Mahmut
Boyuneğmez
Bize
bıraktığı teorik miras için minnettarlıkla…
Bu yazıda, Çulhaoğlu’nun
çalışması olan Marksizm ve Türkiye Solu’nun
tüm argümanlarını değerlendirmenin mümkün olmadığını bilerek, bize önemli
görünen, katıldığımız bazı tezlerini açımlamak, sağlıklı bulmadığımız diğer
yorumlarını ise eleştirmek istiyoruz. Bunu Çulhaoğlu hayattayken de yapmak
mümkündü elbette, fakat yazıdaki yorumlarımızın bir bölümünü ancak yakın
zamanda soyutlayabildiğimizi belirtmeliyiz. Bir de, böyle bir değerlendirme
yazısı yazmak, bugüne kadar hiç aklımıza gelmemişti. Yeni kuşakların
Çulhaoğlu’nun teorik mirasını sahiplenirken, gerekli görülen yerlerde bu
mirasın kimi yanlarını eleştiriye tabi tutmasını önemsiyoruz.
Çulhaoğlu, yeni kuşaklar için
bir “buzkıran gemisidir.” Teoride ve pratikte üzerinden gidilebilecek yolları
açmış, alan temizlikleri yapmıştır. Açılan bu yolların
genişletilmesi/geliştirilmesi gerekmektedir. Onun ilk elde akla gelen “teorik
sistem”, “egemen ideoloji”, “resmi ideoloji”, “ideolojik motifler”, “ideolojik
mücadele”, “yerlileşme”, “uçunma (sublimasyon)” gibi kavramlaştırmaları ve bu
konulardaki yorumlarına özel önem verilmelidir.
Marksizmin
Oluşumu
“Leninizm, marksizmin içerilip aşılması
(aufheben-MB) değildir; ama marksizm, kendisini önceleyen düşünsel birikimin
içerilip aşılmasıdır. Bu nedenle, Hegel, Spinoza, Proudhon, Ricardo,
Saint-Simon vb. okunmadan Marx okunabilir; ama, Marx okunmadan Lenin okunamaz.”
(s. 60)
Marksizmin oluşumu (genezis), geçmiş tarihsel görüş
ve bilgi birikiminin yeni bir dünya görüşü bütünlüğü
içerisinde sentezlenerek, yeniden anlamlandırılması sürecini barındırır. İçerip
aşma/aufheben’in anlamı budur. Sentezlenme kavramıyla, miras alınan görüş,
bilgi ve kavramların eleştirilmesi, ayıklanması, yeniden anlamlandırılması,
derinleştirilmesi gibi işlemleri kastediyoruz. Oluşan yeni teorik sistem bir
bütünlüktür ve devraldığı kavramları, anlayış ve görüşleri bu bütünlük
içerisinde anlamsal olarak dönüştürür. Marksizmin Hegel’den, Feuerbach’tan,
siyasal iktisatçılardan ve ütopik sosyalistlerin anlayışlarından ayrı bir
kulvarda yeni bir dünya görüşü olarak doğuşu ve gelişimini koşullayan temel
etken, 19. yüzyıl Avrupa’sının içerisinde bulunduğu tarihsel koşullar ile sınıf
mücadelelerinin belirlenimi altındaki Marx ve Engels’in siyasallaşma
süreçleridir. Marksizmin oluşumunda, Büyük Fransız Devrimi, 1848 Avrupa burjuva
devrimleri ile 1871 Paris Komünü’nün siyaset teorisi kapsamında analizinin,
kapitalist üretim tarzının bilimsel incelenişinin, doğa bilimleri alanındaki
gelişmelerin felsefi açıdan soyutlanmasının da yeri vardır. Leninizm ise,
marksizme siyaset teorisi, öncülük/örgüt teorisi, devrim teorisinde ve
emperyalizm çözümlemesiyle katkılar sunup, geliştirmiştir.
Marksist
Teorik Sistem: Kapsamı, Niteliği, Tarihsel İşlevi
“Marksizm, özellikle 20. yüzyılın
düşünsel ve siyasal ortamını büyük ölçüde belirlemiş bir sistem. “Kuram”,
“bilim” ya da “öğreti” sözcüklerinin eksik kalacaklarını düşündüğüm için sistem
diyorum.” (s. 79). “Marksizmin üstün yanı, en derin görünen kuramsal
düzenlemelerin bile somut siyasete tercüme edilebileceği bir açık uçluluk
taşımasıdır.” (s. 80-1). “Eğer Marksizm (…) kapsamlı ve iç dengeli bir sistemse
(…)” (s. 81). “Marksizmi toplum bilim sayanın onun siyasal yanını görmezden
gelmesi, siyasal ideoloji olarak benimseyenin ise sistemdeki toplum bilimi
boşlaması, önemli bir talihsizlik sayılmalıdır.” (s. 86)
Çulhaoğlu’nun “teorik sistem”
kavramlaştırması yerindedir. Bu sistemin “açık uçluluğu” ve “iç dengesi” olduğu
şeklindeki saptamalarına da katılıyoruz. Bu konu hakkındaki görüşlerimizi özetlemek
istiyoruz:
Marksizm, “insan toplumunun
bilimi” olarak görülemez. Bir kere doktrin, öğreti, bilim gibi nitelemeleri
yetersiz kılacak biçimde marksizmin kapsamında felsefi, bilimsel, siyasal
boyutlar uyumlu ve birbirini tümleyecek şekilde bulunur. İkincisi, örneğin,
toplumsal tarihin, sanat tarihinin, spesifik bir ideolojinin vb. marksist
teorik sistemin referans çerçevesiyle araştırılıp incelenmesi mümkündür, fakat
bu incelemelerin somut bulguları değil, bu incelemelerden süzülen bazı üst düzey
soyutlamalar, bu teorik sistemi zenginleştirmektedir. Başka bir deyişle
marksist antropoloji, marksist sanat tarihi, marksist sosyoloji gibi bilimsel
çalışma alanları elbette vardır, fakat bunlar antropolojidir, sanat tarihidir,
sosyolojidir, marksizm değil… Öte yandan, marksizm kapitalizmden komünizme
geçiş döneminin salt bilimi değil, bilimsel dünya görüşüdür. Bu devrimci
dönemin üzerinde yükseldiğinden, bu bilimsel dünya görüşü devrimcidir. Eğer
“ideoloji” terimini dar ve pejoratif anlamıyla kullanmıyorsak, marksizmin
bilim, felsefe ve siyaset teorisi boyutları olan bir ideoloji/dünya görüşü
olduğunu görmek gerekir.
“Bilimsel sosyalizm” ile marksizm
aynı anlamlara gelir. Fakat marksist teorik sistemin bilimselliği, birincisi, bir
felsefe olan tarihsel-diyalektik materyalizmi içermesi yüzünden, bu felsefi
paradigmanın, toplumsal tarihin, üretim biçimlerinin, toplumsal formasyonların,
ideolojilerin vd. bilimsel incelemesi sırasında zemin olarak alınmaya, kalkış
noktası yapılmaya, referans çerçevesi olmaya uygun olmasından, ikincisi,
bilimsel/realist düşünme ve soyutlama yöntemlerinin kullanılmasından
kaynaklanır. Tarihsel-diyalektik materyalizm, somut bilimsel araştırmaların
sonucunda soyutlanmış genel felsefi bir paradigmik çerçevedir. Yeni bilimsel
incelemelere kılavuz olacak niteliktedir de. Bu felsefi paradigma, bilimsel
incelemenin kendisi ise değildir.
“Örneğin, felsefe ile bilim arasındaki
ilişkilerin, Marx tarafından, tarihsel maddecilik olarak tanımlanabilecek bir
oynak dengeye oturtulduğu söylenebilir. Dengede içerilip aşılanlar arasında
Hegel ve Feuerbach vardır.” (s. 146)
Kanımızca Çulhaoğlu burada
materyalist tarih anlayışı/tarihsel materyalizmi bir yere oturtmaya çalışırken
zorlanmaktadır. Tarihsel materyalizmi bilim mi saymalı, yoksa bir felsefe mi?..
Çulhaoğlu “oynak denge” sayıyor… Bize göre, diyalektik-tarihsel materyalizm,
toplum bilimlerinin geniş alanında yapılacak araştırmalar için felsefi bir
paradigmadır.
Kapitalist üretim tarzının
incelenmesi ve buradan kalkarak geleceğe ilişkin projeksiyonlar yapılması,
bilimsel üretimin, devrimcileşmesini getirmiştir. Marksizmin bu incelemesi, kapitalist
üretim tarzının aşılması sürecinde devrimci ve pratik bir eleştiriye yol açmaktadır.
“Tarih bilinci, yaşanmış olanın
soyutlanmış ve genellenmiş bilgisini belirli bir süreklilik çizgisinde ileriye
doğru uzatmak anlamına gelir.” (s. 68)
Çulhaoğlu bu cümleyi Türkiye
solunun kendi tarihine dair bilinci bağlamında kuruyor. Anlamı genellenebilir.
Marksizm eş deyişle “bilimsel sosyalizm”, tarihin soyutlanmış bilincidir ve
kendisini böyle bilir. Bu bilinçlilikle, geleceğe ilişkin kısmi öngörülerde, bazı
projeksiyonlarda bulunmak olanaklı duruma gelmiştir.
Siyasetin, mutlak “doğru”ları
yoktur. Başka bir deyişle siyaset, bilimsel/teorik bir referansa sahiptir,
fakat hangi sol siyasetin devrimci hangisinin devrimci olmadığı gibi konuların,
belirli bir yere kadar bilimsel/teorik çerçeveyle değerlendirilmesi mümkündür.
Kanımızca Marksist teorik sistem içerisinde siyaset bilimi ya da teorisi olarak
nitelenebilecek bir soyutlama alanı vardır, ancak siyasetin belirlenimleri ve
etkileşimleri çok yönlü ve dinamik olduğundan, siyasette hangi tarzın/yolun
sağlıklı olduğu konusunda nihai karar verici tarihsel süreçlerdir.
Marksizm, sosyalist ideoloji
ve siyasetin referans çerçevesidir, bunların alabilecekleri biçimleri sınırlar;
fakat marksizmle sosyalist siyaset ve ideolojinin somut içerikleri doğrudan
belirlenmez.
