Marksist Araştırmalar (MAR) | Komünizm tarihin çözülen bilmecesidir.

19 Temmuz 2013 Cuma

Hak ve Adalet

Mahmut Boyuneğmez

Resim: Kapitalizm, insanların gıda, giyecek, barınma, eğitim, sağlık, kültür gibi olanaklara ulaşmasında eşitsizliğin olduğu bir toplumsal sistemdir. Bunun kaynağı, sınıfsal eşitsizlik ve sömürü ilişkisidir. Kapitalist toplumda, işçiler tarafından doğa üzerine uygulanan emekle üretilen toplumsal zenginliğin bölüşümü adaletsizdir.

Komünizm ise, insanların gıda, giyecek, barınma, eğitim, sağlık, kültür gibi olanaklara ulaşmasında eşitliğin olduğu bir dünya toplumudur. Zira komünist toplumda toplumsal ilişkiler, sınıfların, sömürünün ve özel mülkiyetin olmadığı bir temel üzerine kuruludur. Komünizmde üretim araçları ve toprak üzerindeki özel mülkiyet ortadan kaldırılmaz, toplumsallaştırılır.

Komünizm, bir dünya toplumu olarak insanların tıpkı bugün aile içi yaşamda olduğu gibi, birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılıksız karşılayacağı, dayanışma ve paylaşımcılık üzerine kurulu bir insanlık ailesidir. Komünizm, insanların dünyada kendi evinde hissedeceği bir toplumdur. Günümüzde ürünlerde bolluk olduğundan (gelecekte artan dünya nüfusuna yetecek besin, eşitsizliklerin kaldırılmasıyla ve israfın önlenmesi gibi tedbirlere ek olarak tarımsal biyoteknolojinin insanlık yararına kullanımıyla sağlanacaktır) ve komünizmde herkesin ihtiyaçlarına göre bölüşüm olacağından, adalet de gerçekleşir. Komünizmde insanların ihtiyaçları çeşitlidir ve bunlar karşılanır. Dolayısıyla komünizmde insanlar, servet sahibi değil ama zengindir.

Komünizmde bireyler yaratıcı güçlerini ve yeteneklerini kullanma ve kendilerini geliştirme imkânına sahiptir, çünkü toplumsal ihtiyaçları karşılamak için gereken çalışma süresi en aza iner ve insanlar iş bölümünün kısıtlamalarından kurtularak farklı iş ve yaratıcılık alanlarında çalışabilir durumdadır.

Kapitalizmde ekonomik yaşam, savurgan, irrasyonel ve gezegeni tahrip ediciyken, komünizmde toplumsal ve dolayısıyla bireysel fayda için düzenlenen ekonomi, rasyonel, planlı ve doğayla uyumludur.

"Hak, hiçbir zaman toplumun ekonomik yapısından ve onun koşulladığı kültürel gelişimden daha ileri olamaz."[1]

Marx bu cümlede ne anlatmaktadır? Marksistler haklara ve adalete nasıl bakarlar? Sosyalistler ahlaki/hukuksal kavramları ne şekilde kullanmalıdır? Bu konuda değinilerde bulunmak yararlı olacaktır.

Sömüren ve sömürülen sınıflara bölünmüş toplumların adaletsiz ve haksızlıklar içeren toplumlar olduğunu belirtmenin, tarihsel materyalist perspektifte (teoride) yeri yoktur. Bugünden bakıldığında bu ahlaki yargılamalar yapılabilir. Ancak bu yargılar, geçmiş toplumlardaki ilişkileri anlamak ve açıklamak açısından yararsız ve gereksizdir. Üstelik kafa karıştırıcı ve kavramayı engelleyici de olabilirler.

Toplumsal ilişkilerin farklı gelişim düzeylerinde, bu ilişkilerden türeyen haklar ve etik değerler oluşur; bunlar yaygın biçimde tanınır, benimsenir ve hukuki biçimlere kavuşur. Her toplumsal formasyonun içinde bulunduğu çağın üretim yapısına göre şekillenen egemen hakkaniyet kriterleri, hak tanımları, etik değerler ve hukuksal ifadelerle biçimlenen adalet anlayışı bulunur. Hak ve adalet kavramları, ahlaki ve aynı zamanda hukuksal kavramlardır.

