Mahmut Boyuneğmez
Türkiye solunda eleştiri ve tartışma kültürü zayıftır. Geliştirilmesi gerekiyor… Haluk Yurtsever’in Orta Sınıf Efsanesi adlı kitabını, birileri bana “beyaz yakalı” dese de, çalışma koşullarım açısından bakıldığında “ağır işçi” olduğumdan dolayı, okuma ve eleştirme olanağım bu zamana kadar olmamıştı. Ancak kitabın basım tarihi olan 2016 yılından bugüne 5 yıl geçmiş olmasına karşın, üzerine durup irdelemek, eleştirmek ve tartışmak için geç kalınmış olduğunu düşünmüyorum. “Komünizm fikrine” bağlılığında, bir gün bile “boşluğu” bulunmayan Yurtsever’in ve ayrıca okurların, eleştirilerimi yapıcı şekilde algılamasını umut ediyorum. Yanlış anladığım, yanlış yorumladığım yerler olabileceği gibi, bazı konularda yanlış da düşünüyor olabilirim. Başka bir deyişle, eleştirilere açığım. “Bizi” geliştirmesi umuduyla…
1. Sınıfları belirleyen gelir düzeyleri değildir. Gelir, bir görünüştür ve özüne gitmek, nasıl elde edildiğine odaklanmak gerekir. Bu nedenle Amerikan sosyolojisinin “sınıfları” gelir düzeylerine göre bölmelere ayırıp, tanımlaması yanıltıcıdır. “Orta sınıf”, geliri “orta” olan kişilerden oluşan bir sınıf olarak algılanıyor. Oysa gelenekseli ve yenisiyle “orta sınıf küçük burjuvazi” denen ara katmanlar, proletarya ile kapitalist sınıf arasında geçişken konumdadır.
“Birincisi, gelirin kaynağı ve miktarı gerçekten de sınıf belirleniminin ölçütlerinden biridir. İkincisi, gelir dağılımı istatistiklerinin, gelir dilimlerini yüz üzerinden yirmilik beş bölüme ayırarak sunması, “gelir”i sınıf belirleme ve derecelendirme ölçütü olarak almayı kolaylaştırıcı ve kullanışlı hale getiriyor.” (s.15)
Gerçek “kaynakları”, gelirlerin nasıl oluştuğunu görebilmek gerekiyor. Örneğin otomobil üreten bir tekelde/şirkette bir CEO da, alt düzey yönetici bir mühendis de gelirini “ücret” biçiminde alır. Gelirlerinin görünüşteki “kaynağı” ücrettir. Fakat CEO’nun ücreti, kendi emek-gücünün değerini yansıtacak şekilde aldığı bir ücret formunda değildir ve o işletmede çalışan işçilerin yarattığı artık değerden kaynaklanır. Alt düzey yönetici konumundaki mühendisin geliri ise, emek-gücünü satmasının karşılığı olarak aldığı ücretten kaynaklanır. Sınıflar, toplumlardaki gerçekliklerdir, insanların gelir düzeylerine göre derecelendirilmesinin sonucu olan kurgusal kavramlaştırmalar değildir.
2. “Marx’ın sınıf konusuna, proletaryanın pratik hareketinden esinlenerek ya da kapitalist üretim tarzının anatomisini ortaya çıkaran bilimsel bir çalışmanın sonucu olarak “giriş” yapmadığını kaydedelim. Marx, ilk eserlerinden başlayarak sınıfları, sınıf mücadelesini ele alırken, ortada elle tutulur, gözle görülür işçi sınıfı hareketi yoktu. Engels’le birlikte, bir sınıf mücadelesi ilanı ve çağrısı olan Komünist Parti Manifestosu’nu yazdıklarında, birkaç ay sonra 1848 Avrupa Devrimi’nin sökün edeceğini bilmiyorlardı.” (s. 21-22)
Oysa Marx, Kreuznach’tayken 1843 yazında “18. yüzyıl Fransız Devrimi üzerine yazılmış özel tarih çalışmaları üzerinde de durdu.” (Karl Marx Biyografi, Hazırlayanlar: SSCB Bilimler Akademisi Kolektifi, çeviri: Ertuğrul Kürkçü, Sorun Yayınları, 2. Baskı, s. 49-50). Başka bir deyişle bu tarihte, Fransa’daki sınıflar arasındaki mücadeleleri inceleyen tarihçileri okuduğunu biliyoruz. Ekim 1843 sonlarında karısıyla birlikte Paris’e yerleşen Marx’ın, toplumsal olaylardan soyutlanarak yaşadığını düşünmemek gerekir: “Paris diyordu Lenin: “O zamanlar siyasetle ve çeşitli teorilerin tartışılmasıyla dolup taşıyordu.” Paris sınıf çelişmelerinin ve burjuva dünyasını sarsan çarpışmaların incelenmesi için mükemmel imkânlar sağlıyordu. Marx’ın proletaryanın insanlarıyla temas kurduğu ilk yer de burasıydı.” (Karl Marx Biyografi, s. 52). Ayrıca, 1842 sonbaharında Manchester’e giden ve orada 12 yıl kalan Engels’in, Chartist hareketle ilişkileri vardı. Engels’in kendi gözlemleri ve işçilerin anlatımlarının yazılmasında önemli payı olan İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu (yazılışı Eylül 1844-Mart 1845 arası) adlı eserini unutmamak gerekir… Devrimci fikirler, devrimci sınıfların varlığı ve mücadeleleri üzerinde yükselir. Marx ve Engels’in düşünceleri gelişir ve bilimsel/realist bir içerik kazanırken, proletaryanın ve diğer sınıfların mücadeleleri belirleyicidir.
3. “Üretim araçlarından yoksun, yaşamak için emek gücünü satmak zorunda olan, üretim etkinliği sermaye tarafından denetlenen, sömürülen ya da sömürülmeye hazır sınıf proletaryadır.” (s. 39)
Bu yazılanlar doğrudur. Ancak dikkate almadığı nokta, proletaryanın, sermaye sınıfıyla ilişkisi içerisinde ele alınması gerektiğidir. Bize göre kapitalist üretim ilişkileri, üretim sürecinde, iki temel sınıf olan kapitalistler ve proleterler arasındaki sınıfsal ilişkilerdir. Bu ilişkiler, kapitalist üretim biçiminde simetrik olarak içseldir. Proletarya ve kapitalist sınıf, birbirini karşılıklı olarak üretir. Aynı zamanda bu ilişkiler, uzlaşmaz zıt kutuplar olan iki temel sınıf arasındaki karşıtların mücadelesini barındırır. Şu şekilde de yazılabilir: Üretim sürecindeki proletarya ile kapitalist sınıf arasındaki ilişki, kapitalist üretim ilişkilerinin başka bir anlatımıdır ve karşıtların birliği ile mücadelesini oluşturur. Üretim ilişkileri, sömürü ilişkileridir. Kapitalist üretim/sömürü ilişkileri, üretim sürecinde iki temel sınıf arasındaki salt ekonomik bir ilişki değil, üretimin maddi koşulu olan üretim araçlarının özel mülkiyeti nedeniyle proletarya ile kapitalist sınıf arasında bir iktidar/egemenlik ilişkisidir de. Üretim ilişkileri içerisindeki temel iki sınıf, birbirleri hakkında, ilişkileri hakkında, diğer toplumsal fenomenler hakkında, ideolojileri olan düşünceleri, inançları, duyguları, değerleriyle birlikte üretim sürecine katılır. Üretim/ekonomi, her zaman ekonomik ilişkilerden fazlasını içerir. Kapitalist üretimdeki iki temel sınıf arasındaki ilişkilerin yeniden üretimi, yani sürekliliği/kalıcılığı, kendisi de bir sınıflar arası örgütlenme olan devlet, hukuksal düzenlemeler ve egemen ideolojiyi oluşturan bazı ideolojiler tarafından sağlanır. Sömürü, bir defalık olan bir “olay” değil, ancak yeniden üretildiğinde var olan sınıflar arası bir ilişkidir. Üretim/sömürü ilişkilerinin yeniden üretimi için siyasal, ideolojik, hukuksal ve devletsel formlara, mekanizmalara, düzenlemelere gereksinim vardır. Dolayısıyla kapitalist üretim biçiminin hâkim olduğu bir toplumda, toplumsal ilişkilerin diğer biçimlerinden izole olarak var olan ve işleyen salt ekonomik pratiklerden oluşan, bir iktisadi düzeyin varlığından bahsedilemez. Üretim/ekonomi, her zaman diğer toplumsal pratiklerle ve ilişkilerle, devlet gibi toplumsal örgütlenmelerle, ideolojilerle senkronik olarak birlikte var olan bir toplumsal bütünlüğün içerisindedir.
