Marksist Araştırmalar [MAR] | Komünizm: Tarihin Çözülen Bilmecesi
edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ocak 2023 Pazar

Yeni çağın şiiri: Mayakovski

Fuat Filizler


Önce biraz sanat tarihi...

İtalyan Barok sanatında ifadesini bulan, artık yeni bir yaşam ülküsüdür. .. İnsanın dünyayla ilişkisi değişmiştir, yeni bir duygu âlemi açılmıştır, ruh, yüce ve sonsuz olanın içinde erimek özlemine kendini kaptırmıştır: ‘Ne pahasına olursa olsun heyecan ve hareket’.”

Yukarıdaki satırlar, büyük sanat tarihçisi ve kuramcısı Heinrich Wölfflin’in “Sanat Tarihinin Temel Kavramları” yapıtından (Çev: Hayrullah Örs, Remzi Kitabevi).

Wölfflin bu önemli yapıtında, resim, heykel ve mimari sanatlarında Rönesansla birlikte Klasik’ten Barok’a geçiş sürecini açıklar ve ikisini karşılaştırır. En önemli bulgusu şudur: Değişen yalnızca sanatsal form değildir, dünyaya bakış açısıdır, dünya görüşüdür. Dünyayı yeni bir anlama ve anlamlandırma tarzıdır. Yeni bir dünya, yeni bir yaşam idealidir.

Sanatın her yeni şeklinde, der;

evrenin yeni bir muhtevası billurlaşır, sadece başka türlü görülmemekte, başka şey de görülmektedir.”

Klasik ve Barok sanatçılarının, aynı dili konuşuyor olsalar bile, yapıtlarında bambaşka dilleri kullanıyor oldukları hemen fark edilir. Değişen sanatçının ruh halinin ötesinde baştan aşağıya tasarım tarzı ve amacıdır. Dünya ve nesneleri ve başka insanlar karşısında yalnızca ne hissettiği ve düşündüğü değil, nasıl hissettiği ve düşündüğüdür. Bir bütün olarak tutumu ve duruşudur.

Örneğin Barok sanatçılar kapalı ve donuk şekiller yerine açık ve hareketli şekilleri çizmeyi tercih etmekle yetinmezler, kapalı ve sabit görünen şekilleri de açık, hareketli ve akış halinde görür ve yeniden anlamlandırırlar. Klasik sanatın şurasında burasında tek tek değişimler yapmakla yetinmezler. Bir bütün olarak sanatın dayandığı temel ve genel prensipleri değiştirirler.

Barok’un her cephede eski sanat anlayışına karşı saldırıya geçmesi, “Her şeyi altüst etmek konusundaki çocukça bir heves değildir, tersine bu, kapalı şeklin dar sınırlarını ortadan kaldırmak isteyen bir iradenin eseridir.” Eski sanat formlarının değerden düşürülmesi, aslında yeni oluşmakta olan bir dünya görüşünün içine sığmaz hale geldiği eski dünya anlayışının yıkılmasıydı. Yerine genel bir hareket görüşü, hiçbir zaman tam çözüm bulamayacak bir gerginlik, bir bekleyiş amacı geçiriliyordu.

Wölfflin, aynı tarihsel dönemde sanat anlayışında ve düşünce (felsefe) anlayışındaki değişimlerin başa baş gittiğine değinir. Ancak sanatsal değişimin basitçe düşünsel değişimden kaynaklanmadığını, her iki değişimin de birbiriyle etkileşim içinde, ancak esas olarak ortak bir kökte; tarihsel dönüşüm sürecinde olduğunu kuvvetle vurgular. Bu değişimlerin sanatçıların veya filozofların başına buyruk ve keyfi yaklaşımları olmadığını, toplumsal-maddi temelleri olan, her çağın her şeyi kapsayan genel gelişme ve değişimine tabi olduğunu gösterir.

Wölfflin sanat tarihi ve kuramında çok önemli bir yeri olan yapıtını, bu güçlü belirlemelerle bitirir. Sanat anlayışının değişiminin temelindeki maddi değişimlerin ne olduğuna hiç girmez. Ancak sanat yapıtları ve anlayışlarındaki köklü ve kapsamlı değişimlerin, dünyayı anlama ve yeniden anlamlandırma tarzındaki değişimlerdeki, bunun da tarihsel, toplumsal-maddi değişimlerdeki köklerini göstermesi, yeterince anlamlı ve önemlidir.

Bizim konumuz elbette Rönesans sanatında neyin nasıl neden değiştiği değil. Bizim konumuz, sosyalist kızıl Ekim Devrimi’nin 100. yılı çerçevesinde, Ekim Devrimi’nin en büyük şairi olan Mayakovski ve onun şiiri.

Ancak Wölfflin’in güçlü tezleriyle, -yapıtında modern sanayi kapitalizmi, emperyalist kapitalist dönüşüm, proletarya, sosyalizm gibi konuların en ufak bir izi olmadığı halde, bunların ortaya çıkardığı yeni sanat anlayışı arasında, özellikle de Mayakovski arasında sessiz ama güçlü bir içsel bağ var. Wolfflin’in kitabının Almanca’da ilk yayımlanma tarihi 1915. Tam da Avrupa, Rusya ve dünya çapında böylesi büyük bir tarihsel kriz, dönüşüm ve sarsıntılar tarihi.

Kesin olarak şunu söyleyebiliriz: Wölfflin böylesine hareketli, patlamalı bir dönemde yaşamasaydı, 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkmakta olan yeni sanat akımlarını ve bunların ortaya çıkmakta olan yeni dünya durumu ile bağlantısını sezmeseydi, Rönesans sanatında neyin nasıl neden değiştiğiyle sınırlı tuttuğu, ancak örtük olarak tüm büyük tarihsel dönüşüm süreçleri ile duygu, düşünce, sanat âlemindeki değişimler arasındaki bağıntıya ilişkin evrensel bir geçerliliğe sahip tezlerini geliştiremezdi.

Nitekim büyük Fransız şairi Blaise Cendrars’ın, “her şey renk, devinç, ışık, patlama” dizesi, 20. yüzyılın ilk çeyreğinin olduğu kadar, şiir ve sanatın geçirdiği değişimin en özlü, en parlak ifadelerinden biridir. 1914-15 yılları, bir yanda emperyalist kapitalist savaş, diğer yanda Avrupa ve Rusya’da alttan alta devrim kazanlarının yeniden kaynamaya başladığı, Mayakovski şiirinin de fütürizmden dev adımlarla devrimci kitle şiiri mecrasına akmaya başladığı dönemdir.

Yeni çağın şiiri

Bu yeni şiirde de “evrenin yeni bir muhtevası billürlaşmaktadır”: Emperyalist kapitalizm ve proleter devrimler çağı! Ve bu yeni şairler dünyayı, toplumu, insanları, olayları, tarihi, geleceği, kendilerini “sadece başka türlü görmemekte, onlarda başka şeyler de görmektedir.”

Mayakovski’nin daha ilk şiirleri, modern kapitalist kent üzerinedir:

Mayakovski’nin ilk şiirleri kent üstünedir. Külrengi ev yığınları, tabelaların demirden harfleri, alaca bulaca, karmakarışık bir kalabalık, hızla geçip giden otomobiller, telefon tellerinin ilmekli kapanına takılmış kuğu boyunlarıyla çan kuleleri, gazla yakılan sokak fenerleri, yağmur olukları, tüm bunlar, alacalı bulacalı bir biçimde birbiriyle kaynaşmıştı onun yapıtlarında. Moskova’ydı bu. Ve aynı zamanda sadece Moskova değil, genelde insanın öylesine tüyler ürpertici, yalnız ve boğuntulu yaşadığı çağdaş kapitalist kentti.” (V.Şkolovski, S. Vladimirov, D. Moldavki, Mayakovski’nin Yaşam Öyküsü, Düşün Yay.)

Mayakovski ve Cendrars’ın şiirleri çok farklı özellikler de gösterse, belki birbirlerini hiç tanımamış ve eserlerini okumamış da olsalar, ortak noktaları karakteristiktir: Zaman ve mekanda müthiş bir hareket, çok geniş bir ufuk, patlamalı imgeler, büyük sanayi fabrikaları, demiryolları, limanlar, elektrik, telgraf, telefon gibi yeni endüstriyel biçimlerin hem görsel hem gürültülü ritim hem de yeni çalışma ve yaşam biçimleri olarak şiirin içine taşınması; emperyalist savaş, iç savaş, sosyal yıkım, açlık, devrim gibi büyük ve kitlesel tarihsel olayların şiirin içine taşınması; sinema, tiyatro, öykü, çok sesli müzik, hatta heykel gibi farklı sanat dallarının şiirin içine taşınması ve en önemlisi kitlelerin ve kendi dönemlerinin çok çeşitli sınıf ve kesimlerinden insanlarının ortaya çıkan yeni dünya durumu karşısındaki duygu, düşünce ve eylemlerinin şiirinin içine taşınması.

Bizden önce var olamayan duygular tanımaktayız” der Mayakovski, 4 arkadaşıyla birlikte kaleme aldığı Fütüristler Manifestosunda (1912).

Yapıp ettiklerim içlerine sevinç karışmamışsa pek ilgilendirmiyor beni” der Ben/Kendim başlıklı öz yaşam öyküsünde. Burada “sevinç” dediği şiirinin karakteristik bir özelliği olan çok yoğun, adeta kendinden geçercesine yoğunlaşmış coşkulanımsal duygulardır. Aslında şiirinde oldukça güçlü bir lirik damar var olamaya devam etmekle birlikte, bunun klasik şairane ince duygusallıktan farkı, büyük tarihsel, toplumsal dönüşüm süreçlerinin kitselleşmiş duygularının yoğunlaşmış ve içten dışa patlamalı hale gelmiş biçimi olmasıdır.

Kurgusala karşı, sanat yoluyla yapılan entipüften ruh çözümlemesine, estetikçiliğe karşı-eylemci yapıt.” diye yeniden tanımlar şiiri. Sosyalist inşa hakkındaki en ünlü şiirlerinden biri olan “İşler İyi”yi “bir bildiri gibi düşündüğünü” belirtir: “Şiirsel soyut yöntemlerin sınırlanması ve bir eylem.”

Burada Mayakovski şiirinin bir dizi ayırt edici niteliğini daha görürüz: Somutluk ve eylem. Şiir, şairin yaşadıklarının iç dünyasından ve ince dil işçiliğinden süzülmüş bir ifadesi olmanın da ötesine geçer: Kitleler içinde ve kitlelerle birlikte başlı başına somut, tarihsel, toplumsal bir emek ve eylem biçimi, bir dünyayı değiştirme biçimi haline gelir.

Sosyalist devrimci siyaseti, büyük kitlelere coşkulu hitabeti, ajitasyonu, propagandayı, hatta polemiği bile şiirine taşır. Bu siyasetin salt düşünsel içerik, belli fikirler ve duygular formunda şiire geçirilmesi değil, bizzat devrimci kitle, devrimci sınıf siyasetinin toplumsal ilişki, algı, duygu, düşünce, eylem ve bunlardaki değişimler boyutuyla en başından itibaren şiir tasarımını şekillendirmesidir. Bu yüzden kitleler onun şiirlerinde yalnızca belli istek ve özlemlerinin bir tercümanını değil, tüm yaşamsallıkları, canlılıklarıyla dosdoğru ta kendilerini, bizzat bu istek ve özlemlerini gerçekleştirecek olan tarihin özneleri olarak bulurlar.

Mayakovski inanılmaz bir şeyi daha başarmış, bir de şiir-gazeteciliği yaratmıştır. Ekim Devrimi sonrasında Sovyetler Birliğinde yaşanmış tek bir önemli ekonomik, toplumsal, siyasal olay, hatta gündelik yaşamın ayrıntılarındaki sorun ve gelişmeler bile yoktur ki, onun şiirine girmemiş olsun. Ancak “somutluk”tan anladığı hiçbir zaman, olayların düz yansıtılması ve kuru ajitasyon değildir.

Bütün yaşamım boyunca beni en çok çarpan şey sosyalistlerin olayları çözmekte, evreni belli bir görüşe sokmakta gösterdikleri yetenektir.” der öz yaşam öyküsünde. Bundan kastettiği elbette gündelik olayların, süreçler karmaşasının iç yüzüne nüfuz eden, yakalanacak halkalarını bulup çıkaran tarihsel-diyalektik materyalizmdir. Hatta diyebiliriz ki, Mayakovski’nin özellikle de Ekim Devrimi sonrası şiirlerine en büyük gücünü veren, “somut durumun somut tahlili”nin edebi biçimi olmasıdır.

Ustalık duygusu. Herhangi bir konuyu toparlama yeteneğim var. İyice yaklaşma yeteneği. Konunun baş sorununu getiriyorum ortaya. Devrimci konunun.” diye anlatır bunu. “Bir günlük olaylar gereci üzerinde” bile şiirsel “çalışma yönteminin bulunması. Kendi içlerinde anlamsız (görünen-bn), ama geleceğin doğru yönüne bir adımı gösterebilen etkileyici alay.” Örneğin “fiyatların inişi” veya “sokaklara elektrik lambalarının takılışı” gibi konuları ele alan şiirlerinde, bu olayların tarihsel anlamını ortaya koymaya çalışmakla yetinmez, kitlelerin bireysel ve yığınsal öz bilinç ve yaşam deneyimlerinde buna uygun -düşünsel olduğu kadar- duygusal ve eylemsel çağrışımları da örgütler.

İhtiraslı gerçekçilik

“Somut tahlilin edebi biçimidir” demiştik Mayakovski’nin şiirine. Konu edindiği durumlar yalnızca zihinsel bir çözümlemeden gelen somutlama olmakla kalmaz onun şiirinde. Aynı zamanda son derece yoğunlaşmış, coşkulanımsal bir duygusal somut haline gelir.

Yazdığı her dizeye bütün varlığıyla, kaslarıyla, sinirleriyle katılır. Onun şiirlerinde çok güçlü, güçlülüğü oranında da tedirgin, duyarlı bir gövdenin bütün kasılmalarını, tepkilerini görürsünüz. Bu yanıyla belki de tektir dünya şiirinde.” (Sait Maden, Mayakovski, Pantalonlu Bulut, Varlık Yay.)

Böylece duygular da insanın iç dünyasında yaşadığı bir şeyler olmanın ötesinde, ses tonlamalarıyla, yüz ifadeleriyle, beden hareketleriyle, kas ve sinir etkileşimleriyle ve en önemlisi kaynayan kitlelerin enerjisiyle, adeta bedenselleşir ve elektrik akımı gibi yayılır onun şiirinden.

Mayakovski’nin şiiri, bireysel, sessiz, içten okumaya göre değildir. Böyle okunduğunda değerinden ve etkisinden çok şey yitirir. Bu şiir, doğrudan ve yüksek sesle kitlelere okunmak – daha doğrusu haykırılmak, canlandırmak, hatta bir nevi sahnelenmek için- yazılır, yüksek bir hitabet ve dramatizasyon yeteneği ile okunur. Yoğun ve sahici bir performans’tır. Aslında buna şiir “okumak”tan çok, kitlelere şiir söylemek ya da canlandırmak demek gerekir. Nitekim Mayakovski’den çok etkilenen Gorki, onu “şiir okuyan” değil “şiir söyleyen çocuk” olarak tanımlar. Böyle bir şiirin, daha tasarlanışından başlayarak, “bireysel iç ses” şiirinden baştan aşağıya çok farklı prensiplere dayanacağı açıktır.

Marx’ın “ihtiraslı gerçekçilik”, Lenin’in “gerçekçi düş gücü” dedikleri şeyin, en iyi cisimleşmiş biçimlerinden biridir Mayakovski’nin şiiri.

Mayakovski, kendinden önceki aydın işi, bilgiç, ince sembolizm ve dış vezne, söz ustalığına dayalı şiirden kesin ve devrimci bir kopuştu. O zamana kadar görülmemiş, basamaklı dizeler, iç tempo, iç vezin, çınlamalı imgeler, çelişkin kavram ve sesler, cayırdayan bir sentaks (söz dizimi), iç ve dış geçişlilikle zenginleştirilmiş uyaklar, sarmal gelişen semantik (anlam), coşkulu lirizm, keskin bir alaycılık, sarsıcı çağrışımlar, geniş ufuklu mecazlar, geniş soluklu bir zaman-mekan ve hareket algısı, sosyalist edebi gerçekçi düş gücü… Görünüşteki gerçeği alır, parçalar, iç yüzündeki zihinsel, duygusal, eylemsel temel halkalarını kesin biçimde yakalayıp düşümdeşleştirerek yeniden, yeni bir temelde bütünleştirir.

