24 Nisan 2024 Çarşamba

İklim Değişikliği

Cihan Ersoy

Sermaye iklim krizinin hem sorumlusu hem de mağduru mudur? İklimdeki değişmeler, imdat sinyalleri mi vermektedir? Gelecekte insanlığın tamamını kuraklık, açlık, savaşlar ve acı mı beklemektedir?..

Bilimsel verileri dikkate almadan İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ fenomenini, sorumlusunu, etkilediği/etkileyeceği alanları anlamak neredeyse imkânsız bir durum. Haliyle bu bulanıklık, sermayenin kendisini mağdur ilan etmesine alan açıyor.

Atmosferde CO2 (karbondioksit) gazının miktarının artması, Dünyanın daha önceki yaşadığı süreçler göz önüne alındığında etkisi tartışılmaz bir parametre durumunda. Ama biraz farklı bir açıdan bakalım. CO2’nin 2023 yılında Mayıs ayında atmosferdeki konsantrasyonu 424 ppm düzeyindeydi. Bu düzey, endüstri devrimi öncesi miktarının %50 üzerindedir (https://www.iklimhaber.org/yeni-rapor-atmosferdeki-karbondioksit-orani-endustri-oncesi-seviyeden-yuzde-50-daha-yuksek/ ). Durumu anlamak için başka bir veriye bakalım:

Dikkat edilirse, atmosfer sıcaklığının artış eğrisinin eğimi 1970’li yılların başından itibaren değişmiş bulunuyor. Peki, küresel ısınmanın tek sorumlusu atmosferdeki CO2 gazı mı yoksa atmosferdeki CO2 konsantrasyonunun bu kadar göz önüne çıkarılması bir şeylerin dikkatlerden kaçırılma çabası mı?.. Ppm, bir konsantrasyon birimidir ve 424 ppm demek, milyonda 424 kısım anlamına gelir. Birkaç hesaplama ile 424 ppm’in 1 m3 hava içindeki kütlesinin 0,0096 mol’a karşılık geldiği bulunabilir (15o C sıcaklıkta ve 1,225 kg/m3 hava konsantrasyonunda). Şimdi de, atmosferin doğal bileşeni olan su konsantrasyonuna bakalım. Atmosferdeki su molekülünün maksimum değeri, yine aynı koşullarda mutlak nem açısından 6,66 gram’dır. Bu miktar 0.36 mol’e karşılık gelir. Yani atmosferde 1 molekül CO2 başına 38,2 adet H20 molekülü bulunmaktadır. Hava sıcaklığının artmasıyla buharlaşan su miktarı artacağından bu miktar daha da artacaktır.

Güneşten gelen ışık fotonları, dünya atmosferine girdikten sonra atmosferdeki gazlara çarpar, sonrasında kara ve denizlere çarparak yansır. Yansıyan fotonlar yine atmosferik gazlara çarpar ve nihayetinde uzaya kaçar. Fotonlar her çarpışmada enerjisinin bir kısmını çarptığı moleküllere ve maddelere aktarır. Dünyanın ısınması bu şekilde olur. Peki, atmosfer içinde 0,0096 mol CO2 molekülüne çarpmak mı, yoksa konsantrasyonu CO2’nin yaklaşık 38 katı olan su buharına çarpmak mı daha olasıdır ve daha fazla gerçekleşir?..

Şu sonuca varıyoruz: Atmosferin bu denli ısınmasının en büyük sebebi CO2 değil, su buharıdır. Peki, neden CO2 üzerinde bu kadar duruluyor?.. Bu sorunun cevabı tamamen politiktir. Termodinamiğin yasalarına göre, her faaliyet entropiye eğilimlidir. Yani düzensizliğe doğru bir seyir izler. Entropi, serbest kalmış enerjinin artık işe yaramayan ama büyük bir oranını temsil eden kesimini anlatır. Enerji çevrimi sırasında açığa çıkar ve kullanılamaz. Gerek fosil kökenli yakıt kullanımı sırasında, gerekse nükleer santrallerde zorunlulukla açığa çıkar. Bir örnek vermek gerekirse  Akkuyu NGS’nin 1 saatte çevrimini yapacağı enerji 12 GW iken, bu ısı enerjisinin sadece 4.8 GW’lık kısmı elektrik enerjisine dönüşecektir. Kalan enerji ise gerek soğutma suyu yoluyla, gerekse atık ısı olarak atmosfere verilir. Bunun sonucu olarak denizden buharlaşacak su miktarının 1 milyon m3/gün olacağı tahmin edilmektedir. Uzun sözün kısası enerji çevrimi sonucunda atmosferin ısınması endüstrileşmenin sonucudur ve bu ısınma daha çok su aracılığıyla oluşmaktadır.

