2 Ekim 2022 Pazar

SOVYETLER’DE ÖZGÜRLÜK (I)

Ahmet Açan


“Herkesten çok Lenin sayesinde, Sovyetler Birliği Batı tipi politikacılara sahip değil. Bu, önderliğinin esnekliğini azaltıyor, fakat uzun vadede toplum için bir fırsat sunabilir. (…) SSCB, Britanya ve Fransa’dan, belki de Amerika’dan bile daha demokratik (belki daha da özgür) olabilme yolunda müthiş bir fırsat karşısındadır.” (Anthony Barnett, Sovyetler’de Özgürlük, sf: 210)

Uzun yıllar New Left Rewiew’un yayın yönetmenliğini yapmış İngiliz gazeteci Anthony Barnett’in, 1987 yılında, Glasnost ve Perestroyka’nın ortasında Sovyetler Birliği’ne yaptığı gezinin notları bizde de 1988 yılında kitap olarak yayımlanmıştı. Sıkı bir anti-Stalinist ve o dönem Gorbaçov destekçisi olan Barnett, glasnost ve perestroykayı alkışlarken yukarıda alıntıladığımız öngörüde bulundu. Sonuçta Rusya’ya ne olduğunu hepimiz biliyoruz ama Barnett’ın bu “totaliter ve baskıcı” rejimde gördüğü potansiyel neydi? Bu öngörü, Sovyetler’deki reel sosyalizmin, “özgürlükçü ve demokrat” Batı’nın sahip olmadığı bir olanak ya da düzene işaret ediyor. Ama bu olanağı görmek için yeniden Lenin’e dönmek ve demokrasi, özgürlük, sivil toplum gibi kavramlara, Batıdan başka bir gözle bakmak gerekiyor.

Önce Barnett bir beyin fırtınası yapar: Mesela Kremlin, biz Batı tipi bir demokrasiye geçmek için aşağıdaki kararları aldık dese:

1) Gromiko ailesinin en yaşlı üyesi Devlet Başkanı sıfatıyla ulusal kilisenin başına geçecek ve imzasına, yasa tasarılarını yasalaştırma yetkisi tanınacak.

2) 1920’den beri partide bulunan ailelerin en büyük erkeklerinden ve ayrıca parti tarafından ömür boyu bu göreve atanan bireylerden oluşan bir parti senatosu kuracağız. Tümüyle seçilmemiş üyelerden oluşan bu senato tüm yasamayı gözetir ve gerektiğinde veto eder.

3) Parti üyelerinden oluşan bir avam kamarası kuracağız. Bu meclisin farklı fraksiyonlarından herhangi birinin çoğunluğu ne zaman isterse fraksiyon seçimler için kampanya yürütebilir, fakat üyeleri temsil ettikleri yerel halk hakkındaki tüm konuşmaları fraksiyon şeflerinin disiplini altındadır.

4) Partinin sürekli, gizli çalışan ve kendi kendini seçen bir idari kanadı, bakanlıkları ve yargıyı elinde tutacak. Bu kanadın %95’i iki partinin üniversitesinden devşirilecek ve bu üniversiteler de öğrencilerinin çoğunu az sayıdaki elit parti okulunun mezunları arasından kabul edecek.

5) Askeri komite kadrosu aynı elit parti okullarının mezunları arasından seçilecek.

6) En parlak “diğerleri” arasından güvenilir ve “gerçekçi” parti malzemesi olanlar düzene dâhil edilir.

7) Herhangi bir yazılı anayasa yoktur, çünkü parti “en iyisini bilir” ve dolayısıyla da “uyum sağlamayı” bilecektir.

Kremlin dünyaya bundan böyle SSCB siyasi sistemini bu ilkelere göre organize edeceğini, dolayısıyla artık bir demokrasi olduğunu ilan edecek olsa, herhalde hepimiz gülmekten kırılırız değil mi? Tamamen seçilmemiş kişilerden oluşan bir avam kamarası! Kasıtlı olarak gizli çalışan, kendi üyelerini kendi seçen, sevmediği kişilerin etrafında pervane olan bir üst yönetim ağı! Yazılı anayasa yok! Tüm bunların dev bir düzmece, partinin işleri dilediği gibi sürdürebilmesinin bir aracı olacağı gayet açık değil mi? İyi de bu tam da İngiliz demokrasisi!!!