“Marksist birikim, siyasal-ideolojik
formasyonun altyapısı ya da güvencesidir; Marksist birikime dayanmayan
siyasal-ideolojik formasyon, özel direnç ve tutkuları bir yana bırakacak
olursak, konjonktür tarafından kolayca likide edilebilir (…) Siyaset aracı
olarak kavramların, bir kuramsal çözümleme süreci sonucunda geliştirilip
dolaşıma sokulmaları gerekir (…)” (s. 60, 61)
Sosyalist ideoloji ve
siyasetin kavramları, motifleri ve ilkeleri, her bir toplumsal formasyonda
komünist hareketin içerisinde bulunduğu tarihsel dönem ve konjonktür tarafından
koşullanır. Fakat bu koşullama teorik bir değerlendirme ile işçi sınıfının çıkarlarına
ve sosyalist devrimin ihtiyaçlarına bağlanmıyorsa, tutarsız hamleleri, zikzaklı
ve savrulmuş rotaları beraberinde getirir. Siyasal kavram ve motiflerin tutarlı
bir bütünlük oluşturması, işçi sınıfının yakın ve uzak erimli çıkarlarını
gözetir olması, sosyalist devrim perspektifinin dışına düşmemesi, ancak
Marksist siyaset teorisi çerçevesinde yapılacak analizlerin ürünü olabilir.
Marksizm, kapitalizmden
komünizme geçişteki bilimsel dünya görüşüdür. Dolayısıyla aynı zamanda devrimci
bir dünya görüşüdür. Marksizmin bir dünya görüşü olmasında materyalizmin ve
komünist devrimci perspektifin birbirini bütünleyen ve uyumlu birlikteliği önem
taşımaktadır. Ancak marksizm, bugün için proletaryanın çoğunluğunun sınıfsal
ideolojisi ya da dünya görüşü değildir. Bizim için proletarya, bu dönüşümü
gerçekleştirecek tek devrimci sınıf olsa da, gelişkin bir felsefe ve bilimsel
teorilerle buluşması ancak geleceğin toplumunun kuruluşu sürecinde toplumsal
devrimler döneminde mümkün olacaktır.
Amprik somutlardan
soyutlamalara ulaşma ve ulaşılan soyutlamalardan gerçeklikteki etkileşim ve
değişim örüntüleri (gerçekliğin diyalektik “mantığı”) yakalanarak düşüncede
somut bütünlüğü yeniden oluşturma, toplum bilimleri alanında kullanılan
bilimsel bir yöntemdir. Bu yöntemi Marx örneğin Kapital adlı eserini
oluştururken kullanır. Bu yönteme biz, diyalektik yöntem denmemesini, bu
yöntemin bir bilim yöntemi olarak görülmesini öneriyoruz. Bize göre, diyalektik
gerçekliğin barındırdığı etkileşim türlerinin, ilişkilerinin, değişim
örüntülerinin, süreçlerin, oluşumun, gelişimin soyutlanmış “mantığı”dır.
Dolaysıyla Çulhaoğlu “Marksizmi az çok bilen herkes, marksizmin çözümleme
yönteminin diyalektik yöntem olduğunu da bilir” (s. 116) diye yazarken,
rutinleşmiş bir yanlışı tekrarlamaktadır. Yani bu bir galat-ı meşhurdur.
Diyalektik materyalizm topluma
ve tarihe uygulanarak tarihsel materyalizm elde edilmemiştir ve bugün de böyle
yaparak materyalist tarih anlayışına katkı sunulamaz. Diyalektik-tarihsel
materyalizm, gerçekliğin toplum/tarih ve doğa gibi farklı katmanlarının
olduğunu benimser, fakat gerçekliğin tek bir materyalist ve diyalektik yorumu
vardır. Felsefemiz, "tarihsel" ve "diyalektik" olarak
nitelenip iki farklı kompartmana ayrılmamalıdır. Materyalist felsefe, doğa ve
toplum alanlarında çeşitli bilim dallarının getirdiği yeni bulguların,
anlayışların ışığında yapılacak soyutlamalarla geliştirilmektedir.
Çulhaoğlu “diyalektik ve
tarihsel maddeciliğin yasalarının doğa bilimlerinin yasalarıyla eşdeğer tutulup
tutulamayacağı” (s. 81) konusunu tartışılması gereken konular arasında
saymaktadır. Bize göre, diyalektik-tarihsel materyalizmin “yasa”ları yoktur. Çünkü
felsefenin, bilimdeki yasalar türünden yasaları bulunmaz. Materyalist
diyalektik teorinin gerçekliğin barındırdığı yapılardan, süreçlerden, ilişki ve
etkileşimlerden, değişim ve gelişimlerden soyutlanan kavramları, kategorileri
vardır. Gerçekliğin taşıdığı etkileşim türleri ve değişim örüntüleri onun mantığını oluşturmaktadır.
Yapılar
ve Failler
Çulhaoğlu Marx’ın bu konuya
ilişkin bir cümlesini aktarıp, ekleme yapmaktadır:
“İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri
yaparlar; ama bunu, alabildiğine bir serbesti içinde değil, geçmişten
devralınan ve halen var olan koşullarda yaparlar. Devam edersek, tarihin
öznesiz bir süreç oluşu da gene bu çerçevede yorumlanmalıdır. Tarih, elbette
tek tek öznelerin etkinlikleri sonucunda oluşur; ama sonal (nihai) olarak
ortaya çıkan oluşum ve gelişmenin, tanımlanabilecek tek bir öznesi yoktur.” (s.
91-2)
“Tarihin öznesiz süreç” olduğu
fikri Althusser’den kalan bir yanlıştır. Bu argüman ile “tarihin tek bir öznesi
yoktur” argümanı birbirinden farklıdır. Sınıflar, kitleler, insanlar ve hatta
bazı kesitlerde ünlü bireyler, tarihin özneleridir. Ancak üretim ilişkileri
içerisindeki sınıflar, aynı zamanda insanların eylemleri için yapısal
belirlenim de sağlar. Tarih, faillerin etkinlikleriyle sürekli yeniden ürettiği
veya değiştirdiği yapıların koşulladığı öznelerin eylemleriyle gelişen
süreçleri içerir. Tarihin özneler konumlanma noktasından kalkılarak
değerlendirilmesi, sınıflara mensup insanları, eylemlerini ve aralarındaki
mücadeleleri, yapılar konumlanma/kalkış noktasından değerlendirilmesi, insanların
eylemleriyle yeniden ürettikleri veya değiştirdikleri temel ve üstyapıları,
sınıf yapılarını gündeme getirir. Örneğin üretim güçleri ve aralarındaki üretim
ilişkilerinden oluşan üretim tarzı, eş deyişle alt-yapı/temel, bakış açısı
değiştirildiğinde, farklı bir perspektifle yaklaşıldığında, bu sefer sınıflar
ve aralarındaki karşıtlık içeren ilişkiler/mücadeleler, pratikler olarak
görülecektir.
Yapılar-failler “sorunu”
yıllarca marksistlerin üzerinde kafa yordukları bir konudur. Bunu
Çulhaoğlu’ndan okuyalım:
“Marx’ın Tezler’de insan özneye biçtiği etkin rol, kapitalist üretim tarzına
özgü belirlenmişliklerin ve yapıların içine taşınıp orada bir kez daha anlamlı
kılınabilir mi? Bu soru, marksizmi yıllarca uğraştırmıştır ve bugün de
uğraştırmaktadır. Althusser’in çözümü, yapılar karşısında özneleri büsbütün
edilgenleştirip taşıyıcıya indirgerken, özellikle Anglo-Saxon marksizmi içinden
bir kesim, Althusser’in yaptığının tam tersini yapmakta, bu kez yapıları insan
etkinliğinin basit sonuçları olarak görmektedir.” (s. 94)
Bize göre yapılar, özneler/failler
arasındaki ilişkilerdeki ve öznelerin oluşturduğu iktisadi, siyasal
örgütlenmeler (örneğin bir ekonomik işletme, devlet vb.) içerisindeki
“düzenleniş ve işleyiş” olarak görülmelidir. Başka bir deyişle yapılar, örneğin
devlet kurumlarını, statik insan grupları olarak sınıfları, yazılı hukuk
kuralları mevzuatını, ideolojik doktrinleri anlatmaz. Bunların yerine şunları
belirtir: Proletarya ile kapitalist sınıf arasındaki toplumsal ilişkilerin (bu
ilişkilerin iktisadi, siyasal, ideolojik, hukuksal ve kültürel boyutları
vardır) düzenlenişi ve aktif işleyişi olarak devlet örgütlenmesi, bir
üst-yapıdır. Alt tabakaları arasındaki ilişkiler dâhil olmak üzere temel
sınıflara mensup insanların arasındaki ilişkilerin ve karşılıklı etkileşimlerin
biçimlenişi olarak sınıflar, yapılardır. Toplumsal ilişkilerin iktisadi
boyutundaki düzenleniş ve işleyiş, iktisadi yapıyı/temeli oluşturur. Başka bir
üst-yapı, sınıflar ve insanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenişi ve
işleyişinin hukuksal boyutunu anlatır. İnsanların gerçeklik hakkındaki
tutumlarının, davranış kalıplarının, duygu ve düşüncelerinin oluşumu ve
yeniden-oluşumundaki düzenleniş ile günlük hayattaki faal durumu, başka yapılar
olan ideolojileri ifade eder. Yapı ve özne/fail, birbirinden farklı “öğeler”
değildir ve aralarında dışsal ilişkiler
yoktur. Yapılar, öznelerin/faillerin ve onların örgütlenmelerinin sahip olduğu
ilişkilerin/etkileşimlerin düzenleniş ve işleyiş kalıbı ya da formu olarak
kavranmalıdır. Toplum bilimindeki, yapı-özne (fail) dikotomisi, aslında bir tür
kavrayış/soyutlama yetersizliğinin ürünüdür.
