13 Temmuz 2013 Cumartesi

[Ayhan Tırıç’ın ‘Marksist Tarih Kuramı Üstüne’ Yazısının Eleştirisi - Mahmut Boyuneğmez]

Konu: Ayhan Tırıç'ın sendika.org internet sitesinde yayınlanan "Marksist Tarih Kuramı Üstüne" başlıklı yazısı eleştirilmektedir.

Refik Durbaş, Nazım Hikmet, Orhan Kemal ve Atilla İlhan’dan şiirlerle süslenmiş, epeyce uzun bir yazıyla karşı karşıyayız. “Marksist tarih kuramı üstüne” iddialı başlığını taşıyan yazı, sendika.org internet sitesinde 26 Nisan 2011 tarihinde yayınlanmış bulunuyor. Yazarı Ayhan Tırıç, “düşüncelerimi derleyip toparlamak için bu yazıyı yazmaya karar verdim” derken açık sözlü ve mütevazı olduğunu da gösteriyor. Tırıç’ın yazısı dört bölümden oluşuyor. Yazar önce “Marks’ın yaşadığı dönemin özelliklerini ve düşünüş tarzını özetleyeceğini”, sonra “çok özet olarak, ana akım Marksizm’e yöneltilen eleştirilere değineceğini”, yazının üçüncü bölümünde “Marks’ın kuramları üzerine kendi düşüncelerini açıklayacağını” ve son olarak da “tarih nasıl yazılmalı sorununa değineceğini” belirtiyor. Marksizm içindeki tartışmalar üzerine okumalar yaptığını bildiren yazar, en son okuduğu Marksizm ve Tarih, Matt Perry, İletişim Yayınları, 2010 adlı kitabın bu yazıyı oluşturmasına vesile olduğunu da ekliyor. Bakalım yazar nasıl düşünüyor? Taahhüt ettiklerinin ne kadarını, ne şekilde yerine getiriyor?..

Tırıç, “Marks’ın düşünüş biçimi”ni bakın nasıl kavrıyor:

“Genç Marks, toplumda ve düşünce dünyasında yaşanan bu karmaşayı sorun olarak gördü. Kapitalist üretim tarzının kendisini insanlığın sorunu olarak ele aldı.

“Marks’ın küçük kara gözleri cin gibi bakardı. Bir elinde sigarası, evin her yanına saçılmış kitaplar arasında sürekli okur, bir şeyler araştırırdı. Tüm tarihi, tüm bilimleri ve sanatları bir bir inceledi Karl Marks. Hem güncel olayları gözlüyor, hem de olup biteni açıklamaya yarayacak bir yol bulmaya çalışıyordu.

“Öğrendiği kuramlar ona hiç de inandırıcı, açıklayıcı gelmedi. Tüm tarihi ve toplumu açıklamak için bir kuram geliştirmesi gerektiğini düşündü.”

Yabancı gelmedi, değil mi?.. Okul öncesi eğitim için çıkarılan kitaplardaki düşünce somutluğu ve açıklama biçeminin aynısını burada görüyoruz. Nasıl mı?.. Bakın şöyle: “Winnie, o gün uyandığında göl kenarındaki bitkileri ve hayvanları incelemeye karar verdi. Tüm gölü araştırdı gün boyu ve bütün otları, çiçekleri, kurbağa ve balıkları bir bir inceledi. Akşam eve döndüğünde o günkü incelemelerinden çıkardığı sonuçları, günlüğüne yazması gerektiğini düşündü. Öyle de yaptı...”

Bir insan böyle düşünür mü?.. Marx’ı bir yana bırakalım ve “sıradan” bir insanı ya da bir bilim adamını dikkate alalım. “Olup bitenleri açıklamaya yarayacak bir yol bulmaya çalışmak”, ne demektir?.. Oysa “açıklama” yapıldığında “yol” bulunmuş demektir. Bilim adamları, düşünürler ya da “sıradan” insanlar, gözlemlerini yorumlar, genelleştirir ve açıklamaya uğraşırken, “bir yol bulmalıyım, bütün bu olup bitenlerin sırrını çözmeliyim” der mi?.. Belki bu şekilde düşünmek, incelemelerinizi sonuca ulaştırmaya yardım eden bir güdeleyici faktör olabilir. Fakat yolun bulunması, daha doğrusu yolun oluşturulup, açılması, “yolda yürümekle” gerçekleşir.