Aslında Britanya demokrasisiyle SBKP arasında şaşırtıcı benzerlikler vardır. Anthony Barnett, İngiliz çok uluslu şirketler grubunun Sovyet bloğuna satışlar yapan bir müdürüyle yaptığı görüşmeden şu diyalogu aktarır: “Çok iyi eğitilmişler ve öğrenimleri mükemmeldir, bildiğiniz gibi. Ve gerçekten sistemlerine inanırlar. Bir elitler sistemidir bu ve onlar da elitin çocuklarıdır. Neredeyse bizim yatılı kolejlerin mezunları gibi.” (sf: 177)

SSCB’de nomanklatura, resmi makamları ellerinde tutan kesimin adıdır. Her birine belirli imtiyazların denk düştüğü çeşitli kademelerdeki aşağı yukarı 500 bin önemli mevkiden oluşan bir sistemdir bu. Nomenklaturanın çoğu parti içindedir, fakat hepsi değil. Buna karşılık parti sadece nomenklatura içinde belirleyici olmakla kalmaz, onun üyeliklerine yapılacak atamaların ve içindeki çeşitli terfilerin seçimini kontrol eder ve ayrıca da nomenklaturayı her kurum ve alanda kuşatır. SBKP’nin ABD’deki karşılığı ne Cumhuriyetçi ne de Demokrat partidir. Kongreyi oluşturan iki meclis ve Beyaz saray ve bunun yanı sıra tüm bakanlıkların toplamı ancak SBKP’ye denktir. Aslında Batı tipi rejimler de halklarına alternatif siyasi düzenler arasında bir seçme sunmaz, sundukları var olan sistem içerisindeki belirli seçeneklerdir.

Slovaj Zizek, 2017 yılında yayımlanan, Lenin 2017 (Ayrıntı y.) adlı kitabının önsözünde bu durumu şöyle anlatır: “Otorite uygulamayı meşrulaştırmanın üç biçimi vardır: Otoriter, totaliter ve liberal. Otoriter (öznenin fiili yapması halinde ödüllendirilmesi, yapmaması halinde cezalandırılması ile desteklenen salt buyruk, “Ben dediğim için bunu sorgulamadan yapmalısın!”); Totaliter (öznenin kendi çıkarından çok daha büyük bir ortak faydaya veya yüksek bir davaya gönderme yapılarak “hoş olmasa da ulusumuza, partimize insanlığa hizmet ettiği için bunu yapmalısın!”); Ve liberal ( öznenin içsel doğasına gönderme yapılarak sizden istenen kulağa itici gelebilir, ancak kendi içinize baktığınızda, bunu yapmanın doğanızda olduğunu görecek, bunu çekici bulacak, kişiliğinizin yeni beklenmedik boyutlarının farkına varacaksınız!”) (…) Liberalizm bir bakıma üçü arasında en kötüsüdür. Çünkü itaatin sebeplerini doğallaştırıp, onları öznenin içsel psikolojik yapısı ile bütünleştirir. Bu durumda Paradoks, liberal öznelerin bir bakıma en az Özgür olan özneler olmasıdır: Kendileri ile ilgili algılarını veya görüşlerini değiştirmeleri, kendilerine dayatılan şeyi ‘doğalarından’ kaynaklanan bir şey olarak kabul etmeleri ile artık itaat ettiklerinin bile farkına varmazlar.” sf:38

Sanıldığının aksine Sovyetler Birliğinde temel sorun Parti’nin monolitik olması değildir. Parti aslında bildiğimiz anlamda çoğulculuk arz eder. Her zaman parti içinde bir dolu ayrılık ve tartışma olmuştu. Merkez komite ve çevresinde sürekli bir anlaşmazlık ve ortak eylem etkileşmesi içindeki çok sayıda seksiyon çıkarını temsil eden güçlü lobiler ve baskı grupları vardı. En güçlü lobilerin sözcüleri doğrudan Prezidyum’a girer, çatışan gruplar olarak değilse de uzmanlar ve danışmanlar olarak Prezidyum toplantılarında hazır bulunurlar.

