19 Temmuz 2013 Cuma

Hak ve Adalet

Hazırlayan: Mahmut Boyuneğmez

"Right can never be higher than the economic structure of society and its cultural development conditioned thereby." (Marx)

Gotha Programının Eleştirisi’nde bulunan bu cümlenin Türkçesi şöyle: "Hak, hiç bir zaman toplumun ekonomik yapısından ve onun koşulladığı kültürel gelişimden daha ileri olamaz." Peki, Marx bu cümlede ne anlatmaktadır? Marksistler haklara ve adalete nasıl bakarlar? Ahlaki/hukuksal kavramları ne şekilde kullanmalıyız?.. Bunlara ilişkin değinilerde bulunmak yararlı olabilir. Öyleyse başlayalım.

Sömüren ve sömürülen sınıflara bölünmüş toplumların adaletsiz ve haksızlıklar içeren toplumlar olduğunu belirtmenin, tarihsel materyalist bakışta yeri yoktur. Bugünden bakıldığında bu ahlaki yargılamalar yapılabilir. Ancak bu yargılar, geçmiş toplumlardaki ilişkileri anlamak ve açıklamak açısından yararsız ve gereksizdir. Üstelik kafa karıştırıcı ve kavramayı engelleyici de olabilirler.

Her tarihsel çağda toplumsal ilişkilerin durumu, hakların ne olduğunu ve neleri kapsadığını belirler. Ortaçağda feodal toplumsal ilişkiler, serflere efendi hakkı (cens) ödemek zorunda bırakır. Feodal beylerin ilk gece hakkı, serfleri hapse atıp, işkence yapma hakkı da vardır. Aslında feodal angaryalar, haraç, vergilerin tümü, feodal beylerin, yüksek din adamlarının, soyluların ve kralların hakkı olarak kabul görmüştür (bkz; Friedrich Engels, Köylüler Savaşı, Sol Yayınları). Başka bir örnek verelim: Babil İmparatorluğu’nda, toprak sahiplerinin, rahiplerin, tüccarların ve tefecilerin çıkarları ve hakları, Hammurabi yasaları tarafından düzenlenmiştir. Bu yasalarda köleler üzerindeki hakların korunması dikkat çekicidir. Köle efendisinin mutlak malıdır; satılabilir, devredilebilir, rehin verilebilir. Bunlar efendinin haklarıdır. Kölenin boyun eğmemesi durumunda, yasa efendiye onu sakatlamak hakkını tanımaktadır vb. vb. Bu toplumda köle ve mülk sahibi olan özgür insanların iki kesimi bile (muşkinu ile amelu/maremelu) eşit haklardan yararlanmaz. Bu durum Hammurabi yasalarında düzenlenmiştir. Babil İmparatorluğu’nda özgür tarımcılardan oluşan kırsal topluluksa, sulamayla ilgili haklar ve yükümlülüklerle birleşmiştir. Yine örneğin Sparta devletinde, toplumsal katmanları oluşturan spartiatlar, perioikos’lar ve ilotlar’ın hakları birbirinden farklıdır. Atina köleci demokrasisinde, Attika nüfusunun altı-yedi’de biri haklara sahiptir; kölelerin, kadınların ve meteklerin siyasal hakları yoktur (bkz; V. Diakov, S. Kovalev, İlkçağ Tarihi, V Yayınları, Birinci Basım, 1987, s. 110, 113, 114, 117, 358, 422).

Kapitalist üretimin gelişimiyle yeni hakların belirdiği görülür. Liberal özgürlük ilkesi, özünde mülkiyet hakkına gönderme yapar. Buna kısıtlama getirilemeyeceği savunulur. Burjuva yurttaşın özel mülk edinme hakkı, servet edinme ve bunun tasarrufuna sahip olma hakkı, bireysel özgürlük olarak benimsenir. Güvenlik hakkı, yurttaşların kişiliğini, haklarını ve mülkiyetlerini korumak üzere tanımlanır ki bu, burjuvazinin toplumun diğer kesimlerine karşı korunması anlamına gelir. “Doğuştan gelen haklar” olarak kabul edilen bu hakların, yasalara ve adalete dair ahlaki değerlere yansıdığı gözlenir.

