Hazırlayan: Mahmut Boyuneğmez
"Right can never be higher than
the economic structure of society and its cultural development conditioned
thereby." (Marx)
Gotha Programının Eleştirisi’nde bulunan bu cümlenin Türkçesi şöyle: "Hak, hiç bir zaman toplumun ekonomik yapısından ve
onun koşulladığı kültürel gelişimden daha ileri olamaz." Peki, Marx bu
cümlede ne anlatmaktadır? Marksistler haklara ve adalete nasıl bakarlar?
Ahlaki/hukuksal kavramları ne şekilde kullanmalıyız?.. Bunlara ilişkin
değinilerde bulunmak yararlı olabilir. Öyleyse başlayalım.
Sömüren ve sömürülen sınıflara bölünmüş toplumların adaletsiz ve
haksızlıklar içeren toplumlar olduğunu belirtmenin, tarihsel materyalist
bakışta yeri yoktur. Bugünden bakıldığında bu ahlaki yargılamalar yapılabilir.
Ancak bu yargılar, geçmiş toplumlardaki ilişkileri anlamak ve açıklamak
açısından yararsız ve gereksizdir. Üstelik kafa karıştırıcı ve kavramayı
engelleyici de olabilirler.
Her tarihsel çağda toplumsal ilişkilerin durumu, hakların ne olduğunu ve
neleri kapsadığını belirler. Ortaçağda feodal toplumsal ilişkiler, serflere
efendi hakkı (cens) ödemek zorunda bırakır. Feodal beylerin ilk gece hakkı,
serfleri hapse atıp, işkence yapma hakkı da vardır. Aslında feodal angaryalar,
haraç, vergilerin tümü, feodal beylerin, yüksek din adamlarının, soyluların ve
kralların hakkı olarak kabul görmüştür (bkz; Friedrich Engels, Köylüler
Savaşı, Sol
Yayınları). Başka bir örnek verelim: Babil İmparatorluğu’nda, toprak sahiplerinin,
rahiplerin, tüccarların ve tefecilerin çıkarları ve hakları, Hammurabi yasaları
tarafından düzenlenmiştir. Bu yasalarda köleler üzerindeki hakların korunması
dikkat çekicidir. Köle efendisinin mutlak malıdır; satılabilir, devredilebilir,
rehin verilebilir. Bunlar efendinin haklarıdır. Kölenin boyun eğmemesi
durumunda, yasa efendiye onu sakatlamak hakkını tanımaktadır vb. vb. Bu
toplumda köle ve mülk sahibi olan özgür insanların iki kesimi bile (muşkinu ile
amelu/maremelu) eşit haklardan yararlanmaz. Bu durum Hammurabi yasalarında
düzenlenmiştir. Babil İmparatorluğu’nda özgür tarımcılardan oluşan kırsal
topluluksa, sulamayla ilgili haklar ve yükümlülüklerle birleşmiştir. Yine
örneğin Sparta devletinde, toplumsal katmanları oluşturan spartiatlar, perioikos’lar
ve ilotlar’ın hakları birbirinden farklıdır. Atina köleci demokrasisinde,
Attika nüfusunun altı-yedi’de biri haklara sahiptir; kölelerin, kadınların ve
meteklerin siyasal hakları yoktur (bkz; V. Diakov, S. Kovalev, İlkçağ
Tarihi, V
Yayınları, Birinci Basım, 1987, s. 110, 113, 114, 117, 358, 422).
Kapitalist üretimin gelişimiyle yeni hakların belirdiği görülür. Liberal
özgürlük ilkesi, özünde mülkiyet hakkına gönderme yapar. Buna kısıtlama
getirilemeyeceği savunulur. Burjuva yurttaşın özel mülk edinme hakkı, servet
edinme ve bunun tasarrufuna sahip olma hakkı, bireysel özgürlük olarak
benimsenir. Güvenlik hakkı, yurttaşların kişiliğini, haklarını ve
mülkiyetlerini korumak üzere tanımlanır ki bu, burjuvazinin toplumun diğer
kesimlerine karşı korunması anlamına gelir. “Doğuştan gelen haklar” olarak
kabul edilen bu hakların, yasalara ve adalete dair ahlaki değerlere yansıdığı
gözlenir.