Marx’ın okuyup, okudukları üzerinde düşündüğünü ve “tüm tarihi ve toplumu açıklamak için bir kuram geliştirmesi gerektiği” sonucuna vardığını yazmanın anlamı nedir?.. Marksizm’in doğuşunun bu şekilde açıklanması, bir karikatürleştirmedir. Çizgi filmlerde bir anda kararlar alınır, hemencecik düşünülen iş yapılır. “Hop hop hop Norton, bakın biçim değiştirdim” ya da “buldum, aklıma bir fikir geldi (Wickie)”... “Voltranı oluşturmaya” ne dersiniz?..  Marx’ın düşüncelerinin oluşumuna tarihsel bir perspektifle yaklaşmak yerine, Tırıç çizgi filmlerde görülen bir izah etme tarzını benimsiyor. Karikatürlerde ya da çizgi filmlerdeki abartı unsuru da eksik değil; “tüm tarihin, tüm bilimlerin ve sanatların bir bir” Marx tarafından incelendiği belirtiliyor. Marx’ın okuduğu konuların kapsamının genişliği bilinse de, Tırıç’ın bu ifadesindekileri gerçekleştirmeye ancak “Süpermen”in gücü yeter, öyle değil mi?..

Peki Marx’ın teorik sisteminin “tüm tarihi ve toplumu açıklamak” amacıyla oluşturulduğu söylenebilir mi?.. Marksizm böylesi bir amaçla oluşturulmadığı gibi somut incelemelerin yerine de konamaz. Tarihin materyalist kavranışı, tarihin farklı dönemleri incelenirken kullanılacak bir yaklaşımdır. Kapitalizmin genel işleyiş düzeneklerini açıklayan Marksist siyasal iktisat, farklı ülkelerde kapitalizmin gelişimi incelenirken dikkate alınacak temel ve genel terimler setini, yasaları ve eğilimleri içerir. Marksizm bir dünya görüşü olarak, bütün bu incelemelere paradigmik referans çerçevesi sunar. Farklı koşullara sahip toplumların gelişiminin incelenmesi ve bu incelemelerden yola çıkarak gelecek öngörüsüne sahip olunması, bunlara yaslanan bir siyasi devrimci konumlanış... İşte bunlar Marksistlerin yapmaları gereken işler arasındadır. Marksist teorik sistemi geliştirecek olan çalışmalar da bunlardır.

Karikatürizasyona devam:

“ ‘İlk insanlar yaşamı sürdürmek için ne yapıyorlardı? İnsanların yaşamı sürdürmek için zorunlu olarak yapmaları gereken şey neydi? Neden toplumsal olarak yaşamaya başladı insanlar? Yaşamak için nasıl örgütlendiler?‘ diye basit sorular sordu kendine.

“Tüm tarihe ve toplumlara bu soruların yanıtını bulacak biçimde bakmaya başladı.”

Marx’ın yaşadığı dönemde, ilk insanların yaşamı konusunda da (özellikle Morgan’ın eserleri), tarihin farklı dönemleri için de yapılan çalışmalar bulunur. Bunların birçoğunu Marx ve Engels’in okuduğu ve oluşturmaya başladıkları dünya görüşünde onlardan yararlandıkları bilinmektedir.

“İnsan canlısının yaşamak için, karnını doyurmak zorunda olmasını ve bunun için üretim yapması gerektiğini, temel çıkış noktası olarak belirledi. Yaşamak için üretim yapan insanın eylemini ve bu insanların birbirleriyle ortak yarattıkları üretim etkinliklerini temel alarak, tüm insan tarihini, insanın pratik etkinliklerin tarihi olarak yeniden kuramsal olarak oluşturdu.

“İlkin üretim için iş bölümü yaptıklarını ortaya koydu. Üretim araçlarına sahip olanlar ve bundan yoksun olanlar arasındaki ilişkinin toplumları sınıflara böldüğünü fark etti. Üretimden alınan pay, egemen sınıflarla üreten sınıflar arasında sürekli bir çatışma kaynağı oluşturuyordu. Bu çatışmaya rağmen toplumun bir arada bulunması için devlet diye bir üst kurumun oluştuğunu, devletin aslında egemen sınıflar lehine toplumu bir arada tutmak için örgütlenmiş zor kullanma aracı olduğunu anladı.