Bir Sovyetler Birliği muhalifi ve Troçkist İsaac Deutscher, 1965 yılında yazdığı bir makalede, önem sırasına göre bu lobileri şöyle anlatır:

“En önde, nükleer bilimciler, nükleer tesislerin yöneticileri, askeri nükleer hizmetlerin başkanları ve dış uzay deneylerinden sorumlu olanlar geliyor. Öteki “konvansiyonel” baskı gruplarına kıyasla bunlar büyümekle birlikte küçük bir grupturlar; ötekilerden daha genç, birbirine daha bağlı ve olağanüstü özgüvene sahiptirler. Bir grup olarak net ulusal gelirin %10 ile %15’ini ya da bilimsel araştırmalara, nükleer silahlanmaya ve uzay seferlerine yıllık olarak tahsis edilen 17 ile 25 milyar ruble arasında bir tahsisatı kullanırlar. Bu grubun üyeleri Parti ve Devlet için ne kadar vazgeçilmez olduklarının bilincinde ve Parti şeflerinden hiç korkmayan kişilerdir. Örneğin nükleer bilimcilerin sanatsal avant-garde’ın baş patronları oldukları Moskova’da herkesçe bilinen bir sırdır. Ortodoks olmayan sanatçıları kanatlarının altına almışlardır; soyut tablo ve heykel satın alırlar.

İkinci olarak ağır sanayi ve makine endüstrisinin baş planlamacıları ve menacerler gelir. Bu alanlar hâlâ devletin en büyük ekonomik çıkarlarını temsil ederler. Ne var ki bu lobinin gücü Moskova Merkezindeki unsurlar ile çeşitli cumhuriyet ve eyaletlerden müdür gruplar arasındaki karşıtlık yüzünden zayıflamıştır. 1957-58’de Hruşçov bütün Sovyetler Birliği’ni kapsayan ekonomi bakanlıklarını dağıttığında Merkezdeki menacerler çarpıcı bir yenilgiye uğradılar. Bu lobidekiler Merkezi Planlama Komisyonu, Ulusal Ekonomi Konseyleri ve nihayet bunlardan daha önemsiz olmayan Merkez Komite bağlantısıyla çalışırlar.

Üçüncüsü, Birleşik Sendikalar Konseyi içinde örgütlü sendika lobisi, sosyal politika ve ücret sistemi gibi konularla ilgilendiği ölçüde ekonomik planlamada önemli bir söz hakkına sahiptir. Sendika patronları işveren devletin karşısında işçilerin çıkarlarını temsil etmekle birlikte yaklaşık 70 milyon işçi ve çalışandan oluşan taleplerini de, bir ölçüde seslendirmek durumundadırlar. Bu lobinin nüfusu son on yıl içinde yüksek ve düşük ücretler ve maaşlar arasındaki geniş açıklığın daraltılmasından ve sanayide çalışma saatlerin kısaltılmasından sorumlu oldu.

Dördüncüsü, belediyeler lobisi, sendika lobisi ile kısmen örtüşür. Bu lobinin önemi, Stalin’in ölümünden bu yana sadece 12 yıl içinde SSCB’nin kent nüfusunun yaklaşık 50 milyon- Büyük Britanya veya Fransa veya İtalya’nın toplam nüfusu kadar- artmış olmasından kaynaklanır. Konut talebi, aşırı konut yapımına tahsis edilen alandan kıyaslanamayacak kadar daha hızlı arttı; ve belediyeler ile sendikalar, özellikle son birkaç yıl içinde planda inşaat sektörüne ayrılan yer azaltıldığında bu talep doğrultusunda hâkim gruba baskı yapmak zorunda kaldı.