Mayakovski, “evrenin algısı” dediği bu yeni şiirin açtığı olanaklarla, hem şiirin/şairin dünyayı algılama/özümseme hem de anlatım gücünü, hem de şiir okurlarının şiiri ve şiir yoluyla dünyayı anlama/anlamlandırma ve değiştirme olanaklarıyla birkaç misli artırmıştır.

Sosyalist devrimin en büyük şairi

Mayakovski’nin şiirin biçim, biçem ve tekniğinde yaptığı devrimci yenilikler üzerine daha çok şey söylenebilir. (Ne yazık ki Türkçe tercümelerinde, özellikle de ikinci dilden tercümelerinde, bu zenginliğin büyük bölümü kaybolmaktadır.) Ama bütün bunlar bize şunu unutturmamalıdır: Bu şiirin devrimci yeniliği, teknik ve ifade yapısı kadar ve aslında ondan çok dünyaya yepyeni bir bakış açısı, yepyeni bir dünya görüşü, neredeyse tüm yönlü yeni bir toplum ve insan algısı ve anlayışı getirmiş olmasındadır.

Eski şiirle karşılaştırıldığında, “bunlar beğenileri ve dünyaya karşı ilgileri başka yönlerde olan iki ayrı dünya görüşüdür.” (Wölfflin)

Mayakovski fırtınasının arkasında, yeni bir dünya görüşü, yeni bir insan anlayışı ve Ekim Devrimi fırtınası vardır.

Mayakovski, milyonlar adına, milyonlara, milyonların yazgısından söz ederek, tarihin en büyük toplumsal hareketinin sözcülüğünü yaptı.” (Lunaçarski)

Mayakovski, şiirin milyonlara, dünyayı yeniden biçimlendirmek isteyenlere seslenmesi gerektiğini öğretti.” (Aragon)

Eseri, yeni insanın doğuşunun kutlanışıdır. Mayakovski’nin evrensel önemi, kendini şiirlerinde, özgürce gelişen sosyalist kişilik olarak, öylesine parlak biçimde gösterebilmesinden kaynaklanır.” (Johannes Seeher)

Mayakovski’nin asıl önemi, şiirle sosyalist devrim düşüncesini birleştiren ilk şair olmasından ileri gelir.”

O yeni bir çağın, yeni bir toplum ve insanın, en başta da Sosyalist Ekim Devrimi’nin yeni dünya görüşünü, yeni duygular âlemini, yeni eylemli ve somut güzellik anlayışını yansıtmıştır.

Mayakovski’nin kişisel mizacının ve yeteneklerinin kuşkusuz yapıtında önemli rolü vardır. Fakat Wölfflin’in de vurguladığı gibi, mizaç kendi başına sanat eseri meydana getirmez. Bir çağ dönümü, bir sınıf dönümü ve kişisel dönemeçler birbirini işleyip kopuşu ve yenilenmeyi derinleştirip yoğunlaştırdığında ise… öznel bir yaratıcı üslup bir çağın, bir toplumsal hareketin tarihsel anlamının ve güzellik idealinin en geniş, en materyalist ifadesi haline gelebilir.

Mayakovski ve kübizm-fütürizm

Mayakovski’nin iç huzursuzluk ve gerilimi, verili yaşam ile bağdaşmazlığı, henüz 1905 devrimi yenilgisi sonrasındaki, Çarlık rejimi altında, babalarını kaybetmiş Gürcistan’dan Moskova’ya taşınarak ayakta kalmaya çalışan yoksul bir ailenin çocuğu olarak ilk gençliğe geçiş döneminde başlar. Okuldaki tekdüzelikten sıkılır, resim, şiir gibi yaratıcı etkinliklere ilgi duyar, başta Cervantes’in Don Quisot’u ve Jules Verne olmak üzere “düş gücü zengin” yazarları yutarcasına okur. Siyaseten devrimci çevrelere, ilk şiirleriyle de fütürist bir çevreye katılır. Her ikisi nedeniyle de baskı görür, okuldan atılır, birkaç kez kısa sürelerle tutuklanır.

Fütürizm, kapitalizmin daha geriden geldiği ancak hızlı geliştiği, köhnemiş üretim ilişkileri ve üstyapı ile çelişkilerin çok keskin olduğu İtalya ve Rusya gibi ülkelerde gelişen, endüstriyel gelişmeye hayran olan ve eski gelenek ve kültürel birikimi tümüyle reddeden, maksimalist-ütopik bir akımdır. İtalyan fütürizmi milliyetçilik, endüstriyelizm, rasyonalizm, ulus devlet, aşırı modernizm fanatiğidir, İtalyan işçi sınıfının yenilgisinin ardından bir tür “makine-toplum” ve “üst-insan” anlayışına (faşizme) doğru evrilir.

Rus fütürizminin ise, İtalyan futurizmiyle bir ilgisi yoktur. 1905 devriminin yenilgisinden sonra bizzat Bolşeviklerin içinde de ortaya çıkan boykotçuluk, maksimalizm, sol kominizm gibi eğilimlerden belli bir etkilenme taşısa da, aslen, Çarlık rejiminin çürümüşlüğü kadar burjuva ve batı taklitçisi kültür, sanat ve değerlere karşı çıkıyorlar, yerine kaba, plebyen, neşeli, alaycı ve öfkeli, gürültülü, panayır havasında, sansasyonal, sarsıcı ve şoke edici bir tarz geçirmeye çalışıyorlardı. (Rus fütürizmi daha sonra Nazım Hikmet’in Türkiye’deki “Putları Yıkıyoruz!” kampanyasına da esin kaynağı olacaktır.)

Bu gençlik dönemi şiirleri keskin bir çelişkiler yumağıdır. Biçim ve üslupta yenilik denemelerini son sınırına ve uçkunluğa kadar zorlar, bakış açısı ve içerikte ise devrimci, isyankâr ışıltılar ile mutsuzluk, melankoli, yalnızlık, adeta Dostoyevski tarzı felaketçilik ve mesihçilik iç içedir. Son derece kırılgan bir lirizm ile gürültülü bir şamatacılık iç içedir. Keskin bir zekâ ile uçkun bir kendinden geçme (vecd/trans) hali bir aradadır. Çürümüş çarlık ve aristokrasi ile burjuvaziden nefret ile bazen tüm topluma yönelen bir nihilizm bir aradadır.

Ancak daha bu çılgınca arayış ve denemeler döneminde bile onun şiirini kitlelere sevdirmeye başlayan temel damarlarından biri, şiirine, bütün hareketliliği, neşesi, kavga gürültüsü, çığırtkanlığı, renkliliği, keşmekeşi, acayiplikleri, serbestliği, hayal gücü, sansasyonelliği ve rezaletleri ile bir halk panayırı, bir sirk havası katmasıdır.

O dönemki halk panayırları, sirkleri, halk matinelerinin (sinema, tiyatro, konser, şiir) farklı bir yeri vardır. Üst ve orta sınıfların, aydınların sanat âlemlerinden net bir sınıfsal ayrım taşır. Tekelci kapitalizmin popüler kitle kültürü çerçevesinde, ucuz melodram, gülmece, heyecan ile her şeyin kaba ve abartılı sergilendiği yerlerdir ama bir yanıyla da emekçi sınıf damarının olduğu, kitlelerin kendini daha serbest hissettiği, tartışma, forum, ajitasyon alanlarıdır.

Mayakovski bunu işleyip dönüştürerek sanata, kitle sanatını da sarsıcı ve dönüştürücü hale getirerek bu alanlara taşımıştır. Burada 20. yüzyılın sosyalist ve demokratik sanatında öncüsü olduğu çok önemli iki yenilikten bahsetmek gerekir. Birincisi, melodram, gülmece, acayiplikler gibi kitlelerin her daim ilgisini çeken popüler kültür öğelerini işleyip dönüştürerek, eleştirel düşünce ve öğrenme ile birleştirmek. Eğlendirerek, duygulandırarak, şaşırtarak, heyecanlandırarak düşündürme. İkincisi, bunları sivriltici ve sonuna kadar götürülmüş imgelemler haline getirerek, egemen sınıf ve ilişkilerin etkisi altındaki bilinç formlarını, duygu, düşünce ve değer yargılarını, sarsmak. Bu yöntemler, 20. yüzyılın eleştirel sanatında çok önemli bir rol oynamaya devam edecektir: Örneğin Charlie Chaplin ve Bertolt Brecht

Ekim Devrimi sonrasında ve 1920’li yıllarda Rusya ve Sovyetler Birliği’nde sık ve yaygın halk şenliklerinin; kitle ajitasyon ve propagandası, siyaset, sanat, eğitim, aşağıdan katılım ve inisiyatif, yaratıcılık, tartışma, forum, oyun, eğlenceyi birleştirerek, kitlelerin sosyalist savaşım ve gelişimde çok önemli bir rol oynadığını da belirtelim.

Mayakovski ve Shakespeare

Voltaire Shakespeare’in Hamlet’i üzerine şunları söyler:

Bu yapıtın sarhoş bir yabanılın fantezisinden doğduğu sanılabilir. Ama İngiliz tiyatrosunu böyle saçma ve barbar kılan kaba biçim bozmalarında, Hamlet’te, önemli kendine özgülüklerden başka, gerçek bir dâhinin yüce düşünceleri bulunur.”

Voltaire’in bu sözüne atıfta bulunan Engels, Shakepeare, der;

Yüce ile aşağılığın, korkunç ile gülüncün, kahramanca ile parodinin kendine özgü karışımıdır… Yalnızca ‘Şen Kadınlar’ın ilk perdesinde bütün Alman yazınında olduğundan daha çok yaşam ve gerçeklik vardır…. Karşıtlık şuradaki, Shakespeare çoğu kez teklifsiz bir tarzda çözümlerinin hakkından gelir ve buna uygun olarak usandırıcı, ama gerçek yaşamda kaçınılmaz olan gevezeliği kısa keser.”

Engels başka bir mektubunda, Shakespeare’in “o çağın olağanüstü renkli plebyen toplumunun dünyasını”, dramayı canlandıran ve gerçekçi kılan tümüyle yeni bir gereç haline getirdiğini vurgular.

Feodal bağların çözüldüğü o çağ boyunca ortaya çıkan özellikle etkileyici tipler, aylak dilenci krallar, işsiz ücretli askerler ve her türlü serüvenciler betimlenir…” ve bu tarihsel dramada büyük bir etki yapmakla kalmaz, sınıfsal-toplumsal olarak son derece gerçekçi, canlı ve zengin bir arka plan sağlar ve tarihsel-toplumsal-sınıfsal hareketleri gereğince aydınlatır. (Marx, Engels, Yazın ve Sanat Üzerine-1, Sol yay.)

Mayakovski’nin Shakespeare’den etkilendiğine veya esinlendiğine dair hiçbir kayıt yok. Fakat ikisinde ortak olan, iki farklı çağ dönümünün, tarihsel-toplumsal arka planlarıyla, çözülen gelişen açığa çıkan tüm sınıf ve kesimlerinden etkileyici tiplemelerle, ince ile kabayı, yüce ile aşağılığı, korkunç ile gülüncü, destansılık ile alayı iç içe geçiren, son derece zengin, canlı, gerçekçi ve teklifsizce bir doğrudanlıkla yansıtılmasıdır.

Mayakovski ve Marx

Mayakovski öz yaşam öyküsünde, “Marx’ın Önsözü kadar vurulduğum bir sanat yapıtı yok” der.

Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya ünlü önsözü (Çev: Sevim Belli, Sol yay.):

Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasi ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile – ki bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir- , hukuki, siyasi, dini, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.”

Mayakovski, Marksist tarihsel-diyalektik materyalizmin bu en temel teorik formülasyonunu kendisini en çok etkileyen “sanat yapıtı” olarak tanımlamakla kalmaz. Mayakovski’nin tüm sanatı gerçekte bunun üzerine kuruludur ve bu çelişkinin kendi zamanında had safhada keskinleşmesinin ve proleter devrimlerle çözülme zorunluluğunun ifadesidir.

Mayakovski’nin fütürizm dönemindeki sanatsal uçlaştırma tutumu bile, bu çatışmanın artistik olarak bilincine vardığı ve onu sonuna kadar götürmeye çalıştığı ideolojik biçimlerinden biridir.

Mayakovski, daha ilk devrimcilik ve şairlik dönemlerinden itibaren Marx’ın bu önsözünü biliyor. Ve onu, aynı zamanda, yeni çağın toplumsal edebiyat güçlerinin gelişiminin önünde engel olan eski edebiyat anlayış ve prensiplerine karşı cepheden savaş açmak için kullanıyor. Hatta Puşkin ve Tolstoy bile fütüristlerin bu “skandal” olarak nitelenen saldırı ve alaylarından payını alıyor. Fütüristler eski edebiyatın dokunulmaz ve tartışılmaz sayılan kült isimlerine ve eserlerine saldırmakla kalmıyor, “Halkın Beğenisine Şamar” bildirgelerinden görülebileceği gibi asıl eski edebiyat çerçevesinde, dünyayı bir algı, anlama ve anlamlandırma tarzına, bir dünya görüşüne, eskimiş ve engelleyici bir yaşam ideali ve normlarına saldırıyorlar. Sorun ettikleri yalnızca bir edebiyat formunun yerine bir başkasını geçirmek değildir; ne düşünüldüğü ve hissedildiği kadar nasıl düşünüldüğü ve hissedildiğini değiştirmektir. Başka deyişle yalnızca edebi formu değil, asıl onun arka planındaki edebi üretim ve yeniden üretim tarzını değiştirmektir. Bu “her şeyi altüst etmek isteyen çocukça bir heves olmaktan çok, yeni çağın duygu, düşünce, estetik, beğeni gelişiminin artık içine sığmaz hale geldiği eski artistik üretim tarzının yıkılması ve ondan özgürleşmek iradesidir.” (Wölfflin)

Puşkin’i, Tolstoy’u alaya almak aşırılık mı? Evet, ama her devrimde aşırılıklar olur. Sosyal ve siyasal devrimler gibi onun bir bileşeni olan artistik devrimlerde de olur. Bu eskimiş ve toplumsal ihtiyaçlara artık yanıt vermediği ve yanıt verilmesinin de engeli olduğu halde halen dokunulmaz ve tabu özelliğini koruyan normları sarsmak, sınırları, eski kalıpları parçalamak için gereklidir. Eskinin hâkimiyeti yıkılmadan yeninin tohumları gelişmez.

Ardından bu ilk evrenin ölçüsüz uçkunlarını bir düzeltme evresi gelir: Yeni gelişip kendi ayakları üzerinde durmadan eski hakkıyla sorgulanamaz ve onda neyin yadsınacağı neyi özümsenerek aşılacağı tam yerine oturtulamaz. Mayakovski gibi Nazım da “Putları Yıkıyoruz!” kampanyasından bir süre sonra, olgunluk döneminde, bunun bir özeleştirisini vermiştir. Fakat bu kökten yıkıcı hamleye girişmemiş olsalardı, onlar yeni şiirin, sosyalist şiirin Mayakovski’si ve Nazım’ı olamazlardı.

Mayakovski için tipik olan, daha pek tanınmamış genç bir şairken, tüm edebiyat âlemini ve dahası dil uzattıkları ve çöpe atılmasını istediklerinin bir çoğu “ulusal değer” kapsamında olduğundan devleti, ve dahası halkın bunlara dönük bağlılığı ve bağımlı beğenisini karşısına almak pahasına, böyle cüretkar bir harekete girişmesidir. Çünkü Marx’ın Önsöz’ünü okumuştu! Çünkü toplumsal üretici güçlerin, yeteneklerin, ihtiyaçların, arayış ve özlemlerin, artık bu eski edebi üretim kalıp ve ilişkilerine sığmaz hale geldiğini, bunun sınıf mücadelesinin bir biçimi olduğunu ve yeninin eninde sonunda kazanacağını biliyordu! Ve Engels’in çok önceden söylemiş olduğu bir şeyi daha biliyordu: Aristokrasi gibi burjuvazinin de alabildiğine muhafazakârlaşmış olduğu, her türlü köktenci yenilikten ödü patladığı halde, işçi sınıfının özellikle de kendi sorun, istek, ihtiyaç ve özlemlerine hitap eden yeniliklere her zaman daha açık olduğunu!

