27 Eylül 2023 Çarşamba

Moskova Çocuk Hakları Bildirgesi (Şubat 1918)


Ekim Devrimi’nden yaklaşık 4 ay sonra, başkent Moskova’da Prolekült Dergi etrafında düzenlenen Kent Konferansı’nda, içerisinde eğitimcilerin, psikologların, pedagogların olduğu ve çocuklar, çocukların yaşamı ve eğitimi üzerine çalışmalar yürüten Çocuklar İçin Özgür Eğitim adındaki örgütün sunduğu bildirge:

1. Doğan her çocuk, ebeveynlerinin sosyal durumundan bağımsız olarak, bedensel bütünlüğünün korunması ve geliştirilmesi için ve ileride yaşamı tehdit edebilecek etkenlere karşı mücadele edebilmesi için uygun yaşam koşullarının sağlanması hakkına sahiptir.

2. Çocuğun sağlığının korunması için gerekli yaşam koşullarını sağlamak ebeveynlerin, tüm toplumun ve devletin sorumluluğundadır. Her bir unsurla ve bu unsurların birbirleriyle ilişkileriyle ilgili düzenlemeler ilgili yasal kurumlar tarafından yapılacaktır.

3. Yaşından bağımsız olarak her çocuk ayrı bir bireydir, hiçbir koşulda ebeveynlerinin, toplumun veya devletin mülkiyeti olarak görülemez, davranılamaz.

4. Her çocuğun kendine en yakın eğitmenlerini seçme hakkı vardır, buna kendisine kötü bir eğitim veriyorlarsa ebeveynlerinden ayrılma hakkı da dâhildir. Çocuğun ailesinden ayrılma hakkı herhangi bir yaşında geçerlidir, toplumun ve devletin bu durumda çocuğun maddi koşullarının kötüleşmeyeceğini garanti etmesi gereklidir.

5. Her çocuğun kendi bireyselliğine göre eğitim alma ve yetiştirilme hakkı vardır. Bu hakkın gerçekleştirilmesi, uyumlu bir gelişim gösterebilmesi için kendi doğası ve kişiliğine en uygun koşulların sağlandığı eğitim ve yetiştirme kurumlarının sunulması ile mümkün olacaktır.

6. Hiçbir çocuk şiddet veya zorla bir eğitim kurumuna gitmeye zorlanamaz. Her aşamada çocuğun özgürce eğitimi ve yetiştirilmesi konusunda karar vermesi desteklenmelidir. Her çocuk kendi bireyselliği ile çelişen bir eğitimi reddetme hakkına sahiptir.

7. Her çocuk mümkün olan en erken yaştan itibaren, kendi becerileri ölçüsünde gerekli toplumsal çalışmanın içinde yer almalıdır. Bu çalışma, çocuğun ruh sağlığını ya da zihinsel gelişimini olumsuz etkileyecek koşullarda değil, eğitim sisteminin bir unsuru olarak ele alınmalıdır. Kamusal üretime katılmak çocuğun en önemli haklarından birini gerçekleştirmesini sağlar; bu hak çocuğun kendini bir asalak gibi hissetmemesi ve hayatın üretiminde etkin bir rol oynaması, varlığının sadece gelecek için değil bugün için de bir toplumsal değer olduğunu hissetmesidir.

8. Her yaşta çocuk, haklar ve özgürlükler açısından yetişkinlerle eşit konumdadır.

9. Özgürlük, fiziksel ve ruhsal gelişmeyi ketlemeyen ve başkalarına zarar vermeyen herhangi bir şeyi yapabilmektir. Bu sayede, her çocuk, kendi fiziksel ve ruhsal gelişiminin gerekleri ve toplumun diğer üyelerinin haklarını kullanmasını tehlikeye sokmamak dışında, doğal haklarını kullanabilir.

10. Her çocuk toplumun bütününe zarar veren koşulları ortadan kaldırmak üzere diğer çocuklarla veya yetişkinlerle etkileşime geçme hakkına sahiptir.

11. Her çocuğa kendi yaşamları ve konumları ile ilgili düzenlemelere katılma hakkı verilmelidir.

12. Hiç kimse, aile, toplum veya devlet, çocuğu herhangi bir dinin öğretilmesine veya ritüellerini uygulamaya zorlayamaz, dini eğitim tamamen özgür olmalıdır.

13. Hiçbir çocuk, başkalarının haklarına zarar vermediği sürece görüşlerini açıklamaktan alıkonulamaz.

14. Her çocuk, zihinsel becerileri ölçüsünde, yetişkinlerin olduğu kadar görüşlerini özgürce yazılı ve sözlü olarak ifade etme hakkına sahiptir.

15. Her çocuk diğer çocuklarla veya yetişkinlerle örgütler, dernekler veya başka türde sosyal bağlar kurma hakkına sahiptir. Bu hak çocuğun yüksek yararını gözetmeli, bedensel ve zihinsel gelişimi ile uyumlu olmalıdır.

16. Hiçbir çocuk cezalandırılamaz, tutuklanamaz. Çocukların yaptığı ihlaller ve hatalarda, uygun eğitim kurumlarında ıslah yoluna gidilmeli, baskıcı yöntemler ve cezalar kullanılmamalıdır.

17. Toplum ve devlet, yukarıda yazılı tüm çocuk haklarını, herhangi bir saldırıya karşı korumalı ve herkesi genç kuşağa karşı olan sorumluluklarını yerine getirmeye sevk etmelidir.

Kaynak: Almanca’ya 1922’de çevrilen metin İngilizce’ye 1992’de çevrilmiştir. Almancası şu adreste:

https://portal.dnb.de/bookviewer/view/1125648988#page/42/mode/1up

Okunmasını önerdiğimiz ve Bildirge’nin Türkçesinin yer aldığı yazı şu adreste:

https://kalpherzamansoldanatar.tumblr.com/post/173132900731/gizli-kalm%C4%B1%C5%9F-bir-%C3%A7ocuk-haklar%C4%B1-bildirgesi-%C3%A7ocuk

23 Eylül 2023 Cumartesi

Demokrasi mücadelesi mi, sosyalizm mücadelesi mi?

Mahmut Boyuneğmez

1917'de Lenin'in Rusya'ya dönüşü sonrası kitlelere yaptığı konuşmayı resimleyen bir tablo

Türkiye’de ve dünyada neoliberal sermaye birikim süreçleriyle uyumlu olarak siyasal rejimlerde otoriterleşme, emekçilerin haklarının geriletilmesi, baskıcı uygulamaların artışı, özgürlüklerin kısıtlanması, ırkçılık, milliyetçilik ve dincilik gibi gerici ideolojilerin güç kazanması ve bu ideolojilerin kitlelerin maniple edilmesinde kullanılmasının yoğunluğunda artış yaşanmaktadır. Kapitalist demokrasi, kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasındaki güç ilişkilerindeki dinamik denge durumuna göre şekillendiğinden, kapitalist sınıfın toplumsal iktidarı, işçi sınıfının örgütlenme ve bilinçliliğindeki gerilemeye koşut olarak sağlamlaşmaktadır.

Türkiye sosyalist hareketinin birçok bölmesinde her ne kadar demokrasi sınıfsal bağıyla birlikte değerlendirilse de, başlı başına uğruna mücadele verilmesi gereken bir yakın hedef olarak kavranmaktadır. Lenin’e referanslar verilerek sosyalistlerin “demokratik görevlerinin” olduğu, işçi sınıfının demokratik hakları geliştirme mücadelesi içerisinde eğitilerek, devamlılıkla sosyalizm doğrultusunda iktidarı almak için mücadeleye koyulacağı varsayılmaktadır. Demokrasi mücadelesi ile sosyalizm mücadelesi iç içe geçmiş şekilde ve süreklilik içerisinde düşünülmektedir. Peki nedir bu “demokratik görevler”, sosyalistlerin uğruna mücadele etmesi gerektiği söylenen demokrasi mücadelesinin bileşenleri?.. İlk akla gelenlere bakalım.

Sendikalaşma mücadelesi ve sendikal mücadeleler, sosyalistlerin dışarıdan destekleyeceği değil, mümkünse içerisinde bulunup geliştirmeleri gereken mücadelelerdir. Bu mümkün olmadığı durumlarda, aktif dayanışmayla, mücadele eden işçilerin politikleşmesi doğrultusunda müdahaleler yapılır. Bunlara “demokratik mücadeleler” denmesinin yanlışlığı, işçilerin sınıfsal çıkarları için yürüttükleri ekonomik ve aynı zamanda ister istemez politik mücadeleler/sınıf mücadeleleri olmalarından anlaşılmalıdır.

Peki inanç özgürlüğü ve laiklik için verilen mücadeleler, “demokratik” midir?.. Türkiye özelinde inanç özgürlüğünün sağlanması ve devletin laik olması artık kapitalist toplumun ve kapitalist devletin özellikleri değildir. Sosyalist işçi iktidarında gerçekleşecek bu talepler, sosyalizm mücadelesinin kapsamındadır. Örneğin Eğitim-Sen’in ve diğer mücadele örgütlerinin ÇEDES’e karşı başlattığı mücadele aktif biçimde iktidar karşıtı, gündeme müdahil olan, aydınlanmacı ve laiklik istemiyle yürütülen politik bir sınıf mücadelesidir. Demokrasi mücadelesinin bileşeni olarak görülemeyecek aydınlanma ve laiklik mücadelesi, sosyalizm mücadelesinin kapsamındadır.

Kürt halkının anadilde eğitim hakkı, iktidar organlarında yönetimde bulunma hakkı, eşitlik ve özgürlük içerisinde yaşama hakkı, emekçi halkların birlikte sosyalizm için verecekleri mücadelelerin sonucunda kazanılabilir. Kapitalist demokrasi içerisinde bu hakların elde edilemediği pratikte yaşanan deneyimden anlaşılmıştır. Emekçi halkların birlikte sosyalist perspektifle yürüteceği mücadelelerin oluşturabileceği ara demokratik kazanımlar olsa da, emekçilerin sosyalist iktidarı kurulmadan, ezilen bir halkın refah, eşitlik ve özgürlük içerisinde, mutlu yaşaması mümkün değildir. Kürt sorununun, “demokratik” bir tarzda çözümü yoktur.

Bir de “neo-faşizm”, “yeni faşizm”, “sivil faşizm” şeklinde adlandırılan olguya karşı demokrasi mücadelesinin vakti gelmiş olmalı diye düşünülebilir. Baskıcı uygulamalara, “anti-demokratik” politikalara karşı yürütülecek mücadele olarak anti-faşist bir demokrasi mücadelesinden bahsedilebilmektedir. Üstelik bu mücadelenin faşizme karşı “direniş” mücadelesi olmasından, faşist saldırılara karşı “savunma hattı” kurulmasından dem vurulmaktadır. Bugün ülkemizde neoliberal otoriter kapitalist devlet biçimi ve başkanlık sistemini barındıran bir kapitalist demokrasi bulunmaktadır. Günümüzde Türkiye’de kapitalist devletin ve siyasal rejimin faşizan ve otoriter özellikler taşıdığı açıksa da, olağanüstü bir devlet biçimi olan, işçi sınıfı hareketini ve sosyalist hareketi tasfiye etmede işlevli, totaliter karakterde açık bir diktatörlük olarak faşizm var olmadığından, olmayan bir siyasal rejime karşı mücadeleden bahsetmek abestir.

Sosyalistlerin asgari ve azami mücadele stratejileri, hedefleri ve programları olmamalıdır. Demokratik devrim ile sosyalist devrim arasında ilkinden diğerine süreklilik bağı kurulmuş da olsa bir aşamacı devrim kavrayışı nasıl terk edilmesi gereken bir siyasal stratejiyse, sınıf mücadelesinin birbiriyle bağlantılandırılsa dahi “demokratik görevler için mücadele” ile “sosyalizm mücadelesi” şeklinde iki kompartmana ayrılması da sağlıklı olmayan bir anlayıştır. İşin aslı şudur; Türkiye sosyalist hareketinde aşamacı devrim stratejisinin bir kalıntısı olarak aşamacı mücadele anlayışları halen var olmaya devam etmektedir.

Oysa aktüel konularda sosyalist politikalar geliştirip bunun kitlelerdeki itirazlarla birleştirilmesi, emekçilerin düzen/iktidar politikalarına dair sağlıklı karşı-duruşları ve düşünceleri/duygularına bir bütünlük verilmeye uğraşılması, demokrasi mücadelesi olarak görülemez. Emekçilerin yakın vadeli çıkarları açısından ya da aktüel başlıklarda da elbette sınıf mücadelesi verilmelidir. Fakat bu mücadelelerin talepleri devrimci tarzda, sosyalizm hedefiyle ilişkilendirilerek formüle edilmeli ve savunulmalıdır. Sosyalist iktidarla/devrimle bağlantılandırılmayan mücadele talepleri, reformisttir. İster “bıçkın/keskin” görünümlerde olsun, ister uysal/parlamenterist… Sosyalist iktidarı hedefleyen politik taleplerle yürütülen mücadelelerin yakın vadede demokratik kazanımlarının olması ise arzulanır ve beklenen gelişmelerdir.

Bu yaklaşımın, “her sorunun çözümünü sosyalizme ötelemek” gibi bir anlayışla ortak yanı yoktur. Kapitalist demokrasi her zaman eksikli, yarım, gerici ve “anti-demokratik” yanlar taşır. Bunları tamamlamak, geliştirmek, demokratikleştirmek, başlı başına bir görev olarak tanımlandığında, sosyalist iktidar hedefi güme gitmektedir. Sosyalist iktidar perspektifi güncel mücadelelerde unutulur ya da yitirilirse ki “demokrasi mücadelesi” verilirken bu sık karşılaşılan bir durumdur, sosyalizm “kaf dağı”nın ardına ötelenmektedir.

22 Eylül 2023 Cuma

Bir mini sözlük ve Türkiye’deki rejim

Mahmut Boyuneğmez


Türkiye Sosyalist Hareketi’nin bileşenlerinde Türkiye’deki devletin biçimi ve siyasal rejim hakkında farklı kavramlar üzerinden farklı siyasal değerlendirmeler yapılıyor. Türkiye’de bugün var olan siyasal rejime ve devlet biçimine dair bir kavram kargaşasının var olduğu görülüyor. Yapılan değerlendirmelerde siyasal rejim/devlet biçiminin baskın biçimde “faşizm” olarak adlandırıldığı dikkati çekiyor. “İslamo-faşizm”, “yeni faşizm”, “neo-faşizm”, “sivil faşizm”, “Türk-İslam tipi faşizm” gibi nitelemeler büyük bir ağırlık oluştururken, bazı yazarlar “Bonapartizm” kavramını dahi kullanıyor. Hayra alamet olmayan bu durum karşısında, teorik bir müdahale olması umuduyla minik bir sözlük hazırlamak istedik. Gelin birlikte bakalım.

Bonapartizm: 1848-1852 yılları arasında Fransa Cumhurbaşkanlığı yapan III. Napoleon (Napoleon Bonapart’ın kardeşinin oğludur), bir darbeyle cumhuriyeti yıkarak imparatorluğunu ilan etmiştir. Bonaparte’ın darbeyle iktidarı ele geçirmesine burjuvazi pasif onay vermiştir. Fransa taşrasındaki küçük toprak sahibi köylülerin büyük bir bölümü de Bonapart’ın iktidarını desteklemiştir. Bonapartizm, burjuvazinin siyasal egemenliğinin olgunlaşmadığı dönemde gözlenen bir diktatörlüktür. Proletaryanın iktidarı alamaması, burjuvazinin ise elinde tutamaması sonucunda gelişmiştir. Bonaparist devlet, çatışma halindeki iki temel sınıf arasındaki bir denge durumunun ürünüdür. Bonapartizmde, devlet örgütlenmesi ve yürütme gücü, kapitalist sınıftan bağımsız/özerk bir görünüme sahiptir. Fakat Bonapartist diktatörlük, kapitalist toplumsal ilişkilerin gelişimini sağlamıştır. Dolayısıyla Bonapartist diktatörlük, kapitalist sınıfın hizmetkârıdır. Bonapartist devlet örgütlenmesi, zaman içerisinde güçlenip sağlamlaşan bir yapılanmadır.

Bismarkçılık: Bonapartizm, burjuvazinin toplumsal iktidarını koruyabilmesi ve geliştirebilmesi için, siyasal iktidarın bir darbeyle devlet bürokrasisine geçişidir. Bismarkçılıkta ise devlet bürokrasisi, henüz yeni gelişmekte olan burjuvazinin toplumsal iktidarını oluşturmak üzere hareket eden siyasal iktidardır. Prusya uzun süre feodal toplumsal ilişkilerin egemen olduğu bir ülke olmuştur. Bismark dönemi sonrası siyasal iktidar burjuvaziye devredilmiştir. Buna “yukarıdan devrim” denmektedir. 1848 devrimleriyle birlikte burjuvazi gericileşmiş, bundan sonra yaşanan burjuva devrimlerinde (geç burjuva devrimleri) 1789’da olduğunun tersine burjuvazi kapitalist gelişimin önündeki engelleri devrimci tarzda kaldırmaya yeltenememiş, emekçi kitleleri peşinde sürükleyen, onların devrimci enerjisini eski rejimi devirmede kullanan bir konumda bulunmamıştır. Çünkü proletarya bağımsız bir siyasal güç olarak tarih sahnesindeki yerini alarak, burjuvazi için bir tehdit ve korku unsuru olmaya başlamıştır. Almanya burjuvazisi, aristokrasiyi tasfiye etmeye yönelmemiştir. Almanya’da burjuvazinin siyasal iktidarı, Bismarkçı devlet tarafından kurulmuştur. Bu devlet zamana yayılmış bir şekilde uygulanan reformlarla kapitalistleşme süreçlerinin önünü açmıştır ve bu süreçlerde başat bir rol oynamıştır. Bismarkçılıkta, “eski mutlak monarşinin temel koşulunun –toprak sahibi aristokrasi ve burjuvazi arasında bir denge– yanı sıra modern Bonapartçılığın temel koşulu da –burju­vazi ve proletarya arasında bir denge–“ bulunmaktadır (Engels).

Kemalist tek parti diktatörlüğü: Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüş döneminde yeni filizlenmiş kapitalist üretim ilişkileri, yaşanan burjuva devrim süreçleriyle birlikte kapitalist devletin oluşumu sonrası hızla gelişmeye başlamıştır. Türkiye burjuva devrimi, “toplumsal devrim” ve “siyasal devrim” gelişmeleri iç içe geçmiş biçimde, tek bir tarihsel kesit olarak incelenmelidir. 1908 ve 1919-23 siyasal devrimleri, 1839 (Tanzimat Fermanı)-1940 arasındaki toplumsal devrim süreçlerinin sürekliliği içerisinde yaşanan sıçramalar olarak yorumlanabilir. Türkiye burjuva devrimi, uzun bir zamana yayılmış olarak, tedricen uygulanan reformlar yoluyla ilerleyen ve kurtuluş savaşını (kurtuluş savaşında halkın katılımını) da içine alan bir tarihsel kesitte yaşanmıştır.

Jön Türkler, İttihat ve Terakki partisi ile buradan yetişmiş cumhuriyetin kurucu kadroları olan Kemalistler, Türkiye devrim sürecinin lider/öncü güçleri durumundadır. Bu kadroların görece ileri politik bilinçleri ile toplumdaki kapitalist üretim ilişkilerinin görece geri konumu arasındaki açı, eşitsiz gelişimi göstermektedir. Burjuvazi henüz cılız bir durumdayken dahi, bu sınıfın politik/ideolojik perspektifini sahiplenen siyasal kadrolar bu topraklarda var olmuştur. Siyasi ve ideolojik açıdan bu kadrolar, burjuva sınıf bilinciyle hareket etmiştir. Kadroların mesleklerine, askeri bürokrat olup olmamalarına bakıp, örneğin küçük burjuva sayılıp sayılamayacaklarını tartıp, Türkiye devrim sürecinin karakteri üzerine hüküm bildirmek doğru değildir. Bu kadrolar burjuva devrimcileridir, çünkü politik bilinçleri ve ideolojik donanımları burjuva sınıfına aittir. Avrupa’daki burjuvazinin siyasal deneyimleri ve geliştirdiği görüşler, Türkiye topraklarında kendi özgüllüğü içerisinde yeniden üretilmiş ve benimsenmiştir. Burjuvazinin işçi sınıfı ve kitlesel hareketlenmeler karşısında 19. yüzyıl boyunca Avrupa’da yaşadığı deneyimlerden süzülen politik/ideolojik bilinç, bu topraklara aktarılmış ve bu toprakların taşıdığı özgünlüklerle yeniden üretilmiştir.