Öyleyse Marx’ın şu cümleleri üzerinde durup düşünülmesi yararlı olacaktır:
“Sınırları içinde emek gücünün
alınıp satıldığı dolaşım ya da meta mübadelesi alanı, aslında insanın doğuştan
gelen hakları için bir cennettir. Bu alan, özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve
Bentham’ın ayırt edici alanıdır. Özgürlüktür, çünkü bir metanın, emek gücünün,
hem alıcısı hem de satıcısı, yalnızca kendi özgür iradesi tarafından
sınırlandırılabilir. Bunlar her ikisi de yasa önünde eşit olan özgür failler
olarak sözleşme yaparlar. Bu sözleşme, onların ortak iradelerinin ortak bir
yasal ifadesidir. Eşitliktir, çünkü her ikisi de, basit meta sahipleri olarak
ilişkiye girerler ve eşdeğer ile eşdeğeri mübadele ederler. Mülkiyettir, çünkü
her ikisi de yalnızca kendisinin olanı kullanır. Ve Bentham’dır, çünkü her
ikisi de yalnızca kendi çıkarını gözetir.” (Bu cümlelerin karşılığı, Sol
Yayınlarında Kapital, 1. Cilt, İkinci Baskı, s.191’de yer alır).
Toplumsal ilişkilerin çeşitli gelişim düzeylerinde, insanların hakları ve
etik/moral değerleri oluşur; bunlar yaygın biçimde tanınır, benimsenir ve
hukuki biçimlerde yansıtılır. Her toplumsal formasyonun bulunduğu çağın üretim
yapısına göre şekillenen egemen hakkaniyet kriterleri, hak tanımları, etik
değerlere ve hukuksal ifadelere kavuşturulan adalet anlayışı bulunmaktadır. Hak
ve adalet kavramları, ahlaki ve aynı zamanda hukuksal kavramlardır.
Toplumların ekonomik yapısı ve işleyişi, adalet anlayışına göre değil;
adalet anlayışı, toplumun ekonomik yapısı ve işleyişine göre açıklanmalıdır.
Örneğin burjuva toplumlarda geçerli olan adalet standartları, “laisez-faire”
standartlarıdır. Özgürlüğün burjuva toplumunda egemen değer olarak kabulü, bu
adalet standartları ve yapılan hak tanımlamaları çerçevesinde kalır. Bu nedenle
burjuva bir toplumda egemen olan özgürlük ilkesi, daha çok negatif özgürlükleri
içerir.
Marx’ın “adil dağıtım” üzerine olan eleştirisi, işte bu bağlamda
okunmalıdır:
“Burjuvazi günümüzdeki dağıtımın
‘adil’ olduğunu kabul etmiyor mu? (…) Sosyalist sekterler de ‘adil’ dağıtım
hakkında birbirinden çok farklı nosyonlara sahip değiller mi?” (GPE, Marx)
Marx, burada “bir adalet ilkesinin diğerinden daha iyi
haklılaştırılabilmesinin hiçbir anlam taşımadığı” (R.G. Peffer, Marksizm,
Ahlak ve Toplumsal Adalet, Ayrıntı yayınları, Birinci Bakı, 2001, s.319) sonucuna varmaz. Hukuki
veya etik ideolojik ifadelerin, toplumsal ilişkilerden türediğini savunur.
Marx’tan başka bir örnek verelim:
“Emek gücünün günlük geçimi sadece
yarım günlük emeğe mal olurken, aynı emek gücü bütün bir gün boyunca
çalışabilir. Sonuç olarak, emek gücünün bir gün boyunca kullanılmasının yarattığı
değer, kapitalistin bu kullanım için ödediği şeyi iki katına çıkarır. Bu durum,
kuşkusuz, satın alan için iyi bir şanstır, ancak satan açısından hiçbir
şekilde haksız bir durum değildir.”
“Kapitalist, iş gününü mümkün olduğu
kadar uzatmaya ve mümkün olduğunda, bir iş gününü iki iş günü haline getirmeye
çalıştığı zaman, bir alıcı olarak kendi hakkını savunur. Öte yanda, satılan
metanın kendine özgü doğası, onun alıcı tarafından tüketimine bir sınır getirir
ve emekçi iş gününün belirli normal süreye indirilmesini istediği zaman satıcı
olarak kendi hakkını savunur. O halde burada, bir antinomi, her ikisi de
değişim yasasının mührünü eşit olarak taşıyan (bir) hakka karşı hak (durumu)
vardır. Zor, eşit haklar arasında belirleyici olur.” (Marx, Kapital, 1. Cilt’ten
aktaran R.G. Peffer)
Marx’ın işçilerin ve kapitalistlerin haklarına dair bu ifadeleri, hakların
ekonomik yapı tarafından koşullandığını göstermesi açısından anlamlı olduğu
kadar, hakların sınıf mücadelelerinin konusu olduğunu vurgulaması açısından da
değerlidir. “Hak verilmez, alınır” sözünün bu durumda emekçilerin bakış açısını
yansıttığı söylenebilir.