Çulhaoğlu Feuerbach Üzerine
Tezler’in 1., 3. ve 11.sini değerlendirerek, şöyle bir yorum yapmaktadır:
“Gerçi Tezler’de duyumlu ve etkin bir
özne, onun eylemi ve pratiği vardır; ama, bu duyumlu ve etkin özne ile onun
pratiğinin içine yerleştirilebileceği bir belirlenmişlik
alanı yoktur. Marx, yalnızca ve yalnızca “koşullar” demektedir. Özetle,
ortada bir üretim tarzı, bu üretim tarzına özgü üretim ilişkileri ve üretim
ilişkilerinin ortaya çıkardığı yapılar yoktur. Bu, öznel insan etkinliği ile
genel olarak tarih ve gerçeklik arasında önemli bir boşluk bırakılması demektir
(Marx daha sonra yapıları oluşturduğunda ise, bu kez 1840’larda bıraktığı insan
özneye dönmemiştir).” (s. 93)
Kanımızca bu yorum sağlıklı
değildir. Tezler’de yapıların
bulunmayışı, perspektifsel soyutlamanın bir sonucudur. Marx’ın düşüncelerinde
sınıflar ve komünistler, 1843 sonlarında Hegel’in
Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı-Giriş’in yazıldığı zamanlardan
başlayıp, sonraki tüm ömrü boyunca, özneler olarak yer almaktadır. Örneğin Alman İdeolojisi’nde ya da Ekonomi
Politiğin Eleştirisine Katkı’nın
Önsöz’ünde bu kez perspektifsel soyutlama, yapıların ön plana çıkmasına yol
açar. Komünist Manifesto’da ise, tarihsel özne olan sınıflar arası
mücadeleler kalkış noktası olarak alınır. Farklı eserlerinde ve hatta tek bir
eserin farklı yerlerinde perspektifsel soyutlama sonucunda, insanların
eylemine/etkinliklerine/pratiklerine ya da yapılara dönük farklı ağırlık
kaydırmaları görülmektedir. Örneğin Kapital’de
incelenen kapitalist üretim, soyutlamanın farklı uğraklarında üretim
ilişkilerinin düzenlenişi ve işleyişi olarak yapı açısından değerlendirildiği
gibi, sermaye ile işçi sınıfı faillerinin etkinliği olarak da dikkate alınır.
Çulhaoğlu’nun şu saptamasında
“nesnellik” yerine “yapılar” geçirildiğinde doğru yazılmış olmaktadır:
“Nesnellik ile öznel olanın ilişkisinde, dışsallık ve kronoloji yoktur. Ne biri
ötekinin dışında oluşur; ne de biri zaman olarak ötekinden önce gelir.” (s.
96) Çulhaoğlu şunu da yazmıştır: “(…)
yapı dediğimiz şey özneye, (…) özne olarak tanımlanan birim yapıya dışsal
değildir.” (s. 102) Bu argümantasyon özünde doğrudur. Fakat bize göre
“nesnellik”, “nesnel koşullar” gibi kavramlar, yapı kavramının yerini alamaz.
Çünkü biz yapıları, birer “şey” olarak değil, toplumsal ilişkilerin düzenleniş
ve işleyiş formu olarak kavrıyoruz. Çulhaoğlu “nesnellik” olarak gördüğü
“yapılar” ile öznel olanın ilişkisinde “ciddi bir güçlük”ten bahsetmektedir:
“Yaşanan somut süreçlerde karşılıklı
geçişme ve senkroni (eşzamanlılık) temel olsa bile, bu süreçlerin soyut
çözümlemesi ve ifadesi, şöyle ya da böyle bir ayrıştırma (anlatımda, iki temel
öğe arasına gerçek yaşamda olmayan bir mesafe konulması ve birinin ötekine bu
anlamda dışsallaştırılması) ve bir tür kronoloji (anlatımda, iki öğeden biri
sanki diğerini zaman olarak önceliyormuş gibi bir yol izleme) içerecektir.” (s.
96)
Kanımızca, yapılar ile
özneler/faillerin ilişkisinin serimlenmesi/ifade edilmesi ve süreçlerin
soyutlanmasında böylesi bir güçlük yoktur. Perspektifsel soyutlama yapıldığının,
soyutlama süreçlerinin uğrakları olduğunun farkında olunması ve değerlendirmeye
iki yönlü soyutlama perspektifinin de dâhil edilmesi bu güçlüğü yenecektir. Bu
yapılmadığında, soyutlama/kavrama süreçlerindeki yetersizliğin ve tek
yönlülüğün sonucu olarak, yapısalcılıkta olduğu gibi özneler yapılara,
metodolojik tekilcilikte olduğu gibiyse yapılar öznelerin etkinliklerine
indirgenmektedir. Dolayısıyla Çulhaoğlu’nun şu yazdıklarına katılmıyoruz:
“Bir yanda nesnelliğin öbür yanda ise
öznel etkinliğin yer aldığı bir ilişkinin kurgulanmasında (…) iki yanın salt kuramsal düzlemde buluşturulması
mümkün değildir (…) Çözüm, pratiktir. Yapılardan yola çıkanın bir noktadan
sonra eylemli özne konumuna geleceği, eylemden yola çıkanın ise yapıların
varlığını ve etkinliğini kabul edeceği bir çözüm.” (s. 102)
Çulhaoğlu’nun da belirttiği
gibi, “yapılar, değişmez özellikte değillerdir.” (s. 99). Örneğin üretim
ilişkileri, sınıflar, devlet, hukuk vd. statik kavramlar olarak
kullanılmamalıdır. Türkiye’den örnekleyecek olursak, 1980 öncesi yıllardan
sonrasına geçilirken, farklı sermaye birikim süreçlerinde üretim ilişkileri ve
sınıf yapısı, üst-yapılar, gerçek, etkin ilişkiler, bu ilişkilerin düzenleniş
ve işleyiş formu olarak dinamik bir yapıya sahip olmuştur.
Peki ideolojileri, “yapılar-öznelere”
nasıl dahil edebiliriz?.. Yapılar ile özneler arasındaki ilişki içerisine
yerleştirmekten bahsetmiyorum, çünkü böyle düşünülürse, birbirinden ayrı iki şey
ya da gerçeklik öğesinin var olduğu kabul edilir. Oysa yapılar öznelerin
ilişkilerinin almış olduğu formlar, özneler ise bu formları üreten, yeniden
üreten veya değiştiren insan etkinlikleridir.
Çulhaoğlu şu şekilde yazmaktadır:
“Nesnel sınıf çıkarının bilincine
varılması, belirli bir ideolojik ortamda gerçekleşir. Aşağı yukarı benzer
yapıların ve çıkarların farklı eylemlere yol açmasının nedeni de, ideoloji
dolayımının devreye farklı biçimlerde girmesidir. Sınıf üyelerinin ortak kimlik
inşa etmeleri ve bu ortak kimliği toplu eyleme dönüştürmeleri, hep ideoloji
etkili süreçlerdir (…) Örneğin aydınların, sosyalist örgütlerin ve öncü
işçilerin eylemlilikleri, ideoloji belirleniminin daha başat rol oynadığı bir
özne kurgusunu dayatıyor (…) Özetle, doktrin, sistem vb. boyutuyla ideoloji,
var olan nesnelliğin içinde özneyi inşa eden önemli bir etmendir.” (s. 99-101)
Bu yazılanlardan şunu
çıkarmaktayız: Bir yapı olarak ideolojiler, nesnel toplumsal gerçekliğin
özneler üzerinden geriye refleksiyonu olarak, öznelerin eylemlerine yol açar.
Öznelerin toplumsal ilişkiler içerisindeki konumlarıyla giriştikleri
etkinlikler/pratikler de, ideolojik düzeneklerle duygusal, düşünsel, simgesel
anlamlandırmaları üretir. İdeolojiler belirli ama dinamik/değişken zihin/bilinç
biçimleri ya da yapısal formlar olarak, insanların gerçeklikle kurduğu
ilişkilerin belirlenimi altındadır, fakat aynı zamanda bu ilişkilere, insan
pratiklerine yön verir. Benzer sınıfsal koşullarda ve ortak çıkarlara sahip
birey öznelerin, farklı eylemlere yönelebilmesinde, gerçeklikle kurulan farklı
etkileşim tarzları rol oynar.
Bütünlük,
Dolayım, Belirleme
Şu argümanlara katılmaktayız;
“bütünlük, toplumsal olguların ve gerçeklerin ilişkilenmiş bir aradalığını
ifade eder (…) parçaların ya da bütünü oluşturan unsurların, ancak bütün
aracılığıyla, yani bütünle olan ilişkileri bağlamında kavranabilmesi ve
çözümlenebilmesi (…) Toplumsal olgu ve gerçeklerin güncel durumunun yanı sıra,
bunların tarihsel geçmişi ve geleceğe yönelik uzantıları da bütünlük kavramının
içindedir.” (s. 103)
Bütünlükler, içerdiği öğelerin
sahip olduğu işlevlerle ve bu öğelerin aralarındaki etkileşimlerle oluşmuş
sistemlerdir. Öğeler yalıtık olarak incelenip, aralarında dışsal ilişkiler
kurularak ulaşılacak bir birlik, bütünlüğü kavramaya imkân tanımaz. Bütünlüğün
öğeleri, ancak bütünlük içerisindeki işlevleri ve tüm etkileşimleriyle
açıklanabilir. Bütünün/sistemin sahip olduğu ilişkilerin sınırları olduğundan,
belirli bir uzamsal kapsama sahiptir; bu ilişkilerin tarihi ve potansiyel
gelişim eğilimleri ise, zamansal kapsama dâhildir.
Çulhaoğlu “dolayım”
kavramıyla, bütünlüğün taşıdığı etkileşimleri/ilişkilenimleri anlatmaktadır.
Verdiği örneğe bakalım: “Sözgelimi, kapitalist üretim ilişkilerinin hukukla
dolayımı, bu ikisi arasındaki yalıtık ilişkiyle değil, her ikisinin bir bütün
olarak tarihsel-toplumsal formasyon tarafından belirlenmesiyle gerçekleşir.”
(s. 104)
Burada, parçaların/öğelerin
aralarındaki dolayımların üzerindeki, bu parçaların/öğelerin bütünle olan
dolayımının başatlığını vurguluyor. Gerçekten de, toplumsal aktörler, öğeler/parçalar
arasındaki çok yönlü ilişkiler/etkileşimler üzerinden hukuksal somut biçimler
belirlenir. Unutulmaması gerekense, bu belirlemede, nihai koşullayıcının üretim
ilişkileri oluşudur.
“Alt-yapı” kavramının su ve
kanalizasyon şebekesini çağrıştırması bir yana bırakılırsa, üretici güçlerin
aralarındaki ilişkilerden oluşan üretim tarzının, alt-yapı olarak da, temel
olarak da adlandırılmasında bir sakınca yoktur. Çulhaoğlu’nu izleyerek biz de, üretim
tarzına “temel” demekteyiz. Fakat üretim tarzının/temelin, “bir öz (esence)
oluşturduğu” (s. 106) söylenemez. Bize göre, üretim tarzı, üretici güçlerin
sahip olduğu ilişkilerin bir düzenlenişi ve işleyişi olarak bir yapıdır.