Cumhuriyetin kuruluşunda öncü konumundaki Mustafa Kemal ve arkadaşları, geç gerçekleşen bir burjuva devrimi sürecinde, üzerlerine düşen rolleri yerine getiren siyasal kadrolardır. II. Meşrutiyet ve öncesinden gelen siyasal düşünceleri devralan bu kadrolar, uygulamaları açısından da geçmişle bir süreklilik içerisinde çalışmışlardır. Başta İstanbul ve Selanik’teki işçilerin verdiği mücadeleler, komünistlerin daha ileri politik konumda bulunarak yürüttükleri siyasal faaliyetler, emperyalist ülke devletlerine karşı komşu Sovyet sosyalist devletine yakınlaşma zarureti, Kemalist kadroların siyasal bilincinin artık gericileşmiş bir sınıfın bilinci olmasıyla birleşerek, yapılan reformların görece güdük ve eksikli bir biçimde yaşama geçirilmesine neden olmuştur. Yaşama geçirilirken de bunların toplumsal hareketlerin taleplerine dönüşmesinin önlenmesine, aksine işçi sınıfının ve muhalif politik hareketlerin (Çerkez Ethem/Yeşil Ordu, Kürt ayaklanmaları, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesi) baskı altında tutularak (Takrir-i Sükûn kanunu hatırlansın), tepeden inmeci bir tarzda uygulanmalarına yol açmıştır. Harf/alfabe reformu, aşar gibi vergilerin kaldırılması, kılık-kıyafet reformu, saltanat ve hilafetin kaldırılması, yurttaşlığın ve oy hakkının getirilmesi, eğitim ve öğretimin laiklik ilkesiyle yapılandırılması vd… Bu ilerici reformlar gerçekleştirilirken, laikliği yarım kılan toplumsal aydınlanmadaki yetersizlik ve bağımsızlıkçılığı güdük bırakan emperyalist ülkelerle girilen ilişkiler gözlenmiştir. Liberalizmi savunan Kemalist kadrolar, sermaye birikimindeki yetersizliği aşmak ve 1929 bunalımının dayattığı zorunluluklarla, devletçiliği uygulamaya koymuştur.

1946 yılına kadar olan tek parti dönemini, faşizm olarak nitelemek yanlıştır. Bu dönemde var olan kapitalist devlet, burjuvazinin siyasal diktatörlüğüdür.

Askeri diktatörlük: Kapitalist devlet tipinin olağanüstü bir biçimidir. Askeri diktatörlükler, darbeyle gelmeleri, siyasi iktidarın orduya geçmesi, toplumsal desteğe ve faşist kitle hareketine, paramiliter örgütlere sahip olmamaları, faşist bir liderin çoğu durumda yokluğu, birçok durumda emperyalist devletlerin doğrudan desteklemesi gibi özellikleriyle faşist devlet ile aynı kategoride yer almazlar. Kapitalist demokrasinin işleyişini askıya alan askeri darbeler, doğaları gereği geçici özelliktedirler. 1970’lerin sonunda Türkiye’de oluşan devrimci durumu ortadan kaldırma amaçlı karşıdevrimci nitelikteki 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle görece kısa süreli bir askeri diktatörlük kurulmuştur. Bu askeri darbenin ve diktatörlüğün, Bonapartizmle uzaktan yakından benzerliği bulunmamaktadır. “Faşist” olarak nitelenmesi Türkiye solunda yaygın olarak gözlense de, bilimsel açıdan bakıldığında bir yanlış olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğer faşizm şiddetin/baskının öne çıkarıldığı bir yönetme tarzı ya da stili olarak alınırsa, askeri diktatörlüklerin birçoğuna faşist deme yanlışı yapılabilmektedir. Fakat faşizm, bir yönetme stili değil, bizzat kapitalist bir iktidar biçimidir. “Latin Amerika faşizmi” olarak nitelenen Şili, Arjantin, Nikaragua gibi ülkelerdeki askeri diktatörlükleri de, uyguladıkları şiddet politikalarına bakarak değerlendirip, faşist devlet biçimi içerisinde saymak bir yanılgıdır. Çoğu askeri diktatörlüğün, faşizmle benzerliği her ikisinin de, kapitalist sistemin bunalım içerisinden bir çıkış yolu olarak gelişmesi ve totaliter karakterde olağan üstü devlet biçimleri olmalarıdır. Fakat bu benzerlik, askeri darbelerin ve diktatörlüklerin önlerine “faşist” sıfatı konarak değerlendirilmesine yol açmamalıdır.

Faşizm: Faşizmi, üç boyutuyla incelemek mümkündür. Bu boyutlar ideoloji, hareket ve devlet biçimi olarak faşizmdir. Burada faşizmin ideolojik ve hareket boyutlarını değerlendirme dışı bırakıp, devlet biçimi olarak faşizm üzerinde duralım.

İtalya ve Almanya’da klasik faşist devlet biçimi, bu ülkelerdeki ve ayrıca diğer emperyalist ülkelerdeki sermayenin faşist hareketlere aktif destek vermesiyle siyasi iktidara gelmeleri sonucunda oluşturulmuştur. Almanya ve İtalya’da faşist diktatörlükler, ekonomik kriz ortamında filizlenen ve zaman içerisinde kitleselleşen protest/faşist hareketlere, sermaye sınıfının krizden bir çıkış yolu olarak verdiği destekle kurulmuştur. 

İtalya ve Almanya geç kapitalistleşen ülkeler olduklarından diğer emperyalist ülkeler gibi yeterince sömürge ülkeye sahip olamamış, bu nedenle, iki klasik faşist devleti karakterize eden en önemli özelliklerden biri emperyalist yayılmacılık olmuştur. Kapitalist sınıfların emperyalist politikalarıyla, faşistlerin işgalci/yayılmacı perspektifi ve silahlanma politikası örtüşmüştür.

Faşist devlet, her türlü muhalefeti yasaklar, parlamenter demokrasiyi ortadan kaldırır. Faşist devlet, kamusal ve bireysel yaşamı, siyasi, toplumsal ve iktisadi işleyişi tam kontrolüne alır, kültürel, dinsel, sanatsal, ahlaki, sportif ilişkileri faşist prensiplere göre yapılandırır. 

Klasik faşist devlet iktidarı, engellileri, Yahudileri kitlesel olarak katletmenin yanı sıra, işçi hareketlerini ve komünistleri de ezmiştir. Almanya ve İtalya’da faşist hareket, sermaye sınıfı için hala bir tehdit oluşturan örgütlü işçi sınıfı hareketlerini ve komünistleri tasfiye etme işlevini yerine getirmiştir.

Klasik faşizmin Sovyetler Birliği’nin yok edilmesine dönük militarist yayılmacılığı, emperyalist-kapitalist sistemin çıkarına olmuştur.

Bir totaliterizm ve diktatörlük olan faşizm, kapitalist devlet tipinin olağan üstü bir biçimidir. Kapitalist sisteminin bunalımdan bir çıkış yolu olarak, kapitalistlerin aktif desteğiyle gelişen, sosyalistlerin terör eylemleriyle sindirildiği, halk kitlelerinin demogojik ideolojik motiflerle hareket olarak örgütlendiği bir iktidara tırmanış kesitinden sonra, tekelci kapitalistlerin/finans kapitalin iktidarı olarak var olur.

Karşıdevrim: Devrimci durumun iki sonucundan biri, karşıdevrimdir. Karşıdevrim kavramını, devrimle birlikte düşünmek gerekmektedir, çünkü siyasal devrim gerçekleşmediğinde gerçekleşen diğer olasılıktır. Bu kavram ve olgu, devrimci durumun bir akıbeti olarak değil de, olağan bir dönemde ya da bir siyasal devrimden on yıllar sonra gündeme gelebilecek bir tarihsel kesit olarak algılanırsa, bilimsel düşünüşten uzaklaşılır. Örneğin 1979’da İran’da devrimci durum, bir karşıdevrimle sonuçlanmış ve İslami bir cumhuriyet kurulmuştur. 1950’lerdenden sonra ya da günümüz Türkiye’sinde bir “karşıdevrim” yaşandığından bahsetme yanlışlığı yerine, kapitalist toplumsal ilişkilerin sürekliliği zemininde bu ilişkilerin üst yapılar boyutunda yaşadığı değişim/dönüşümlerden dem vurulmalıdır.

Neoliberal otoriter kapitalist devlet: 1980 yılından bugünlere kapitalist devletin iktisadi süreçlere müdahalesi artsa ve bu müdahalenin biçimi değişse de doğrudan meta ve hizmet üretimindeki rolü minimum düzeye gerilemiştir.

Neoliberal devlette yasama organı işlevsizleşmiş, yürütmenin gücü artmıştır. Yürütme erki ve idare, devleti örgütleyen ve yöneten güç olarak önem kazanmıştır. Yürütmenin devlet bürokrasisi/idare üzerinde siyasi denetimi artmış, idarenin özerkliği yiterek, yürütmeye tabi olmuştur. Milletvekillerinin devlet bürokrasisindeki/idaredeki karar alma süreçlerine katılımları kaybolmuştur. Siyasi kararların alınması, devlet politikalarının oluşturulması artık idare, hükümet, milletvekilleri ve siyasi partilerin aralarındaki görüşme ve tartışmaların sonucu olmaktan çıkmış, doğrudan yürütme gücünün ve devlet bürokrasisinin tekeline girmiştir. Parlamento siyasi uzlaşıların hazırlandığı sahne olma rolünü yitirmiştir. Devlet bürokrasisi ve yürütme gücü, artık devlet politikasını oluşturmakta ve uygulamaktadır. Böylelikle sadece yolsuzlukların üzerinin örtülmesi kolaylaşmamış, aynı zamanda devlet politikaları toplumsal denetimden tümüyle uzaklaşmış ve iktidarın geçirimsizliği cisimleşmiştir. Sermayenin çıkarına olan düzenlemelerin meşrulaştırılma yeri olan parlamento, bu işlevini terk etmiş, devlet politikalarının meşrulaştırılma süreçleri, referandumlara ve medya organları gibi yapılara kaymıştır.

Yasama, yürütme, yargı arasında görece var olan erkler ayrılığı, artık tümüyle ortadan kalkmakta, bunlar kaynaşmaktadır.

Devlet iktidarı, artan bir biçimde merkezileşip yoğunlaşmıştır. Başkanlık sistemi, bir tür Bonapartizm türü olmayıp, devlet iktidarının bu merkezileşmesi ve yoğunlaşmasını cisimleştirmektedir. Devlet idaresinin iktidar mekânları ve kanallarının iktidarın tepesine doğru yöneltilmesi olan başkanlık sisteminde, başkan, devlet idaresinin artan siyasi rolünün temsilcisidir. İdari-siyasi düzenekler, başkana bağlanmaktadır.

Neoliberal otoriter devlette, devlet idaresini birleştirip bütünleştiren, idarenin farklı kolları arasında uyumu, yürütme gücünün tepesindekilere karşı sadakatini ve bağımlılığını sağlayan egemen bir devlet partisine gereksinim vardır. Devlet örgütlenmesi, neoliberal dönemde açık ve yoğun biçimde siyasallaşmaktadır. Egemen devlet partisi, devlet personeli içerisinde kadrolaşmakta olduğundan, devlet yapısı ile egemen parti arasında kadrolar açısından geçişkenlik bulunur. Egemen kitle partisi, devlet ideolojisini ve politikalarını kitlelere ulaştırmada, medya organlarıyla birlikte hareket etmektedir.

Neoliberal otoriter devlet, kapitalist demokrasideki siyasi düzeneklerin artan otoriterizmiyle karakterize dönüşümler içermektedir. Kitleler siyasi karar merkezlerinden dışlanmakta, devlet organları ile yurttaşların arasındaki mesafeler büyümekte, devlet ileri derecede merkezileştirilmekte, örgütlü fiziki baskı artırılmakta ve ideolojik yönlendirmeler güçlendirilmektedir. Bu devlette birçok faşizan/faşizmi çağrıştıran düzenek de kristalleşmektedir.

Neoliberal dönemde hukuk sistemi piyasa ilişkilerine açılmakta ve bir tür özelleştirme yaşanmaktadır. Tahkim, arabuluculuk, uzlaştırma, kısa yargılama, müzakere, yargıç kiralama gibi yeni yollarla devlete ait yargılama yetkisi, özel yargı piyasasına devredilmektedir. Kamu yararını gözeten ulusal mahkemelerin yerini bir iktisadi sektöre dönüşen özel yargı sistemi (hukuk şirketleri) almaktadır.

Kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki iktidar ilişkilerinin örgütlenmesi olarak devlet, işçi sınıfının bu iktidar ilişkisindeki örgütlülüğünü ve gücünü kırıp asimetriyi artırmış, topluma dönük sosyal işlevlerini tasfiye etmiştir.

İşçi sınıfının mücadelelerinin kapitalist sınıfın hegemonyası için oluşturduğu tehlikeler karşısında, bu mücadeleleri önleyici maddi düzenekler oluşturulmuştur. Sendika bürokrasisi, yandaş sendikalar, devlet-sendika-patronlar-işçiler arasında korporatif ilişkiler bu düzeneklerden bazılarıdır. Reformist, sarı/yandaş işçi sendikaları bundan böyle idari düzeneğin içine doğrudan doğruya yerleştirilmişlerdir. Neoliberal kapitalist demokrasilerde, politik özgürlüklerde belirgin bir gerileyiş ve toplumsal ilişkilerin bütün boyutları üzerinde otoriter denetimin genişlemesi yaşanmaktadır.

Neoliberal dönemin siyasal rejiminde partilerin yöneticileri ile tabanları, katılımcıları arasındaki kopukluk belirginleşmiştir. Bu kopukluğun bir göstergesi kitlelerle doğrudan etkileşimler yerine kamuoyu anketlerine başvurmanın yaygın kullanımıdır. Tabandan gelen ve parti değerlendirmesinden geçen taleplerin, iktidar partilerince devlet politikalarının oluşumunda dikkate alınması söz konusu değildir. Milletvekilleri adaylarının belirlenmesi de iktidarın tepesindekilerin ataması şeklinde yaşanmaktadır. Neoliberal dönemde partilerin politik yaklaşımları arasındaki farklar yelpazesi iyice daralmıştır. Kapitalist sınıf iktidarının toplum üzerindeki hegemonyasının oluşması, toplumsal güçlerin çoğulculaştırılmasını içerir,  fakat düzen partilerinin oluşturduğu çoğulculuk aldatıcıdır. Kapitalist sınıfın toplumsal iktidarının oluşturulmasında siyasi partiler, birer hegemonya yapısı olarak işlevlerinde gerileme içerisindedir.

Neoliberal kapitalist devletin güvenlik örgütlenmesi güçlendirilmekte ve yeniden yapılandırılmaktadır. Örneğin Türkiye’de profesyonel ordu/sözleşmeli askerlik üzerinden ordu yeniden yapılandırılmakta, polis örgütlenmesinin kadroları ağırlıkla milliyetçi-muhafazakâr parti tabanlarından devşirilerek, yapı sağlamlaştırılmaktadır.

AB, DB, IMF ve NATO gibi emperyalist örgütler, kapitalist devletlerin uyguladığı bazı politikalarda yönlendirici olarak ülkelerdeki siyasal iktidarın içsel bir bileşeni olmakta, böylelikle kapitalist devletin uyguladığı bazı politikaların sorumluluğu ulaşılamaz, anonim örgütlenmelere aktarılmaktadır.

Neoliberal kapitalist devlet, bir holdinge benzer şekilde işlemektedir. Piyasa ilişkileri devletin içerisine ve ilişkilerine nüfuz etmiş bulunmaktadır.

Popülizm: Arjantin’deki J. Peron ve Brezilya’daki G. Vargas yönetimlerini “popülizm”in örnekleri olarak gören yaklaşımlara göre, “popülizm otoriter bir demokrasi biçimidir.” Oysa popülizm terimi, halkçılık anlamına geldiğinden, bu konuda kafa karışıklığına yol açtığı gibi, günlük politik söylemlerde “popülizm”in pejoratif anlamıyla kullanımı da, halkçılık üzerine verilmesi gereken bir ideolojik mücadeleyi baltalayabilmektedir. Popülizmi, bir siyasal projeyi gerçekleştirmek için tutturulan bir siyasal strateji olarak görenler de bulunmaktadır (örneğin Cenk Saraçoğlu). Bu yaklaşımda popülizm, siyasal iktidardaki “elitlere”/bürokrasi ve siyasetçilere karşıtlıkla halkın değerlerini temsil iddiasıyla yürütülen ve bu değerleri iktidara taşımayı vaat eden bir siyasal strateji olarak görülmektedir.

Popülizm, birçok insanın gözünde ise “ucuz halkçılık”, “halk dalkavukluğu”, “ağza bir parmak bal çalmak” gibi pejoratif anlamlarıyla kullanılmaktadır. Kelimenin anlamı bozulmuş ve geçici refah/düzelme sağlayan, gerçekçi bir çözüm üretmeyen, statükocu olup sorunlara köklü (radikal) çözümler getirmeyen, planlama içermeyen, geleceği düşünmeden günü kurtarmaya yarayan uygulamalara, politikalara da popülist denir duruma gelinmiştir. Sempati toplamak ve onaylanmak için kullanılan retoriğe, burjuva politikacıların ilkesiz tavırlarına, kitleyi maniple etmeye çalışmak için ona hoş görünmeye “popülizm” denmektedir. Halkın dini duygularının sömürüsü, cuma namazlarına gitmeyi bir gösteriye çevirme, gecekondularda oturanlara tapu dağıtma, hayırseverlik şovları ve sadaka uygulamaları vb. bunların hepsi “burjuva popülist” tavırlardır. Burjuva popülizminin özü, halkı aptal yerine koymaktır.

Peki, kavramlar üzerinde durduktan sonra, şimdi günümüz Türkiye’sinde devlet biçiminin ve siyasal rejimin ne olduğu sorunsalına geçebiliriz.

1) Türkiye’de devlet içerisinden ordunun ve büyük sermayenin önemli bölümünü oluşturan TÜSİAD’ın aktif karşı mücadelesine rağmen ve bu güçlerin restorasyon girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine AKP, devleti tam denetimi altına almış ve siyasal rejimi Başkanlık sistemiyle birlikte kısmen değiştirmiştir. Kapitalistler arasında AKP’ye destek verenler, MÜSİAD’la temsil edilen “yeşil” sermaye ile küçük-orta ölçekli birçok işletmenin patronlarıdır. AKP’nin kapitalist devleti ve toplumsal ilişkileri İslamileştirmesi süreçlerine finans kapitalin ağırlıklı bölümünün desteği olmamıştır.

2) Günümüzde klasik faşizmin yaşandığı dönemdeki gibi bir sömürgecilik bulunmadığından, Türkiye’nin sömürgeci emellerle yayılmacı/işgalci bir dış politikaya sahip olması mümkün değildir.

3) Türkiye’deki bürokratik devlet örgütlenmesinin büyük ölçüde AKP kadroları tarafından karşılanması, medyanın ağırlıklı kesiminin siyasi iktidarın güdümüne girmiş olması, yargının, ordunun, kolluk kuvvetlerinin, MİT’in, üniversitelerin, ekonomiyi düzenleyen üst kurulların AKP’nin kontrolü altına olması, faşizan/faşizmi çağrıştıran özelliklerdir. Fakat bunlar Türkiye’de faşist devlet biçiminin var olduğunu göstermemektedir. Türkiye’de bugün başkanlık sistemine geçilmiş olsa da, seçim, parlamento, toplumsal örgütlenmeler ve partiler varlığını korumaktadır. Toplumsal ilişkiler siyasi iktidar tarafından biçimlendirilmekteyse de, bunlar üzerinde tam bir kontrol ve denetim oluşturulamamaktadır. Faşizmin totaliter karakteristik özelliği, Türkiye’de yoktur.

4) Türkiye’de işçi sınıfı ve sol hareketlenmenin baskılanması 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte gerçekleştirilmiş, sonrasında devlet iktidarı bu hareketlere karşı güçlendirilmiş ve tahkim edilmiştir. Bugün bir parti-devlet olan AKP’nin iktidarını tehdit eden ne bir işçi hareketi ne de sosyalist bir hareket bulunmaktadır. Oysa faşizm, komünist ve işçi hareketinin yarattığı tehdidin bertaraf edilmesini sağlar.

5) Günümüzde emperyalist ülkelerin yok etmeyi düşündükleri büyük ve etkili bir sosyalist güç/devlet bulunmamaktadır. Dolayısıyla emperyalist-kapitalist sistemin ürünü olan ve bu sistem tarafından kullanılan, yayılmacı bir faşist devletin desteklenmesine ihtiyaçları yoktur.