Kapitalistlerin işçilerle ilişkileri adaletsizdir demenin ya da
kapitalizmin adaletsiz bir sistem olduğunu söylemenin ancak günlük politikada
bir yeri olabilir. Bu değerlendirmenin teorik dayanaklarının olduğu gözlerden
kaçırılmamalıdır. Egemen değerler sistemindeyse, egemen sınıfın çıkarlarına
yarayacak biçimde, kapitalizmin adil olduğu kabul edilir. Marx’ın bu egemen
bakış açısını benimsediği iddia edilemez. Fakat Marx’ın derdi, bu ideolojik
değerlerin kapitalist üretimin gerçekteki işleyişinin üzerini örtmemesidir. O
değer yargılarını, saptadığı ilişkiler ve işleyiş üzerinde anlamlı kılar.
Baştan bu ilişkilere dair değer yargılarıyla yetinerek, incelemesindeki
derinleşmeye engel olmaz. Marx, kapitalizmin adil olması/olmaması türünden
ahlaki-ideolojik sığ değerlendirmelerle uğraşmaz, bilimsel olarak gerçekliğin
örüntülerini ortaya koymaya çalışır. Dolayısıyla Cohen ve Geras’ın şu
iddiaları, sadece kendi sığlıklarını yansıtır: “Marx kapitalizmin adil
olmadığını düşünüyordu, ancak böyle düşündüğünün farkında değildi.” Marx ahlaki
kınama yerine, işleyiş mekanizmalarını ortaya koyar. Örneğin işçilerin ve
kapitalistlerin hak anlayışlarının farklı olduğunu bilir ve bunların
çatıştığını da saptar. Sosyalist ideolojinin kapsamında sınıfın bakışıyla
ahlaki yargılar ileri sürülse ve değerlendirici yargılamalar yapılsa da, teorik
konumlanışta değerlerin, yargıların tarihsel ve sınıfsal bağlamıyla incelenmesi
gerektiği kavranmış olmalıdır. Ahlakçı sosyalizmi, mezhepçiliği (ütopik
sosyalistleri) eleştiren Marx, kapitalizmin adaletsiz olduğunu söyleyip, onu bu
şekilde mahkum etmez; bunu bilinçli bir biçimde reddeder. O, kapitalist üretimi
incelemiş ve değer yargılarını üzerinde oluşturacağı bir teorik zemin
oluşturmuştur. Ahlakçı ve mezhepçi sosyalistlerden daha ileride olduğunu Marx
bilmektedir.
Fakat bu durum, kapitalist sömürünün ve onun toplumsal sonuçlarının
eleştirisinde, sosyalist toplumun bakış açısıyla yapılacak etik yargılamaları
gereksiz ve anlamsız kılmaz. Çünkü geleceğin toplumunun değer yargıları, haklar
ve adalet anlayışı, özgürlük ilkesi, bu toplumun sahip olduğu ekonomik yapı
hakkındaki bilgilerimizle bugünden öngörülebilmektedir. Yaşanmış reel sosyalizm
deneyimlerinin kazanımları ve işçi sınıfının mücadele pratikleriyle kapitalist
ülkelerde kazanılmış sınırlı haklar da, politik mücadelede savunulması gereken
değerlere ve ilkelere yol gösterir.
Engels Konut Sorunu’nda şöyle yazar:
“Adalet, mevcut ekonomik ilişkilerin
kâh tutucu kâh devrimci bakış açılarından ideolojileştirilmiş, yüceltilmiş
ifadesinden başka bir şey değildir.” (Engels’ten aktaran Peffer, a.g.e., s.
338)
Dolayısıyla Marx’ın ve Marksistlerin etik kuşkuculuğa ya da etik göreceliğe
sürüklenmeleri de söz konusu değildir. Siyasal çizgilerinde hiçbir sosyalistin,
etik görecelik nedeniyle, etik yargıları ve ilkeleri politik seslenişlerinin
bileşeni olmaktan çıkardığı görülmez. Dolayısıyla şu saptama doğrudur: “Neredeyse
mevcut her devrimci hareket kendi programını kısmi olarak haklar ve adalet
terimleriyle ifade eder ve bunu yapmakta da haklıdır.” (Peffer, a.g.e., s.339)
Ahlak anlayışları, adalet ve haklara ilişkin anlayışlar, ideolojik yargılar
ve değerler içerir. Fakat bu durum, bu anlayışların tümünün zorunlulukla statükoyu desteklemeye
yaradığı anlamına gelmez. Başka bir ifadeyle adalet standartları, toplumlara
içseldir içsel olmasına ancak, toplumsal ilişkiler karşıt eğilimler
barındırdığından, bu eğilimlerin ve devrimci sınıfların çıkarlarının yansıdığı
bir ideolojik düzlem de vardır. Kapitalist toplumda işçi sınıfının mücadelesi
ve bunun statükoya karşıtlığı, sosyalist ideolojinin eleştirel değerlere,
ilkelere, adalet ve haklar anlayışına sahip olmasının nesnel zeminini sağlar.