Her tarihsel çağda toplumsal ilişkilerin durumu, hakların ne olduğunu ve neleri kapsadığını belirler. Babil İmparatorluğu’nda, toprak sahiplerinin, rahiplerin, tüccarların ve tefecilerin çıkarları ve hakları, Hammurabi Kanunları tarafından düzenlenmiştir. Bu yasalarda köleler üzerindeki hakların korunması dikkat çekicidir. Köle efendisinin mutlak malıdır; satılabilir, devredilebilir, rehin verilebilir. Bunlar efendinin haklarıdır. Kölenin boyun eğmemesi durumunda, yasa, efendiye onu sakatlama hakkını tanımıştır. Bu toplumda köle ve mülk sahibi olan özgür insanların iki kesimi bile (muşkinu ile amelu/maremelu)[2] eşit haklardan yararlanmaz. Bu durum da Hammurabi Kanunları’nda düzenlenmiştir. Babil İmparatorluğu’nda özgür tarımcılardan oluşan kırsal topluluksa, sulamayla ilgili haklar ve yükümlülüklerle bağlanmıştır. Sparta devletine bakacak olursak, toplumsal katmanları oluşturan spartiatlar, perioikos’lar ve ilotlar’ın hakları birbirinden farklıdır. Atina köleci demokrasisinde, Attika nüfusunun altı-yedi’de biri haklara sahiptir; kölelerin, kadınların ve meteklerin siyasal hakları yoktur.[3] Orta çağda feodal toplumsal ilişkiler, serflere efendi hakkı (cens, feodal bir vergi) ödemeleri zorunluluğunu getirir. Feodal beylerin ilk gece hakkı[4], serfleri hapse atıp, işkence yapma hakkı vardır. Aslında feodal angaryalar, haraç ve vergilerin tümü, feodal beylerin, yüksek din adamlarının, soyluların ve kralların hakkı olarak kabul görmüştür.[5]

“Tarihin tanıdığı devletlerin çoğunda, yurttaşlara verilen haklar, ayrıca servetlerine göre değişmiştir; bu olgu, devletin, mülksüz sınıfa karşı korunmak için, bir mülk sahibi sınıf örgütü olduğunu açıkça gösterir. Atina ve Roma’da, servete göre kurulmuş sınıflar için daha o zaman, durum buydu. Siyasal gücün, toprak mülkiyetine göre, hiyerarşik olarak düzenlendiği Orta Çağ devletinde durum buydu. Modern temsili devletlerde, seçimlere katılabilmek için belirli bir vergi ödenmesinde (cens electoral, seçim vergisi) de durum budur. (…) demokratik cumhuriyet, en yüksek devlet biçimi, servet ayrımlarını artık resmen tanımaz. Zenginlik, demokratik cumhuriyette, gücünü, dolaylı, ama o kadar da güvenli bir biçimde gösterir.”[6]

Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimiyle birlikte yeni hakların belirdiği görülür.

“Kapitalist burjuva toplumunda, ayrıcalığın yerini hukuk alır. Mülkiyet üzerindeki hak, her yurttaşa, mal varlığından, gelirinden, emeğinin ve çalışkanlığının ürünlerinden dilediği gibi yararlanma ve bunlar üzerinde serbestçe tasarruf etme hakkı olarak, ayrıcalıklı toprak sahipliğinin yerini aldığında da serbest parselleme ve serbest sözleşme hakkı ortaya çıkar.”[7]