Üretim ilişkileri, proletarya ile kapitalist sınıf arasındaki ilişkilerin iktisadi boyutunu oluşturur. Bu iki temel sınıf arasındaki ilişkilerin siyasal, ideolojik, hukuksal, devletsel, kültürel boyutları varlığını, üretim/sömürü ilişkilerine borçludur. Bu sınıfların, aralarındaki mücadelelerle siyasal ve ideolojik boyutlarda ilişkilenmeleri, üretim ilişkilerinin yeniden üretimi ya da değişimine yol açar. Proletarya ile kapitalist sınıf, bu sınıfların politik temsilcisi ve ideologlarının arasında, bir toplumsal örgütlenme olan devlet içerisinde de ilişkiler/mücadeleler vardır.
Kapitalist üretim ilişkilerinin özü bu üretim tarzı varlığını devam ettirdiği müddetçe aynı kalsa da, bu ilişkiler farklı sermaye birikim süreçlerinde farklı ve yeni formlara bürünür. Yeni üretici güçlerin, farklı sermaye ve emek tiplerinin oluşumuyla, bunlar arasındaki üretim ilişkilerinin çeşitliliği de artar.
“Sermaye birikimi asla salt ekonomik değil, aynı zamanda siyasal bir süreçtir.” (s. 92). Daha doğrusu, sermaye birikim süreci, ideolojik, kültürel, hukuksal, devletsel süreçleri de gerektiren bir süreçtir. Kapitalist toplum, bütünlüğü içerisinde bir gelişime sahiptir.
4. Şu saptama doğrudur: “Sınıf, yalnızca bir konum değil, ilişkidir. Sınıflar, üretim sistemi içindeki konumları, üretim koşulları ve öteki sınıflarla ilişkileri içinde oluşmaktadırlar.” (s. 52). Sınıfın, bir ilişki olduğu, temelde üretim ilişkileriyle belirlendiği hep hatırlanmalıdır.
“Sınıflar mücadele içinde oluşurlar.” (s. 52). Evet, gerçekten, sınıflar, sınıflar arası ilişkiler/mücadeleler içerisinde her gün yeniden ve yeniden oluşurlar.
5. “Sınıf bilinci en genel ve kaba tanımıyla sınıf bireylerinin öteki sınıflardan ayrı, koşulları, çıkarları ve geleceği öteki sınıflarla çelişen, onlara karşıt bir topluluk olduklarının farkına varmasıdır.” (s. 54)
“Sınıf bilinci”nin, erişilmesi gereken bir “durum” olarak algılanması sorunludur. Marx’ın, “kendinde sınıf”, “kendisi için sınıf” ayrımı geçerliliğini koruyor. Ancak kanımca, iktisadi sınıf konumlarıyla, ideolojik, siyasal bilinç oluşumu arasında bir boşluk, eşzamansızlık bulunmuyor. İdeolojik, kültürel, siyasal süreçler, iktisadi süreçlerle aynı anda ve iç içe yaşanıyor. Proletarya ile kapitalist sınıfın oluşumu, aralarındaki sınıfsal ilişkilerin gelişiminin ürünüdür. Bu temel sınıfların aralarındaki mücadeleyle gelişen ve başından itibaren gelişim sürecinde olan sınıf bilinçleri vardır. Sınıfların bilinci aralarındaki ilişkilerle/mücadelelerle birlikte gelişim halindedir ve bu ilişkileri yeniden üretir ya da değiştirir. Örneğin Luddizm, sendikalizm, proletaryanın sınıf bilincindeki gelişimin uğrakları olmuştur. Komünist ideolojinin sınıfın geniş kesimleri tarafından benimsenmesiyse, proleter sınıf bilincinin daha gelişmiş bir başka uğrağıdır. “Olağan” dönemlerde, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretiminde, proletaryanın “dünyaya” bakışında egemen olan ideolojilerin çeşitli değer ve düşüncelerinden oluşan bir sınıf bilinci, yani ideolojik hegemonya önemlidir. Kapitalist sınıfın, “organik aydınları” ve siyasal temsilcileri, ideologları nasıl ki varsa, proletaryanın da tarih sahnesinde belirmesinden bu yana “organik aydınları”, ideologları ve politik temsilcileri olmuştur.
“Sınıf, sömürücüler ile sömürülmeye hazır üretici güç arasındaki tarihsel toplumsal, aynı zamanda ideolojik-kültürel bir ilişkidir.” (s. 56) Böyle olduğundan ve kapitalist sınıf, proletarya üzerinde ideolojik-kültürel hegemonya oluşturduğundan, işçi sınıfının organik aydınları, siyasal mücadelenin şemsiyesi altında bir ideolojik ve kültürel mücadele vermelidir. Bunun için de, yeni mekânlar ve araçlar oluşturmak gerekir. Emekçiler üzerindeki ideolojik-kültürel hegemonyanın kırılmasında, emekçilerin komünizan/realist ideolojik motifleri üretmesinde ve bunların sonucu olarak siyasal örgütlenmeye katılmasında, “ortak deneyim” (E. P. Thompson) önemli rol oynar.
6. “On dokuzuncu yüzyılın burjuva toplumu ile bugünkü kapitalist toplum, o dönemin burjuva sınıfı ile bugünün kapitalist sınıfı özdeş değiller.” (s. 63). Burjuva devrimleri döneminde burjuva “sınıfın”, iktidara gelmekte olan kentli “sınıflar” blokunu ya da yelpazesini anlattığını biliyoruz. Bu katmanlar içerisinden süzülüp yükselen bir kapitalist sınıf, karşıtı proletaryanın oluşumuyla birlikte zaman içerisinde oluştu. Dolayısıyla artık, “bugünkü toplumu anlatmak için ‘kapitalist toplum’, ‘sermaye düzeni’, egemen sınıf için de ‘sermaye sınıfı’ ya da ‘kapitalist sınıf’ terimlerini kullanmalıyız.” (s. 79). Katılıyorum. Geçmişte birçok katmandan oluşan “burjuvaziyi” bir sınıf yapan, devrimci siyasal ve ideolojik mücadelelerinde temel bazı izleklerin olmasıydı. Günümüzde “küçük burjuvazi”nin siyasal ve ideolojik “dünyasında” kendine has, bağımsız bir hat var mıdır?.. Buna geleceğiz.
7. “Küçük burjuvazi” ya da “orta sınıf” kimlerden oluşur?.. Küçük toprak sahibi köylüler, tarım işçisi çalıştırıyorsa, “küçük kapitalist”tir. Geçimini kendi emekleriyle ürettikleri basit meta üretimiyle sağlıyorlarsa, bir ara katmandırlar, bir sınıf oluşturmazlar. Kentlerdeki küçük zanaatkârlar da aynı şekilde işçi çalıştırmıyorsa, bir ara katmanı oluşturur. Küçük dükkân sahipleri, işçi de çalıştırsa, salt kendileri de çalışsa, çalıştırdığı işçilerin artık zamanına el koyduğundan ya da başka yerde üretilmiş artık değerin gerçekleşmesini sağladığından ve bundan pay aldığından, küçük kapitalistlerdir. Avukat, hekim, mühendis, müşavir, serbest gazeteci vb. meslek sahipleri, örneğin bir sekreter çalıştırıp onun artık emek zamanına el koyuyor da olsa, tek başına kendi emek gücünü harcıyor ve bir artık emek zamanı üretiyor da olsa, ara katmanlara aittirler. Burada serbest meslek sahibi ile sekreteri arasındaki ilişkide bir sömürü söz konusuysa da, bu sömürü üzerinden sermaye birikimi amaçlanmaz. Yani, üretilen metanın ya da hizmetin değerinin küçük bir miktarı sekreterin emeğinden oluştuğundan ve amaç sekreterin artık emek zamanına el koyma yoluyla sermaye artırmak olmadığından, aralarında kapitalist-proleter ilişkisi bulunmaz.