Sosyalistlerin mücadelelerinde haklardan ve adaletten bahsetmemesi düşünülemez.
Ahlaki bir kavramlaştırma olarak adaletin sosyalistlerce anlamlandırılması, hiç
de insanların çıkarları arasında tarafsız kalmalarını gerektirmez. Sosyalistler
kapitalistlerin sömürme haklarının olmadığını söylerler, fakat sömürünün kendi
hareketlerinin de içinde yer aldığı tarihsel gelişim tarafından reddedileceğini
bilirler.
Marx’ın GPE’nde Fransız sosyalistleri arasında çok yaygın olan “hak ve diğer çerçöpe
dair ideolojik saçmalıklar”a ve “eşit hak” ile “adil dağıtım” konularına
getirdiği eleştiri, kendi realist bakışına karşı bu ideolojik temaların
temelsizce kullanımının getireceği zararlardan ötürüdür. Marx’ın bütün hukuksal
veya ahlaki kavramları suçlamadığı, fakat bu kavramların teorik temel
saptamalarını saf dışı edecek biçimde kullanımına karşı çıktığı görülmelidir.
Bu temeller dikkate alınmadığında haklara ve adalete ilişkin burjuva
anlayışların, sosyalist ideolojiye sızması/bulaşması kaçınılmazdır.
Komünist toplumun ilk fazında, eski toplumun izleri bulunacaktır. Sınıfsal
eşitsizliğin olmadığı (bunun anlamı sömürünün olmamasıdır) bu dönemde,
üreticilerin tüketim nesnelerinden yararlanışında iktisadi eşitlik ilkesi
geçerli olacaktır. Marx’a göre bu aşamada, bir burjuva norm olan “eşit işe eşit
ücret” ilkesi geçerlidir (ücret, ister parayla ister sertifikalarla
karşılansın, burada gerekli kesintilerden sonra harcanan emek zamanının
karşılığıdır). Tüketim araçlarından yararlanma hakkı, sosyalist toplumun
ekonomik yapısı tarafından koşullanır. Bu hak, hala burjuva dar ufuk içerisinde
yer alır ve kusurludur. Çünkü insanlar arasındaki yetenekleri, verimleri ve
aile yapıları açısından farkları doğal kabul eder ve hesaba katmaz. İnsanların
ihtiyaçlarını dikkate almaz. Aslında sosyalizmde, yani komünizmin ilk fazında
eğitim, sağlık, barınma hakları tüm üreticilere sağlanır ve bunlara ulaşımda
eşitlik vardır. Bunlar için gerekli toplumsal fonlar ayrılmıştır. Örneğin bir
diyaliz hastasına gerekli tüm tıbbi imkânlar sunulur. Üreticilerin aile
yapıları arasındaki farkları dengeleyecek yardımların yapılacağı da
söylenmelidir. Fakat yine de bu ilk faz için geçerli olan dağıtım standardının,
üretimin sosyalist koşullarına bağlı olarak gerçekleşeceği görülmelidir. Bu
sosyalizmin “adil” dağıtım standardıdır. Sosyalizmin kendine özgü dağıtım tarzı
ve adalet formu vardır. Komünist toplum gelişip, dünya çapında bir bolluk
toplumu oluştuğunda, bu standart da değişir.
Sosyalizmde adalet ilkeleri ve haklar, hukuksal düzlemde yasalara ve anayasaya
yansıtılacaktır. Vergiler ve ortak savunma görevi gibi yükümlülükler de
hukuksal ifadelere kavuşacaktır.
Sosyalizmde refah içinde yaşama hakkı, geçimlik hakları (beslenme,
içilebilir su bulma, barınma, giyinme, temel tıbbi yardım, yaşanabilir bir çevre
vb) ve güvenlik hakları (öldürülmeme, saldırıya uğramama gibi); konuşma,
örgütlenme ve toplantı yapma hakkı; oy verme, siyasal görev alma ya da ayrılma
hakkı ile bireylerin parçası olduğu toplumsal/ekonomik tüm kurumlarda kararlara
katılma hakkı; konut hakkı, çalışma hakkı, eğitim ve sağlık hakkı vardır.