Öyleyse Marx’ın şu cümleleri üzerinde durup düşünülmesi yararlı olacaktır:

“Sınırları içinde emek gücünün alınıp satıldığı dolaşım ya da meta mübadelesi alanı, aslında insanın doğuştan gelen hakları için bir cennettir. Bu alan, özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’ın ayırt edici alanıdır. Özgürlüktür, çünkü bir metanın, emek gücünün, hem alıcısı hem de satıcısı, yalnızca kendi özgür iradesi tarafından sınırlandırılabilir. Bunlar her ikisi de yasa önünde eşit olan özgür failler olarak sözleşme yaparlar. Bu sözleşme, onların ortak iradelerinin ortak bir yasal ifadesidir. Eşitliktir, çünkü her ikisi de, basit meta sahipleri olarak ilişkiye girerler ve eşdeğer ile eşdeğeri mübadele ederler. Mülkiyettir, çünkü her ikisi de yalnızca kendisinin olanı kullanır. Ve Bentham’dır, çünkü her ikisi de yalnızca kendi çıkarını gözetir.” (Bu cümlelerin karşılığı, Sol Yayınlarında Kapital, 1. Cilt, İkinci Baskı, s.191’de yer alır).

Toplumsal ilişkilerin çeşitli gelişim düzeylerinde, insanların hakları ve etik/moral değerleri oluşur; bunlar yaygın biçimde tanınır, benimsenir ve hukuki biçimlerde yansıtılır. Her toplumsal formasyonun bulunduğu çağın üretim yapısına göre şekillenen egemen hakkaniyet kriterleri, hak tanımları, etik değerlere ve hukuksal ifadelere kavuşturulan adalet anlayışı bulunmaktadır. Hak ve adalet kavramları, ahlaki ve aynı zamanda hukuksal kavramlardır.

Toplumların ekonomik yapısı ve işleyişi, adalet anlayışına göre değil; adalet anlayışı, toplumun ekonomik yapısı ve işleyişine göre açıklanmalıdır. Örneğin burjuva toplumlarda geçerli olan adalet standartları, “laisez-faire” standartlarıdır. Özgürlüğün burjuva toplumunda egemen değer olarak kabulü, bu adalet standartları ve yapılan hak tanımlamaları çerçevesinde kalır. Bu nedenle burjuva bir toplumda egemen olan özgürlük ilkesi, daha çok negatif özgürlükleri içerir.

Marx’ın “adil dağıtım” üzerine olan eleştirisi, işte bu bağlamda okunmalıdır:

“Burjuvazi günümüzdeki dağıtımın ‘adil’ olduğunu kabul etmiyor mu? (…) Sosyalist sekterler de ‘adil’ dağıtım hakkında birbirinden çok farklı nosyonlara sahip değiller mi?” (GPE, Marx)

Marx, burada “bir adalet ilkesinin diğerinden daha iyi haklılaştırılabilmesinin hiçbir anlam taşımadığı” (R.G. Peffer, Marksizm, Ahlak ve Toplumsal Adalet, Ayrıntı yayınları, Birinci Bakı, 2001, s.319) sonucuna varmaz. Hukuki veya etik ideolojik ifadelerin, toplumsal ilişkilerden türediğini savunur.

Marx’tan başka bir örnek verelim:

“Emek gücünün günlük geçimi sadece yarım günlük emeğe mal olurken, aynı emek gücü bütün bir gün boyunca çalışabilir. Sonuç olarak, emek gücünün bir gün boyunca kullanılmasının yarattığı değer, kapitalistin bu kullanım için ödediği şeyi iki katına çıkarır. Bu durum, kuşkusuz, satın alan için iyi bir şanstır, ancak satan açısından hiçbir şekilde haksız bir durum değildir.”

“Kapitalist, iş gününü mümkün olduğu kadar uzatmaya ve mümkün olduğunda, bir iş gününü iki iş günü haline getirmeye çalıştığı zaman, bir alıcı olarak kendi hakkını savunur. Öte yanda, satılan metanın kendine özgü doğası, onun alıcı tarafından tüketimine bir sınır getirir ve emekçi iş gününün belirli normal süreye indirilmesini istediği zaman satıcı olarak kendi hakkını savunur. O halde burada, bir antinomi, her ikisi de değişim yasasının mührünü eşit olarak taşıyan (bir) hakka karşı hak (durumu) vardır. Zor, eşit haklar arasında belirleyici olur.” (Marx, Kapital, 1. Cilt’ten aktaran R.G. Peffer)

Marx’ın işçilerin ve kapitalistlerin haklarına dair bu ifadeleri, hakların ekonomik yapı tarafından koşullandığını göstermesi açısından anlamlı olduğu kadar, hakların sınıf mücadelelerinin konusu olduğunu vurgulaması açısından da değerlidir. “Hak verilmez, alınır” sözünün bu durumda emekçilerin bakış açısını yansıttığı söylenebilir.

