Mahmut
Boyuneğmez
Resim: Kapitalizm, insanların
gıda, giyecek, barınma, eğitim, sağlık, kültür gibi olanaklara ulaşmasında
eşitsizliğin olduğu bir toplumsal sistemdir. Bunun kaynağı, sınıfsal eşitsizlik
ve sömürü ilişkisidir. Kapitalist toplumda, işçiler tarafından doğa üzerine
uygulanan emekle üretilen toplumsal zenginliğin bölüşümü adaletsizdir.
Komünizm ise, insanların gıda,
giyecek, barınma, eğitim, sağlık, kültür gibi olanaklara ulaşmasında eşitliğin
olduğu bir dünya toplumudur. Zira komünist toplumda toplumsal ilişkiler,
sınıfların, sömürünün ve özel mülkiyetin olmadığı bir temel üzerine kuruludur.
Komünizmde üretim araçları ve toprak üzerindeki özel mülkiyet ortadan
kaldırılmaz, toplumsallaştırılır.
Komünizm, bir dünya toplumu
olarak insanların tıpkı bugün aile içi yaşamda olduğu gibi, birbirlerinin
ihtiyaçlarını karşılıksız karşılayacağı, dayanışma ve paylaşımcılık üzerine
kurulu bir insanlık ailesidir. Komünizm, insanların dünyada kendi evinde
hissedeceği bir toplumdur. Günümüzde ürünlerde bolluk olduğundan (gelecekte
artan dünya nüfusuna yetecek besin, eşitsizliklerin kaldırılmasıyla ve israfın
önlenmesi gibi tedbirlere ek olarak tarımsal biyoteknolojinin insanlık yararına
kullanımıyla sağlanacaktır) ve komünizmde herkesin ihtiyaçlarına göre bölüşüm
olacağından, adalet de gerçekleşir. Komünizmde insanların ihtiyaçları
çeşitlidir ve bunlar karşılanır. Dolayısıyla komünizmde insanlar, servet sahibi
değil ama zengindir.
Komünizmde bireyler yaratıcı
güçlerini ve yeteneklerini kullanma ve kendilerini geliştirme imkânına
sahiptir, çünkü toplumsal ihtiyaçları karşılamak için gereken çalışma süresi en
aza iner ve insanlar iş bölümünün kısıtlamalarından kurtularak farklı iş ve
yaratıcılık alanlarında çalışabilir durumdadır.
Kapitalizmde ekonomik yaşam, savurgan,
irrasyonel ve gezegeni tahrip ediciyken, komünizmde toplumsal ve dolayısıyla
bireysel fayda için düzenlenen ekonomi, rasyonel, planlı ve doğayla uyumludur.
"Hak, hiçbir zaman toplumun
ekonomik yapısından ve onun koşulladığı kültürel gelişimden daha ileri
olamaz."[1]
Marx
bu cümlede ne anlatmaktadır? Marksistler haklara ve adalete nasıl bakarlar? Sosyalistler
ahlaki/hukuksal kavramları ne şekilde kullanmalıdır? Bu konuda değinilerde
bulunmak yararlı olacaktır.
Sömüren
ve sömürülen sınıflara bölünmüş toplumların adaletsiz ve haksızlıklar içeren
toplumlar olduğunu belirtmenin, tarihsel materyalist perspektifte (teoride) yeri
yoktur. Bugünden bakıldığında bu ahlaki yargılamalar yapılabilir. Ancak bu
yargılar, geçmiş toplumlardaki ilişkileri anlamak ve açıklamak açısından
yararsız ve gereksizdir. Üstelik kafa karıştırıcı ve kavramayı engelleyici de
olabilirler.
Toplumsal
ilişkilerin farklı gelişim düzeylerinde, bu ilişkilerden türeyen haklar ve etik
değerler oluşur; bunlar yaygın biçimde tanınır, benimsenir ve hukuki biçimlere kavuşur.
