27 Ocak 2022 Perşembe

Bilimsel Yeni Verilerin Işığında Diyalektik Materyalizm: Bir Eleştiri

Mahmut Boyuneğmez

Bilimsel Yeni Verilerin Işığında Diyalektik Materyalizm adlı kitaptan yeni haberim oldu. İsmini okuduğumda heyecan duydum. Çünkü 20. yüzyıldaki bilimsel ilerlemelerin sunduğu zemin üzerinde yeni kavramlaştırmalar, yeni soyutlamalar yapılmış olmalıydı. Fakat kitabı okuduğumda durumun böyle olmadığını gördüm. Kitapta ağırlıkla diyalektik materyalizmin ışığında bazı bilimsel konular ele alınmıştı. Hatta bazı bilimsel konular hemen neredeyse hiçbir felsefi yorum yapılmadan, sadece aktarılmıştı. Yeri geldiğindeyse diyalektik materyalizme dair örnekler verilmişti…

Kitabın içerisindeki başlıkları tek tek değerlendirmek istemiyorum. Bilimsel bilgilerin, yazıların ağırlıklı kısmını oluşturduğu başlıkları, ayrıntılarıyla değerlendirmek gerekmiyor. Çünkü bunlar felsefenin değil, bilimsel literatürün kapsamında kalıyor. Ancak ilk yazı diyalektik materyalizm konusunda genel bir çerçeve çiziyor ve bu yazının değerlendirilmesi gerekiyor.


****

Tarih İçinde Diyalektik Materyalizm-Erhan Nalçacı

“İnsanlığın en uzun geçmişini oluşturan ilk sınıfsız toplumlarda felsefe, bilim, teknik, ideoloji, eğitim, sağlık gibi bağımsız kategorilerin olmadığı düşünülüyor. Ancak daha önemlisi iki milyon yıla yayılan bu dönemde bir artı ürün üretimi olmadığı için toplumun sömürüye dayanmaması ve çıkarları çatışan gruplara yer olmamasıydı.” (s. 15)

“Bağımsız kategoriler”den ne kastedildiğini tam olarak anlamış değilim, fakat ilkel topluluklarda, gelişmemiş de olsa bilim, eğitim, sağlık, teknik, ideoloji gibi pratikler ve düşünsel üretimler vardı. Örneğin ilkel topluluklarda hangi otların, hangi hastalık durumlarına iyi geldiği deneyimler üzerinden biliniyordu ve kuşaktan kuşağa eğitimle aktarılıyordu. Aşölyen, Oldowan kültür gibi tekniklerin bu dönemde var olduğunu da biliyoruz. Daha sonraları, animizmin, totemizmin, şamanizmin ve bunların yanı sıra basit bilimsel/realist düşüncelerin, ilkel eşitlikçi toplulukların ideolojik dünyalarının bir bölümünü oluşturduğu da söylenmelidir. İlkel sınıfsız toplulukların, yaklaşık “iki milyon yıl” süren bir dönem boyunca “takım”lar oluşturdukları, ancak bu grupların “toplum” sayılamayacaklarını düşünüyorum. Günümüzde halen varlığını sürdüren eşitlikçi toplulukların da,  gelişkin toplumsal ilişkilere sahip olmadığını biliyoruz. Homo sapiens’in eşitlikçi topluluklarının ortaya çıkışıysa, Neandertalleri de katarsak, en fazla 250 bin yıl öncesine kadar uzanıyor. Yani insanın “ilk sınıfsız topluluklarının” varlığını, iki milyon yıl öncesinden başlatmak yanlıştır.

“Aslında kendi içinde farklı üretim tarzları barındıran ama eşitlikçi yapısı nedeniyle ‘ilkel komünal toplum’ olarak adlandırılan bu toplumsal formasyonun ‘kendiliğinden materyalist’ olduğunu söyleyebiliriz.” (s. 15)

Kanımca söyleyemeyiz. Çünkü tarih boyunca her toplumda olduğu gibi günümüzde de, insanlar somut pratikleri olmadığında, üretmediklerinde, barınak yapmadıklarında, açlığını gidermek için adım atmadıklarında vb. yaşayamayacağını bilir. Bu anlamıyla “kendiliğinden materyalist”/realist düşüncelere sahip olunmadan, günlük yaşamı devam ettirmek mümkün değildir. Fakat ilkel eşitlikçi topluluklardaki animizm, totemizm, Şamanizm gibi metafizik düşünceleri göz önüne aldığımızda, bu inançların kapsamındaki düşüncelerin sınanabilir olmadığı ve gerçekliği dönüştürücü bir işleve de sahip olmadığı kavranmalıdır. Bu ideolojiler “felsefeyi içeriyor” denebilir, fakat “bilimi içerdiği” (s. 15) düşüncesi yanlıştır. “Buradaki varsayımlar (…) sınanmaya ve değişime açıktı.” (s. 15). Oysa bu metafizik düşüncelerin içeriği sınamaya açık değildir; elbette zaman içerisinde kişiler arası ilişkiler geliştikçe, metafizik düşünceler de değişim geçireceklerdir. İlkel eşitlikçi topluluklarda hangi “üretim tarzları” olduğunu ise ben bilmiyorum. Belki yazar, avcılık, toplayıcılık (kanımca, araçlar kullanıldığından ve az miktarda da olsa hammaddeler işlendiğinden, bunlar "üretim"dir),  yabanıl tahılların devşirilmesi, köy tarımı, göçebe-çobanlık gibi üretim çeşitlerini birer “üretim tarzı” sayıyor olabilir. Fakat alışılmış anlamıyla üretim tarzını bu şekilde değerlendirmiyoruz.

“Artı ürüne el koyan sınıf kendi eşitsiz durumunu meşrulaştırmak üzere inançları/varsayımları mutlaklaştırdı.” (s. 15) Kanımca, metafizik inançların temel ilkeleri/kavramları değişmiyor, fakat bu kavramların anlamı, ilkelerin yorumlanış biçimi tarih boyunca değişimlere uğruyor.

“Bir yandan emekçi sınıfların kendiliğinden materyalizmi sürecek, diğer yandan idealizm din şeklinde emekçi yığınlara enjekte edilecekti.

İdealizm egemen sınıfın örgütlediği bir araç olarak emekçi sınıfların aklına saldırdı.” (s. 16)

İdealist felsefelerin, egemen sınıfların dünya görüşüne katıldığı söylenebilir. Burada ise “idealizm” ile din kastediliyor. Bunu anladım. Fakat dinin emekçi sınıflara “enjekte edilmesi”, onların “aklına saldırması”, kanımca çok kaba ifadeler. Şöyle ki; emekçi sınıflar basit bilimsel/materyalist fikirleri de, din formunu alacak düşünceleri ve davranış kalıplarını da, yaşamlarında üretir ve yeniden üretirler. Bunlar büyük oranda onlara dışarıdan “enjekte edilmez”. Yazar, dinlerin, nesnel ve öznel idealizmi kapsadığını da belirtiyor (s. 16). Oysa dinlerde, nesnel idealizm ilkesel olarak bulunursa da, öznel idealizm fikrini barındıran bir din türü olduğunu, ben bilmiyorum.

