baskılara maruzdurlar.” (Isaac Deutscher,
Tarihin İronileri, sf:113-114).
SSCB ve SBKP hiç de
monolotik bir yapıyla yönetiliyora benzememektedir. Gerçi Stalin’in ölümünden
sonra başlayan ve Brejnev’le devam eden kitlelerin depolitizasyonu, 70’lerle
birlikte iyice rahatlama ve gevşeme, kitlelerin sisteme inançlarını azaltmış,
yozlaşma, çalışmadan gelir elde etme, devleti sömürme vb kanserli bir ur gibi
her yana yayılmıştı. Rakamlarla anlatmak gerekirse Stalin döneminde yıllık
%35’lere varan büyüme oranı, 80’lerin ortasında yıllık %2’ye kadar gerilemişti.
Burada asıl önemli olan ekonomiden çok ahlaki yozlaşmaydı.
“Stalin kötüydü, dediler
bana. Fakat Brejnev bazı açılardan Stalin’den daha da kötüydü. Stalin insanları
öldürüyordu. Fakat Brejnev onların ruhlarını öldürdü. Brejnev yönetiminde
insanlar nasıl yaşandığını unuttular. Nasıl çalışıldığını unuttukları gibi...
Stalin zamanında insanlar hiç değilse gelecek için yaşıyordu; kamplardaki tutuklular
bile. Brejnev zamanında geçmiş için mi yoksa gelecek için mi yaşıyorlar
umurlarında değildi. Ateşleri söndü. İstedikleri biraz yemek, içmek ve
çalmaktı. (…) Brejnev döneminin başlangıcını hatırlıyorum. O zaman konuşmaktan
ve fikrimizi alenen söylemekten korkmazdık. Yıldan yıla insanların konuşmaktan
korkar hale gelişini izledim. Ve konuşmaktan nefret ettiler. Neydi korktukları?
Terfi ettirilmeyecekleri, kendilerine bir apartman dairesi tahsis edilmeyeceği,
ülke dışına seyahat izni alamayacakları, ya da entelektüellerin çalışmalarını
yayınlama imkânı bulamayacakları, hatta teknik bir raporun bile yayınlanmasının
bir hayli geciktirileceği; ayrıca çocuklar için de hayatın zorlaştırılacağı.
Maddi yaşam koşulları iyiye gitti, ama öyle bir şekilde ki, hakkın olanı almak
istiyorsan itaat etmek durumundaydın. (…) Yetmişlerin sonlarında çürüme iyice
yerleşikleşti. Dev bir ‘’ş yavaşlatma’ gelişti. Bu gelişme kentlere, sanayiye,
en prestijli, nükleer enerji santralleri gibi en büyük övünç kaynağı olan
tesislere kadar yayıldı. Sovyetler Birliği insanları kurallara göre çalışmaya
başladı. Yani mümkün olduğunca, neredeyse hiç çalışmadılar. Cezasız
kurtulabilecekleri her şeyi yaptılar -ya da yapmadılar. Kendi küçük şeflerinden
şikâyet edip başları eğik gezdiler. Kendi geçim felaketlerini elden geldiğince
az eziyetle atlatmaya çalıştılar ve sistemi, kendi çıkarlarına
kullanabildikleri zamanlar ferahlama duydular.” (Anthony Barnett, Sovyetler’de
Özgürlük, sf: 92, 116-117, 129)
Gerçekten de bu dönem
paradoksal bir şekilde kitlelerin refah seviyesinin yükseldiği bir dönemdi.
“1972’de petrol fiyatlarının artışı, SSCB’ye on milyonlarca milyar dolar
kazandırdı. Tereyağı, buğday, sebze, fabrikalar, bütün bunlar ve ayrıca elit
zümre için lüks tüketim maddeleri, Sovyetler Birliği’nin temel sivil hedeflere
ulaşmasını önleyen iç sorunları çözümleme zorunluluğu olmadan, döviz ödenerek
ithal edilebiliyordu. Aslında Moskova bolluk döneminde kendi düzenlemelerini
yapmak yerine kapitalizmin krizden çıkışını finanse etti; Sovyet malları ve
Sovyetlere yapılan satışlar, Batının ikinci sanayi devriminin acılı yapı
değişikliğini gerçekleştirmesine yardımcı oldu.”[1] (aynı eser, sf:114)
Sovyet tarihini
incelediğinizde başarı ve başarısızlığın paralel bir şekilde beraber
yürüdüğünü, denizi geçip derede boğulduklarını her zaman gözlemleyebilirsiniz.