Kanımca, üretim araçlarının sahibi olup, emek-gücünü kendi tasarrufunda kullanan avukatlar, hekimler vb. meslek sahipleri; terzi, kunduracı, berber gibi bazı “esnaflar”, ağırlıkla proleterleşme eğilimine sahip olan, işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki ara katmanlara dâhildir. Ara katman mesleklerine sahip kişilerin, giderek daha büyük bir kesimi ücretli emekçi/işçi olarak çalışmakta, daha az sayıdaki bir kesimi ise patron olarak ayrışmaktadır. Ancak, sömürü amaçlı (az ya da çok sayıda) işçi çalıştıran imalatçı “esnaflar”, ırgat/mevsimlik işçi çalıştıran toprak sahibi köylüler, sanayide üretilen artık-değerden ufak da olsa bir pay alan mağaza ve dükkân sahipleri yani küçük tüccarlar, beyaz eşya, elektronik eşya ve cep telefonu bayileri, kelimenin tam anlamıyla küçük-kapitalisttirler. Başka örneklerle devam edelim… Avukatlık bürosunda ücret alarak çalışan bir avukat, özel hastanede ya da devlette ücretli çalışan bir hekim, berber “ustasının”/patronun dükkânında çalışan zanaat sahibi, birer işçidir. Bu işyerlerinin patronu mesleğini, meslektaşı işçilerle birlikte icra ediyor olsa bile, sömürgen bir küçük kapitalisttir. Kendi bürosunda çalışan bir avukat, başka avukatları çalıştıran patron konumunda değilse, bir ara katman üyesidir. Eczane zincirinde ücretli olarak çalışan değil de, kendi dükkânının sahibi eczacılar, işçi çalıştırmasalar bile, ilaç sektöründe üretilen artık-değerin bir bölümüne el koyduklarından küçük-kapitalisttir.
Bütün köylüleri, bütün zanaatkârları ve bağımsız/kendi hesabına çalışan profesyonelleri (hekim, avukat, veteriner, eczacı, muhasebeci, danışman, mimar, mühendis, mali müşavir, grafikçi, bilgisayarcı, destinatör vb.), “küçük burjuvazi” kapsamında değerlendirmek yanlıştır. Köylü aileler arasında, kendi geçimini sağlayan küçük toprak sahibi olanlar ile küçük-kapitalist köylüler ayırt edilebilir. Günümüzde zanaatkârların bir bölümü ara katmanlar arasındayken, bir bölümü küçük-kapitalisttir. Ara katmanlara dâhil olan profesyoneller ağırlıkla işçileşmekte, az bir orandaysa küçük-kapitalistler olmaktadır. Bağımsız profesyoneller, adına “orta sınıf” denilen bir sınıfın bileşenini oluşturmazlar, olsa olsa proletarya ile kapitalist sınıflar arasındaki bir ara tabaka olarak değerlendirilebilirler.
“Orta sınıf küçük burjuvazi de, orta sınıf burjuvazi gibi bir katmanlar toplamıdır.” (s. 186) Düşünsel düzlemde, eklektik bir biçimde birbirinden farklı (heterojen) ara katmanları bir araya getirip, bir “orta sınıf” oluşturmak yanlıştır. Başka bir deyişle küçük burjuvazi, “üretim araçlarının sahibi” olmakla, “kendi emeğini sömürmekle”, “ne kapitalist ne de proleter olmakla”, “hibrit” olmakla tanımlanan bir “sınıf”... (s. 75). Toplumsal gerçeklikte bu insanları bir “sınıf” yapan, belirleyici bir ölçüt var mıdır?.. Kanımca, küçük burjuvazi adlandırmasıyla anlatılan toplumsal kesimleri, bir sınıf yapan reel bir ölçüt yoktur. Zaten bu yüzden ara katmanlar olarak adlandırıyoruz. “Küçük burjuvazi” terimi, bu ara katmanlar hakkında teorik olarak işe yarar bir anlayışa yol açmamaktadır. Dolayısıyla şu satırlar anlamlıdır:
“Öte yandan, tıpkı orta sınıf burjuvazi gibi, orta sınıf küçük burjuvazi de monoblok değil. Gelenekseli ile yenisi, küçük üretici/zanaatkârı ile orta düzey yazılım mühendisi, eski ve yeni dükkân, serbest meslek sahipleri birçok bakımdan farklı özellikler taşıyor, farklı siyasal-ideolojik tercih ve tutumlar alabiliyorlar.” (s. 149)
Marx ve Engels’in örneğin Komünist Manifesto’da, küçük burjuvaziden bir “sınıf” olarak bahsettikleri doğrudur. Bunu bir toplumsal kesimi anlatmak için kullandıklarını düşünüyorum. Örneğin Lenin’in küçük burjuvazi terimiyle birlikte “küçük üreticiler katmanı”, “orta katman” terimlerini kullanması dikkat çekicidir:
“Bütün kapitalist ülkelerde proletaryayla yan yana her zaman geniş bir küçük burjuva, küçük üreticiler katmanı vardır. Kapitalizm küçük üretimi doğurdu ve sürekli doğuruyor. Birçok yeni ‘orta katman’ kapitalizm tarafından var ediliyor.” (s. 152).
“Küçük burjuvazi”nin “kendi emeğini sömüren” (Marx da Artık Değer Teorileri’nde bağımsız köylü ve zanaatçı için “ücretli işçi olarak kendini sömürür” diyor) “çelişkili” bir “ara sınıf” olduğu (s. 74 ve 75, 149) önermesine katılmıyorum. Çünkü sömürü, insanlar arasındaki ve dolayısıyla en az iki insan arasındaki bir tür iktisadi ilişkidir ve bir tür iktidar ilişkisidir. “Sınıf” olmak içinse, öncelikle belli bir üretim ilişkisinin karşıt kutuplarından birini oluşturuyor olmak gerekir. Elbette sınıf olmanın, siyasal, ideolojik ve kültürel boyutları da var. “Küçük burjuvazi/orta sınıf” bu boyutlar açısından da, bağımsız bir sınıf oluşturmaz. Üretim araçlarının sahipliği ile bu araçları sadece kendi emeğiyle kullanıp değer üretmekse, kanımca bir “çelişkili” durum değildir ya da “çelişki” oluşturmaz. Kapitalist üretim tarzının temel özellikleri açısından “tuhaf” denebilir belki… Öte yandan, sınıflı toplumlar tarihi boyunca meta ve hizmet üretiminin bir bölümü hep egemen üretim ilişkilerinden bağımsız olarak varlığını sürdürmüştür. Egemen de olsa, çağımızdaki toplumsal tüm üretim-emek süreçlerine kapitalist üretim ilişkileri nüfuz etmemektedir.
8. Sömürü, işçilerin karşılığı ödenmeyen emeklerine kapitalistler tarafından el konmasıdır; bu işçiler artık değer üretsin ya da üretmesin bu durumu değiştirmez. Yani üretken olmayan, artık değer üretmeyen işçiler, örneğin ücretli ticaret emekçileri, reklam, pazarlama, muhasebe, banka, sigorta vb. alanlarda çalışan emekçiler de sömürülürler. Ağırlıkla kafa ve ağırlıkla kol emeğine sahip işçilerin, sermaye ile ilişkisi, ücretli işçinin kapitalistle kurduğu ilişkidir. Örneğin, kafa emeğini, artık değer üretim sürecine katan bir mühendis, kolektif işçinin bir parçası olarak, üretken emek sarf eder. Taşıma, depolama ve dağıtım alanlarındaki emek de, üretken emektir.