Her toplumsal formasyonun içinde bulunduğu çağın üretim yapısına göre
şekillenen egemen hakkaniyet kriterleri, hak tanımları, etik değerler ve
hukuksal ifadelerle biçimlenen adalet anlayışı bulunur. Hak ve adalet
kavramları, ahlaki ve aynı zamanda hukuksal kavramlardır.
Her
tarihsel çağda toplumsal ilişkilerin durumu, hakların ne olduğunu ve neleri
kapsadığını belirler. Babil İmparatorluğu’nda, toprak sahiplerinin, rahiplerin,
tüccarların ve tefecilerin çıkarları ve hakları, Hammurabi Kanunları tarafından
düzenlenmiştir. Bu yasalarda köleler üzerindeki hakların korunması dikkat
çekicidir. Köle efendisinin mutlak malıdır; satılabilir, devredilebilir, rehin
verilebilir. Bunlar efendinin haklarıdır. Kölenin boyun eğmemesi durumunda,
yasa, efendiye onu sakatlama hakkını tanımıştır. Bu toplumda köle ve mülk
sahibi olan özgür insanların iki kesimi bile (muşkinu ile amelu/maremelu)[2] eşit haklardan
yararlanmaz. Bu durum da Hammurabi Kanunları’nda düzenlenmiştir. Babil
İmparatorluğu’nda özgür tarımcılardan oluşan kırsal topluluksa, sulamayla
ilgili haklar ve yükümlülüklerle bağlanmıştır. Sparta devletine bakacak
olursak, toplumsal katmanları oluşturan spartiatlar, perioikos’lar ve
ilotlar’ın hakları birbirinden farklıdır. Atina köleci demokrasisinde, Attika
nüfusunun altı-yedi’de biri haklara sahiptir; kölelerin, kadınların ve meteklerin
siyasal hakları yoktur.[3] Orta çağda
feodal toplumsal ilişkiler, serflere efendi hakkı (cens, feodal bir vergi)
ödemeleri zorunluluğunu getirir. Feodal beylerin ilk gece hakkı[4], serfleri hapse atıp,
işkence yapma hakkı vardır. Aslında feodal angaryalar, haraç ve vergilerin
tümü, feodal beylerin, yüksek din adamlarının, soyluların ve kralların hakkı
olarak kabul görmüştür.[5]
“Tarihin tanıdığı devletlerin çoğunda,
yurttaşlara verilen haklar, ayrıca servetlerine göre değişmiştir; bu olgu,
devletin, mülksüz sınıfa karşı korunmak için, bir mülk sahibi sınıf örgütü
olduğunu açıkça gösterir. Atina ve Roma’da, servete göre kurulmuş sınıflar için
daha o zaman, durum buydu. Siyasal gücün, toprak mülkiyetine göre, hiyerarşik
olarak düzenlendiği Orta Çağ devletinde durum buydu. Modern temsili
devletlerde, seçimlere katılabilmek için belirli bir vergi ödenmesinde (cens
electoral, seçim vergisi) de durum budur. (…) demokratik cumhuriyet, en yüksek
devlet biçimi, servet ayrımlarını artık resmen tanımaz. Zenginlik, demokratik
cumhuriyette, gücünü, dolaylı, ama o kadar da güvenli bir biçimde gösterir.”[6]
Kapitalist
üretim ilişkilerinin gelişimiyle birlikte yeni hakların belirdiği görülür.