6) Parlamenter cumhuriyet/demokrasi, kapitalist devlet tipinin olağan biçimidir. Neoliberal sermaye birikim biçimi, kapitalizmin uzun süredir içinde bulunduğu krizi aşmak üzere kendini re-organize ettiği, toplumsal ilişkilerin ve devlet yapısı dâhil üst yapıların, egemen ideolojilerin, kültürel değerlerin (örneğin “kültürel ırkçılığın” yaygınlaşması, Avrupa’da “İslamofobi”nin oluşması), felsefi düşüncelerin (postmodernizm) reel sosyalizm sonrası dönemde yeniden şekillendiği bir toplumsal sistemin oluşumuyla birlikte gelişmektedir. İçinde bulunduğumuz neoliberal dönemin genel devlet biçimini faşizm olarak nitelemek mümkün değildir.

7) Faşizm ile otoriter siyasal rejimler ya da askeri/sivil diktatörlükler arasında milliyetçilik, ırkçılık, lider fetişizmi, baskının ön planda devrede oluşu, hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, kitlelerin edilgenleştirilmesi/sürüleştirilmesi gibi benzerlikler vardır. Bu yönetimlere/devlet biçimlerine “faşizan” denebilir. Fakat artık, iki dünya savaşı arasındaki klasik faşizm örneklerinin mirası, kapitalist demokrasiler tarafından genel ve yaygın olarak içselleştirilmiştir. Kapitalist demokrasilerde toplumsal iktidar ilişkileri, biçimsel demokratik nitelikler yanı sıra faşizan nitelikler de kazanmıştır. Bu durum neoliberalizmin otoriter yönetim ihtiyacı ve eğiliminin olduğu 1980’lerin başından günümüze ulaşan tarihsel kesitte, billurlaşmıştır. Kapitalist demokrasi, kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki güçler dengesine göre şekillenir. İşçi sınıfının örgütlenmesinin ve sosyalist ideolojinin göreli güçsüzlüğü, kapitalist demokrasinin otoriter karakterinin oluşumunun hem nedeni hem de bu otoriterliğin sonucudur (elbette tek başına bunun sonucu değildir).

Bu nedenlerle Türkiye’de neoliberal otoriter kapitalist devlet ve başkanlık sistemini barındıran bir kapitalist demokrasinin var olduğunu, siyasal rejimin ve toplumsal ilişkilerin İslamileştirilmesinden bahsedilmesinin doğru olduğunu, var olan kapitalist demokrasinin faşizan, eş deyişle faşizmi çağrıştıran özellikler taşıdığını, fakat olağan kapitalist devlet biçiminden ve kapitalist demokrasiden, faşist devlete ve rejime doğru bir geçişin yaşanmadığını düşünmekteyiz.

Kapitalist demokrasiyi geliştirmek, "faşizme" ya da "anti-demokratik" uygulamalara (aslında bunlar bas bağı gerici, baskıcı burjuva demokratik uygulamalardır) karşı demokrasi mücadelesi vermek sosyalistlerin görevi değildir. Anti-emperyalizm/bağımsızlık, aydınlanmacılık ve laiklik, halkçılık gibi mücadele ilkelerini barındıran sosyalizm mücadelesinin seyri boyunca bazı demokratik kazanımları oluşturabileceği ise açıktır.

Yararlanılan kaynaklar:

1) Hazırlayanlar: Gérard Bensussan-Georges Labica, Marksizm Sözlüğü, Yordam Kitap, 2016, 1. Basım

2) Karl Marx,, Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i

3) Haluk Yurtsever, Tarihten Güncelliğe Sınıf Savaşları ve Devlet, Yordam Kitap, 1. Basım, 2006

4) Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, Epos Yayınları, 2004, s. 243-53, 257

5) Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, İletişim Yayınları, 4. Basım, 2019

6)İlhan Gülhan, Karşıdevrimci burjuvazi ile geriye dönüş, https://sendika.org/2023/06/karsidevrimci-burjuvazi-ile-geriye-donus-686105/

7) Bob Jessop, Devlet Teorisi, Epos Yayınları, 1. Basım, 2008

8) Mahmut Boyuneğmez, Halkçılık Üzerine Tezler, https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2022/08/halkcilik-uzerine-tezler.html

9) Yaşar Ayaşlı, Eski ve Yeni Faşizm, Yordam Kitap, 2023

10) Şebnem Oğuz, AKP’li Yıllarda Siyasal Rejimin Dönüşümü: Çelişkili Bir Süreç Olarak Yeni Faşizm, https://noktahaberyorum.com/akpli-yillarda-siyasal-rejimin-donusumu-celiskili-bir-surec-olarak-yeni-fasizm-sebnem-oguz.html

11) Hazırlayanlar: Gökhan Atılgan, E. Attila Aytekin, Siyaset Bilimi içinde, Mehmet Okyayuz, Faşizm, Yordam Kitap, 2012

12) Cenk Saraçoğlu, Faşizm ve popülizm: Kavramsal bir tartışma, https://www.youtube.com/watch?v=G8707DqCYUk

19 Eylül 2023 Salı

Alper Öztaş için izahat: Realizm ve diyalektik mantık

Mahmut Boyuneğmez


Alper Öztaş, benim “Diyalektik: Bir mantık mı, bir yöntem mi?” adlı yazımı “eleştirmiş” bulunuyor. Öztaş’ın eleştiri yazısının bağlantı adresi şöyle: https://sendika.org/2023/09/mahmut-boyunegmezin-realist-bilimsel-dusuncesinin-elestirisi-692492 “Laf dalaşının” eleştiri anlamına gelmediğini ve iki yazar arasında yürütülecek bir polemik tarzı olmamasının da arzulandığını belirterek, kullandığımız bazı kavramları ve düşüncelerimizi kısaca açıklamak istiyoruz. Öztaş’ın yöntem nedir, bilimsel yöntemler nelerdir, diyalektik yöntem ya da diyalektik-tarihsel materyalizmin yöntemi nedir gibi soruların yanıtını vermesi beklendirdi. Çünkü sahici bir eleştiri, eleştirilen önermelerin yerine almaşık önermelerin/düşüncelerin ortaya konması ve bunların açıklanmasıyla yapılır. Öztaş bunu yapmadığından, aslında bizi eleştirmiyor. Okurun ve Öztaş’ın diyalektik mantık hakkındaki düşüncelerimizi, Materyalist Diyalektik Teori adlı makalemde daha ayrıntılı olarak bulacağını ifade ederek, konuya geçmek istiyoruz.

1) Realizm nedir?.. Düşünsel ve eylemli faaliyetler içeren bilimsel araştırmalar sonucu nesnel gerçekliğin bilgisine ulaşılır. Bilimsel teoriler, yasalar, bilgiler gerçekliği doğrulukla kavradığı ölçüde, onu değiştirme ve denetleme kapasitesini insanlığa sunar. Gerçekliğin değişim eğilimiyle örtüşen ya da gerçekliğin çeşitli kesitleri üzerinde denetim kurmamıza yol açan bilimsel düşünceler, realisttir. Realizmin felsefi, bilimsel, siyasal ve günlük hayatta problemlerin çözümünde geliştirilen fikirlerde olmak üzere farklı türleri vardır. Materyalizm, felsefi realizmdir, çünkü nesnel gerçekliğin düşüncelerin dışında var olduğunu ve düşünsel olarak doğrulukla soyutlanabileceğini kabul eder. Yani materyalizm, gerçeklik anlaşılabilir ve üzerinde denetim kurulabilir demesinden ötürü, realisttir. Komünizm, tarihsel akışın bir amacı değil fakat bir yönü olduğunu benimser. Geçmişten bugüne gelen eğilimlerin, gelecekte alabilecekleri formları öngörür. Tarihsel değişim eğilimleriyle düşünsel düzlemde örtüşme olduğundan, komünist fikirler realist özellik gösterir. Günlük hayatta karşılaşılan problemlerin çözümü ancak geçmiş bilgilerle tutarlı kalınıp, çözüm için gerekli realist düşünceler üretilerek sağlanabilir.

2) Realist/bilimsel inançlar taşıdıkları dört özellikle, bilgi (episteme) niteliği gösterirler:

i) Tutarlılık: Yeni geliştirilen realist/bilimsel düşünceler, teoriler, o güne kadar üretilmiş bilimsel diğer düşüncelerle ve bilgilerle, ayrıca kendi içlerinde tutarlıdır.

ii) Nesnellik: Realist/bilimsel bir düşünce ya da inanç, önyargılardan, öznel beğenilerden ve saplantılardan uzaktır.

iii) Sınanabilirlik: Realist/bilimsel düşünceler, gerçeklikte yoklanabilir ve yanlışlanabilirlik (K. Popper) özelliği gösterir.

iv) Gelişebilirlik: Realist/bilimsel bilgiler, düşünceler, teoriler, geliştirilmeye açıktır.

Popper’in öne sürdüğü hipotez ya da teorilerin “sınama-yanılma-yanılgıyı ayıklama” diye nitelediği süreçlerden geçmesi, bilimsel teorilerin “yanlışlanabilirlik” özelliği olarak ifade edilmektedir. Bize göre ise, bilgilerimiz, her zaman gerçekliğe ilişkin yaklaşık bir karaktere sahiptir. Gerçekliğin daha derinlemesine araştırılmasıyla ve içerdiği yeni/farklı ilişkilerin kavranmasıyla, eski bilimsel teoriler yenileri tarafından kapsanarak aşılabilir. Bu nedenle yeni gözlem ve deney verilerinin, mevcut paradigmayla uyuşmazlığı her zaman ihtimal dâhilindedir. Bilimsel teorilerin “yanlışlanabilirliği”, aslında geliştirilebilirlik olarak okunmalıdır.

Realist inançlar, günlük hayatta olduğu gibi bilimsel araştırmalarda da bir tür “problem çözme süreci”nin (Cemal Yıldırım) ürünüdür. "Problem"le kastedilen, beklentilere ya da varsayımlara uymayan, o güne kadar sınamalardan geçerek doğrulanmış düşüncelerle açıklanmamış olaylarla, süreçlerle karşılaşılması, gözlemler yapılmasıdır. İçerisinde bulunulan müşkül durum, bir çözüm arayışını getirir. Karşılaşılan ya da gözlenen olaylar/süreçlerin açıklanması, diğer bir deyişle nedenlerinin bulunması, problemlerin/müşkül durumların pratikteki çözümü için gereklidir.  Bu süreç, günlük hayatta olduğu gibi toplumsal bir faaliyet olan bilimsel araştırmalarda da realist düşünme yöntemleriyle yürütülüyorsa, sonuçta realist/bilimsel fikirlerin üretimine varır. Bu yöntemler, metafizik inançları, kanaatleri (doxa), bilgi (episteme)’den ayırır. Metafizik inançlar, karşılaşılan problem üzerinde denetim sağlanmasına ve pratikte bu problemle baş edilmesine ya da problemin gerçek bir çözümüne götürmez. Metafizik inançların oluşumlarında psikolojik ve diğer zihinsel düzenekler iş başındadır; bu inançların işlevi, öncelikle problemlerle psikolojik olarak baş edebilmektir. Oysa gerçeklikteki olayları/süreçleri algılayan ve barındırdığı problemlerle karşılaşan insanların, düşünce düzleminde realist inançlar ve bilgiler üreterek, bunları tekrar gerçeklikte sınaması da mümkündür.

3) Materyalist diyalektik teori, varlığın ilişkilerinin, etkileşimlerinin, değişim/gelişiminin ve sahip olduğu oluş, başkalaşım (metamorfoz), süreç ve eğilimlerinin felsefi düzeyde yorumlanmasıdır. Diyalektik teorinin kapsamında gerçekliğin farklı katmanlarına ilişkin soyutlanmış genel felsefi ilkeler, kategoriler/kavramlar, gerçekliğin taşıdığı değişim/gelişim örüntüleri ve etkileşim türleri bulunur. Bize göre diyalektik, gerçekliğin “mantığı”dır.

Diyalektiğin bir akıl yürütme/düşünme yolu, yani felsefi bir yöntem olarak yorumlanması da mümkündür. Diyalektiğin gerçekliğin mantığı olarak yorumlanması yanı sıra, bu biçimdeki işlenişi, Hegel’in nesnel idealist felsefesinde gözlenir. Bize göre biçimsel/klasik mantık (tasım), fuzzy mantık (bulanık mantık), analiz ve sentez, tümevarım ve tümdengelim, senkronik ve diyakronik inceleme, “konumlanma noktası”nı değiştirerek perspektifsel düşünme gibi yöntemlerin yanı sıra, diyalektiğin de bir akıl yürütme yöntemi olarak kullanılmasında bir sakınca yoktur. Uygun düşünme momentlerinde “tez, anti-tez, sentez” şeklindeki üçlemeyle özetlenen diyalektik akıl yürütme yordamının kullanılması, yadırganmayabilir. Bu yöntem Hegel’in felsefi sisteminde “yadsımanın yadsınması” ilkesi olarak bulunmaktadır.

Olumlama ile yadsımanın oluşturduğu karşıtlığın, bir dolayım kullanıldığında bütünlük oluşturduğunun görüldüğü bu akıl yürütme yöntemine, “yadsımanın yadsınması” yerine “karşıtlığın kavranıp kaldırılması/aşılması” denmesi daha uygundur. Örneğin gece ile gündüz karşıtlığından, zaman dolayımıyla “gün” bütünlüğüne ulaşıldığında, burada ikinci kavram olan “gündüz”ün tekrar yadsınmadığı, yapılan eski yadsıma işleminin yadsındığı, yani karşıtlığın aşıldığı görülmektedir. Bu örnekte bir sürecin iki yönü, karşıtlık olarak konmakta ve bütünlüğe sahip süreç akılla kavranmaktadır. Böylece düşünce düzeyinde bir soyutlama yapılmış olmaktadır. Başka örnekler verelim… Doğum ile ölüm karşıtlığı, yaşam dolayımıyla kaldırıldığında oluşan bütünlük, canlılık olarak görülebilir. Canlılardaki anabolik tepkimeler ile katabolik tepkimeler arasındaki karşıtlık, enerji alış-verişi dolayımı dikkate alındığında, metabolizma bütünlüğünü görmeyi sağlar. Yıkıcı etkenler ile yapıcı etkenler arasındaki karşıtlığın, kuvvet dolayımıyla kaldırılması, bunların, coğrafi şekillerin oluşmasındaki rolünü açığa çıkarır.

Marx'ın Kapital'de "mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi" soyutlamasını yaparken bunu yadsımanın yadsınması olarak nitelemesinde ise durum farklıdır. Marx burada pre-kapitalist dönemde üreticilerin özel mülkiyetlerinin, kapitalistler tarafından tasfiye edilerek bir olumsuzlama (yadsıma) gerçekleştiğini, kapitalist üretim tarzında üretim araçlarının ve toprağın üreticiler tarafından ortaklaşa kullanımının sermayenin merkezileşmesiyle birlikte görüldüğünü, kapitalist özel mülkiyetin üretimin bu toplumsallaşması ile çelişki oluşturduğunu ve mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi şeklindeki olumsuzlama (yadsıma) ile aşılacağını belirtir. Kapitalist üretim tarzından sosyalizme geçilirken görülen bu örüntü, tarihsel gerçekliğin gelişiminden soyutlanmış olup, kafadaki bir şablonun tarihe giydirilmesi değildir. Dolayısıyla "olumsuzlamanın olumsuzlaması" (yadsımanın yadsınması) tarihsel gelişimde, bir üretim tarzından diğerine geçilirken görülen bir örüntü olarak saptanmalıdır. Doğadaki çembersel (döngüsel) süreçlerde, örneğin tohum-ağaç-meyve-tohum döngüsünde, yadsımanın yadsınması örüntüsü bulunmamaktadır.

“Yadsımanın yadsınması” gelişi güzel kullanılacak bir şablon değildir. Nesnel/tarihsel gerçeklikteki süreçler incelenirken, rastlanılıyorsa soyutlanması gerekmektedir.

4) Şimdi çelişki konusuna daha yakından bakalım. Çelişkinin birkaç anlamı bulunmaktadır.

Birincisi; çelişki, tutarsızlık anlamına gelmekte ve metafor (eğretileme) olarak kullanılmaktadır. Örneğin “Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin başkenti Kinşasa’dır” ve “Kinşasa, bir Avrupa kentidir” cümleleri birbirleriyle tutarsızdır. Bu cümleler arasında çelişki vardır denir. Popüler deyişle “bu ne yaman çelişki anne”deki çelişki böyledir.

İkincisi; Çelişki kelimesi, çıkar çatışması/gerilim anlamında da kullanılmaktadır. Örneğin, “Ali ile Mehmet arasındaki çelişki halen devam ediyor” cümlesiyle, bu iki kişinin arasında bir gerilimin varlığından bahsedilir.

Üçüncüsü; çelişkinin bir anlamını ise “mantıksal çelişki” oluşturur. “Tüm kediler, kuyrukludur” ile “bazı kediler, kuyruksuzdur” (Manx kedileri, gerçekten kuyruksuzdur) önermeleri arasında mantıksal çelişki bulunur. Aynı şekilde “hiçbir kedi, kuyruksuz değildir” önermesi ile “bazı kediler kuyruksuzdur” önermesi arasında da çelişki bulunmaktadır.

Hegel’de de “çelişki” kavramlaştırması, düşünsel düzlemde bulunur. “Varlık-yokluk” arasındaki düşünsel çelişki, “oluş” kavramı ile kaldırılır. Özdeşlik ile farklılık arasındaki kurgusal “çelişki”, değişim/devinim ile kaldırılabilir. Burada olmak ile olmamak arasında düşünülen “çelişki”, hareket kavramlaştırmasıyla giderilir vd… Oysa oluş, değişim, hareket, nesnel gerçekliğin nitelikleridir. Materyalist perspektif, karşıt güçleri, öğeleri, süreçleri ve çelişkileri gerçekliğin içerisinde bularak soyutlamaktır.

Dördüncüsü; gerçeklikteki çelişkilerdir. Gerçeklikte karşıt eğilimler, süreçler, bu süreçlerin yönleri bulunmaktadır. Yaygın olan diyalektik kavrayışta, bu karşıtlar birbirleriyle mücadele halindeyse, birbirlerini dışlıyorsa, etkileşimleri bu şekildeyse, aralarında bir çelişkinin var olduğundan bahsedilir. Örnekler verelim… Proletarya ile kapitalist sınıf, başka bir ifadeyle emek ile sermaye arasındaki karşıtlık ve mücadele, bir çelişki olarak kavranır. Bu ikili birbirlerini doğurur ve birbirlerine karşıt çıkarlara, taleplere sahiptir. Bir taraf ya da kutbun tatmin edilmesi, öteki tarafın ya da kutbun zararına gerçekleşir. Proletarya ile kapitalist sınıf, karşıtların birliği içindedir. Bunların aralarındaki ilişki simetrik, içsel ve olağan zamanlarda dinamik dengedeki bir ilişkidir. Biri olmadan diğeri de olmaz; birbirlerine bağımlıdırlar. Bize göre, kapitalistler ile işçiler arasındaki karşıtlık, örneğin grev durumunda, çelişki halini alır. Çünkü dengedeki süreçlerde bozulma oluşmuştur. Ücretli emek ile sermaye ilişkisi, başka bir ifadeyle uzlaşmaz bir karşıtlık ilişkisi olan kapitalist üretim ilişkileri, kapitalist sistemin krizlerinde, çelişkili olmaya başlar. Ya bir devrimle ortadan kalkar ya da kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden tesisiyle denge durumuna geri dönülür.

Elbette doğada da çelişkiler vardır. Bir örnek verelim. Akciğerlere sürekli bir biçimde ulaşan bakteriler (mikroplar), burada sayıca çoğalıp zatürre yapmaya çalışırken, vücudun savunma hücreleri bunlara karşı sürekli bir “savaş” vermektedir. Bakterilerin çoğalma ve dokulara ilerleme süreciyle, savunma hücrelerinin ve onların salgıladıkları çeşitli maddelerin, bakterileri yok etme süreci arasındaki karşıtlık ve mücadeleye, yaygın diyalektik kavrayışa göre “çelişki” denir. Oysa örneğimizde zatürre oluşmadıkça, bu karşıt süreçlerin mücadelesi, bir dinamik dengededir. Zatürrenin oluşumu, ilk sürecin, çeşitli kolaylaştırıcı faktörlerin de yardımıyla üstün gelmesinin bir sonucudur. Yani denge bozulduğunda, ortaya zatürre tablosu çıkmaktadır. Bize göre, dinamik dengenin bozulmasıyla birlikte bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Antibiyotiklerin yardımıyla zatürre tedavi edildiğinde, iki karşıt süreç arasındaki dinamik dengeye geri dönülmektedir.