Hizmet sektörü ile sanayi ve ticaretteki hizmet işlerinde emek-gücünü sermayedarlara satarak çalışanların, işçi sınıfının bir kesimini oluşturduğu açıktır. “Eğitim, sağlık, sanat, bilim, yayıncılık, eğlence, temizlik, ulaşım, depolama, posta gibi alanlarda kapitalistin ücretli işçisi olanlar hem işçi, hem de üretken işçi konumundadırlar. Üretken olmayan hizmet emekçileri de işçi sınıfının parçasıdırlar.” (s. 98-9). Bunlara “orta sınıf” denmesinin hiçbir bilimsel yanı yoktur.
“Sonuç olarak, hizmette çalışanların tümünü aynı sınıftan saymak saçmadır. Hizmet sektörünün içinde de üç sınıf vardır: Orta ve büyük işletme sahibi kapitalistler; küçük dükkân-kafe sahipleri, bakkallar, berberler, kuaförler, beyaz eşya bayileri vb. yani emeğini sömüren ‘orta sınıf’ küçük burjuvalar ve ana yığını oluşturan proleterler.” (s. 99-100).
Oysa bakkallar ve beyaz eşya bayileri, daha önce üretilmiş artık değerden kendi paylarına düşen ticari karı alırlar ve bu yüzden küçük kapitalisttirler. Küçük dükkân-kafe sahipleri, berberler/kuaförler işçi çalıştırıyorlarsa küçük bir kapitalist, kendi emek güçlerini harcayarak ürettikleri hizmeti satıyorlarsa ara katmanlardandır.
“CEO’lar, üst yöneticiler, başmühendisler (…) kapitalist sınıftandırlar. (…)
Üretim aracı sahibi olmayan, esas olarak emek gücünü satarak yaşayan, üretim ve dolaşımda sermaye adına alt düzey denetim ve gözetim işlevlerini yerine getiren, eğitim ve becerileri nedeniyle ücret gelirleri nitelikli işçilerden yüksek olan emekçiler, çelişkili ara sınıf konumundadırlar. (…) Başka bir deyişle, tartışma konusu çalışanların bir bölümünün orta sınıf ‘küçük burjuvazi’ olarak nitelenmesi mümkün (…)” (s. 113).
CEO’ların, üst düzey yöneticilerin, başmühendislerin, kapitalist olduklarına katılıyorum. Çünkü bunlar kolektif kapitalistin bileşeni olarak sömürü ilişkisinin, sermaye tarafında yerlerini alırlar. Aldıkları yüksek ücretler, kendi emek güçlerinin değerini yansıtmaz. Üretilmiş artık değerden aslında ufak olan bir payı, ücret formunda alırlar. Öte yandan, alt düzey denetim ve gözetim işlevlerini yerine getiren yöneticiler, mühendisler, “çelişkili ara sınıf” konumunda değillerdir. Çünkü bunlar kolektif emekçinin bileşeni olarak artık değer üretimi sürecine doğrudan ya da dolaylı olarak katılırlar. Kendi emek güçlerinin değerini yansıtan ücretleri vardır. Kapitalist üretim biçiminin egemen olduğu toplumlarda, sınıflar ya sömürülürler, ya da sömürürler; ara katmanlar ise bir sınıf oluşturmazlar.
Dolayısıyla Yurtsever’in şu yazdıklarına da katılmıyorum: “Kafa emeği için söylenenler, bu kesim (bilişim sektöründen bahsediliyor- MB) için de geçerlidir. Burada da, (…) üç sınıflı bir yelpaze söz konusudur.” (s. 121). Tekrarlayalım bilişim alanında da üst düzey yöneticiler ve CEO’lar, üretilen artık değerden pay alırlar. Ücretli bilişim emekçileri, tasarım yapan, yazılım üreten mühendisler vb. emek güçlerini satıp, patronları için artık değer üretirler.
“Hiyerarşinin altlarında ise, çeşitli açılardan durumları çelişkili olan ücretliler grubu yer alıyor. İkili ya da ara sınıf karakteri gösteriyorlar. (…) Emek sürecinin örgütlenmesinde iki temel sınıfın ikisinden de farklı yerler tutuyorlar.
Görüldüğü gibi, yeni küçük burjuvazi orta sınıf geleneksel küçük burjuvaziden farklı özellikler taşıyor. Kapitalist üretim biçiminin iki temel sınıfından hiçbirine ait olmamak ortak özelliğini ise sürdürüyor.” (s. 156-7)
“İkili sınıf karakteri”, “çelişkili durumlar”, “iki temel sınıftan hiçbirine ait olmamak”… Oysa kapitalist işletmedeki işbölümü üzerinden artık değer üretimi sürecine katılan ve eskiden sermayedarın işlevleri olan yönetim, denetim, gözetim gibi işlevlerin bir bölümünün emekçilere devredilmesiyle bunları günümüzde üstlenmiş olan çalışanlar, kolektif işçinin bileşenidir.
9. Yurtsever, “mübadele değerine dönüşmeyen kullanım değeri üreten emeği”, bir “üretken olmayan emek” türü sayıyor ve “karşılığı ödenmeyen ev içi emek, özel hizmetçinin emeği, facebook kullanıcısının emeği” örneklerini veriyor (s. 47). Buna katılıyorum. Kafa karışıklıklarına yol açabilen bu örneklere değinmek istiyorum.
Ev içi emek, mübadele değerine dönüşmeyen kullanım değeri üreten emektir ve doğrudan artık değer, dolayısıyla sermaye üretmediğinden, “üretken olmayan emek”tir. Erkek işçinin veya eşinin ücretinin içinde, ağırlıkla kadının ev içi emeğine karşılık gelen, her ikisinin ve çocuklarının ertesi gün yaşamaları için gerekli bu emek türünün parasal karşılığı bulunmuyor. Bu ev içi harcanan emeğin değeri/değişim değeri yok, sadece yararlılığı, yani kullanım değeri var.
Özel hizmetçiler, değişim değeri ve artık değer değil, hizmet ve artık hizmet üretirler. Ürettikleri hizmet, mübadeleye girmez. Ürettikleri hizmetin karşılığı olan bir ücreti değil, emek güçlerinin değerine tekabül eden bir ücreti alırlar. Yani sömürülürler.
Facebook kullanıcısının emeği hakkında ne denebilir?.. Bu kullanıcıların emeği, değişim değeri yaratmaz. Bu kullanıcılar “sermaye için kullanım değeri, yani reklam sanayi için hedefli reklam alanı yaratırlar” (s. 127). Aslında Facebook kullanıcılarının, bilişim mühendisleri tarafından üretilmiş bir meta olan bu platformun, kullanım değerini tükettikleri, ondan yararlandıkları, onu kullandıkları açık olmalıdır. Bu metayı kullandıklarından ötürü bir parasal karşılık ödemiyorlar, çünkü bu kullanımlar sırasında içlerinden bazıları reklamlara tıklayıp, inceleyebiliyor ve hatta reklamı yapılan metaları satın alabiliyorlar. Ursula Huws, “sosyal ağ ve arama motoru sitelerinin payına düşen değerin, emeğin ürettiği artık değerden elde edildiğini, ama siteleri kullanan insanların emeğinden değil, bu sitelerde reklamı yapılan metaları üreten işçilerin emeğinden elde edildiğini savunuyor” (s. 125-6); ben de öyle düşünüyorum. “Sosyal medya kullanıcıları, kuşkusuz bu etkinlik alanıyla sınırlı bir ölçüt açısından karşılığı ödenmemiş emekçilerdir (italikler bana ait-MB).” (s. 127). Sosyal medya kullanıcılarını “emekçi” saymak uygun değilse de, sermaye için kullanım değeri ürettikleri ve karşılığı ödenmeyen bir emek sarf ettikleri doğrudur. Özetle, sosyal medya kullanıcılığı, adı üzerinde bir kullanımı, tüketimi anlatır, ama bu artık değer üreten bir tüketim değildir; değişim değeri yaratmaz.