Liberal özgürlük ilkesi, özünde mülkiyet hakkına gönderme yapar. Buna kısıtlama getirilemeyeceği savunulur. Burjuva yurttaşın özel mülk edinme hakkı, servet edinme ve bunun tasarrufuna sahip olma hakkı, bireysel özgürlük olarak benimsenir. Güvenlik hakkı, yurttaşların kişiliğini, haklarını ve mülkiyetlerini korumak üzere tanımlanır ki bu, burjuvazinin toplumun diğer kesimlerine karşı korunması anlamına gelir. “Doğuştan gelen haklar” olarak kabul edilen bu hakların, adalete dair ahlaki değerlere ve ayrıca yasalara yansıdığı gözlenir. Marx, bu hakların kökeninin, değişim değerlerinin alışverişinde, eş deyişle mübadele ilişkilerinde olduğunu saptar:

“Sınırları içerisinde emek gücü alım ve satımının sürüp gittiği ayrıldığımız bu alan (dolaşım ya da meta mübadelesi alanı-MB), aslında, insanın doğuştan var olan haklarının tam bir cennetiydi.  Burada egemen olan yalnızca, Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır (faydacılığın kurucusu-MB). Özgürlüktür, çünkü metanın, diyelim emek gücünün hem alıcısı hem satıcısı yalnızca kendi serbest iradelerinin etkisi altındadır. Serbest taraflar olarak sözleşme yaparlar ve vardıkları anlaşma, ortak iradelerinin yasal ifadesinden başka bir şey değildir. Eşitliktir, çünkü birbirleriyle basit meta sahipleri olarak ilişki içine girerler ve eşdeğeri eşdeğerle değişirler. Mülkiyettir, çünkü bu taraflar, kendi malı olan şeyler üzerinde tasarrufta bulunur. Ve Bentham’dır, çünkü her iki taraf da yalnız kendisini düşünür. Bunları bir araya getiren ve ilişki içerisine sokan tek güç, bencillik, kazanç ve özel kişisel çıkardır.”[8]

Toplumların ekonomik yapısı ve işleyişi, adalet anlayışına göre değil; adalet anlayışı, toplumun ekonomik yapısı ve işleyişine göre açıklanmalıdır. Örneğin burjuva toplumlarda geçerli olan adalet standartları, “laissez-faire” standartlarıdır. Özgürlüğün burjuva toplumunda egemen değer olarak kabulü, bu adalet standartları ve yapılan hak tanımlamaları çerçevesinde kalır. Bu nedenle burjuva bir toplumda egemen olan özgürlük ilkesi, daha çok negatif özgürlükleri içerir.

Marx’ın “adil dağıtım” üzerine olan eleştirisi, işte bu bağlamda okunmalıdır:

“Burjuvazi günümüzdeki dağıtımın ‘adil’ olduğunu kabul etmiyor mu? (…) Sosyalist sekterler de ‘adil’ dağıtım hakkında birbirinden çok farklı nosyonlara sahip değiller mi?”[9]

Marx, burada “bir adalet ilkesinin diğerinden daha iyi haklılaştırılabilmesinin hiçbir anlam taşımadığı”[10] sonucuna varmaz. Hukuki veya etik ideolojik ifadelerin, toplumsal ilişkilerden doğduğunu savunur.

Marx’tan başka bir alıntı yapalım:

“Emek gücünün günlük geçimi sadece yarım günlük emeğe mal olurken, aynı emek gücü bütün bir gün boyunca çalışabilir. Sonuç olarak, emek gücünün bir gün boyunca kullanılmasının yarattığı değer, kapitalistin bu kullanım için ödediği şeyi iki katına çıkarır. Bu durum, kuşkusuz, satın alan için iyi bir şanstır, ancak satan açısından hiçbir şekilde haksız bir durum değildir.”