Yanılmadı! Bir süre sonra yeni durum ve ihtiyaçları sezen, eski edebiyatta buna dair hiçbir şey bulamayan işçilerin de sempatisini kazanmaya başladı. İşçilerin 1905 devriminin ağır yenilgisinden sonra yeniden canlanmaya başlamalarının da bunda kuşkusuz etkisi vardı. Mayakovski’nin bunu yaparken kullandığı yöntemler ayrıca tartışılır, fakat bir şey var ki tartışılmaz: İnandığı dava yolunda tutkulu kararlı soluklu yılmak bilmez savaşım gücü ve hangi toplumsal güce dayanacağını bilmek! Mayakovski bütün gücüyle kitlelere, işçi sınıfına, onların değişen dünyayı kendi istek ve özlemleri doğrultusunda anlama ve yeniden anlamlandırma çabalarına hitap edecek, bir kitle şiiri üretim ve yeniden üretim tarz ve ilişkilerini bulup çıkarmaya hasrederken, işçi sınıfı da yeniden canlanan mücadeleleri içinde onu eğitti, olgunlaştırdı.

Mayakovski’nin en büyük sanat yapıtı olarak gördüğü Marx’ın önsözü, birçok şiirine girmiştir. Lenin destanında burjuvaziyi şöyle anlatır:

İnsan eti yedi,
insan kanı içti,
Şişti.
Kendi boyunu
aştı sonunda.
Çalışmaz oldu.
Niye? Köleleri çalışsın!
Ve koflaşıp serildi kaldı
tarihin yolunda
dünyayı kaplayan karyolasında.
Tıkadı bütün yolu geçidi,
bağlandı insanlığın eli kolu.
Onu havaya uçurmaktı,
kurtulmanın tek yolu!

Mayakovski ve Rusya edebiyatı

Aslında 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rus edebiyat ve sanatındaki -dünyada kısmen Fransa dışında bir benzeri olmayan- görülmemiş canlılık ve evrensellik, bir bütün olarak bu çatışmanın gelişiminin yoğunlaşmış artistik bir ifadesi ve yaklaşan devrimci fırtınanın ifadesidir: Puşkin, Lermantov, Nekrasov, Blok, Gogol, Gonçarov, Şçedrin, Çernişevski, Bielinski, Dobrolyubov, Çehov, Tolstoy, Dostoyevski…

Rusya’da bu müthiş edebi zenginliğin bir nedeni, Çarlık otokrasisinin katı baskı ve sansürünün açık siyaset olanaklarını sınırlandırması, siyaset, bilim, felsefe, ideoloji, sınıflar, arayışlar… hemen her şeyin kendini edebiyat ve sanat içinden ifade etmek durumunda kalmasıdır. Bu yüzden Rusya’da edebiyat ve sanat, büyük Fransız devrimi öncesindeki aydınlanma felsefesi ve edebiyatının oynadığı kadar önemli bir rol oynamıştır. Nitekim daha derindeki neden, Rusya’da çözülmemiş tarihsel toplumsal ekonomik demokratik sınıfsal ve her düzeydeki sorunların çığ gibi büyümesi ve çelişkilerin giderek keskinleşmesiydi. Lenin, Tolstoy’u demokratik devrimin, yani köylülüğün (yarım) aynası sayar, ama gerçekte, tüm bu büyük sanatçılar bir bütün olarak, toplumsal üretici güçlerin gelişimi ile üretim ilişkileri ve üst yapısı arasındaki, çeşitli sınıflar arasındaki büyüyen çelişki ve çatışmanın, doğrudan veya dolaylı artistik, duygular ve düşünceler alemindeki ifadeleriydiler.

Çünkü sanat, eskimiş toplumsal kurum ve ilişki biçimlerinin gelişen yeni toplumsal ihtiyaçlara artık yanıt vermediğini, -ancak bunun henüz yaygın ve gelişkin bir bilimsel kavrayış haline gelmediği ve bunu değiştirecek bir toplumsal gücün de henüz tam anlamıyla kendini gösteremediği koşullarda, genellikle bunu ilk sezen ve kendi yöntem ve araçlarında da buna uygun yenilikler yaparak ilk ifade eden, buna dair ciddi sorular sorarak çözüm aramaya çalışan, özgül bir etkinlik biçimidir. Sanatı gerçek sanat yapan da budur. Rusya’nın tüm büyük ve evrenselleşmiş sanatçılarının da, bu ön sarsıntılar ve büyüyen basınç koşullarında, çok çeşitli sınıf ve kesimler, anlayışlar ve arayışlar ve canlı, zengin, güçlü tipleştirmeler nezdinde, bu tarihsel-toplumsal durumu açığa çıkarmak ve canlı tablolarını çizmektir. Çağ dönümlerinde İtalya’nın bir Dante’si, İngiltere’nin bir Shakespeare’i, İspanya’nın bir Cervantes’i varsa, Rusya’nın büyüyen kriz ve çağ dönümünde Danteleri, Shakespeareleri, Cervantesleri adeta sayısızdır ve sanki topraktan fışkırmaktadır. Hissettikleri büyük ve yeni tarihsel-toplumsal sorunları, çelişkileri, resmediş biçimleri ve vermeye çalıştıkları yanıtlar, bulmaya çalıştıkları çözümler, yeni yaşam idealleri ne olursa olsun, tam oturmayan, huzursuz, tedirgin, gergin bir bekleyiş hali…

Bu gibi yeni çağ dönümü sanatında ve özellikle de Rusya edebiyatında epey tipik olan bir durum da şudur: Bir yandan insanın dünyaya bakışının değişmesi, yeni bir duygu âlemin açılması, diğer yanda ise artan toplumsal sıkıntı, huzursuzluk, iç gerilim… ile sanatçı ruhunun yeni, yüce ve sonsuz olanın içinde erimek özlemi (Wölfflin). Bu, Dostoyevski’de ve Tolstoy’un yaşlılık dönemi eserlerinde mistik, idealist, dinsel biçimiyle çok belirgindir. Ama Gorki bile bir dönem “Tanrıkur”culuk akımına kendini kaptırmaktan alamamıştır. Mayakovski’nin fütürizm dönemindeki şiirlerinde de, yeninin devselliği ve maksimalist imgelemlerinde vardır. Ekim Devrimi sonrasındaki şiirlerine de, şiirinin başlıca temasının ve kahramanın Ekim Devrimi, Sosyalizm, büyük proletarya ve kitleler olmasıyla, yüce ve sonsuz olan yeni yaşam ideali ve yaratıcılarının içinde vecd içinde duygusal olarak erime, bütünleşme özlemi olarak kendini gösterir.

Ancak bunun Dostoyevski veya Tolstoy’dan derin farkı, dini ya da mistik bir şey değil, son derece maddi, toplumsal, canlı, yaşayan bir tarihsel ve kitlesel-öznesel bir yıkıcılık ve kuruculuk etkinliği ve gerçekleştirilebilir bir yeni yaşam idealine, komünizme adanmışlıktır: Ne pahasına olursa olsun hareket ve bu doğrultuda ilerleme! Mayakovski’nin Ekim Devrimi sonrasındaki şiirlerinde, bu, giderek ustalaştığı somut edebi çözümleme ve ilerletici halkaları gösterme ile vecde varan maksimalizmi arasında sık sık bir gerilim olarak kendini gösterir. Bir yanda Ekim Devrimi’nin, yeni bir yaşamın yüceliği ve devasa, sonsuz ufku içinde eriyip gitme özlemi, diğer yanda gerçek durum ve bunun içinde bu doğrultuda dişle tırnakla ilerleme öğelerini bulup çıkarma gereği… Bu ikisini kaynaştırmayı başardığında, ortaya hakikaten insanın yüreğini hoplatan, başını döndüren bir enerji patlaması ortaya çıkar. Gerçekliğin somut edebi yeniden üretiminin de ateşi tutkulu gerçekçilik/gerçekçi düş gücü’dür.

Mayakovski’nin eski Rusya edebiyatıyla hesaplaşmadaki keskinliği bu açıdan anlaşılabilir. Bu edebiyat, toplumsal, siyasal, kültürel, bireysel her düzeydeki bunalımı hissetmiş ve yansıtmış, pek çok şeyi sorgulamış, ancak yeni bir yaşam amacı ve bunu gerçekleştirecek toplumsal güç konusunda ortaya hiçbir şey koyamamıştı. Koyamazdı, çünkü yalnız mevcut edebi formlar değil edebi üretim ve yeniden üretim ilişkileri/tarzı, buna elvermiyordu. Kitleleri, kitlelerin toplumsal çalışma, yaşam ve yönetilme koşullarını, bunlardaki değişimi, en önemlisi de kitlelerin eylemlerini, maddi üretimin ulaştığı gelişme düzeyi ve çelişkilerini kapsamına almıyordu. Koyamazdı, çünkü bütün bunları değiştirecek asıl toplumsal güç, proletarya, daha sınırlı bir oluşum sürecindeydi.

Bu edebiyat yine de büyük bir ilerleme, sorgulayıcılık, tutkulu bir arayış, büyük bir birikim içeriyordu; fakat Dostoyevski ve Tolstoy ile hem doruğuna çıkmış hem de kendi iç sınırlarına dayanmış ve özellikle de 1905 devriminden sonra iç çelişkileri, geriye kırılmaları belirginleşmişti. Bu iç sınır yalnızca kullanılagelen edebiyat araç ve yöntemlerinde değil, asıl dünyaya bakış tarzlarında, en ilerisinin ufkunun bile kapitalizm ve demokrasiyi aşamayışındaydı. Bu noktada Mayakovski’nin en çılgın hareketlerinin bile, kişisel mizacından kaynaklanan özgüllükler ne olursa olsun, onun başına buyruk ve keyfi yaklaşımları olmadığını, toplumsal-maddi temelleri olan, “her çağın her şeyi kapsayan genel gelişme ve değişimine tabi olduğunu” görürüz. Gündemde olan sosyalist kitle edebiyatı, devrimin edebiyatıydı, ve Mayakovski’nin fütürizm yankı ve sarsıntıları bile sadece buna bir hazırlık evresiydi!

Mayakovski ve Lenin Destanı

Türkçe’de ne yazık ki Mayakovski’nin Ekim Devrimi sonrası şiirlerinin halen pek azı çevrilmiş durumda. Türkçe’ye dünyanın bir çok büyük ve önemli şairinden seçme şiirleri kazandırmış usta çevirmen Sait Maden bile, Mayakovski’nin Ekim Devrimi öncesi fütürizm dönemi şiirlerini çevirmeye ağırlık verirken, Mayakovski’nin bu dönemini “çılgın, isyankar, bağımsız, özgür” şiir diye tanımlarken, Devrim sonrası şiirleri için “bağımsızlıklarını yitirdiler” deme pervasızlığını kendinde görebiliyor! Mayakovski’nin devrim öncesi şiirlerinin önemine karşın, onun asıl Ekim Devriminin, sosyalist devrimin, dünyanın halen görmüş bulunduğu en büyük devrim ve sosyalizm deneyiminin en büyük şairi olduğunu düpedüz gözlerden gizliyor. Tıpkı Nazım’ın komünist bir şair olduğunun gizlenmesi, komünist şiirlerinin yayın tekelini elinde bulunduran Koç’un Yapı-Kredi yayınları tarafından sansürlenmesi, düzen tarafından böyle evcilleştirilmek istenmesi gibi.

Mayakovski kendini asıl Ekim Devrimi’yle buldu. Ekim Devrimi’nin dünyayı sarsan büyüklüğü, kesin olarak proleter devrimler çağını açan yeni bir yaşam ufku, ileriye doğru attığı her adım kadar çetin zorlukları ve sorunları da, en iyi ifadelerinden birini Mayakovski’de buldu. Türkiye’de Mayakovski’nin Ekim Devrimi sonrası şiir ve diğer sanat çalışmalarının (tiyatro, sinema, resim, grafik, vd) büyük bölümünün bilinmemesi, Ekim Devrimi’nin yeterince bilinmemesi demektir. Çünkü Ekim Devrimi’yle birlikte açılan, kitlelerin, sınıfların, yeni eylemli duygu âleminin (bir eylemli düşünce âlemi kadar) bilinmemesi demektir. Sosyal devrimin yalnızca eski hükümet, iktidar ve mülkiyet ilişkilerini yıkmakla kalmayıp hayatta eskimiş, çağ dışı kalmış ne varsa hepsine, eski yaşam tarzına da, eski duygu ve beğeniler âlemine de, eski anlama ve anlamlandırma tarzına da son verdiğini ve değiştirdiğini bilmemek demektir. Mayakovski’nin Ekim Devriminin yalnızca tüm edebi-sosyo-psikolojik atmosferini yansıtmakla kalmadığını, Ekim Devrimi’yle birlikte “çağlara, Tarihe ve Evrene” seslendiğini, çağın büyük proleter devrimci gerçeğini dile getirdiğini bilmemek demektir.

Neoliberal kapitalizm ve postmodern zırvalığı işçi sınıfına, sosyalizme, Ekim Devrimi’ne, yeni bir yaşam özlem ve mücadelesine karşı on yıllardır öylesine bir kusmukçu saldırı yürüttü ki, sosyalist sanat da bundan fazlasıyla nasibini aldı. Sosyalizme, sosyalist proleter sanatına karşı on yıllardır süre giden karalamaları kabullenmek ama sosyalist devrimciliğin ilk ve belki de halen en büyük şairini incelememiş olmak da, Türkiye’nin pek “özgürlükçü” aydınlarının tuhaflığından biridir. Öyleyse buyurun, ilk ve son sözü “yeni ve daha güzel bir dünya özlemi sona ermiştir” olan post-modern edebiyatına: Cinci hocalara, sufizme, Şamanizme!

Mayakovski’nin Ekim Devrimi sonrası şiirlerinden Türkçeye çevrilmiş nadir biri olan Vlademir İlyiç Lenin destanının burada bir değerlendirmesine girmeyeceğiz. Yalnızca Lenin’in ölümü üzerine yazılmış şiirin, giriş bölümünden bir dizeyi vurgulamakla yetineceğiz:

Dünyada Lenin kadar canlı kimse yok!

Ekim Devrimi’nin 100. yıl dönümündeyiz ve bugün külliyen çürüyen dünya ve Türkiye kapitalizmi karşısında, toplumsal proletarya ve üretici güçlerin görülmemiş gelişmişliğiyle, yeni bir çağ dönümünün eşiğindeyiz.

Keşke sadece bunun için okusaydınız Mayakovski’yi!

14 Haziran 2022 Salı

SOVYET ROMANI | Suçlandı, Yargılandı, Mahkûm Edildi! Davayı Yeniden Açıyoruz

Ahmet AÇAN

İddianame: SSCB’de sadece proletaryanın kazanımlarını yücelten, günün gerçeklerinden değil, ortak ideallerin getireceği mutlu bir gelecekten bahseden, gerçeği süsleyip püslüyerek olduğundan daha güzel gösteren, komünizmin ütopyasına olan inancı sorgulamayan metinler yayımlanabiliyordu. Sosyalist gerçekçilikte mutlaka militanca tavır alan kahramanlar vardır. Edebiyat bir sanat değil, propaganda amacıdır. Sosyalist Gerçekçilik, yazarı Partinin yararlı gördüğünü yazmaya zorlayan bir Parti diktasından başka bir şey değildir. Özellikle 1930lu yıllardan itibaren bağnaz bir kahramanlığın, refahın ve mutluluğun kurallara uygun övgüsünden ibarettir. Sosyalist Gerçekçilik, rejime övgüler düzme ve pohpohlamayı yazarlara görev olarak yükleyen bir Parti emridir. Sovyetler Birliğinde yazarlar devlet memurudur.

Tüm bir Sovyet edebiyatını yukarıdaki iddianameyle yargıladılar ve mahkum ettiler! Şimdi davayı yeniden açıyoruz. Bu çalışmayı bitirdiğimde şu tweeti atmıştım: Güneş balçıkla sıvanmaz ifadesi doğru değil! Güneşi bayağı bayağı balçıkla sıvamışlar! Şimdi temyize gidiyoruz. İki şeye bakacağız, önce güneşin büyüklüğüne sonra ise sıcaklığına.

Güneşin büyüklüğü...