Sosyalizmde toplumsal ilişkilere uygun ve onları düzenleyen adalet ilkeleri
bulunur. Konuşma ve toplantı yapma özgürlüğü, vicdan ve düşünce özgürlüğü,
bireysel tüketim araçlarını mülk edinme hak ve özgürlüğü, keyfi uygulamalardan
korunma hakkı sağlanır. Bireylerin çeşitli görevlere ulaşmasında maksimum
fırsat eşitliği vardır ve kişilerin katıldıkları kurumlarda karar oluşturma
süreçlerine eşit katılım hakkı bulunur. Çalışamayacak durumda olanlar, özürlülerin
hakları toplum tarafından korunur. Çocuklara nitelikli eğitim sağlanır.
İnsanlar arasında ayrımcılık yapılmaz.
Öte yandan adalet ve haklara ilişkin sosyalist anlayış ve bunların hukuksal
ifadeleri, olgunlaşmış bir komünist toplumda gereksiz olacaktır. Çünkü her hak,
eşitsizliğin üzerinde yükselir. İnsanların gereksinimlerinin komünizmin bolluk
toplumunda yeterince karşılandığı ve herkes için tüm olanaklara ulaşmada
eşitlik olduğunda, adaletten ve haklardan bahsetmenin anlamı kalmaz. Hukuk
burada, toplumun işleyiş ilkelerinin yazılı olarak kayıt altına alınmasından
başka herhangi bir ideolojik işleve sahip değildir.
Öyleyse şu yazılanlara katılmak mümkün değildir:
“(…) adalet sorunlarının sınıf
bölünmelerinin ortadan kalkmasıyla birlikte ortadan kalkacağını düşünmek bir
hatadır. Bir sosyalist toplumda –ya da Marx’ın komünist toplumun ilk evresi
dediği şey- maddi kıtlığın hayatın bir gerçeği olmaya devam ettiği yerde,
toplumun harcanabilir gelirinin nasıl bölüştürüleceği sorunu –tek bir sınıf var
olduğu için sınıf bölünmeleri artık var olmasa da- son derece önemli bir sorun
olacaktır (…) maddi bolluğa dayanan tam olgun bir komünist toplumda bile,
insanların sürekli zaman ve enerji kıtlığı ve toplumsal kaynakların nasıl
kullanılacağına dair fikir anlaşmazlıkları yüzünden adaletle ilgili sorunlar
olacaktır.” (Peffer, a.g.e., s. 350)
Dikkat edilirse Peffer konuya ilişkin Marksist bir yaklaşım örneği
sunmuyor. “Adalet sorunları”nı, sosyalist toplumun sahip olduğu koşullardan ve
insanlar arasındaki ilişkilerden çıkarsamıyor. Komünist toplumun ileri fazında
toplumsal kaynakların nasıl kullanılacağına ilişkin fikir anlaşmazlıkları
olabilir, fakat bunlar bilimsel bilgiler dikkate alınarak ortaklaşa bir karara
bağlanabilir elbette. “Zaman ve enerji kıtlığı”ysa gerçeklikte karşılığı
olmayan uydurma kıstaslardır.
Not: Bu yazıda R.G. Peffer, Marksizm,
Ahlak ve Toplumsal Adalet, Ayrıntı Yayınları, Birinci Bakı, 2001 adlı
kitaptaki (ss. 311-452 arasındaki) fikirlere dönük eleştiriler yöneltmiş
bulunmaktayız. Fakat bunu Peffer’in fikirlerini çoğu yerde alıntılamadan
yaptık. Bu kitapta katılmadığımız çok sayıda görüş bulunmaktadır ve biz burada
bunların birçoğuna değinmedik. Peffer’in birçok yaklaşımında Marksist sayılması
güç olsa da ve anti-Sovyetik yaklaşımları kaba ideolojik kodlamalardan öteye
gidemese de, kitabının, üzerinde çalışılacak kavramsal bir zenginlik sunduğunu
belirtmeliyiz. Elbette Peffer’in bazı fikirlerini benimsediğimiz ve yazıda
kullandığımız da açık olmalı. Ahlak konusuna ilgili okurun Sean Sayer’in Marksizm
ve İnsan Doğası’ndaki fikirlere de bakması yararlı olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.