“Hegel’de madde değil, düşünce kendi içinde çelişkiler yaşamakta, bu çelişkiler nicel değişimlere yol açmakta ve sonra nitel dönüşüm gerçekleşmekte ve bu düşünceye ait süreçler maddeye yansımaktadır.” (s. 18)

Açık yazayım; bu yazılanların Hegel’in felsefesiyle bir ilişkisi yok. Başka bir ifadeyle, Hegel’in felsefi sisteminde, böylesi karikatürize bir “değişim dinamiği” bulunmuyor. Aziz Yardımlı’nın Hegel’in eserlerini berbat bir Türkçeyle çevirmesi, onları okuma zorluğunun objektif yönünü oluşturuyor. Fakat Hegel’in düşüncelerinden bahsetmeden önce, çoğu kez onu okuma zahmetine de girilmiyor.

“(İşçi sınıfı-MB) aynı zamanda öznel idealizmin bir türü olan pozitivizmi ve nesnel idealizmin türevi olan Hegel’in diyalektiğini ve Feuerbach’ın tarihselci olmayan metafiziğini eleştirerek diyalektik materyalizme dayalı aydınlanmayı mücadele araçlarına ekledi.” (s. 18-9)

Birincisi; pozitivizm, “öznel idealizmin bir türü” değildir. İkincisi; Hegel’in diyalektiği, nesnel idealizmin “türevi” değildir. Marx, Hegel’in akıl yürütme yolunu eleştirir. Üçüncüsü; Feuerbach’ın felsefesine “metafizik” demek haksızlıktır. O, bir materyalisttir. Yazar, düştüğü bir dipnotta yine yanılıyor: “Ancak değişim içermeyen toplum anlayışı Marx ve Engels tarafından metafizik bulunarak ağır bir şekilde eleştirilmiştir.” (s19). Oysa Feuerbach’ın bir “toplum anlayışı” yoktur, bırakın değişim içermemesini… Marx ve Engels, Feuerbach’ın materyalist felsefesini “metafizik” olarak değerlendirmezler.

Yazar, SSCB’de diyalektik materyalizmin, “yığınların siyasi hareketinde bir eylem kılavuzuna dönüş(tüğünü)” (s. 19) belirtiyor. Kanımca, spesifik bazı politik görüşlerle, spesifik bazı felsefi ideolojiler arasında bir uyum ve tümlenme vardır. Örneğin diyalektik ve tarihsel materyalizmle komünizm arasında, ampirizm ile liberalizm arasında, sosyal-darwinizm ile faşizm arasında olduğu gibi… Felsefi ideolojiler, dünya görüşlerine katılırlar. Fakat “siyasi hareketlerin eylem kılavuzu” kanımca, politik ilkelerdir; felsefi görüşler değildir.

Geldik asıl konumuza… Diyalektik materyalizm nedir? Bu felsefenin “kategori ve yasaları” nelerdir?...

Başlamadan önce sorunlu bir ifadeyi aktarmak istiyorum: “İdealist felsefenin kafa karıştırma niyetiyle yazılmış karmaşıklığına karşı (…)” (s. 20). Filozoflara “kafa karıştırma niyeti” atfetmenin, bize yakışmadığını ve doğru da olmadığını düşünüyorum. Örneğin Marx’ın kavramları “kendine özgü” kullanımı da, birçok okur için “kafa karıştırıcı” olabiliyor. Vilfredo Pareto, “Marx’ın sözcükleri yarasalar gibi; onlara bakan hem bir fare hem de bir kuş görebilir” diye yazarken, bu durumu anlatıyordu (Pareto’dan aktaran Bertell Ollman, Yabancılaşma, Çeviren: Ayşegül Kars, Yordam Kitap, 1. Baskı, 2008, s. 27). Marx’ın ya da başka bir düşünürün fikirlerini anlamak için, elbette çaba sarf etmek ve ilişkili başka okumalar da yapmak gerekiyor.

“(Diyalektik materyalizm-MB) bütün bilimsel verilerin en genellenmiş tümevarımıyla elde edilmiştir. Öte yandan tümdengelim yöntemiyle bilgi üreten büyük bir düşünme aracıdır.” (s. 20). Diyalektik materyalizmin “kategorileri ve yasaları”, bilimsel bilgilerin sunduğu zenginlikten soyutlanmıştır; burası doğru. Ancak bütün bilimsel verilerin, üst düzeyde genellenmesiyle elde edilecek bir teori yoktur. Bilimsel araştırmaların bize sunduğu nesneler, olaylar, etkileşimler, süreçler, süreçlerin yönleri, eğilimler, ilişkilere bakıp, bunlarda ortak olarak yakalanan bazı örüntülerin ve kavramların soyutlanmasından bahsedilmelidir. Öte yandan, diyalektik materyalist felsefe, “bilgi üretmez”; bilgi üretim süreçlerinde bilim adamlarına ve herkese yardımcı olabilir.

Yazar, komünizmin ileri evresinde de, bu felsefenin var olacağını ve gelişmeye devam edeceğini belirtiyor (s. 20). Bu düşünceye katılıyorum. Gerçekten de, diyalektik materyalizm, bilimsel teorilerdeki ilerlemelere koşut olarak geliştirilmeye açıktır.

“(…) madde bu kategori ve yasalarda ifade edilen şekilde hareket eder.” (s. 20). Oysa madde/enerjinin farklı formları, bilimsel yasalara göre hareket eder. Doğanın, toplumun ve bilincin çeşitli süreçlerinde bulunan bazı özellikleri, bazı değişim örüntülerini, bazı etkileşim biçimlerini, içsel ve dışsal ilişkileri soyutladığımız diyalektik teorinin, bilimdeki gibi “yasa”ları olduğundan bahsetmek, kafa karıştırıcıdır ve kanımca, uygun değildir. Herhangi bir felsefi teorinin, bilimin sahip olduğu türde “yasaları” yoktur. Dolayısıyla, diyalektik teori olarak soyutlanan ve dünya görüşümüze katılan bu unsurları, kategoriler/kavramlar ve örüntüler olarak görme taraftarıyım. Bu kavramların ve değişim örüntülerinin, nesnel gerçeklikte bir karşılıklarının olduğu, açık olsa gerektir. Çünkü bunlar gerçekliğin taşıdığı zenginliğin çeşitli boyutlarının soyutlanmasıyla oluşturulan kavramlar ve örüntülerdir.