Öncelikle güneşin büyüklüğünü tespit edelim: Sovyet romanı için en temel kaynak en sonuncusu 1978 yılında yazılmış 9 ciltlik kısa edebiyat ansiklopedisidir. Ansiklopedi 12 binden fazla yazarın makalesi, 35 bin isim, başlık ve terim içerir. 1984 yılına gelindiğinde dahi Sovyet romanı sezonu yüzlerce yeni romanla kapatıyordu. 1936 yılında Moskovayı ziyaret eden Alman yazar Lion Feuchtwanger şöyle yazar:

“Sovyet insanlarının okuma açlığını tahayyül etmek çok zor. Gazeteler, dergiler, kitaplar, okuma iştahı zerre azalmaksızın, yutuluyor. Pravdanın matbaasını geziyordum. Dünyanın en verimlisi olan dev bir rotatif makinesinin etrafında dolaştık; iki saat içinde iki milyon basıyor. Makine, bir bütün olarak dev bir lokomatifin gövdesine benziyor ve insan onun seksen metre uzunluğundaki sonsuz platformu üzerinde sanki bir transatlantiğin güvertesi üzerindeymiş gibi geziyor. Bir çeyrek saat dolaştıktan sonra, makinenin yerleştirildiği hangarın yalnızca yarı genişliği kapladığı, diğer yarının boş olduğu gözüme çarptı. Nedenini sordum. Şimdi, diye söylendi bana yalnızca iki milyon tirajla basıyoruz, Ama elimizde beş milyon daha abone siparişi var. Kağıt fabrikalarımız gereksinimlerimizi karşılar karşılamaz ikinci bir makine yerleştireceğiz. (...) 1936 yılında Puşkinin eserleri 31 milyon adet basılmıştı! Baskı sayısını sınırlayan kağıt sıkıntısı ve matbaanın kapasitesidir. Bir yazarın kitaplarını normal bir günde herhangi bir kitapçı da bulmak mümkün değil; yeni bir baskı yayınlandığında alıcılar kuyruğa giriyor ve baskı, baskı sayısı 20.000, 50,000, 100,000 adet bile olsa birkaç saat içinde bitiyor. Sevilen yazarların kitapları, kütüphanelerde bunların sayısı 70.000 haftalarca önceden ısmarlanmak zorunda. Çok ucuz satılmalarına karşın oldukça değerliler ve bana paranızı açıkta bırakabilirsiniz, ama kitaplarınızı asla dendiğinde, bu bana şakadan biraz fazla geliyor.  (Lion Feuchtwanger, “Moskova 1937” sf:47-48)

Yani bizi inandırmaya çalıştıkları şey, hiçbir edebiyat değeri olmayan, sadece propagandadan ibaret bu kadar “çöpü” almak için Sovyet insanının deli gibi birbirini ezmesi! Üstelik bunlar Sovyetler’in en karanlık olduğu iddia edilen 30’lu yıllar. Mesela Sorbonne Üniversitesi Fransız Edebiyat Profesörü Jean Bonamourun Rus Edebiyatı” kitabında 1930lardan Stalinin ölümüne kadarki dönemi bir iki yazarla geçiştirilmiş ve Sovyet edebiyatının “rönesansı” kabul ettiği Hruşçov dönemine birden atlanıverilmiştir. Halbuki Sovyet romanının en iyi eserleri, sosyalist gerçekçiliğin klasikleri birazdan göreceğimiz gibi tam da o yıllarda verilmişti!

Edebiyat dergilerine baktığımızda 1990 yılında her bir sayısı 500 sayfa olan “Yeni Dünya” dergisinin tirajı 2.710.000, “Bayrak” dergisinin 1 milyon, “Gençlik” ise 3 milyonun üzerindeydi. Uzun yıllar New Left Rewiew’un yayın yönetmenliğini yapmış İngiliz gazeteci Anthony Barnett, 1987 yılında Sovyetler Birliği’ne yaptığı gezide şunları söylemekten kendisini alamaz: “Moskova’da Avrupa tiyatrosu müziği veya sineması üzerine bir tartışma, Paris’ten Milano’ya, Berlin’den Londra’ya öylesine bilgi yüklü ve kolaylıkla uzanır ki, Anglo Saksonları cehaletlerinden utandırır.” (Sovyetler’de Özgürlük sf: 132)

Konstantin Yuon-The New Planet (Yeni Gezegen) (1921)

Güneşi balçıkla sıvama...

Batı Edebiyatı uzun süre Sovyet edebiyatını yadsımıştır. Onlara göre Sovyet edebiyatı kendinden önce gelen Rus edebiyatından kopmuş ve her şeyi yakıp yıkarak havadan düşer gibi yeni bir edebiyat uydurmuş, buna da sosyalist gerçekçilik demiştir. Onlara göre tüm bir Sovyet Tarihi, tıpkı sosyalizm gibi aynı zamanda sosyalist gerçekçilik deneyiminin başarısızlığının tarihidir. Aslında ne sosyalizm ne sosyalist gerçekçilik başarılıydı. Bu öylesine muazzam bir propagandadır ki bizim Türkiyedeki en damardan komünistler bile sosyalist gerçekçiliğin kendinden önceki devasa Rus edebiyatının gölgesi altında başarısız kaldığını size itiraf edecektir! Batı edebiyatına göre kuşkusuz bunun başlıca suçlusu önce komünist devrim, sonra da Stalin’dir.

İddiaların kaynağı

Şimdi baştan sona bu iddialara bir bakalım: Batı’ya göre devrim sonrası edebiyatın altın yılları 20li yıllardır ve onlara göre en azından 1930lu yıllara kadar yine de göreceli olarak bir özgürlük rüzgarı esmekteydi. Ama 5 yıllık planların kabul edilmesiyle birlikte bir anda propaganda yazarlar dönemi başlamıştır. Peki neden daha önce değil? 1928’den sonra ne olmuştur? Bunlara ayrıntılı olarak değineceğiz. Bu yüzden Batı’da Sovyet romanı dendiği zaman neredeyse sadece sistemi eleştiren, kitapları yasaklanmış, sansüre uğramış yazarlar anlaşılır.

Bunda devrimden sonra yurt dışına kaçan bazı Rus yazarların etkisi büyüktür. Çünkü devrim festival giysileri içinde değil, aksine bir cerrah ya da kavgadan yeni çıkmış bir savaşçı gibi gelmişti. Bu kargaşa pek çok yazarı düş kırıklığına uğratmıştır ve Batı bu göçmenleri nitelikli olsun ya da olmasın el üstünde tutar. Ancak doğrusu Aleksand Kuprin ve İvan Bunin dışında Rus edebiyatına bir miras bıraktı denecek mülteci pek başka yazar da yoktur. Kuşkusuz bunlardan en önemlisi İvan Alekseyeviç Bunindir. Bunin Rusya’yı 1920de terk eder ve Parise yerleşir. Aslında iyi de bir yazar olmasına karşın romanlarında Sovyetlere karşı nefret ve 19. yüzyıl Rusyası’na özlem vardır. Hani şu tüm Rus klasiklerinde halkın ne kadar sefil yaşadığının anlatıldığı 19. yüzyıl... Ve kuşkusuz ki Batı 1933 yılında ona Nobel edebiyat ödülünü vermekte gecikmemişti. Ve bu Nobel ödülü de zaten yazar Fransa’ya kaçtığı için Sovyetlerin değil, Fransanın hanesine yazılmıştır. Bu arada İvan Alekseyeviç Bunin Sovyetlerde tamamen yasaklı da değildi. Gorki onu sever, eserlerine değer verirdi. Ayrıca ölümünden sonra tüm eserleri Sovyetler Birliğinde 9 cilt olarak basılmıştır.

Türkçe’de Sovyet romanı üzerine temelde iki adet kaynağımız var. Biri Ahmet Mümtaz İdilin 1984 yılında tek baskı yapan Sovyet Romanı”, diğeri ise edebiyat eleştirmeni Zelinskinin 1970 yılında yazdığı ama bizde 1978 yılında yayımlanan Sovyet Edebiyatı”. Her iki çalışmanın da şu an yeni baskısı bulunmamaktadır. Bu arada Jean Bonomaur’un “Rus Edebiyatı” ve 2018 yılında Gazi Üniversitesinde bir doktora tezi olan -internette pdfsi var- Sovyet Dönemi Rus Edebiyatı (1953-1992) çalışmalarını da inceledik. Özellikle bu iki çalışmanın yazılma amacı neredeyse tüm bir Sovyet edebiyatının Komünist Partinin mezalimi altında nasıl azap çektiği ve bu yüzden sanatsal ürünler veremediği üzerinedir. Biri Türk diğeri Fransız iki yazar da, daha çok göçmen edebiyatı ya da Sovyetler’de kalıp ama komünist olmayan yazarlarla, komünist olduğu halde sistemi eleştirmeye cüret etmiş yazarları konu edinir! Bunların dışında tüm bir Sovyet edebiyatının çöp olduğunu ima ederler! Öyle ki 1953-1992 yılları Sovyet edebiyatını konu alan bu akademisyen 523 sayfalık doktora tezinde 1965 yılında Şolohovun Nobel edebiyat ödülü aldığından bile söz etmemiştir!!!

Bu çalışmada mümkün olduğunca tüm iddialara objektif bir şekilde bakmaya çalışacağız.

Sosyalist Gerçekliğin kuruluşu

Sosyalist Gerçekçiliğin kurucusu, herkesin sandığı gibi Stalin değil, kimsenin bir türlü dil uzatmaya cesaret edemediği Maksim Gorki’dir. Gorki bu fikre nereden ulaştı? Gorki’nin yaşadığı dönemde eleştirel gerçekçilik, ondan önce natüralizm/doğalcılık akımı vardır. Natüralizmin en büyük temsilcisi bilindiği üzere Emile Zola’dır. Bizim sol yayınevlerinin kitaplarını basmak için sıraya girdiği Zolanın aslında bir seçkinci olduğunu ve Paris Komününden nefret ettiğini, Komüncülerin katledilmesini tamamen haklı ve meşru gördüğünü ve komüncüleri savunan yazar Viktor Hügo’yla girdiği polemikleri antre parantez ekleyelim!

Gorki’ye göre Zola’nın başını çektiği doğalcılık akımı gerçekliğin öldürülmesidir. Çünkü gerçeğe yalnızca ayna tutar, onu yansıtır. Bu ise yeterli değildir. Natüralizm gerçeği tüm korkunçluğuyla okuyucunun suratına çarpar. Bunun temellerine inmez. Bir diğer akım Lev Tolstoy’un başını çektiği eleştirel gerçekçiliktir. Eleştirel gerçeklik iyidir, hoştur ama Gorki’ye göre romanın sonunda kahramanların tek başına kalması kapitalizmden kurtuluşu simgelese de, bu kurtuluşun nereye varacağı eksik kalmaktadır. İşte sosyalist gerçekçiliğe ihtiyaç buradan doğar. Sosyalist gerçekçilik natüralizmin tersine dış çevrenin insanları etkilediği ve ona boyun eğmemenin insanın elinde olduğunu tezini savunur. Lenin bu konuda şöyle yazar: “Biz komünistler elimiz kolumuz bağlı kalamayız, kargaşalık ve belirsizliğin bildiği gibi gelişmesine izin veremeyiz. Bu süreci bilinçli bir şekilde yönetmek ve sonuçlarını biçimlendirmek zorundayız.” (Aktaran Zelinski, Sovyet Edebiyatı, sf:56-57) Güdümlü sanat konusunda da Lenin şunları söyler: “Bir toplumda yaşamak ve ondan bağımsız olmak mümkün değildir. Burjuva yazarının, sanatçının, artistin özgürlüğü maskelenmiş bir bağımlılıktan, kendisini gizleyen bir bağımlılıktan başka bir şey değildir. Bu bağımlılık altın kesesine, kendisini besleyene, dejenere edene bağımlılıktır. (aynı eser, sf:59)

Kopuş var mı?

Aslında sosyalist gerçekçilik ve Sovyet romanı, Lev Tolstoy’un epik roman geleneğini tüm temelleriyle, üslubuyla, lirizmiyle vb birlikte alır ve onun yarım bıraktığı yerden yoluna devam eder. Asla bir kopuştan söz edilemez. Neredeyse tüm bir Sovyet romanı lirik nehir romanlar geleneğini izler. 1965 yılında Nobel ödülü almış Şolohov’un 4 ciltlik Durgun Don ve iki cilt Uyandırılmış Toprak, Konstantin Fedin’in İlk Sevinçler, Olağanüstü Bir Yaz, Alev (1. kitap Salgın, 2. kitap Saat Geldi) Aleksey Tolstoy’un 3 ciltlik Azap Yolları ve yine 3 ciltlik Büyük Petro, Ehrenburg’un Paris Düşerken, Fırtına, Dokuzuncu Dalga (Dipten Gelen Dalga olarak çevrilmiştir), Gürcü yazar Konstantin Gamsagurdia’nın 3 ciltlik “Ayın Kaçırılması”, 4 ciltlik “İnşaat İşçisi Davi”, Paustovski’nin 20. yüzyılın ilk 50 yılındaki tüm Rusya’yı anlattığı 6 ciltlik romanlar dizisi,  Fadayev’in 5 ciltlik “Udegeler’in Sonuncusu” vb örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Ekim Devrimi’nden sonra onlarca edebiyat kulübü açılmıştı. Bunlardan en büyük iki tanesi Mayakovskinin liderliğini yaptığı Sol Sanat Cephesi Lef, diğeri ise Proleter Yazarlar Birliği Papp. Ünlü yönetmen Eisenstein’nın da bulunduğu Lef de fütüristler, kontrüktivistler, biçimciler vb gibi pek çok akım da yer alıyordu.

İç Savaş Döneminde Edebiyat

1917 sonrasında hemen başlayan bir iç savaş ve akabinde NEPin devreye girmesi pek çok komünistin kafasını karıştırmıştı. Devrim sosyalizme mi evrilecek yoksa Rusyada kapitalizm mi kazanacak belirsizdi. Bu dönem yapıtlarında özellikle bu kafa karışıklığının izlerini görürüz. Örneğin yazar Boris Pilniakın kahramanları, ülke savaşın, açlığın, yıkıntıların pençesindeyken doymak bilmezcesine aceleyle sevişirler, ölüme yakın olmak onların şehvet dolu yaşama açlıklarını daha da arttırır. İç savaşın çelişki ve karmaşasını anlatan Pilniak hikâyelerinde Bolşevik prensleri ve din adamlarını, vali olan mujikleri, gece bekçisi olan valileri, komünist olan anarşistleri, şehir sokaklarında gezen ayıları, komünizmi hayal eden sarhoşları ve sarhoşluğa gömülen komünistleri anlatır. Romanları okuru devrimci Rusyanın paradokslarıyla sarsar. Başlıca eserleri: “Ölümün Büyüsü”, “Kurtlar ve Makinalar”, “Çıplak Yıllar”, Üçüncü Başkent”dir.

Bu dönemde gerek genç, gerekse yaşlı kuşak olsun en fazla ilgi duyulan konular iç savaş konularıydı.  Erken dönem sosyalist gerçekçiliği ilk klasikleri, Furmanov’un “Çapayev” (1923), Aleksandr Serafimoviç’in Ekim Devrimini anlatan ilk romanlardan biri olan “Demir Tufanı” (1924) (Türkçeye 1974 yılında çevrilmiştir) ve Fadeyevin Bozgun (1927) (1968 yılında Türkçeye Partizanlar adıyla çevrilmiştir.) kabul edilir. Bu kitapların muazzam başarı kazanması, daha sonra Sosyalist gerçekçilikte kahraman sorununu ortaya çıkartır ve türü gelenek haline getirir (Ancak Fadeyev’in “Bozgun”unu bu kategoride değildir). Öyle ki bir süre sonra yazılan her yapıt kadar halk kahramanı ortaya çıkmaya başlar ve bu da gerçekçi değil, destansı yapıtların ortaya çıkmasına neden olacaktır. Ancak bu roman türüne karşı da Sovyet romanında çok güçlü bir karşı roman dalgası ortaya çıkar.

20’li yıllar...

Yine 1924 yılında Konstantin Fedin’e uluslararası ün sağlayacak olan Kentler ve Yıllar romanı, Sovyet edebiyatında devrim ve savaş yıllarındaki aydın kesimi anlatan ilk romandır. Roman sondan başlar, başa doğru ilerler. Biçimi ve kuruluşuyla çok özgün bir eserdir.

Bu dönemde Aleksey Tolstoy’un “Nevzerov’un Serüveni” (1923) bizde 1965 yılında Bozgun adıyla yayımlanmıştır, romanda 1917-1919 yılları kargaşası ve bu arada Baltıktan Odessaya oradan da İstanbula kadar uzanan Nevzorovun anıları vardır. Eserde devrim sonrası ortaya çıkan eski düzen kalıntılarının bir süre direnmeyi başarabilmeleri ve sonunda sürgün yolunu seçmeleri anlatılır.