Çulhaoğlu’nun temelin/üretim tarzının, bir mekân olarak görülmemesi fikrine
katılsak da, “bütünün parçalarına içkinleşmiş öz anlayışı”nı (s. 106)
benimsemiyoruz. Çulhaoğlu şu cümlesinde net değildir örneğin: “Oysa, üretim
tarzı, kendi mekânından hukuku, siyaseti, ideolojiyi vb. etkilemez; çeşitli
dolayımlar, üretim tarzını hukuka, siyasete, ideolojiye vb. taşır ve onu bu alanlardaki ortak öğe (yani öz-MB) olarak var eder.” (s. 106).
Kanımızca, toplumsal
ilişkilerin iktisadi boyutunda belirlenen sınıflar, diğer toplumsal ilişkilere,
hukuksal, devletsel, siyasal, kültürel ilişkilere de girerler. Hukuk, siyaset,
devlet, ideolojiler belirlenen/belirleyen birer “şey” değildirler, insanlar
arası ilişkiler olarak var olurlar. Ayrıca bunlar Althusserci “kerte/düzey”ler
olarak değil, toplumsal ilişkilerin farklı ama etkileşim içerisindeki boyutları olarak soyutlanmalıdırlar.
Çulhaoğlu Althusserci düzey/kerteler modelini eleştirirken haklıdır: “Yapısalcı
modelde (…) ekonomi, yapısal bütün içindeki başka kertelerle dışsal ilişki
içindedir (…) insan pratiğinin alanları birbirinden fazlaca ayrı tutulmuştur.”
(s. 111) Fakat kendi modelini açıklarken yeterince net bir formülasyonda
bulunmamaktadır:
“Gene Türkiye için yinelersek, ortada,
örneğin kapitalizm öncesi üretim tarzlarını, kemalizmi, dinci ideolojiyi,
siyasal partileri vb. belirleyen bir kapitalist üretim tarzı yoktur. Kapitalist
üretim tarzı bu öğelerle eklemlenerek toplumsal formasyonu, yani bütünü
belirlemekte, bu bütün de kapitalist üretim tarzına eklemlenen öğeleri yeniden
belirlemektedir.” (s. 111)
Kanımızca formülasyon şöyle
ifade edilebilir: Somut bir kapitalist toplumsal sistem, üretim güçleri
arasındaki üretim ilişkilerinden oluşan temele/yapıya sahiptir ve bu temel,
toplumsal sistemin öğelerinin/diğer ilişkilerinin alabilecekleri farklı
biçimlere genel bir sınırlandırıcı çerçeve sunar. Toplumsal ilişkilerin
hukuksal, devletsel, ideolojik, siyasal ve kültürel boyutları, bu iktisadi yapı/temel tarafından en genel bir
koşullamaya tabidir. Toplumsal ilişkilerin farklı boyutları bütünlük oluşturur
ve bu bütünlüğün öğeleri eşitsiz gelişim gösterir. Toplumsal ilişkilerin
iktisadi boyutu, diğer düzey/kertelerle etkileşimleri dışsal olarak kurulan
yalıtık bir düzey/kerte olmadığı gibi, bir “alan” ya da “mekân” olarak da kavranmamalıdır.
Çünkü maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimi süreçleri, salt iktisadi
pratiklerle değil, toplumsal ilişkilerin farklı boyutlarındaki çeşitli
pratiklerle etkileşimler üzerinden bir sürekliliğe sahip olmaktadır.
Aslında Çulhaoğlu “belirleme”
konusunda katıldığımız sağlıklı bir yaklaşıma sahiptir:
“Eğer söz konusu olan, belirli bir
üretim tarzı ile, bu üretim tarzının (temel) üzerinde gelişen ideolojik,
siyasal, kültürel süreçler arasındaki ilişki ise, burada mutlak nedenselliği
gündemden düşürüp, belirlemeye, ‘koşullama’, ‘etkileme’, çerçeve’ ya da
‘parametre’ oluşturma türünde bir içerik vermek gerekir.” (s. 118)
“Marksizmde belirleme, maddi temelden
kalkıp tek tek her olguya birebir uzanan bir mutlaklık taşımaz. Belirleme,
belirlenenin alabileceği biçimlerin, olası hareket alanının ve değişimin sınırlarını çizen bir ilişkidir.” (s.
406)
Bu yaklaşımı savunan başka
aydınlar da mevcuttur. İlk örnek şu; “belirlenim bir olgunun olası dönüşümleri
ve değişimleri için sınırlar koymak, onun gelişim sürecinin içerisinde
gerçekleşeceği alanın koordinatlarını çizmek, onu parçası olduğu bütünlüğün
nitelikleri doğrultusunda biçimlendirmek üzere baskıda bulunmak gibi anlamlara
gelir.” (Raymond Williams’tan mealen aktaran Can Soyer, Marksizm ve Siyaset, Yordam
Kitap, Birinci Basım 2020, s. 118). İkincisi şöyle: “Hall da belirlenim
dendiğinde mutlak sonuçların en baştan kesinleştirilmesinden çok, sınırların,
koordinatların, eğilimlerin ve dinamiklerin anlaşılması gerektiğini ileri
sürer.” (Stuart Hall’dan mealen aktaran Can Soyer, a.g.e., s. 119)
Öte yandan Çulhaoğlu, Althusser’in
modelini benimsemese de, onun “üst belirleme” kavramının yararlı olduğunu
düşünmektedir (s. 120). Kanımızca, toplumsal ilişkiler bütünlüğünün taşıdığı
etkileşimlerin çok yönlülüğünü ifade ettiği ölçüde, bu kavram kullanılabilir.
Dolayısıyla şu yazılanlara hak vermekteyiz: “Üst belirleme kavramı, hem mekanik
ve doğrusal belirlemeyi reddettiği, hem de belirleyen üzerindeki etkilerin
çözümlenmesine olanak tanıdığı için yararlıdır.” (s. 120)
Somut bir örnek verelim.
Kapitalist üretim tarzı/temel ve bu temelde şekillenen sınıflar arası
ilişkiler, bir toplumsal formasyondaki eğitim sistemini nasıl belirler?.. Kapitalist
temelin toplumsal formasyonlarda belirli dönemler için aldığı somut görünümü,
sermaye birikim biçimi oluşturur. Sermaye birikim biçiminin ihtiyaçları
doğrultusunda, ne kadar “ara eleman”, ne kadar profesyonel yetiştirileceği ne
kadar işsiz/yedek sanayi ordusu oluşacağı, ideolojik hegemonyanın sağlanması
için işçi sınıfının farklı bölmelerine ideolojik ve kültürel formasyonun ne
düzeyde ve ne içerikte verileceği konularında, temelin genel bir koşullama,
çerçeve/sınır çizme ve süreçlere genel rengini verme şeklinde
ifadelendirilebilecek bir belirlemesi vardır. Fakat örneğin o toplumsal
formasyondaki dinsel ideolojinin, egemen veya resmî ideoloji içerisindeki
ağırlığı, dinsel kurumlaşmaların yaygınlığı, gerici partilerin hükümete
katılımı gibi faktörler, üst belirlemeyle etkileşimlere dâhildir.
Karşıtlık
ve Çelişki
“Kanımca Marx’ın yönteminin en önemli
özelliklerinden biri, somut karşıtlıkların,
ancak belirli bir soyutlama ve kuramsallaştırma sonucunda çelişki olarak
kavranabileceklerini öngörmesidir (…) Marx’ın karşıtlık ile çelişki arasında
yaptığı bu ayrım çok önemli. Marx’ta, maddi yaşamda karşıtlık olarak var olan,
etkin bağlantısı ve iç ilişkisiyle birlikte kavrandığında
çelişki oluyor.” (s. 124)
Burada Çulhaoğlu’nun Marx’ı
yanlış okuduğunu düşünmekteyiz. Çulhaoğlu bu okumayı, Marx’ın şu cümlelerine
dair yazıyor:
“Mülksüzlük
ile mülkiyet karşıtlığı
(antitezi-mç), emek ve sermaye karşıtlığı olarak kavranmadığı
sürece, öylesine (indifferent) bir karşıtlık olarak kalır. (Bu durumda) bu
karşıtlık, henüz etkin bağlantısıyla,
iç ilişkisiyle, bir çelişki olarak
kavranmamıştır.” (Karl Marx, 1844 Elyazmaları’ndan aktaran Metin Çulhaoğlu, s.
124)
Marx bu cümlelerde görünüşteki mülksüzlük ile mülkiyet
karşıtlığının özünde bulunanın, emek
ve sermaye arasındaki çelişkili ilişki olduğunu belirtiyor. Bu, görünüşün
ardındaki özün kavranışıdır. Fakat buradaki çelişkili bir ilişki olan özsel
ilişki, sadece kavrandığında oluşturulan bir soyutlama içerisinde bulunmaz. Marx’a
göre, emek ile sermaye arasında gerçeklikte, etkin bağlantısıyla birlikte
çelişik bir ilişki vardır.
Bu noktada bir konuyu
aydınlatmak gerekmektedir. Karşıtlık ile çelişki arasında fark bulunmaktadır.
Kanımızca işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasında uzlaşmaz karşıtlık ilişkisinden bahsedilmelidir. Bu iki temel sınıf
arasında her zaman ve her durumda çelişkinin olduğu söylenemez. Devrimci durum,
grev, kitle grevi, boykot gibi özel uğraklarda, bu iki sınıf arasındaki
karşıtlık ilişkisi, çelişkiye dönüşür. Çelişkiden bahsedilebilmesi için, karşıt
süreçler, eğilimler, sınıflar vd. arasındaki karşıtlık ilişkisinde,
aralarındaki dinamik dengeyi bozacak bir “kriz” sürecine girilmiş olunması
gerekir. Çelişkiler bu kriz sürecinde ya çözülerek ortadan kaldırılır ya da
eski dinamik dengedeki karşıtlık durumuna dönülerek giderilir. Emek-sermaye
“çelişkisi”ni, bu iki sınıf arasında her zaman var olan bir mücadeleye
dayandırarak açıklamak sağlıklı sayılamaz.