Yazarın sıraladığı ve örnekler vererek kısa açıklamalar yaptığı, diyalektik materyalizmin “kategorileri” olarak adlandırılagelen kavramlar şunlar:

i. Madde ve hareket, ii. Zaman ve mekan, iii. Öz ve fenomen, iv. İçerik ve biçim, v. Tikel ve tümel, vi. Özel ve genel, vii. Neden ve sonuç, viii. Zorunluluk ve rastgelelik, ix. Gerçek ve olanak, x. Hiyerarşi ve paralellik, xi. Süreklilik ve kesintililik, xii. Eğilim ve salınım (s. 21-9).

Benim bunlara eklenmesi gerektiğini düşündüğüm bazı kategori/kavramlarsa şunlar: 1) Hareket ve denge, 2) Süreç ve taşıdığı yönler, 3) Süreçlerin bileşkesiyle oluşan eğilimler, 4) İçsel ve dışsal ilişki, 5) Etkileşim ve etkileşim biçimleri ile tepki, 6) Bütün ve parça, 7) Katmanlılık ve beliriş (emergence), 8) İlerleme, gelişim ve eşitsiz gelişim, 9) Kapalı ve açık sistemler, 10) "Belirlenim" ve refleksivite. Bunların hepsini bu yazı kapsamında açmam mümkün değil; başka bir yazıda değerlendirmeyi umut ediyorum…

Öncelikle yazarın bu kategorileri açıklamasında uygun bulmadığım yanlara değinmek istiyorum.

a) “Madde sonsuzdan gelip sonsuza gidiyordu, farklı biçimlere dönüşebilir fakat yaratılamaz veya yok edilemezdi.” (s. 21). Enerjinin korunumu yasasının, evren ölçeğinde düşünülmesiyle böyle düşünmek, yani madde/enerjinin yoktan var edilemez ve yok edilemez olduğunu düşünmek gerekiyor. Ancak kitabın ilerleyen bölümlerinde de değinildiği gibi, Büyük Patlama Modeli’nin bu yasaya aykırılık oluşturduğu biliniyor. Üstelik evrenimizin izole bir sistem olup olmadığı da bilinmiyor. Başka evrenlerin var olup olmadığını ve bizim evrenimizle aralarında madde/enerji transferi olup olmadığını da bilmiyoruz. Dolayısıyla, bilimsel bulgularla uyumlu bir felsefi teori, “madde sonsuzdan gelip, sonsuza gidiyor” ifadesini kesinleşmiş bir doğru olarak kabul edemez. Evrenimizin bir başlangıç anı varsa bile, bu durum bir yaratıcının kabulünü gerektirmiyor. Örneğin pekâlâ bu başlangıç anı, daha önceki bir evrenin “büzüşme” sürecinin sonucu oluşmuş da olabilir. Sadece henüz bazı konuları yeterince bilmiyoruz.

b) Yazar “öz ve fenomen” kategorisi başlığı altında Marx’ın “nesnelerin görünüş biçimleriyle özleri doğrudan çakışsalardı, tüm bilim fazladan ve gereksiz olurdu” cümlesinin, bu kategoriyi en iyi şekilde tanımladığını belirtiyor (s. 22). Marx’ın buradaki yaklaşımı değerli ve korunması gerekiyor. “Fenomen” kavramını yazar, birçok yerde kullanıyor, fakat kanımca anlamına tam olarak vakıf değil. Fenomen, diğer deyişle görüngü, olayları, olayların zincirleme akışını anlatır. Görünüş, “fenomen” ile eş anlamlı değildir. Örneğin, “güneşin doğuşu ve batışı” bir görünüştür; dünyanın kendi etrafında dönüşü fenomendir; bu dönüşü yöneten hareket ve çekim yasaları, özdür. Ayrıca her öz, çelişki içermek zorunda değildir. Oysa yazar şöyle yazıyor: “ Karşılaştığımız tüm olguların dış görünüşlerinin altında onları diğer olgulardan ayırt eden esasları ve bu esasa ilişkin temel çelişkileri bulunur.” (s. 22). Nitekim kendi verdiği bir örnekte “elementlerin proton sayılarının değişmesiyle, onların başka bir elemente dönüştüğünü” yazarak, burada proton sayısı olan “öz”de bir çelişkinin bulunmadığını da anlatmış oluyor. Gerçekten gerçekliğin bu katmanında, özü tariflemek ya da örnek üzerinden açıklamak kolay. Fakat yazar verdiği bir diğer örnekte, “iç döllenme ve yeni doğanların emzirmeye dayalı uzun bakım dönem”lerinin olmasını, bu özelliklerini, memeli hayvanların özü olarak yorumluyor (s. 22-3). Sürüngenler, bazı balıklar ve çoğu kuş, kloakal kopulasyon yoluyla iç döllenmeyle ürerler. Dolayısıyla iç döllenme, memelilere ait özsel bir özellik değildir. Yavrularını emzirmeyse, gerçekten memelilere özgü bir özelliktir. Kanımca, illaki bir öz tanımlanacaksa, geçmiş evrimleşme süreçleriyle oluşmuş genetik yapının ve hücre farklılaşması süreçlerinin, memeli hayvanların özsel özelliklerini (dişilerde bulunan memeler, beyinlerindeki neokorteks, derilerindeki ter bezleri ve kıllar gibi) oluşturduğu söylenebilir. Verdiği başka bir örneğe bakalım: “Kapitalizmi diğer sınıflı toplumlardan ayıran öz, ücretli emeğin sömürüsüdür.” (s. 23) Bu örnekte, işçilerin harcadığı toplam emeğin karşılığının ücret olarak veriliyor olduğu yönündeki görüntü, bir görünüştür. Fenomen, emek güçlerinin emek harcayarak değer yaratması sürecidir. Öz ise, üretim sürecinde gizlenen, emek gücünün, kendi değerinin üzerine bir de artık değer oluşturmasıyla gerçekleşen sömürüdür.

c) “İçerik ve biçim” kategorisi başlığı altında, yine fenomen kavramının sıkça kullanıldığını görüyoruz. Oysa “fenomen” yerine, nesneler, olaylar, süreçler, eğilimler hakkında içerik araştırması veya tanımlaması yapılabilir dense ve bunların sahip olduğu özellikler biçimlerine de yansır diye yazılsa, daha anlamlı olurdu.  “(…) öz temel çelişkiyi kapsarken, içerik çok sayıda olabilen yan çelişkilerle ilişkilidir.” (s. 23). Kanımca, özlerin her durum ve koşulda temel çelişkiyi içerdiği; içeriğin de her zaman ve durumda, diğer çelişkilerle ilişkili olması diye bir zorunluluk bulunmuyor.