Organizmayla çevre arasındaki ilişki üzerinden başka bir örnek verelim. Biston betularia (Biberli Güve)’nin açık renkli formunun yaşama ve üreme süreçleri ile avcılar tarafından fark edilip avlanma süreçleri arasındaki karşıtlık, sanayileşme sonucu oluşan kirlilikle birlikte bir çatışma/bir çelişki formuna bürünmüştür. Bu çelişkinin çözümü 19. yüzyılın ilk çeyreği civarında, Cortex adlı gendeki bir mutasyonla güvenin siyah formunun ortaya çıkması/evrimleşmesi ile birlikte çözülmüştür. Siyah form, sanayileşme sonucu kirlenen ağaç gibi yüzeylerde kamufle olup, avcılara yakalanmamış ve üreyerek gelecek nesiller içerisinde baskın hale gelmiştir.

Toplum ile doğa arasındaki ilişkiye bakalım. İnsanların doğal süreçlere egemen olması, onları kontrol etmesi eğilimi ile doğanın güçlerine olan bağımlılık arasında bir karşıtlık bulunur. Bu karşıtlık/mücadele, tarih boyunca ilk eğilim giderek kuvvetlense de, nihayete ermeyecek bir karşıtlık gibi durmaktadır. Doğanın, toplum yaşamına izin vermeyecek ölçüde tahribi gerçekleşirse, ortaya bir çelişki çıkmış olacaktır.

Beşincisi; Kanımızca gerçeklikteki çelişkilerin, karşıtların birbirleriyle mücadelesinde dinamik denge durumunun yitirildiği ve karşıtların birinin diğerini yok etmeye yöneldiği süreçlerde bulunduğunu gözetmek gerekir. Tıpkı proletaryanın devrimci durum kesitinde, kapitalist sınıfın toplumsal iktidarını yok etmeye yönelmesinde olduğu gibi… Bir karşı-devrim yaşanırsa, proletarya ile kapitalist sınıf arasındaki karşıtlık taşıyan ilişki, denge durumuna dönecektir.

Özcesi, çelişkiler doğada ve toplumda vardır. Bize göre, karşıt süreçler ve eğilimler, her zaman ve durumda çelişki oluşturmazlar. Her karşıtlık, bir çelişki oluşturmaz. Fakat her çelişki bir karşıtlık içerir.

Unutmadan belirtelim, bazen bir “çelişki” olarak hakkında bahsedilen ışığın hem parçacık hem de dalga niteliği göstermesi, ne “karşıtlık” ne de “çelişki” için verilebilecek bir örnektir.

Görüldüğü gibi materyalizmde “çelişki” konusunda iki ayrı yaklaşımdan bahsedilebilir. Birincisinde, karşıtların birliği ve mücadelesinin var olduğu durumlara “çelişki” denir ve bazı zaman kesitlerinde çelişkilerin etkisiyle denge durumundan uzaklaşılmaktadır. İkincisi ve bizim benimsediğimiz yaklaşım ise şudur; doğada ve toplumda dinamik denge durumlarında karşıtların mücadelesi vardır, denge bozulduğunda aralarında çelişki açığa çıkar ve bir çözüme kavuşur.

5) Duyu (sensation), insanlarda ve hayvanlarda, dış dünyanın uyaranlarının görme, işitme, koklama, dokunma ve tat alma organlarında oluşturduğu etkileşimdir. Algı (perception) ise duyumların işlenmesiyle oluşturulan izlenimler ve imgelerdir. Algıya, idrak da denmektedir. Kavramak (conseption) ise, fikirler oluşturma ya da bu fikirleri anlama işlemi, fonksiyonu ya da kapasitesidir. Kavrama, soyutlama yapmayı gerektirir. Bilinç, bireylerde zihinsel durumu anlatırken, aynı zamanda öznelerin gerçekliğe hangi perspektiften bakıldığını imler.

Düşünsel kavram ve kategoriler (örneğin nitelik, nicelik, özdeşlik, fark, uzam ve zaman gibi), nesnel gerçeklikle pratiklerimiz üzerinden etkileşimler içerisinde bulunarak kavranır/soyutlanır. Kavram ve kategorilerin, kaynağı nesnel gerçekliktir. Bu perspektif materyalizme aittir ve aksini düşünenler, materyalist değildir. Kavramların ve kategorilerin gerçeklikten soyutlanması için onunla çeşitli pratikler dolayımıyla etkileşimlere girmek gerekmektedir. Kant ise döneminin bilimsel gelişim düzeyiyle koşullandığından, zihnin uzam ve zaman kategorilerine sahip olduğunu savunmuştur. Ona göre zaman ve uzam, nesnel gerçeklikte değil zihinde kategoriler olarak bulunur. Genel ve özel görelilik teorisinin sunmuş olduğu bugünkü bilimsel bilgilerle uzay-zamanın bu şekilde kavranışı, artık bilim-dışı/metafiziktir.

Maddenin bilgisi, “bilinç biçimleri” olan kategoriler sayesinde oluşturulabilir denirse, Kantçı bir yaklaşım sergilenmiş olur. Bilimsel bilgiler, düşünsel ve eylemli faaliyetler içeren bilimsel araştırmalarla ya da günlük faaliyetler içerisinde realist yöntemlerle oluşturulur. Bu faaliyetleri, başta teknik ve üretimsel gereksinimler olmak üzere, toplumsal ilişkiler koşullar. Bilimsel araştırmalar yapılırken deney ve gözlem gibi eylemli yöntemlere, tümevarım, tümdengelim, analiz ve sentez, analojiler kurma, modeller oluşturma, retrodüksiyon yapma gibi düşünsel metodlara başvurulur.

6) Dil ve insanların düşünceleri birbirinden ayrılamaz; fakat doğuştan sağır-dilsizlerin ya da körlerin de elbette düşünceleri vardır. Dili, bilinç ya da zihinle özdeşleştirmek yanlıştır. Fakat dili, “bilincin biçimi” olarak görüp bırakmak, bu konuda açıklama yapmamak, dil konusunda birçok disiplinden araştırmacının yazdıklarını bir çırpıda bay-pas etmek olur.

7) Bertell Ollman’ın görüşlerini karalama/değersizleştirme çabası yerine, önce onun yazdıklarını düzgünce kavramak ve sunmak, sonra alternatif önermelere sahipseniz, bunları ileri sürerek, eleştirmek gerekir.

Ollman’a göre, “diyalektik yöntem”, ardı ardına gelen altı uğrağa bölünebilir. Bunlar; 1) Ontolojik uğrak (bütünlük ve karşılıklı bağımlılık içindeki sonsuz sayıda süreç, ampirik gerçeklik), 2) Epistemolojik uğrak (değişimin ve etkileşimin başlıca örüntüleri olarak diyalektiğin, incelenen gerçeklikte yakalanması çabasını anlatır), 3) Sorgulama uğrağı (analiz süreci), 4) Düşünsel yeniden inşa ve akılda netleştirme uğrağı (düşünülmüş somutlara ulaşılmasını anlatır), 5) Ulaşılan sonuçların sergilenmesi uğrağı, 6) Praksis uğrağı.

Bu altı uğraktan geçen tüm bu süreçler toplamına, “diyalektik yöntem” denmesi kanımızca uygun değildir. Bilimsel/realist düşünme yöntemi olan bu süreçler toplamında, analiz, sentez, indüksiyon (tümevarım), dedüksiyon (tümdengelim), analoji, karşılaştırma, amprik somutluktan soyutlamalara gitme, soyut kavramlardan düşünülmüş somuta varma gibi yöntemler kullanılır. Diyalektiğin, gerçeklikteki ilişki ve etkileşim türleri, değişim ve gelişim örüntüleri gibi var oluşsal bir “mantığı” temsil ediyor oluşu unutulmadan, araştırma yapılırken gerçekliğin taşıdığı bu mantıksal desenlerin yakalanmasına da çalışılır.

Günlük hayatta, metafizik ideolojileri üreten psikolojik ve diğer zihinsel mekanizmaların yanı sıra, sistemli olmayan, ancak kendiliğinden gelişen bir realist düşünme yordamı da çoğu durumda işlemektedir. Karşılaşılan “problemler”in pratikte çözümü için ve bu problemleri oluşturan gerçeklik kesitini kontrol altına almak için, indüksiyona ve dedüksiyona, analiz ve senteze, hipotezvari düşünceler geliştirmeye ve bunları pratikleştirmeye, analojiler ve karşılaştırmalar yapmaya, geçmiş bilgilerle tutarlılık aramaya başvurulur. Yine süreçler, ilişkiler, etkileşimler ve değişim örüntüleri gerçeklikte oldukları haliyle yakalanıp, soyutlanır.

Kaynak: https://sendika.org/2023/09/alper-oztas-icin-izahat-realizm-ve-diyalektik-mantik-692608

16 Eylül 2023 Cumartesi

Marksist Ekonomi

Rob Sewell


Kapitalist sistem, muhtemelen tarihinin en derin krizini yaşıyor. Ve dolayısıyla, bu sistemin nasıl işlediğini anlayabilmek ve bunun için de Marksist iktisat öğrenmek gün geçtikçe önem kazanıyor.

İlk bakışta, Marksist iktisat oldukça zor görünebilir. Her şeyden önce dili ağır görünebilir. Kendi kısaltmalarını, kendi terimlerini gerektiren tüm bilimlerde durum budur. Bununla birlikte, temel ilkeleri anlaşıldıktan sonra gittikçe kolay hale gelir ve bunun için en başta harcanan çabaya kesinlikle değer. Marksizm işçilerin nasıl sömürüldüğü ve kapitalist sistemin neden yıkıcı, devamlı tekrar eden dönemsel krizler yaşadığı gibi birçok soruya yanıt verecektir.

Marx, ekonomik sisteme nesnel bir bakış açısıyla yaklaştı. Onun kapitalizmi incelerken takındığı tavır bir arı kovanının işleyişini inceleyen bir doğa bilimcininkinden farksızdır. İçinde yaşadığımız topluma baktığınızda, her alanda paranın ve alım satımın egemen olduğu görülüyor. Para kazanmak neredeyse her insan uğraşının arkasındaki itici güce dönüşmüş durumda. Bu çeşit maddi ilişkiler, günlük yaşamın ve insan bilincinin derinliklerine nüfuz etmiş halde. Bir yandan insanlar nakit değerlerine indirgenirlerken para da özneleşmekte, kişileşmektedir. Finans haberlerini takip ederseniz, sanki hasta bir bireyden bahsediliyormuş gibi, “Pound bugün finans piyasalarında biraz daha iyi durumda” gibi cümlelerle karşılaşırsınız. Öte yandan, milyoner toprak sahibi Westminster Dükü'nün “milyonlar değerinde” olduğunu okuyabilirsiniz. Marx bu garip durumu “meta fetişizimi” olarak tanımlıyor. Peki ya bu durumun ardında ne yatıyor?

Basitçe ifade etmek gerekirse, bu kavram, sosyal ilişkilerin çarpıtılarak bir dizi finansal ilişkilere indirgendiği piyasa ekonomisinin bir ürünüdür. Bu tür ilişkilerin egemen olduğu bir dünyada yaşadığımız için, bu ilişkiler düşünüş ve olaylara bakış biçimimize nüfuz ederler. Bu durum, örneğin, parçası olduğumuz ekonomik faaliyetlere bakışımızı bulanıklaştırmaktadır. Günlük hayatımız devamlı olarak bu gizemli güçlerce domine edilmektedir. Bu güçler biz onların farkında olmasak bile devamlı olarak işlerler. Tıpkı cansız nesnelere ağaca, güneşe, totemlere tapan ilkel insanlar gibi, dünyanın görünüşte olağanüstü güçlere sahip olan para ve başka metalar tarafından yönetildiğini düşünürüz. Hiç kimsenin piyasa üzerinde kontrolü yoktur, ama yine de piyasa herkese hükmeder.

Bu durum her zaman böyle değildi. Örneğin feodal toplumda sosyal ilişkiler daha keskin ve daha şeffaftı. Sosyal ilişkiler, bir toprak mülkiyeti hiyerarşisine dayanan sosyal yükümlülüklere dayanıyordu. Herkesin belirli bir statüsü vardı ve herkes bunun farkındaydı. Toplum sosyal olarak durağan durumdaydı.

Ancak kapitalistler acımasızca feodalizme ve onun yöntemlerine son verdiler ve kendi egemenliklerini kurdular.

Komünist Manifesto'da Marx ve Engels, “Burjuvazi hâkimiyeti ele geçirdiği her yerde bütün feodal, ataerkil, kır yaşamına özgü ilişkilere son vermiştir.” diyorlar. “İnsanı tabii mafevkine bağlayan karmakarışık feodal bağları acımasızca kesip atmış ve insan ile insan arasında katıksız çıkardan, katı “nakit ödeme”den başka bir bağ bırakmamıştır.”

Kapitalizm, üretici güçleri geçmiş toplumlara kıyasla devrimcileştirir, ancak kendi yasalarını ve çelişkilerini de beraberinde getirir. Yükselen kapitalist sınıf, köylülerin topraklarını ve bağımsız yaşam araçlarının ellerinden aldı ve onları ücretli emekçilere dönüştürdü. Üretim araçlarını tekelleştirdi ve eski köleleri, mülksüz işçileri yeni mülk sahipleri için çalışmaya zorladı. Bu yeni sınıf ayrımı, yeni toplumsal düzenin sonucuydu. Bu, Marx'ın “ilk birikim” dönemi olarak tanımladığı, kapitalizmin “tepeden tırnağa kana ve pisliğe bulanmış olarak” yükseldiği dönemdir. Bu acımasız süreç kendi ayrı sınıf çıkarlarıyla beraber iki ayrı sınıf yaratı, işçi sınıfı ve zenginleşen kapitalist sınıf. Egemen sınıf yani kapitalistler, servetlerini ve ekonomik güçlerini borçlu oldukları, onlar için artı değer üreten işçileri acımasızca sömürdüler.

Her sınıflı toplum kendi sömürücü sınıflarını yarattı: köle sahipleri, feodal toprak ağaları ve sermayedarlar. Köleci toplumda, üreticiler köle sahiplerinin mülkiyetindeydi. Feodalizmde, bir tarım toplumunun en önemli unsuru olan serflerin bağlı olduğu topraklar feodal beylerin mülkiyetindeydi. Kapitalizmde ise, üretim araçları özel mülkiyetin elindeyken, mülksüz işçiler hayatta kalmak için emek güçlerini satmak zorunda kalıyorlar.

Mübadele için üretimin gelişimi ve çok çeşitli malların üretimi bir iş bölümünü de beraberinde getirir. Genel olarak üretim tüm toplum biçimleri için ortak olsa da kar amaçlı üretim öyle değildir. Köylü toplumlarında insanlar ürettikleri ürünlerle yaşarlar ve ticaretin onların gündelik yaşamlarında hiçbir rolü yoktur. Feodalizm altında, lordlar, toprakları üzerinde çalışan kölelerin üretim fazlasına basitçe el koyuyordular. Kapitalizmde ise mübadele için üretim egemen üretim biçimidir.

Genel olarak üretim ile mübadele için üretim arasındaki farkın altını çizmek için Marx, kullanım değeri ve mübadele değeri terimlerini kullanır. Değer ifadesinin iki anlamı vardır. Biri, insan ihtiyacını karşılayan bir şey olan kullanım değeridir. Kullanışlı olma niteliğine sahiptir. Cep telefonu, diğer telefon kullanıcılarıyla konuşmamızı sağlayan bir cihaz olması açısından bir kullanım değeridir. Bununla birlikte, bir kullanım değerinin fiziksel bir şey olması gerekmez. Şarkı söylemenin de her ne kadar geriye hiç bir somut iz bırakmıyor olsa da bir kullanım değeri vardır, biri ya da birilerine zevk verir. Fakat tüm kullanım değerleri insan emeğinin ürünü değildir. Hava bir kullanım değeridir, solunumu hayati önem taşır; ama onun üretiminde hiçbir emek söz konusu değildir. Bununla birlikte, insan emeğinin neredeyse tüm ürünleri kullanım değeridir.

İkincisi, bir meta (mal) bir diğeriyle takas edildiğinde, o metanın değerini yansıtan bir mübadele-değeridir. Bu kadar çift ayakkabı, şu kadar pantolonla değiştirilebilir gibi. Meta, satılmak üzere üretilmiş bir şeydir. Meta (Mal), aynı zamanda bir mübadele-değeri de olan, yani piyasada satılabilen bir kullanım değeridir. Meta satıcısı elindeki metanın yalnızca mübadele-değeri ile ilgilenir. Yani metanın getireceği fiyatla ilgilenir. Öte yandan alıcı, kullanım değeri (bir şeyin ne işe yaradığı) ve ayrıca ne kadara mal olduğu ile ilgilenir. Bir metanın mübadele-değeri, bedeliyle belirlenir.

Bir metanın bu ikili karakteri - kullanım değeri ve mübadele değeri - iç içe geçmiştir. Üretilmiş bir metanın kimseye hiçbir faydası yoksa kimse onu satın almaz veya takas etmez. Böyle bir durumda değişim değeri anlamsız hale gelir. Dolayısıyla meta, gereksiz emek içeriyor demektir.

Bu kendini bu ilişkileri anlamaya adamıştı. Bu adanmışlıkla, işçi sınıfının kapitalizm altında sömürülmesinin nasıl gerçekleştiğini ortaya koyabildi. Bunu, Adam Smith ve de özellikle David Ricardo’dan edindiği “emek değer” teorisini geliştirerek başarabildi.

Bu teorinin temeli epey açıktır. Birincil argüman, emeğin tüm değerlerin kaynağı olduğudur. İnsanlar ancak emek harcayarak, kullanım değerlerinin üretimi yoluyla yaşayabilir ve temel ihtiyaçlarını karşılayabilirler. Hayatta kalabilmek için çalışmak zorundayızdır. Elbette, kapitalizmde olduğu gibi, başkalarının emeğiyle yaşayan sömürücü bir sınıfın mensubu değilseniz. “Küçük bir çocuk bile, çalışmayı değil bir yıl için, diyelim sadece birkaç hafta için bile bırakacak herhangi bir ulusun yok olacağını bilebilir.” diye yazar Marx, Kapital’de.

Kapitalizmin gelişiminden önce, üretim geniş oranda kişisel tüketim için yapılıyordu. Köylüler ekinleri ile ilgileniyordular ve nelere ihtiyaçları varsa onları üretiyorlardı. Muhtemel üretim fazlası yerel pazarlarda satılırdı. Ancak bu ikincil bir durumdu. Piyasa hâkimiyeti ele geçirdikçe ise, çoğu üretici metaları kendileri tüketmek üzere değil de başkaları için, yani mübadele etmek için üretmeye başladılar. İşte modern kapitalist ekonomik ilişkilerin embriyosu böylece insanlık tarihinin rahminde oluşmaya başladı. Toplumsal işbölümü nedeniyle, yani herkesin başkaları tarafından üretilen ürünlere ihtiyacı olduğu için herkes herkese bağımlı hale geldi. Mübadele, artık kişiler arasındaki sosyal bağdır. Bu, yaygınlaşmış meta üretiminin temelidir. Değişim değerlerinin kitlesel üretimi anlamına gelir.

Metaların mübadelesi, eşdeğerlerin mübadelesine dayanır. Bir şey, eşit değerdeki (mübadele değeri) başka bir şeyle değiştirilir. Bazı tüccarların ucuza alıp pahalıya satabilmesi ancak başkalarının ayni metayı değerinden pahalıya alıp ucuza satması ile mümkündür. Bir satıcının kazancı, başka bir alıcının kaybıdır ve bunun tersi de geçerlidir. Toplum bir bütün olarak bundan yarar sağlamaz; sadece yaratılmış olan değeri bölüşmüş olur. Bununla birlikte, daha takastan itibaren, belirli bir miktardaki bir ürünü belirli bir miktar başka bir ürünle eşdeğerlerin mübadelesine dayalı olarak değiştirme çabası vardır.

Metalar, açıkladığımız gibi, mübadele için üretilen şeylerdir. Şu soru ortaya çıkıyor: Birbirleriyle mübadele edilenler, yani metalar, tam olarak nedir? Birbirinden çok farklı olan ve farklı kullanımları olan bu şeylerin ortak özelliği nedir? Bu şeylerin birbirleriyle kıyaslanabilmesini sağlayan nedir?