CO2 gazı, oluşum süreci itibarıyla en fazla fosil kökenli yakıtların antropojenik olarak enerji çevriminde kullanılması sonucu ortaya çıkar ve toplam emisyonun %85’i endüstriyel faaliyetlerden oluşmaktadır (2022 TMMOB EMO enerji çalıştayı sonuç raporu). Bu emisyonun yegâne sorumlusu olarak bütün insanlığı göstermenin akıl-dışılığı ortadadır. Hiç talep olmazsa arz olmaz denebilir. Fakat kapitalizm, uzun zamandır insanlığı DAYATILMIŞ İHTİYAÇ kıskacına almış durumdadır. Yani talebi belirleyen en önemli faktör, bizzat arzın kendisidir. Atmosferik ısınmanın ivmelendiği zaman kesiti 1970’li yıllardır. Bu yılları biraz mercek altına alındığında, bu yıllardan sonra endüstriyel ürünlerin dayanıklılığının azaldığı, sürekli var olan ürünlerin üst modellerinin çıkarılarak toplumun tüketim çılgınlığına sürüklenmeye başladığı görülür. Ayrıca, atmosfere CO2 emisyonunun artmasının nedenlerinden biri, enerjiye ulaşımın 2. endüstri devrimi sonrası daha da kolaylaşmasıdır.

Enerjiye ulaşımın kolaylaşması fabrikaların ve üretim araçlarının yapısını etkilemiştir. Örneğin otomobil fabrikaları üretim bantları oluşturdu. Sermaye açısından daha az işçilik maliyeti ile daha çok mal üretimi fikri, diş kamaştırıcıydı. Eğer bir malın üretimi için gereken hammadde ve gereken enerjiden yani satın alma mefhumundan tasarruf edilemiyorsa, tasarruf edilecek tek parametre emek-gücüdür. Ve şunu biliyoruz ki daha fazla mal üretimi, daha fazla enerji kullanma ihtiyacını beraberinde getirir. Emek cephesi açısından duruma bakılırsa durum iki kere vahim bir hal almaktadır.

1) Teknolojinin gelişimiyle insan emeğine duyulan ihtiyaç zamanla azaldığı için, mevcut olandan daha büyük bir sefalet ile yüz yüze kalmak

2) Dayanıksız tüketim mallarını almak zorunda bırakılarak, sürekli tüketim cenderesine girmek. Yeni ürün elde edebilmek için daha çok emek sarf etmek zorunda olmak.

Bu iki faktör artan işsizliği açıklamaktadır.

Endüstride durum böyle iken, tarım ve gıda ürünleri üretimi bu süreçlerin dışında değildir. Kimyasal gübreler, kısa bir süre için verim artışı sağlarken, bir süre sonra toprakta organik materyallerin sürekli eksilmesi, hem toprak yapısının (flora, fauna, iz elementler vd.) bozulması, hem de toprağın tuzlanması sonucunu doğurmuş, buna bağlı olarak toprağın su tutma kapasitesi azalmış, toprak üstünde verim azalırken, verim artsın diye fazlaca verilen gübrelerdeki nitrat ve tuz kökleri yeraltı sularına karışmış, yeryüzüne ulaştığı yerdeki ekosistemi etkilemeye başlamıştır. Bunlar ve daha sayılmamış birçok parametre bir araya geldiğinde, ekosistem artık tolerans sınırlarının zorlandığı bir evreye girmiştir. 