“Marks, ‘nerdeyse, şiiri bile gerçekçi olmadığı için sevmeyeceğim’ diyecek kadar gerçeğe bağlı bir insandı. Tüm araştırmalarında tarihi tümüyle gerçekçi temellerde inceledi. Tüm yaşamı ve tarihi, pratik insan etkinliklerinin tarihi olarak ele aldı. Böylece hem tarihsel-toplumsal yapıların insan etkinlikleri-gereksinimleri üzerinde biçimlenen tarihsel formasyonlar (yapısal biçimiler ya da biçimsel yapılar) olduğunu anladı.”

“Tesla değil Edison lambayı buldu”, “Einistein E=mc2 formülünü kağıdın üzerine yazıverdi” vb.,vb... Tırıç’ın yukarıda yazdıkları bunlara benziyor, değil mi?.. Marx’ın bazı düşüncelerini hatırlatan Tırıç, aslında Marx’ın “düşünüş biçimi” hakkında yazmıyor. Marx’ın düşüncelerinin oluşumunu yansıtmayan Tırıç, Marksizm’e dair bildiklerini birbiri ardına sıralıyor. Bunlar kendi düşünceleri olsa da, Marx’ın da bu basitlikte düşündüğü yanılsamasını oluşturuyor. Marx “şunu yaptı, sonra şunun şöyle şöyle olduğunu görüverdi” derken, tarihsel ve toplumsal koşullarla, geçmiş dönemlerin düşünsel üretimleriyle Marksizm arasındaki bağların üzerini örtüyor. Örneğin sınıfların ve aralarındaki savaşımın varlığını keşfeden Marx değildir. Marx, işbölümünden, devletten bahseden ilk ve tek kişi de değildir. Tırıç’ın Marx’ın düşüncelerini serimlerken tutturduğu “Cin Ali” tarzı yazım, bütün bunları Marx’ın yaptığı şeklinde bir algının oluşmasını sağlıyor. Bu kavrayış biçimi, bireyleri “dehalar” ve “sıradan” insanlar şeklinde ayırır. Yine bu kavrayışta tarihsel bakış, fikirlerin tarihselliği ve bazı fikirlerin evrenselliğinin nasıl oluştuğu, geçmiş kuşakların düşünsel mirası, toplumsal ilişkiler ile düşünceler arasındaki bağlar gibi konulara yer yoktur.

Bakın Marx neler neler “söylemiş”, neler “ifade etmiş”:

“İnsanların düşünüş tarzlarının somut yaşam koşullarından kaynaklandıklarını fark etti ve bunu ‘insanlar düşündükleri gibi yaşamazlar, yaşadıkları gibi düşünürler diyerek’ ifade etti.

“Toplumsal olarak bir arada yaşamaya başlayan insanların kişisel istek ve iradelerinden bağımsız olarak birbirleriyle toplumsal bir ilişki geliştirdiklerini, bu toplumsal ilişkilerin toplumsal yapılar oluşturduğu söyledi.

“Tarihin ve toplumun nasıl oluştuğunu anlamak için en genel soyutlamalarla öze-içsel ilişkilerin bilicine ulaşmaya çalıştı.”

Peki ya Marx’ın düşünüş tarzını koşullayan faktörler nelerdir?.. Marx’ın bu düşünceleri onun birey olarak “söylediği”, “ifade ettiği”, “fark ettiği” düşüncelerse, nasıl oluyor da belli ölçülerde bir evrensellik kazanabiliyor?.. Marksizm, Marx ve Engels adındaki iki adamın “dehasının” ürünü, öyle mi?.. Tırıç’ın “Marx” öznesini bu kadar çok kullanması, solda yaygın olan bir bakış açısına, bireyci bakış açısına sahip olduğunu gösteriyor olabilir mi?..

Devam edelim. Neye?.. Karikatürizasyonu okumaya!..