“Kapitalist burjuva toplumunda,
ayrıcalığın yerini hukuk alır. Mülkiyet üzerindeki hak, her yurttaşa, mal
varlığından, gelirinden, emeğinin ve çalışkanlığının ürünlerinden dilediği gibi
yararlanma ve bunlar üzerinde serbestçe tasarruf etme hakkı olarak, ayrıcalıklı
toprak sahipliğinin yerini aldığında da serbest parselleme ve serbest sözleşme
hakkı ortaya çıkar.”[7]
Liberal
özgürlük ilkesi, özünde mülkiyet hakkına gönderme yapar. Buna kısıtlama
getirilemeyeceği savunulur. Burjuva yurttaşın özel mülk edinme hakkı, servet
edinme ve bunun tasarrufuna sahip olma hakkı, bireysel özgürlük olarak
benimsenir. Güvenlik hakkı, yurttaşların kişiliğini, haklarını ve
mülkiyetlerini korumak üzere tanımlanır ki bu, burjuvazinin toplumun diğer
kesimlerine karşı korunması anlamına gelir. “Doğuştan gelen haklar” olarak
kabul edilen bu hakların, adalete dair ahlaki değerlere ve ayrıca yasalara
yansıdığı gözlenir. Marx, bu hakların kökeninin, değişim değerlerinin
alışverişinde, eş deyişle mübadele ilişkilerinde olduğunu saptar:
“Sınırları içerisinde emek gücü alım ve
satımının sürüp gittiği ayrıldığımız bu alan (dolaşım ya da meta mübadelesi
alanı-MB), aslında, insanın doğuştan var olan haklarının tam bir
cennetiydi. Burada egemen olan yalnızca,
Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır (faydacılığın kurucusu-MB).
Özgürlüktür, çünkü metanın, diyelim emek gücünün hem alıcısı hem satıcısı
yalnızca kendi serbest iradelerinin etkisi altındadır. Serbest taraflar olarak
sözleşme yaparlar ve vardıkları anlaşma, ortak iradelerinin yasal ifadesinden
başka bir şey değildir. Eşitliktir, çünkü birbirleriyle basit meta sahipleri
olarak ilişki içine girerler ve eşdeğeri eşdeğerle değişirler. Mülkiyettir,
çünkü bu taraflar, kendi malı olan şeyler üzerinde tasarrufta bulunur. Ve
Bentham’dır, çünkü her iki taraf da yalnız kendisini düşünür. Bunları bir araya
getiren ve ilişki içerisine sokan tek güç, bencillik, kazanç ve özel kişisel
çıkardır.”[8]
Toplumların
ekonomik yapısı ve işleyişi, adalet anlayışına göre değil; adalet anlayışı,
toplumun ekonomik yapısı ve işleyişine göre açıklanmalıdır. Örneğin burjuva
toplumlarda geçerli olan adalet standartları, “laissez-faire” standartlarıdır.
Özgürlüğün burjuva toplumunda egemen değer olarak kabulü, bu adalet
standartları ve yapılan hak tanımlamaları çerçevesinde kalır. Bu nedenle
burjuva bir toplumda egemen olan özgürlük ilkesi, daha çok negatif özgürlükleri
içerir.
Marx’ın
“adil dağıtım” üzerine olan eleştirisi, işte bu bağlamda okunmalıdır:
“Burjuvazi günümüzdeki dağıtımın ‘adil’
olduğunu kabul etmiyor mu? (…) Sosyalist sekterler de ‘adil’ dağıtım hakkında
birbirinden çok farklı nosyonlara sahip değiller mi?”[9]
Marx,
burada “bir adalet ilkesinin diğerinden daha iyi haklılaştırılabilmesinin
hiçbir anlam taşımadığı”[10] sonucuna varmaz. Hukuki
veya etik ideolojik ifadelerin, toplumsal ilişkilerden doğduğunu savunur.
Marx’tan
başka bir alıntı yapalım:
“Emek gücünün günlük geçimi sadece yarım
günlük emeğe mal olurken, aynı emek gücü bütün bir gün boyunca çalışabilir.
Sonuç olarak, emek gücünün bir gün boyunca kullanılmasının yarattığı değer,
kapitalistin bu kullanım için ödediği şeyi iki katına çıkarır. Bu durum,
kuşkusuz, satın alan için iyi bir şanstır, ancak satan açısından hiçbir
şekilde haksız bir durum değildir.”