“Kapitalist, iş gününü mümkün olduğu kadar uzatmaya ve olabildiğince, bir iş gününü iki iş günü haline getirmeye çalıştığı zaman, bir alıcı olarak kendi hakkını savunur. Öte yanda, satılan metanın kendine özgü doğası, onun alıcı tarafından tüketimine bir sınır getirir ve emekçi iş gününün belirli normal süreye indirilmesini istediği zaman satıcı olarak kendi hakkını savunur. O halde burada, bir antinomi, her ikisi de değişim yasasının mührünü eşit olarak taşıyan bir hakka karşı hak durumu vardır. Zor, eşit haklar arasında belirleyici olur.”[11]

Marx’ın işçilerin ve kapitalistlerin haklarına dair bu ifadeleri, hakların ekonomik yapı tarafından koşullandığını göstermesi açısından anlamlı olduğu kadar, hakların sınıf mücadelelerinin konusu olduğunu vurgulaması açısından da değerlidir. “Hak verilmez, alınır” sözünün bu durumda emekçilerin bakış açısını yansıttığı söylenebilir.

Kapitalistlerin işçilerle ilişkileri adaletsizdir demenin ya da kapitalizmin adaletsiz bir sistem olduğunu söylemenin ancak günlük politikada bir yeri olabilir. Bu değerlendirmenin teorik dayanaklarının olduğu gözlerden kaçırılmamalıdır. Egemen değerler sistemindeyse, egemen sınıfın çıkarlarına yarayacak biçimde, kapitalizmin adil olduğu kabul edilir. Marx’ın bu egemen bakış açısını benimsediği iddia edilemez. Fakat Marx’ın derdi, bu ideolojik değerlerin kapitalist üretimin pratikteki işleyişinin üzerini örtmemesidir. O değer yargılarını, saptadığı ilişkiler ve işleyiş zemini üzerinde anlamlı kılar. Baştan bu ilişkilere dair değer yargılarıyla yetinerek, incelemesindeki derinleşmeye engel olmaz. Marx, kapitalizmin adil olması/olmaması türünden ahlaki-ideolojik değerlendirmelerle uğraşmaz, bilimsel olarak gerçekliğin taşıdığı ilişkileri ve etkileşimleri, eğilimleri ve örüntüleri ortaya koymaya çalışır. Dolayısıyla Cohen ve Geras’ın şu iddiası yanlıştır: “Marx kapitalizmin adil olmadığını düşünüyordu, ancak böyle düşündüğünün farkında değildi.”

Marx ahlaki kınama yerine, işleyiş mekanizmalarını ortaya koyar. Örneğin işçilerin ve kapitalistlerin hak anlayışlarının farklı olduğunu bilir ve bunların çatıştığını saptar. Sosyalist ideolojinin kapsamında sınıfın bakışıyla ahlaki yargılar ileri sürülse ve değerlendirici yargılamalar yapılsa da teorik konumlanışta değerlerin ve yargıların tarihsel ve sınıfsal bağlamıyla incelenmesi gerekir. Ahlakçı sosyalizmi, mezhepçiliği (ütopik sosyalistleri) eleştiren Marx, kapitalizmin adaletsiz olduğunu söyleyip, onu bu şekilde mahkûm etmez; bunu bilinçli bir biçimde reddeder. Marx, kapitalist üretimi eleştirel ve bilimsel şekilde inceleyerek değer yargılarını teorik bir zemin üzerinde oluşturmuştur. Marx kendisinin ahlakçı ve mezhepçi sosyalistlerden daha ileride olduğunu bilmektedir.

Adalet ve haklara ilişkin anlayışlar, ideolojik yargılar ve değerler içerir. Fakat bu durum, bu anlayışların tümünün zorunlu olarak statükoyu desteklediği anlamına gelmez. Başka bir ifadeyle adalet standartları, toplumlara içseldir, fakat toplumsal ilişkiler karşıt eğilimler barındırdığından, bu eğilimlerin ve devrimci sınıfların çıkarlarının yansıdığı bir ideolojik boyut vardır. Kapitalist toplumda işçi sınıfının mücadelesi ve bunun statükoya karşıtlığı, sosyalist ideolojinin eleştirel değerlere, ilkelere, adalet ve haklar anlayışına sahip olmasının nesnel zeminini sağlar. Sosyalistlerin mücadelelerinde haklardan ve adaletten bahsetmemesi düşünülemez. Ahlaki bir kavramlaştırma olarak adaletin sosyalistlerce anlamlandırılması, hiç de insanların çıkarları arasında tarafsız kalmalarını gerektirmez.