Beşincisi tarımsal çıkarlardır. Bunlar bir yandan devlet mülkiyetindeki çiftliklerin yani sovhozun iyi örgütlenmiş ve etkili şefleri, öte yandan kolektif çiftliklerin, yani kolhozların ürkek ve yeterince temsili olmayan sözcüleri tarafından temsil edilirler.

Nihayet gazeteci ve yazarların lobisi propaganda bakımından önemlidir. Parti liderleri onlardan gelecek baskıya karşı duyarlıdır. Fakat aynı zamanda genç yazarlar arasında hoşnutsuzluğun yayılmasından korkarlar.

Bu lobilerin sınıflandırılması ve nitelendirilmesi şematik olacaktır; yaklaşık 230 milyon yurttaşın yaşadığı yarı sosyalist bir ülkede aktif olan baskı ve karşı baskıların doğrudan gerçeğini olduğu gibi yansıtamaz. Burada betimlenen ayırım çizgileri coğrafi bölgeler ve milliyetler arasındaki ayrımlar için de geçerlidir: Büyük Rus, Ukraynalı, Belarus, Gürcü, Ermeni, Kazak, Özbek vd. Bütün bunlar sonsuz bir karmaşıklık, çıkarlar ve arzular çeşitliliği oluşturur. Ve bu lobiler ve baskı grupları da toplumun derinliklerinden, işçi ve köylü kitlelerinden gelen baskı ve karşı baskılara maruzdurlar.” (Isaac Deutscher, Tarihin İronileri, sf:113-114).

SSCB ve SBKP hiç de monolotik bir yapıyla yönetiliyora benzememektedir. Gerçi Stalin’in ölümünden sonra başlayan ve Brejnev’le devam eden kitlelerin depolitizasyonu, 70’lerle birlikte iyice rahatlama ve gevşeme, kitlelerin sisteme inançlarını azaltmış, yozlaşma, çalışmadan gelir elde etme, devleti sömürme vb kanserli bir ur gibi her yana yayılmıştı. Rakamlarla anlatmak gerekirse Stalin döneminde yıllık %35’lere varan büyüme oranı, 80’lerin ortasında yıllık %2’ye kadar gerilemişti. Burada asıl önemli olan ekonomiden çok ahlaki yozlaşmaydı.

“Stalin kötüydü, dediler bana. Fakat Brejnev bazı açılardan Stalin’den daha da kötüydü. Stalin insanları öldürüyordu. Fakat Brejnev onların ruhlarını öldürdü. Brejnev yönetiminde insanlar nasıl yaşandığını unuttular. Nasıl çalışıldığını unuttukları gibi... Stalin zamanında insanlar hiç değilse gelecek için yaşıyordu; kamplardaki tutuklular bile. Brejnev zamanında geçmiş için mi yoksa gelecek için mi yaşıyorlar umurlarında değildi. Ateşleri söndü. İstedikleri biraz yemek, içmek ve çalmaktı. (…) Brejnev döneminin başlangıcını hatırlıyorum. O zaman konuşmaktan ve fikrimizi alenen söylemekten korkmazdık. Yıldan yıla insanların konuşmaktan korkar hale gelişini izledim. Ve konuşmaktan nefret ettiler. Neydi korktukları? Terfi ettirilmeyecekleri, kendilerine bir apartman dairesi tahsis edilmeyeceği, ülke dışına seyahat izni alamayacakları, ya da entelektüellerin çalışmalarını yayınlama imkânı bulamayacakları, hatta teknik bir raporun bile yayınlanmasının bir hayli geciktirileceği; ayrıca çocuklar için de hayatın zorlaştırılacağı. Maddi yaşam koşulları iyiye gitti, ama öyle bir şekilde ki, hakkın olanı almak istiyorsan itaat etmek durumundaydın. (…) Yetmişlerin sonlarında çürüme iyice yerleşikleşti. Dev bir ‘’ş yavaşlatma’ gelişti. Bu gelişme kentlere, sanayiye, en prestijli, nükleer enerji santralleri gibi en büyük övünç kaynağı olan tesislere kadar yayıldı. Sovyetler Birliği insanları kurallara göre çalışmaya başladı. Yani mümkün olduğunca, neredeyse hiç çalışmadılar. Cezasız kurtulabilecekleri her şeyi yaptılar -ya da yapmadılar. Kendi küçük şeflerinden şikâyet edip başları eğik gezdiler. Kendi geçim felaketlerini elden geldiğince az eziyetle atlatmaya çalıştılar ve sistemi, kendi çıkarlarına kullanabildikleri zamanlar ferahlama duydular.” (Anthony Barnett, Sovyetler’de Özgürlük, sf: 92, 116-117, 129)