“Kapitalist, iş gününü mümkün olduğu
kadar uzatmaya ve olabildiğince, bir iş gününü iki iş günü haline getirmeye
çalıştığı zaman, bir alıcı olarak kendi hakkını savunur. Öte yanda, satılan
metanın kendine özgü doğası, onun alıcı tarafından tüketimine bir sınır getirir
ve emekçi iş gününün belirli normal süreye indirilmesini istediği zaman satıcı
olarak kendi hakkını savunur. O halde burada, bir antinomi, her ikisi
de değişim yasasının mührünü eşit olarak taşıyan bir hakka karşı hak durumu
vardır. Zor, eşit haklar arasında belirleyici olur.”[11]
Marx’ın
işçilerin ve kapitalistlerin haklarına dair bu ifadeleri, hakların ekonomik
yapı tarafından koşullandığını göstermesi açısından anlamlı olduğu kadar,
hakların sınıf mücadelelerinin konusu olduğunu vurgulaması açısından da
değerlidir. “Hak verilmez, alınır” sözünün bu durumda emekçilerin bakış açısını
yansıttığı söylenebilir.
Kapitalistlerin
işçilerle ilişkileri adaletsizdir demenin ya da kapitalizmin adaletsiz bir
sistem olduğunu söylemenin ancak günlük politikada bir yeri olabilir. Bu
değerlendirmenin teorik dayanaklarının olduğu gözlerden kaçırılmamalıdır.
Egemen değerler sistemindeyse, egemen sınıfın çıkarlarına yarayacak biçimde,
kapitalizmin adil olduğu kabul edilir. Marx’ın bu egemen bakış açısını
benimsediği iddia edilemez. Fakat Marx’ın derdi, bu ideolojik değerlerin
kapitalist üretimin pratikteki işleyişinin üzerini örtmemesidir. O değer
yargılarını, saptadığı ilişkiler ve işleyiş zemini üzerinde anlamlı kılar.
Baştan bu ilişkilere dair değer yargılarıyla yetinerek, incelemesindeki
derinleşmeye engel olmaz. Marx, kapitalizmin adil olması/olmaması türünden
ahlaki-ideolojik değerlendirmelerle uğraşmaz, bilimsel olarak gerçekliğin taşıdığı
ilişkileri ve etkileşimleri, eğilimleri ve örüntüleri ortaya koymaya çalışır.
Dolayısıyla Cohen ve Geras’ın şu iddiası yanlıştır: “Marx kapitalizmin adil
olmadığını düşünüyordu, ancak böyle düşündüğünün farkında değildi.”
Marx
ahlaki kınama yerine, işleyiş mekanizmalarını ortaya koyar. Örneğin işçilerin
ve kapitalistlerin hak anlayışlarının farklı olduğunu bilir ve bunların
çatıştığını saptar. Sosyalist ideolojinin kapsamında sınıfın bakışıyla ahlaki
yargılar ileri sürülse ve değerlendirici yargılamalar yapılsa da teorik
konumlanışta değerlerin ve yargıların tarihsel ve sınıfsal bağlamıyla
incelenmesi gerekir. Ahlakçı sosyalizmi, mezhepçiliği (ütopik sosyalistleri)
eleştiren Marx, kapitalizmin adaletsiz olduğunu söyleyip, onu bu şekilde mahkûm
etmez; bunu bilinçli bir biçimde reddeder. Marx, kapitalist üretimi eleştirel ve
bilimsel şekilde inceleyerek değer yargılarını teorik bir zemin üzerinde
oluşturmuştur. Marx kendisinin ahlakçı ve mezhepçi sosyalistlerden daha ileride
olduğunu bilmektedir.