Kapitalistlerin işçilerle ilişkileri adaletsizdir demenin ya da kapitalizmin adaletsiz bir sistem olduğunu söylemenin ancak günlük politikada bir yeri olabilir. Bu değerlendirmenin teorik dayanaklarının olduğu gözlerden kaçırılmamalıdır. Egemen değerler sistemindeyse, egemen sınıfın çıkarlarına yarayacak biçimde, kapitalizmin adil olduğu kabul edilir. Marx’ın bu egemen bakış açısını benimsediği iddia edilemez. Fakat Marx’ın derdi, bu ideolojik değerlerin kapitalist üretimin gerçekteki işleyişinin üzerini örtmemesidir. O değer yargılarını, saptadığı ilişkiler ve işleyiş üzerinde anlamlı kılar. Baştan bu ilişkilere dair değer yargılarıyla yetinerek, incelemesindeki derinleşmeye engel olmaz. Marx, kapitalizmin adil olması/olmaması türünden ahlaki-ideolojik sığ değerlendirmelerle uğraşmaz, bilimsel olarak gerçekliğin örüntülerini ortaya koymaya çalışır. Dolayısıyla Cohen ve Geras’ın şu iddiaları, sadece kendi sığlıklarını yansıtır: “Marx kapitalizmin adil olmadığını düşünüyordu, ancak böyle düşündüğünün farkında değildi.” Marx ahlaki kınama yerine, işleyiş mekanizmalarını ortaya koyar. Örneğin işçilerin ve kapitalistlerin hak anlayışlarının farklı olduğunu bilir ve bunların çatıştığını da saptar. Sosyalist ideolojinin kapsamında sınıfın bakışıyla ahlaki yargılar ileri sürülse ve değerlendirici yargılamalar yapılsa da, teorik konumlanışta değerlerin, yargıların tarihsel ve sınıfsal bağlamıyla incelenmesi gerektiği kavranmış olmalıdır. Ahlakçı sosyalizmi, mezhepçiliği (ütopik sosyalistleri) eleştiren Marx, kapitalizmin adaletsiz olduğunu söyleyip, onu bu şekilde mahkum etmez; bunu bilinçli bir biçimde reddeder. O, kapitalist üretimi incelemiş ve değer yargılarını üzerinde oluşturacağı bir teorik zemin oluşturmuştur. Ahlakçı ve mezhepçi sosyalistlerden daha ileride olduğunu Marx bilmektedir.

Fakat bu durum, kapitalist sömürünün ve onun toplumsal sonuçlarının eleştirisinde, sosyalist toplumun bakış açısıyla yapılacak etik yargılamaları gereksiz ve anlamsız kılmaz. Çünkü geleceğin toplumunun değer yargıları, haklar ve adalet anlayışı, özgürlük ilkesi, bu toplumun sahip olduğu ekonomik yapı hakkındaki bilgilerimizle bugünden öngörülebilmektedir. Yaşanmış reel sosyalizm deneyimlerinin kazanımları ve işçi sınıfının mücadele pratikleriyle kapitalist ülkelerde kazanılmış sınırlı haklar da, politik mücadelede savunulması gereken değerlere ve ilkelere yol gösterir.

Engels Konut Sorunu’nda şöyle yazar:

“Adalet, mevcut ekonomik ilişkilerin kâh tutucu kâh devrimci bakış açılarından ideolojileştirilmiş, yüceltilmiş ifadesinden başka bir şey değildir.” (Engels’ten aktaran Peffer, a.g.e., s. 338)

Dolayısıyla Marx’ın ve Marksistlerin etik kuşkuculuğa ya da etik göreceliğe sürüklenmeleri de söz konusu değildir. Siyasal çizgilerinde hiçbir sosyalistin, etik görecelik nedeniyle, etik yargıları ve ilkeleri politik seslenişlerinin bileşeni olmaktan çıkardığı görülmez. Dolayısıyla şu saptama doğrudur: “Neredeyse mevcut her devrimci hareket kendi programını kısmi olarak haklar ve adalet terimleriyle ifade eder ve bunu yapmakta da haklıdır.” (Peffer, a.g.e., s.339)