“(…) adalet, varlığını sürdüren ekonomik ilişkilerin, kimi zaman tutucu, kimi zaman devrimci yönden ideoloji katına çıkarılıp yüceltilmiş bir yansısından başkaca bir şey değildir.

Yunanlıların ve Romalıların adalet anlayışı, köleliği adaletli buluyordu. 1789’un burjuva adalet anlayışı ise feodalizmi adaletli bulmuyor ve ortadan kaldırılmasını istiyordu. Prusyalı Junker’in (toprak sahibinin) gözünde o miskin Kreisordnung (Prusya’daki toprak reformu düzenlemeleri) bile ebedi adalete aykırıydı. Nitekim, ‘ebedi adalet’ kavramı yalnızca zamana ve yere göre değil, fakat aynı zamanda insanlara göre de değişen ve herkesin başka türlü anladığı kavramlardan biridir.”[12]

Kapitalist sömürünün ve onun toplumsal sonuçlarının eleştirisinde, sosyalist toplumun bakış açısıyla yapılacak ahlaki yargılamalar gereksiz ve anlamsız değildir. Çünkü geleceğin toplumunun değer yargıları, haklar ve adalet anlayışı, özgürlük ilkesi, bu toplumun sahip olduğu ekonomik yapı hakkındaki bilgilerimizle bugünden öngörülebilir. Yaşanmış sosyalizm deneyimlerinin kazanımları ve işçi sınıfının mücadele pratikleriyle kapitalist ülkelerde kazanılmış sınırlı haklar da politik mücadelede savunulması gereken değerlere ve ilkelere yol gösterir.

Dolayısıyla Marx’ın ve Marksistlerin etik kuşkuculuğa ya da etik göreceliğe sürüklenmeleri söz konusu değildir. Siyasal çizgilerinde hiçbir sosyalistin, etik görecelik nedeniyle, etik yargıları ve ilkeleri politik seslenişlerinin bileşeni olmaktan çıkardığı görülmez. Dolayısıyla şu saptama doğrudur: “Neredeyse mevcut her devrimci hareket kendi programını kısmi olarak haklar ve adalet terimleriyle ifade eder ve bunu yapmakta da haklıdır.”[13]

Marx’ın Gotha Programı Eleştirisi’nde (GPE) Fransız sosyalistleri arasında yaygın olan “hak ve diğer çerçöpe dair ideolojik saçmalıklar”a ve “eşit hak” ile “adil dağıtım” konularına getirdiği eleştiri, kendi realist bakışına karşı bu ideolojik temaların temelsizce kullanımının getireceği zararlardan ötürüdür. Marx’ın bütün hukuksal veya ahlaki kavramları suçlamadığı, fakat bu kavramların teorik temel saptamalarını saf dışı edecek biçimde kullanımına karşı çıktığı görülmelidir. Bu temeller dikkate alınmadığında haklara ve adalete ilişkin burjuva anlayışların, sosyalist ideolojiye sızması ya da bulaşması kaçınılmazdır.