“25 yıl aralıksız günde 14-16 saat çalışarak yazdığı ‘kapital’ adlı kitabında, kapitalizmin tüm yanlarını açıkladı. Artı-değeri fark ederek, sömürünün nasıl işlediğini ortaya koydu.

“Onun yaşadığı dönemde sokaklar açlıktan ölen insanlarla doluydu ve işçiler nerdeyse günde 16 saat çalışıyorlardı. Sendikal sosyal hiçbir hakları yoktu emekçilerin. Yeni gelişen üretim tarzının üretim araçlarına sahip olan burjuvazi ve üretimi yapan proletarya (işçi sınıfı) arasındaki çatışmayla süreceğini, sürekli burjuvaların kârı artarken emekçilerin daha çok yoksullaşacağını ve bir gün emekçi sınıfların ayaklanarak sömürülü-sınıflı toplumsal yapıyı yıkacaklarını söyledi.

19. yüzyıldaki yaşam da bu öngörüyü doğrulayacak biçimde gelişiyordu. Her yerde ayaklanmalar, sınıf çatışmaları vardı.”

Marx’tan önceki siyasal iktisatçıların kapitalist üretim sistemi hakkında yazdıklarını yok sayan Tırıç, Marx’a “kapitalizmin tüm yanlarını açıklama” şerefini lütfediyor. Marx’ın “25 yıl aralıksız” çalışarak Kapital’i yazdığını söylerken, I. Enternasyonal’deki mücadelesinin üzerinden atlayan Tırıç, ne İngiltere’de o dönemdeki 10 saatlik çalışma yasasından haberdar, ne ilk sendikaların illegal olarak 19.yy.’ın ilk yarısında kurulmaya başlandığından, ne Marx’ın Manifesto’da “mutlak yoksullaşma” görüşüne sahip olsa da, sonradan bunu “göreli yoksullaşma” görüşüyle değiştirdiğinden... Tırıç’ın kendisine ait bir görüş de şöyle olmalı: “Elbette bir gün emekçi sınıflar ayaklanacak ve sömürülü-sınıflı toplumsal yapıyı yıkacak...”

“Marks, sadece bir bilim adamı-düşünür değildi. Bir eylem adamıydı aynı zamanda. Zaten tarihi bir sorun olarak ele alıp, insanın daha insanca yaşaması için politik bir kuram-dünya görüşü oluşturması onun kuramlarının kısa sürede politik söylemlere dönüşmesine yol açtı.

“Bu kuramın politik bir kuram olarak ortaya çıkması-kullanılması, pratik sorunlara çözüm önermeyi ve gelecek öngörülerini keskinleştirmeyi de gerektiriyordu. Kuramın yer yer keskinleşmesi ve abartılı olması, sadece Marksizm’i savunan sosyalistler için değil, Marks için de geçerliydi.”

Düşünceler ve eylemler arasında “Çin seddi” yoktur!.. Politik mücadelenin “eylem” ve “kuram üretimi” yanlarını birbirinden ayrı kabul ettikten sonra, bunları birleştirmeye çalışırcasına “eylem adamıydı aynı zamanda” türünden cümleler kurmak durumu kurtarmaz. Kapital’in sosyalizm mücadelesine katkısı, solda algılanan anlamıyla kaç “eylem”le karşılaştırılabilir örneğin?.. Sanki Kapital’in yazımı, politik mücadelesinin içerisinde değil Marx’ın!.. Tırıç, Marksist teorinin “yer yer keskinleşmesi ve abartılı olması” konusundaysa hiç bir açıklama sunmuyor. Böylesi bir saptama yapıyor ve bunu Marksizm’in “politik bir kuram” olmasına bağlıyor. İyi de “yer yer keskinleşme”  ve “abartı”, nerede?.. Lütfedip onu da yazamaz mıydınız?.. Bize göre Marksist teorik sistemde, “keskinlik ve abartı” bulunmuyor. Devrimci heyecan ve gerçekliği anlama tutkusuysa elbette var.

“20.yy.’da Marksizm tartışmaları” bölümüne gelmiş bulunuyoruz. Bakalım Tırıç’ın aklından neler geçiyor?..

