13 Temmuz 2013 Cumartesi

[Doğu-Batı Dergisinin Karl Marx Sayısı Üzerine - III - Mahmut Boyuneğmez]

Şener Aktürk-“Marx’ın ‘Yahudi Sorunu’: Laik Devlet-Dindar Sivil Toplum Eleştirisi” Üzerine

Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Yrd. Doç. olan Şener Aktürk’ün bu makalesi, Doğu Batı dergisinin 55. sayısı’nın 11. yazısı. Aktürk yazısında Marx’ın Yahudi Sorunu (YS) adlı eserini değerlendiriyor ve eleştiriyor. Bunu nasıl yaptığını göreceğiz. Fakat Aktürk’ün değerlendirmesinin ve eleştirisinin “acayipliğini“ görebilmemiz için, önce YS’nu bizim nasıl değerlendirdiğimizi ortaya koyacağım. İlk olarak YS’nun Marx’ın düşünsel gelişimindeki yerine ve sonra da Marx’ın bu makalesinde neleri işlediğine kısaca değinmek istiyorum. Başlayalım.

Marx’ın doktora tezinde Hegelci kavramları kullandığı bilinir. Fakat bu durum onun doktora tezini yazdığı sırada bir Hegelci olduğu anlamına gelmez. Marx’ın hiçbir zaman dar anlamıyla Hegelci olmamıştır. Sol Hegelciliğin dahi, Hegelcilik olmadığı kabul edilmelidir. Doktora tezini yazdığı sırada ateist-materyalist eğilimli olan Marx’ın bu eserin dilini Hegelci kavramlarla oluşturduğu da açıktır.

Mayıs 1842’den itibaren Ren Gazetesi’nin yazarı olan Marx, gazetenin editörlüğünü 15 Ekim 1842’de üstlenir ve gazetenin başyazarı olur. Bu dönemde ateist olan, fakat komünist olmayan Marx’ın düşünsel ufkunun Hegel’den ayrıldığı noktalar büyür ve gelişir. Radikal bir demokrat olan Marx, baskıcı Prusya devletini ussal bulan Hegel’e karşıt olarak, bu devleti eleştirmektedir. Ren Gazetesi’ndeki yazılarında Marx’ın devlete bakışı, radikal bir demokratın bakışıdır. Prusya devletinin uygulamalarını bu perspektifle eleştirir. Bu dönemde halkçı bir perspektife sahip olsa da, net bir sınıfsal bakış açısı olmayan Marx’ın, devlet hakkındaki düşüncelerinde Hegelci olduğu ileri sürülemez. Dolayısıyla örneğin Mehmet İnanç Turan’ın, Marx’ın bu dönemi için yaptığı şu saptamalar yanlıştır:

“Marx, devlet sorununa bakışta şimdilik Hegelcidir; yanlış noktadadır.” (M. İ. Turan, Marksizmin Doğuşu, Kalkedon Yayınları, Birinci Baskı, 2010, s. 63)

“Marx, ‘Hegelci usçu teorinin’ etkisi altındadır. ‘Usçu devlet’ anlayışı da aynı yanlış kaynağa uzanır.” (a.g.e, s. 63)

Marx’ın Ren Gazetesi’nde çıkan yazılarında Hegelci bir bakışın olmadığı açıktır. Yaygın olan “genç Marx bir Hegelcidir” (bunun anlamı onun Hegel’in düşüncelerini benimsemesidir) tezini kanıtlayan birisi bugüne kadar çıkmamıştır.

Turan’ın Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi adlı esere ilişkin şu yorumuysa daha sağlıklıdır:
  
“Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nin felsefe açısından önemi, Marx’ın Hegel'den sistematik kopuşuna başlangıç oluşturmasıdır. Ayrıca Feuerbach’ın maddeci görüşlerinin Marx tarafından siyasete uygulanmasıdır.” (a.g.e., s. 70)

Bu eseri yazarken Marx’ın Hegelci ve Feuerbachçı olmadığı, ancak onlardan etkilenmiş olduğu ortadadır. Turan’ın şu yorumunun yetersiz olduğu görülmektedir:

“Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi, kuşkusuz ki bir Hegel eleştirisidir, ancak Marx’ın Hegel’den bütünüyle koptuğu, beynindeki Hegel’in bütün izlerini sildiği bir eleştiri değil!” (a.g.e., 86)

Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde (HHFE’nde) Hegel’in meclisli anayasal bir monarşiyi olumlaması karşısında radikal demokrat bir konumdan eleştirisini getirir. Marx bu eserinde demokratik devleti benimser. İşte bu benimseyiş, Hegel’in düşüncelerinin ötesinde bir konumlanışın kanıtıdır. Marx HHFE’nde ayrıca Feuerbach’tan aldığı “tersyüz etme”yle, toplum-devlet ilişkisini materyalist yaklaşımla değerlendirir. 1843’te Feuerbach’ı siyasetle ilgilenmemekle suçlayan Marx, onu bu alanda yetersiz görür. Marx’ın bu dönemde de Feuerbachçı olmadığı çok açıktır.

Marx’ın Fransız-Alman Yıllıkları’nda çıkan iki yazısının başlıkları Yahudi Sorunu (YS) ile Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı: Giriş’tir (HHFEG). İlki yaklaşık olarak Eylül-Ekim 1843’te yazılmış olup, Marx bu yazıda, 1842’de bozuştuğu Bruno Bauer’in Yahudi sorunundaki görüşlerini eleştirir. İkincisiyse 1843 sonu veya 1844 başlarında yazılmıştır. Bunlara dair M. İ. Turan’ın şu değerlendirmesi yanlıştır:

“Marx’ın iki yazısı arasında yazım tarihi açısından 2-3 ay fark vardır; ama içerdikleri görüşler açısından Marx’ta görülen ilerleme şaşırtıcı düzeydedir. Şubat 1844’te aynı tarihte yayınlanmış bu iki yazı arasında Marx’ın beyninde ‘düşünsel bir devrim’ yaşadığı söylenebilir.” (a.g.e., s. 88)

Oysa YS ile HHFEG arasında şaşılacak bir “sıçrama” yoktur. YS’nda siyasi devrim/özgürleşme ile insanal kurtuluş/özgürleşmenin (komünizm olarak adlandırılmasa da, anlamı budur) ayırt edildiği görülür. Bu ayrım bu eserin en önemli ve temel kavrayışıdır. HHFEG’teyse Marx’ın proletaryanın siyasi temsilcisi olduğu ve komünist kimlikle yazdığı gözlenir.

YS’nun, Marx’ın eserleri incelenirken oturtulması gereken gelişim çizgisi budur. YS kısaca belirttiğim bu biyografik bağlam bilindiğinde daha iyi anlaşılır.