Doğal varlıkların sermaye açısından kaynak olarak görülmesi ve fütursuzca talan edilmesi, küresel olarak iklim krizini daha da içinden çıkılmaz bir hale getirirken, yaşam alanlarının tahribatı karşısında insanlara yaşam alanlarını terk etmekten başka bir seçenek bırakılmamaktadır. Bunun zorunlu sonucu olarak emek gücü belirli bölgelere yığılmaktadır. Bu yığılma da yoğunluğun arttığı bölgelerde işsizliği artırmakta, ucuz iş gücü oluşturarak emek ikamesini doğurmakta, emekçi halkı sefalete sürüklemektedir. Sonuçta endüstriyel olmayan hava kirliliğini ve bir türlü giderilemeyen kullanma suyu ihtiyacını konuşmaktayız. İşin ironik yanı ise göç ettirilmek zorunda kalan insanların sırtına yaftalar yapıştırmalarına kayıtsız kalmaktayız.

Özetle üretim araçlarının gelişimi, insanlığı ve ekosistemi etkilemektedir:

1) İnsan emeğine daha az ihtiyaç duyulduğu için sefalet artmaktadır,

2) Daha fazla ürün arzıyla daha çok kar üretmek için daha fazla enerjiye ve doğal varlıklara ihtiyaç duyulmaktadır.

Birleşmiş Milletler kontrolünde iklim değişikliği ile mücadele etmek için oluşturulan Paris Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) ise, insanlığa bir çıkış yolu vaat etmekten çok, CO2 emisyonunun alınır satılır bir meta haline getirilmesine hizmet etmektedir.  Oluşturduğu karbon ticareti gelişmiş kapitalist ülkelerin, mal ve hizmet üretmek için fosil kökenli yakıtları kullanmak zorunda olan az gelişmiş kapitalist ülkeleri sömürmesinin yeni bir yolu olmuştur. Bu yüzsüzlük öyle bir noktaya gelmiştir ki, COP27 Glasgow toplantısında nükleer güç santrallerinin sırf CO2 emisyonu yapmadıkları gerekçesi ile YEŞİL ENERJİ olarak kabul edilmesi kararı alınmıştır. Sadece bu karar bile IPCC’in neye ve kimlere hizmet ettiğini açıkça göstermektedir.

Aşağıdaki grafik, gelişmiş kapitalist ülkeler sermayesinin yaratılmasında bizzat sorumlu olduğu CO2 emisyon artışını, karbon borsası kurarak, nasıl da az gelişmiş kapitalist ülkeleri soymada kullandığının göstergesidir.

(Kaynak: https://yesilbuyume.org/gonullu-karbon-piyasalari-ve-karbon-dengeleme/ )

Az gelişmiş kapitalist ülkeler, ürettiğikleri mal ya da hizmeti satmak için Avrupa’yı bir pazar olarak görüyorlarsa, enerji kaynaklarının kullanılmasıyla oluşan CO2 gazının diyetini ödemek zorunda kalıyorlar. Bu borsa bu durumu düzenlemek için var.

Karbon borsası ve CO2’nin neden böyle dillere pelesenk olduğunu açıkladıktan sonra değinmeden geçemeyeceğimiz bir noktaysa, iklim değişikliğinin pratik hayata yansımaları olan anormal iklimsel aktivitelerin zamanla artışıdır. Atmosferdeki su buharı sıcaklığın artmasına bağlı olarak yoğunlaşmaya fırsat bulamaz. Kinetik enerjisi buna izin vermez. Soğuk hava kütlesi ile karşılaşması sonucunda yüksek bulutlanma oluşur ve son zamanlarda sıkça karşı karşıya kaldığımız ani ve yüksek miktarda şarjlar olarak yeryüzüne düşer. Bunun anlamı iri taneli dolu ya da sel demektir. Havanın sıcak olduğu zamanlardaysa kuraklıklar görülür.

Sonuçların değil de nedenlerin tartışılması, geri döndürülemez diye insanların gözünü korkuttukları iklim değişikliği sorununun çözümü için başlangıç olacaktır.

İklim değişikliğinin nedeni hayatını sürdürmek için çaba sarf eden insan toplumları değil, azgın kar hırsı dizginlenemeyen kapitalizmdir.

Mağdur olan kapitalizm değil, ekosistemin bizzat kendisidir.

Olası iklim göçleri, bu felaketin yani bizzat kapitalizmin sonucudur.