Sosyalist gerçekçi romanın temel direklerinden biri olan Aleksey Tolstoy (1883-1954) en fazla okunan yazarlarından biri, Sovyet edebiyatın best seller’ıdır. Ölümünden sonra toplu eserleri çok kısa süre içinde iki baskı yapmış, her baskıda 600 binden fazla satılmıştır. Aleksey Tolstoy okuru, renkli anlatımının neşeli hareketliliğinin peşinden sürüklemeyi, anlatımının sadeliğiyle büyülemeyi başarır.  Aleksey Tolstoy’un kalemi daha çok Puşkin geleneğine bağlıdır. Örneğin üç ciltlik “Büyük Petro” romanı, Şolohovun Durgun Don romanıyla birlikte Ekim devrimini izleyen elli yılın doruklarından biridir. Bu kitabın en şaşırtıcı yönü, 17. yy sonlarının günlük hayatıyla ilgili olayların ve dilinin gerçeğe uygunluğu, tiplerin sanki Tolstoy, yazdığı her şeyi gözleriyle görmüş izlenimi uyandıran canlılığıdır.

A. Tolstoy’un bir başka büyük eseri de, üzerinde yirmi yıl çalıştığı ve Almanya ile savaşın başladığı 22 Haziran 1941 yılında bitirdiği üçlemesi Azap Yoludur. ("İki Kız Kardeş", "Yıl 1918" ve "Kederli Sabah" isimleriyle Türkçe’ye çevrilmiştir. Kitabın yeni baskısı yok) Roman yeni Sovyet devletinin acılar içindeki doğumunu anlatır. Anarşizmin kitapta böylesine fazla yer tutması rastlantı değildir. Çünkü Tolstoyun temel sorunlarından biri, her birimizin içinde yaşayan bireyci iradeye karşı ne yapılabileceği sorunudur. Ve yazarın verdiği sonuç, kendi başına bırakıldığında anarşi eğilimlerinin ancak faşizme varacağıdır. Tolstoy’un bu romanındaki kadın kahramanları, Turgenyevi hatırlatan bir zerafet ve manevi çekiciliğe sahiptir. Ayrıca roman 2018 yılında Rusya tarafından dizi olarak çekilmiştir. İnternette Türkçe altyazılı olarak mevcuttur. (Azap Yolları - Dizi izle | Halkın Sineması (halkinsinemasi.com) )

1920 yılları Sovyet edebiyatının iç savaşı konu alan en iyi eserlerden biri Aleksey Tolstoyun Engerek Yılanı”dır. Bu romanında Kazanlı bir tüccarın kızı anlatılır. Nasıl ki Lev Tolstoyu okumadan eski Rusyayı anlamak ve tanımak mümkün değilse, yeni Sovyet Rusyayı ve edebiyatının nasıl geliştiğini anlamak da Aleksey Tolstoyu okumadan mümkün değildir.   

Bunun dışında belgesel niteliğinde olan ve yabancı dillere de çevrilen Gladkov’un “Çimento”sunu (1925) – Türkçe’ye de çevrilmiştir – sayabiliriz.

Sosyalist Gerçekçiliğin en büyük başarısı halkın içinde var olan potansiyelin uygulanabilirliğini göstermesidir.

O yıl ülke yerinden sıçradı...

NEP döneminin sona ermesi ve 1928 yılında ilk 5 yıllık planın uygulanmasıyla Sovyet devleti yeni bir aşamaya geçer. Bir kere artık seçilen yolun sosyalizm olduğu NEPin tasfiye edilmesiyle netleşmiştir. Artık gidilecek yol bellidir. NEP döneminde pek çok yazarın ana konusu Devrim nereye gidiyor? sorusuyken, ve bu yüzden yarattıkları kahramanlar çoğunlukla (az çok örtük ve farklı biçimlerde) bir geri çekilme tavrını yansıtırken, artık soru farklı bir biçimde gündeme gelmektedir. Önceki dönemde devrim süreci iki yöne de açık, çelişkili bir süreç gibi görünürken ve sosyalist öğeler henüz kapitalizmin kalıntılarıyla boğuşurken, şimdi artık devrimcilerin zaferi kesinleşmekte, elle tutulur hale gelmektedir. Aleksandr Bezimenski zamanın gerisinde kalmaktansa, parlak bir kafiyeden vazgeçmek yeğdir sloganını atar. Önce 1928 yılında Lef, daha sonra 1932 yılında Papp dağıtılır. Yerine tüm yazarları kapsayan bir çatı örgütü Sovyet Yazarlar Birliği kurulur.

1932 yılının Ekim ayında Stalinle birlikte pek çok yazar Gorkinin evinde toplanır ve ilk kez seçilen edebiyat yolunun adı konur: sosyalist gerçekçilik. Sosyalist devlet dünya tarihinde görülmemiş bir atılım yoluna girmiştir ve komünist yazarlar bu atılımı belgelemelidirler.

James von Geldern-Socialist Realism

“Yaratılışın Onuncu Günü” romanında Ehrenburg O yıl ülke yerinden sıçradı” diye yazar: Lokomotif vagonları basınç altında adeta patlıyordu. Bir gece içinde tren istasyonlarına, sihirli dağlar gibi, sepetler, bavullar, denkler, karmakarışık sefil görünümlü eşyalar yığıldı. Yerleşik hayat sona ermişti. İnsanlar hareketlenmişlerdi ve artık onları hiçbir şey durduramazdı”.

SSCB, İngilterenin 200 senede ulaştığı ağır sanayi hamlesine 25 senede ulaşacak ve dünyanın en büyük ikinci ağır sanayi ülkesi haline gelecek hamleyi başlamıştı. Bu, tek başına bir Partinin üstesinden gelebileceği bir iş değildi. Uçsuz bucaksız topraklara sahip SSCBde herkese olduğu gibi komünist yazarlara da görev düşer.

Valentin Petroviç Katayev, bir mıknatıs fabrikasını gezdikten sonra yazdığı Zaman, İleri (1933) romanında şöyle yazar: “Bir ağır işçinin tulumu, bir komsomol kızın başörtüsü ve sandalları, bir şok taburunun sancağı, üzerinde kaplumbağa veya lokomotif resimleri olan ilkel, çocuksu afiş, delik balık ağı, bizim için Dantonun koyu renkli kostümünden, Demoulinin yere düşmüş sandalyesinden, bir Frigya başlığından binlerce defa daha güzel ve değerliydi... Bu romanda ayrı ayrı iş kollarında bulunan kişilerin örgütsel ve ahlaksal sorunlara çözüm bulmak için gösterdikleri çaba anlatılır.

Yazarlar sosyalizm arabasını kovalar...

Artık yazarlar sosyalizm arabasını kaçırma telaşına düşmüşlerdir. Veşhenskaya bölgesinde kolektif çiftliklerin kurulup oturmasına bizzat katılan Mihail Şolohov, “Durgun Don”un 3. cildinin yazımına ara vermiş, Uyandırılmış Toprak romanına başlamıştır. Ancak dönem öylesine hızlı ilerlemektedir ki Şolohov romanı bitirdiğinde olayların gerisinde kaldım hissine kapılır: “Bir ikilem karşısındaydım” diye yazar. “Bu ikilem okuru şu anda ilgilendiren temel sorunun yazımını biraz önce bitirdiğim sorun olmadığı duygusuydu. Henüz kolhozların nasıl kurulduğunu anlatmaya vakit bulamadan, iş günü ekipleri sorunu gündeme geliyor, olaylar kişileri aşıyor, kamçılıyordu. Görevimizin asıl güç yanı buydu.” Yüzlerce yazar günün, anın, olaylarına eğildiler.

Zorlama yok

Gladkov, Dinyeper elektrik santralinin kuruluşunu anlattığı “Enerji”yi (1933) romanının başına Goethenin Faustundan şu satırları koyar: Burada insan kendini yaratır.” 1930 yılında Türkmen hükümetinin daveti üzerine aralarında Tikhanov, Leonov, Lugovski, Sannikov gibi ünlü yazarların da bulunduğu bir yazarlar ekibi Türkmenistana gider ve döndükten sonra on ayrı kitap yazar. Türkçe yazında kimsenin adını dahi duymadığı ama Sovyet romancılığının Fadeyevle birlikte başlı başına önderi olan Leonid Maksimoviç Leonov, Türkmenistan’da gördüklerini “Çekirgeler” romanıyla anlatır. “Çekirgelerde Sovyet edebiyatında ilk kez görülen doğaya karşı yapılan mücadele vardır. Sosyalist gerçekçi metod açısından bakıldığında modern Türkmenistan hakkında en iyi fikir veren başarılı eserlerin bu geziden sonra verildiği görülmüştür. Yazarların her biri bu yolculuktan içeriği zenginleşmiş olarak döner. Peki bu Batıda eleştirildiği gibi Partinin yararlı gördüğünü yazmaya zorlama” şeklinde yorumlanabilir mi? Bir kere bu yazarların her biri zaten inançlı birer komünisttir ve Batı tarafından anlaması zor olsa da (!)  bu işe gönüllüdür. Bir zorlama yoktur. Örneğin bugünlerde yayıncılarımızın keşfettiği Andrey Platonov, komünizme inanmadığı için bu tür gezilere katılmaz. Makalelerinin birinde Gorki, yeni gerçekçiliğin, yeni sosyalist yaşantıyı işlemek anlamına geldiğini yazmıştır. Olan şey komünist yazarlarla birlikte edebiyatın tabandan planlanmasından, yönlendirilmesinden, güçlendirilmesinden başka bir şey değildir.

Konstrüktivist şiirleri bir yana bırakarak sosyalizm için savaşan edebiyat ordusuna katılan Boris Agapov, “Teknik Hikayeler”de şöyle yazar: “Evet, bu gerçek bir cephe idi. Çamurun ve soğuğun içinde, insanlar siper kazıyor, çukurlar açıyor, beton makinelerinin etrafında karınca gibi kaynıyor, çekiçlerin mitralyözüyle ateş ediyorlardı. Onlar birlikteki askerler gibi yaşıyor, sabahın erken saatlerinde kalk borusu çalıyor ve herkes yerini alıyordu... Devrimin ikinci kuşağı savaşa çimento dumanları arasında gidiyordu. Onlara ekskavatörlerin tankları yol açıyor, betoncuların topları, kazanılmış mevzileri çimento ile kaplayarak yollarını sağlamlıyordu. Ne mutlu geri kaçmama gücünü kendilerinde bulanlara! Ne mutlu o sırada, ülkenin en güç anında, bu savaşa katılan ve tüm hayatları boyunca artık bir daha kaçmalarına, kaytarmalarına imkân vermeyecek olan o anılar madalyasını yüreklerinin üstünde taşıyacak olanlara.

Sanat propaganda için midir?

Sosyalist gerçekçilik, “sanat propaganda içindir” anlayışındadır dedikleri genelde bu tür yapıtlardı ama sosyalist gerçekçilik yalnız bu çalışmalardan ibaret değildir. O yıllarda yer alan dört eğilimden yalnızca biridir bu. İkinci eğilim tarih bilincinin güçlendirilmesi, üçüncüsü edebi tür olarak denemenin egemenliği, dördüncüsü sade anlatımın yoruma üstünlüğüdür. Aslında seçilen sanat yöntemlerini belirleyen MKnin emirleri değil, beş yıllık planın uygulandığı dönemin genel havasıdır.

Örneğin Stalinist olmasına karşın üslup anlamında Sovyet roman geleneğine en aykırı isimlerden biri Leonid Maksimoviç Leonov’dur. Leonov, Sovyet romanındaki Tolstoy-Çehov geleneğinin aksine Dostoyevski geleneği çerçevesinde insanların iç dünyasını yazar. Sağlıksız kişileri Dostoyevski kadar ustaca işlemiştir. Onun da tıpkı Dostoyevskinin Mişkin, İppolit gibi, Vehşin, Firsov gibi kahramanları vardır. İnsanların iç dünyalarını anlatmada Dostoyevski kadar başarılıdır. Adını duyuran yapıtı Kunduzlar (1924), “Önemsiz Bir Adamın Sonu, Kovyakinin Notları”, “Çekirgeler. Leonov arayış içindeki tedirgin ruhları anlatır. Hırsız (1927) NEP döneminin çelişkilerini anlatır. Taşra Öyküsü” (1928), Untilovsk (1928), Mujikler Üzerine İnanılmaz Öyküler (1928) ülkede kargaşalığın sürdüğü ve yapılan kimi işlerin yanlışlığını anlatan yapıtlardır. “Soti”de bilinçsiz bir kişinin gözüyle yeni düzenin kuruluşunu anlatır. Leonov’un kişileri sıradan kişilerdir. “Okyanus Yolu”nda fantezi ile gerçeği birleştirmiştir. Ayrıca Dostoyevskiden farklı olarak doğaya tutkun bir yazardır.

Sovyet romanında Dostoyevski

Yine erken dönem eserlerinde Dostoyevski etkisi hissedilen bir başka yazar Aleksandr Georgiyeviç Malışkin’dir. (1892-1938) En ünlü romanı “Ücra Köşenin İnsanları” bir yol/kaçış romanıdır.

Dostoyevski’yi andıran içsel çözümlemeler yapan bir başka yazar da Aleksey Tolstoy’dur. Gerçi Aleksey Tolstoy bilimkurgu dahil anlatı sanatının hemen her türünde yapıtlar vermiş bir yazardı. Zelinski onun için, “insanı Dostoyevski tarzında ele alır, onun insanı tarihin yaratıcısı değil, yaratıcılığın merkezi olan soyut insandır diye yazar.

Konstantin Fedin’in “Kardeşler” (1928) romanında da Dostoyevski soluğu duyulur. Batı’da Dostoyevski, varoluşçu ardıllarının yaptıkları gibi tek yönlü anlaşılmış, özellikle ondaki akıl dışı çelişkilerin muazzam anlatımına vurgu yapılmıştır. Oysa Dostoyevski’nin dehası, zayıflar ve ezilenler için duyulan büyük merhamette ve insan ruhunun diyalektiğinin dahiyane anlatımındadır.

Sovyet romancılığının Leonovdan sonra diğer önderi Aleksandr Aleksandroviç Fadayev’dir. En önemli romanı ve sosyalist gerçekçiliğin ilk dönem klasiklerinden biri olan “Bozgun”da- biz de “Partizanlar” adıyla 1968 yılında yayımlanmıştır. - göstermeye çalıştığı şey, proleter devrimin mimarlarının, diğer insanlardan görünüşte hiç farklı olmadıkları, onları güzelleştirmeye, yüceltmeye gerek olmadığıdır. Romanın kahramanları çoğunlukla silik, cahil, kusurları ve ön yargıları olan kişilerdir. Fadayev bu romanında toplumsal başkaldırının burjuva bireysel ayaklanmasından farklı olduğunu gösterir. Roman, yurtdışında da yayınlanmış, en az yirmi farklı dile çevrilmiştir.

Fadayev’in başlangıçta 6 cilt olarak tasarladığı ama 5 cildini yazdığı Udegelerin Sonuncusu isimli bir nehir romanı vardır. Udegeler, Sikhot-Alin dağlarında yaşayan ve yaşama tarzlarında ilkel komünizmden izler kalmış küçük bir avcı kabilesidir. Kitap, yirminci yüzyılın tarih sahnesinin en önüne ittiği sosyal güçlerle, ekonomik ve manevi bakımdan geçmişe bağlı kalan güçlerin psikolojik ve ahlaki açıdan incelenmesini konu edinen büyük bir epik tablodur. Eskiye bağlı güçler, kaybolup gitmezden önce, çevrelerinde ne varsa yıkmaya ve zehirlemeye, devrimin örsünden yeni çıkmış olan yeni dünyaya darbe vurmaya çabalar.

Diğer ünlü romanı Genç Muhafız (1945)’da işgalci Alman güçlerine karşı Ukraynanın bir kentindeki gençlerin mücadelesini anlatır.

Tüm bir 19. yy klasik Rus edebiyatı, Rus karakterini pasif, kendini kadere bırakan, dinsel tevekkül içinde sonsuz bir tembellik içinde resmetmişti. Gonçarovun Oblomovu, Tolstoyun Savaş ve Barış”taki Karatayevi, Turgenyevin Bir Avcının Notları”ndaki Kaliniç’i ya da Şçedrinin Golovlev Ailesi” bunlara örnektir. Zelinski’ye göre, devrim Rus halkının karakterini arındırır ve Rus karakteri hakkındaki eski efsaneyi yıkar. Özellikle de 1930 yıllarında milyonlarca insanın hayatına yeni bir anlam ve amaç kazandırmıştır. Sosyalist Gerçekçiliğin suçu, kendisine bu olguyu yansıtmayı hedef koymasıdır! Pazolininin insan bugünün dünyasında nasıl yaşamalı sorusuna doğrudan cevap veren edebiyatı sevmiyorum yorumuna Zelinski şöyle yanıt verir: Bizim hoşumuza gitmeyen ise varoluşçu edebiyat veya Fransadaki Yeni Roman dalgası, Camus, Sarraute, Robe, Grillet gibi zihnin tüm hareketini bir gramofon sadakatiyle kaydetme yarışı içinde olanlardır. Ama insan ruhu kardiogram değildir.