Gelelim YS’nun içeriğine. Bu eserdeki temel saptamaları kısaca özetlemek istiyorum.

1. 1848 devrimi öncesinde Almanya’daki Hıristiyan devlet, Yahudileri baskı altında tutmaktadır. Yahudilerin dinsel pratikleri, yurttaşlık hakları ve politik özgürlük istemleri yasaklarla engellenmektedir. 1840 yıllarında Almanya’da öne çıkan Yahudi sorunu budur ve bu sorun genç Hegelciler arasında tartışılmaktadır. Bruno Bauer’in bu konuda çıkan iki yazısını Marx, YS adlı eserinde eleştirmektedir. Marx bu eserde, politik özgürleşmenin ne olduğunu, devlet ile din ilişkilerini, insan haklarının anlamını inceler.

2. Bauer, Yahudilerin insan haklarına ve yurttaşlık haklarına sahip olmak, politik açıdan özgürleşmek için, dini inançlarından vazgeçmeleri gerektiğini düşünür. Ona göre Yahudilik ortadan kalkmadan, Yahudiler özgürleşemez. Bauer, siyasal kurtuluş ile insanal kurtuluş arasında ayrım yapamaz ve bunları birbirine karıştırır. Bauer’e göre, laik devlet anlamına gelen dinin politik kaldırılışı, dinin bütünüyle kaldırılışına eşittir. Marx’a göreyse, Yahudi sorununu iki boyutuyla incelemek gerekir: Siyasal kurtuluşla ilgili olarak Yahudi sorununun çözümü, Yahudilerin dini inançlarından vazgeçmeden politik özgürleşmelerinin mümkün olduğunu, yurttaşlık ve insan haklarına kavuşabileceklerini anlatır. İnsani kurtuluşla ilişkili olarak Yahudi sorununun çözümüyse, Yahudilerin de içinde yaşadıkları burjuva sivil toplumun Yahudice ilişkilerden kurtulmasıdır.

3. Marx, dinsel devlet ile politik devlet ayrımını yapar. Almanya’daki devlet Hıristiyan bir devlettir, çünkü din ile devlet ayrışmamıştır. Bu ayrışmanın olduğu politik devlet, burjuva demokratik devlettir. Kuzey Amerika’daki politik devletlerin kabul edilen resmi devlet dini yoktur ve dini inançlar, kişilerin özel hayatına bırakılır. Yahudi ya da Hıristiyan olsun, dini inançlara sahip insanların politik özgürleşmesi, devletin dinlerden özgürleşmesi, başka bir deyişle laikleşmesidir. Politik devlette insanlar dinden kurtulmuş olmaz, fakat devlet dinden kurtulmuş olur. “Politik özgürleşme”, insanları dinden özgürleştirmez. Dinsel kuralların kısıtlamasından kurtulan bu devlet, “özgür”ken, bu devletin eşleniği olan sivil toplumda insanlar dine bağlı kaldığından özgür değildir.

4. Politik özgürleşmeyle din, devletin karakteristiği olmaktan çıkar ve sivil topluma kayar. Kuzey Amerika devletlerinde olduğu gibi, politik özgürleşmenin tamamlandığı bir ülkede, dinin, sivil toplumda özgürce geliştiği görülür. Politik özgürleşmenin sonucunda dinden kurtulan devletin oluşması, dinin toplumda ortadan kalkması anlamına gelmez, aksine politik özgürleşmenin olduğu ülkede, dinin “yaşam dolu, canlı varlığı” görülür. Politik özgürleşmeyi başlı başına bir ilerleme olarak gören Marx, bunun insanın kurtuluşu olmadığını da belirtir. Marx’ın YS’nu yazarken artık bir burjuva demokrat olmadığı buradan anlaşılır. YS’nda burjuva toplumun insansal kurtuluşu sağlamadığını belirten Marx, Feuerbach’ın “türsel-varlık” kavramını kullanırsa da, perspektifi ve kavrayışı açısından burada Feuerbachçı değildir. YS’nda Marx’ın bir Hegelci olduğu da söylenemez.

5. Politik özgürleşme, eski feodal devletin ve toplumun çözülmesi anlamına gelir. Fransız devriminde olduğu gibi politik devrim, toplumun feodal dönemdeki politik niteliğini ortadan kaldırır ve feodal toplumu çözer. Politik özgürleşmeyi, insani özgürleşme olarak görmeyen Marx, politik devrimle oluşan sivil toplumun insanını eleştirir. Sivil toplum eleştirisinde kullandığı kavramlar ve ifadeler arasında “egoizm”, “bencil gereksinim”, “atomize olmuş ve biri diğerine düşman bireyler dünyası” gibi nitelemeler yer alır. Görüldüğü gibi Marx’ın YS’nu yazarken, bu eleştirisi nedeniyle radikal bir demokrat sayılması mümkün değildir. Çünkü artık burjuva toplumu eleştirmeye başlamıştır.

6. Politik devrim, devlet ile sivil toplumu ayırır. Marx politik özgürleşme ya da kurtuluşun ne anlama geldiğini, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni örnek alarak irdeler ve eleştirir. Bu belge, politik özgürleşmenin “teorik” belgesidir. Bu belgeye göre yurttaşlar, dinsel inançları yüzünden rahatsız edilemezler ve herkesin dinsel ibadet özgürlüğü vardır. Marx ayrıca 1793 anayasasında yer alan ve insanın doğal hakları olarak kabul edilen “özgürlük, mülkiyet, eşitlik ve güvenlik” hakkından bahseder. YS’nda Marx, burjuva toplumu bu hakların özünde neye karşılık geldiğini anlatarak eleştirir. Burjuva özgürlük ilkesine dönük eleştirisi özetle şöyledir: “İnsanın özgürlük hakkının pratik uygulanımı, insanın özel mülkiyet hakkıdır (…) Bu, her insanın öteki insanlarda, özgürlüğünün gerçekleştirimini değil, sınırını bulmasına yol açar.” Burjuva toplumda negatif özgürlüğün, bireylerin özel mülkiyetinin, birbirlerine zarar vermemek üzere, korunmasını yansıttığını kavrayan Marx, özgürlük hakkının mülkiyet hakkını tamamladığını görür. Burjuva eşitliği, yasa karşısında aynı haklara sahip olma şeklinde değerlendiren Marx, güvenlik hakkınınsa, egoist bireylerin kişiliklerinin, mülkiyetlerinin toplum tarafından korunmasını içerdiğini belirtir. Egoizmin sigortası olan güvenlik hakkının, “polis” kavramıyla örtüştüğünü saptar. Üstelik Marx bu hakların “teori”de kabulüyle pratikte uygulanması arasındaki uyumsuzluklara da dikkat çeker. Güvenlik hakkı tanınır, fakat pratikte insanlar arasındaki haberleşme gizliliği çiğnenir. Sınırsız basın özgürlüğü tanınmıştır, fakat basının belli bir bölümüne “kamu özgürlüğüne zarar veriyor” gerekçesiyle yasaklama getirilir ve ilke pratikte uygulanmaz. Marx böylelikle YS’nda burjuva demokrasisini bir kez daha eleştirmektedir. Marx bu politik özgürleşmenin (burjuva devrimle gelen burjuva demokrasisinin), insanın ikiye bölünüşüne yol açtığını saptar: Sivil toplumun egoist insanı ile politik haklara sahip, soyut yurttaş insan.