Komünist toplumun ilk fazında, eski toplumun izleri bulunacaktır. Sınıfsal eşitsizliğin olmadığı (bunun anlamı sömürünün olmamasıdır) bu dönemde, üreticilerin tüketim nesnelerinden yararlanışında iktisadi eşitlik ilkesi geçerli olacaktır. Marx’a göre bu aşamada, bir burjuva norm olan “eşit işe eşit ücret” ilkesi geçerlidir (ücret ister parayla ister sertifikalarla karşılansın, burada gerekli toplumsal kesintilerden sonra harcanan emek zamanının toplumsal emeğe oransal karşılığıdır). Tüketim araçlarından yararlanma hakkı, sosyalist toplumun ekonomik yapısı tarafından koşullanır. Bu hak, hala burjuva dar ufuk içerisinde yer alır ve kusurludur. Çünkü insanlar arasındaki yetenekleri, verimleri ve aile yapıları açısından farkları doğal kabul eder ve hesaba katmaz. İnsanların ihtiyaçlarını dikkate almaz. Aslında sosyalizmde, yani komünizmin ilk fazında eğitim, sağlık, barınma hakları tüm üreticilere sağlanır ve bunlara ulaşımda eşitlik vardır. Bunlar için gerekli toplumsal fonlar ayrılmıştır. Örneğin bir diyaliz hastasına gerekli tüm tıbbi imkânlar sunulur. Üreticilerin aile yapıları arasındaki farkları dengeleyecek yardımlar da yapılır. Fakat yine de bu ilk faz için geçerli olan dağıtım standardının, üretimin sosyalist koşullarına bağlı olarak gerçekleşeceği görülmelidir. Bu sosyalizmin “adil” dağıtım standardıdır. Sosyalizmin kendine özgü dağıtım tarzı ve adalet formu vardır. Komünist toplum gelişip, dünya çapında ileri bir toplum oluştuğunda, bu standart da değişir.

Sosyalizmde adalet ilkeleri ve haklar, hukuksal düzlemde yasalara ve anayasaya yansıtılır. Vergiler ve ortak savunma görevi gibi yükümlülükler de hukuksal ifadelere kavuşturulur.

Sosyalizmde refah içinde yaşama hakkı, geçimlik hakları (beslenme, içilebilir su bulma, barınma, giyinme, temel tıbbi yardım, yaşanabilir bir çevre vb.) ve güvenlik hakları (öldürülmeme, saldırıya uğramama gibi); konuşma, örgütlenme ve toplantı yapma hakkı; oy verme, siyasal görev alma ya da ayrılma hakkı ile bireylerin parçası olduğu toplumsal/ekonomik tüm kurumlarda kararlara katılma hakkı; konut hakkı, çalışma hakkı, eğitim ve sağlık hakkı vardır. Sosyalizmde toplumsal ilişkilere uygun ve onları düzenleyen adalet ilkeleri bulunur. Konuşma ve toplantı yapma özgürlüğü, vicdan ve düşünce özgürlüğü, bireysel tüketim araçlarını mülk edinme hakkı, keyfi uygulamalardan korunma hakkı sağlanır. Bireylerin çeşitli görevlere ulaşmasında maksimum fırsat eşitliği vardır ve kişilerin katıldıkları kurumlarda karar oluşturma süreçlerine eşit katılım hakkı bulunur. Çalışamayacak durumda olanlar ve engellilerin hakları toplum tarafından korunur. Çocuklara nitelikli eğitim sağlanır. İnsanlar arasında ayrımcılık yapılmaz.

Öte yandan adalet ve haklara ilişkin sosyalist anlayış ve bunların hukuksal ifadeleri, olgunlaşmış bir komünist toplumda gereksiz olacaktır. Çünkü her hak, eşitsizliğin üzerinde yükselir. İnsanların gereksinimlerinin komünizmin bolluk toplumunda yeterince karşılandığı ve herkes için tüm olanaklara ulaşmada eşitlik olduğunda, adaletten ve haklardan bahsetmenin anlamı kalmaz. Hukuk burada, toplumun işleyiş ilkelerinin yazılı olarak kayıt altına alınmasından başka herhangi bir ideolojik işleve sahip değildir.

Öyleyse şu yazılanlara katılmak mümkün değildir:

“(…) adalet sorunlarının sınıf bölünmelerinin ortadan kalkmasıyla birlikte ortadan kalkacağını düşünmek bir hatadır. Bir sosyalist toplumda –ya da Marx’ın komünist toplumun ilk evresi dediği şey- maddi kıtlığın hayatın bir gerçeği olmaya devam ettiği yerde, toplumun harcanabilir gelirinin nasıl bölüştürüleceği sorunu –tek bir sınıf var olduğu için sınıf bölünmeleri artık var olmasa da- son derece önemli bir sorun olacaktır (…) maddi bolluğa dayanan tam olgun bir komünist toplumda bile, insanların sürekli zaman ve enerji kıtlığı ve toplumsal kaynakların nasıl kullanılacağına dair fikir anlaşmazlıkları yüzünden adaletle ilgili sorunlar olacaktır.”[14]