“Tüm tarihi ve toplumları derinlemesine, gerçekçi ve bilimsel olarak açıklayan Marksizm, tüm dünyada düşünsel bir devrim yarattı. Son 150 yıldır İncil’den sonra en çok satılan iki kitabın ‘Komünist Manifesto’ ve ‘Kapital’ olması da bunun kanıtı sayılır. Tüm bilimleri, tüm düşünüş tarzlarını öylesine kökten sarstı ki Marks, karşıtları-düşmanları bile, onun kuramlarından öğrendi birçok şeyi. Çünkü ilk kez, tüm tarih ve toplumların bilimsel olarak incelenmesini başarmıştı Marks; toplumdaki tüm yapıların tarihsel-toplumsal pratikten kaynaklanan geçici formasyonlar olduğunu göstermişti. O günlerden beri tüm toplum bilimsel açıklamalar onun terminolojilerinden yararlanmak zorunda kaldı.”

Marksizm, “tüm tarihi ve toplumları” açıklamaz. Marx’ın “tüm tarih ve toplumları, bilimsel olarak inceleyen ilk kişi” sayılması yanlıştır. Marx’ın tarih kavrayışımızda ve kapitalist toplumu incelemede geçmiş kuşakların birikimine yaslanarak ileriye doğru önemli bir sıçramayı gerçekleştirdiği söylenebilir. Marksizm, tarihsel bir kavrayış, günümüzün ve geçmiş sınıflı toplumların yapılanışına dair genel bir paradigmik anlayış sunar. Bunları kullanarak tarihsel incelemelerin yapılması ve farklı toplumların yapılanışının analizi mümkün durumdadır ve aslında bu tür incelemeler yapılmıştır/yapılmaktadır. Marksist bakışın toplum bilimsel açıklamalarda kullanıldığı, ondan esinlenildiği, terimlerinin ödünç alındığı vb. doğrudur. Kapitalist üretim biçimi aşılırken, bu tarihselliğin kavranışı bilimsel ve devrimci olmaktadır. Bir çağ, aşılması mümkün duruma gelmiş olmadan bilimsel açıdan tam olarak kavranamaz ve çağ devrilirken, bu kavrayış devrimci olmak zorundadır.

“Ancak, 20. yüzyılda Marks’ın kuramına karşı kuşkular oluşmaya başladı.”

Marksizm’i statik bir bilgi ve yorumlar öbeği olarak gördüğü anlaşılan Tırıç’ın , 20.yy.’da  Marksizm’e yönelik bazı eleştirilere ve ona yapılan katkılara değinirken, kavrayışındaki yanlışları görüyoruz. Bunlara da bakalım.

“Daha Engels Kapital’in 3. cildini yazarken, birçok insan Marksizm’in alt-üst yapı ilişkisi kuramına ve ekonominin temel belirleyici gibi gösterilmesine karşı çıktı. Tüm yaşam, salt ekonomik zorunluluklar üzerine biçimlenen bir yapı olamaz dediler. Üstelik bu, dediler, nesnel yapı ile öznel bilinç arasındaki ilişkiyi karşılıklı olmaktan çıkarıp, insanları nesnel yapıların tutsağı olarak görmeye yol açar.”

Toplumların iktisadi temeli olan üretim ilişkileri, insanlar arasındaki temel ilişkidir. Toplumun yapılanışında kurucu olan ve bu yapılanışa genel biçimini veren temel budur. Toplumsal bilinç biçimleri, ideolojiler, devletin genel karakteri ve işlevleri, sanatsal üretimlerin kimler tarafından ne şekillerde yapıldığı, toplumsal yapılanma içerisinde belirir. Toplumların varlık koşulu olan iktisadi ilişkiler, toplumsal yapılanışı ana hatlarıyla belirler. Temel-üst yapı arasındaki ilişki böyle özetlenebilir. İnsanların bilincini şekillendiren, toplumun yapılanışıdır. Dinamik yapıdaki toplumsal ilişkiler yeni keşiflerle ve buluşlarla, toplumlar arası etkileşimlerle, üretimdeki gelişmelerle farklılaştıkça, insanların düşünce biçimlerinde de değişim gözlenir. Toplumsal bilinç biçimlerinin toplumun yapılanışına katıldığı, bu yapılanışı yeniden-üretime yaradığı, toplumsal düzenlemelere ve yeni örgütlenmelere yol açtığı ya da bu yapılanışa aykırı eğilimleri oluşturduğu bilinmektedir. Fakat toplumların yapılanmasındaki genel biçimi, toplumsal ilişkiler iskeletinin genel şekillenmesini, toplumun kuruluş ve işleyişindeki temel tarzı, bunlar belirlemez. Bunu belirleyen, üretim sürecinde yer alan güçler, yani sınıflar arasındaki dinamik ilişkilenim biçimleridir.