Adalet
ve haklara ilişkin anlayışlar, ideolojik yargılar ve değerler içerir. Fakat bu
durum, bu anlayışların tümünün zorunlu olarak statükoyu
desteklediği anlamına gelmez. Başka bir ifadeyle adalet standartları,
toplumlara içseldir, fakat toplumsal ilişkiler karşıt eğilimler
barındırdığından, bu eğilimlerin ve devrimci sınıfların çıkarlarının yansıdığı
bir ideolojik boyut vardır. Kapitalist toplumda işçi sınıfının mücadelesi ve
bunun statükoya karşıtlığı, sosyalist ideolojinin eleştirel değerlere,
ilkelere, adalet ve haklar anlayışına sahip olmasının nesnel zeminini sağlar.
Sosyalistlerin mücadelelerinde haklardan ve adaletten bahsetmemesi düşünülemez.
Ahlaki bir kavramlaştırma olarak adaletin sosyalistlerce anlamlandırılması, hiç
de insanların çıkarları arasında tarafsız kalmalarını gerektirmez.
“(…) adalet, varlığını sürdüren ekonomik
ilişkilerin, kimi zaman tutucu, kimi zaman devrimci yönden ideoloji katına
çıkarılıp yüceltilmiş bir yansısından başkaca bir şey değildir.
Yunanlıların ve Romalıların adalet
anlayışı, köleliği adaletli buluyordu. 1789’un burjuva adalet anlayışı ise
feodalizmi adaletli bulmuyor ve ortadan kaldırılmasını istiyordu. Prusyalı
Junker’in (toprak sahibinin) gözünde o miskin Kreisordnung (Prusya’daki toprak
reformu düzenlemeleri) bile ebedi adalete aykırıydı. Nitekim, ‘ebedi adalet’
kavramı yalnızca zamana ve yere göre değil, fakat aynı zamanda insanlara göre
de değişen ve herkesin başka türlü anladığı kavramlardan biridir.”[12]
Kapitalist
sömürünün ve onun toplumsal sonuçlarının eleştirisinde, sosyalist toplumun
bakış açısıyla yapılacak ahlaki yargılamalar gereksiz ve anlamsız değildir.
Çünkü geleceğin toplumunun değer yargıları, haklar ve adalet anlayışı, özgürlük
ilkesi, bu toplumun sahip olduğu ekonomik yapı hakkındaki bilgilerimizle
bugünden öngörülebilir. Yaşanmış sosyalizm deneyimlerinin kazanımları ve işçi
sınıfının mücadele pratikleriyle kapitalist ülkelerde kazanılmış sınırlı haklar
da politik mücadelede savunulması gereken değerlere ve ilkelere yol gösterir.
Dolayısıyla Marx’ın ve Marksistlerin etik
kuşkuculuğa ya da etik göreceliğe sürüklenmeleri söz konusu değildir. Siyasal
çizgilerinde hiçbir sosyalistin, etik görecelik nedeniyle, etik yargıları ve
ilkeleri politik seslenişlerinin bileşeni olmaktan çıkardığı görülmez.
Dolayısıyla şu saptama doğrudur: “Neredeyse mevcut her devrimci hareket
kendi programını kısmi olarak haklar ve adalet terimleriyle ifade eder ve bunu
yapmakta da haklıdır.”[13]
Marx’ın Gotha Programı Eleştirisi’nde (GPE) Fransız
sosyalistleri arasında yaygın olan “hak ve diğer çerçöpe dair ideolojik
saçmalıklar”a ve “eşit hak” ile “adil dağıtım” konularına getirdiği eleştiri,
kendi realist bakışına karşı bu ideolojik temaların temelsizce kullanımının
getireceği zararlardan ötürüdür. Marx’ın bütün hukuksal veya ahlaki kavramları
suçlamadığı, fakat bu kavramların teorik temel saptamalarını saf dışı edecek
biçimde kullanımına karşı çıktığı görülmelidir. Bu temeller dikkate
alınmadığında haklara ve adalete ilişkin burjuva anlayışların, sosyalist
ideolojiye sızması ya da bulaşması kaçınılmazdır.