7. Marx’ın YS’nda dikkate aldığı Yahudi tipolojisi, iktisadi ilişkileri içerisindeki, somut görünümüyle Yahudi’dir. Bu Yahudi tipolojisinde özel mülkiyet temelinde bir özgürleşme gözlenir. Yani onun dünyevi dayanakları özel çıkar, bezirgânlık, tefecilik, ticaret ve parasal ilişkilerdir. Bunlar “Yahudi tarzında” özgürleşmedir. Sivil toplumdaki Yahudi bu “özgürleşmesiyle”, Hıristiyan olanlara örnek oluşturur. Yahudi’nin özel çıkar ve özel mülkiyet konusundaki düşünceleri, Hıristiyan halkların pratikteki düşünceleri haline gelmiştir. Burjuva-sivil toplum kendi içerisinden Yahudi tipolojisini sürekli çıkarmaktadır.

8. YS’nda paranın insanların hayatı üzerindeki hükümranlığını eleştiren Marx, onu Yahudi tipolojisinin pratikteki tek tanrısı olarak niteler.

9. Marx’ın YS’nda insani özgürleşmeden anladığı, politik özgürleşmeyle/burjuva devrimle gelen politik devlet ile sivil toplum arasındaki ayrımın kalkmasıdır. Sivil toplumdaki “dinsel insan”ın, yani tüccar, gündelikçi ya da toprak sahibi olan insanın, soyut bir yurttaş tanımı altında politik yaşamda tanınması, bir yanıltmacadır. Devlet/kamu yaşamında oluşan aldatıcı yurttaş görünümü ile sivil toplumdaki gerçek insan arasında uyuşmazlık vardır. İnsani özgürleşmede bu uyuşmazlık aşılır. Atomize olan toplumda kendisinden yabancılaşmış güçlerin egemenliği altında olan bireyci/bencil insanın yerine “türsel-varlık” olarak insan geçtiğinde; insanın kendi güçleri ona yabancılaşmadan toplumsal güçler olarak örgütlendiğinde ve böylece insanın toplumsal gücü, politik güç/devlet olarak ona yabancılaşmadığında/ondan ayrışmadığında, işte ancak o zaman insani özgürleşme tamamlanmış demektir. Marx, burjuva politik özgürleşmeyi henüz tamamlanmamış ve çelişkili durumda olan insani özgürleşme sürecinin bir uğrağı olarak görür.

10. Marx YS’nda, Yahudi’nin insani özgürleşmesinin nasıl olacağını açıklar. Yahudilerin inanç özgürlüğüne sahip olmaları, burjuva politik özgürleşme ile olanaklıdır, fakat bu onları insani olarak özgürleştirmez. Bauer’in yaklaşımıysa tersidir: Bauer, Yadudilerin dinlerinden özgürleşmedikçe, politik bakımdan özgürleşemeyeceklerini anlatır. Marx’a göre bezirgânlığın önkoşullarını, dolayısıyla bezirgân olmanın olanaklarını ortadan kaldıran bir toplum örgütlenmesi, Yahudi tipolojisinin varoluşunu olanaksız kılar. Yahudi’nin dinsel bilinci olan Musevi dini, bu toplum kurulduğunda, dağılıp çözülür. Yahudiler, sivil toplumdaki pratik özlerini, bezirgânlığın önkoşullarını kaldırmak için çalışırsa, insani özgürleşme için çalışmış olur. Bütün bunları yazan Marx, şunu ekler:

“Toplum Yahudi’nin ampirik özünü –bezirganlığı ve bunun önkoşullarını- ortadan kaldırmayı başarır başarmaz, Yahudi olanak-dışı hale gelir; çünkü bilincinin artık nesnesi yoktur; çünkü Yahudiliğin öznel temeli, pratik gereksinim, insanileştirilmiştir.” (YS, Marx)

Marx’ın dini ideolojiye dair bu bakışı, materyalisttir ve YS’nu yazdığı tarihte Feuerbach’ın humanizmini/materyalizmini aştığını gösterir. Bu bakış açısı HHFEG’ten Kapital’e varıncaya kadar ne zaman din konusu gündeme gelse, özünde değişmeden kalır ve fakat bakış açısının içi doldurularak zenginleştirilir.

Bu girizgâhtan sonra, Aktürk’ün “inanılmaz” makalesine geliyoruz. “İnanılmaz” diyorum, çünkü birlikte göreceğiz ki, bu yazıda, Marx’a dönük önyargıların ve karalamanın “bilimsel” makale olarak okura yutturulmaya çalışılması dışında hiçbir inceleme yoktur. Göreceğiz ve akkoyun, karakoyun belli olacak…

Aktürk buyuruyor:

“Bu eserde, Marx’ın din karşıtlığı en radikal bir biçimde öne çıkar. Tarihsel süreçte iyiden iyiye militan ateizmle özdeşleşen Marksizm’in dine bakışında şüphesiz Marksizm’in babası Marx’ın bu eserinde ortaya koyduğu din ve ideoloji, siyaset ve sivil toplum çözümlemesinin payı büyük olmalıdır.” (s. 223) (Vurgular bana ait –MB)

İşte böyle, sevgili okur. Neymiş?.. “Marksizm’in babası” Marx’ın “din karşıtlığı”, YS’unda öyle böyle değil “en radikal biçimde” öne çıkıyormuş. Başka?.. Marksizm, “militan ateizmle” özdeşleşmiş. Bir saptama yapmak daha doğrusu bir tanımı hatırlatmak istiyorum: “İskele babası”, iskelenin üzerindeki kısa demirden sütuna denir ve işlevi gemilerden atılan halatların bağlandığı yer olarak, onların sürüklenip açılmalarını önlemektir. Halk arasında babalığını layıkıyla yapamayan erkeklere de denir. Ben burada yeni bir bağlamda kullanımını öneriyorum ve soruyorum; bilim adamlığı görevini liyakatle yap(a)mayan akademisyenlere ne denebilir?..