d) “Özel ve genel” kategorisi başlığı altında şöyle yazıyor: “Diyalektik materyalizmin kategorileri yeni karşılaştığımız fenomenler için bilgi üreticidir. Örneğin yeni keşfedilen bir biyolojik türün veya bir atom altı parçacığın tikel örneklerinin (genel-MB) özellikler taşıyacağı öngörülebilir.” (s. 24). Daha önce yazmıştım; felsefi kavramlarımız, bir bakış açısı olarak bilgi üretim süreçlerinde yardımcı olabilir, fakat bilim adamları salt bu kavramlarla işe koyulup, bilgi üretmezler.

e)”Neden ve sonuç” kategorisi başlığı altında: “Nesnel idealizme göre bütün fenomenler birbirinden bağımsız yaratıldığı için aralarında bir neden-sonuç ilişkisi bulunmaz (…)” (s. 24). Oysa örneğin Hegel’in nesnel idealist felsefesinde, “fenomenlerin” birbirinden bağımsız yaratıldığı varsayımı gibi bir durum yoktur ve bu felsefi sistemde, “neden-sonuç ilişkileri” içerilmiştir.

“Örneğin, Ekim Devrimi’nin esas nedeni biriken sınıfsal çelişkilerdir, ancak emperyalist paylaşım savaşı çelişkileri derinleştirerek ve güç dengelerinin değişmesine neden olarak devrime yol açmıştır.” (s. 25). “Sınıfsal çelişkilerin birikmesi”, “çelişkilerin derinleşmesi” ifadeleri, Türkiye solunda sıkça kullanılan ancak üzerinde yeterince düşünülmeyen ifadeler. Sosyalist bir devrimin temel nedeni, kapitalist sınıf ile proletarya arasında bulunan iktidar ilişkisindeki değişim nedeniyle, mevcut iktidarın yeniden üretilemediği ve alternatif iktidar örgütünün ya da örgütlerinin güç kazandığı bir devrimci durumun/sürecin oluşması olarak özetlenebilir. Emperyalist paylaşım savaşı, Şubat’tan Ekim’e uzanan devrim sürecinin, katalizörü olarak işlev görmüş ve sürecin gerçekleşme hızını artırmıştır.

f) Yazarın başka bir kategori olarak sunduğu “hiyerarşi ve paralellik” kavramlarına bakalım:

“Biyolojik hareket kimyasal ve fiziksel hareketi içerir (…) toplumsal hareket biyolojik, kimyasal ve fiziksel hareketleri kapsar. Öte yandan hareketler arasında paralellik de söz konusudur. Toplumsal hareketin yanı sıra toplum tarafından kapsanmamış çok farklı türlerde canlılar paralel olarak yaşamlarını sürdürürler.” (s. 27)

Bize göre, nesnel gerçeklik katmanlı olarak yapılaşmıştır ve fakat bütünselliğe sahiptir. “Hiyerarşi” uygun bir adlandırma değildir. Çünkü doğadaki ve toplumdaki katmanlar, hiyerarşik değildir. Bize göre, toplumsal ilişkiler katmanı, belirmiştir (emergent). Canlılık katmanı da öyle… Örneğin bölünerek çoğalma, evrimleşme gibi canlılarda görülen özellikler fiziksel-kimyasal katmanda bulunmuyor. Bu özellikler belirmiştir. Örneğin atom altı parçacıklar katmanında geçerli olan kuantum mekaniği, makroskopik ölçekli fiziksel katmanda ya da canlılar katmanında geçerli değildir. Gerçekliğin katmanlı yapıda olduğunu, Roy Bhaskar da işlemiştir (Bkz; Roy Bhaskar, Gerçekçi Bilim Teorisi, Akılçelen Kitapları, 2018 ve Roy Bhaskar, Gerçekliği Geri Kazanmak, NotaBene Yayınları, 2015). Fakat Bhaskar’ın katmanları, nedensel mekanizmaların sayısı kadar çok sayıdadır. Bize göreyse, atom altı katmanı, kimyasal-fiziksel katman, canlılık katmanı, toplumsal ilişkiler katmanı ve bilinç katmanı birbirinden ayıt edilebilir durumdadır. “Beliriş”, kavramına ise Bhaskar’ın eserleri yanı sıra, örneğin Lucien Sève, Belirmenin Diyalektiği, Yeni Yüzyılda Diyalektik içinde, Yordam Kitap, 2011, s.123-39 ya da Ian Marshall&Danah Zohar, Kim Korkar Schrödinger’in Kedisinden: A’dan Z’ye Yeni Bilimin Kılavuzu, s.116-8 adlı kitaplarda rastlanır. Burada, Vefa Saygın Öğütle’nin, H2O’nun, biri yakıcı diğeri yanıcı iki gazın bileşimiyle, söndürücü bir sıvının oluşumunu “beliriş” kavramını anlatmak için örnek olarak vermesinin uygun olmadığını da belirtmeliyim. Bu örnekte sadece yeni bir nitelik ortaya çıkmaktadır. Fakat suyun oluşumunu, kimyasal bağların oluşumuyla açıklayabildiğimizden, burada beliren yeni mekanizmalar ve işleyiş tarzları olmadığından, bir belirivermenin söz konusu olmadığını düşünüyorum.

g) “Eğilim ve salınım” kategorisi hakkında yazar, şunu yazıyor: “Bu kategori nitelikçe dönüşüm sonrası maddenin zaman içinde ileri-geri hareketini, devrim ve karşı devrim arasındaki ilişkiyi tanımlar.” (s. 28)

Kanımca süreçlerin, faklı bileşenleri arasında etkileşimler bulunuyor. Bu etkileşimlerin sonucunda ileri ve geri karşıt yönler oluşuyor. Süreçlerin toplamda etkisiyse, eğilimleri oluşturuyor. Bu noktada, her yer ve zamanda saptanabilir olduğunu iddia etmediğim, bir bütünü oluşturan çeşitli öğeler arasındaki bazı etkileşim türlerini sıralamak istiyorum:

i. Aditif/sumatif etki (additive effect): İki ya da daha fazla etkenin birlikte etkin olduklarında, tek başlarına oluşturdukları etkilerin toplamı kadar bir sonuç üretmeleridir.

ii. Potansiyelizasyon (potentialization, potentiation): Bir etkenin işlevinin başka bir öğe tarafından güçlendirilmesi anlamına gelmektedir.

iii. Sinerjistik etki (sinergistic effect): Synergy (İng.) terimi, Yunanca “sinergos” kelimesinden köken alır ve anlamı “birlikte çalışmak/etkimek”tir. İki etken kombine etkinlikte bulunduklarında, tek başlarına oluşturdukları etkilerin toplamından daha büyük, daha güçlü bir sonuç oluşur.