Bu hususta, Marx ve Engels’in
görüşlerinden görünüşte ayrıldığımızın farkındayız. Marx ve Engels’in karşıtlık
ve çelişki hakkındaki görüşü özetle şöyledir:
“Tıpkı Hegel gibi Marx’a da göre,
karşıtlık ve çelişki arasındaki ana fark, çelişkinin iç etkinliği olan
olumsuzluktur (olumsuzlukla, çatışma kastedilir-MB). İki çelişkili yan,
‘mücadele (Kampf) … halindeki’ ‘çarpışan öznelerdir.’” (Hazırlayan: Kaan Kangal,
Engels’te Doğanın Diyalektiği, Kor Kitap, Birinci Basım, 2021, s. 224)
Aslında savunduğumuz şudur: Emek-sermaye
karşıtlığı örneği üzerinden devam edersek, bu iki sınıf arasında zaman zaman
alevlenen mücadelenin düzeyini, aralarındaki çatışmaların yoğunlaştığı zaman
kesitlerini dikkate aldığımızda, emek-sermaye arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın
kimi uğraklarda çelişki formunu aldığını ve bu çelişkinin çözülme ya da eski
dengeye doğru çekilmeyle sonuçlandığını öne sürüyoruz. Çelişkiler, her zaman
zaten var olan karşıtlık ve mücadeleyi anlatmaz; birbirlerini yok etmeye
yönelmiş durumdaki karşıtlıklara çelişki denmelidir. İşin esasına bakıldığında ne
Hegel’e ne de Marx-Engels’e mantıksal düzlemde karşıt ya da çelişik bir
argümanımız bulunmaktadır.
Toplum
Yasaları ve Toplumsal Mühendislik
“Marksizmde özne ile bilgi hem
epistemolojik hem de sınıfsal-siyasal düzlemlerde bir bütünlük oluşturur.
Örneğin, dünyadaki bütün fizikçilerin, kimyacıların vb. kabul edecekleri
yasalar olabilir. Ama, toplumdaki bütün sınıfların hep birlikte ikna olup kabul
edecekleri toplum yasaları olamaz. Marksizm, kendi bulgularına, bütün sınıfları
aynı anda kesecek, bütün sınıfların akılcılığına ikna olabilecekleri bir
yasallık yakıştırmamaktadır. Bu nedenle, toplum mühendisliği denilen şey
marksizmde hiçbir biçimde yer almaz.” (s. 134)
Bize göre, toplum bilim
devrimcileşmiştir. Çünkü bu bilimin soyutlamaları, toplumsal ilişkilerin
değişim eğilimleri içerisinde yapılmakta ve bu eğilimlerle teorik olarak
örtüşmektedir. Toplum biliminin farklı sınıflara göre değişik hakikatler
içermesi söz konusu olamaz. Gerçeklik ve taşıdığı eğilimler doğrulukla
soyutlanıyorsa, hakikat yakalanmış demektir. Toplumsal gerçeklikteki eğilimler,
komünizme doğru bir yönelişi işaret etmektedir. Bu hakikatin, her sınıf
tarafından benimsenmesi elbette gerekmez. Bu hakikati gerçek kılacak sınıfsa,
proletaryadır. Yaşanmış sosyalizm deneyimleri, toplum ölçeğinde birçok toplum
mühendisliği örnekleri sunmuştur. Marksizmin kapsamında bir toplum
mühendisliğinden bahsetmek saçma olurdu, fakat marksizmin referansıyla
sosyalist bir toplumun inşasını, toplum mühendisliği kapsamında saymamak
olanaklı değildir.
Üretici
Güçler ile Üretim İlişkileri
Üretici güçler, üretim
süreçlerine katılan insanları, üretim araçlarını, makineleri,
bilimsel-teknolojik uygulamaları anlatır. Üretim süreçlerine katılan güçler
arasında dinamizme sahip üretim ilişkileri bulunur. Aslında başka kavramlarla
soyutlandığında üretim güçleri arasındaki üretim ilişkileri, sınıflar arasındaki
ilişkilerdir. Bu ilişkilere sömürü ilişkileri denebileceği gibi, bu ilişkiler
sınıflar arası mücadelenin iktisadi boyutu olarak da soyutlanabilir.
Dolayısıyla, Çulhaoğlu’nun şu saptamasına, üretim güçleri ile üretim
ilişkilerini şeyleştirdiği ve aralarında dışsal ilişkiler varmış gibi
gösterdiği için, katılmıyoruz:
“Sorunun özü, üretici güçler ile üretim
ilişkilerinin birbirlerini karşılıklı olarak koşulladıklarının, bu koşullamanın
da sınıf mücadelesi yoluyla
gerçekleştiğinin görülememesinde yatmaktadır.” (s. 135)
Sınıf mücadelelerinin siyasal,
ideolojik ve kültürel boyutları, hatta devlet içerisinde yürütülen formları
elbette vardır. Fakat proletarya ile kapitalist sınıf arasındaki sınıf mücadelesi,
orijinini üretim ilişkilerinden alır ve çoğu durumda ilk olarak üretim
ilişkileri zemininde filizlenir.
İndirgeme
Yöntemi
Çulhaoğlu “indirgeme” hakkında
şunları yazmaktadır: “İndirgeme, Marksist açıklama ve çözümleme sürecinin
vazgeçilmez başlangıcıdır.” (s. 137)
“Marksistler, karşılaştıkları olgu
zenginliğini, temel öncülleri ile, yani üretim tarzı, sınıflar ve sınıf
mücadeleleri ile ilişkilendirerek işe başlarlar. Bu başlangıç, neresinden
bakılırsa bakılsın bir indirgemeyi öngörür. İndirgeme, kimi olguların temel
öncüllerle çok daha doğrudan ilişkili olduğunu, bu öncüllerle büyük ölçüde
açıklanabileceğini gösterir. Başka olgular ise, temel öncüllerle çok daha
dolaylı yoldan ilişkilidir (…) İşte, indirgeme, Marksist çözümleme sürecinin
ilk etabında böyle bir sınıflandırma sağlar.” (s. 138)
Bize göre, bilimde hem pratik
gözlem ve deney faaliyetleri, hem de düşünsel süreçler, indirgeme yapmadan
gerçekleşmez. Gerçekliğin belirli bir genellik düzeyinde, belirli ilişkilerle
sınırlı ve belirli süreçler dâhilinde çalışılmadan, başka bir deyişle uzamsal
ve zamansal kapsamlar belirlenmeden, bilimsel pratik faaliyetler yürütülemez.
Benzer şekilde, düşünsel düzlemde de, gerçekliğin sahip olduğu ilişki ve
etkileşimlerin uzamsal ve zamansal kapsamı sınırlanarak, soyutlamalar yapılır.
Kısacası indirgeme, bilimsel faaliyetlerin ve soyutlama süreçlerinin olmazsa
olmaz bir koşuludur.
İdeolojiler
Teorisi
Önce Çulhaoğlu’nun bazı
argümanları ve saptamalarını sıralayalım: “İdeoloji kavramının
ilişkilendirilmesi gereken asıl olgu, bilinçlilik
biçimleridir.” (s. 153)
“(…) ideoloji üretiminin nesnel kaynağı
gene toplumdaki yabancılaşmadır.” (s. 155)
“İşbölümü, daha doğrusu maddi emekle
zihinsel emeğin ayrışması sonucunda, bilinç, verili toplumsal pratiğin birebir
bilinci olmaktan çıkarak, o pratiğe şu ya da bu düzeyde yabancılaşmış
düşünceleri içerebiliyor. Dağınık inançlardan sistemleştirilmiş öğretilere dek
uzanan bu tür düşünceler, hep birlikte, ideoloji alanını oluşturuyor. Bu arada,
bir neden olarak ideolojinin doğuşuna kaynaklık eden maddi emek-zihinsel emek
ayrışması, bu kez bir sonuç olarak, ideoloji üretiminin alanını daha da
genişletiyor.” (s. 155-6)
“(…) ideoloji üretiminin
toplumsal-tarihsel kaynağı (…) Bu kaynak, sınıflı toplumlarda maddi ve zihinsel
emek süreçlerinin ayrışmasıyla, insanların toplumsal pratiğin gerçek bilincine
yabancılaşmalarıyla ortaya çıkar.” (s. 163)
“Oysa, ideoloji, toplumsal gerçekliğe en
çok yaklaşandan en çok uzaklaşana kadar bütün bilinçlilik biçimlerini ve
düzeylerini kapsar. Bilim de (…) her tür ideolojik üretimin girdisidir.” (s.
157)
İlk argümana katılıyoruz. Bu
konudaki görüşlerimizin detaylarını öğrenmek isteyen okura, İdeolojilerin
Realist Teorisi (İRT) adlı çalışmaya bakmasını öneriyoruz. Öte yandan maddi
emek-zihinsel emek ayrışması, günlük hayatta üretilen ideolojik motiflerin
sistemleştirilmesinde önemlidir. Dağınık, parçalı, aralarında tutarsızlıklar
barındıran ideolojik motiflerin, ideologlar tarafından ayıklanıp, birbirleriyle
tutarlı hale getirilip, sistemleştirilmesi ve bunlara eklemeler yapılması, bu
ayrımlaşmayı varsayar. Fakat
zihinsel-bedensel emek ayrımı, ideolojilerin oluşumunu tek başına açıklayamaz.
Bilim ile ideolojiler
arasındaki ayrım ise mutlak değil görelidir. Üstelik bilimsel düşünceleri ve
teorileri, gerçekliğin sınanabilir yorumları, gerçeklik hakkında
pratikleştirilebilir inançlar olarak görürsek, bilimsel fikirleri realist
ideolojiler arasında saymamız gerekir. Bize göre realist ideolojiler, motifler,
inanç ve düşünceler, gerçeklikteki süreçler, ilişkiler, nesneler vb. üzerinde
denetim ve hâkimiyet kurmamıza yol açan, sınamaya açık bilinçlilik
biçimleridir, zihinsel durumlardır. Dolayısıyla detaylandırmasa da Çulhaoğlu şu
saptamasında haklıdır: “Bilim ile ideoloji arasında Althusser’in yaptığı ölçüde
kesin bir sınır çizilebilmesi mümkün değildir.” (s. 171)
Yabancılaşmayı Çulhaoğlu’nun
ideolojilerin kaynağı olarak görmesi önemlidir, fakat onun yabancılaşmayı
kavrayışı bizimkinden farklıdır. Bize göre “yabancılaşmış insan bilinci” (s.