Henüz, bitmedi. Bakın yazar neler neler uyduruyor:

“Bunlara ek olarak, eserin, bilhassa son (ikinci) kısmında çok belirgin bir Yahudi-karşıtı (Anti-Semitik) söylem olması iki açıdan şaşırtıcı ve ilginçtir: Birincisi, bu Yahudi karşıtı söylemin sosyalizmin enternasyonalizmiyle bir tezat oluşturur görünmesidir. İkincisi, Marx’ın kendisinin de Yahudi kökenli oluşudur.” (s. 223-4) (Vurgular bana ait –MB)

Bak sen! Yahudi Marx’ın işine bakınız! Bu Yahudi, Yahudi-karşıtlığı yapmış. Nerede YS adlı eserinde. “Bu nasıl sosyalist, yahu?.. Enternasyonalizm, böyle mi olur?..” Okurdan bunları söylemesini istiyor olabilir, fakat aslında Aktürk, bunları söylüyor ve bunlar neyi gösteriyor? Marx’ın, anti-semitik olduğunu değil elbette. Yazdıkları, Aktürk’ün kim olduğunu gösteriyor. Yazdıkları, Marx’a ve Marksizm’e dönük bir karalama olarak sırıtıyor.

Dahası var. Bakın şöyle:

“Dahası, Marksizm, (…) Yahudiler arasında popüler bir ideolojik akım olmuş, Marx başta olmak üzere Marksist düşünürler ve siyasi aktörler arasında Yahudiler, (…) pek çok ve önde gelenler arasında olmuşlardır.” (s. 224)

Marksizm’in bir teorik kavrayış olduğu ve “popüler bir ideolojik akım” olmadığını belirtmeliyim. Fakat şimdilerde pek popüler ideolojik bir akım biliyorum; Adnan Hocacılık. “Motorculuk”ta uzmanlaşmış bu güruhun, dahası siyasal İslamcı akımların, komünizmi, sosyalizmi, Marksizm’i, bilumum “şeytani ideolojiyi” Yahudilikle ilişkilendirmesi, bilinen bir konu. Oysa Marx’ın bir Yahudi olmadığı ortada!.. Marksistler arasında Yahudi kimliğiyle kim kendini var etmiş, bilen var mı? Yok, çünkü bir Marksistin Yahudi bir ailenin evladı olarak dünyaya gelmiş olmasının, onun dünyayı kavrayışında Marksizm’i kullanıyor oluşuna hiçbir etkisi olmaz. Yahudilik ya da diğer dinler olsun, dini ideolojinin dar ufkunu aşamayan bir insanın Marksist olması da mümkün değil.

Şimdi alıntılayacağım şu çarpık düşünceyi yazmak için Marksizm karşıtı değilse de en azından Marksizm’in “bilimselliğini” gözlerden uzak tutmaya çalışan ve ona anti-patiyle yaklaşan birisi olmak gerekir:

“Bu da (Marx ve bazı Marksistlerin Yahudi olmaları değil de Yahudi ailelerden gelmeleri –MB) bazı çevrelerde Marksizm’in yeni bir çeşit laik Yahudi ideolojisi olduğu iddiasına yol açmış (…)” (s. 224)

“İnanılmaz” cümleler yazan Aktürk devam ediyor:

“Temelde, Marx’ın dini ayrımcılığın çözümü olarak bütün dinlerin ortadan kaldırılmasını önermesi Marksist teori ve pratik üzerinde derin izler bırakmış, Marksist rejimlerin uygulandığı ülkelerde (SSCB, Çin, Polonya, Vietnam, Küba, vs.) yaşayan 2 milyara yakın insanın hayatını doğrudan, Marksist hareketlerin çok güçlü olduğu başka ülkelerde de (Fransa, İtalya, Brezilya, vs.) yüz milyonlarca insanın dinle ilişkisini dolaylı yollardan etkilemiştir. Bu tarihsel olgu ve saptamalar (…)” (s. 224) (Vurgular bana ait –MB)

Bu cümlelerden sağlıklı bir çıkarım yapılacaksa sadece şu anlam çıkar: Aktürk, bir anti-Marksisttir. Çünkü Marx’ın “dinlerin ortadan kaldırılması” şeklinde bir önerisi yoktur. Olmayan bir öneri Aktürk’e göre “derin izler” bırakmış. Ne üzerinde “Marksist teori ve pratik” üzerinde… Hadi “teori”yi anladık diyelim, “Marksist pratik” de neyin nesi?.. Aktürk, reel sosyalizm deneyimlerini kast ediyor ve bunlara “Marksist rejimler” diyiveriyor. Nitelikli siyaset bilimi literatüründe böyle bir rejim tipine rastlanmazsa da, kahvehanelerde bu tür kodlamaları işitebilirsiniz. Marx adındaki adamın aslında yapmadığı bir öneri, ne yapmış?.. Milyarlarca insanın hayatını “doğrudan” ya da “dolaylı yollarla” etkilemiş. Bu noktada artık “inanılmaz” kelimesini kullanırken tırnak işaretini kaldırıyorum. Çünkü İnanılmaz Aktürk, Brezilya’yı bile alet edip, olmayan bir önerinin “yüz milyonlarca insanın dinle ilişkisini” “dolaylı yollardan” etkilediğini öne sürebiliyor. Marksizm’in milyarlarca insanın hayatını mahvettiğini öne sürüyor gibi, değil mi?.. Bunu demeye getiriyor. Bahsettiği önerinin, nasıl olup da “yüz milyonlarca insanın dinle ilişkisini dolaylı yollardan etkilediği”ni açıklamayan İnanılmaz Aktürk’ün bize önerdiği, benimsememizi istediği işte budur. Bunu “tarihsel olgu” olarak sunmasıysa, kendi ideolojik bakışının körleştirici bir sonucudur.

İnanılmaz Aktürk şöyle yazıyor:

“Burada Marx’ın ‘Yahudi Sorunu Üzerine’ adlı metnini ayrıntılı bir şekilde, bireysel, tarihsel ve teorik çerçevesine oturtarak inceleyeceğiz. Marx’ın, dini ayrımcılığı yok etmek için dinleri ortadan kaldırma önerisi, Yahudi kökenli bir kimse olarak yaşadığı Batı Avrupa’nın tarihi, kültürel ve siyasi bağlamından ayrı düşünülemez.” (s. 224) (vurgular bana ait –MB)

İnanılmaz Aktürk’ün Marx’ın metnini bir yerlere “oturtmaya” çalıştığı söylenebilir, fakat Marx’ın Yahudi olup daha sonra Hıristiyan olan (böylece Marx’ın babası Yahudilik karşıtı Prusya yasaları yüzünden mesleğini yapamaz durumda olmaktan kurtulur) ebeveynlere sahip olmasının, onun çalışmalarında herhangi bir önem taşımadığı, Yahudi kökenli olmasının Marx’ın komünist kimliğinin bir bileşenini oluşturmadığı da söylenmelidir. Yukarıda kapsamını anlattığım Marx’ın insani özgürleşme perspektifinin, Batı Avrupa tarihiyle Aktürk’ün anladığı biçimde bir ilişkisi yoktur. Aktürk’ün bahsettiği bağlam “inanılmaz” niteliktedir.