Gerçekten de bu dönem paradoksal bir şekilde kitlelerin refah seviyesinin yükseldiği bir dönemdi. “1972’de petrol fiyatlarının artışı, SSCB’ye on milyonlarca milyar dolar kazandırdı. Tereyağı, buğday, sebze, fabrikalar, bütün bunlar ve ayrıca elit zümre için lüks tüketim maddeleri, Sovyetler Birliği’nin temel sivil hedeflere ulaşmasını önleyen iç sorunları çözümleme zorunluluğu olmadan, döviz ödenerek ithal edilebiliyordu. Aslında Moskova bolluk döneminde kendi düzenlemelerini yapmak yerine kapitalizmin krizden çıkışını finanse etti; Sovyet malları ve Sovyetlere yapılan satışlar, Batının ikinci sanayi devriminin acılı yapı değişikliğini gerçekleştirmesine yardımcı oldu.”[1] (aynı eser, sf:114)

Sovyet tarihini incelediğinizde başarı ve başarısızlığın paralel bir şekilde beraber yürüdüğünü, denizi geçip derede boğulduklarını her zaman gözlemleyebilirsiniz. “Sovyetler Birliği birçok bakımdan ‘geri’dir, ama bir üçüncü dünya ülkesi değildir ve 1917’deki devrimden bu yana da hiç olmamıştır. Sovyetler Birliği’nin acısını çektiği şey hem ileride hem geride olmanın şiddetli bir karışımıdır. Sovyet halkı ortalama her dört günde bir dünya yörüngesine bir füze gönderirken, aynı sıklıkla sevişemez, çünkü doğum kontrol araçları yokluğu çekilmektedir! (…) Sovyet dar görüşlülüğü, taşra zihniyeti değildir. Moskova’da Avrupa tiyatrosu müziği veya sineması üzerine bir tartışma, Paris’ten Milano’ya, Berlin’den Londra’ya öylesine bilgi yüklü ve kolaylıkla uzanır ki, Anglo Saksonları cehaletlerinden utandırır. Öte yandan da SSCB, ABD’den tam dört buçuk kat fazla traktör üretiyor. Ne için? Ülkemizdeki tarımsal ürün çıktısının hacmi ABD’ninkinin üçte biridir. Buna karşılık normal tarım faaliyeti için gereken römork ve traktöre monte edilen makine sayısının ancak yarısını üretiyoruz.” (sf: 44, 71, 132)

Peki, öyleyse Lenin sayesinde, Sovyetler Birliği’nin Batı tipi politikacılara sahip olmaması demokrasi ve özgürlükler açısından nasıl bir avantaj getiriyordu? Kapitalizm kendi uzman iş yürütücülerini üretmiştir ve bunlara profesyonel politikacılar diyoruz. Onların imajı halk adına devleti yöneten kişiler biçimindedir, fakat fiili rolleri, daha ziyade zaten var olan rejim adına sivil toplumu “idare etmek”tir. Bu yüzden politikacılar kendilerine özgü bir cinstir ve politbüroyu oluşturan tiplerden farklıdırlar. Kremlindeki yöneticiler kamuoyu bilincine sahip konuşmacılar değildir – onlar bir idareciler grubudur ve asıl olarak devlet dairelerinin başlarıdır. Batı Avrupa’da onların eşdeğeri, kamu hizmetlerindeki (varsayıldığı şekliyle) siyasa oluşturmayan, fakat onu uygulayan karanlık tiplerdir. Dolayısıyla Barnett’a göre batıda çoğu politikacı zaten etkisizdir, argümanları laftan, iktidar mekanizmasını kamuoyunun kuşkucu gözlerinden saklayan bir duman perdesinden ibarettir. Başka bir deyişle, Batıda politikacılar sivil toplum ile devlet arasındaki komisyonculardır. Sivil toplumun uyguladığı baskıları sterilize eder ve devlet politikasını onun nüfuzundan korurlar, özellikle güvenlik konularında olmak üzere, kamuoyunun dolaysız etkisini güçlendirmek yerine zayıflatma işlevini görürler.