iv. Stimülasyon ve inhibisyon: İnhibisyon, bastırma/ezme, baskılama, durdurma ya da frenleme, etkisini sınırlama anlamlarına gelir. Stimülasyon ise tam tersidir.

v. Karşıtlık/çelişki: Bu kavramla, zıt anlamlı kavram çiftleri kastedilmemektedir. Bir sürecin karşıt ve birbirlerini bütünleyen yönleri, dinamik aktörlerin ya da kuvvetlerin döngüsellik ve bütünlük oluşturması anlatılmaktadır.

vi. Negatif geri-besleme (negative feed back): Bir ara ya da nihai sonuç, işleyiş üzerinde geri bildirimde bulunup, kararlı durumun, dengenin ya da homoestaz'ın oluşmasını sağlar.

vii. Pozitif geri-besleme (positive feed back): İşleyişin sonunda oluşan sonuç, başlangıçtaki durumu güçlendirir. Ampilifikasyon oluşur. Kısır döngü (fasit daire, vicious cycle)'dekine benzer fakat olumlu anlamda bir döngüsellik gözlenir.

“Yasalara” geldi sıra… Diyalektik materyalizmin “yasaları” olarak bilinen dört yasanın, “değişim örüntüleri” olarak yorumlanması uygundur (Bkz; Bertell Ollman, Yabancılaşma, Yordam Kitap, 2008, s. 101-113). Bunlar: 1) Niceliğin niteliğe dönüşümü, 2) Karşıtların birliği ve mücadelesi, 3) Çelişki yoluyla gelişme ve 4) Yadsımanın yadsınmasıdır. Yazar “çelişki yoluyla gelişme” yasasını dikkate almamış ve yazıda bir başlık olarak yer vermemişse de, çeşitli yerlerde çelişkilerden bahsetmektedir.

1) Nicel birikimlerin nitel değişime dönüşmesi: Ollman’ın belirttiği gibi, bu “yasa”, “değişimin bir türünü tanımlamak için, her zaman aydınlatıcı olmasa da, makul bir yoldur” (Ollman, Yabancılaşma, s. 106). Engels’in Hegel'den aktardığı bir örnek olan suyun sıcaklığının artması ya da azalmasıyla faz değişiminin olması, bu değişim örüntüsünü güzel açıklamaktadır. Sıcaklık, suya dışsal bir etken değil, su moleküllerinin hareketinde artış ya da azalışı yansıtan içsel bir özelliktir.

Yazarın bu değişim örüntüsünü açıklaması ise şöyle: “Özdeki çelişkiler, yan çelişkilerin de etkisi altında nicel birikimlere neden olurlar, nicel birikim ancak bir eşikten sonra maddenin iç örgütlenişinde değişikliğe neden olur ve artık nitelik değişmiştir.” (s. 30). “Bu yasa (…) özün değişmesini (…) geneller.” (s. 30)

Oysa niceliksel birikimlerin niteliksel dönüşüme yol açması örüntüsünde, her zaman öz değişmez. Örneğin, suyun kaynamasında moleküllerin organizasyon biçimi değiştiğinden, yeni bir niteliğe, yani su buharına geçiş olsa da, moleküler öz korunur. Yazarsa, örnek olarak burjuva devrimlerini ve işçi sınıfı devrimlerini veriyor… Gerçekten de, bu devrim dönemlerinde, ilerletici ve yeniden-üretici/muhafaza edici süreçler arasında bulunan karşıtlık, çelişki oluşturur. Bu süreçlerin toplamdaki bileşkesi, bir eğilim doğurur. Çelişkinin ilerletici süreçlerin baskın gelmesiyle çözülmesi, toplumsal ilişkilerde nitelikçe dönüşme yol açar. Dolayısıyla bu tarihsel kesitlerde gözlenen gelişim, çelişkilerin aşılması yoluyla olmaktadır. Oluşan dönüşümde, bir örüntü olarak niceliklerin birikmesi ve belli bir eşik aşıldığında niteliksel değişime yol açması saptanabilir durumdadır. Öte yandan nicel birikimlerin nitel dönüşümlere yol açması örüntüsünde, her zaman ve her durumda, çelişkilerin varlığından ve birikiminden bahsetmek uygun görünmemektedir.

2) Karşıtların birliği ve mücadelesi: Kanımca, süreçlerin çeşitli yönleri arasında ve süreçler arasında gözlenen karşıtlıklar, her zaman çelişik değildir. Örneğin hücrelerde katabolizma ve anabolizma karşıtlığı varsa da, tümleyici ve uyumlu bir birlikleri söz konusudur ki metabolizmayı oluştururlar. Örneğin işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki ilişkilerde gerçekleşen süreçler, bir uzlaşmaz karşıtlığı (antogonizma) anlatır ve kapitalist sistemin krizlerinde çelişki formuna bürünürler. Bu tarihsel kesitlerde bu çelişki ya çözülerek ortadan kalkar ya da karşıların mücadelesinin oluşturduğu dinamik dengeye geri dönülür. Örneğin aşındırıcı etken/süreçler ile yapıcı etken/süreçler arasındaki karşıtlık, yeryüzü şekillerinin oluşumuna yol açmaktadır ve bu süreçler arasında çelişki yoktur. Dolayısıyla karşıtlık ve çelişki kavramları, özdeş değildir. Oysa yazar, bu iki kavram arasındaki farka yeterince dikkat göstermemektedir (s. 30-1). Örnekleyelim: “(…) sermaye sınıfı içindeki veya köylülükle kentli sınıflar arasındaki çelişkiler (…)” (s. 30). Yazar bunlara “yan çelişkiler” diyor. Kanımca, sermaye sınıfı içerisindeki fraksiyonların arasında, köylüler ile kenti sınıflar arasında uzlaşmaz olmayan bazı karşıtlıklardan bahsedilebilir. Ancak bunlar arasındaki karşıtlıklar, eninde sonunda çözülmesi beklenen bir çelişkiyi anlatmaz.

3) Çelişki yoluyla gelişim: Yazarın, bu yasadan ayrı bir başlık olarak bahsetmediğini belirtmiştim. Fakat elbette, temel ve yan çelişkilere farklı başlıklar altında değiniyor.