Dikkat edilirse Peffer konuya ilişkin Marksist bir yaklaşım örneği sunmamaktadır. “Adalet sorunları”nı, sosyalist toplumun sahip olduğu koşullardan ve insanlar arasındaki ilişkilerden çıkarsamamaktadır. Komünist toplumun ileri fazında toplumsal kaynakların nasıl kullanılacağına ilişkin fikir anlaşmazlıkları olabilir, fakat bunlar bilimsel bilgiler dikkate alınarak ortaklaşa bir karara bağlanabilir. “Zaman ve enerji kıtlığı”ysa gerçekçi olmayan ölçütlerdir.



[1] “Right can never be higher than the economic structure of society and its cultural development conditioned thereby.” Bkz; https://www.marxists.org/archive/marx/works/1875/gotha/ch01.htm, Karl Marx, Gotha Programının Eleştirisi

[2] Muşkinu, Babil toplumunda özgür ancak alt sosyal sınıfa mensup kişileri; amelu/maremelu ise daha yüksek statülü özgür kişileri ifade eder.

[3] V. Diakov, S. Kovalev, İlkçağ Tarihi, V Yayınları, Birinci Basım, 1987, s. 110, 113, 114, 117, 358, 422

[4] İlk gece hakkı (ius primae noctis), feodal Avrupa’da tartışmalı bir kavram olup, bazı tarihçiler tarafından mit olarak değerlendirilir.

[5] Bkz; Friedrich Engels, Köylüler Savaşı, Sol Yayınları

[6] Friedrich Engels Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, 7. Baskı, 1979, s. 223-4

[7] Karl Marx-Friedrich Engels, Kutsal Aile’den aktaran Rona Serozan, a.g.e., s. 52

[8] Karl Marx, Kapital 1. Cilt, Sol Yayınları, 7. Baskı, 2004, s. 178-9

[9] https://www.marxists.org/archive/marx/works/1875/gotha/ch01.htm, Karl Marx, Gotha Programının Eleştirisi

[10] R.G. Peffer, Marksizm, Ahlak ve Toplumsal Adalet, Ayrıntı yayınları, Birinci Basım, 2001, s. 319

[11] Marx, Kapital, 1. Cilt’ten aktaran R.G. Peffer

[12] Friedrich Engels Konut Sorunu’ndan aktaran Rona Serozan, a.g.e., s. 27-8

[13] Peffer, a.g.e., s.339

[14] Peffer, a.g.e., s. 350

Not: Bu yazıda R.G. Peffer, Marksizm, Ahlak ve Toplumsal Adalet, Ayrıntı Yayınları, Birinci Bakı, 2001 adlı kitaptaki (ss. 311-452 arasındaki) fikirlere dönük eleştiriler yöneltmiş bulunmaktayız. Fakat bunu Peffer’in fikirlerini çoğu yerde alıntılamadan yaptık. Bu kitapta katılmadığımız çok sayıda görüş bulunmaktadır ve biz burada bunların birçoğuna değinmedik. Peffer’in birçok yaklaşımında Marksist sayılması güç olsa da ve anti-Sovyetik yaklaşımları kaba ideolojik kodlamalardan öteye gidemese de, kitabının, üzerinde çalışılacak kavramsal bir zenginlik sunduğunu belirtmeliyiz. Elbette Peffer’in bazı fikirlerini benimsediğimiz ve yazıda kullandığımız da açık olmalı. Ahlak konusuna ilgili okurun Sean Sayer’in Marksizm ve İnsan Doğası’ndaki fikirlere de bakması yararlı olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.

LİDER

Karl Marx - Kapital

Kısa Sovyet Film ve Belgeseller [Türkçe]