167) ifadesi sorunludur; “düşünceler toplumsal pratiğe yabancılaşmaz” ya da
“insanlar toplumsal pratiğin gerçek bilincine yabancılaşmaz”; insanlar doğayla
olan ilişkilerinde, diğer insanlarla ve örgütlenmelerle olan ilişkilerinde, gerçekliğin
öğeleri üzerinde denetim kuramıyorlarsa, bu durumda yabancılaşma yaşıyorlar
demektir. Yabancılaşmış koşullardaki ve ilişkiler içerisindeki insanlar,
metafizik ideolojilerin motiflerini üretir.
Dolayısıyla “sınıflı
toplumlarda, bilinç biçimleri ile toplumsal gerçekliğin bütünü arasında,
kapanması olanaksız bir açı hep olacaktır (…) Aslında, ideoloji üretiminin
kaynağı, bizatihi böyle bir açının varlığıdır (…) Bilinç biçimleri ile
gerçeklik arasındaki açıyı dolduran ideoloji (…)” saptamalarına da katılmıyoruz.
Bize göre toplumsal gerçeklikteki yabancılaşmış ilişkiler, ideolojilerin
üretimi ve yeniden üretiminde bir kaynaktır gerçekten. Fakat ideolojiler zaten
bilinç biçimlerini büyük oranda oluşturur. İdeoloji sayılamayacak düşünceler,
duygu ve psikolojik durumların da var olması nedeniyle, ideolojilerin bilinç
biçimlerini “büyük oranda” oluşturduğu söylenebilir. Bilinç ise, içerisinde
bulunulan toplumsal ilişkilerden ayrıksı düşünülemez. Yine bize göre, realist
ideolojiler, örneğin komünizm, diyalektik-tarihsel materyalizm, bilimsel
teoriler, gerçeklikle örtüşür. Örtüşmeyen yanları terk edilebilir, dolayısıyla
geliştirilebilirdirler. Çulhaoğlu’nun şu argümanı ise isabetlidir:
“Ne sınıf ne de siyasal örgüt, toplumsal
gerçekliğin mutlak ve eksiksiz bilincine sahip olabilir. Son çözümlemede,
sınıfın bilinci de, siyasal örgütün bilinci de, toplumsal gerçekliğe yönelik
yaklaşım-kestirim (approximation) olabilir ancak” (s. 169)
Çulhaoğlu’nun kullandığı “ideoloji
alanı” kavramlaştırması yerine biz, “toplumsal ilişkilerin ideolojik boyutu”
kavramını öneriyoruz. Böylelikle kerte/düzey kavramlaştırmasına benzer şekilde,
yalıtıkmış gibi görünen toplumsal iktisadi, siyasal, kültürel, ideolojik
“alanlar”dan bahsedilmeyecektir. Toplumsal ilişkilerin ideolojik boyutu,
insanların bilinç biçimlerine, toplumsal gerçeklikle etkileşimlerine, çeşitli
pratiklerine işaret eder.
Çulhaoğlu’nun egemen
ideolojiden ya da sosyalist ideolojiden ayrı bir “işçi sınıfı ideolojisi” ile
“küçük burjuva ideolojisi” olmadığını belirtmesi (s. 176), doğrudur. Fakat
“burjuva ideolojisi” hakkında öne sürdüklerine katılmak mümkün değildir:
“Hep egemen durumda olan burjuva
ideolojisi, önce liberalken sonra faşizme, ardından refah devleti modeline ve
nihayet neo-liberalizme mi evrildi; yoksa kendi özellikleriyle burjuva
ideolojisi, sınıf mücadelesinin belirlediği tarihsel dönemlerde liberalizmle,
faşizmle, keynesçilikle ve neo-liberalizmle mi eklemlendi? Bu açıklamalardan
ilki, tarih ve ideoloji kavramlarını karikatürize etmekten başka anlam taşımaz.
Egemen olduğu söylenen bir sınıf
ideolojisinin, yüz yıllık bir tarihsel kesitte bu ölçüde köklü kılık
değişiklikleri geçirmesi, tanım gereği mümkün değildir.” (s. 182)
Oysa burjuva ideolojisi tek
bir ideoloji değildir. Farklı ideolojiler, sınıf mücadelelerinin düzeyine göre,
kapitalist sınıfın ideolojisi olmuştur. Bu “evrilen” ideolojiler Çulhaoğlu’nun
da belirttiği üzere egemen ve resmi ideolojilerin bileşenidir (s. 182); fakat bunlar
birbirini izleyen tarihsel kesitlerde, kapitalist sınıf tarafından da
sahiplenilir. “Kendi özellikleri” değişmez bir “burjuva ideolojisi” yoktur.
Çulhaoğlu’nun egemen ideoloji
tanımını biz de benimsiyoruz:
“Egemen ideoloji, özel ideoloji üretim
odaklarının yanı sıra, meta fetişizmi ve yabancılaşma koşullarındaki
bireylerin, toplulukların ve sınıfların gündelik yaşam ve mücadele
deneyimlerinde ürettikleri ideolojik unsurları da içerir.” (s. 185)
“Egemen ideoloji (…) bireylerin,
toplulukların ve sınıfların kendi ürettikleriyle, diğer yanda da resmi
ideolojinin girdileriyle beslenen bir esnekliğe ve kapsayıcılığa (sahiptir-MB)”
(s. 187)
“Egemen ideoloji üretimi, devletin ve
ideologların yanı sıra, politikacıların, halkın ve günümüz koşullarında
özellikle medyanın (en başta ‘kitle kültürü’ alanındaki) etkinlikleri ve
karşılıklı ilişkileri sonucunda gerçekleşir.” (s. 187)
Çulhaoğlu egemen ideolojinin,
egemen sınıfın ideolojisine indirgenemez olduğunu belirtmekte (s. 194), resmi
ideolojiyi ise devletin ideolojisi olarak görmektedir (resmi ideoloji konusunda
daha fazla detay için s. 278’e bakınız). Bunlara katılmamak mümkün değildir.
Egemen ideoloji toplumda yaygın olan ve toplumsal ilişkilerin yeniden üretimini
sağlayan, kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki iktidar ilişkilerinde hegemonya
oluşumuna katılan ideolojik yapılanmadır. Egemen ideolojinin kapsamında realist
ideolojik motifler, sağduyu öğeleri de örneğin dinci ve milliyetçi, liberal
ideolojik motif ve temalarla birlikte parçalı, karşıtlıklar içerecek şekilde,
muğlak anlamlarıyla bulunur. Bu nedenle Çulhaoğlu ideolojik mücadele konusunda şu
saptamaları yaparken çok önemli değinilerde bulunmaktadır:
“Sosyalist ideolojinin etkisi, insanları
egemen ideolojinin büsbütün dışında ayrı bir ideoloji alanına taşımasıyla
değil, egemen ideoloji içindeki
kavramların, değerlerin ve sembollerin egemen ideolojinin öngördüklerinden
farklı biçimde anlamlandırılmasıyla ortaya çıkar.” (s. 186)
“Sosyalist ideolojinin, sınıfın kendi
pratiğinin ürünü olan bu tür ideolojik motifleri (düzenin kurum ve olgularına
ilişkin özel tanımlamalar, belirli bir mücadele deneyiminden çıkıp sınıfa mal
olan dersler, değer yargıları, etik anlayışlar, devletin konumuna ilişkin
çıkarsamalar vb.) bir sistem içine yerleştirerek yeniden sınıfa yöneltme(k)”
(s. 197)
İdeolojik mücadeleyi sınıfı
kazanmanın yolu olarak gören ve bu mücadelenin toplum ölçeğinde verildiğini
belirten (s. 197-8) Çulhaoğlu’na katılıyoruz ve bir ek yapmak istiyoruz. Öncü
parti, içerdiği her bir biriminin, ideolojik mücadeleyi kendi alanında
yürütebileceği bir düzenleniş ve işleyişe, eş deyişle örgütsel yapıya sahip
olmalıdır.
Yine “siyasal mücadele ile
ideolojik mücadeleyi, kullanılan araçların farklılaştığı iki ayrı mücadele
alanı olarak görmemek gerekir. Bunların ikisi birden tek bir süreç oluşturur.”
(s. 199) şeklinde yazarken de, sağlıklı bir değerlendirme yapmaktadır.
Siyasette ustalık ve olgunluk
olmadan yazılamayacak şu cümlelere de bakılmalıdır:
“İdeolojik mücadelenin hedefi, sosyalist
siyasetin, toplumun ve insanların gündelik yaşamlarında ortaya çıkan (ve var
olan düzenin koşullarında belirlenen) duyarlılıklarla hiç olmazsa temas
noktaları bulmasıdır (…) İşte sosyalist ideoloji ve siyaset, kimi durumlarda,
üçüncü ve ayrı bir yol önerisi yerine, var olan ikilemin içinden yürümesini de
bilebilmelidir. Örnek vermek gerekirse, 1997 yılı Türkiye’sine damgasını vuran
laiklik-şeriat ve devletçilik-özelleştirme tartışmalarının bir de bu gözle
değerlendirilmesi gerekmektedir.” (s. 200)
Siyasetin
“Yeri”
Çulhaoğlu çalışmasında,
“siyasetin nereye yerleştirileceği” konusunu da değerlendirmektedir. Bu konu bize
şunu hatırlatmıştır: Üniversiteye gittiğimiz yıllarda siyasetin, temele de üst
yapılara da dâhil edilemeyeceği, öyleyse bir tür “orta yapı” sayılabileceği
yönünde toy bir düşünce geliştirmiş, ancak üzerinde durmamıştık. Oysa
temel-üstyapılar arasındaki ilişkiler, böylesi mekânsal kurgularla açıklanamaz.
Şimdi “toplumsal ilişkilerin siyasal boyutu” şeklinde bir kavramlaştırmadan bahsedilmesi
gerekliliğine inanıyoruz. Bu boyut, toplumsal ilişkilerin iktisadi boyutundan
bağımsız, ayrıksı bir alanı kaplamaz.