İşte Lenin’in kurduğu sistemde böyle bir politikacı tipolojisine yer yoktur ve aslında bu da doğrudan demokrasiye geçmek için bir olanak sunmaktadır. Bolşevizm, Batı kapitalizminin aksine sözle eylemin birliğidir. Lenin 1918’de köylülere toprak dağıtırken bile aslında bunun kendi politikaları olmadığını, devrimin yenilgiye uğramaması için bunu yapmak zorunda kaldıklarını açık açık söylemişti. Ancak sözle eylem birliği daha sonra bozulmuştur. Peki, ne yapmalı? “Parti egemenleri çalışmalarını kamuoyu önünde yürütebilmeyi başardığı an, tartışmaları ve tartışmaların sonuçları doğal olarak kamuoyu fikirlerince yönlendirilmiş olacak. O zaman Batı tipi partilerin yokluğu, yurttaşları fiili kararları alanlara daha yaklaştırabilir ve insanlara kendi hayatları üzerinde Batının belli başlı ülkelerinden daha büyük nüfuz sağlayabilir.” (sf: 211)


Reel sosyalizm her türlü – hem teorik hem pratik – altyapıya sahipti. Hiç de kendilerini tasfiye etmek zorunda değillerdi; Stalin’in 1936’da denediği ve başarısız olduğu sosyalist demokrasiye geçme deneyimini, halefleri Hruşçov ve Brejnev denememişti bile. Hem de Stalin karşıtı oldukları halde! Sonuçta Sovyetler Birliği dağıldı çünkü parti elitleri komünizme inançlarını yitirmişti. Halk ise sistemden ne kadar memnun olmasa da yine de 1990 Mart ayındaki referandumda %70’in üzerinde Sovyetler’in dağılmaması yönünde oy kullandı. Bu oran “komünizm mezalimi altında inim inim inleyen” müslüman-Türki cumhuriyetlerde %90’ın üzerindeydi! Sosyalizm yıkıldı teraneleri, Batı’nın gerçekte nasıl bir demokrasiyle yönetildiği ve reel sosyalizmin taşıdığı olumlu olanakları görmemizi engellememeli. Gorbaçov, yolumuz Ekim Devriminin yoludur, Lenin’e geri dönüyoruz sloganlarıyla eğer bir hain değilse, en hafif deyimle her şeyi eline yüzüne bulaştırdı. Anthony Barnett, Gorbaçov’dan hareketle 1987’de Lenin’e geri dönüş çağrısı yapmıştı. Benzer çağrıyı 2017’de Zizek yaptı. Kim bilir, belki “totaliter” olan, daha özgürlükçü ve demokrat bir sistemin kapısını aralıyor olabilir…


[1] Ronald Reagan 1981 yılında ABD başkanı olduğunda Sovyetler Birliği’ni “Şeytan İmparatorluğu” ilan etmiş ve hemen Suudi Arabistanla anlaşarak petrol fiyatlarını düşürmüş ve Sovyetler’i milyarlarca dolar zarara uğratmıştı. Halbuki aynı ABD, sadece 1973 yılında bu “Şeytana” 1.17 milyar dolar mal satmakta hiçbir sakınca görmemişti! Bu ihracatın 809 milyonu yiyecek ve içecek, 195 milyon makine, 16 milyon kimyasal maddeler, 151 milyon diğerdi. U.S. News and World Report 1974’den alıntılayan Engin Erkiner, 1989 Berlin Duvarı, sf:104

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.