“1930’lardan sonra bir grup Marksist İngiliz tarihçisi, aşağıdan tarih yazımı yöntemiyle inceledi geçmiş toplumları. Ve incelemelerinde alt-üst yapı ilişkisinin, Marks’ın kuramındaki gibi olmadığını söylediler. Alt-üst yapı kuramında, devletin bir üst yapı kurumu gibi görülmesinin yanlış olduğunu, devletin başta ekonomi olmak üzere tüm toplumsal yapıya müdahale ederek kapitalist ekonominin yapılanmasında önemli bir güç olarak yer aldığını belirtiler. Kapitalist üretim yapısıyla devlet eş zamanlı gelişiyor dediler.”

Marx’ın iktisadi incelemesinde devlet konusuna ayrı bir ciltte değinmeyi planladığı, ancak bunu yaşama geçirmeye vakit bulamadığı bilinmektedir. Marx’ın, konuların açıklamasını sunarken, konuları giderek farklı yönleriyle ve farklı bağlamlar içerisinde incelediğini, yazdıklarının basamaklı ya da katmanlaşan bir yapılanışa sahip olduğunu görmek gerekir. Dolayısıyla Kapital’in devlet üzerine olan bölümünü yazmaya fırsat bulamayan Marx’ın, iktisadi ilişkileri, devlet konumlanma noktasından/açısından da değerlendirmek istediği ortadadır. Kapitalist üretimin Avrupa’daki gelişiminde, mutlak monarşilerin ve daha sonrasındaysa kapitalist devletin rolü; sermaye birikim stratejileriyle kapitalist devletin belli biçimleri arasındaki uyum ve çakışma üzerine birçok farklı çalışmanın yapılmış olmasını, teorik kavrayışımıza katkılar olarak görmemiz gerekir. Kapitalist devletin, iktisadi ilişkileri kuran, etkileyen ve düzenleyen bir yapı olması, iktisadi alanda kurumsal yapısıyla bir bileşen olarak bulunması, onun üst-yapısal bir kurumlar bütünü olduğu gerçeğini değiştirmez. Devletler tarihte bağımsız bir yapı olarak var olmamıştır. Devlet, her zaman toplumsal yapılanışa bağımlı bir varoluşa sahiptir. Bir örnek vermek gerekirse, son 30 yıldır Türkiye toplumundaki iktisadi ilişkilerdeki değişim, devletin yapılanışındaki dönüşümle birlikte gözümüzün önünde cereyan etmektedir. Sınıfların nicel-nitel durumu/kompozisyonu ve iktisadi ilişkiler değiştikçe, değerlerdeki ve ideolojik tutumlardaki değişimi, devletin yapılanmasındaki dönüşümü görüyoruz. Elbette bu süreçlere katılan, başka ülkelerin deneyimlerinden aktarılan iradi-bilinçli politik müdahalelerin olduğunu da...

“Bu eleştiri, üretici güçler-üretim ilişkileri kuramına da kuşkuyla bakılmasına yol açtı. Önce kavramların içeriklerinin ve birbiriyle ilişkilerinin net olmadığı söylendi. Hangi düzeydeki, ne tür bir değişiklik üretici güçlerin gelişimi sayılacaktı. Daha da önemlisi, sanki egemen sınıf halinden memnunmuş, üretici güçleri geliştirmeye engel oluyormuş gibi bir anlam çıkıyordu kuramdan. Oysa üretici güçler daha verimli olacaksa bunda egemen sömürücü sınıfın da çıkarı olmalıydı, öyleyse üretici güçlerin gelişimine engel olamazdı.”