“(…) sosyal medya kullanıcısının reklamları izleyerek geçirdiği zaman, reklamı veren kapitalistin toplam artık değerdeki payına yaptığı katkı ölçüsünde karşılığı ödenmemiş bir emek-zaman olarak değerlendirilmektedir.” (s. 125) Burada Yurtsever, Christian Fuchs’un düşüncelerini aktarıyor. Reklamı izleme süresinin, “telepatik” bir etkiyle, reklamı yapılan metaların içerisinde somutlaşan artık değere katkı yaptığını düşünmek elbette, absürttür.
10. “Geleneksel küçük burjuvazinin çok önemli bir bileşeni” olan “kentlerdeki serbest meslek sahipleri” için Yurtsever şunları yazıyor: “Ayrıksı durumlar dışında, doğrudan artık değer üretmez, başkasının ürettiği değere doğrudan el koymaz, verdikleri mesleki hizmet emeği karşılığı olarak genellikle ücretli işçilerin çok üstünde gelir elde ederler.” (s. 153). Oysa Marx’ın küçük köylüler ve zanaatçılar için yazdıkları bu toplumsal kesim için de geçerlidir; artık değer üretmeleri olasıdır ve ürettikleri artık değere kendileri “el koyar”.
11. “(…) bu dönemde ücretli profesyonellerin bir bölümünün Marksist sınıf ölçütleriyle de orta sınıf konumlarına yükseldiğini kabul etmek gerekiyor. (İtalik benim-MB)” (s. 158). Bahsedilen yer Türkiye ve zaman 1980 sonrası yıllar. Yurtsever neredeyse bu kesimlerin gelirlerindeki artışla “sınıf atladıklarından” bahsedecek.
“Özal döneminin pragmatik, yiyiciliği, rüşveti hoş gören, kentliliği, tüketimciliği, bireyciliği, küreselciliği özendiren, varlıklı olmayı, ‘Hatice değil netice’ anlayışıyla kutsayan, yeni ‘değerler’, yeni bir orta sınıf kültürü yaratmıştır.” (s. 159). Bu yoz liberal değerler, aslında toplumumuzdaki egemen ideolojinin liberalizm bileşeninden gelen bazı motifleridir. Yani ülkemizdeki tüm sınıflarda ve katmanlarda gözlenen genel değerler.
12. Yurtsever, serbest meslek sahipleri ile “yeni orta sınıfın zihinsel emekleriyle, eğitimle kazanılmış mesleki-entelektüel kapasiteleriyle sivrilen kesimleri”ni (s. 186), “orta sınıf ideolojisinin üretiminde ve yayılmasında aktif ve etkili olan” kesim olarak görüyor. “Toplumun eğitimli, entelektüel yetenekleri olan, ‘aydın’ da denen kesimi, yalnız orta sınıf küçük burjuva ideolojisinin değil, burjuva ve işçi sınıfı ideolojilerinin de ana üreticisidir.” (s. 189). Kanımca, nesnel sınıfsal konumlarını dikkate almanın teorik bir anlamının olmadığı, kapitalistlerin ve proletaryanın “organik aydınları”, ideologları, yazarları, sanatçıları ve siyasetçileri var. İdeolojik, sanatsal ve siyasal üretimde, bu üretimleri yapanların toplumsal iktisadi ilişkiler içerisindeki yeri dikkate alınarak yorum yapmak kafa karıştırıcı ve yanıltıcıdır. Bu üretimleri yapan kişileri karakterize eden, ideolojik angajmanlarıdır. Örneğin Engels, babasının fabrikasında hissesi var diye devrimci bir “burjuva” olmaz; proletaryanın politik ve ideolojik temsilcisidir.
Dolayısıyla Yurtsever’in şu yazdıklarına katılıyorum:
“İki temel sınıf arasında ara konumda olması ayırt edici özelliklerinden biri olduğu için küçük burjuvazi orta sınıfın bağımsız sınıf çıkarı, ideolojisi, siyaseti ve programı olamıyor. (…)
Bu özelliğinin sonucu olarak bu sınıf kendi başına iktidar olma ve sürdürme yeteneğinden yoksun olduğu gibi, kapitalizme ve kapitalistlere doğrudan karşı da çıkamıyor. (…)
(…) Bunların bir bölümü kapitalist sınıfa, bir bölümü proletaryaya bağlanıyorlar.” (s. 189-190)
Aslında Yurtsever, bu toplumsal kesimlerin bağımsız gelecek tasarımı, ideolojisi ve siyaseti olmadığını söylerken, bu boyutlarıyla da bir “sınıf” oluşturmadıklarını söylemiş olmuyor mu?.. “Orta sınıf” denen bu kesimin, egemen ideolojinin eklektik “çorbası” üretilir ve yeniden üretilirken eklediği bazı öğeler, değerler, malzemeler vardır ve bu “çorba”dan kendi payına çeşitli öğeleri ayırıp seçerek “tükettir.” Örneğin bu kesimden bazıları dindarlığı ve muhafazakârlığı, milliyetçiliği, liberal değerlerle eklemlerken, diğer bazıları seküler/laik ilkeleri liberal değerlerle eklemler.
Yurtsever, kafa emekçilerinin, serbest meslek sahiplerinin ve diğer “yeni küçük burjuvazinin” yaşam biçimi ve dolayısıyla kültüründe soyutlanabilecek bazı özellikler görüyor: “Kentlilik, tüketimcilik, bireycilik, girişimcilik, küreselcilik bu kesimin ortak yaşam-kültür kodlarıdır.” (s. 191). Daha önce belirttiğim gibi bunlar liberal ideolojik-kültürel kodlardır ve dincilik, milliyetçilik gibi başka ideolojilerin motif ve kodlamalarıyla birlikte egemen ideolojik formasyona (“çorba”) katılır.
Yurtsever “orta sınıf”ın “ideolojik çizgileri” olarak şunları sıralıyor: “sınıflar üstülük”/”sınıfsızlık ideolojisi”, “liberal-liberter özlem ve refleksler”, “uçlar arasında ortacılık ve ortalamacılık”, “en alttakilere karşı eleştirel-mesafeli tutum, aşağılayıcı” bakış (örneğin Kürtleri ve Suriyeli sığınmacıları dışlayan bir bilinç)… (s. 192-7). Bu ideolojik reflekslere, tavırlara karşı verilecek ideolojik mücadelenin önemini kabul ediyorum. Özellikle de proletaryanın görece daha eğitimli bölmelerinde yer alan emekçilere dönük olarak…
13. Son olarak önemli gördüğüm iki saptamayı alıntılamak istiyorum:
“Ekonominin siyasetten bağımsızlığı savı bir aldatmacadır.” (s. 53)
“Ekonomik mücadele-siyasal mücadele ayrımı aldatmacasının soldaki yansıması, ekonomizm ve politisizm olarak ortaya çıkmaktadır. (…) Politisizm, “siyaseti” (…) “iş” ve “yaşam” ilişkilerinin dışındaki devlet-iktidar alanıyla sınırlamaktadır.” (s. 53). Devlet, emek/üretim süreçlerini ve emek gücünün yeniden üretildiği yaşam süreçlerini, yasalar, yönetmelikler yoluyla ve gerektiğinde baskı gücüyle düzenler. Bu süreçlerde üretilen ve yeniden üretilen ya da bu süreçlere taşınan ideolojik-kültürel kodlar da, üretim ilişkilerinin yeniden üretiminde önemlidir.
***
“Orta sınıf” kavramlaştırması, Gezi İsyanı sonrasında bazı akademisyenler tarafından gündeme getirilmişti. Bu kavramlaştırmaya karşıt olarak, benim de dâhil olduğum diğer cephe, “Gezi İsyanı’na katılanlar ağırlıkla işçi sınıfındandır (aileleri emekçi olan ve geleceğin proleterleri olacak öğrenciler de dâhil)” şeklindeki tezi savunmuştu. Haklıydık…
Onur Uca’nın yazdığı Türkiye’de Orta Sınıfın Fotoğrafı: Akışlar ve İlişkiler adlı bir saha araştırmasını içeren çalışmadan uzun bir alıntıyla bitirmek istiyorum:
“Buna göre görüşülen maddi olmayan emek üreticilerinin tamamına yakını kendisini işçi sınıfı olarak diğerleri ise memur olarak tanımlamaktadır. Bunun başlıca sebepleri şu şekilde sıralanabilir;
- Yoğun rekabet ortamında çalışmaktadırlar. İş hayatında tutunabilmek için çok çalışmak ve kendilerini geliştirmek mecburiyetindedirler. Ama bu emeklerinin karşılığını elde edemediklerini düşündüklerinden kendilerini işçi olarak görmektedirler.