Bu ortak özellik açık bir şekilde ağırlık, renk, boyut veya diğer herhangi bir fiziksel nitelik değildir ve fiziksel niteliklerin tümü bir metadan diğerine önemli ölçüde farklılık gösterir. Bir çift ayakkabı bir pantolondan çok farklıdır. Buna karşılık, ortak noktaları, ikisinin de insan emeğinin ürünleri olmasıdır.

Marx, “Doğa makine, lokomotif, demiryolu, elektrikli telgraf, kendi kendine işleyen taşıyıcılar vb yapmaz. Bunlar insan sanayisinin ürünleridir; doğa üzerindeki insan istencinin ya da insan etkinliğinin organlarına dönüşmüş doğal gereçtir” demiştir. Doğa malzemeleri sağlar, ancak onları kullanım değerlerine ve değere dönüştüren emektir. Doğa bize hiçbir değeri olmayan malzemeleri değerleri olmaksızın sağlar. Ancak insan emeği zaman ve efor harcayarak değerlerin yaratılmasına hizmet eder.

Sonuç olarak, mübadele yoluyla, bir metadaki şu kadar çok genelleştirilmiş emek, başka bir metadaki bu kadar çok genelleştirilmiş emekle karşılaştırılabilir. Mübadele sırasında, üretimlerinde harcanan emek-zaman miktarına bağlı olarak, şu kadar çok sayıda saat, şu kadar çok sayıda ayakkabı ile takas edilir. Bu nedenle metalar, mübadelede kıyaslanan yoğunlaştırılmış emek-zaman miktarı olarak kabul edilebilir. İnsan çabasının tüketimi, üretimde yer alan tek gerçek maliyettir.

İlk burjuva iktisatçılar bile bu ilkeyi kabul ettiler. Marx, kendi not defterinden kelimesi kelimesine kopyalanan klasik değer tanımına ilk kez Adam Smith'in yazdığı ‘The Wealth of Nations' (Ulusların Zenginliği)’da rastladı: “Kökeninde bütün dünya zenginlikleri, altın veya gümüşle değil, emekle satın alınmıştır. Onu bazı yeni ürünlerle değiş etmek isteyen servet sahipleri için o servetin değeri, bu kimselere satın alabilmek veya egemen olabilmek imkânını verebildiği emek miktarına tamı tamına eşittir.”

Bununla birlikte Marx, değerin kişiler arasında bir sosyal ilişki olduğunu keşfetti. Ancak kapitalizmde bu, fantastik bir biçimde, şeyler arasındaki bir ilişki olarak görünür. Satış için cansız nesneleri kullanarak bu mübadeleye girenler sadece kendi çıkarları olan insanlardır, tersi değil. Metalar kendi kendilerini piyasaya sürmezler.

Yüzeyin altında var olan gerçek ilişkileri anlamak için şeylerin dış görünüşünün ötesini de görmeliyiz. Kapitalizmi yöneten yasalar toplum tarafından fark edilmeksizin sessizce işler. Gerçek bir bilim olan Marksizm’in amacı, bu temeldeki ilişkileri ve yasaları keşfetmektir.

Toplumsal Olarak Gerekli Emek Zaman

Değer, Marksist anlamda oldukça tuhaf bir şey gibi görünür. O, metanın ne doğal ne de fiziksel bir niteliğidir. Bu nedenle, güçlü bir mikroskopla bile değer görülemez. Fiziksel bir varlığı olmadığı için dokunulamaz veya koklanamaz. Ama değişim değeri (ya da sadece “değer"), tıpkı yerçekimi gibi kesinlikle vardır ve rastlantısal bir şey değildir.

Marx'ın açıkladığı gibi, değer belirli bir toplumsal niteliktir ve yalnızca metalar arasında mübadele gerçekleştiğinde ortaya çıkar. Mübadele sırasında, belirli bir miktar genelleştirilmiş emek, değerlerin mübadelesi yoluyla el değiştirir. Mübadele sırasında, terzi veya inşaatçının işi eşdeğer yapılır. İlgili emek biçimleri göz ardı edilir ve ürünlerinin tümü genelleştirilmiş basit emeğe indirgenir. İster basit, ister vasıfsız, ister yarı vasıflı ya da vasıflı emek olsun, tüm emek, mübadelede, vasıflı emeğin vasıfsız emeğin bir katı haline geldiği ortalama emeğe indirgenir. Toplumsal bir ilişki olarak değer, farklı üreticilerin emeği arasındaki ilişki olarak ifade edilir. Bu nedenle değer, belirli bir emek biçiminin değil, soyut insan emeğinin ya da genel olarak emeğin sonucudur.

Kapitalistler, malları maliyet değerinden satmazlar. Kâr peşindedirler. Üretim sürecinde yalnızca emek değer üretir. Makineler değer yaratmazlar, sadece aşınma ve yıpranma veya amortisman yoluyla kendi değerlerini parça parça yeni metalara aktarırlar. Makineler, her durumda, işçiler tarafından kullanılmalıdır, aksi takdirde tek başlarına hiçbir şey üretmezler. Hammaddeler de aynı şekilde süreçte tüketilir ve değerlerini yeni ürünlere aktarır. Bir başka deyişle, terzi, esme ve dikme yoluyla emek vererek üzerinde çalıştığı malzemelerden son ürüne aktardığı değere değer katar.

Örneğin bir evin maliyeti, onu inşa etmek için gereken malzemelerin maliyetinden oluşacaktır: tuğlalar, çimento, ahşap, alçı vb. ve ilgili işçilerin emeği. Peki bunların fiyatlarını ne belirler? Tuğlalar, odun, çimento vb. Hepsi insan emeğiyle üretilir. Bu nedenle maliyetler, üretimlerinde yer alan emek-zaman miktarlarına indirgenebilir. Bu nedenle fiyatlar, üretim maliyetleri, bunları üretmek için gereken emek-zaman miktarı ile belirlenir. Bu, geçmişte ve şimdi harcanan emeğin bir birleşimidir (Marx'ın dediği gibi, ölü ve canlı emek).

Daha doğrusu, bir metanın değeri emek-zaman miktarlarıyla değil, üretimine yatırılan toplumsal olarak gerekli emek-zaman miktarı ile ölçülür. Marx, “emek-zaman” ve “toplumsal olarak gerekli emek-zaman” terimleri arasındaki bu hayati ayrımı yapmıştır. Değer basitçe üretimde yer alan emek miktarına eşit değildir. Eğer öyle olsaydı tembel veya verimsiz bir işçi, bir şeyler üretmek için daha fazla zaman harcadığı için çok daha büyük değerlerin kaynağı olurdu. Bu açık bir biçimde yanlıştır. Değer, “toplumsal olarak gerekli” emek tarafından, yani ortalama sosyal koşullara ve mevcut teknik düzeye göre mal üretmek için kullanılan ortalama emek tarafından üretilir. Bir metanın toplumsal olarak gerekli emeği içerip içermediği, metalar pazarda satıldıkça veya reddedildikçe, değişimde ortaya çıkacaktır.

Belirli bir metanın üretilmesi ortalama zamandan daha uzun sürerse, bu fazla emek-zamanı faydasız emektir. Piyasada bu tür “değeri yüksek” (aşırı fiyatlı) mallar alıcı bulamaz. Toplumsal ortalamanın üzerinde bir maliyetle yapılan tüm bu metalar satılmadan kalacak ya da kapitalist tarafından zararına satılmak zorunda kalacak. Üretken olmayan (boşa harcanmış) emek kullanan kapitalistlerimiz, kısa süre sonra mallarını “piyasa fiyatı"ndan satamayacakları için kendilerini piyasadan elenmiş olarak bulacaklar. Fiyatlar, üretime harcanan “toplumsal olarak gerekli” zamanı yansıtma eğiliminde olacaktır.

Karlar ve Üretkenlik

Kapitalistlerin dürtüsü para kazanmaktır. Bir kapitalist yeni üretim teknikleri geliştirdiğinde ve üretim maliyetinin altında metalar ürettiğinde, o zaman daha fazla malı daha ucuza satabilecek ve süper kârlar elde edebilecektir - ta ki herkes bu yeni tekniklere uyana ve yenilerini geliştirene kadar. Bu gerçekleştiğinde ve bu yeni teknik düzey ortalama haline geldiğinde, fiyat yeni toplumsal olarak gerekli emek-zamana karşılık gelecek şekilde yeni bir düzeye düşecektir. Bu sebeple her bir metanın üretilmesi bir önce üretilenden daha az zaman alacak ve bu nedenle daha az değer içerecektir, böylece maliyetler ve fiyat etkili bir şekilde düşecektir. Kuşkusuz teknikteki sürekli değişikliklerle birlikte toplumsal olarak gerekli emek-zaman her zaman değişmektedir. Bununla birlikte, herhangi bir noktada genel bir ortalama standart vardır ve bu standart, hiç bitmeyen bir teknik ilerleme sürecinde yerini alır.

Kapitalizm düzensiz bir sistemdir. Mallar pazara girdikten sonrasına dair herhangi bir planlama yoktur. Burada piyasanın kör güçleri hâkimdir. Bir kapitalist, her biri 100 sterline satılık 1.000 yatak üretirse fakat diğer ayni fiyattan yatak üreten kapitalistlerin de normalde olduğundan daha fazla üretim yaptığını görürse, tüm yataklarının satılmayacağından korkacaktır. Daha sonra rakiplerini baltalamak için fiyat düşürecek, ancak bu durumda diğerleri de yine aynı aynısını yapacaktır. Fiyatlar düşerken, satın alma niyetinde olmayan insanlar da yataklarla ilgilenmeye başlayacaktır. Fiyat düştükçe talep artar. Bu durumda, ya bazı yataklar satılmayacak ya da her yatağın fiyatı normalden daha düşük olacaktır. Kapitalistimizin beklendiği gibi 100.000 sterlin kazanmak yerine, söz gelimi 70.000 sterline razı olması gerekecektir.

Ancak söz gelimi gardırop yapan kapitalistler daha iyi durumda olabilir. Sınırlı sayıda satıcıya karşılık gardırop satın almakla ilgilenen birçok kişi varsa kapitalistler normalde 200 sterline satılan gardıropların fiyatlarını yükseltecektir. Bu olurken, gardıropları daha az kişi satın alacaktır. Hepsi satılmak istenirse, fiyatların daha fazla yükseltilemeyeceği bir sınır vardır. Fiyatın 300 sterline yükseldiğini düşünürsek günün sonunda kapitalistimiz tüm bu malların satışından 150.000 sterlin kazanacaktır.

Yatakları yapan kapitalistler, gardırop yapanların ne kadar kar yaptığını göreceklerdir. Sonunda, üretimlerini yatak yapmak yerine daha karlı olan gardırop üretimine çevirmeye başlayacaklardır.

Başka bir deyişle, sermaye, ekonominin en yüksek getiri oranlarını sunan sektörlerine akar. Ancak bu daha karlı sektörün kapasitesi de dolmaya başladıkça gardırop üretimi artar ve gardıropların fiyatı (ve getirdiği kar) düşer. Sonuç olarak, sermaye daha yüksek kâr oranlarının olduğu diğer alanlara yönelecektir. Bu da muhtemelen piyasada yatak kıtlığı olduğu için fiyatları yükselen yatak üretimi olacaktır. Bir fırsat açıldığında bir diğeri kapanır. Bu, toplumda talep ve fiyatlardaki değişiklikleri yansıtan yeni bir iş bölümü ile sonuçlanır.

Bir metanın, üretimi için gerekli toplumsal olarak gerekli emek-zamana dayanan değeri hemen görünür olmasa da, fiyatlar kesinlikle öyledir. Herhangi bir mağazaya girdiğinizde tüm malların fiyat etiketleri vardır. Eşit değerdeki metalar, eşit değişim değerlerine ve fiyatlara sahip olma eğilimindeyken, bu her zaman böyle olmaz. Hatta çoğu durumda böyle olmaz. Gerçekte, fiyatlar değerlerden farklılık göstermedikçe değer yasası işlemeyecektir. Yeni bir iş bölümü ve kaynak dağılımı, belirli mallar için arz ve talepteki değişikliklere yanıt olarak fiyatların değerlerin üzerine çıkması veya altına düşmesinden doğar.

Bu yüzden fiyatlar her durumda değerleri yansıtmaz, ancak bir metanın değeri etrafında salınma eğilimindedir. Bu fiyat dalgalanması deniz seviyesine benzetilebilir. Deniz gelgit sebebiyle yükselip alçalsa da belirli bir referans noktası çevresinde belirli bir ortalama seviyeye sahiptir. Varyasyon, denizin sürekli hareket halinde olması ve ayin onun üzerindeki kütle çekiminden kaynaklanmaktadır. Yine de, bu gelgitlerin etrafında meydana geldiği belli deniz seviyesi vardır.

Ekonomide, tekil olarak farklılığın derecesi ne olursa olsun, tüm fiyatların toplamı tüm değerlerin toplamına eşittir, “çünkü nihai olarak, yalnızca insan emeği tarafından yaratılan değerler toplumun kullanımındadır ve fiyatlar, tröstlerin tekel fiyatları da dâhil olmak üzere, bu sınırlamayı aşamaz; emeğin yeni bir değer yaratmadığı yerde, Rockefeller bile hiçbir şey elde edemez. “

Bu yolla değer yasası, üretilmesi gereken metaların oranlarını ve işgücünün ekonominin çeşitli sektörlerine dağılımını belirler. Bu, değer yasasının, fiyat sinyalleri ve piyasa güçleri aracılığıyla, kapitalist sistemin temel düzenleyicisi olarak nasıl işlediğini gösterir.

Maddi zenginlik (wealth) ile değer (value) arasındaki çoğu zaman karıştırılan farkın altını çizmekte fayda var. Değer, yalnızca meta üretimi var olduğu sürece geçerli olan toplumsal ve tarihsel bir kategoridir. Meta üretimi ortadan kalktığında ve ihtiyaç için üretime sahip olduğumuzda değer de ortadan kalkacaktır. Bu, sosyalist toplumda gerçekleşir. Zenginlik ise maddi bir şeydir ve toplum biçiminden bağımsız olarak kullanım değerlerinden oluşur.

Diğer koşullar sabitken, emeğin üretkenliğindeki bir artış toplumun maddi zenginliğinde bir artış yaratacaktır: daha fazla giysi, araba, televizyon, ev vb. Ancak, harcanan emek miktarının aynı olması koşuluyla, mevcut değerlerin toplam miktarı değişmeden kalabilir. Bir otomobil işçisi 8 saatlik bir sürede 50 yerine 100 otomobil motoru üretirse, üretimine yine 8 saat emek harcanır. Artık bir araba, daha önce olduğu gibi değerin veya emek zamanın yarısını kapsayacaktır. Aynı şekilde, elverişli bir hasat bir ülkenin zenginliğini arttırır, ancak harcanmış sosyal olarak gerekli emek miktarı değişmeden kalırsa, hasadın temsil ettiği toplam değerler aynı kalır.

Burjuva eleştirmenleri, Marx'ın bilimsel analiz yöntemini anlamadan, Marx'taki bu tür açık “çelişkilere” işaret etmekten zevk alırlar. Ona cevap veremedikleri için söylediği her şeyi çarpıtmayı tercih ederler. İlgilendikleri tek şey, kapitalist ekonomik ilişkilerin yüzeysel görünümünü oluşturan piyasa ve piyasa ilişkileridir.

Kapitalistlerin “toplumsal olarak gerekli” emek-zamana ayak uydurma yönündeki sürekli dürtüsü, aynı zamanda kapitalizmin üretim tarzında sürekli olarak köklü değişiklikler yapmadan var olamayacağını da açıklar. Buna karşılık, sermayenin genişlemesiyle birlikte makinelerin devreye girmesi, emeğin üretkenliğinde bir artış anlamına gelir.

Marx, Kapital´de bu durumu şu şekilde açıklar: “... kapitalist üretimin gelişmesiyle birlikte bir sanayi girişimine yatırılmış bulunan sermayenin kendisini durmadan büyütmesi bir zorunluluk haline gelir ve rekabetin zoru ile tek tek bütün kapitalistler, kapitalist üretim tarzının kendi özünden doğan yasalara, dışarıdan gelme zorlayıcı yasalar olarak boyun eğmek mecburiyetinde kalır. Bunlar, kapitalisti, varlığını devam ettirebilmesi için, sermayesini durmadan artırmak zorunda bırakır; kapitalist de bunu ancak gittikçe artan birikimle sağlayabilir.

Fiyatlar ve Değerler

Marx asla fiyatı belirleyen tek şeyin değişim değeri olduğunu söylemedi. Arz ve talebin fiyat üzerindeki etkilerini asla inkâr etmedi. Değer ve fiyat arasındaki ayrımı çizdi ve hiçbir değeri olmayan şeyler de dâhil olmak üzere her şeye bir fiyat etiketinin uygulanabileceğini kabul etti. Bakir toprak gibi şeyler, muazzam miktarlarda paraya fiyatlandırılabilir ve satılabilir. Nadir sanat eserleri, bu eşsiz eserlere “yatırım” yapmaya hevesli olan zenginlerin çılgınca spekülasyonları nedeniyle, orijinal asli değerinin çok ötesinde, milyonlar karşılığında satılabilir. Tek bir nesne ile sınırlı arza sahip olan, özgün Rembrandt resimleri bir servet karşılığında satılabilir. Fiyatlarını belirleyen tek şey, süper zenginlerin ödemeye hazır oldukları miktardır. Sanat eserleri, alt düzey taklitler dışında üretilemez veya çoğaltılamaz ve bu nedenle bu tür şeyler benzersiz, tek seferlik şeylerdir. Bu tekel durumu, onların fiyatı veya insanların ne ödemeye hazır oldukları üzerinde doğrudan bir etkiye sahiptir. Eğer eşya türünün tek örneği ise bu kısıtlı arz durumu eşyanın astronomik bir fiyata satılabileceği anlamına gelir.

Bu tür örnekler, rasyonel açıklamalara rağmen, emek değer teorisine saldırmak için kullanılmıştır. Ancak bu saldırılar asılsızdır.

Pratikte, orijinal klasik resimler gibi bu tür benzersiz şeyler, sınırlama veya kısıtlama olmaksızın yeniden üretilebilen metalarla ilgilenen emek değer teorisinin kapsamının dışında kalır. Aksi takdirde, burada uğraştığımız şey tekel fiyatlarıdır.

Ekonomi ders kitapları size tüm fiyatların arz ve talebe göre belirlendiğini söyleyecektir. Ancak bu yalnızca kısmen doğrudur. Tabii ki, bir köşe dükkânı, gece yarısı müşterilerden daha fazla ücret alabilir. Kıtlık nedeniyle fasulye fiyatı çok yükselebilir, ancak bunun bir limiti vardır. Ancak ekmeğin veya kuru fasulye kaça mal olursa olsun, bu fiyat her zaman bir traktörünkinden daha düşük olacaktır. Fiyatlar arz ve talebe bağlı olarak değişiklik gösterse de, her zaman bir eksen etrafında, yani bir metanın değeri etrafında döneceklerdir. Bu nedenle, bir kutu kuru fasulye gibi bazı metalar, otomobil ya da traktör gibi, üretimi için daha fazla emek harcanan metalardan her zaman daha ucuz olacaktır. Eğer sektörde bir fiyat artışı gerçekleşiyorsa, artan fiyatlar, açıklandığı gibi, yüksek karlar kazanma arzusuyla sermayenin bu sektöre akmasına neden olacak ve bu da ve gelecekteki fırınlanmış fasulye üretimini artıracak ve böylece fiyatları yeniden düşürecektir. Böyle bir süreç tüm ekonomide gerçekleşir.

Bu, piyasa fiyatlarındaki dalgalanmayı gösterir, ancak yine de bu fiyatların altındaki esas temelin ne olduğu sorusunu bırakır. Marx için cevap, emek değer teorisidir. Burjuva iktisatçılarına gelince, bu tür “sapkın” fikirleri meşrulaştırmak istemedikleri için, bu soruyu basitçe görmezden gelmeyi tercih ederler.

Fayda Kuramı

Avusturya İktisat Okulu, Marksizm’e karşı burjuva karşı-saldırısının baş topçusuydu. Onlar ücretleri; rant, faiz ve kârla birlikte milli gelirin bir parçası olarak görüyordu. Emeğin üretimde özel bir yeri yoktu ve onlar için artı değer diye bir şey hiç var olmadı. Değer kavramları herhangi bir nesnel kritere dayanmıyordu, sadece öznel bir seçim veya hüsnükuruntuyu ifade ediyordu. Çok muhterem Başpiskopos Whately'nin sözleriyle, “İnciler, insanlar onlar için daldığı için değerli değildir, tam tersine, insanlar inciler değerli olduğu için dalarlar.”