4) Yadsımanın yadsıması: Kanımca bu “yasa”, bir değişim örüntüsü olma özelliği taşımıyor. “Olumlamanın karşıtı olarak yadsımanın konması ve bu yadsıma işleminin bir dolayımla yadsınması/aşılması” şeklinde özetlenebilecek bir akıl yürütme sürecini anlatan bu kavramlaştırma, doğal ve toplumsal tarihte ancak “zorlama” örneklerle anlatılabilmektedir. Örneğin; bir çekirdek toprağa ekildiğinde yadsınarak ağaç olur ve meyve verip tekrar çekirdekler oluşturduğunda yadsınmasını yadsımıştır denir. Yine çok yaygın olarak tarihten verilen örnek şu şekildedir: “İlk sınıfsız toplumlar insanın insanı sömürüsünün hâkim olduğu sınıflı toplumlarca yadsınmıştır; ancak çağımızda sınıfsız toplumlara ulaşılması bir üst düzeyde tekrar olacaktır.” (s. 31). “Gelişimin sarmal formu” olarak da adlandırılan bu “yasa”nın ilkel topluluklar--->sınıflı toplumlar--->komünizm şeklindeki kalıbı, açıklayıcılık değeri açısından sorgulanabilir durumdadır. Komünizm, ilkel eşitlikçi topluluklarla sadece eşitlikçilikte ortak bir yan taşır; üretici güçlerin durumuna bakıldığında aralarında muazzam derecede bir fark olduğu açıktır. Kanımca, ilkel topluluklar, “toplum” dahi sayılamayacak ölçeklere sahiptir…

Bu yazı burada bitiyor. Başka bir yazıda*, diyalektik teoriye katkı olmasını umduğum önerilerimi açmak istiyorum. Burada yazdıklarım ise taslak olarak ele alınmalıdır. Yazdıklarım elbette eleştiriye açıktır. Tartışmanın ve eleştirinin, “bizi” geliştireceğini düşünüyorum.

*Not: Son paragrafta bahsedilen yazıyı okumak için:

https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2022/03/materyalist-diyalektik-teori-mahmut.html

Alıntılar: Bilimsel Yeni Verilerin Işığında Diyalektik Materyalizm, Editörler: Erhan Nalçacı, Iraz Akış, Mehmet Ali Olpak, Yazılama Yayınevi, 2. Baskı, 2019'dan yapılmıştır.

11 Ocak 2022 Salı

Henri Lefebvre-Diyalektik Materyalizm: Ateş Uslu Semineri



10 Ocak 1870’ten 28 Mayıs 1871’e Fransa’da İç Savaş’ın Kronolojisi-Çeviren: Tahir Emre Kalaycı

Çeviren: Tahir Emre Kalaycı

1870

10 Ocak: Cumhuriyetçi gazeteci Victor Noir’nın, imparatorun kuzeni Pierre Bonaparte tarafından öldürülmesinden sonra yaklaşık 100 bin kişi Bonaparte’ın İkinci İmparatorluğuna karşı gösteri düzenledi.

8 Mayıs: İmparatorluğa güvenin oylandığı bir ulusal halk oylamasında oyların %84’ü lehteydi. Halk oylaması arifesinde Paris Federasyonu üyeleri III. Napolyon’a komplo düzenleme suçlamasıyla tutuklandılar. Hükümet, daha sonra Fransa çapında Enternasyonal üyelerine yönelik bir zulüm kampanyası yürütmek için de bu bahaneyi kullandı.

19 Temmuz: Louis Bonaparte, Prusya’nın İspanya tahtına yönelik girişimi karşısında verdiği diplomatik mücadeleden sonra Prusya’ya savaş açtı.[1]

23 Temmuz: Marx “Birinci Çağrı”[2] olarak bilinecek olan çalışmasını bitirdi.

26 Temmuz: “Birinci Çağrı”, Uluslararası İşçi Birliği Genel Konseyi tarafından kabul edildi ve uluslararası olarak dağıtıldı.

4-6 Ağustos: Fransa’yı işgal eden üç Prusya ordusundan birinin komutanı olan Veliaht Frederick, Fransız Mareşalı MacMahon’ı Worth ve Weissenburg’ta yendi, onu Alsace (Kuzeydoğu Fransa) dışına attı, Strasbourg’u kuşattı ve Nancy’ye doğru ilerledi. Diğer iki Prusya ordusu Mareşal Bazaine’in güçlerini Metz’de yalıttı.

16-18 Ağustos: Fransız Komutan Bazaine’in askerleriyle Alman hatlarını aşmaya çalışması, Mars-la-Tour ve Gravelotte’te kanlı bir şekilde engellendi. Prusyalılar Chalons’a ilerledi.

1 Eylül: Sedan Savaşı. MacMahon ve Bonaparte, Metz’deki Bazaine’i rahatlatmaya çabalarken, yolun kapandığını görünce savaşa girdiler ve Sedan’da yenilgiye uğradılar.

2 Eylül: İmparator III. Napolyon ve Mareşal MacMahon Sedan’da 83 binden fazla askerle birlikte teslim oldular.

4 Eylül: Sedan haberleri üzerine, Parisli işçiler Bourbon Sarayı’nı işgal ettiler ve Yasama Meclisi’nden İmparatorluğun yıkıldığını duyurmasını istediler. Akşam, Paris Hotel de Ville’de (Belediye Binası) Üçüncü Cumhuriyet ilan edildi. Almanya’nın Fransa’dan atılmasına yönelik savaşı sürdürmek üzere geçici Ulusal Savunma Hükümeti (USH) kuruldu.

5 Eylül: Londra ve diğer büyük şehirlerde, Britanya Hükümeti’nin Fransa Cumhuriyeti’ni derhal tanımasını talep eden önergeler ve dilekçelerin dile getirildiği toplantılar ve gösteriler düzenlenmeye başlandı. Birinci Enternasyonal Genel Konseyi bu hareketin düzenlenmesinde doğrudan görev almıştır.

6 Eylül: USH bir demeç yayımladı: savaş için İmparatorluk hükümetini suçlarken şimdi barış istediğini belirtiyor ancak “topraklarımızdaki tek bir inçten, kalelerimizdeki tek bir taştan vazgeçmeyeceğiz” de diyordu. Prusya’nın Alsace-Lorraine işgalinin sürmesi nedeniyle, savaş durmadı.

19 Eylül: İki Alman ordusu uzun Paris kuşatmasına başladı. Bismarck, “yumuşak ve çökmüş” Fransız işçilerinin çabucak teslim olacağını hesapladı. USH, vilayetlerde direniş örgütlemek üzere, Tours’a, kısa bir süre sonra (Paris’ten bir balonla kaçan) Gambetta’nın da katılacağı bir heyet gönderdi.

27 Ekim: Bazaine liderliğindeki 140-180 bin kişiden oluşan Metz’deki Fransız ordusu teslim oldu.

30 Ekim: Fransız Ulusal Muhafızları Le Bourget’de yenilgiye uğradılar.

31 Ekim: Ulusal Savunma Hükümetinin Prusyalılarla görüşmelere başlama kararına ilişkin haberlerin ulaşmasıyla, Paris işçileri ve Ulusal Muhafızlardaki devrimci gruplar Blanqui önderliğinde bir ayaklanma başlattılar. Hôtel de Ville’i (Belediye Binası) ele geçirdiler ve Blanqui’nin yönetimindeki devrimci hükümetlerini, Kamu Güvenliği Komitesi’ni kurdular. Flourens, 31 Ekim’de, Ulusal Savunma Hükümeti’nin herhangi bir üyesinin vurulmasını engelledi; bu, isyancılardan biri tarafından talep edilmişti.