Sovyet romanında kahraman

Bu anlamda Sovyet romanında kahraman kavramı da git gide farklı bir evrim geçirir. Zelinski şöyle der: Sovyet edebiyatında kahraman kavramının özü, kahramanı kitlelerden ayıran özelliklerin kaybolması ve tüm topluma, tüm Sovyet halkına özgü çizgilerin bu özelliklerin yerini almasıdır. Söz konusu olan kahramanın küçük sıradan adam düzeyine inmesi değil, küçük sıradan adamın kahraman düzeyine yükselmesidir. Bu zamana kadar kahramanlık ilkesinin taşıyıcı kişisi öncü işçi, Bolşevik, yani, küçük bencil dünyalarına gömülmüş bir sürü insan arasında bir azınlık, bir istisnaydı. Komünizm bir yana bırakılacak olursa, dayanışma duygusundan, kolektif duygudan soyutlanırsa, bu kahramanın hiçbir çekiciliği ve ışığı kalmaz.

Kahraman kavramı git gide Şolohovda olduğu gibi sıradan insanların günlük yaşamlarına dönüşmeye başlar. Roman kahramanları olumlu ama aynı zamanda da kusurludur. Keza Ehrenburgun Paris Düşerkenin baş kahramanı Lucien, sıradan bir burjuvaya dönüşür. Yine Aleksey Tolstoy Azap Yolları”nda geleneksel kahraman tipinin dışına çıkar.  Sovyet romanı en seçkin örneklerinde kahramanlık sorununu aşmıştır.

Ayrıca yeni düzeni en çabuk özümseyen yazarların eserlerinde düzmece bir coşkuya rastlanmaz. Örneğin Konstantin Georgiyoviç Paustovski (1892-1968). Sovyet yazarlar arasında çizgisi en farklı yazarlar arasındadır. Nobel’e de aday gösterilmiştir. En önemli yapıtı Kolhida (1934) (Türkçe’ye 1979 yılında “Bataklık adıyla çevrilmiştir) Kolhida kasabasındaki bataklık kurutma çalışmalarını konu alır.  Paustovski için omurgasız ideoloji çökmeye mahkumdur. Bu nedenle yapıtlarını kuyumcu titizliğiyle işlemiş ve sanatsal öğeleri hiçbir yapıtında geri planda bırakmamıştır. Yazar tüm Rusyayı karış karış dolaşmış, 2. Dünya Savaşı sonrası, 20. yüzyılın  ilk 50 yılındaki tüm Rusyayı anlattığı 6 ciltlik otobiyografik romanı Uzak Yıllar (1945)  “Tedirgin Gençlik” (1955) -bu iki eser de 1975 yılında aynı adlarla Türkçeye çevrilmiştir Bilinmeyen Bir Yüzyılın Başlangıcı” (1957), “Büyük Bekleyiş Zamanı” (1959), Güneye Hamle (1960), “Ülkeyi Gezinti” (1963) yazmıştır.

Yuri Solomonoviç Krimov (1908-1941): İlk öyküsü Kahramanlıkda genç Sovyet pilotlarının eğitimini konu alır. Ama asıl tanınmasına yol açan ve Sovyet romancılığının en iyi yapıtlarından biri kabul edilen Derbent Tankeri (1938) yirmiden fazla baskı yapmış, 1941 yılında filme çekilmiştir ("Kızıl Tanker" adıyla 2019 yılında Yazılama Yayınevi tarafından Türkçe'ye kazandırılmıştır). Roman insanın makineleşmesine, sistemin insan yaşamına getirdiği yeni olanaklara bilinçsizce katılımına, düzenin iyiliği için çalışmanın bir coşku işi değil, bir bilinçlenme işi olduğunu anlatır. 1941 yılında yayımladığı Mühendis romanında, bürokrasinin yeniden canlanışı ve memurluk kariyerizmi işlenir.

Fyodor Panferov 4 ciltlik “Direkler” (1928-1937) romanıyla devrimde Rus köylülüğünün izlediği yolu anlatır. Roman Neşe arayışı” adıyla filme de çekilmiştir.

İkinci Dünya Savaşı’nda yazarlar cephede

Ve yıl 1941. Nazi Almanya’sı Sovyetlere saldırır. Çoğu yazar cepheye gider ve yüzün üzerinde yazar da cephede hayatını kaybeder. Sovyet savaş edebiyatı dünya edebiyatında zirvedir. Türkçe’ye en fazla çevrilen yazarlardan biri olan Boris Nikolayeviç Polevoy, İkinci Dünya Şavaşında Kızıl Ordu’da savaş pilotu olarak görev yapmıştır. Tüm kahramanları gerçek hayattan alınsa da, kahraman kavramını Sovyet edebiyatına yeniden soktuğu için pek iyi anılmaz. “İnsanlık Uğruna”, “Ve o döndü”, “Altın” (2 cilt) Türkçe’ye çevrilmiştir.

Türkçe’ye bir başka sık çevrilen yazar, 1941 yılında Nazilere karşı savaşırken hayatını kaybeden ve daha çok Sovyet çocuk kitaplarıyla tanınan Arkadi Gaydar’dır. Okul (1930), Bir Trompetçinin Kaderi (1939), Timur ve Bölüğü” (1940) Türkçeye de çevrilmiştir.

Viktor Nekrasov’un “Stalingrad Siperlerinde” (1946), kişileri olduğundan daha güzel göstermeye korkan bir roman olarak dikkat çeker.

Üç kez Stalin ödülü almış Vera Panova’da yine Türkçe’ye çevrilen yazarlardandır. 2. Dünya Savaşı’nın en şiddetli günlerinde Sağlık Bakanlığı tarafından çok sayıda hastane tren tahsis edilir. Bu hastane trende çalışan sağlıkçıları anlatan “Sputnik” (1947) – Yol Arkadaşları adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir – Kadın işçileri anlattığı “Krujliha” (1948)  İleri Bakmak adıyla Türkçeleştirilmiştir Savaş sonrası bir köyü anlattığı “Parlak Kıyılar (1949) Stalin ödülleri kazanmıştır. Panova, Sovyet romancılığında kahraman kavramının değiştiğinin somut kanıtıdır. Romanda kişilerin kahramanlık gösterilerine rastlanmaz. Kişilerin yaptıkları işler okurun romantik duygularını ve heyecanlarını harekete geçirir ama sanki okurun kendilerini kahraman kabul etmesini istememektedir.

Yine 1949 yılında Stalin ödülü alan Vasili Nikolayeviç Ajayev’in “Moskova’dan Uzakta” romanı olumlu-militan kahraman anlayışına karşı bir romandır. Romanın baş kahramanı kolektivitenin kendisidir. Ajayevin romanında her şey o yılların gerilimini yansıtır. Yazar sanata elverişli görünmeyen, iç açıcı olmayan olayları, örneğin Parti konferansını, mühendisler arasındaki teknik tartışmaları dramatik bir tarzda anlatmayı başarmıştır.

Bir başka Stalin ödülü sahibi Pavel Filipoviç Nilin tamamen farklı, sürükleyici, dramatik, macera hikayeleri yazarıdır. Onun hikayeleri Batı’daki kan ve cinayet kokan kara romanlara benzemez. Ön planda olan caniler ve polisler değil, hatta olaylar bile değil, kişilerin Sovyet yasalarını çiğnemelerine yol açan psikolojik ve felsefi nedenlerdir. Düzenin aksayan yönlerine parmak basar. İlk kitabı Bir Adam Dağa Gidiyor (1936) Donbaslı maden işçilerini anlatır. Savaşın Gölgesi Türkçeye çevrilmiştir. Bay Çeprakovanın Anıtı” (1940) 41de Stalin ödülü kazanmıştır. Diğer kitapları Gaddarlık, Deneme Süresi, Mezarlar Arasında, Sevgili Kız (Bu eser Varya Luna ve ilk kocası” adıyla filme çekilmiştir.


Sovyet halklarında yazar patlaması

Sovyet romanı dedik ama hep Rus yazarları andık. Halbuki Ekim devriminden sonra doğru dürüst bir edebiyat geleneği olmayan Sovyet halkları yazar patlaması yaşar. SSCB’nin çeşitli halkların bağrından (1934-1954 arası yirmi yıl içinde) çıkan ve Rusça’ya çevrilen yazarların sadece bibliyografyası 750 sayfa tutmaktadır. Sadece 1934 yılında Tatarca 145 yeni eser yayımlanmıştır. 1961de bu sayı 2057ye çıkmış, bu kitaplar toplam 24 milyon baskı yapmıştır. Gürcü yazar Cagaşvili şöyle yazar: “Son on-on beş yılda yayınlanan Gürcü eserlerinin toplamı, Gürcü halkının üç yüz yıllık tarihi boyunca yayınladığı eserlerden fazladır.” Hatta 1930’lardan önce yazıları bile bulunmayan Büryatlılar, Tüvalılar, Nenet, Oset, Çihan, Gülyak edebiyatı ortaya çıkmıştır. Kısacası sosyalizmde, kapitalizmde olduğu gibi ulusalla evrensel arasında uzlaşmaz çelişkiler yoktur. İlk akla gelenler:

Berdi Kerbabayev (Türkmenistan) Türkmenistan Sovyet edebiyatının kurucusudur.

Konstantin Gamsagurdia (Gürcistan) “Ayın Kaçırılması” 3 cilt, “İnşaat İşçisi Davi 4 cilt

Vaja Pşavela (Gürcistan)

Derenik Demirciyan (Ermenistan)

Stefan Zoryan (Ermenistan)

Sadriddin Aini (Tacikistan)

Aydu Hint (Estonya)

Vinis Latsis (Letonya): Özellikle “Deniz Kıyısında Kasaba, Felaket Sonrası” romanları ünlüdür.

Andrey Vasilyeviç Golovka (Ukrayna): “Yabani Ot” Ukrayna edebiyatının en iyi romanı sayılır. Sovyet egemenliğinin köylere yayılışını anlatır.

Ebulhasan Aliekberzade (Azerbaycan): İlk Azeri romanı olan Yokuşlarda (1930) Azerbeycan sınıf mücadelesini anlatır.

Mehti Hüseyin (Azerbaycan): “Su Taşkını” Azerbeycan’daki iç savaşı anlatır, “Komiserler” ilk Azeri tarihsel romanıdır.

Muhtar Omarhanoviç Avezov (Kazakistan): 4 ciltlik destansı romanı Abay Yolu

Bir de Cengiz Atymatov gibi Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü mezunu Sovyet yazarları vardır. Sovyet halklarından bu mezunların en ünlüleri sıralamak istersek:

Ali Adallo (Dağıstan)

Anatoli Kuznetsov (Ukrayna) “Babi Yar” romanı Nazilerin Ukraynadaki Yahudi katliamını anlatır.

Baltsan Yusuf (Moldova)

Timur Zülfikarov (Tacikistan): Özellikle “Nasreddin Hoca”, “Ömer Hayyam” romanlarıyla

Tenzila Mustafayevna (Kabartay-Balkar Cumhuriyeti)

Bahtijan Kanapyakov (Kazakistan)

Abdijamil Nurpeis (Kazakistan)

Haydar Hüseyinov (Başkir)

Enbayer Nombarın (Moğolistan)

V.d.

Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü önemli yazarlar yetiştirdi

Sosyalist gerçekçiliğin baş okulu Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü 1933 yılında Moskovada kuruldu. Kimseyi yetiştirmemiş bile olsa dünya edebiyatına kazandırdığı iki isim -biri Cengiz Aytmatov- sosyalist gerçekçiliğin ne denli başarılı olduğunun kanıtlarıdır. Diğer isimse Konstantin Simonov’dur. Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsünü 1938 yılında bitirdi. Dünya edebiyatının açık ara en büyük savaş yazarı olmuştur. Bu yüzden Bekle Beni gibi tüm dünya haklarının diline pelesenk olan ünlü şiirin yazarı olduğu halde, şairliği gölgede kalmıştır. Stalingrad savunmasını anlattığı Gündüzler ve Gecelerle tüm dünyada best seller oldu. Yazar yakıcı bir konuyu soğuk bir ölçülülükle ele alır. Roman bilimsel titizlikle derin ve ölçülü bir kahramanlık heyecanını birleştirerek Tolstoycu geleneği sürdürür ve onu aşar. Simonov, Tolstoydan da, Şolohovdan da, Hemingwayden de, Malrauxdan da ileridedir. Simonov’a göre kahramanlar sıradan insanlar gibi davranmalıdır. Yaratılmak istenen olumlu kahramanlar tüm SSCBde yaşayan diğer insanlardan farklı olamaz. Diğer eserleri, üçlemesi: Silah Arkadaşları” (1953), Yaşayanlar ve Ölüler (1959), “İnsan Asker Doğmaz (1964). “Dostlar ve Düşmanlar” (1948). Bunun dışında savaş yıllarındaki izlenimlerini Güney Öyküleri adı altında yayınlar. Ayrıca Anayurdun Dumanı” (1947) bir povest (uzun öyküsü). Oyunları: Bizim Kentten Bir Delikanlı (1941), Ruslar (1942), “Prag’ın Kestane Ağaçları Altında” (1946), Rus Sorunu (1946) ,“İyi Bir Ad (1953), Dördüncü” (1962), Savaşsız 20 Gün- Lopatinin Notları” (1972)

Bir başka Gorki Ed. Enst. mezunu ünlü yazar Grigori Yakovleviç Baklanov’dur. O da 2. Dünya Savaşı’na katılmıştır. Öykü ve denemelerinde savaş sonrası kolhozları konu alır. Sanatsal üslubunun karakteristik özelliği kapalı bir alan içinde gelişen çelişik ayrıntıların derin psikolojik analizlerine girmesidir. Romanları, “Sonsuzca 19 Yaşındakiler”, “İki Kış”, “Bir Karış Toprak”.

Bir diğer Gorki Ed. Enst. mezunu ünlü yazar: Yuri Bondarev de savaş muhabirliği yapmıştır. Romanları: “Büyük Irmağın Üzerinde” (1953), “Bataryalar Ateş İçinde” (1959), “Son Yaylım Ateşi” (1959). Bu roman Türkçe’ye çevrilmiştir.

Yine Gorki Ed. Enst. mezunu, kolhoz yaşamının ilginç yönlerini ele alıp yansıtan ve dilinin sertliğiyle tanınan Yevgeni İvanoviç Nosov. Uzun ve kısa öykülerini Balıkçı Yolunda (1958), Güneş Nereden Batar da (1965) toplamıştır.

İnsan elbette merak ediyor. Simonovla birlikte dünya çapında tanınan Gorki Ed. Enst. mezunu Cengiz Aytmotov’un “Cemile” romanını Fransız şair L. Aragon çevirmemiş olsa, acaba dünya bu yazardan haberdar olur muydu? “Cemile” kahramanlarının ruh güzelliği ve içten duygularını şiirsel bir anlatımla veren, estetik uyumu titizlikle ve geleneksel gerçekçilik ölçüleri içinde birleştiren bir baş yapıttır. Aytmatov son derece ilginç bir kişilik. Komünist olan babası 37-38 olaylarında kurşuna diziliyor ve Aytmatov bu travmayı hayatı boyunca atlatamıyor. Ancak bir Soljenitsin refleksi de göstermemiş. 1958 yılında Komünist Partiye üye oluyor. 1963 yılında ilk Lenin Edebiyat ödülünü aldığında bu ödülü alan en genç yazar olarak ödülü reddetmiyor! 1968 yılında Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü’nü kazanıyor. 1978 yılında Yüksek Sovyet Prezidyumu tarafından Sosyalist İşçi Kahramanı” olarak ödüllendiriliyor. 1983 yılında ikinci kez Büyük Sovyet Edebiyatı ödülünü alıyor. Sovyetler Birliği dağılmadan önce Gorbaçovun beş danışmanından biri. 1980 yılında başyapıtı Gün Olur Asra Bedeli  yazdıktan on sene sonra 1990 yılında onun devamı niteliğinde Cengiz Hana Küsen Bulutu yazıyor. Kitabın önsözünde o güne kadar sansürden dolayı söylemek istediğini alegorilerle ifade ettiğini ama artık buna gerek olmadığı için ek olarak bu povesti yazdığını ifade ediyor. Günümüzde Aytmatov’a her ne kadar Türkçü yayınevleri sahip çıksa da romanda zalim Cengiz Han’ı Stalinle özdeşleştiriyor! Ve Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ağzındaki baklayı Kassandra Damgası romanıyla çıkarıyor. Burada StalinHitler ya da HitlerStalin çağında yaşadığımızı söyleyerek Bolşevizm olmadan faşizm olabilir miydi? Stalin olmadan Hitler olabilir miydi?  (sf:37) diyerek faşizmi kapitalizm ya da emperyalizmin değil de Bolşevizmin doğurduğunu öne sürüyor! Halbuki Gün Olur Asra Bedel’in önsözünde emperyalizmin halklar arasında düşmanlık yarattığını söylüyordu!