Aslında, incilerin yüksek fiyatı, onları elde etmek için harcanan zorlu emekten kaynaklanır ve yüksek değerleri insanları bu faaliyete katılmaya teşvik eder. Başpiskoposumuz asıl soruyu görmezden gelmektedir: incinin değeri nedir ve bu değer nasıl belirlenir? Marx elmaslarla ilgili olarak şunları açıklar:

“Elmas toprağın üst katlarında az bulunur ve bu yüzden bulunup çıkarılması, ortalama olarak, fazla emek-zamana mal olur. Bunun için, az miktarda elmasta çok emek yatar.”

Aynı şey inciler için de söylenebilir.

Marx değeri nesnel bir şey olarak görürken, marjinal fayda teorisinin savunucuları onu öznel bir soru olarak görür. İdealist geleneğe uygun olarak tüm meseleyi tepetaklak olarak algılarlar. Bu görüş daha sonra sonraki iktisatçılar tarafından ele alındı ve modern burjuva ekonomisinin temelini oluşturdu. Bu noktada, burjuva ekonomisi bir bilim olmaktan çıktı. Artık bütün amacı basitçe kapitalist sistemi aklamaktan ibaretti.

Onlara göre, bir kimse bir şeyi çok isterse, bu şeyin o kişi için hatırı sayılır bir faydası vardır; ne kadar çok isterse, o kadar fazlasını ödemeye de razı olur. Bu sizin bakış açınıza, yani bir kişinin belirli bir ürünü tüketmekten ne kadar tatmin olacağına bağlıdır. İşin garibi, aynı metanın farklı insanlar için farklı miktarlarda fayda sağladığını görmek mümkün olsa da, yine de bir süpermarkette tek bir fiyattan satılmasıdır. Bu, fiyatın öznel olamayacağı, gerçek bir değer temeline dayanması gerektiği anlamına gelir. Faydanın değeri ölçmesi gerekiyorsa, nasıl oluyor da aynı fiyata farklı miktarlarda fayda satılıyor? Bu çelişkiyi “marj”a ve ekonomik ders kitaplarında “marjinal fayda”ya atıfta bulunarak aşmaya çalışıyorlar. Ama artık bu idealist fantezi dünyasını terk ediyoruz.

Emek Gücü ve Ücretler

Feodal toplumda, sömürünün varlığı herkesin görebileceği kadar açıktır. Serfler, kendileri ve aileleri için mahsul yetiştirmek için kendi topraklarında çalışırlar. Daha sonra, efendinin el koyduğu bir fazlalık üretmek için efendinin arazisi üzerinde çalışırlar. Bu ikisi hem zaman hem de yer ile ayrılır. Kölelik altındaysa, artık emek bu şekilde gerçekleştirilmez. Köle sahibinin her şeyi aldığı yanılsaması yaratılır. Aslında kölenin çalışabilmesi için beslenmesi gerekir. Köle sahibi bunu sağlamalıdır. Bu nedenle, köle emeğinin bir kısmı (onların bakımı için) gerekli emektir, geri kalanı ise mal sahibi tarafından alınan artık emektir. Kapitalizmde, gerekli ve artık emek, zaman ve mekan olarak ayrılmadığından, sömürü gizlidir. Tüm süreç bir örtü ile örtülüdür.

Ancak Marx, kapitalizm altında artı değerin nasıl üretildiğini gösterir. Kapitalistin piyasada, diğer tüm metaların aksine, kendi değerinden daha büyük değerlerin kaynağı olan belirli bir meta bulduğunu açıklar. Bu metaya emek gücü denir. Bu emek gücü, beyin ve kas gücü kullanarak çalışabilme yeteneğidir. Marx bunu “bir insanda var olan zihinsel ve fiziksel yeteneklerin toplamı” olarak tanımladı. Bu “zihinsel ve fiziksel yeteneklerin” satın alınması ve kullanılması, kapitalist tarafından uygulamaya konulduğunda, emek sürecine giren tüm çaba ve zorlanma, işçi sınıfının sömürüsüdür. Kapitalistler, iş gününün her dakikası boyunca işçinin enerjisini emerler.

İşçilere ödenen emek gücünün fiyatı veya ücretlerin değeri nedir? İnsan emek gücü, diğerleri gibi bir metadır. Tüm metalar gibi, bu değer de üretimi için toplumsal olarak gerekli emek-zaman tarafından belirlenir. Emek gücü, çalışan insanların refahı ile doğrudan bağlantılıdır. İşçiler hayatta kalmak ve ertesi gün de işe hazır olmak için yiyecek, giyecek, barınma vb. gibi ihtiyaçlarını karşılamalıdırlar. Bu aynı zamanda ailenin, yeni nesil işçilerin bakımını da içermelidir. Çalışanların da eğitilmesi gerekir. Bu nedenle, emek gücünün değeri, geçim araçlarının değeri, yani emek gücünün yeniden üretildiği araçlar tarafından belirlenir. Ayrıca zamana ve yere bağlı tarihsel bir unsur da vardır. Emek gücünün fiyatı olan ücretler, işin “piyasa ederi” olarak kabul edilir. Ancak kapitalist, ücretleri olabildiğince düşük tutmakla ilgilenir. İşçilerin çıkarıysa bunun tam aksinedir. Bu nedenle ücretler - emek gücünün fiyatı - mücadeleye, yani sınıf mücadelesine göre bir dereceye kadar dalgalanabilir.

Kapitalist, belirli bir ücret karşılığında emek gücünü satın aldıktan sonra, “ırgat”ını çalıştırmaya başlar. İşçinin mesela 8 saat çalışma sözleşmesi varken, ücretinin değerini belki sadece 4 saatte karşılıyordur. Bu ilk sureyi Marx, gerekli emek-zaman olarak tanımlar. Burası, işçinin, kendi emek gücünün yeniden üretimi için gerekli geçim araçlarının değerine eşdeğer değerleri ürettiği yerdir. Ancak, ücretinin değerini bir kez karşıladıktan sonra, işçi işi bırakmaz ve 8 saatlik vardiyasının sonuna kadar devam eder. Gerekli kısmı aşan bu fazladan süreye artık-emek-zaman denir ve işçinin kapitalist için artı değer ürettiği yerdir. Bu 4 saatlik süre ödenmemiş emektir ve kapitalistlerin kârlarının geldiği yerdir.

Metanın üretiminde kullanılan hammaddelerin ve aletlerin vb. değeri yeni değer yaratmaz, sadece mevcut değerlerini yeni ürüne aktarır. Bu, amortisman olarak bilinen, değerlerini yalnızca kademeli olarak aktaran makinelerin aşınma ve yıpranmasını içerir. Emek (doğa ile birleştiğinde), artı değer dahil tüm yeni değerin kaynağıdır. Bir makine, insan emeğinin üretkenliğini basitçe artırır, bu da işçilerin belirli bir zamanda daha fazla üretebilmesine izin verir. Ancak, yeni değerleri yaratan makine değil, işçilerin emeğidir.

Hammaddelerde bulunan (geçmişte harcanmış emeğin birikiminden gelen) tüm mevcut değer, aşınma ve yıpranma vb. yoluyla, işçi tarafından yaratılan yeni metalara aktarılır. Bu aktarılan değer, Marx'ın “canlı emek” olarak tanımladığı yeni eklenen değerin aksine, Marx tarafından “ölü emek” olarak adlandırılır. Marx bunu kan emen bir vampire benzetiyor. “Sermaye,” diyor Marx, “vampir gibi ancak canlı emeği emerek hayatta kalan ve ne kadar fazla canlı emek emerse o kadar uzun yaşayan ölü emektir.”

Kapitalizmin en önemli itici gücü artık değer üretimidir. Kapitalist, işçi sınıfının ödenmemiş emeğini son damlasını sıkmaya ve ondan kar damıtmaya kararlıdır. Bunu çeşitli yollarla yapar: iş gününü uzatmak; makineleri hızlandırmak; emek tasarrufu sağlayan makinelerin tanıtılması; rasyonalizasyon; verimlilik anlaşmaları; yeni vardiyalar; zaman etüdü; düşük maliyetli üretim teknikleri vb. işçilerin özellikle son yıllarda aşina olduğu bir sürü şey var.

Marx kapitalistin yatırdığı toplam sermayeyi, ikiye ayırır. Üretim araçlarından, hammaddelerden, enerjiden vb. oluşan sermaye, değerini yeni metalara basitçe aktardığı için “değişmez sermaye” olarak kabul edilir. Verdikleri değer sabittir. Bununla birlikte, emek gücüyle temsil edilen sermaye (ücretlerin maliyeti), tüm yeni ek değerin kaynağı olduğu için “değişir sermaye” olarak kabul edilir. Verdiği değerin miktarı sabit değil, genişliyor, dolayısıyla ismini buradan alıyor.

Bu nedenle, toplam sermaye c + v olarak sunulabilir, burada c sabit kısım ve v değişkendir. Buradan, tüm metaların toplam değerinin, m artı değeri temsil ettiği c + v + m'den oluştuğu sonucu çıkar. Üretim süreci sırasında artı değer(ler) yaratılır. Artı değer metanın içinde “kilitlendiğinden”, kapitalist bu artı değeri ancak metalar piyasada satıldığında elde edebilir veya gerçekleştirebilir. Böylece, üretimde artı-değer yaratılırken, yalnızca mübadele yoluyla, piyasada gerçekleştirilebilir. Bir meta satılamazsa, artı değerini gerçekleştiremez ve değersizdir.

Kapitalist sınıf, işçi sınıfını, kendi geçim araçlarını karşılamak için gerekenden daha fazla emek harcamaya zorlar ve böylece artık değer üretir. Kapitalistler sürekli olarak artık değer oranını, yani belirli bir miktar satın alınmış emek gücü için üretilebilecek artık değer miktarını artırmanın peşindedirler. Bu artık değer oranı, artık-emeğin gerekli emeğe oranı veya m/v şeklinde ifade edilebilir. Basit bir ifadeyle, emeğin sermaye tarafından sömürü oranıdır; yani işçinin kapitalist tarafından.

Kapitalistlerin baskısı, fazla mesai ve vardiyalı çalışma yoluyla çalışma gününü uzatarak bu sömürü oranını artırır. Birçok endüstri 24 saat esasına göre çalışıyor ve işçilerini de aynı şeyi yapmaya zorluyor. Değerin kaynağı emektir fakat emeğin sömürülmesinin fiziksel sınırları vardır. Bir işçi günde 8, 10 veya 12 saat çalışabilir, ancak bir sonraki iş gününe hazır olmak için yemek yiyip uyumak zorundadır. İşçiler ayrıca işe gitmek için seyahat etmek zorundadır, bu da bunun üzerine iki saat veya daha fazla zaman alır. Dolayısıyla, kapitalizmin 24 saatlik üretim taleplerine rağmen, 24 saatlik bir dönemde fiziksel olarak elde edilebilecek artı değer miktarının önünde yine de bir engel vardır. Bununla birlikte, çalışma gününü uzatma mücadelesi devam eden bir mücadeledir. Böyle bir sömürü, Marx'a göre, mutlak artık değer üretir.

Çalışma gününü uzatmanın sınırları olduğu için, kapitalistler emeğin yoğunlaşmasını artıracak önlemlere geri dönüyorlar. Üretim sürecini hızlandırmak için yeni makineler tanıtıldı. Emeğin yoğunluğundaki sürekli artış, makinenin değerini (değişmez sermaye) mümkün olan en kısa sürede yeniden üretmenin aracı haline gelir. İşçiler, daha kısa sürede daha çok çalışmaya zorlanır. Marx buna göreli artık değer üretimi adını verdi.

“Sermayenin, iş gününü uzatmak yasal açıdan tümüyle olanaksız hale gelir gelmez, bunu telafi etmek için, işin yoğunluğunu sistematik bir biçimde artırma ve makinelerde yapılan her iyileştirmeyi emek gücünü daha büyük ölçüde emebilmek için daha mükemmel bir araca dönüştürme eğiliminin, çok geçmeden, iş gününde yeni bir kısaltmanın kaçınılmaz olacağı bir dönüm noktasına varmak zorunda kalacağı konusun­da en küçük bir kuşkuya bile yer yoktur.”diyor Marx.

Bununla birlikte, kapitalistler, artı-değerlerinden asla gönüllü olarak vazgeçmeyecekleri için, kendi kendilerine iş gününü asla kısaltmayacaklardır. Bunu ancak işçi sınıfının mücadelesi gerçekleştirmeyi umabilir. Son sözü söyleyen sınıf mücadelesidir.

Elbette kapitalistler bu sömürü sistemini gizlemeye çalışıyorlar. İşçilerin emek gücünü değil, işçilerin emeğini satın aldıklarını iddia ediyorlar. Ama durum böyle değil. Kapitalistler, onlardan bir kâr elde edemeyecekleri sürece işçi çalıştırmazlar ve bu kârın kaynağı, işçilerin ödenmemiş emeğidir. Bu nedenle, işçinin değer olarak ürettiğinden daha az ücret öderler.

Paranın sermaye olarak dolaşımı, para sermayenin metalara dönüştürüldüğü ve daha sonra daha fazla para karşılığında satıldığı P-M-P' olarak tanımlanabilir. Marx buna, P' nin Pyi aştığı “Sermayenin Genel Formülü” adını verir. Kapitalistin kazandığı değer olan P' ile P arasındaki fark artı değerdir. Feodalizmde, serf lordun toprağında günlerce bedavaya çalıştığı için sömürü şeffafken; kapitalizmde, işçi tarafından gerçekleştirilen artık ve gerekli emek, zaman ve mekân olarak ayrılmamıştır ve bu nedenle işçilerin sömürülmesi o kadar açık değildir. Sömürü aynıdır, ancak sömürü biçimi farklıdır.

“İktisadi toplum biçimlerini birbirinden, örneğin, köleliğe dayanan toplumu ücretli emeğe dayanan toplumdan ayırt eden şey,” der Marx, “sadece, bu artık emeğin, dolaysız üreticisinden koparılma biçimidir.”

Üretken ve Üretken Olmayan Emek

Gördüğümüz gibi, artı değer üretimi dolaşımda değil üretimde gerçekleşir. Kârın üretilmesi, üretim sürecinde işçi sınıfının sömürülmesidir. Ne tür bir işin yapıldığı önemli değildir. Marx, kapitalistin üretim sürecinde yaratılan özel kullanım değerleriyle hiçbir şekilde ilgilenmediğini açıklar. Kurşun kalem, ayakkabı, motorlu araba veya lüks yat üretip üretmediklerinin önemi yoktur. Bunlar sadece kapitalist için bir amaca yönelik araçlardır ve daha fazlası değildir. Kapitalistler, yalnızca değişim değeriyle ve dolayısıyla meta satıldıktan sonra gerçekleştirecekleri artık değerle ilgilenirler. Kapitalist üretimin tüm temeli, artık değer üretimidir. Bu nedenle Marx, kar sistemi altında şu sonuca varır: “Yalnızca artık değer üreten emek üretken emektir.”

İşçilerin somut şeyler üretip üretmedikleri de, emekleriyle artı değer ürettikleri sürece önemsizdir. “Bir yazar, fikir ürettiği ölçüde değil, eserlerini yayınlayan yayıncıyı zenginleştirdiği veya bir kapitalist için ücretli işçi olduğu sürece üretken bir emekçidir.” diye açıklıyor Marx.

Artı değer, nasıl kullanıldığına bağlı olarak bir tür hizmetten de doğabilir. Maddi bir şey değil de, hizmet üreten, kâr amaçlı özel bir klinikte çalışan bir doktor veya hemşire, yine de artı değer üretir. Opera sanatçısı, şarkıcıya yalnızca emek gücünün değerinin ödendiğini varsayarsak, tiyatro sahibi için artı değer üretecektir. Gösteriyi izlemek için bilet satışlarından elde edilen kazanç, sanatçılara verilen ücretlerden daha fazla olacaktır. Bu durumda şarkıcı kapitalizm tarafından “üretken” sayılacaktır. Ürünün bir süre kullanımda kalabilmesi ya da kullanılır kullanılmaz tükeniyor olusu bir şeyi değiştirmez.

Para ve Kredi

Mübadele ve ticaretin gelişmesiyle birlikte, bu süreci kolaylaştırmak için özel bir meta, yani para ortaya çıkar. Herhangi bir zamanda, üretilen metaları dolaşıma sokmak için belirli bir miktar para gerekir. Burada, Marx'ın “evrensel eşdeğer” olarak adlandırdığı paranın önemini görüyoruz. Metaların değeri emek-zamanları tarafından belirlense de, onları para cinsinden fiyatlandırıyoruz. Fiyat, parasal terimlerle ifade edilen değişim değeridir.

Para tarihsel olarak ortaya çıkar ve birçok biçim almıştır: köleler, sığırlar, değerli metaller. Para, ilkel bir değişim biçimi olan takastan açıkça çok daha üstündür. Evrensel eşdeğer - para - bir metayı diğeriyle değiştirmek için kolayca kullanılabilir. Eskiden para olarak altın ve gümüş kullanılırdı. Elbette, altın ve gümüşün de, tüm metalar gibi, üretimleri için toplumsal olarak gerekli emek miktarı tarafından belirlenen bir değeri vardır. Para (ya da para birimi) giderek daha çok değerli metallerle ifade edilmeye başlandı: bakır, bronz, gümüş ve altın. Metaların değişimini veya dolaşımını mümkün kılar. Para altın olduğunda, İngiliz hükümeti nominal değeri bir sterlin olan altın sikkeler bastı.

Para, metaların kıymetli metalin miktarı veya belirli ağırlığı ile ifade edildiği bir değer ölçüsüdür. Evrensel bir ödeme aracı haline gelir. Bir rezerv veya değer deposu olmasının yanı sıra, bireylerin zenginliğinin bir göstergesi olarak biriktirilebilir. Altın, tarihsel olarak evrensel bir meta olarak öne çıktı - işlenmesi, taşınması ve depolanması çok daha kolaydı, ayrıca bölünebilir ve dayanıklıydı.

Daha yakın zamanlarda, para kâğıt para birimleriyle temsil edildi, yani merkez bankası tarafından banknotlarında belirtilen tutarı ödeme sözü verildi. İngiltere Merkez Bankası'nın para birimi, “Hamiline ödeme yapacağıma söz veriyorum” diyor, bunu yapmayı çoktan bırakmış olmasına rağmen. Bu para birimi artık bankalarda altınla desteklenmiyor. Bugün, gerçek bir değeri olmayan, ancak devletin otoritesi tarafından desteklenen fiyat paramız var. Bu değersiz kâğıt parçaları, ancak devlet garantör olduğu sürece değerlidir. Kanuni para haline gelirler.

Bunları bir çeşit jetona benzetebiliriz. Bu jetonlar, sahibine toplumun zenginliğinden belirli bir pay sağlar. Ulusal pastanın büyüklüğüne eşit 10 jeton verilirse, ancak %10 pay alma hakkınız vardır. Açıkçası, daha fazla jeton verirseniz, ancak pastanın boyutunu artırmazsanız, para biriminin değerini düşürürsünüz.

Kâğıt para, para birimini manipüle etmenin çok daha kolay bir yolu haline geliyor. Daha önce sadece bir banknot varken iki banknot dolaşıma girerse, (diğer koşullar sabitken) fiyatlar iki katına çıkacaktır. Bu bir devalüasyondur. Hükümetler, bir merkez bankasına para basma yetkisini vererek buna karşı önlem almaya çalıştılar. Geçmişte devlet, dolaşımdaki banknotların sadece banka rezervlerinin bir kısmı tarafından karşılandığı bir güvene dayalı para birimini düzenlemiştir. Bu miktar aşılırsa, para birimi değer kaybeder. Sonuç olarak, altın dünya pazarındaki tek evrensel eşdeğer olmaya devam ediyor. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dolar, Fort Knox'taki devasa altın rezervleri tarafından desteklendiğinden, uluslararası bir rezerv para birimi olarak kullanıldı. Hala önemli olmakla birlikte; Amerikan ekonomisinin zayıflaması ve 1971 mali krizinden sonra uygulamaya konan “dalgalı” döviz kurları tarafından baltalandı.

Paranın yanında kredi geldi. Malların ödenmesinde bir ülkeden diğerine büyük miktarlarda altın göndermek yerine, bu tür zahmetli ve tehlikeli işlemleri gereksiz kılacak bir kredi sistemi ortaya çıktı. 18. yüzyıl ekonomisti Richard Cantillon'un açıkladığı gibi: “İngiltere, ticaret dengesi için Fransa'ya 100.000 ons gümüş borçluysa, Fransa Hollanda'ya 100.000 ons ve İngiltere'ye 100.000 ons borçluysa, bu üç tutarın tümü kambiyo senetleri ile mahsup edilebilir. Bu Devletlerin ilgili Bankerlerinin birbirlerine gümüş göndermesine gerek kalmaz.”