21 Nisan 2024 Pazar

Mektuplaşmalarında Marx ve Engels’in dostluğu

Marcello Musto

Karl Marx ve Friedrich Engels ilk kez 1842 yılı Kasım ayında Köln’de, Marx’ın o dönem genç bir editör olarak çalıştığı Rheinische Zeitung gazete bürosunda tanıştılar. Fakat teorik ortaklıkları 1844 yılında Paris’te başladı. Bir tekstil sanayicisinin oğlu olan Engels, çoktan İngiltere’yi gezme fırsatı bulmuş, kapitalist sömürünün işçi sınıfı üzerindeki etkisini kendi gözleriyle görme şansına sahip olmuştu. Franco-German Salnamesi’ne yazdığı ekonomi politik eleştirisi, o dönemde kendisi de bu konuyla yakından ilgilenen Marx’ın dikkatini cezbetmişti. İkilinin ömürlerinin sonuna kadar sürecek teorik ve siyasi ortaklıkları böyle başladı.

1845 yılında, Fransız hükümeti Marx’ı komünist faaliyetlerinden ötürü ülkeden atınca, Engels de onunla birlikte Brüksel’e taşındı.

Aynı yıl, ortaklaşa yazdıkları nadir kitaplardan biri olan ve Genç Hegelcilerin idealizmini eleştiren Kutsal Aile basılırken, yine ortaklaşmalarının bir sonucu olan Alman İdeolojisi başlıklı uzun elyazmalarını ise basmayarak “farelerin kemirgen eleştirisine” terk ettiler. Kısa süre sonra, hava 1848 devrimine doğru dönmeye başladığında, Marx ve Engels, insanlık tarihinde en çok okunan siyasi metni ortaya çıkardı: Komünist Parti Manifestosu.

1849 yılında devrimin yenilgisini takiben, Marx İngiltere’ye taşınmak zorunda kalınca, Engels de onun peşinden kanalı geçti. Marx Londra’da pansiyonlarda kalırken dostu ise 300 kilometre ötedeki Manchester’de aile şirketinin başına geçti. 1870’de Engels emekliye ayrılıp nihayet başkentteki arkadaşına kavuştuğunda, bu iki adam hayatlarının en yoğun dönemine girdi, haftada birkaç kez çağın başlıca siyasi ve ekonomik olaylarına dair yazdıkları notlarını karşılaştırmak için buluşuyorlardı. Birbirlerine gönderdikleri 2.500 mektubun çoğu, bu dönemde yazılmıştı, bununla da kalmayarak 20 farklı ülkeden eylemcilere ve entelektüellere de 1.500 mektup yazdılar. Buna Marx ve Engels’e üçüncü kişilerden gelen 10 bin mektubu ve kim tarafından gönderildiği bulunamayan ayrıca 6 bin mektubu daha ekleyelim. Kimilerini yazılarında tam olarak geliştiremedikleri fikirlerle dolu, paha biçilemez bir hazine.

19. yüzyılda, bu iki komünist devrimcinin kaleminden çıkanlar kadar bilgelik dolu yazışma çok azdır. Marx 8 dilde okuyabilirken, Engels 12 dile hâkimiyeti vardı, bir mektuba başladıkları dil ortasında değişebiliyordu, bunun bir sebebi de Antik Yunanca ve Latince de dahil olmak üzere, öğrendikleri alıntıları orijinal dilinde yazmaları. Bu iki hümanist aynı zamanda edebiyata da sevdalıydı. Marx ezberindeki Shakespeare pasajlarını kalpten okurken, kütüphanesindeki Eshilos, Dante ve Balzac ciltlerine bıkmadan geri dönerdi. Engels uzun süre Manchester’deki Schiller Enstitüsünün başkanlığını yapmıştı, Goethe, Aristoteles ve Lessing’e tapıyordu. Uluslararası gelişmeler ve devrimci olasılıklara dair daimi tartışmalarının yanında, diyaloglarının birçoğu teknolojideki güncel gelişmelere, jeolojiye, kimyaya, fiziğe, matematiğe ve antropolojiye dairdi. Marx Engels’i hiçbir zaman vazgeçemeyeceği bir muhatabı olarak görüyordu, ne zaman tartışmalı bir konuda tavır alması gerekse önce onun eleştirilerini dinliyordu.