Aktürk YS’nun Marx’ın biyografisindeki bağlamına değiniyor ve şunları kaydediyor:

“Hıristiyan olarak yetiştirilen oğul”“20’li yaşlarından itibaren tavizsiz bir ateist”“Yahudi kökeninin farkında olduğuna şüphe yoktur.” (s. 225) Bunlarla Marx’ı kasteden İnanılmaz Aktürk, birincisi; Marx’ın Hıristiyan olarak yetiştirilmediğini bilmiyor mu? İkincisi; “tavizsiz ateist” derken, bir materyalist ve komünist olan Marx’a hakaret ediyor. Üçüncüsü; Marx’ın bir Yahudi olsaydı, ufkunun sınırlı kalacağını ve materyalist-komünist fikirlere ulaşamayacağını; Marx’ın Yahudi kökeninin onun çalışmalarının niteliğine hiçbir etkisinin olmaması yüzünden, bu kökenden bahsetmenin anlamsız olduğunu, Aktürk göremiyor mu?..

YS’na etkisi olabilecek unsurlar arasında Marx’ın, “Yahudi kökenli bir aileden olup, Hıristiyan olarak yetiştirildiği halde, hiçbir dine bağlı olmayışı”nı, “Kuzeybatı Avrupa’nın Protestan ve Katolik egemen toplumlarında yaşamış olması”nı ve “Engels’le daha yeni tanışmış olması”nı gösteren Aktürk, şunun da etkisi olduğunu yazacak neredeyse: Marx o tarihte uzayan sakalını kesmişti(!).. Dikkat edilirse, Marx’ın düşünsel gelişim çizgisine hiç değinilmiyor, fakat biyografik bağlama, ilgisiz etkenler dâhil ediliveriyor. Gerçekten inanılmaz, öyle değil mi?..

Biraz soluklanalım ve Aktürk’ün Marx biyografisi hakkında verdiği yanlış bir bilgiye bakalım. Aktürk, Marx’ın YS’nu yayınladığını ve sonrasında tekzip etmediğini belirtiyor ve bazı önemli eserlerini hayatı boyunca yayınlamadığını yazıyor:
“Mesela, eserlerinin en önemlilerinden 1844’ün Ekonomik ve Felsefi Yazıları ve Alman İdeolojisi, ancak Marx’ın ölümünden yarım yüzyıl sonra yayınlanabilmiştir.” (s. 225, dipnot 4)

Oysa 1844 Ekonomi-Politik ve Felsefe Elyazmaları, Marx’ın yayınlanmak için yazılmayan notlarıdır. Alman İdeolojisi’yse Marx ve Engels’in yayınlamak istediği, fakat yayınlayamadıkları bir eserdir. Yayınlanmadığından eleştiriye açılmayan bu eseri, farelerin kemirici “eleştirisi”ne bırakırlar.

Devam. İnanılmaz Aktürk buyuruyor:

“Marx, sorunun çözümü konusunda gene de karamsar olmakla birlikte (…)” (s. 226)

“Marx da, Bauer gibi, Hıristiyan ve Yahudi arasındaki en çetin çelişkinin dini çelişki olduğu ön kabulüyle yola çıkarak, ‘bir çelişki nasıl çözülür’ diye sorduktan sonra cevabını da kendisi verir: O çelişkiyi imkânsız hale getirerek. Ve devamla, Marx, dini çelişkiyi imkânsız hale getirmenin ancak dini tümden ortadan kaldırmakla mümkün olduğunu ifade eder (dipnot 14: YS-Marx’a atıf yapıyor).”

“Çelişkinin, Marx tarafından, bu şekilde ortaya konulması da ancak bu tarz bir sonuca cevaz veriyor. Oysa çelişki Hıristiyanlar ve Yahudiler arasında değil de sadece Hıristiyan devlet ve Yahudi bireyler ya da azınlık arasında tanımlanmış olsaydı, devletin dinden arındırılması, yani genel anlamıyla laik bir devlet, böylesi bir çelişkinin çözümü olarak önerilebilirdi.” (s. 227)

“Hıristiyanlar’ın ve Museviler’in dini kimliklerini kaybetmeden eşit yurttaşlar olarak yaşaması olasılığını Marx neden göz ardı ediyor? (…) (Çünkü –MB) Bu anlamda Marx’ın çok iyi bildiği Batı Avrupa’nın siyasal ve toplumsal tarihine 1843 yılından geriye doğru nesnel olarak bakıldığında Yahudi azınlıkların Hıristiyan çoğunlukla eşit ya da en azından benzer statüde görüldüğü, siyasi-toplumsal kimliğin bir parçası sayıldığı örnekleri bulması çok zordur.” (s. 227-8)

Bir: Marx’ın Yahudi sorununun çözümü konusunda karamsar olduğu uydurmadır. İki: İnanılmaz Aktürk, sözüm ona Marx’ın görüşünü aktarıyor ve bunun için dipnot bile düşüyor. Fakat aktardığı görüş Bauer’e ait! İnanılmaz, değil mi?.. Aktürk’ün dipnot verdiği yerde Marx, Bauer’in görüşünü özetliyor ve Aktürk, bunu Marx’ın düşüncesiymiş gibi algılıyor ve aktarıyor. Aktürk’ün İngilizcesinden okuma yaptığı YS’nun bu kısmı, Sol Yayınları’nın çevirisinde s. 8’de bulunuyor; meraklısı açıp bakabilir. Peki Aktürk’ün okuduğuna kör kalması neye bağlı olabilir?.. Herhalde Marx’ın “dini tümden ortadan kaldırmalı” şeklinde düşündüğünü sanıyor. Bu elbette bir ön-yargı sayılabilir ve Marksizm’e dair yaygın ve çarpık olan ideolojik kodlamaların bu ön-yargının oluşumunda payı vardır. İyi de, Aktürk bir “bilim adamı” değil mi?.. Titri öyle olduğunu anlatıyor: Yrd. Doç. Dr. Şener Aktürk, Koç Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü. Üç: Marx’a atfedilen Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında “çelişki” olduğu fikri, tümüyle uydurmadır. Marx’ın ne böyle bir “çelişki”yi ortaya koyması, ne bu çelişkinin “dini bir çelişki olduğu ön kabulüyle yola çıkması” söz konudur. Marx’ın “laik devleti, böylesi bir çelişkinin çözümü olarak önermemesi”ni ya da “Hıristiyanların ve Musevilerin dini kimliklerini kaybetmeden eşit yurttaşlar olarak yaşaması olasılığını, göz ardı etmesi”ni Aktürk, Marx’ın “çoki iyi bildiği” Batı Avrupa siyasi-toplumsal tarihinde bu konuda örnek bulamamasına bağlıyor. İşte bu da bir uydurmasyondur.