Kredi, kapitalizmin gelişimi için çok önemli bir katalizör haline gelir. Kredi olmadan, kapitalistlerin işlemlerini finanse etmek için bir para fonu tutmaları gerekecekti; aksi takdirde fabrikalar üretimin, dağıtımın veya perakende satışın her aşamasında ödeme bekleyerek atıl hale gelirdi. Hiçbir kapitalist parasının hisse senedine bağlanmasını istemez. Bankalar bu krediyi faiz uygulayarak sağlamaktadır. Bu süreç, finans kapitalin sanayi sermayesi ile nasıl birleştiğini gösteriyor.

Bankalar mevduat tutar, ancak bunların üzerinde borç verirler ve yalnızca normal para çekme işlemlerini karşılayacak kadar miktarı bulundururlar. Onlar için kasalarında ne kadar az atıl para varsa o kadar iyidir. Kârları, finansörler ve bankacılar tarafından üretimden elde edilen artı değerin bir bölümüdür. Bankaların ve finans kurumlarının görevi, üretimde yaratılan artı değeri kasalarında yeniden dağıtmaktır. Birçok yönden, bariyeri kaldırmak ve indirmek için ücret alarak para kazanan, ancak sosyal olarak tamamen verimsiz olan eski gişe sahiplerine benzerler. Bunu, bankaların bazı durumlarda tüm rezervlerinin 50 katına ulaşan kredilerle kendilerini genişlettiği 2007 mali çöküşünde açıkça görebildik. Bankacılık likiditesi, bankaların nakitlerinin sabit bir oranını rezervlerinde tutmasını gerektiren belirli kurallara tabi olmakla birlikte, bankalar “bilanço dışı işlemler” ve diğer bazı yöntemlerle bu mevzuatların arkasından dolanabilmektedir. Gölge bankacılık bu kısıtlamaları aşmak için kuruldu. Ama güven kaybı ve banka şubelerine akın başlar başlamaz her şey çöktü ve bankalar iflas etti. Son dönemde olduğu gibi devletin onları kurtarmak için devreye girmesi gerekti.

Modern toplumda para, sadece banknot ve madeni para değil, bir defter tutma alıştırması haline gelen kredi kartı ödemeleri ve çevrimiçi satışlardır.

Kredi, kapitalizmin kendi sınırlarının ötesine geçmesine izin verir. Bunun muazzam faydaları olabilir, ancak bu aynı zamanda muazzam tehlikeler de getirebilir. Bankaların fiziksel olarak para basması gerekmez, sadece daha fazla açık mevduat tahsis ederler. Parasal genişleme, merkez bankaları tarafından elektronik para yaratılmasıdır. Oynaklık yaratan ve sonunda çöken spekülatif balonlar oluşturulabilir. Lale Balonu ve Güney Denizi Balonu bu tür spekülasyonların örnekleridir. Bugün bunların birer türevleri olan SIV'ler ve CDO'lar ve diğer garip icatları görüyoruz. Warren Buffet bunları finansal “kitle imha silahları” olarak tanımlıyor. Marx’sa, bunları gerçek bir değeri olmayan ve hiçbir gerçek varlık ifade etmeyen “hayali sermaye” olarak tanımladı. Yine de hayali sermaye, sahibine toplum tarafından üretilen artı değerden bir pay sağlar; ama bir fabrikadan farklı olarak, sadece kağıt üzerinde vardır. Marx basitçe, kapitalistlerin gerçek üretimden giderek daha az kâr elde etmeye çalıştıklarını ve bunun yerine giderek spekülasyona, yani hiçbir şey üretme zahmetine girmeden paradan para kazanma arzusuna yöneldiklerini açıkladı. Ancak spekülasyon artık değer üretmez, yalnızca gerçek üretimde yaratılan artı değeri yeniden dağıtır.

Rekabet ve Birikim

Marx tarafından kullanılan ekonomik kategoriler, elbette, işlevleri var olan sömürüyü gizlemek ve örtbas etmek olan bugünün burjuva iktisatçıları tarafından toptan reddedilmektedir. Marx'ın kavramları onlar için lanetlidir.

Rekabet yoluyla kapitalist, metaları rakiplerinden daha ucuza üretmek için yatırım yapmaya zorlanır. Kapitalistler ellerinde ancak, daha fazla parayı doğurması için para biriktirirler. Amaçları budur. Sermaye bu nedenle kendi kendine genişleyen bir değerdir. Birikim, kapitalizmde zorlayıcı bir yasadır. Marx, kapitalizmin “birikim uğruna birikim” olduğunu açıkladı. Ya da başka bir deyişle, “Üretim için üretim”. İşgücü verimliliğinin ortalamanın gerisinde kaldığı endüstriler, en güncel yöntemleri kullanan diğerleri tarafından iflasa zorlanır. Bu şekilde, yeni makinelerin devreye girmesi, emeğin üretkenliğini arttırır ve gerekli emek-zamanı azaltır (böylece artık emek-zamanı arttırır). Yeni teknikler, onları uygulayanların, ürünlerini o ürünün kendine has değerinin üzerinde (onları üretmek için harcanan emek-zaman), ancak ortalama maliyetin altında satmalarına ve böylece süper karlar elde etmelerine olanak tanır.

Sanayinin seviyesi, kullanılan üretim araçlarının ve istihdam edilen işçilerin oranını belirler. Başka bir deyişle, bir firmanın sermayesi, belirli bir değişmez ve değişir sermaye oranına karşılık gelecektir. Artan yatırımla birlikte, emeğin üretkenliği artar, böylece işçi aynı zaman aralığında eskisinden daha fazla üretim yapar. Bu, işçilerin elinin altında daha fazla makine olacağı anlamına gelir ve bu nedenle, değişir sermayeye göre değişmez sermaye daha fazla büyür. Bu, sermaye birikiminin kaçınılmaz bir gelişmesidir. Marx bunu, c / v olarak ifade edilen sermayenin organik bileşimi olarak tanımlar - kapitalistin üretim sürecinde kullandığı değişmeyen sermaye ile değişen sermaye arasındaki oran. Bu oran artma eğilimindedir.

Rekabet yoluyla, büyük sermayeler daha küçük sermayeleri yok ederek, zenginliğin ve sanayinin daha fazla yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine yol açar. Bu süreç, en modern ekipman ve tekniklere sahip dev şirketlerin gelişmesiyle sonuçlanır. Geçmişte kimya devi ICI, bir tesis için 2 milyon sterlin harcıyorken, bugünlerde bu yaklaşık 600 milyon sterline mal olur. Bu sermaye birikimi, kapitalizmin üretici güçleri geliştirmeye yönelik tarihsel misyonunu oluşturur. Bu süreçte en ileride olan Amerika Birleşik Devletleri'nde, 500 dev tekel, 2010 yılında toplam GSYİH çıktısının %73,5'ini oluşturuyor. Bu 500 şirket bağımsız bir ülke oluştursaydı, bu, dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olurdu. 2011'de bu 500 firma, 4.824,5 milyar dolar karla tüm zamanların rekorunu kırdı - 2010'a göre %16'lık bir artış. Dünya ölçeğinde, 2.000 en büyük şirketin geliri 32 trilyon dolar: 2.4 trilyon dolar kar, 138 trilyon dolar varlık, 2010 ile 2011 yılları arasında şaşırtıcı bir şekilde %67 oranında artan karlarla birlikte 38 trilyon dolarlık piyasa değeri. Kapitalist üretimin itici gücü, insan ihtiyacının karşılanması değil, büyük bir bölümünün biriktirilmesi ve yeni üretim araçlarına dahil edilmesi gereken, sürekli artan bir oranda artık değer üretimidir.

Bununla birlikte, sürekli artan tekelleşme dürtüsü, değişir sermayede (emek gücü) değişmez sermayeye (üretim araçları, hammaddeler, vb.) göreli bir azalmaya yol açar, bu da istihdam edilen her işçinin elinin altına daha fazla yatırımın yerleştirilmesiyle sonuçlanır. Bunun bazı olumsuz sonuçları vardır.

Nihayetinde, kapitalistler tarafından elde edilen artık değer miktarı iki şeye bağlıdır: artık değer oranı ve istihdam edilen işçi sayısı. Açıktır ki, makinelerin devreye girmesi işçi sayısını azaltma eğilimindedir ve bu nedenle değişir ve değişmez sermaye arasındaki oranı değiştirir; yani ölü ve yaşayan emek arasındaki ilişkiyi. Makineler, işçileri fabrikalardan atmaya hizmet ediyor. Bu, kaçınılmaz olarak, diğer koşullar sabitken, düşen bir kâr oranına yol açar. Marx, “Bu nedenle, artı değer üretimi için makinelerin uygulanması, ona içkin bir çelişkiyi ima eder” diye açıklar.

Kar Oranı

Açıklandığı gibi, sermayenin değişmeyen kısmı basitçe kendi değerini nihai ürüne aktardığı için kâr, sermayenin değişen kısmı olan emek gücünden gelir. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, kapitalistler gittikçe daha fazla sermaye yatırımı yaparlar. Ancak teknolojik ilerlemenin artmasıyla, oranın büyük kısmı değişmeyen sermayeye gider ve değişen sermayeye giden oran azalır. Ancak kâr, değişen sermayeden elde edildiği için, sonuç düşen bir kâr oranıdır.

Artık değer oranı, yaratılan artık değer ile satın alınan değişen sermaye arasındaki oranı ölçerken, kâr oranı, kapitalistin karı ile kapitalistin üretim için ödemesi gereken toplam sermaye arasındaki oranı ölçer. Bu, kapitalistin getiri oranı olarak kabul edilir.

Bir yıldaki toplam gelirin 50 milyon sterlin olduğu bir ekonomi örneğini ele alırsak, bu c + v + s'den (değişmez sermaye, değişen sermaye ve artık değer) oluşur. Sayısal olarak, bu şöyle olabilir: c = 10 milyon £; v = 20 milyon £; s = 20 milyon sterlin. Dolayısıyla bu ekonomideki sömürü oranı s / v veya 20/20 =% 100'dür.

Bununla birlikte, kâr oranı, artık değer ile tüm sermaye harcaması arasındaki orandır: s / (c + v), 20/30 veya% 67'nin biraz altında. Bu, kapitalistin yatırımının karlılığını ölçer.

Kapitalist yeni makine ve teçhizata 10 milyon sterlin yatırım yaparsa, bu, değişmeyen sermayenin (c) şimdi ikiye katlanarak yılda 20 milyon sterline çıktığı anlamına gelir. Sömürü oranını sabit kabul ediyoruz. Kâr oranı düşer: 20/40 =% 50. Sermayenin organik bileşiminde, kâr oranında bir düşüşe neden olan bir artış olmuştur. Sistem genişledikçe ve emeğin üretkenliği arttıkça bu, kapitalizmde genel bir eğilimdir.

Bir noktada Marx, kâr oranının düşme eğilimi için “Bu yasa, her yönüyle modern iktisadın en önemli ve en karışık ilişkilerin kavranması için hayatî nitelikteki yasasıdır. Tarihî perspektiften en önemli yasadır.” der. Daha sonra bu görüşü “büyük önem taşıyan” bir yasaya dönüştürdü. Vurgu açıkça değişti. Her durumda, Marx bu yasayı veya eğilimi asla mutlak bir fenomen olarak görmedi.

Her kapitalist, işgücünün üretkenliğini, yani belirli bir süre içinde üretilen ürün miktarını artırmaya çalışıyor. Eğer böyleyse, kâr oranında neden kalıcı bir düşüş yok? Kapitalizm bu içsel engeli nasıl aşabildi?

“Genel yasanın etkisini aşan ve onu geçersiz kılan ve ona yalnızca bir eğilim olma özelliği veren bazı karşıt etkiler iş başında olmalıdır; bu nedenle genel kâr oranındaki düşüşe, düşme eğilimi olarak değindik.” diyor Marx. (Kapital Cilt III)

Marx, bu “iki ucu keskin yasanın” daha çok kendi karşı koyma eğilimlerini üreten bir eğilim olduğunu ve belirli koşullar altında kâr oranının yükselmesine bile yol açabileceğini açıklar.

Kapital'in III. Cildinin 14. Bölümünde bu karşı etki yapan faktörleri ele alıyor ve burada bu yasayı değiştirmeye hizmet eden bir dizi faktörü özetliyor:

Artan sömürü yoğunluğu

Ücretlerin emek gücünün değerinin altına düşmesi

Değişmez sermaye unsurlarının ucuzlaması

Göreli nüfus fazlası

Dış Ticaret

Teorik olarak “hesaplamaya dâhil edilebilecek” stok sermayesinin artışı

Marx, sömürünün yoğunlaşmasının ("göreli artık değer") kâr oranını yeniden canlandırabileceğine işaret etti. Tüm işçilerin doğrulayabileceği gibi, son otuz yılda işverenlerin saldırısında bu etkiye açıkça tanık olduk. Kapitalistler, işçi sınıfının her damla terinden ve sinirlerinin her miliminden artık değer kopartmak için ellerinden geleni yaptılar. Küreselleşme ve göçmen işgücünün kullanımı, çoğu durumda ücret oranlarını emek gücünün değerinin altına düşürmenin de bir yolu olmuştur. Bu aynı zamanda dünya çapında var olan ve çok uluslu şirketler için ayakkabı üretiminden giyime kadar her türlü ürünü üreten atölyelerde de görülebilir. İşçilerin tüm haklarından mahrum bırakıldığı, asgari ücretin altında ücretlendirildiği ve kötü muamele gördüğü durumlarda ucuz işgücü kullanıldı. Bu yöntemler, ücret oranları üzerinde aşağı doğru bir baskı görevi gören kitlesel işsizliğin varlığıyla el ele çalıştı.

Eski Sovyetler Birliği ve Çin'in kapitalizme açılması, kapitalizme, makine dâhil, giderek ucuzlayan meta arzı biçiminde büyük bir destek sağladı. Bilgisayarların ve bileşenlerinin fiyatı, cep telefonlarının ve diğer elektronik ekipmanların fiyatı önemli ölçüde düştü. Üretimleri için daha az emek-zaman gerekmesi nedeniyle üretim maliyetleri düştü. Değişmez sermayenin farklı unsurlarının bu ucuzlaması yine cari dönemin bir özelliği olmuş ve kâr oranının tarihsel olarak düşük seviyelerden yükselmesine yardımcı olmuştur. Bu süreç, küreselleşmeden ve yeni pazarların açılmasından ve eskilerinin artan sömürüsünden yararlandı. Devlet şirketlerinin ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, çok uluslu şirketler ve her bir yanda işçilerden artık değer kopararak dünyayı dolaşan finans devleri için yeniden bir bolluk anlamına geldi.

İş gücünün milli gelirdeki payı, 1980'den beri ana kapitalist ekonomilerde (OECD) azalmaktadır. Bu fark, 1973 ile 2007 arasında üretkenliğin %83 arttığı, ancak erkeklerin medyan reel ücretlerinin yalnızca %5 arttığı ABD'de özellikle genişlemiştir. ABD milli gelirinin ücretlere giden payı, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kayıtlar başladığından beri en düşük seviyesine düştü. Göreli artık değer üretimi, yeni metaların öncekilerden daha az değer içermesiyle, metaların giderek daha ucuz hale getirilmesi sürecidir. Böylece daha büyük bir kullanım değerleri kütlesi, daha küçük bir toplam değerle ifade edilir.

Bu nedenle, kâr oranının düşme eğilimi ile ilgili olarak ele aldığımız şey, yalnızca tüm kapitalist gelişme tarihi boyunca kendini gösteren bir eğilimdir. Marx, “Bu nedenle yasa, etkisi yalnızca belirli koşullar altında ve uzun vadede belirleyici olan bir eğilim olarak işlemektedir” diye açıklıyor. Kâr oranının düşme eğiliminin yukarıdaki karşı koyma eğilimleri tarafından aşıldığı uzun dönemler, hatta on yıllar olabilir. Bunlar süreci kesintiye uğratabilir ve hatta tersine çevirebilir, ancak sonsuza kadar değil.

Mark Glick, 1987'de yazdığı The Current Crisis adlı kitabında, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki uzun vadeli kâr oranı için aşağıdaki rakamları yayınlamaktadır:

  • 1899 – 22%
  • 1914-18 – 18%
  • 1921 – 12%
  • 1929 – 17%
  • 1932 – 2%
  • 1939 – 7%
  • 1945 – 23%
  • 1948 – 17%
  • 1965 – 18%
  • 1983 – 10%

Bu rakamlar, geniş bir tarihsel bakış açısından, kaçınılmaz döngüsel dalgalanmaları bir kenara bırakırsak, şu anda kâr oranının yüz yıl öncesine göre daha düşük olduğunu ortaya koymaktadır. Yine de tüm dönemler boyunca kimi zaman bu eğilim tersine çevrilmiştir.

Sonunda, bu aşağı doğru eğilim, kaçınılmaz olarak kendini yeniden gösterecek ve kapitalizmin gelişmesinin önünde başka bir engel olarak hareket edecektir. Ancak kapitalizmin krizi basitçe kâr oranının düşme eğilimi ile açıklanamaz. Kapitalist krizin nedenini düşen bir kâr oranına atfetmek, teori veya gerçeklerle uyuşmuyor. Rosa Luxemburg, kâr oranı sıfıra düşer düşmez kapitalizmin çökeceğine inananlarla alay etti. Düşen kâr oranı sonucunda kapitalizmin kendiliğinden çökmesinin ne kadar zaman alacağıyla ilgili şu alaycı ifadeyi kullandı: “kabaca güneş sönene kadar!”

Ancak, gördüğümüz gibi, kapitalistler düşen kâr oranına uzun süre dayanabilirler. Karşılayamayacakları şey, kâr kütlesinin düştüğü zamandır. Bu, 1930'lardan bu yana en büyük çöküşü başlatan 2008'in sonlarına doğru gerçekleşti.

Kriz ve Aşırı Üretim

Bu tekelci kapitalizm çağında, sistemi yöneten yasalar gitgide bozuluyor. Tekel rekabeti ortadan kaldırmaz, aksine onu saptırır ve karmakarışık bir hale sokar. Tekellerin gücü, arzı kısıtlayarak ve aynı zamanda fiyat sabitleme yoluyla piyasayı muazzam bir şekilde çarpıtıyor. Kaotik görünse de kapitalizm tam bir kaos değildir. Aslında, Engels'in açıkladığı gibi, yasaları üretim anarşisi içinde ve onun aracılığıyla işler.

Kapitalist sistem periyodik krizler yaşar - patlama(ekonomik büyüme) ve düşüşler (resesyon). Bunlar kapitalist sistemde her zaman mevcuttu ve bu tür krizler aslında kapitalizme özgüdür. İlk olarak Jean Baptiste Say ("Say Yasası") tarafından ortaya atılan ve son zamanlarda “verimli piyasa hipotezi” ile ilişkilendirilen, kapitalizmin (periyodik kriz değil de) bir denge sistemi olduğu fikrinin tamamen yanlış olduğu ortaya çıktı. “Arzın kendi talebini yarattığı” fikri, basitçe doğru değildi ve hala da değil. Piyasa ekonomisi, bir zamanlar düşünüldüğü gibi kendi kendini düzenleyen bir sistem değildir. Bu, bugün kitlesel işsizliğin ve krizin varlığıyla açıkça görülmektedir. Ekonomik büyüme / resesyon döngüsünü ortadan kaldırmaya yönelik tüm girişimler tamamen başarısız oldu.

Kapitalizmin dönemsel krizleri, kapitalist üretim amaçları için hem tüketim hem de sermaye mallarının aşırı üretiminin krizleridir. Bu, yalnızca sermayenin aşırı üretimi değil, aynı zamanda metaların aşırı üretimidir. Biri diğeriyle el ele gider. Aşırı üretim, piyasa ekonomisinin çelişkilerinden ve toplumun birbiriyle çatışan sınıflara bölünmesinden kaynaklanır. Son tahlilde, tüm değerlerin üreticisi olan işçi sınıfı, ürettiği değerleri geri alamaz, bu durum da belirli bir noktada ekonomik kalkınmanın önünde bir engel haline gelir ve bir aşırı üretim krizine yol açar.