Çulhaoğlu’nun şu saptamalarına
katılıyoruz:
“Siyaset, sermaye birikim süreçleri ve
emek gücünün yeniden üretimi gibi temele ilişkin olgulara içseldir (…) Siyaset,
genel ve formel kurumlarını üstyapı alanında bulsa bile, belirli bir toplumsal
formasyonun yeniden üretimine yönelik her tür etkinliğe içseldir. Bu tanıma
göre, siyasal partilerin ve devletin ötesinde, sendikalar, işveren kuruluşları,
giderek tek tek işverenler ve işçiler de siyasetin özneleridir. Bu öznelerin en
dar ‘ekonomik’ davranışları bile siyasal içerikli davranışlardır.” (s. 210-1)
Sendikal bilinci, bir siyasal
bilinç biçimi sayan (s. 212-3) Çulhaoğlu, şunu yazmaktadır:
“İşçi sınıfının, siyasal bir mücadelenin
içinde olması, siyasal bilincinin üst evrelerine tırmanmış olmasını
gerektirmez; buna karşılık, kendi doğal gelişimine bırakıldığı sürece, işçi
sınıfı en çok siyasal (dikkat, ekonomik
değil) bilincin alt düzeylerinde ve dar biçimlerinde kalabilecektir.” (s. 213)
Marx’ın “kendinde sınıf” ile
“kendisi için sınıf” üzerine yazdıkları hatırlansın… Bu başlangıç ve sondaki
“durumlar” arasında, müzik alanından benzetme yaparsak bir tür “çıkıcı gam” bulunur
ya da resim alanından daha iyi bir benzetmeyle bir bilinçlilik “skalası”
vardır. Sınıf bilinci, kendinde sınıf ile kendisi için sınıf arasında “gradyan”lıdır
ya da bir “tayf” sergiler. Bununla elbette, sınıf bilincinde, bir ülke
içerisindeki somut mücadele örneklerinde ve benzer koşullardaki ülkeler
arasında bir ülkede, eşitsiz gelişmeyle sıçramaların yaşanabildiğini yadsımadığımız
açık olmalıdır. Bu noktada Çulhaoğlu’nun E. O. Wright ve çalışma
arkadaşlarından aktardığı “devrimci sınıf kapasitesinin oluşumunu engelleyen
öğeler”i de sıralamak isteriz: “Kapitalist devletin kurumsal biçimi; işçi
sınıfının kendi içindeki bölünmelerle bu sınıfın potansiyel müttefikleri
arasındaki bölünmeler; ideolojik egemenlik ve saptırma mekanizmaları.” (s. 224)
Çulhaoğlu’nun “siyasetin
nereye yerleştirileceği” konusundaki fikri,
üç eksenli bir siyaset modelinde somutlanır. Aktaralım:
“Siyaseti (…) bu etkinliğin (ya da
uğraşın) belirli bir toplumsal formasyonda üç ana eksene oturduğunu söylemek
mümkündür. Bu eksenlerden birincisi, üretici güçlerle üretim ilişkilerinin
somut üretim etkinliklerinde belirginleştiği temeldir. Bu temelin öne çıkan süreçleri ise, elbette artı değer
üretimi bağlamında, bir yanda sermaye birikimi, diğer yanda da emek gücünün
yeniden üretilmek üzere harcanmasıdır.
“(…) ikinci eksen (…) siyasal yapılanma ekseni. Bir ülkedeki
anayasal düzen, devletin örgütlenişi, temsil mekanizmaları, siyasal partilerin
varlığına ve etkinliğine zemin oluşturan yasal çerçeve, ikinci eksenin başlıca
bileşenleridir. Nihayet üçüncü eksen, siyasal partilerin oluşumunu ve
etkinliklerini, hükümet politikalarını, özetle somut ve güncel siyaseti
oluşturan oynak eksendir.” (s. 215)
“Önerdiğim modeldeki eksenleri birbirine
bağlayan temel kavram ve pratik, sınıf
mücadeleleridir. Bu kavram ve pratik olmadığı sürece, modeldeki eksenleri
anlamlı bir ilişki içine sokmak, dolayısıyla modele inandırıcılık kazandırmak
mümkün olmayacaktır (…) buradaki model, sınıf mücadelelerinin, üç eksenin
üçünde de tanınmasına dayanan bir modeldir.” (s. 221)
Bu model hakkında neler
söylenebilir?.. Görüşlerimizi özet olarak yazmak istiyoruz.
Kapitalist üretim ilişkileri,
özünde sömürü ilişkileridir, fakat sömürü bir defalık gerçekleşen bir olay
olmadığından, kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki egemenlik ilişkilerinin iktisadi boyutunu oluşturur. Kapitalist
üretici güçler arasındaki üretim ilişkileri olan temel, kapitalist toplumsal
sistemin özsel ilişkilerini içeren
bir yapıdır. Üretim ilişkileri bir yapı
olarak belirli bir düzenlenişe ve işleyişe sahiptir. Üretim süreçlerinde iki temel
sınıf arasındaki ilişkilerin, eş deyişle kapitalist üretim ilişkilerinin yapısal
sürekliliği, toplumsal ilişkilerin ideolojik, siyasal, kültürel, devletsel ve
hukuksal boyutları dolayımı üzerinden gerçekleşir. Üretim süreçleri, salt
iktisadi süreçler değildir. Kapitalist sınıfın proletarya üzerindeki iktisadi egemenliği için üretim
araçlarının sermaye olarak özel mülkiyetinin hukuksal güvence altına alınışı;
bu özel mülkiyet nedeniyle işçilerin emek güçlerini satmaktan başla bir yaşama
yolu olmayışı anlamında sermaye egemenliğinde çalışmaya zorlanmaları; devletin üretim ilişkileri yapısının sürekliliğini
tehdit edecek durumlarda baskı
uygulaması; eğitim kurumlarının, sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda
bilgi-teknik beceri yanı sıra, işçilerde ideolojik ve kültürel bir formasyon da
oluşturması; emek güçlerinin üretim sistemine ve toplumsal sisteme olan
bağlılığı ve inancının egemen ideoloji üzerinden sağlanarak, ücretlerle
iktisadi olarak yeniden üretilmeleri yanı sıra ideolojik olarak da yeniden
üretilmesi; işçilerin siyasal partiler ve figürler ile onların etkinlikleri
üzerinden demokratik bir rejimde bulundukları yanılsaması üretilerek düzene
bağlanması gibi etkileşimler/dolayımlar gereklidir. Elbette kapitalist sınıfın
proletarya üzerindeki toplumsal egemenliğinin
siyasal, ideolojik, devletsel, hukuksal ve kültürel boyutları da bulunmaktadır.
İktidarın sadece siyaset
denilen bir “alan”a sıkıştırılması ve devlet olarak adlandırılan bir “aygıt”ta
temsil edildiğinin sanılması, yanlıştır. Bu nedenle, devrimler siyasal
iktidarın ya da devletin fethi, ele geçirilmesi olarak görülemez. Kapitalist sınıfın
proletarya üzerindeki toplumsal
egemenliğinin iktisadi, siyasal, ideolojik, kültürel, hukuksal ve devletsel
boyutları, aralarındaki etkileşimlerle birlikte bir toplumsal ilişkiler bütünlüğünde
yer alır. Bu egemenliğin bir siyasal
devrimle yıkılması için, devrimci durum kapsamında iktisadi egemenliğin
bunalıma girmesi (iktisadi kriz), siyasal, devletsel, kültürel ve ideolojik
açılardan kapitalist sınıfın proletarya üzerindeki toplumsal egemenliğinin
çatlaması ve “ikili iktidar” şeklinde bir formun oluşması, bunun için de
öncesinde bir “mevzi savaşı”nın verilmiş olması gereklidir.
Devlet, kapsamında kapitalist
sınıfın siyasal temsilcilerini, resmî ideolojiyle egemen ideolojinin üretimine
katılan ya da taşıyıcısı olan bürokrasiyi ve kamu emekçilerini barındıran,
iktisadi, siyasal, ideolojik, kültürel, hukuksal, baskı uygulayıcı boyutlara
sahip ve bu boyutlardaki kurumlarıyla birlikte bir yapıya (düzenlenişe ve
işleyişe) haiz olan bir toplumsal örgütlenmedir. Devlet, ne toplumsal sistem “sivil
toplum”la özdeş kabul edilerek bunun karşısına konabilir, ne de toplumsal
sistemin üzerinde bir “yer”de konumlanır. Devletin bir “aygıt” olarak
görülmesi, üretim ilişkilerine/temele dışsal bir konumlanışa sahip, temelle
dışsal ilişkileri olan bir kurum olarak kavranması anlamına gelmektedir. Soyutlamada
yetersizliği gösteren bu perspektifler terk edilmelidir.
Devlet, günlük siyaset,
siyasal partiler, egemen ve resmî ideoloji, hukuksal düzenlemeler, kültürel
etkinlikler ve örgütlenmeler vd., bunların hiçbiri temel/üretim ilişkileri
yapısına, eş deyişle sınıflar arası iktisadi ilişkilere dışsal bir
“konumlanışa” sahip öğeler değildir. Kapitalist toplumsal sistemin bu öğeleri
(unsurları), toplumsal ilişkilerin farklı boyutlarındaki örgütlenmeler, yapılar
ve pratikler olarak, temel ile dolayımlara/etkileşimlere sahiptir. Kapitalist
temel, bunların dolayımı olmadan sürekliliğini sağlayamaz ve gelişemez. Bu
soyutlamanın ışığında bakıldığında, siyasetin, toplumsal ilişkilerin bir boyutu
olarak, belirli pratikler/eylemler ile yapıları kapsamında barındırdığı,
toplumsal ilişkilerin bütünlüğü içerisinde dolayımlarla etkileşimler içerisinde
bulunduğu görülecektir.
Bu alt başlığı kapatmadan önce
Çulhaoğlu’nun bahsettiği bir konuya daha değinmek istiyoruz:
“20. yüzyılın sosyalist devrimleri ise,
burjuva devrimlerin ürünü olan kavram ve kategorileri içerip aşacak, kendi özel
kavramlarını biriktirecek bir zenginlik kazanamamıştır. Çok farklı ve çok daha
büyük bir iş yapan devrimcilerin kavram dağarcıklarının böylesine sınırlı
oluşu, hem sosyalist siyaset kurgusunu hem de siyaset etiğini olumsuz yönde
etkilemiştir.” (s. 245)
Bu görüşe tam olarak katılmak
mümkün değildir. Proletarya diktatörlüğü, devrimci durum, ikili iktidar, öncü
parti, zayıf halka, eşitsiz gelişme, “sürekli devrim” gibi birçok
kavramlaştırma, sosyalist devrimlerin ya da işçi sınıfı iktidarının ekseninde
soyutlanmıştır. Öte yandan, Jakobenlik, karşı-devrim, darbe, “avam terörü” gibi
kavramların burjuva devrimleri çevresinde üretilmiş ve halen kullanılıyor
durumda olmaları, anlattıkları özsel ve kalıcı olduğundan, bir olumsuz etki
doğurmaz.