Bu uydurmasyonu tekrarlayan Aktürk şöyle yazıyor:

“Marx içinde yaşadığı Kuzeybatı Avrupa toplumlarının kendine özgün siyasal tarihinden ve bu tarihi süreçte belirginleşen Batı Hıristiyanlığına özgün bir din-devlet ilişkisi modelinden etkilendiği muhakkaktır. Eğer Batı Avrupa kadar tek-dinli, tek-mezhepli bir siyasal geleneğe sahip bir coğrafyada değil de çok dinli, çok mezhepli bir coğrafyada yaşamış olsaydı belki de Marx, Yahudi ve Hıristiyan arasındaki eşitsizliğin giderilmesi için tek yolun dinin toptan ortadan kaldırılması olduğunu iddia etmeyecekti.” (s. 229)

Bir: 19. yy’dan önce Batısı da dâhil Avrupa’da sürüsüne bereket mezhep olduğu bilindiği halde, Aktürk bunları yazabiliyor. İki: Marx’ın “dinin toptan ortadan kaldırılması” şeklinde bir önerisi olmadığı halde, Marx hakkında bir ön-yargıya sahip Aktürk, bu öneriye kendisinin karşı çıkıyor olduğunu hissettiriyor. Üç: Marx’ın “Batı Hıristiyanlığına özgü bir din-devlet ilişkisi modelinden etkilendiği”ni söylemenin hiçbir anlamı bulunmuyor ve ayrıca bu bir uydurmacadır. Dört: Dini bilinç biçimlerinin dağılıp çözülmesini, insani özgürleşmeye bağlayan Marx’ın “dinin toptan ortadan kaldırılması” şeklinde bir önerisinin olmadığı açık olsa gerektir. Çünkü bunlar birbirinden farklı anlamlara gelir.

İnanılmaz Aktürk, bir inanılmaza daha imzasını atıyor:

“(…) Katolik Hıristiyan olmayan unsurların, yani Müslüman’ların, Yahudiler’in, ve yeni ortaya çıkan Hıristiyan mezheplerin periyodik olarak yok edilmesini beraberinde getirmiştir.” (s. 228) (Vurgu bana ait –MB)

İnanılmaz ama gerçek! Bunların yazılmış olmasından bahsediyorum, yoksa içerik gerçek değil elbette. Aktürk’ün okura, burada bahsettiği “periyod”un süresini, açıklamasını rica ediyoruz. Düzenli biçimde kaç yılda bir bahsedilen “yok edilme” gerçekleşmiştir?..

Aktürk yine buyuruyor:

“Laik devletin dinin zayıflaması ve nihayetinde yok edilmesi için yeterli olmadığı sonucunu çıkaran Marx, ancak aktif olarak dine karşı savaş açan bir devletin, yani militan ateist bir devletin, toplumu dinden arındırabileceğini, ya da kendi sözleriyle ifade edecek olursak, dinden ‘kurtarabileceğini’ (emancipate) iddia etmiştir.” (s. 229-30)

Birincisi; Aktürk’ün yazısında da belirttiği gibi, Marx YS’nda, devletin laikleşmesine koşut olarak dinin sivil toplumda özgürce geliştiğini, canlı bir varoluş gösterdiğini yazar. Aktürk, Marx’ın ABD örneği üzerinden vardığı bu sonucun, “yaşadığı dönemin neredeyse 150 yıl ilerisinde olduğu”nu (s. 233) belirtip, Marx’ın “yaşadığı çağın en az bir-birbuçuk asır ilerisinde bir öngörüde bulunduğu”ndan (s. 233) bahsetmektedir. Aynı Aktürk şimdiyse Marx’ın, “laik devletin dinin zayıflaması ve nihayetinde yok edilmesi için yeterli olmadığı sonucunu çıkardığı”ndan söz ediyor. Amiyane ifadeyle “bu ne yaman çelişki anne…” İkincisi: Marx’ın “militan ateist bir devletin, toplumu dinden arındırabileceğini” ya da “dinden kurtarabileceğini” iddia ettiği yalandır. Marx’ın böyle bir iddiası yoktur. Sosyalist devletlerin dine ilişkin politikalarının olduğu ve olacağı ise, doğrudur ve ayrı bir konudur.

Devam edelim. İnanılmaz Aktürk’ün şu ifadelerindeki uygunsuzluğu, yanlışı ve önyargıyı hissetmemek mümkün değildir:
“Marksizmi tatbik eden ülkelerde” (s. 230, dipnot 19), “Marksist devlet adamı, siyasetçi ve düşünürler” (s. 230, dipnot 19); bu ifadeler uygunsuz ve çocukçadır. “Libya’da Kaddafi İslam sosyalizmi doktrinini devletin resmi ideolojisi haline getiriyordu.” (s. 230, dipnot 19). Oysa Kaddafi’nin sosyalist olmadığı ve ülkesinde sosyalist bir sistemin kuruluşuna liderlik yapmadığı biliniyor olmalıydı. “Sovyetler Birliği’nde ise din, sıkı bir şekilde denetlendiği ve Komünist Parti hiyerarşisine tabi olduğu halde yasak değildi” (s. 230, dipnot 19). Sormak gerekiyor, “dinin, Komünist Parti hiyerarşisine tabi” olması ifadesinin bir anlamı var mıdır? Elbette tuhaf bir önyargı olmasının dışında… Hiyerarşiye din nasıl tabi olabilir ki?..