Ahlak anlayışları, adalet ve haklara ilişkin anlayışlar, ideolojik yargılar ve değerler içerir. Fakat bu durum, bu anlayışların tümünün zorunlulukla statükoyu desteklemeye yaradığı anlamına gelmez. Başka bir ifadeyle adalet standartları, toplumlara içseldir içsel olmasına ancak, toplumsal ilişkiler karşıt eğilimler barındırdığından, bu eğilimlerin ve devrimci sınıfların çıkarlarının yansıdığı bir ideolojik düzlem de vardır. Kapitalist toplumda işçi sınıfının mücadelesi ve bunun statükoya karşıtlığı, sosyalist ideolojinin eleştirel değerlere, ilkelere, adalet ve haklar anlayışına sahip olmasının nesnel zeminini sağlar. Sosyalistlerin mücadelelerinde haklardan ve adaletten bahsetmemesi düşünülemez. Ahlaki bir kavramlaştırma olarak adaletin sosyalistlerce anlamlandırılması, hiç de insanların çıkarları arasında tarafsız kalmalarını gerektirmez. Sosyalistler kapitalistlerin sömürme haklarının olmadığını söylerler, fakat sömürünün kendi hareketlerinin de içinde yer aldığı tarihsel gelişim tarafından reddedileceğini bilirler.

Marx’ın GPE’nde Fransız sosyalistleri arasında çok yaygın olan “hak ve diğer çerçöpe dair ideolojik saçmalıklar”a ve “eşit hak” ile “adil dağıtım” konularına getirdiği eleştiri, kendi realist bakışına karşı bu ideolojik temaların temelsizce kullanımının getireceği zararlardan ötürüdür. Marx’ın bütün hukuksal veya ahlaki kavramları suçlamadığı, fakat bu kavramların teorik temel saptamalarını saf dışı edecek biçimde kullanımına karşı çıktığı görülmelidir. Bu temeller dikkate alınmadığında haklara ve adalete ilişkin burjuva anlayışların, sosyalist ideolojiye sızması/bulaşması kaçınılmazdır.

Komünist toplumun ilk fazında, eski toplumun izleri bulunacaktır. Sınıfsal eşitsizliğin olmadığı (bunun anlamı sömürünün olmamasıdır) bu dönemde, üreticilerin tüketim nesnelerinden yararlanışında iktisadi eşitlik ilkesi geçerli olacaktır. Marx’a göre bu aşamada, bir burjuva norm olan “eşit işe eşit ücret” ilkesi geçerlidir (ücret, ister parayla ister sertifikalarla karşılansın, burada gerekli kesintilerden sonra harcanan emek zamanının karşılığıdır). Tüketim araçlarından yararlanma hakkı, sosyalist toplumun ekonomik yapısı tarafından koşullanır. Bu hak, hala burjuva dar ufuk içerisinde yer alır ve kusurludur. Çünkü insanlar arasındaki yetenekleri, verimleri ve aile yapıları açısından farkları doğal kabul eder ve hesaba katmaz. İnsanların ihtiyaçlarını dikkate almaz. Aslında sosyalizmde, yani komünizmin ilk fazında eğitim, sağlık, barınma hakları tüm üreticilere sağlanır ve bunlara ulaşımda eşitlik vardır. Bunlar için gerekli toplumsal fonlar ayrılmıştır. Örneğin bir diyaliz hastasına gerekli tüm tıbbi imkânlar sunulur. Üreticilerin aile yapıları arasındaki farkları dengeleyecek yardımların yapılacağı da söylenmelidir. Fakat yine de bu ilk faz için geçerli olan dağıtım standardının, üretimin sosyalist koşullarına bağlı olarak gerçekleşeceği görülmelidir. Bu sosyalizmin “adil” dağıtım standardıdır. Sosyalizmin kendine özgü dağıtım tarzı ve adalet formu vardır. Komünist toplum gelişip, dünya çapında bir bolluk toplumu oluştuğunda, bu standart da değişir.

Sosyalizmde adalet ilkeleri ve haklar, hukuksal düzlemde yasalara ve anayasaya yansıtılacaktır. Vergiler ve ortak savunma görevi gibi yükümlülükler de hukuksal ifadelere kavuşacaktır.