Devlete
Dair
Bu başlık altında sadece
devlete ilişkin bazı hususlara değineceğiz.
Devlet, iktisadi, siyasal,
ideolojik, hukuksal, kültürel ve tahakküm uygulayıcı boyutlarda
organizasyonları olan bir toplumsal örgütlenmedir. Kapitalist sınıf ile
proletarya arasındaki toplumsal iktidar/egemenlik ilişkileri, diğer hegemonya
yapıları yanı sıra devletin iktisadi
teşebbüsleriyle ve kurullarıyla, hukuksal düzenlemeleriyle, ideolojik
kurumlaşmalarıyla, kültürel organizasyonlarıyla, siyasal yapılanmalarıyla, baskı
örgütleri ve hegemonya araçlarıyla dolayımlarla sağlanır. Devlet toplumsal
ilişkilerin sayılan bu boyutlarında belirli bir düzenlenişe ve işleyişe, eş
deyişle yapıya sahip egemenlik örgütlenmesidir. Devlet örgütlenmesinin yapısı, kapitalist
sınıf ile proletarya arasındaki ilişkilerden, bu ilişkilerdeki pratiklerden,
başka bir ifadeyle aralarındaki sınıf mücadelelerinden etkilendiği gibi bu
mücadeleleri etkiler de.
Bu şekilde kavranırsa,
devletin “vergi politikalarını, büyük alt yapı yatırımlarını; genel olarak kamu
harcamalarını, sosyal hizmet stratejilerini vb. belirlerken, göreli özerklik
alanını çok geniş tutabilir” (s. 264) ifadesi, devletin kimi politika ve
uygulamaları, kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki toplumsal iktidar
ilişkilerindeki dinamik dengeye göre şekillenir, bu ilişkilerin taşıdığı
sınıflar arası mücadelenin düzeyi tarafından koşullanıra dönüşür. Kapitalist
devlet, kapitalist sınıfın bir aparatı olarak görülerek, bu devletin emekçileri
gözeten kimi uygulamalarına ve pratiklerine bir tür “göreli özerklik” atfetmektense,
kapitalist devlete, iki sınıf arasındaki mücadelenin düzeyi tarafından
koşullanan, yapısına emekçilerin de doğrudan katıldığı, kapitalist sınıfın
proletaryayla arasındaki toplumsal egemenlik ilişkilerinin bir örgütlenmesi
olarak bakılmalıdır.
Kapitalist devlet, sermaye sınıfının
iktisadi egemenliğinin sürdürülmesi için, ideolojik, hukuksal, siyasal,
kültürel ve baskıcı örgütlenmeleriyle kapitalist sınıfın toplumsal
egemenliğinin kurulmasına katılır.
Zor
ve Baskı
“Zor’la takviye edilmemiş rıza
düşünülemez” (s. 324).
“Zor ile rıza’nın kategorik biçimde
ayrıştırılması sonucunda zor, ideolojik içeriği olmayan çıplak baskıya ve
şiddete indirgenmekte, bu haliyle de devlet bölmesine hapsedilmektedir. Zor’dan
ayrışmış rıza ise, ideoloji ekseninde
sivil toplumun özel malı olmaktadır. Bu kurguda devlet, zor’un meşru temsilcisi
olmanın yanı sıra, ideoloji üreten
aygıt kimliğiyle görülmemektedir.” (s. 324)
Bu yazılanlara katılmakla
birlikte bir kavramsal açıklık getirilmesi gerekmektedir. “Baskı” ile “zor”
farklı anlamları olan kavramlardır. Şöyle ki:
“Baskı kasıtlı (bir) failin ya da
baskıcının varlığını gösterirken, zor seçeneğe hiç yer bırakmayan
kısıtlamaların varlığından daha fazlasını gerektirmez. Bir başka yerde iş
bulamıyorsam kendi kasabamda yaşamak zorunda kalırım, ancak oradan ayrılamaya
çalıştığım zaman tutuklanacaksam orada yaşamak için baskı altına alınmış
olurum.” (Bkz; Jon Elster, Making Sense
of Marx’tan aktaran R.G. Peffer, Marksizm,
Ahlak ve Toplumsal Adalet, 1. Baskı, 2001, s. 154)
Bu kavramlar arasındaki farkın
gözetilmesinin yararlı olduğunu düşünmekteyiz. Bize göre, emek güçlerinin
yeniden üretiminde kültürel ve ideolojik hegemonyanın önemi bulunmaktadır ve bu
nedenle sömürü ilişkileri olan kapitalist üretim ilişkilerinin
sürdürülebilirliği, ancak bu hegemonya sağlandığında olanaklıdır. Aykırı
eylemlerde bulunulduğunda fiziksel baskının olabilirliğini hissetmeden ve
siyasal/ideolojik alternatiflerin görülemeyişinin sonucu mevcut hayat
koşullarında yaşamaya ve çalışmaya zorlanma olmadan, sömürü ilişkileri
sürdürülemez. Sömürü, bir defalık gerçekleşen bir olay değil, sürekliliği olan
bir süreçtir. İşçiler baskı mekanizmaları var olmadan ve çalışma dışında
alternatifleri olmadığından çalışmaya zorlanmadan, sömürülemezler. Kapitalizm,
iktisadi, siyasal, ideolojik, kültürel ve devletsel boyutları olan, bunların
birbirlerinden yalıtık değil, tersine etkileşim içerisinde olduğu bir toplumsal
ilişkiler sistemidir.
Sol
Hareketin Kültürel “Yerlileşme”si
“Türkiye’de sol hareket, etkisini
artırmak, kitleselleşmek ve giderek iktidara yürümek için mutlaka ve mutlaka yerlileşmek zorundadır; buna karşılık,
eğer bu hareketin ekseninde yer alacaksa, marksizmin yerlileşmesi ya da
‘doğululaşması’ büsbütün olanaksızdır.” (s. 337)
“Yerlileşmeden kastım şu: Sol hareket,
bir süreç içinde çözmeyi, bozmayı, dağıtmayı, eritmeyi, değiştirmeyi,
dönüştürmeyi vb. vb. hedef alsa bile, verili kültürel biçimlenmeden yola
çıkmalı, en azından bir ayağını mutlaka bu biçimlenmeye basmalıdır.” (s. 337)
“Kuşkusuz, sol hareketin daha en
başından ve ikirciksiz karşısına alıp üzerine yürümesi gereken kültürel
biçimlenmeler de vardır.” (s. 337)
Bu yazılanlara katılıyoruz. Konuya
açıklık getirmek, kültürel yerlileşmenin adını koymak gerekir: Sosyalist
halkçılık… Bize göre halkçılık bir mücadele tarzı
ve aynı zamanda bir örgütlenme ilkesidir
(bu konuda bkz; Halkçılık Üzerine Tezler başlıklı yazımız). Bu nedenle
halkçılık, uvriyerizmin, elitizmin ve konformizmin karşısında konumlanmaktır.
Sosyalist halkçılık, sosyalist
ideolojinin ve kültürün, bu toprakların sağlıklı ve solla ilişkilenen kültürel/ideolojik
değerlerini, temalarını ve uçunan (sublime olmuş) motiflerini içermesi ve
yeniden anlamlandırıp, anlamlarını yeniden yoğurmasıyla yürütülecek siyasal/ideolojik
ve kültürel mücadelede bir tarzdır. Halkçılık bir örgütlenme ilkesi
olarak, emekçilerin, sadece işyerlerindeki sorunlarının kapitalizmle ve siyasal
iktidarla ilişkilendirilmesiyle yetinilmesi yerine, işyerlerinde, okulda,
mahallede, çarşı-pazarda, sokakta, kulüpler, dernekler, kültür/halk evleri gibi
karşı-hegemonya oluşturucu ara yüz örgütlenmeleri kullanarak, içinde sorunların
boy verdiği toplumun kılcal damarlarına ulaşıp, emekçi nüfusun farklı
bölmelerini kendi çıkarları doğrultusunda harekete geçirmektir.
Günümüz Türkiye’sinde seküler
toplum kesimleri ile dinsel değerleri sahiplenen toplumsal kesimler arasında
bir ayrışma bulunmaktadır. Bu bir veridir ve bu veri dikkate alınarak,
sekülerizmin/aydınlanmacılığın içerisinden yol alınmalıdır. Bilimsel düşüncelerin
savunusu, örneğin evrim gerçeğinin çeşitli yollarla işlenip (panel, sempozyum,
webinar, sunuş, müze gezileri, internet sitesi açılması, videolar hazırlanması,
kitap okuma atölyeleri oluşturulması gibi), toplumun kılcal damarlarına
yayılması; materyalizmin, dinler tarihinin somut çalışmalar üzerinden işlenip,
yaygınlaştırılması, aydınlanmacılık ilkesi ekseninde yürütülecek ideolojik ve
kültürel mücadeleye dahildir. Yine örneğin Alevilerin alternatif kültürel
değerleri, üzerinde durulup, işlenmesi gereken ve üzerinde yol alınması mümkün
bir kanalı oluşturmaktadır. Türkiye topraklarındaki farklı halkların sanatsal,
kültürel üretimlerini ve değerlerini sahiplenip, modernize etmeye çalışmak da,
sol hareketin bir kültürel mücadele patikasını oluşturur. Emperyalist dünya
sistemindeki egemenlik-bağımlılık ilişkileri çerçevesinde bağımlı ülkelere
gelişkin kapitalist ülkelerden taşınan yoz kültürel değerlere, nesnelere,
aktivitelere, tüketim kültürüne karşı mücadele örnekleri oluşturulması da
önemsenmelidir.
Bitirirken
Son olarak, bu yazıya dair
bazı nesnel nitelikte bilgiler vermek istiyoruz. Bu bilgiler şöyle:
Boyut: 58,5 KB
Dosya oluşturulma tarihi: 24.08.2022 16.25
Son kaydetme tarihi: 28.08.2022 11.28
Toplam düzenleme süresi: 33:29:00
Düzeltme sayısı: 58
Sayfa: 20
Sözcük sayısı: 9264
Karakter sayısı: 52809
Satır sayısı: 440
Paragraf sayısı: 123
Epeyce uzun olan bu yazı mümkün olduğunca özet bir şekilde yazıldı. Anlaşılmayan yerleri mutlaka olmuştur. Bu yerler tartışma ile daha da açılabilir. Görüşlerimize yöneltilecek eleştiriler olursa, bunlar bizi daha da geliştirecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.