Engels'in Anti-Dühring'de açıkladığı gibi:

“Gazların genleşme gücünün, yanında çocuk oyuncağı kaldığı büyük sanayinin aşırı genişleme gücü, şimdi, kendini, bize, tüm karşı-basınca boş veren nitel ve nicel bir genişleme gereksinmesi olarak gösterir. Karşı-basınç, tüketim, çıkak, büyük sanayi ürünleri için pazarlar tarafından oluşturulur. Ama pazarların, gerek genişliğine, gerek derinliğine yayılma olanağı, ilkin etkisi çok daha az olan bambaşka yasalar tarafından yönetilir. Pazarların genişlemesi, üretimin genişlemesi ile birlikte gidemez. Çarpışma kaçınılmaz olur, ve bu çarpışma, kapitalist üretim biçimi kendisini parçalamadığı sürece bir çözüm yaratamayacağı için devirli duruma gelir. Kapitalist üretim, yeni bir ‘kısır döngü’ doğurur.”

Tüm üretim ve dolaşım yasalarının alt üst olduğu bir krizi tarif etmeye devam ediyor. Dolaşım aracı olan para, artık dolaşımın önünde bir engel haline gelir. Ekonomik büyümeyi teşvik etmeye hizmet eden faktörler şimdi tam tersi etki ederler.

“Ticaret durur, pazarlar tıkanmıştır, ürünler sürümsüz oldukları ölçüde yığılıp kalır, peşin para görünmez olur, kredi ortadan çekilir, fabrikalar kapanır, emekçi yığınlar fazla geçim gereci üretmiş olmaktan ötürü geçim gereçlerinden yoksun kalırlar, iflaslar iflasları, zoraki satışlar zoraki satışları kovalar. Tıkanıklık yıllarca sürer; üretici güçler ve ürünler, birikmiş meta yığınları, sonunda değerlerinin az ya da çok altında bir fiyat üzerinden sürülene üretim ve mübadele yavaş yavaş canlanana değin, yığınlar halinde israf ve imha edilirler… Ve hep aynısı yinelenir.”

Üretici güçler, özel mülkiyetin ve ulus devletin dar sınırlarını aşmıştır.

“Peki, burjuvazi bunalımların nasıl üstesinden gelir?” Diye sorar komünist manifestonun yazarı. Ve cevaplar: “Bir yandan yığınla üretici gücü zorla yok ederek; öte yandan da yeni pazarlar ele geçirerek ve eski pazarları daha da fazla sömürerek. Yani daha yaygın ve daha şiddetli bunalımların yolunu açarak ve bu bunalımları önleyebilecek araçları gittikçe azaltarak.”

Bu satırlar, 160 yıl önce ilk yazıldıkları günler kadar güncel ve yerindedir. Kapitalist krizin nihai nedeni aşırı üretimdir. İşçi sınıfı, emeğinin toplam ürününü asla geri satın alamaz.

Kapitalistler, ücretleri, artık değerin ortadan kalkacağı düzeye kadar artıramazlar, çünkü kapitalizmin temel dayanağı, azami ölçüde artık değer üretimidir. Diğer şeyler sabit kalmak koşuluyla, işçi sınıfının ücretleri artarsa, kapitalistlerin kârları düşecek ve bu da yatırımların düşmesine neden olacaktır.

Bununla birlikte, sistem açıkça sürekli bir kriz durumunda değildir ve ekonominin iki ana “bölümü” arasındaki etkileşim yoluyla geçici olarak çalışır: tüketim mallarının üretimi ve sermaye mallarının üretimi (üretim araçları). Kapitalistler, yatırım yoluyla, yani işçi sınıfının emeğinden elde edilen artık değeri yeni üretim araçlarına yeniden yatırarak ve böylece yeni pazarlar yaratarak karşı karşıya kaldıkları çelişkilerin üstesinden gelebilirler. Başka bir deyişle, kapitalizm, çelişkilerini geçici olarak aşarak yatırım yoluyla kendi pazarını yaratır.

Ancak her şeyin bir sınırı vardır. Bu yatırım, genel olarak daha fazla üretken kapasite yaratır ve bu da sonuç olarak yeni ve daha şiddetli bir aşırı üretim krizinin ortaya çıkışına hizmet eder. Belirli bir noktada, piyasa üretilen metaları ememez ve aşırı üretim ortaya çıkar. Piyasalar doygun hale gelir ve metalarda tutulan artık değer gerçekleştirilemez. Fabrikalar kapanır ve işçiler işten atılır. Bundan kaçış yoktur. Diğer bir deyişle, pazarın bu yeniden yatırımı ve genişlemesi, yalnızca gelecekte daha da derin bir çöküşün koşullarını yaratmaya hizmet eder.

Marx'ın açıkladığı gibi:

“Tüm gerçek krizlerin nihai nedeni her zaman kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir. Kapitalist üretimin üretici güçleri geliştirme dürtüsü karşısında, sanki toplumun mutlak tüketim kapasitesi onlara bir sınır koyuyormuş gibidir.”

“Dolaysız sömürü ve bu sömürünün gerçekleşmesi için gerekli koşullar aynı şey değillerdir” diye açıkladı Marx. “Onlar sadece zaman ve mekanda değil, teoride de ayrıdırlar. İlki yalnızca toplumun üretici güçleri tarafından, ikincisi ise farklı üretim dalları arasındaki orantılılık ve toplumun tüketim gücü tarafından sınırlandırılır.”

İnsanların tüketimle ilgili ihtiyaçlarından değil, “ödeme kapasiteleri”nden bahsediyoruz. Bu, “toplumun büyük çoğunluğunun tüketimini minimum düzeye indiren, belirli bir uzlaşmaz dağıtım koşullarınca sınırlandırılmış tüketimin gücüyle” belirlenir, diye açıklıyor Marx. “Fakat üretkenlik ne kadar gelişirse, tüketim ilişkilerinin dayandığı dar temelle o kadar çok çatışır.”

Marksizm ve Keynesçilik

“Eksik tüketim” teorileri genellikle Marx'ın fikirleriyle karıştırılır. Ama bunlar aynı değil. Herhangi bir işçinin tanıklık edebileceği gibi, kitleler için eksik tüketim kesinlikle var olsa da, kapitalist krizin doğrudan nedeni değildir. Öyle olsaydı, kapitalizmin varlığının ilk gününden itibaren kalıcı bir kriz olurdu. Modern “eksik tüketim” teorisi, “etkili” talep eksikliği sorununun devletin müdahalesiyle çözülebileceğine inanan John Maynard Keynes ile yakından ilişkilidir. Devlet, açık finansman yoluyla, açığı kapatacaktır. Aslına bakılırsa devlet, insanlara çukur kazmaları ve tekrar doldurmaları için dahi para ödeyebilir. Bu işçiler daha sonra ücretlerini harcayacak ve sonrasında yeni talep yaratacaklar ve böylece sorunu çözeceklerdi. Ama bu teori özü itibariyle bir pürüze sahip. Eksik tüketim teorisi, kapitalist üretimin tüketim için değil, kâr için üretim olduğu temel gerçeğini gözden kaçırır. Kâr olmazsa üretim de olmaz. Ekonomideki üretken kapasite ile kitlelerin satın alma gücü arasındaki fark, kâr amaçlı üretim olduğu sürece devam edecektir.

Marx, bu Keynesyen argümana uzun zaman önce hâlihazırda cevap vermişti.

“Krizlerin, etkin tüketimin veya etkin tüketicilerin kıtlığından kaynaklandığını söylemek katıksız bir totolojidir. Kapitalist sistem, etkin olanlardan başka hiçbir tüketim biçimini bilmez. Malların satılamaz olması, yalnızca onlar için etkili alıcıların bulunmadığı anlamına gelir…”

Ancak, kimse; tüm bu lanetin işçi sınıfı kendi ürününün çok küçük bir bölümünü almasından kaynaklandığını ve o bu üründen daha büyük bir pay alır ve ücretler yükselir yükselmez tüm belaların savuşturulabileceğini söyleyerek bu totolojiyi daha derin bir gerekçelendirme kılığına sokmaya kalkışırsa krizlerin her zaman özellikle de tam olarak ücretlerin genel olarak yükseldiği ve işçi sınıfının yıllık ürünün tüketime yönelik kısmından daha büyük bir pay aldığı bir dönem tarafından hazırlandığı söylenebilir. Oysa sağlam ve 'basit' (!) sağduyu savunucularının bakış açısından bakılırsa, böyle bir dönem krizi tam aksine ortadan kaldıracak dönem olmalıdır. “

Başka bir deyişle, ücretler, ekonomideki düşüşten kısa bir süre önce, emeğin arzının yetersiz olduğu bir patlama zirvesinde yükselme eğilimindedir. Bu nedenle, Keynesçilerin inandığı gibi, acil talep eksikliği, bir unsur olsa da, aşırı üretim krizinin gerçek nedeni olarak düşünülemez.

Keynesçiliğin tüm yanılgısı, krizin kapitalizmin işleyişi için tesadüfî veya harici bir şey olmadığını, ancak kapitalist üretimin kendisinin içsel çelişkilerinden kaynaklandığını anlama konusundaki yetersizliğine dayanır. Kapitalistler, ücretleri olabildiğince düşük tutmaya çalışırken, bilinmeyen bir pazar için de mümkün olduğunca çok üretiyorlar. Bu, özellikle çöküşten hemen öncesi gerçekleşen ekonomik canlılık dönemi için geçerlidir.

Elbette, daha yüksek ücretler için savaşırız, ama bunun kapitalizmin krizini çözeceği fikri tamamen yanlıştır. Aslında, kapitalist bir temelde, artan ücretler basitçe kârları tüketecek ve kapitalistleri yatırım ve üretimi kısmaya itecek ve böylece kapitalist krizi şiddetlendirecektir. Talebi yoktan var etmek imkânsızdır. Kapitalizmin yasaları, emek gücünü de içeren bir meta üretim sistemine dayanır.

“Talep” yönetimi yanılsaması, elbette, içinde bir miktar gerçeklik payı barındırır, ancak tamamen tek taraflıdır. Bir krizde kapitalizmin “talep” tarafının eksik olduğu açıktır; ama bu, işçi sınıfının, ürettiği değerin yalnızca bir kısmını ücret olarak alıyor oluşunun yalnızca diğer yüzüdür. Bu nedenle, işçinin daha önce de belirtildiği gibi, kendisi tarafından üretilen malları geri almaya gücü yetmez. Marx'ın işaret ettiği gibi, sorun neden bir krizin olduğu değil, bunun neden kalıcı bir kriz olmadığıdır. Bunun cevabı, yukarıda açıklandığı gibi, iki sektör arasındaki ayrımdır: tüketim mallarının üretimi ve üretim araçlarının üretimi. İşçi sınıfının emeğinden elde edilen artık, sanayiye, makinelere ve altyapıya yeniden yatırıldığı sürece, sistem gelişebilir, ancak gelecekte yeni ve daha derin bir krize giden yolun taşlarını döşer. İşçiler ürettikleri tüm malları geri satın alamazlar ve bu nedenle, artık değerin topluma yeniden yatırılması, kapitalist ekonominin sürekli gelişiminin anahtarıdır. Ancak bu süreç sonsuza kadar süremez ve bunun yerine sadece daha fazla çelişki üretir.

Kapitalist krize bir çözüm olarak devletten talep “yaratması” veya ekonomiyi “yeniden düzenlemesi” için medet ummak da ütopiktir. Daha fazla meta üretimiyle desteklenmeyen parayı “yaratmak” girişimi, yalnızca enflasyonu artırmaya ve işçilerin gelirini düşürmeye hizmet edecektir. Devletin harcamaları artırmasının diğer tek yolu, artan vergilendirme yoluyla daha fazlasını almaktır. Ancak vergilendirme yalnızca kapitalistlerden veya işçi sınıfından gelebilir. Kapitalistleri vergilendirmek, kârları kesmek anlamına gelecek ve bu da onları yatırım yapmaktan caydıracaktır. İşçi sınıfını vergilendirmek, onun tüketimini azaltacak ve böylece talebi daha da azaltacaktır. Devlet borçlanmaya başvurursa, bunun er ya da geç faiziyle geri ödenmesi gerekecektir. Günün sonunda, bu tür “çözümler”, kapitalizmin çelişkilerini çözmez, sadece yoğunlaştırır. Kapitalizm için çıkış yolu ve kaçışı olmayan bir ikilem durumudur.

Keynesçiliğin terk edilmesi ve ortodoks ekonomiye dönüş, tavadan ateşe doğru ilerliyor. Kapitalistler, en azından sözde, “sağlam” bütçelere ve piyasanın sınırsız hükmüne geri döndüler. Bu sadece daha büyük bir felaketi hazırlamıştır. Bırakınız-yapsınlar ekonomisine dönüş, kapitalizmin açmazının bir ürünüdür ve yönetici sınıfın karşı karşıya olduğu çelişkilere bir çözüm değildir.

Marksist kriz teorisi, çözülemeyen çelişkilerin bir analizine dayanır: kapitalist üretim tarzına özgü olan sınırsız üretim dürtüsü ve toplumsal konumlarından kaynaklanan kitlelerin sınırlı tüketimi. Sonuç olarak kapitalizm, oturduğu dalı kesen bir adam gibidir. Krizler, kapitalist sisteme özgüdür. Aynı zamanda, ücretleri minimumda tutmaya çalışırken, işçi sınıfından giderek daha fazla artık-değeri kopararak, pazarı hem yaratır hem de yok eder. Bu da, bu daimi kemer sıkma döneminin bu mevcut döneminde tanık olduğumuz gibi, sırasıyla, pazarın genişlemesinin ve dolayısıyla artık değerin gerçekleşmesinin önünde bir engel haline gelir.

Kapitalizm ve Sosyalizm

Kapitalizm, değer yasasının krizler yoluyla kendini ortaya koyduğu kriz dolu bir sistemdir. Sınırlarına ulaşan çelişkiler, kapitalist sistemin bir ürünüdür. Yine de, sistem kendi kendine yıkılmayacaktır. Kapitalizmin, kendi rahminde yaratılan devrimci sınıf olan işçi sınıfının bilinçli hareketi tarafından yıkılması gerekir.

Kapitalizm, üretici güçleri geliştirirken, yeni bir yüksek toplum biçimi için temel oluşturur. Bu, sınıflı toplum için tarihsel gerekçedir. Özel mülkiyet ve ulus devlet, üretici güçlerin daha da gelişmesinin önünde artık muazzam bir engel haline geldi. Kemer sıkma ve kitlesel işsizliğin derinleştiği mevcut krizde grafiksel olarak gösterildiği gibi kapitalist sistem kendini tüketti.

Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ve kapitalist anarşi yerine, rasyonel olarak planlanmış bir ekonominin getirilmesi gerekecektir. Elbette küçük dükkânlara ve küçük işletmelere değil, ekonomiyi domine eden dev şirketlere el koymaktan bahsediyoruz.

İhtiyaçlarımıza dayalı rasyonel bir planın getirilmesiyle birlikte birleşik bir kredi ve yatırım sistemi oluşturmak için, bankaları ve finans kurumlarını devralmak ve bunları ulusal bir kredi ve bankacılık sistemi olarak birleştirmek gerekecektir. Bu, demokratik ekonomik planlama için bir ön koşuldur. Bu, sıradan insanların banka hesaplarına el konulması anlamına gelmez. Aksine, kamuya ait bir devlet bankası, küçük mevduat sahipleri için kara aç özel bankalardan çok daha uygun koşullar yaratacaktır. Aynı şekilde, hâlihazırda büyük tekeller tarafından ezilen küçük işletmelere ucuz kredi sağlayabilecektir.

Ekonomiye hâkim olan dev şirketler, tazminat ödemeden devralınacak ve işçilerin kontrolü ve yönetimi altında demokratik bir şekilde yönetilecek. Görev, tüm üretim ve dağıtım sistemini daha onurlu ve uygulanabilir bir temelde yeniden organize etmektir. Kapitalizm tarafından miras bırakılan bu tür kaynaklar, daha sonra işsizliği ortadan kaldırmak ve çalışma saat ve günlerini büyük ölçüde azaltmak için kullanılabilir. Buna, yaşam standartlarında önemli bir artış eşlik edecek ve bu çalışan insanların toplumun işleyişine dâhil olması için gerekli araçları sağlayacaktır.

Kapitalizm altında, kapitalistler fabrikaları ve şirketleri içinde üretimi planlarlar. Kör piyasa güçlerinin fabrikalarında faaliyet göstermesine izin vermeyi hayal edemezlerdi. Optimum sonuçları elde etmek için çalışanları ve makineleri en iyi şekilde nasıl birleştireceklerine kendileri karar verirler. Piyasanın bunu yapmasına izin verirlerse, işlerinden olurlardı. Kapitalistler kendi planlama düzenlemelerini yaparlar. Sosyalizm altında gerçekleşecek olan ekonomik yaşam üzerindeki bilinçli denetim, kapitalist fabrikada hiyerarşik ve zorlayıcı bir biçimde de olsa gelişmeye başlar. Fabrikadan ayrıldıktan sonra, hiçbir şeyin planlanmıyor veya öngörülemiyor ve her şeyin “görünmez ele” bırakılıyor oluşu ne kadar farklıdır! Ne büyük bir tezat. Bu bile tek başına piyasa ekonomisinin hayatlarımızı yönetmenin doğal olmayan bir yolu olduğunu ve değiştirilmesi gerektiğini gösteriyor.

Demokratik işçilerin denetimi ve yönetimi altında çalışan kamulaştırılmış bir ekonomi, kaynakların en verimli kullanımına piyasa güçleri ve değer yasasının değil, bilinçli planlama ve denetimin karar vereceği anlamına gelir. Şu anda var olan teknoloji göz önüne alındığında, kolektif, demokratik ve rasyonel olarak planlanmış bir toplum tamamen mümkündür. Günümüzde cep telefonunun ve bilgisayarın her yerde yaygın hale gelmesi gerçeği, 50 yıl önce hayal bile edilemeyen popüler, demokratik katılım olasılıklarını ortaya çıkarıyor.

Üretimdeki yeni teknoloji ve otomasyonla, bir ekranın önünde oturmayı ve bilgiyi manipüle etmeyi içeren hemen hemen her iş ya kayboluyor ya da yakında kaybolacak. Hindistan'daki offshore işçiler, batıdaki meslektaşları kadar savunmasız. Mavi yakalı ve beyaz yakalı işçiler, kapitalizm altında aynı kasvetli gelecekle karşı karşıya. Çin, robotlar için en hızlı büyüyen pazar. Hiç kimse otomasyonun acımasız düşen maliyetleri ile rekabet edemez. Ancak emek, makinelere göre “ekonomik olmayan” hale geldikçe, satın alma gücü azalır. Kapitalist sistem, kendisini büyük bir çelişki içinde bulur. Yarattığı teknolojik, bilimsel ve üretken potansiyelden yararlanamaz.

Bu potansiyelden yararlanabilmesi koşuluyla, insan ırkının geleceği refahla karşı karşıyadır. İnsanların ruh ve bedenlerini kemiren, yok eden çalışma koşulları kaldırılabilir. Kapsamlı bir sosyal ve kültürel dönüşüm hemen elimizin altında. Ancak kapitalist temelde tüm bu imkânlar ancak bir kâbusu yaşamamıza sebep oluyor. Dibe doğru acımasız bir yarış olacak. Önümüzde duran görev, kapitalist sistemi tarih sahnesinden süpürmektir. Tek alternatifimiz bu.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, bir Fransız Marksist olan Paul Lafargue, Tembel Olma Hakkı adlı bir broşür yazdı. İş zahmetine ve boş zaman ihtiyacına son vermenin erdemlerini ortaya koydu. Egemen sınıfın her zaman sanat, bilim, kültür ve hükümet üzerinde tekeli olmuştur. Sıradan çalışan insanların bu şeylere gerçekten erişme ve bunları kontrol etme zamanı gelmiştir.

Sosyalizm, kapitalizmin israfını, kendi kendini tekrarını ve verimsizliğini ortadan kaldıracak ve herkes için karmaşadan başka bir şey olmayan piyasa anarşisini ortadan kaldıracaktır. Toplumsal emeğin tahsisi de dahil olmak üzere kaynaklar, rasyonel ve toplumsal gereksinimlere göre gerçekleşecektir. Hayatlarımızı ve içinde yaşadığımız dünyayı en harika şekillerde dönüştürebilecek. Meta üretimine ait bir kategori olan ekonomik “değer”, bu üretim tarzıyla birlikte ortadan kalkacaktır. Engels'in doğru bir şekilde yorumladığı gibi, “insanlar her şeyi o pek meşhur “değer"in müdahalesi olmadan çok basit bir şekilde düzenleyeceklerdir.” Ve böylece ilk kez, insanlık kendi kaderini kontrol edebilecek.

Kaynak: https://www.marxist.com/marksist-ekonomi.htm