Komünist toplumun ilk fazında, eski toplumun izleri
bulunacaktır. Sınıfsal eşitsizliğin olmadığı (bunun anlamı sömürünün
olmamasıdır) bu dönemde, üreticilerin tüketim nesnelerinden yararlanışında
iktisadi eşitlik ilkesi geçerli olacaktır. Marx’a göre bu aşamada, bir burjuva
norm olan “eşit işe eşit ücret” ilkesi geçerlidir (ücret ister parayla ister
sertifikalarla karşılansın, burada gerekli toplumsal kesintilerden sonra
harcanan emek zamanının toplumsal emeğe oransal karşılığıdır). Tüketim
araçlarından yararlanma hakkı, sosyalist toplumun ekonomik yapısı tarafından
koşullanır. Bu hak, hala burjuva dar ufuk içerisinde yer alır ve kusurludur.
Çünkü insanlar arasındaki yetenekleri, verimleri ve aile yapıları açısından farkları
doğal kabul eder ve hesaba katmaz. İnsanların ihtiyaçlarını dikkate almaz.
Aslında sosyalizmde, yani komünizmin ilk fazında eğitim, sağlık, barınma
hakları tüm üreticilere sağlanır ve bunlara ulaşımda eşitlik vardır. Bunlar
için gerekli toplumsal fonlar ayrılmıştır. Örneğin bir diyaliz hastasına
gerekli tüm tıbbi imkânlar sunulur. Üreticilerin aile yapıları arasındaki
farkları dengeleyecek yardımlar da yapılır. Fakat yine de bu ilk faz için
geçerli olan dağıtım standardının, üretimin sosyalist koşullarına bağlı olarak
gerçekleşeceği görülmelidir. Bu sosyalizmin “adil” dağıtım standardıdır.
Sosyalizmin kendine özgü dağıtım tarzı ve adalet formu vardır. Komünist toplum
gelişip, dünya çapında ileri bir toplum oluştuğunda, bu standart da değişir.
Sosyalizmde adalet ilkeleri ve haklar, hukuksal
düzlemde yasalara ve anayasaya yansıtılır. Vergiler ve ortak savunma görevi
gibi yükümlülükler de hukuksal ifadelere kavuşturulur.
Sosyalizmde refah içinde yaşama hakkı, geçimlik
hakları (beslenme, içilebilir su bulma, barınma, giyinme, temel tıbbi yardım,
yaşanabilir bir çevre vb.) ve güvenlik hakları (öldürülmeme, saldırıya uğramama
gibi); konuşma, örgütlenme ve toplantı yapma hakkı; oy verme, siyasal görev
alma ya da ayrılma hakkı ile bireylerin parçası olduğu toplumsal/ekonomik tüm
kurumlarda kararlara katılma hakkı; konut hakkı, çalışma hakkı, eğitim ve
sağlık hakkı vardır. Sosyalizmde toplumsal ilişkilere uygun ve onları
düzenleyen adalet ilkeleri bulunur. Konuşma ve toplantı yapma özgürlüğü, vicdan
ve düşünce özgürlüğü, bireysel tüketim araçlarını mülk edinme hakkı, keyfi
uygulamalardan korunma hakkı sağlanır. Bireylerin çeşitli görevlere ulaşmasında
maksimum fırsat eşitliği vardır ve kişilerin katıldıkları kurumlarda karar
oluşturma süreçlerine eşit katılım hakkı bulunur. Çalışamayacak durumda olanlar
ve engellilerin hakları toplum tarafından korunur. Çocuklara nitelikli eğitim
sağlanır. İnsanlar arasında ayrımcılık yapılmaz.