- Aşırı iş ve rekabet ortamından sıyrılarak orta sınıf olabilmiş bir beyaz yakalı işçi daha az angarya iş yapmaktadır. Ancak orta sınıf olarak kalabilmek için daha kritik kararları doğru bir şekilde almak zorundadır. Bunun için orta sınıf üyesi beyaz yakalı işçi kadar hatta hiç ara verme şansı olmadan çalışmaktadır. Bu nedenle orta sınıf üyesi olabilen maddi olmayan emek üreticisi, kendisini işçi olarak tanımlamaktadır.
- Sektör beyaz yakalı olarak kalma süresini belirlemektedir. Bazı sektörlerde beyaz yakalı işçi pozisyonunda çok fazla kişi çalışırken yükselebileceği pozisyon sayısı azdır. Aynı çalışma tecrübesine sahip kişiler diğer sektörlerde yükselirken bu sektörlerde yükselemez. Bundan dolayı bu sektörlerde çalışanlar, zaman içerisinde kendilerinin işçi olduğuna kanaat getirmektedir.
- Maddi olmayan emek üreten bazı çalışanların işleri yaratıcı değildir. Rutindir. Aynı işi aynı makineyle, aynı sürede günde birçok kez yapmak zorundadırlar. Emek biçiminin getirdiği yaratıcılığı kullanamadığından bu kişiler kendini işçi olarak tanımlamaktadır.” (s. 187-8)
Aslında
bu “sebepler”le bir şey açığa çıkmış oluyor: “maddi olmayan emek üreticileri”,
çok çalıştıklarının farkındadır ve sömürüldüklerini hissetmektedirler.
Kendilerini işçi olarak tanımlamaları, “orta sınıf efsanesine” inananlara ders
verecek nitelikte… Rekabet, çok çalışma, rutin işlemlerle yapılan işe
yabancılaşma, harcadığı tüm emeğin karşılığını alamama, bütün bunlar mavi
yakalı işçiler de dahil, proletaryanın tüm bölmeleri için geçerli değil mi?..
Orta sınıf kavramı aslında kafa karıştırıcı da olabilen bir kavram diye düşünüyorum. Genel geçer anlamda Orta sınıf ekonomik rollerle doğrudan ilişkili olmadan tanımlanıyor. ABD'de mesela doktor da, içinde 5-6 çalışanı olan bir kafe sahibi, hatta bazen 30 40 kişiyi çalıştıran bir işletmenin sahibi de kendini orta sınıf hisseder. Çok temel anlamda orta sınıfı sistemde bireysel olarak bir yere kadar özgürlük elde etmiş ama sistemi kontrol etme gücünü elde edememiş kesin olarak tanımlamak mümkün. Bu açıdan bakıldığında işler karışıklaşıyor. CEO'yu yönetim kademesinde olduğu için sermayedar kesimle, yani kapitalistlerle aynı safa koysak bile, ki orada bile sorunların olduğunu düşünüyorum, CEO ve Bill Gates'in hemen yanında evi olan Hollywood yıldızı Brad Pitt'i mesela nasıl tanımlayacağız? Brad Pitt emeği ile para kazanmıyor mu? Kazanıyorsa sömürülmüyor mu? Sömürülüyorsa neden bu sömürüye izin veriyor, biriktirdiği servetle neden kendini sermayedar sınıfının saflarına atmıyor? Bunlar aslında bence kafasına elma düşen Isaac Newton'un iyi de Ay niye kafama düşmüyor sorusuna denk sorular. Marksist Teorinin sınırlarını zorladıklarını ama bu sayede onu geliştirmeye de yardımcı olma potansiyelleri olduğunu düşünüyorum. Son kertede üretim ilişkisinden bağımsız yapılan bir orta sınıf tanımının da arka planındaki dinamiklerini yine kapitalizmin en en temel dinamiği olan sermayenin kimin elinde toplandığı üzerinde açıklamak mümkün. Bunun üzerine belki bir yazı yazılabilir.
YanıtlaSilBrad Pitt'in ve diğer Holywood "yıldız"larının, film endüstrisi içerisinde oynadıkları filmlerin maliyetlerini aşan gelirleri var. Aklıma ilk elde gelen bu gelirler şunlar: gişe geliri, televizyonlardan alınan gösterim ücretleri, DVD'lerden gelen gelir, oyuncak vb. yapılmışsa onlardan gelen gelirler vd... Kanımca, bu yollarla gerçekleşen artık değerden, pay alıyorlar film "yıldız"ları. Aldıkları yüksek meblağlar, artık değer gerçekleşmeden önce ödeniyor onlara diye düşünüyorum. Yoksa, bu aktörler emek güçlerini satıp, ona karşılık gelen bir "ücret" almıyorlar. Emek harcadıkları kesin, fakat kazandıkları para emek güçlerinin değerini yansıtmıyor.
YanıtlaSilBurada ilk etapta sorun şuradan çıkıyor diye düşünüyorum. En azından görünüşte Brad Pitt emeğini satıp para kazanıyor gibi görünüyor. Tıpkı aynı filmdeki tanınmamış bir oyuncu veya ışık görevlisi gibi çalışıyor ve karşılığında para alıyor. Örneğin Yeşilçam oyuncularının içinde ekonomik zorluk çeken oyuncular vardı bildiğim kadarıyla. Dolayısı ile Brad Pitt şunu diyebiliyor, ben oyunculuk işini daha iyi yapıyorum. İnsanlar beni izlemeyi seviyorlar, o nedenle oynadığım filmin değerini arttırıyorum, ki bir filmi Brad Pitt oynuyor diye izleyenler gerçekten var, dolayısı ile aldığım milyon dolarlar aslında benim emeğimle ortaya çıkan ürüne kattığım değerin bir karşılığı, yani bunu hak ediyorum. Brad Pitt'in bu iddiası, aslında daha mütevazi bir maaş, mesela yılda 100 bin dolar alan ABDli bir mühendisin, ben Georgia'da karpuz tarlasında çalışan tarım işçisinden 10 katı maaş alıyorum, çünkü tarlada çalışan o işçinin emeği ile karpuza kattığı değerden daha fazla değer katıyorum ürettiğim ürüne demesinden bana çok farklı gelmiyor. Kişisel düşüncem hem Brad Pitt'in hem de 100 bin dolar alan mühendis yanılıyor. Kapitalist sistemde bu yanılgıları kendilerini kapitalist cepheye atmanın bir yolunu bulmadıkları taktirde aldıkları yüksek veya orta düzeyde maaşı da tehdit etmesi muhtemel. Kapitalist sistemde maaşların neredeyse hiçbir zaman objektif olarak ne şekilde tanım getirirsek getirelim, üretkenlikle ilişkili olmadığını düşünüyorum. Maaşlar pazarlık gücü ile ilgilidir. Sermayedar elinde üretim araçlarını tutarak büyük bir güç sahibi olsa da, işçi kesiminin kimi üyelerinin bazen sermayedarın elini zorlayacak bir güce sahip olabildiğini düşünüyorum. Bu güç de onların sömürü oranlarının düşmesini ve kimi zaman sömürüden pay almalarını sağlayabiliyor. Kapitalist sistem bu tarz işçilerin sayılarını az tutup izole ettiğinde, onların kendilerini diğer işçilerden farklı olduğuna inandırdığında, bu işçilerden aldığı sömürünün azalmasını hatta onlara sömürüden pay vermeyi kaldırabiliyor. Ancak aynı zamanda bu tarz işçilerin elinden o gücü de almak için bir mücadele veriyor. Tek bir işçinin olmasa da genel olarak bu gruplara giren işçi kesimlerinin. Çalışanların uzun süre diğer alanlarda çalışanlara göre çok daha esnek koşulların tadını çıkarabildiği akademide bu koşulların adım adım inşaat işçisinin düzeyine yaklaştırılması bunun bir örneği sayılabilir. Günümüzün orta sınıfının en ciddi kaynağının bu pazarlık payı yüksek işçiler olduğunu düşünüyorum. Bu işçilerin bir bölümü, sonradan çoğu iki üç yıl içinde batacak, küçük bir bölümü ayakta kalıp, kritik sektörlerde kurulup, bir şekilde ciddi sermaye desteği bulabilen daha da küçük bir kesimi büyük bir şirkete dönüşecek küçük ve orta ölçekli şirketler de kuruyor. Standart orta sınıf hayali mesela, bir Akdeniz şehrinde butik otel veya İstanbul'da bir kafe açmaktır. Tabii yine de bakmak lazım aslında ilginç bir araştırma konusu olabilir, KOBİleri hangi kesimlerden gelenler kuruyor, ve arka planları nedir kuranların.