Burada bir parantez açıp, “sekülarizasyon tezine” değinmek istiyorum. Aktürk’ün “modern laik toplumların gitgide dinsiz toplumlar olacağına dair varsayım” (s. 233) olarak değerlendirdiği bu tezin ne olduğunu yine ondan aktaralım: “Sosyoloji alanında en çok Avusturya doğumlu Amerikalı sosyolog Peter Berger’le özdeşleşen ‘laikleşme Tezi’ (secularization thesis) veya teorisi, şehirleşme, sanayileşme ve genel olarak modernleşme süreçlerine paralel olarak dini aidiyetin etkisini yitireceğini ve gitgide daha fazla ateist ve agnostik görüşlü insanlardan kurulu bir toplum oluşacağı iddiasıdır.” (s. 233). Aktürk’ün bir yandan bu tezin geçersizleştiğini belirtirken, biryandansa Marx’ın laik devletin oluşumuna paralel olarak sivil toplumda dinsel canlanmanın oluştuğunu ABD örneği üzerinden soyutlamasını, “çağın en az bir-birbuçuk asır ilerisinde” bir öngörü olarak nitelediğine yukarıda değinmiştim. Marx’ın bu saptamasının mutlaklaştırılmasının yanlış olacağını düşünüyorum. Örneğin Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu adlı eserinde kentleşmenin ve sanayileşmenin, işçiler arasında seküler bir eğilim oluşturduğu yönünde bir saptaması olduğunu da hatırlatmak istiyorum. Kanımca kapitalistleşme sürecinde bu iki eğilimin birlikte var olduğu söylenebilir. İşçi hareketinin gelişim ve örgütlülük düzeyi, devletin laik karakterinin türü (örneğin Büyük Fransız Devriminin uygulamaları ile ABD’nin uygulamaları farklıdır), kapitalistleşme sürecine, burjuvazinin ilerici mi yoksa gericileştiği bir zamanda mı girildiği vb. birçok faktörün bileşik etkisi, bu eğilimlerden birini öne çıkarıyor olabilir. Bu konuda kesin bir yargıda bulunmadığımın not edilmesini dileyerek geçiyorum.

Aktürk’ün “insani özgürleşme”yi nasıl anladığını da aktarmak istiyorum:

“Tek tek bireylerin tüm insanlığın birer aynası olması, bireyin kendini toplum içinde eriterek bütünle bir fakat birey olarak yok olması, Marx için insani özgürleşme ve insanlık ölçeğinde bir kitle bilincinin zuhur edişi demektir.” (s. 237)

Peki, bu cümle ne demektir? Çok açık; bu cümle Aktürk’ün Marksizm’e dair ön-yargılı olduğunu göstermektedir. Yanlış anlaşılmasın, dünyaya belirli ideolojik perspektiflerden baktığımız için, hepimizin önyargıları var. Aktürk, bilim adamı olmanın gerektirdiği titizliği de göstermiyor, fakat kimse onu niye bir ideolojiye sahipsin diye suçlamıyor. Nasıl ki o bir Marx portresi çiziyor ve Marx’ın bir eserine ilişkin uydurmasyonlarda bulunma hakkını kullanıyorsa, biz de onu eleştirme hakkımızı kullanıyoruz.

Artık bitirelim. İnanılmaz Aktürk, ifrada kaçarak Marx’ı “Yahudi-karşıtı”, “ırkçı” ve “nefreti körükleyen” biri olarak sunuyor. Bakın nasıl?

“Yahudiler’in dünyevi ibadetini kıyasıya pazarlık etmek, Museviliğin özünü de para olarak ifade eden Marx, şüphesiz en bayağı, ırkçı ve nefreti körükleyen Yahudi-karşıtı söylemlerle ortak bir noktada buluşmuş görünmektedir.

“Marx’ın Yahudi-karşıtı söylemi esasen mecazi ve hatta kuramsal olmakla birlikte, hem kapitalizmi hem de geneli itibariyle modernizmi Yahudilikle özdeşleştirmesi, sosyalizm kisvesi altında ister istemez Yahudi-karşıtı bir ırkçılığın da fikri temellerini atıyor. Komünist rejimlerde zaman zaman Yahudiler’e karşı işlenen suçlar bir yana, Hitler’in Nasyonal ‘Sosyalist’ rejiminin Alman alt sınıflarına dayanarak, sosyalizme ve ekonomik sömürüye gönderme yaparak, Yahudiler’in soykırıma tabi tutulmasını meşrulaştırma çabası, Marx’ın bu söyleminin ne kadar tehlikeli olduğunu ortaya koyuyor.” (s. 237)

Gerçekten söylemin böylesi, “tehlikeli” değil mi? Toplumun gözünde saygın statüde bulunan bir akademisyenin bu türden söylemleri “tehlikeli” değil mi?.. Düşünsenize, üniversitede öğrencilere bu tür söylemlerin ulaştırıldığını… Yahut yarın bir gün, bir televizyon programında uzman kisvesi altında bu söylemin dillendirildiğini. Marx’ın sivil toplumdaki ilişkileri, yabancılaşmayı, bezirgânlığın önkoşullarını eleştirmesi ve klasikleşmiş Yahudi tipolojisinin pratikteki tanrısının, para olduğunu belirtmesi, “nefreti körükleyen ırkçı bir söylem” (s. 238) olarak damgalanmaya çalışılıyor. Aktürk, Marx’ın “Yahudi-karşıtı ‘saplantılar’ ortaya koyduğunu” (s. 239) yazıyor. Gerçekten “saplantılı” olan kim?.. Marksizm-karşıtı saplantıdan bahsediyorum. Marx’ın yazdıklarını zerre kadar anlamayıp, yazdıklarını, onun “inançlı bir ateist” olduğu göz önünde tutularak değerlendirilmeli demek, “saplantı derecesinde” anti-Marksist “inançta” birisi olmayı gerektirir herhalde. Öyle ki, yazının son cümlesine düşülen dipnotta bile çarpıtma eksik değil: “Hegel’i eleştirisine ait meşhur bir yazısında da Marx (…) dinin aynı zamanda (…) devrimci bir potansiyeli olduğunu hatırlatır” (s. 240) (Cümledeki yapısal bozukluk/çarpıklık bana ait değil –MB)“Militan ateist” Marx, “dinin tümden ortadan kaldırılması”nı “öneren” Marx, aynı zamanda “dinin devrimci bir potansiyeli olduğunu” da hatırlatıyormuş. Siz ne dersiniz: İnanılmaz Aktürk’e, inanalım mı?..

Sevim Hacıoğlu-“SSCB’nin Başarısızlık Sebebi Marksist Felsefe Miydi?” Üzerine

Doğu-Batı dergisinin 55. sayısının (“Karl Marx” sayısı) 14. yazısı olarak anti-komünist içerikli bir “yazı”yla karşı karşıyayız. Okuduğumuz şeyin, bir “yazı” olarak nitelendirilmesi güçtür. Çünkü Hacıoğlu, Rus yazarlar tarafından 1990 sonrasında yazılmış bazı yazılardan fikirler devşiriyor/aktarıyor ve başkaca bir iş de yapmıyor. Anti-komünizm dışında, elbette… Görüşleri aktarılan bu yazarların pespaye fikirleriyle uğraşacak değilim. Fakat Hacıoğlu’nun pek değerli bir-iki fikrine şöyle bir değineceğim. “Yazı”daki kendi fikirleri hemen hemen bunlardan ibarettir.