Bazı zamanlar da ilişkileri hakiki bir işbölümünü içeriyordu. 1851’den 1882’ye kadar New York Tribune’de (ABD’de en geniş dağıtım ağı olan gazeteydi) Marx’ın kendi imzasıyla yayımlanan 487 makalenin neredeyse yarısını Engels yazmıştı. Marx Amerikan kamuoyuna ekonomik krizler ve dünya siyasetindeki önemli olaylar hakkında yazarken, Engels dünyanın gidişatını, süregiden savaşların olası sonuçlarını anlatıyordu. Engels’in bu çabaları dostunun ekonomik çalışmalarını tamamlamaya zaman ayırabilmesine imkân vermişti.

Bu iki dost arasındaki ilişki, yalnızca entelektüel seviyede değil beşeri düzeyde de olağanüstüydü. Marx on yıllar boyu yaşadığı ağır ekonomik zorluklardan geçirdiği sayısız hastalıklara kadar tüm bireysel sorunlarını Engels’e açtı. Engels Marx ve ailesine yardım etme konusunda topyekûn bir şahsi fedakârlığa girişti, insan onuruna yaraşır bir yaşam sürmesinden Kapital’in tamamlanmasını kolaylaştırmaya elinden gelen her şeyi yaptı. Marx, finansal desteğinden dolayı minnettarlığını, 1867 yılının bir ağustos gecesinde, birinci cildin düzeltmelerini bitirdikten sonra başladığı mektubunda ifade etti: “Bunun mümkün olabilmesini yalnızca sana borçluyum.”

1864 yılının eylül ayından itibaren Marx’ın Birinci Enternasyonalin faaliyetlerine dahil olması, ustalık eserinin tamamlanmasında yeni bir gecikme unsuruna dönüştü. Baştan itibaren önderliğin getirdiği ağır yükü kabul etti, fakat Engels de imkân bulduğu anda tüm siyasi yeteneklerini işçilerin hizmetine adadı. 18 Mart 1871 gecesi, “cennetten esen fırtınaların” başarılı olduğu ve tarihin ilk sosyalist komününün Paris’te kurulduğu haberi geldiğinde, zamanın beklediklerinden de hızlı ilerlediğini anladılar.

1881’de Marx eşini kaybettikten sonra da doktorlar rahatsızlıklarının tedavisi için reçeteye Londra’dan uzak diyarlara seyahatler yazdığında da bu iki dost birbirlerine yazmayı hiç bırakmadı. Yazışmalarında sıklıkla birbirlerine yoldaşlarının taktıkları lakaplarla hitap ettiler: Arap ve General. Kapkara sakalı ve saçları sebebiyle Marx’a arap, engin askeri bilgisi sebebiyle ise Engels’e general diye hitap ediyorlardı.

Ölümünden kısa süre önce Marx kızı Eleanoar’dan Engels’e tamamlayamadığı elyazmalarını “bir şeye çevirmesini” söylemesini istedi. Engels Marx’ın vasiyetini kabul etti ve 1883’ün mart ayında, arkadaşını son görüşünden sonra bu zorlu göreve başladı. Marx’ın ölümünün ardından yaşayabildiği 20 yılın çoğunda, arkadaşının ömrünün yetmediği, Kapital’in ikinci ve üçüncü cildinin taslaklarını basıma hazır hale getirmekle uğraştı

Engels hayatının son dönemini, Marx ile ortaklaşa yaptıkları şeylerin özlemiyle yaşadı, bitmeyen mektuplaşmaları gibi. Engels yıllarca yazışmalarını özenle katalogladığından hepsini tarihine göre bulabiliyordu. Geceleri mektup yazma alışkanlığı olan Engels, artık piposunu tüttürürken arada eski mektupları okuyor, gençliklerinde yüzlerinden eksik olmayan gülümsemeyle, şakalaşarak, bir sonraki devrimin nerede olacağını tahmin ederek geçirdikleri anları, yılları, biraz da melankolik duygular eşliğinde hatırlıyordu. Fakat başkalarının onların teorik çabalarını ilerletmeye devam edeceğinden, dünyanın farklı köşelerinde milyonların altsınıfların kurtuluşu mücadelesini sürdüreceğinden hiç şüphe etmedi.

Çevirmen: Yunus Emre Ceren

29 Şubat 2024 Perşembe

Artık-değer | Richard D. Wolff

Richard D. Wolff, özet ve sade bir şekilde sömürüyü/artık-değerin nasıl çalındığını anlatıyor.