Yıllarca sol yazarlar kapitalizmin küçük insanı nasıl ezdiğini romanlarında yansıttı. Aytmatov ise  Elveda Gülsarı, Gün Olur Asra Bedel, Cengiz Hana Küsen Bulut gibi eserlerinde sosyalizmin küçük insanı ezdiğini anlatıyor. Ancak buradaki ufak nüansı görememektedir. Kapitalizm her türlü küçük insanı her gün ezerken, reel sosyalizm ateş çemberinden geçerken ayakta kalabilmek için zaman zaman haklı olarak  (1934 Kirov cinayeti, 1937 general Tuhaçevski darbe girişimi vb) zaman zaman da paranoyaya kapılarak, memurların işgüzarlığından, kariyeristliğinden, bazen de hakikaten kötü insan oldukları için pek çok suçlu suçsuz insana acı çektirmiştir. Ama genel olarak sıradan küçük insanı hiç ezmemiştir. Ancak Aytmatov bu açıklamayı kabul etmez. Gün Olur Asra Bedel’de şöyle bir diyalog geçer:

“Her zaman böyle olmuştur. (...) Boşuna dememişler, ‘Han Tanrı değildir. Memurlarının işleri nasıl evirip çevirdiğini her zaman bilmez, memurları da pazardan vergi toplayan adamlarının nasıl çalıştığından anlamaz diye. Her zaman böyledir bu işler.

Yedigey kızdı, öfkesini Kazangaptan çıkardı.

“Sen neler söylüyorsun? (...) Sorun adamlarda değil.

“Onlarda değil de kimde ya?

“Kim de mi?” (sf:261-262)

Aytmatov sanki sorun sosyalizmde demek istemektedir ama diyemez, laflar boğazında düğümlenir. Ancak “şartlar olgunlaştı” dediği 1990da yazdığı Cengiz Hana Küsen Bulutda şunları yazmaktan çekinmez: “Devlet bir sobadır ve yakıtı da yalnız insandır. Yakılacak insan olmazsa soba söner. Hangi devlet? Totaliter devlet der. Sosyalizm sözcüğünü asla kullanmaz.

Ancak aynı Aytmatov, Stalin’in ölümü sonrası bu olaylarla yüzleşildiğini yazar Gün Olur Asra Bedel’de: “Yapılan yanlışları anladılar akılları başlarına geldi. (...) İlk hareket partinin kendinden geldi. (...) Yelizarov, Sovyet insanının Ekim Devrimiyle başlatılanlara boşu boşuna umut bağlamadığını söylüyor, buna inanıyordu. Yapılan yanlışlıkların, başarısızlıkların cezasını pahalı ödeseler de denenmemiş yolda başlatılan bu hareket durmamıştı; işte tarihin özü de buradaydı. Kusurlarımızı kendi yüzümüze karşı söyleyebildiğimize göre gelecek için kendimize güvenimiz, gücümüz var, diyordu Yelizarov.”

Ve o günden, Sovyetler dağılana dek de bu tür olaylar yaşanmamıştır. Zaten bir kan davası güdülseydi babası muhtemelen haksız bir şekilde halk düşmanı” ilan edilen Aytmatov Sovyetlerin en prestijli edebiyat enstitüsüne kabul edilmezdi. 

Aytmatov bir yandan totaliter düzenleri eleştirdiğini söylerken ölmeden önce 2007 yılında yazdığı son romanı Dağlar Devrildiğinde/Ebedi Gelin’de kapitalizmi eleştirmiştir! Halbuki kapitalizm “totaliter” değildir değil mi! Herşeye rağmen bu kafası karışmış yazarın büyük yazar olduğuna hiç kuşku yoktur ve kendisi ne kadar kabul etmese de (ama ödülleri kabul etmişti!) sosyalizmin doğurduğu bir yazardır.

Yazarın en önemli eserleri: Toprak Ana (1963 yılında Lenin ödülü almıştır) , “Elveda Gülsarı”, Beyaz Gemi, Erken Gelen Turnalar, Gün Olur Asra Bedel ve tabi ki Selvi Boylum Al Yazmalım.

Gorki Ed. Enst. mezunu ünlü yazarları saymakla kolay kolay bitirmek çok mümkün değil ama Yuri Pavloviç Kazakov’u eğer saymazsak eksik olur. Çünkü özellikle Çehov tarzı öyküleriyle Sovyet hikayecilerinin en büyüklerinden biridir. Küçük İstasyon (1959) filme alınmıştır Yolda (1961), Sessiz Sabah (1959), Mavi ve Yeşil (1956) filme alınmıştır Bak köpek koşuyor (1960), Lanet Kuzey (1964), Ekmeğin Kokusu (1961).

1953 Sonrası...

Ve 1953’de Stalin ölür, 1956 Hruşçov’un destalinizasyon kampanyası ve kişi kültü açıklamaları ülkede büyük depreme yol açar. Sosyalist gerçekçiliğin klasiklerinden biri olan “Bozgun”un yazarı Aleksandr Aleksandroviç Fadayev – ki o zamanlar Yazarlar Sendikası başkanıdır – açıklamadan sonra bir intihar mektubu bırakarak hayatına son verir. Mektupta şunlar yazılıdır: “Hayatımı adadığım sanat, Parti'nin kendine güvenen cahil önderliği tarafından mahvedildiği ve artık düzeltilmesi mümkün olmadığı için artık yaşama olanağı görmüyorum. Bir yazar olarak hayatım tüm anlamını yitiriyor ve büyük bir sevinçle, alçaklığın, yalanın ve iftiranın içinde boğulduğunuz bu çürümüş varoluştan kurtulmak için hayattan ayrılıyorum. Son umudum, en azından devleti yönetenlere bunu söylemekti ama son 3 yıldır isteklerime rağmen beni kabul bile edemediler.

Konstantin Fedin ve Leonid Leonov ise bir daha roman yazmaz.

Peki ne olmuştu?

Burada biraz konu dışına çıkarak, çok kısaca siyasi olaylara değinmek mecburiyetindeyiz. Daha önce Görüş21de 1936-37 olaylarını bir cinayet romanı kurgusuyla neredeyse tamamen dönemin arşiv ve steno kayıtlarına dayanarak anlattığım Kırılma: Stalinin Başarısız Demokrasi Devrimini eğer hâlâ okumayan varsa mutlaka okumalarını öneriyorum.

Kırılma: Stalin’in Başarısız Demokrasi Devrimi | 1. Bölüm | Görüş (gorus21.com)

Çok kısa özetlersek, Leningrad Parti Sekreteri Kirov’un 1934 yılında öldürülmesiyle başlayıp, 1937 1 Mayıs’ında general Tuhaçevskinin açığa çıkan darbe girişimi ve sonrasında ülke büyük bir çalkantı içine girmişti. Tüm bunlara karşın Stalinin 1936 anayasasına birden fazla aday ve sınırsız propaganda hakkını koymakla yetinmeyip neredeyse tüm siyasi tutuklulara af kararı çıkarması, yerleşik bürokrasiyi kızdırmıştı. Aslında günün şartlarına göre eski bürokrasiyi, daha eğitimli olan genç kuşaklarla değiştirmeyi amaçlayan Stalin’e karşı Sibirya genel sekreteri Eykhe’nin bir muhtara verdiğini, bırakın Stalinist olmayı, Marksist bile olmayan liberal tarihçi Yuri Jukov “Öteki Stalin” kitabında ortaya çıkardı. Sovyetler Birliğinin düşmanlarla çevrili olduğu ve bu çok adaylı seçime girmeden önce ciddi bir temizlik harekâtı yapılmasını dayatan ve Stalin eğer buna izin vermezse onu devireceklerini ima eden yazdığımız makalede ayrıntılar var çoğunluğu Sovyet Cumhuriyetlerinin genel sekreterleri bir temizlik operasyonu başlatır ve yerelde kurmuş oldukları Troykalarla, tamamen hukuksuz bir şekilde -hukuksuz olduğunu bizzat başsavcı Vişinski söylemektedir- en az 700 bin insanın ölümüne yol açmışlardır. Bunların arasında daha sonra 3 kez Stalin ödülüne hak kazanan Vera Panova’nın ikinci kocası yazar Bahtin olduğu gibi Cengiz Aytmatovun babası da vardı. Bu insanların neredeyse tamamı suçsuzdur. Yalnız işin ilginç yanı bu Büyük Terör”ün en önemli uygulayıcılarından biri o zaman Moskovanın başında olan Hruşçovdu ve Eykheden sonra en fazla elini kana bulayan bizzat kendisiydi. Kuşkusuz ki Stalin herşeyi göze alarak bu cinneti durdurmadığı için sorumludur. Ancak belirtilmelidir ki bu katliamı yapanların tamamı da bir kaç sene içinde kurşuna dizilmişlerdir. Buradan nasıl olduysa sıyrılan tek kişi Hruşçov’dur! Hruşçov bu ifşaatları yaparken aslında bir yandan kendi sorumluluğunu gizlemek, diğer yandan da bir daha halkın değil, Parti’nin en üst düzey yetkililerine böyle cezalar verilmesini imkansız hale getiren yasalar çıkararak aslında kendisini korumaya almıştır. Tabi ki İç İşleri Bakanı Lavrenti Beria’yı kurşuna dizdikten sonra! Ayrıca Hruşçovun Sibirya’da en büyük katliamı yapan Eykheyi aklamasını da tarihe not düşmek gerekir.

Yeni Dünya...

Bundan sonra artık baskı altında olan Stalinist yazarlardır ve Stalin dönemine söven hemen herkesin kitapları yayınlanabilmektedir. Hruşçov’un, Sovyetler’in en büyük edebiyat dergisi Novıy Mir (Yeni Dünya)’nın başına eski bir kulak olan, mülksüz bırakılmış ve zulme uğramış Tvardovskiyi getirmesiyle, Soljenitsin’in “İvan Denisoviç’in Bir Gün”ü (1962), “Matriyona’nın Evi, Dava Uğruna ve Kreçetko İstasyonunda Bir Olay” (1963) romanları yayınlanırken, Konstantin Simonovun Savaşın Yüz Günü” sansüre takılmıştır! Yine bu “Yeni Dünya” dergisinde M. Şçeglov ve F. Abromov sosyalist gerçekçiliğin klasiklerini eleştiren makaleler yayınlanmaya başlar. Tvardoski, Brejnev döneminde de aynı politikasını sürdürür. Bu liberal” politikalara karşı ideolojik mücadeleyi ise “Ekim” dergisinin editörü Vsvelod Koçetov yapar. Hatta Koçetov, sondan bir önceki romanı Daha ne istiyorsun ki de (1969) direkt oklarını Yeni Dünya dergisine yöneltir. Romanda eski Rus resmiyle ilgileniyor görünen bir grup yabancı, batılı okur için illüstrasyon şeklinde, bilgilendirici bir albüm hazırlamaktadır. Bu insanlar, resmi olarak Londra’daki yayınevi New World için çalışıyor görünseler de aslında Batılı istihbarat servislerine hizmet ediyorlardır. Koçetov’un, yayınevinin ismini New World olarak seçmesi tesadüf değildir. Koçetova göre Yeni Dünya yeni edebiyatı açığa çıkarma kisvesi altında, anti Sovyet ve vatanseverlik karşıtı faaliyetlerin odağı olmuştu ve amaçları ve görevleri bakımından Londradaki yayınevinden bir farkları yoktu. “Daha ne istiyorsun ki” romanı edebiyat eleştirmeni İlya Krilova göre kendi döneminin Ecinnileridir. Şolohov romandan övgüyle bahseder. Ancak Koçetov romanı Moskovada basmaya cesaret edecek tek bir yayınevi bulamaz. Roman ancak “Minsk” de yayımlanabilir ve geniş okuyucu kitlesine ulaşamaz.  Hatta öyle ki kitabın piyasadan toplanıp imha edildiğine dair kanıtlar vardır.

Pasternak olayı...

Burada son derece ilginç ve tuhaf görünen, bu “özgürlük” günlerinde aslen bir şair olan Boris Pasternak’ın tek romanı olan “Dr. Jivago”nun yasaklanması olmuştur. Bu yasak onu bir anda Batı’da şöhrete kavuşturmuş, aslen bir romancı dahi olmayan Pasternaka 1958 yılında Nobel Edebiyat Ödülü verilmiştir. Bu incelenmeye değer bir olaydır.

Artık Soljenitsin’in eserleri bir bir yayınlanırken, gençliğinde Ekim Devrimi için, Lenin için şiirler yazmış Pasternak nasıl olmuştur da veto yemiştir? Dört kişilik değerlendirme kurulundan ikisi Konstantin Fedin ve Konstantin Simonov’dur. Pasternak’a gönderdikleri mektupta romanı neden basıma uygun bulmadıklarını şöyle anlatırlar:

"Romanınızla ilgili olarak bizi rahatsız eden şey, editörlerin veya yazarın kesintiler veya düzeltmeler yaparak değiştirebileceği bir durum değildir. Burada kast ettiğimiz romanın ruhu, genel havası ve yazarın hayata dair görüşleridir... Romanınızın ruhu sosyalist devrimin kabul edilmemesi yönündedir. Romanınızın genel havası da Ekim Devrimi'nin, İç Savaş'ın ve bunların beraberinde getirdiği toplumsal dönüşümlerin insanlara acıdan başka bir şey getirmediğini ve Rus entelijansiyasını fiziksel olarak ya da ahlaken yok ettiğini söylemektedir."

Boris Pasternak ve dönemin pek çok ünlü yazarı Moskova'da, yazarlar için özel olarak inşa edilmiş, ıhlamur ağaçlarının içindeki enfes daçalarda yaşamaktaydılar. Stalin, Pasternak şiirlerinin hayranıydı. Şair Pasternak'ın aynı zamanda ünlü bir Şekspir çevirmeni olarak maddi durumu diğer yazarlara göre de çok daha iyiydi. Ekim Devrimiyle ilgili bu duyguları 1936 ile başlayan baskı döneminde oluşmuştur...

Dr. Jivago’ya yanıt Yerşov Kardeşler

Yani Soljenitsin bile Pasternak kadar antisovyet kabul edilmemişti! Aslında Pasternak’ın “Dr Jivago” romanına yanıtı, polemikçi yazar Vsevelod Koçetov “Yerşov Kardeşler” romanıyla vermişti. Roman bir yönüyle başta kişi kültü olmak üzere Hruşçov’un 20. Parti kongresindeki kararlarına eleştirel yaklaşırken, diğer yandan da “çözülme” sonrası “sosyalist gerçekçiliğe” yapılan eleştirilere bir yanıt niteliğindedir. Yeni Sovyet tiyatrosu ve resmi de kitapta yoğun olarak tartışılır. Türkçe’ye çevirisini benim yaptığım roman muhtemelen 2022 yılı içinde Yordam edebiyat tarafından yayınlanacaktır.

Koçetov Vsevolod Anisimoviç (1912 -1973 ): İlk büyük başarı, 50li yılların başlarında Jurbinler (1952) romanıyla Yordam Kitap - gelir. “Jurbinler”, “sahih (kanonik)” sosyalist gerçekçiliğe sonsuza dek bağlı bir romandır.  Romanın her bir satırı, dünyanın sosyal olarak yeniden örgütlenmesinde işçi sınıfının önceliği fikrini enerjik bir şekilde ortaya koyar. Bu da kahramanı olmayan bir romandır. Öyle ki Büyük Aile adıyla filme çekilen roman 1954 yılında tüm oyuncularına Cannes film festivaline en iyi erkek ve en iyi kadın ödülünü kazandırmıştır. Bu Cannes film tarihinde tektir. Sosyalist gerçekçilik böylece kahramansız hikaye olamaz anlayışında olan küçük burjuva estetiğine bir kez daha üstün gelmiştir.

Stalin’in ölümünden sonra ama SBKP’nin 20. Kongresinden önce yazılan Gençlik bizimle, yazarın tutkusunun ve huzursuzluğunun patladığı ilk romandır.  Yazar, hassas bir sismograf gibi zorlukla fark edilen sarsıntıları yakalamış, Stalini idolleştiren ve sosyalizmi seçen insanların gelecekte maruz kalacakları aşağılamaları önceden sezmiştir.