1 Kasım: İşçilerden gelen baskı altında Ulusal Savunma Hükümeti, Komün’e istifa etme ve ulusal seçim planlaması yapma sözü verir; bunlar, yerine getirmeye hiç niyetinin olmadığı sözlerdir. İşçilerin “yasal” maskaralıkla pasifize edilmesiyle, hükümet, şiddet kullanarak Hôtel de Ville’i ele geçirdi ve kuşatma altındaki şehirde egemenliğini tekrar kurdu. Paris’te görevli Blanqui vatana ihanet suçlamasıyla tutuklandı.

1871

22 Ocak: Paris proletaryası ve Ulusal Muhafızlar, Blanquicilerin önayak olduğu bir devrimci gösteri düzenlediler. Hükümetin devrilmesini ve bir Komün kurulmasını talep ettiler. Ulusal Savunma Hükümeti’nin emriyle, Hôtel de Ville’i savunmakta olan Breton Gezici Muhafızı eylemcilere ateş açtı. Silahsız işçilerin katledilmesinden sonra, hükümet Paris’i Almanlara teslim etmenin hazırlıklarına başladı.

28 Ocak: İşçilerin dört aylık uzun direnişinden sonra, Paris, Prusyalılara teslim edildi. Bütün düzenli ordu silahsızlandırılsa da, Ulusal Muhafızların silah taşımaya devam etmelerine izin verildi. Böylece kalabalık Paris silahlı kalmaya devam ederken, şehrin yalnızca küçük bir bölümü işgal ordularına verilmiş oldu.

8 Şubat: Fransa’da ülke çoğunluğunun haberinin olmadan seçimler gerçekleştirildi.

12 Şubat: Yeni Ulusal Meclis Bordeaux’da açıldı, üyelerin üçte ikisi muhafazakârlardan oluşuyordu ve savaşın bitmesini istiyorlardı.

16 Şubat: Meclis Adolphe Thiers’i başkan olarak seçti.

26 Şubat: Fransa ve Almanya arasındaki ilk barış antlaşması Versay’da imzalandı; bir yanda Thiers ve Jules Favre, diğer yanda Bismarck vardı. Fransa, Alsace ve Doğu Lorraine’i Almanya’ya teslim etti ve 5 milyar frank tutarındaki tazminatları ödedi. Alman işgal ordusu, tazminat ödemeleri yapıldıkça yavaşça geri çekildi. Son barış antlaşması 10 Mayıs 1871’de Frankfort-on-Main’de imzalandı.

1-3 Mart: Paris işçileri, aylarca süren mücadele ve eziyetten sonra, Alman askerlerinin şehre girişine ve hükümetin sonu gelmeyen şartlı teslim olmasına öfkeyle tepki gösterdiler. Ulusal Muhafızlar ayrıldılar ve bir Merkezi Komite örgütlediler.

10 Mart: Ulusal Meclis vadesi geçmiş borçların ödenmesine yönelik bir yasa çıkardı. Bu yasaya göre 13 Ağustos ve 12 Kasım 1870 tarihleri arasındaki zorunluluklara ilişkin borçların ödenmesi ertelenebilecekti. Böylece, bu yasa, birçok küçük burjuvanın iflasıyla sonuçlandı.

11 Mart: Ulusal Meclis görevini tamamladı. Paris, sorunlara rağmen, hükümetini 20 Mart tarihinde Versay’da kurdu.

18 Mart: Adolphe Thiers, Paris’i silahsızlandırmaya ve Fransız askerlerini (düzenli ordu) göndermeye kalkıştı, ancak askerler Paris işçileriyle kardeşliklerinden dolayı emirlere uymayı reddettiler. Generaller Claude Martin Lecomte ve Jacques Leonard Clément Thomas kendi askerleri tarafından öldürüldüler. Çoğu asker barışçı bir şekilde geri çekilirken, kimileri Paris’te kaldı. Thiers çok öfkelendi, İç Savaş başladı.

26 Mart: Parisli yurttaşlar tarafından bir kent meclisi, Paris Komünü seçildi. Komün, aralarında Birinci Enternasyonal üyeleriyle, Proudhon ve Blanqui destekçilerinin de olduğu işçilerden oluşuyordu.

28 Mart: Bugüne kadar hükümet olarak görev yapan Ulusal Muhafızlar Merkez Komitesi, “Ahlak Polisi”nin daimi ortadan kaldırılmasına ilişkin bir karar verdikten sonra istifa etti.

30 Mart: Komün düzenli orduyu ve mecburi askerlik hizmetini feshetti. Eli silah tutan bütün yurttaşların katılabildiği Ulusal Muhafızlar yegâne silahlı kuvvet oldu. Komün, Ekim 1870’ten Nisan 1871’e kadarki konut kira ödemelerini affetti. Aynı gün, Komün’e seçilen yabancıların konumu da “Komün’ün bayrağı Dünya Cumhuriyeti’nin bayrağıdır” düşüncesiyle onaylandı.

1 Nisan: Komün, herhangi bir üyenin alabileceği en yüksek maaşın 6 bin frankı geçemeyeceği kararını aldı.

2 Nisan: Thiers, Paris Komünü’nü bastırmak amacıyla, Versay Ordusu’nu, birçoğu Sedan ve Metz’de teslim olan ordularda görev almış olan Fransız savaş tutsaklarıyla desteklemek için Bismarck’a izin başvurusunda bulundu. Bismarck, 5 milyar frank tazminat ödemesi karşılığında izin verdi. Fransız ordusu Paris kuşatmasına başladı. Paris düzenli olarak bombalandı, üstelik tam da Prusyalıların aynı şehri bombalamasını kutsal şeylere saygısızlık olarak damgalayanlar tarafından.

Komün, kilisenin devletten ayrılmasına, dinsel amaçlı bütün devlet ödemelerinin iptaline ve bütün Kilise mülkiyetinin ulusal mülkiyete dönüştürülmesine ilişkin bir karar verdi. Din tamamen özel bir mesele ilan edildi.

5 Nisan: Komünarların Fransız hükümeti tarafından infazını önlemek için Komün rehinelere ilişkin bir karar aldı. Bu karara göre, Fransız Hükümeti’yle bağlantılı olmaktan hüküm giyen bütün kişiler rehine ilan edildi. Bu karar hiçbir zaman uygulanmadı.