Öte yandan adalet ve haklara ilişkin sosyalist
anlayış ve bunların hukuksal ifadeleri, olgunlaşmış bir komünist toplumda
gereksiz olacaktır. Çünkü her hak, eşitsizliğin üzerinde yükselir. İnsanların
gereksinimlerinin komünizmin bolluk toplumunda yeterince karşılandığı ve herkes
için tüm olanaklara ulaşmada eşitlik olduğunda, adaletten ve haklardan
bahsetmenin anlamı kalmaz. Hukuk burada, toplumun işleyiş ilkelerinin yazılı
olarak kayıt altına alınmasından başka herhangi bir ideolojik işleve sahip
değildir.
Öyleyse şu yazılanlara katılmak mümkün değildir:
“(…) adalet
sorunlarının sınıf bölünmelerinin ortadan kalkmasıyla birlikte ortadan
kalkacağını düşünmek bir hatadır. Bir sosyalist toplumda –ya da Marx’ın
komünist toplumun ilk evresi dediği şey- maddi kıtlığın hayatın bir gerçeği
olmaya devam ettiği yerde, toplumun harcanabilir gelirinin nasıl
bölüştürüleceği sorunu –tek bir sınıf var olduğu için sınıf bölünmeleri artık
var olmasa da- son derece önemli bir sorun olacaktır (…) maddi bolluğa dayanan
tam olgun bir komünist toplumda bile, insanların sürekli zaman ve enerji
kıtlığı ve toplumsal kaynakların nasıl kullanılacağına dair fikir
anlaşmazlıkları yüzünden adaletle ilgili sorunlar olacaktır.”[14]
Dikkat edilirse Peffer konuya ilişkin Marksist bir
yaklaşım örneği sunmamaktadır. “Adalet sorunları”nı, sosyalist toplumun sahip
olduğu koşullardan ve insanlar arasındaki ilişkilerden çıkarsamamaktadır. Komünist
toplumun ileri fazında toplumsal kaynakların nasıl kullanılacağına ilişkin
fikir anlaşmazlıkları olabilir, fakat bunlar bilimsel bilgiler dikkate alınarak
ortaklaşa bir karara bağlanabilir. “Zaman ve enerji kıtlığı”ysa gerçekçi
olmayan ölçütlerdir.
[1] “Right
can never be higher than the economic structure of society and its cultural
development conditioned thereby.” Bkz; https://www.marxists.org/archive/marx/works/1875/gotha/ch01.htm,
Karl Marx, Gotha Programının Eleştirisi
[2] Muşkinu, Babil
toplumunda özgür ancak alt sosyal sınıfa mensup kişileri; amelu/maremelu ise
daha yüksek statülü özgür kişileri ifade eder.
[3] V. Diakov, S.
Kovalev, İlkçağ Tarihi, V
Yayınları, Birinci Basım, 1987, s. 110, 113, 114, 117, 358, 422
[4] İlk gece hakkı (ius
primae noctis), feodal Avrupa’da tartışmalı bir kavram olup, bazı tarihçiler
tarafından mit olarak değerlendirilir.
[5] Bkz; Friedrich
Engels, Köylüler Savaşı, Sol
Yayınları
[6] Friedrich Engels Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni,
Sol Yayınları, 7. Baskı, 1979, s. 223-4
[7] Karl Marx-Friedrich
Engels, Kutsal Aile’den aktaran Rona
Serozan, a.g.e., s. 52
[8] Karl Marx, Kapital 1. Cilt, Sol
Yayınları, 7. Baskı, 2004, s. 178-9
[9] https://www.marxists.org/archive/marx/works/1875/gotha/ch01.htm,
Karl Marx, Gotha Programının Eleştirisi
[10] R.G. Peffer, Marksizm,
Ahlak ve Toplumsal Adalet, Ayrıntı yayınları, Birinci Basım, 2001, s. 319
[11] Marx, Kapital, 1.
Cilt’ten aktaran R.G. Peffer
[12] Friedrich Engels Konut Sorunu’ndan aktaran Rona Serozan, a.g.e., s. 27-8
[13] Peffer, a.g.e., s.339
[14] Peffer, a.g.e., s. 350
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.