Sosyalizmde refah içinde yaşama hakkı, geçimlik hakları (beslenme, içilebilir su bulma, barınma, giyinme, temel tıbbi yardım, yaşanabilir bir çevre vb) ve güvenlik hakları (öldürülmeme, saldırıya uğramama gibi); konuşma, örgütlenme ve toplantı yapma hakkı; oy verme, siyasal görev alma ya da ayrılma hakkı ile bireylerin parçası olduğu toplumsal/ekonomik tüm kurumlarda kararlara katılma hakkı; konut hakkı, çalışma hakkı, eğitim ve sağlık hakkı vardır. Sosyalizmde toplumsal ilişkilere uygun ve onları düzenleyen adalet ilkeleri bulunur. Konuşma ve toplantı yapma özgürlüğü, vicdan ve düşünce özgürlüğü, bireysel tüketim araçlarını mülk edinme hak ve özgürlüğü, keyfi uygulamalardan korunma hakkı sağlanır. Bireylerin çeşitli görevlere ulaşmasında maksimum fırsat eşitliği vardır ve kişilerin katıldıkları kurumlarda karar oluşturma süreçlerine eşit katılım hakkı bulunur. Çalışamayacak durumda olanlar, özürlülerin hakları toplum tarafından korunur. Çocuklara nitelikli eğitim sağlanır. İnsanlar arasında ayrımcılık yapılmaz.

Öte yandan adalet ve haklara ilişkin sosyalist anlayış ve bunların hukuksal ifadeleri, olgunlaşmış bir komünist toplumda gereksiz olacaktır. Çünkü her hak, eşitsizliğin üzerinde yükselir. İnsanların gereksinimlerinin komünizmin bolluk toplumunda yeterince karşılandığı ve herkes için tüm olanaklara ulaşmada eşitlik olduğunda, adaletten ve haklardan bahsetmenin anlamı kalmaz. Hukuk burada, toplumun işleyiş ilkelerinin yazılı olarak kayıt altına alınmasından başka herhangi bir ideolojik işleve sahip değildir.

Öyleyse şu yazılanlara katılmak mümkün değildir:

“(…) adalet sorunlarının sınıf bölünmelerinin ortadan kalkmasıyla birlikte ortadan kalkacağını düşünmek bir hatadır. Bir sosyalist toplumda –ya da Marx’ın komünist toplumun ilk evresi dediği şey- maddi kıtlığın hayatın bir gerçeği olmaya devam ettiği yerde, toplumun harcanabilir gelirinin nasıl bölüştürüleceği sorunu –tek bir sınıf var olduğu için sınıf bölünmeleri artık var olmasa da- son derece önemli bir sorun olacaktır (…) maddi bolluğa dayanan tam olgun bir komünist toplumda bile, insanların sürekli zaman ve enerji kıtlığı ve toplumsal kaynakların nasıl kullanılacağına dair fikir anlaşmazlıkları yüzünden adaletle ilgili sorunlar olacaktır.” (Peffer, a.g.e., s. 350)

Dikkat edilirse Peffer konuya ilişkin Marksist bir yaklaşım örneği sunmuyor. “Adalet sorunları”nı, sosyalist toplumun sahip olduğu koşullardan ve insanlar arasındaki ilişkilerden çıkarsamıyor. Komünist toplumun ileri fazında toplumsal kaynakların nasıl kullanılacağına ilişkin fikir anlaşmazlıkları olabilir, fakat bunlar bilimsel bilgiler dikkate alınarak ortaklaşa bir karara bağlanabilir elbette. “Zaman ve enerji kıtlığı”ysa gerçeklikte karşılığı olmayan uydurma kıstaslardır.


Not: Bu yazıda R.G. Peffer, Marksizm, Ahlak ve Toplumsal Adalet, Ayrıntı Yayınları, Birinci Bakı, 2001 adlı kitaptaki (ss. 311-452 arasındaki) fikirlere dönük eleştiriler yöneltmiş bulunmaktayız. Fakat bunu Peffer’in fikirlerini çoğu yerde alıntılamadan yaptık. Bu kitapta katılmadığımız çok sayıda görüş bulunmaktadır ve biz burada bunların birçoğuna değinmedik. Peffer’in birçok yaklaşımında Marksist sayılması güç olsa da ve anti-Sovyetik yaklaşımları kaba ideolojik kodlamalardan öteye gidemese de, kitabının, üzerinde çalışılacak kavramsal bir zenginlik sunduğunu belirtmeliyiz. Elbette Peffer’in bazı fikirlerini benimsediğimiz ve yazıda kullandığımız da açık olmalı. Ahlak konusuna ilgili okurun Sean Sayer’in Marksizm ve İnsan Doğası’ndaki fikirlere de bakması yararlı olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.