Sili. Önce şunu bir netleştirelim: Ücret/maaş, emek gücünün değeri çevresinde dalgalanan bir fiyattır. Ücret/maaş, işçilerin harcadığı tüm emeğin karşılığı değildir. Hollywood "yıldızları", emek güçlerinin değerini kabaca yansıtan bir ücret/maaş almaz; film başına yaptıkları sözleşmeyle, kanımca dolaşım alanında gerçekleşecek artık değerden pay alırlar. Bir mühendis ise, emek gücünün değerini yansıtan ücret/maaş alır. Hollywood "yıldızı" ile ücretli emekçi olan bir mühendis, aynı sınıfın üyesi değildir.
Silii. Vasıflı emek gücünün değeri, vasıfsız emek gücünün birkaç katı olabiliyor. Bu değerin katlanmasının nedeni geçmişte alınan eğitim vb. süreçlerdir. Dolayısıyla, bir mühendis ile tarım işçisinin aldıkları ücret arasında birkaç kat fark olabiliyor. Hollywood "yıldızı", vasıflı emek gücünü oluşturmuyor, yani emek gücünü yansıtan bir ücreti bulunmuyor. Film başına aldığı yüksek meblağ, ideolojik-kültürel bir misyonu yerine getirdiği için ödül olarak verilen artık değerden geliyor, kanımca. Mühendisin durumunda ise böyle değil. Bir mühendis, emek gücünün değerine karşılık gelen bir zamanın ötesine geçerek, sermaye için çalışıyor ve artık değer üretimine katılıyor.
iii. Ücretler, işçiler ile patronlar arasındaki güç dengesinden etkilenir. Bu iki sınıfın örgütlülükleri, ücretlerin düzeyinin saptanmasında önemlidir. Fakat artık değerden pay alan işçiler kimlerdir?.. Ben işçi sınıfından olup da, artık değerden pay alan bir kesimin olduğunu düşünmüyorum.
iv. Akademisyenlerin sınıfsal konumunun, ücretli emekçi olduğunu belirtmeliyim. Emek güçlerinin değeri var, bunu yansıtan ücretleri var ve artık emek zamanı harcayıp, sömürülüyorlar.
v. KOBİ'lerin patronları kapitalisttir, onların çocukları da büyük ihtimalle bu ölçekte işletmelerde kapitalist olmaya adaydır. Elbette çocukları, onlara kalan mirası işletmeyip, başka mesleklere de yönelebilirler. Hangi kesimlerden geldikleri konusunda net bilgim olmadığından, bir şey söylemiyorum.
vi. "Orta sınıfı", gelir düzeyinde bakarak kurgusal olarak zihnimizde oluşturursak, hayallerinden, özlemlerinden vb. bahsedebilir duruma geliyoruz. Önce şu "orta sınıf" kavramlaştırmasını yapanların, toplumsal gerçeklikte üretim ilişkileri çerçevesinin neresinde bu sınıfın olduğunu anlatmaları lazım. Bu sınıf kimleri kapsıyor ve neden kapsıyor; bunu ortaya koymak gerek.
Emeğin değerinin maaştan farklı olduğuna katılıyorum. Hatta bunun da ötesinde. Bu düşüncemin yargıya açık olduğuna katılıyorum, ama kabaca Dünya'nın gayrısafi milli hasılasını, Dünyadaki işçi sayısı ile ortalama çalışma süresinin çarpımına bölersek, küresel düzeyde emeğin bir saatlik değerinin parasal karşılığını buluruz diye düşünüyorum. Evet tüm emek türleri eşit değildir, ancak "daha değerli" bir emek tanımını objektif bir şekilde nasıl yaparsak yapalım alınan ücret ile o değer arasında güçlü bir teorik ilişki kurmak mümkün değildir diye düşünüyorum. İnternetten hesapladığım kadarıyla bu hesabı yapınca haftada 40 saat çalışan birisinin harcadığı 4 haftalık emek 2033 Dolar oluyor, saatlik de 12.7 dolar. Çalıştığı saat başına bu paradan fazla alan işçileri teknik olarak sömürülmüyor saymak ya da sömürülüyor ama sonrasında sömürüden pay alıyor saymak mümkün diye düşünüyorum. Tabii burada sorunlu noktalar var, ama fark açıldıkça bu noktaların öneminin o kadar büyük olmadığını düşünüyorum. Misal çalıştığı saat başına 50 doların üstünde para alanlar için yukarıdaki tanımın en azından yüzde 90, 100 dolar üstü alanlar için yüzde 99.9 tutacağını düşünüyorum yapacağımız her hangi bir objektif tanım üzerinden.
SilHollywood yıldızı, mühendis ve tarım işçisi üçlüsünü söz konusu olduğunda, bu üçlünün bir konuda en azından benzer olduğunu düşünüyorum. Üçünün de aldıkları ücretin bir şekilde emekleri ile ilişkileri vardır. Bence mesela, eğer Brad Pitt'in oynadığı filmin prodüktörü adamı oynatıp da 10 milyon dolar ücret vereceğine beni oynatıp 100 bin dolar vermeyi tercih eder. Ama Brad Pitt filmin daha çok kişi tarafından izlenmesini sağlar, o nedenle adam onu oynatmak zorunda kalar. Dolayısı ile en azından Brad Pitt'in oynadığı filmin prodüktörden aldığı paranın harcadığı emekle bir bağlantısı vardır. Mesela Donald Trump için kazandığı parayı "çalışıp da kazandığını" söylemesi zordur ama Brad Pitt'in bunu söylemesi durumunda en azından çok güçlü bir "yanılıyorsun" cevabı vermek kolay değil. Ben Brad Pitt bana bunu dese şunu derdim. "Evet çalıştın ama aldığın para emeğinin karşılığı ile kıyas bile edilmeyecek kadar yüksek, adil bir Dünya'da senin emeğinin karşılığı Georgia eyaletinde güneşin altında çalışan tarım işçisininki ile aynı olmalı."
Tam olarak burada Brad Pitt ile, ABD'de Google'da çalışan mühendis bence kesişiyor. İkisi de son kertede sarf ettikleri demek şu ya da bu nedenle onları çalıştıranlar için değerli olduğu için çok farklı seviyelerde olsa da ortalamanın üstünde maaş alıyorlar. İkisi de (eğer yazılımcı ortalama bir ABDli ise) aldığı maaşın yüksekliğinin tamamen kendi emeklerinin değerinden kaynaklandığını düşünüyor. İlk etapta ikisi de bu iddialarında haklı gibi görünüyorlar. Çünkü o mühendis yerine, daha düşük maaşa çalışmaya razı birisini getirsek veya Brad Pitt yerine 100 bin dolara seve seve tamam diyebilecek benim gibi birisi oynasa (gerçi oyunculuğu sevmiyorum ve yapamam) üretilen şey o kadar "değerli" olmayacak.