Yazarın en iyi romanı, 1958 yılına ait Yerşov Kardeşlerdir. Dışardan bakıldığında Jurbinleri anımsatır. İlk bakışta bu da epik bir aile-üretim romanıdır, ancak Jurbinlerde zaten var olan ince ve belirgin mimari burada daha da derinleşir. Yazarın edebi hüneri iyice açığa çıkar, fakat biçimsel mükemmelliğe ek olarak kitabın içeriği, yaratıcının gerçek gücünü ve bilincini ortaya çıkartır. Aslında bu roman, SBKP 20. Kongre kararlarına ve ardından gelen “çözülmeye karşı bir protestodur.  “Yerşov Kardeşler”de de Koçetov, sosyalist gerçekçiliğe sıkı sıkıya bağlıdır. Ancak romandaki karakterlerin iç dünyası çeşit çeşittir ve her birinin göz kamaştırıcı gerçekliği Karamazof Kardeşlerin dünyasına benzer. Koçetov’un romanının ismi bu yüzden tesadüf değildir.

Sosyalist anavatana özverili bir şekilde hizmet etmek için gerçek heyecan,– yani 60’lı yıllarda git gide azalan şeyler- ancak Sovyet iktidarının ilk yıllarıyla anlatılabilirdi. Koçetovun Düşme Açısı” romanı, 1919 yılında devrim, beyaz Finler ve general Yudeniç’in işgal tehdidi altındaki olayları  anlatır.  “Düşme Açısı” (1967) yalnız askeri değil aynı zamanda siyasi bir kapışmadır.

1969 yılında yazdığı Daha ne istiyorsun ki?” romanından bahsetmiştik. Ama bu roman aynı zamanda Bulgakov’un “Usta ve Margarita” romanına da yanıt niteliğindedir.

Son romanı Tepelere Yıldırım Çarpar, 1983 yılında ölümünden sonra yayınlanmıştır.

1953 yıllarından itibaren yazarlarda kabaca üç ana eğilim ortaya çıkar. Birincisi “eleştirel eğilim”. 20. Kongrenin ifşaatlarından sonra bu yazarlar dikkatlerini özellikle Sovyet gerçeğinin olumsuz yönleri ve çelişkileri üzerine yoğunlaştırdılar. Bunların eserlerinde zulüm, ilgisizlik, bürokratlık, adaletsizlik sahneleri sanki yazar “Bakın. Bütün bunlar korumak istediğimize aykırıdır, komünizme karşıdır demek istermişcesine anlatılır.

Kahramanlık üslubuyla gazetecilik karışımı olarak adlandırılabilecek diğer eğilimdeki yazarlar ise, aksine yiğit, komünist işçi tiplerini öne çıkarmak eğilimindeydiler. İnsanların acılarına, sorunlarına gelince, eski bir atasözünü hatırlatıyorlardı: Yumurta kırmadan omlet yapılmaz.

Üçüncü eğilim ise liriko-romantik üslupla yazan yazarlardır.  İçerik ve üslup bakımından farklı ama ortak noktaları emekçilere lirik yaklaşan bu romancıları sıralarsak: Vasili Aksyanov’un  “Meslektaşlar” (1960)  üç genç doktorun kuzeye gidişini ve orada yaşamla karşılaşmalarını anlatır. “Yıldızlı Bilet” de (1961) ise çağdaş gençliği ve bulundukları çevre içindeki sağlıksız gelişmeler işlenmiştir. Aleksandr Rekemçuk’un “Yaz Tatil Günleri” ve “Genç ve Yeşil” hikayeleri filme alınmıştır. Georgi Vladimov’un “Büyük Damar”, Efim Doroş’un “Kır Notları”, Vladimir Fomenko’nun “Toprak Anıları”, Vasili Smirnov’un “Dünyanın Keşfi, Georgi Markov’un “Toprağın Tuzu ve Baba ve Oğul bu tarzla yazan yazar ve romanlara örnektir.

Bu dönemde Yuri Pavloviç Germanın filme de alınan en ünlü romanı Benim Sevgili İnsanım da (1961) özel mülkiyetten arınmaya ve yeni insana yöneliş anlatılır.

SSCB’nin en büyük edebiyat ödülünü “Yaşa ve Anımsa” romanıyla kazanan Valentin Grigoryeviç Rasputin, olaylara salt bir gözlemci gibi bakarak kahramanlarına ve olay örgüsüne hiç müdahalede bulunmaz. Kahramanlarını edebiyatın dışında kişilermiş gibi çizer.

Sovyet edebiyatının çok genç yaşta yitirdiği en büyük yeteneklerden biri de yazar, yönetmen, aktör, senaryo yazarı Vasili Makaroviç Şukşin’dir (1929-1974). Kendisine büyük ün sağlayan Kırmızı Kartopu Ağacı”nda (1973) Sovyet toplumundaki toplum dışı insanları incelemiştir. Öykü aynı adla filme alınır ve 7. Bakü Sovyet Filmleri Festivalinden ödülle döner. Vatan İçin Çarpıştılar filminin çekimleri sırasında ölmüştür. Şukşin için Sergey Zaligin şunu yazar. Rus edebiyatında kısa hikâye ustası olarak bıraktığı iz en önemli olanıdır. Şukşin, sanki sahneden büsbütün çekilmiş olan olay yazımı” diye adlandırdığım hikâye türünü yeniden diriltmiştir. Şukşin okuru çok farklı yerden avlayan bir yazardır. 

Son olarak, daha yeni romanını çevirdiğim için biraz da torpil yaparak Boris Lvoviç Vasilyev’den bahsetmek istiyorum (1924-2013). Sovyet yazar ve senarist. Pek çok ödülü vardır. Smolenskde doğdu. İkinci Dünya Savaşı’na katıldı. 1946 yılında mühendislik fakültesini bitirdi. 1952 yılında SBKPye girdi. İlk piyesini 1954 yılında yazdı: Tankçılar. Vasilyev SSCB Goskino’yu bitirdikten sonra uzun metrajlı film senaryoları yazmaya başladı. 1958de Bir sonraki uçuş” 1960da  “Uzun gün”. 1971 yılında televizyona uyarlanan Tankçılar piyesi Subaylar adıyla filme çekildi, televizyonda gösterildi ve yaygın olarak izlendi.

Boris Vasilyev’in ilk düz yazı eseri “İvanov Motoru” 1967 yılında Novıy Mir/Yeni Dünya dergisinde yayımlanmak üzere kabul edildi ama ancak 1970 yılında yayımlandı. Hikaye Mark Osepyan tarafından filme çekildi ancak 1987 yılına kadar televizyonda gösterilmedi.

Cephede yitirilen yazarlar

Eserlerinde ağırlıkla işlediği konu savaştır. Kendi de savaşta yer alan, savaşın tüm gerçeklerine tanıklık eden yazar özellikle savaşın sebep olduğu tamiri ve geri dönüşü imkânsız kayıpları ele alır. Devrim sonrası Sovyetlerde dünyaya gelen ve Sovyetlerin ilk yıllarını gören bir nesil hem cephede hem de cephe gerisinde yitip gitmiştir. Yazarın temel amacı bu kayıpları tekrar tekrar hatırlatmaktır. Bu amaçla Sakindi Oranın Şafakları”, Bu Topraklar Onları Unutmaz, Yarın Savaş Vardı” ,Eski Savaşçı” , Muhteşem Altılı”, Siz de Kimsiniz İhtiyar Adamlar? gibi eserleri kaleme alır.

Vasilyev’i askerlik yaşamında etkileyen en önemli olaylardan biri kadınların savaşta yer almalarıdır. “Akademiye gittiğim zaman iki manga kız gördüm, hepsi de cepheden gelmişti. Kimileri yaralıydı. Kadınların savaşta yeri yoktur! Onları oraya yollamamak lazım! Kızlarım cephe gerisinde yardımcı olun! Yaralılara bakın, onlarla evlenin, bacağı olmayan engellileri rahat ettirin – işte bunlar sizin görevinizdir! Kadınlar çocuk büyütmeli, savaşmamalı.”

Savaşta kadınları anlattığı, yazarı şöhrete kavuşturan ve Türkçe’ye de çevrilen “Sakindi Oranın Şafakları (1969)” uzun hikayesinde bir erkek astsubay dışında tamamı kadınlardan oluşan bir uçaksavar taburu söz konusu edilir. Hikaye öylesine beğenilir ki 1970 yılında tiyatroya uyarlanır, sonra ise 1972 yılında filme çekilir. Bu eser Vasilyev’in adını tüm dünyaya duyurur.

Yine 1972 yılında yazdığı (çevirisini benim yaptığım) “Yarın Savaş Vardı” uzun hikayesi ise sansürden geçmez. Kurulun ufak tefek düzeltme taleplerini kabul etmeyen yazar öyküsünü rafa kaldırdı ve öykü ancak 12 yıl sonra, 1984 yılında yayınlanabildi. 1985 yılında hemen sahneye aktarıldı ve Mayakovski tiyatrosu tarafından uzun yıllar oynandı. Yazar filmin senaryosunu da yazdı ve öyküsünü çekmesi için çok genç birine, o zamanlar son sınıf sinema öğrencisi olan Yuri Karaya güvendi. Gorki Stüdyolarının tam desteğini alan çiçeği burnunda yönetmen, aynı zamanda da okul bitirme ödevi olan filmi çekti fakat bu sefer de film sansür kuruluna takıldı. İki yıl bekledikten sonra 1987 yılında gösterime giren film çok kısa bir süre içinde kült oldu ve 48 ülkede festivallerde gösterildi. (Türkçe alt yazılı olarak filmi Youtubeda izleyebilirsiniz.)  https://youtu.be/R3qlcHOkpiQ

Genelde İkinci Dünya Savaşı konularını işleyen yazar, Beyaz Kuğulara Ateş Etmeyin (1973) gibi keskin sosyal konulara da değinmiştir. Otuzun üzerinde roman, hikaye ve uzun öyküsü (povest) vardır. Edebiyatçı A. Pavlovskiye göre, Vasilyev duygusal olmaktan korkmuyor, sanki bazen, gözyaşları içinde yazıyor gibidir

Savaşa ve neden olduğu acılara eserlerinde sürekli olarak yer veren yazar kendi gibi asker kökenli yazarların oluşturduğu ve “teğmen nesri” olarak adlandırılan türü hem beğenmekte hem de onu yetersiz bulmaktadır:

“Teğmen nesri fena halde hoşuma gidiyor, çünkü cepheye giden yaşıtlarım gördüklerini, gerçekleri yazdılar. Baklanovu, Bondarevi, Kondratyevi, Bogolovu, Bıkovu okudum, onları su gibi okudum, ancak bir anda itiraz edesim geldi. Bu benim bildiğim savaş değildi. Onların savaşı tanklarla, cephe gerisiyle, hücum destekleriyle, öncü güçle, karargâhlarla; benim savaşımda ise cephe gerisinde kimse yokken, Almanlarla karşılıklı çatışmalar var, her türlü yaralanmanın sonu ise ölüm”.

Yazar, Moskova Yazarlar Birliği ve Rusya Film Yapımcıları Birliği üyesiydi. Ayrıca “Nike” Rusya Sinema Sanatları Akademisinde öğretim görevlisi olarak görev yaptı.

Sonuç...

Yani kısaca: Sosyalist gerçekçilik tek formata göre biçilmiştir, yazarların yaratıcı kişiliği sosyalist gerçekçilik çerçevesi içinde yazma zorunluluğu yüzünden, yani SSCBde tüm olup bitenleri övme zorunluluğu yüzünden yok edilmekte, hepsi aynı potada eritilmektedir iddialarının aksine Sovyet romanının çok sesliliğini, güncel ve en karmaşık sorunları ele aldığını, çok sayıda üslüp arayışını, hümanizmini, şiirselliğini vb göstermiş olduğumu sanıyorum. Kuşkusuz ki Sovyet edebiyatına ve sosyalist gerçekçiliğe yöneltilen suçlamalara örnek pek çok roman ismi verilebilir. Ancak bunlar hiçbir zaman ana akım olmamış, sosyalist gerçekçiliğin en iyi eserleri olarak görülmemiştir. Pek çok örneğini verdiğimiz Stalin ödüllerine de baktığımızda gerçekçilik ve sanat kaygısının ön planda olduğunu görürüz. Komünist Parti içinde, zaman zaman Sovyet toplumu içinde devrim artık çelişkileri ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla artık çelişki iyiyle kötü arasında değil, iyiyle daha iyi arasında olmalıdır şeklinde görüşler olmamış değildir. Ancak bu tarzda romanlar şiddetle eleştirilmiş, Sovyet romanı tüm bunları aşarak, dünya edebiyatının klasikleri arasına girecek eserler vermiştir.

Dimitri Şepilov “Stalin ve Hruşçov Dönemi Sovyet Politikaları” adlı kitabında şu anekdotu anlatır:

“1948 yılının 31 Mart günü, Politbüro toplantısında Stalin soruyor: Vera Panovanın Krujuliha romanı ödüle aday gösterildi mi?  Toplantıya katılanlardan biri bu romanın edebiyat çevrelerinden değişik tepkiler aldığı için aday gösterilmediğini söylüyor. Romanı bazıları beğeniyor, bazıları da karşı çıkıyorlarmış.

‘Neden karşı çıkıyorlarmış?’ diye soruyor Stalin.

‘Roman işçilerin hayatını biraz karamsar tarzda işliyormuş.’

‘Nasıl olur... diye itiraz ediyor Stalin. ‘İnsanların yaşamı Okurov Kasabası’nda böyle tasvir edilmemiş miydi? E peki bu nasıl iş? Önemli olan gerçekleri anlatmak değil mi? O halde neden Krujlihaya vermiyoruz ödülü?

Toplantıda bulunan yazarlardan biri soruyor: Peki ama yazarın insanlar ve olaylar karşısındaki tutumu önemli değil mi?

‘Artamanov Meselesi’nde Gorki’nin yaptığı neydi? Panovayı devletle yurttaş arasındaki sorunlara iyi bir çözüm getiremedi diye mi beğenmiyorlar? Bu çok gülünç... Peki, gerçek hayatta olanları nereye koyacağız? Yazarlarımızdan hangisi böyle bir çözüm getirebilir?

Daha başka bir yorum olmuyor, Vera Panova ikinci kez Stalin ödülü alıyor.” (Krujlija, 2017 Aralık ayında Yazılama tarafından İleri Bakmak adıyla Türkçe’ye kazandırıldı. Ancak bu kitabın da neredeyse tüm Sovyet klasikleri gibi yeni baskısı bulunmamaktadır!)

Bu yazının sınırları içinde devasa boyutlardaki Sovyet bilimkurgu edebiyatına hiç değinmedik ki çok önemlidir. Batılı örnekleriyle kıyaslandığında olağanüstü derece derin ve sarsıcıdır. Türkçe’ye epey örneği çevrildiği için mutluyum. Öte yandan bugün Türkçe yazında Sovyet romanı ya da sosyalist gerçekçiliğin en temel eserlerinin bile ya hiç çevrilmediğini ya da çevrilenlerin yeni baskılarının olmadığını görmekteyiz. Özellikle 60lı 70li yıllarda Sovyet roman örnekleri yayınlanıyor ve sonra büyük çoğunluğu unutuluyor. Bunların önemli bir kısmı İngilizceden çevrilmiştir ve bazılarında çeviri sorunları vardır. Bugün kendini solda gören yayın evlerinin kendisine biçmesi gerken görev önce geçmişte var olanların kuşkusuz orijinal dilinden yeniden gözden geçirerek - yeniden basılması, sonra ise sosyalist gerçekçiliğin klasiklerinden başlayarak hiç çevrilmemiş olan eserlerin Türkçeye kazandırılmasıdır. Bizim burada verdiğimiz örnekler, deryada damla olsa da en başlıcalarıdır. Hele de Leonid Leonov gibi bir yazarın isminin hiç duyulmamış ve dolayısıyla da Türkçeye kazandırılmamış olması Türkiye’de yayıncılık açısından başlı başına bir utançtır!

Son sözü büyük usta Maksim Gorki’ye verelim: “Sosyalist gerçekçilik, yaşamı bir eylem ve yaratılışın amacı için, doğa güçleri önünde insanın zaferi, sağlıklı ve uzun bir yaşam, varolmanın mutluluğu için en değerli bireysel yeteneklerin kesintisiz gelişimidir.”

[MAR] YOUTUBE KANALI

LİDER

Karl Marx - Kapital

Kısa Sovyet Film ve Belgeseller [Türkçe]