“Sovyetler Birliği birçok bakımdan ‘geri’dir, ama bir üçüncü dünya ülkesi
değildir ve 1917’deki devrimden bu yana da hiç olmamıştır. Sovyetler
Birliği’nin acısını çektiği şey hem ileride hem geride olmanın şiddetli bir
karışımıdır. Sovyet halkı ortalama her dört günde bir dünya yörüngesine bir
füze gönderirken, aynı sıklıkla sevişemez, çünkü doğum kontrol araçları yokluğu
çekilmektedir! (…) Sovyet dar görüşlülüğü, taşra zihniyeti değildir. Moskova’da
Avrupa tiyatrosu müziği veya sineması üzerine bir tartışma, Paris’ten
Milano’ya, Berlin’den Londra’ya öylesine bilgi yüklü ve kolaylıkla uzanır ki,
Anglo Saksonları cehaletlerinden utandırır. Öte yandan da SSCB, ABD’den tam
dört buçuk kat fazla traktör üretiyor. Ne için? Ülkemizdeki tarımsal ürün
çıktısının hacmi ABD’ninkinin üçte biridir. Buna karşılık normal tarım
faaliyeti için gereken römork ve traktöre monte edilen makine sayısının ancak
yarısını üretiyoruz.” (sf: 44, 71, 132)
Peki, öyleyse Lenin
sayesinde, Sovyetler Birliği’nin Batı tipi politikacılara sahip olmaması
demokrasi ve özgürlükler açısından nasıl bir avantaj getiriyordu? Kapitalizm
kendi uzman iş yürütücülerini üretmiştir ve bunlara profesyonel politikacılar
diyoruz. Onların imajı halk adına devleti yöneten kişiler biçimindedir, fakat
fiili rolleri, daha ziyade zaten var olan rejim adına sivil toplumu “idare
etmek”tir. Bu yüzden politikacılar kendilerine özgü bir cinstir ve politbüroyu
oluşturan tiplerden farklıdırlar. Kremlindeki yöneticiler kamuoyu bilincine sahip
konuşmacılar değildir – onlar bir idareciler grubudur ve asıl olarak devlet
dairelerinin başlarıdır. Batı Avrupa’da onların eşdeğeri, kamu hizmetlerindeki
(varsayıldığı şekliyle) siyasa oluşturmayan, fakat onu uygulayan karanlık
tiplerdir. Dolayısıyla Barnett’a göre batıda çoğu politikacı zaten etkisizdir,
argümanları laftan, iktidar mekanizmasını kamuoyunun kuşkucu gözlerinden
saklayan bir duman perdesinden ibarettir. Başka bir deyişle, Batıda
politikacılar sivil toplum ile devlet arasındaki komisyonculardır. Sivil
toplumun uyguladığı baskıları sterilize eder ve devlet politikasını onun
nüfuzundan korurlar, özellikle güvenlik konularında olmak üzere, kamuoyunun
dolaysız etkisini güçlendirmek yerine zayıflatma işlevini görürler.
İşte Lenin’in kurduğu sistemde
böyle bir politikacı tipolojisine yer yoktur ve aslında bu da doğrudan
demokrasiye geçmek için bir olanak sunmaktadır. Bolşevizm, Batı kapitalizminin
aksine sözle eylemin birliğidir. Lenin 1918’de köylülere toprak dağıtırken bile
aslında bunun kendi politikaları olmadığını, devrimin yenilgiye uğramaması için
bunu yapmak zorunda kaldıklarını açık açık söylemişti. Ancak sözle eylem
birliği daha sonra bozulmuştur. Peki, ne yapmalı? “Parti egemenleri
çalışmalarını kamuoyu önünde yürütebilmeyi başardığı an, tartışmaları ve
tartışmaların sonuçları doğal olarak kamuoyu fikirlerince yönlendirilmiş
olacak. O zaman Batı tipi partilerin yokluğu, yurttaşları fiili kararları
alanlara daha yaklaştırabilir ve insanlara kendi hayatları üzerinde Batının
belli başlı ülkelerinden daha büyük nüfuz sağlayabilir.” (sf: 211)
[1] Ronald Reagan 1981 yılında
ABD başkanı olduğunda Sovyetler Birliği’ni “Şeytan İmparatorluğu” ilan etmiş ve
hemen Suudi Arabistanla anlaşarak petrol fiyatlarını düşürmüş ve Sovyetler’i
milyarlarca dolar zarara uğratmıştı. Halbuki aynı ABD, sadece 1973 yılında bu
“Şeytana” 1.17 milyar dolar mal satmakta hiçbir sakınca görmemişti! Bu
ihracatın 809 milyonu yiyecek ve içecek, 195 milyon makine, 16 milyon kimyasal
maddeler, 151 milyon diğerdi. U.S. News and World Report 1974’den alıntılayan
Engin Erkiner, 1989 Berlin Duvarı, sf:104
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.