Dolayısı ile sistem nasıl bir emek-sermaye dinamiği ve gerilimi yaratıyorsa, arka planda ikincil de olsa son derece gerçek etkileri olan bir "değerli emek" "değersiz emek" gerilimi yaratıyor, yaratmakla kalmayıp bunu kullanıyor, yerine göre ön plana koyuyor. Sistemin en kritik çelişkisi emek-sermaye çelişkisi olmayı sürdürüyor, ancak ikincil çelişkinin de bence yabana atılmayacak etkileri var. Etnik meseleleri ve cinsiyet eşitsizliğinin de bu çelişkiden kaynaklanan boyutlarının olduğunu düşünüyorum. Akademisyenler için emekçi kelimesinin de ötesinde "işçi" kelimesini kullanıyorum ben. Konumumuzu daha net, hafif de rahatsız edici olarak gösteren bir kelime olduğunu düşünüyorum. Ama bu kelimenin birçok akademisyen tarafından hoş karşılanmayacağını düşünüyorum. Ki aslında bahsettiğim gerilimin gerçek hayattaki en açık örneklerinden birisi, en azından kimi akademisyenlerin kendilerinin işçi olarak görülmesinden çok haz etmemeleri.
KOBİlerin orta maaşlı işçilerden ayrı olarak analiz edilmesinin faydalı olduğunu düşünüyorum. Ancak burada ilginç olan nokta şu, özel hastanede çalışan işinde iyi olan bir doktor, işten ayrılıp, kendisine ortak olan bir sermayedar bularak ya da evini satarak, bir iş yeri açabiliyor, sonra bu iş yerini büyütüp mesela 10 doktorun çalıştığı bir merkeze dönüştürebiliyor. Bu durumda emekçi olan bir insanın, birikimini bir tür sermayeye dönüştürüp, kapitalist sınıfına geçmiş oluyor. Eğer özel hastanedeki doktor için, kendi yerini açmak bir seçenekse, sıra dışı şansa bağlı değilse, birikimi ile bunu rahatlıkla istediği zaman yapabiliyorsa, emekçi doktor ile, tıp merkezinin sahibi olan doktoru farklı sınıflara ait görebilir miyiz? Görebilirsek, bu iki sınıfın birbirlerine dokunabildiği bir noktadır diye düşünüyorum. Aynısı aslında, çalıştığı mimarlık firmasından ayrılıp, 10 ya da 15 kişinin çalıştığı bir lokanta açan mimar için de geçerli. Burada en kritik nokta tabii bu işletmelerin büyük çoğunluğunun kısa sürede batması. Ayakta kalmanın çoğu KOBİ için zor olması. Yani yüksek maaşlı bir işçi için bile KOBİ kurmak riskli ve iki defa düşünülmesi gereken bir şey. Tamamen geçirmez olmasa da bir bariyer var.
SilOrta sınıfın büyük oranda ekonomik temellerden bağımsız tanımlandığına ve bunun sorunlu olduğuna katılıyorum. Ana akım iktisatta aslında sınıf tanımı sermaye-emek üzerinden yapılmaz. Üst sınıfın iyi işleyen bir kapitalizmde tanım gereği daha üretken olması gerektiği (burada sıkıntı, üretkenliğin madem çok para alıyor o zaman üretkendir şeklinde yapılması), alt sınıf da üretken olmayan sınıf olarak tanımlanıyor.
Ancak Emek sermaye tanımlanasından bağımsız bir orta, alt ve üst sınıf tanımının bu şekilde olmasa da mümkün olduğunu düşünüyorum ben. Orta sınıfa ait olma hissi en azından, toplumun sadece hayatta kalma kaygısının ötesine geçebilen ama toplumsal yaşamı yönledirecek gücü olmayan üyeleri için. Elon Musk ABD ve Dünya'daki kültürel ve ekonomik yapıya şekil verebilirken, 100 bin dolar kazanan mühendis, bunu yapamaz, ama aynı zamanda bir ay sonra evden atılır mıyım, çocuğum aç kalır mı, annemin babamın sağlık masrafını karşılar mıyım derdi yoktur. Nereye tatile gideceğine karar verme, çocuğuna oyunca alma lüksü vardır, veya çocuğu ile beyzbol oynama. Alt sınıf bunu yapamayan, sürekli hayatta kalma kaygısı yaşayan ya da toplumsal yaşama katılma anlamında hayatta kalamayanlar olarak adlandırılabilir.
Bu tanım insanların bu gruplara nasıl girip çıktıklarını açıklamıyor, ama en azından genel bir toplumsal çerçeve çiziyor, ekonomik ilişkiler ile bu çerçeve bence bir araya gelebilir. Bu yapıldığında, bir noktada küçük sermayedarlar ile, orta/yüksek ücretli işçi grubunun algısal olarak kendilerini aynı grubun parçası olarak hissettikleri bir alan olduğunu görüyoruz. Bu alana dahil olan işçi ve sermayedarlar, hastanede çalışan doktor ile, 10 kişinin çalıştığı lokanta sahibi gibi, ekonomik olarak da aslında birbirlerinin ellerini uzatsa tutabileceği noktadalar. Bu genel ilişkilerin dinamiğini değiştirmiyor. Ama bu alan o ilişkilerin doğasını daha iyi anlamımızı sağlayacak bir alan diye düşünüyorum. Sistemik kuralların en iyi anlaşıldığı keşifler genellikle tam da bu o kuralların görece tuhaflaştığı alanlar üzerinden yapılır. Bir türlü Dünya üzerine düşemeyen Ay sayesinde bulunan yer çekimi yasası gibi.
1. Emek gücü ile emek farkını gözden kaçırıyorsun. Ücret/maaş, emek gücünün değeri etrafında dalgalanan bir fiyattır. İşçilerin emek güçlerinin değerine karşılık gelen gerekli emek zamanına ek olarak, patron için çalıştıkları artık emek zamanı var olduğu için sömürü vardır. Yani emek gücü öyle bir metadır ki, fiyatı ücrettir ve emek üretir; açığa çıkan bu emeğin bir kısmı emek gücünün değerine tekabül eder, bir kısmı ise artık değere. Yani senin hesaplamandaki saatlik 12.7 dolar içinde hem emek gücünün değeri olarak işçiye ödenen saatlik ücret var, hem de patronların el koyduğu artık değerin parasal karşılığı var.
Sil2. Emek ile emek gücünü birbirine karıştırınca, yaptığın yorum doğru olmuyor. Sömürü emek gücünün, kendi değerinin üzerinde bir değer üretmesiyle oluşuyor.
3. Ücret/maaş, Hollywood yıldızları için geçerli bir kavram değil. Bunların gelirlerinden bahsedilebilir, fakat emek güçlerinin değerini yansıtan bir ücret almıyorlar. Oysa mühendisin durumu tamamen farklı, çünkü o bir işçi. Mühendisin emek gücünün değerini az çok yansıtan bir ücreti var ve üretimde harcadığı emeğin bir bölümü artık emek olduğundan, patronuna artık değer kazandırıyor. Tarım işçisi de, vasıfsız emek gücü olarak bir ücret alır, emek gücünün harcanmasıyla ortaya çıkan emeğiyle, patronu için artık değer de yaratır.
4. Marx'a göre "emeğin değeri" kavramlaştırması saçmadır. Değer, emektir.
5. KOBİ'lerle kastedilenin ben, küçük-orta ölçekli imalat sanayisi olduğunu biliyordum. Bir doktor 10 hekim çalıştırınca, bir mimar lokanta açınca, KOBİ olmaz. Bunlar küçük birer kapitalist olur. Çalıştırdıkları emekçileri de sömürmeye başlarlar.
6. Birikimi olan bir emekçi doktor, küçük bir tıp merkezi açıp patron olabilir. Yani işçi olmaktan çıkıp, patron olabilir. Fakat birikimi de olsa, yaşam kaygısı olmasa da, kendi emek gücünü ücreti karşılığı satıp, yaşadığından, bir işçidir. Ne zamanki, sömürmeye başlar, o zaman sınıfını değiştirir. Kendi başında bir birikimi olması, onu başka bir sınıfa sokmaz.
Bu konuların her birisi ile ilgili ayrı bir yazı yazılabilir. Marksist Ekonomi Teori ile ilgili yazıların üzerinden bu konuları tartışabiliriz.
Sil