Hacıoğlu, Daniel Guérin’in bir fikrini referans göstererek, şu yorumda bulunuyor:

“Sosyalizmi, insanın insan tarafından sömürülmediği; hükümetin olmadığı; toplumun, özgürce bileşmiş üretici kesimler tarafından idare edildiği bir örgütlenme (dipnot 1; Daniel Guérin’e atıf yapıyor) olarak düşünürsek, tarihte ve özelde XX. yüzyılda böyle bir toplum düzeninin var olmadığı sonucuna ulaşıyoruz. Aynı sonuç Marx’ın felsefesi konusunda da geçerlidir. SSCB proletaryanın başkaldırısıyla kurulmamıştı. Sadece bu keyfiyet, bu ülkede Marksist felsefenin uygulandığı düşüncesinin doğal reddidir. Bu sebepten başlıktaki soru kadar bunun neden sorulduğu merak konusudur. Anlaşılan yazar ve fikir adamları bir varsayımdan yola çıkmışlardır (SB sosyalisttir ve ‘Marksist felsefe’ bu ülkede uygulanmıştır varsayımından bahsediyor –MB). Bu bakımdan, bir varsayıma dayalı ‘Sorun Marksizm’de midir, Rusya’da mıdır?’ konusu ve tartışmasıyla meşgul olmada bir anlamsızlık sezinleniyor. Nitekim SSCB’nin en bilinen sloganı ‘Dela, dela, dela’ (İşler, işler, işler), sosyalizm idealinin salt sözlerde kalmasına atfen düşülmüş olmalıdır.” (s. 284)

“Marvellous, superb!..” İnsanın nutku tutuluyor, değil mi?.. Bu süzülmüş yoğurt, pardon süzme anti-komünist yaklaşımdaki cehalet karşısında, ne yapmalı bilemiyorum. Bu satırları okumuş olmak, bir talihsizlik benim için. Ne yapıp edip, zihnime bulaşan bu “şey”den kurtulmalıyım. Okumaz olsaydım, fakat okumuş bulundum bir kere… Duygularım böyle olsa da, okura eleştireceğimizi taahhüt ettiğimden, devam etmeliyim.

Guérin’in günahını almayalım; aktarılan sosyalizm tanımındaki “hükümetin olmadığı” ifadesi ona ait midir? Bilemiyorum. Fakat sosyalizmde halkın devlet yönetimine katıldığını ve toplumsal yaşama “hükmettiğini” belirtmeliyim. SSCB’nin kuruluşunda, “proletaryanın baş kaldırısı”nın olmadığına katılıyorum! SSCB’nin kuruluş sürecini, SSCB anayasasının kabulüne giden tarihi merak eden okurun, Carr’ın eserini okumasını öneriyorum (Bolşevik Devrimi (1917-1923), Cilt 1, E.H. Carr, Çeviren: Orhan Suda, Metis Yayınları, Birinci Baskı, 1989, s.347-72). Fakat Rusya Sosyalist Federatif Sovyetler Cumhuriyeti (RSFSC)’nin kuruluşunda da, SSCB’nin oluşumunda da Ekim Sosyalist Devrimi’nin belirleyici başlangıç noktası olduğu, bu devrimin Rusya topraklarında daha sonraki tarihsel süreçler için bir milat işlevine sahip olduğu yadsınamaz. Hacıoğlu’nun Ekim devriminde proletaryanın devrimci özne olmadığını iddia edecek kadar “keyfiyet” sahibi olduğunu düşünmüyorum. Fakat yazdıkları gerçekten keyfi’dir ve özen gösterilmeden yazılmış görünmektedir. “20. yy’da sosyalist bir toplum düzeni var olmamıştır” iddiası, bir “cahil cüreti” ya da “deli saçması” örneği değildir de nedir?.. Hacıoğlu’nun “Marksist felsefe” adını verdiği ve kafasında imgelediği her neyse, işte onun uygulanmadığını, “SSCB’nin proletaryanın başkaldırısıyla kurulmaması”na bağlaması, “muazzam sağlıklı” bir akıl yürütme sayılır, değil mi?.. “Dela, dela, dela” sözüne bakarak, “SSCB’de sosyalizm idealinin salt sözlerde kaldığı” düşüncesine ulaşmak da, akıllara ziyan bir metoda işaret ediyor. Gerçekten “superb!..” Bu “harika” akıl yürütme karşısında, yazacak bir “şey” bulamadığımdan, geçiyorum.

“Bireyi ezen, sömüren, uyuşturan eski düzene (ya da sıklıkla ‘mukadderat’ olarak adlandırılan şeye) karşı çıkmak ve tarihin bizzat bu birey tarafından belirleneceğini dile getirmek Marx’a özgüyken; bununla birlikte yine Marx tüm toplumlar için olması gereken bir mukadderatın şemasını çizmişken (…)” (s. 284) (vurgular Hacıoğlu’na ait)  

Yapma yahu?.. Bak sen şu Marx’ın işine!.. Adam “mukadderatın” şemasını çizmiş. Sen “mukadderatın” şemasını çizebilir misin, Abidin?.. Üstelik tarihi kim belirliyormuş? “(Ezilen, sömürülen, uyuşturulan), bizzat bu birey”, tarihi determine ediyormuş. Seni kaba determinist, seni(!).. Bu cümlelere ne denebilir, başka. İnsafın kurusun, be Hacıoğlu…
“Superb” nitelikteki bu yazıdan üç tane alıntı yaparak bitiriyorum. Bu cümleler anti-komünist ve (dolaysıyla) anti-Marksist niteliktedir:

“Söylemesi kolay ya da zor, non-socialism’e geçişi ortak insanlık medeniyeti ayrıca ilerlemeyle bağdaştırabilmek kuşkusuz başarıdır.” (s. 286) (vurgular Hacıoğlu’na ait).

“Karl Marx’ın determinizmi eleştirilmekle birlikte bugün Marksizmi katı çerçeveli bir teori ötesinde değerlendirmek zordur.” (s. 287)

“Dolayısıyla XX. yüzyılda, Marx’ın proletaryası bileşmemiş ve irade göstermemiştir fakat Marksizmi, zorba-totaliter ve en önemlisi fiili bir devlet ideolojisi olarak kayıtlayan sayısız söz sarf edilmiştir.” (s. 287) (vurgular Hacıoğlu’na ait)

Hacıoğlu’nun bizim mahallede bir şeyler “sattığını” düşünüyorum: “Hadi hanım, yoğurtçu geldi, süzme yoğurdum var…” Öyle değil mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.