6 Nisan: Ulusal Muhafızların 137. taburu tarafından getirilen giyotin, halkın yoğun sevinci altında, halka açık olarak yakıldı.

7 Nisan: Fransız ordusu 7 Nisan’da, Paris’in batı cephesindeki Neuilly-sur-Seine’i ele geçirdi.

Fransız hükümetinin ele geçirdiği Komünarları infaz etmesine tepki olarak, Komün, misilleme tehdidinde bulunduğu “kısasa kısas” politika beyanını yayımladı. Blöf çabucak ortaya çıktı; Paris işçileri hiç kimseyi infaz etmedi.

8 Nisan: Hiçbir dini simgenin, resmin, dogmanın, duanın, kısacası “bireyin vicdan alanına ait olan hiçbir şeyin” okullara alınmamasına yönelik bir karar alındı. Karar yavaş yavaş uygulandı.

11 Nisan: Fransız ordusu, Güney Paris’e yönelik bir saldırıda General Eudes tarafından yoğun kayıplar verdirilerek geri püskürtüldü.

12 Nisan: Komün, Vendôme Meydanı’nda yer alan ve 1809 savaşı sonrasında Napolyon tarafından ele geçirilen silahlardan dökülen Zafer Sütunu’nun, ulusal nefreti teşvik ve şovenizmin bir simgesi olduğu gerekçesiyle yıkılması gerektiğine karar verdi. [Bu karar 16 Mayıs’ta yerine getirildi.]

16 Nisan: Komün, bütün borç yükümlülüklerinin üç yıl boyunca ertelendiğini ve faizlerinin iptal edildiğini ilan etti.

Komün, imalatçılar tarafından kapatılan fabrikaların istatistiksel listelemesini ve önceden oralarda çalışan işçiler tarafından tekrar işler hale getirilmesine ilişkin olarak planlar yapılmasını emretti, bu işçiler kooperatif toplulukları şeklinde örgütlenecekti, dolayısıyla bu kooperatiflerin bir sendikada bir arada örgütlenmesine ilişkin planlara yönelik olarak çalışılmasını da istedi.

20 Nisan: Komün fırıncıların gece çalışmasını ve işçi kayıt kartlarını yasakladı. Bu kartlar İkinci İmparatorluk’tan beri, birinci sınıf sömürücüler olan polis adayları tarafından bir tekel olarak kullanılıyordu. Bu kayıt kartlarının verilmesi yetkisi Paris’in 20 bölgesinin belediye başkanlarına devredildi.

23 Nisan: Thiers, Komün’ün, Paris Başpiskoposu’nun (Georges Darboy) ve Paris’te rehin tutulan diğer bazı rahiplerin, yalnızca bir kişiyle, Komün’e iki kez seçilen ancak Clairvaux’ta tutsak olan Blanqui ile takas edilmesi önerisi üzerinden yürütülen müzakereleri durdurdu.

27 Nisan: 30 Nisan’da gerçekleştirilecek olan yerel seçimlerin arifesinde Thiers büyük uzlaşma sahnelerinden birini sergiledi. Meclis kürsüsünde şu şekilde bağırdı: “Bizi Fransız kanı dökmeye mecbur bırakan Paris’teki komplo dışında, cumhuriyete yönelik başka hiçbir komplo yok. Tekrar ve tekrar söylüyorum…”. Birleşmiş olan Meşrutiyetçiler, Orleancılar ve Bonapartistler (Düzen Partisi), 700 bin yerel konsey üyesinden 8 binini bile kazanamadı.

30 Nisan: Komün, özel emek sömürücüleri oldukları ve işçilerin kendi emek araçlarına ve ödemelerine ilişkin haklarıyla çeliştiği gerekçesiyle rehin dükkânlarının kapanmasını emretti.

5 Mayıs: Komün, 5 Mayıs günü, XVI. Louis’nin idam cezasını çekmesi için inşa edilen Kefaret Şapeli’nin yıkılmasını emretti.

9 Mayıs: Kesintisiz Fransız bombardımanı ve silah ateşiyle tamamen harabe haline gelmiş olan Issy Kalesi, Fransız ordusunca ele geçirildi.

10 Mayıs: Şubat ayında görüşmeleri tamamlanan, Frankfurt Antlaşması olarak bilinen barış antlaşması imzalandı. (Ulusal Meclis tarafından 18 Mayıs tarihinde onaylandı.)

16 Mayıs: Vendôme Sütunu yıkıldı. Vendôme Sütunu 1806 ve 1810 tarihleri arasında, Napolyoncu Fransa’nın zaferlerinin onuruna dikilmişti; ele geçirilen düşman silahlarındaki bronzdan üretilmişti ve Napolyon’un bir heykeliyle süslenmişti.

21-28 Mayıs: Versay askerleri 21 Mayıs’ta Paris’e girdiler. Kuzey ve doğu kalelerini elinde tutan Prusyalılar, aslında ateşkes şartları altında geçmeleri yasaklanmış olan şehrin kuzeyindeki arazilerden Versay askerlerinin ilerleyişlerine izin verdiler. Paris işçileri kanatları oldukça zayıf güçlerle savunuyorlardı. Bunun bir sonucu olarak, Paris’in batı yarısında, lüks şehirde, yalnızca zayıf bir direniş sergilenebildi; Versay askerlerinin gittikçe yaklaştığı doğu yarısında, işçi sınıfı şehrinde, daha güçlü ve daha kararlı bir direniş sergileniyordu.

Fransız ordusu sekiz gün boyunca işçileri katletti, sivilleri gördüğü yerde öldürdü. Operasyon, daha sonra Fransa başkanı olacak olan Mareşal MacMahon tarafından yönetiliyordu. Özet olarak, on binlerce Komünar ve işçi infaz edildi (neredeyse 30 bin kişi); diğer 38 bin kişi hapse atıldı ve 7 bin kişi zorla sürüldü.

Dipnotlar:

[1] 2 Temmuz 1870’te Prusya kralının akrabası olan bir Hohenzollern prensinin İspanya tahtına aday olduğu duyulmuştu. Fransa, diplomasi ile prensin adaylıktan vazgeçmesini sağladı. Ancak işi burada bırakmadan daha da ileri götürerek savaş açtı (e.n.)

[2] Marx tarafından 19-23 Temmuz 1870 tarihleri arasında yazılan Uluslararası İşçi Birliği Genel Konseyinin Fransız-Alman Savaşı Üzerine Birinci Çağrısı (ç.n.)

Kaynak:https://sendika.org/2021/03/fransada-ic-savasin-zaman-cizelgesi-savastan-gokyuzunun-fethine-611611/

Orijinal kaynak: https://www.marxists.org/history/france/paris-commune/timeline.htm