Bu noktada “üretici güçler-üretim ilişkileri” olarak kullanılan kavram çiftinin aslında tek bir gerçekliği anlattığını vurgulamak zorundayım. Bu kavramların karşılığı olan iki ayrı gerçeklik yoktur. Üretim süreçlerinde yer alan güçler, üretimin organizasyon biçimi ve aralarındaki ilişkiler, tek bir gerçekliği yansıtır. Üretici güçlerin gelişiminde teknik/teknolojik bir boyut vardır, fakat bu onların gelişimini yeterince açıklamaz. Kapitalist üretimin gelişimi, üretimin tüm topluma yayılması, toplumsallaşması sonucunu doğurmuştur. Buna karşıt olarak üretim araçlarının özel mülkiyetinde merkezileşme ve yoğunlaşma yaşanmıştır. İşte bu çelişkili durum, üretim süreçlerinde yer alan güçler için bir kısıtlamadır. Dünya üzerindeki toplam üretim herkesin ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli bir düzeye erişmişken, açlığın, yoksunlukların, evsizliğin, cahilliğin, sağlıksızlığın “büyük insanlığı” tüketişi, kapitalist üretim ilişkilerinin sonucudur. Geçmiş çağlara göre sömürülen büyük emekçi kitlelerin yaşama ve çalışma koşullarında ilerlemeler olduğu açık olsa da, bu ilerlemeler toplumsal mücadelelerle kazanılmış olup, üretim ilişkileri değiştirildiğinde doğacak imkanların, olanaklı olanın gerisinde bulunmaktadır.

“Devlet kuramı da çok tartışıldı. Marks’ın yaşadığı dönemde kapitalist devlet çok gelişmemişti. 19. yüzyıl devletleri emekçi sınıfları kontrol altına almak için açıktan şiddet uyguluyordu. Oysa 20. yüzyılda, birçok etken devletin hem daha çok kurumsallaşmasına hem de açık şiddet yerine daha çok manipülatif teknikler kullanması olanaklı kıldı. Bir yandan bürokrasinin, ordunun, polisin iyice gelişip yaygınlaşması, buna karşın, çeşitlik sosyal hakların kabul edilmesi ve açıktan şiddete daha az başvurulması bir çelişki yaratıyordu devlet kurumunun anlaşılması açısından.

“Öte yandan teknolojik gelişmeler birçok kitle iletişim aracı yarattı. Devlet ve kapitalistler bu kitle iletişim araçlarını, kitleleri kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmede çok etkin biçimde kullandılar. Kitle iletişim araçlarının manipülatif amaçlı kullanımı, devletin yapısı ve egemen sınıflarla ilişkisini de değiştirdi. 1930’larda bu durumu fark eden A.Gramsci, egemen sınıfların ve devletin belli bir kısım insanı etkileyerek kamuoyunda yaygın bir ‘rıza’ (=kabullenme) anlayışı yaratarak toplumları yönettiğini söyleyerek yeni bir ‘hegemonya’ kuramı oluşturdu.”

Kapitalist devletlerin tarihsellik içerisinde değişimini yadsıyan birileri yok. Bu konuda yapılan binlerce inceleme, yorum ve yazılama var. Üstelik bu çalışmalar sürecek. Olağan olan da zaten bu... “Kitle iletişim araçlarının kullanımının, devletin yapısını ve egemen sınıfla ilişkisini değiştirdiği” şeklindeki yorumunsa abartılı ve yanıltıcı olduğu ortada.

“Kilise, ordu, okullar vb. kurumları ‘devletin ideolojik aygıtları’ gibi gören ve bunun üzerinden yeni bir Marksizm anlayışı oluşturan Louis Pierre Althusser de benzer bir açıklama yaptı.”

Şu her taşın altından çıkan Althusser’in DİA’lar öğretisinin hiç de özgün olmadığını belirtmeliyim. Örnek vermek istiyorum; Preobrajenski ve Buharin’in yazdığı Komünizm’in Abc’si adlı kitapta kilise ve okulların ideolojik işlevlerine çok açık bir biçimde değinildiği görülür. Başka birçok ortodoks Marksist eserde de bu konunun işlendiği ya da bu konuya değinildiği görülebilir. Hal böyleyken, bu kurumlardan ne zaman bahsedilse, akla Althusser efendinin getirilmesi ve onun özgün bir yorumda bulunduğunun ya da “yeni bir Marksizm anlayışı” oluşturduğunun belirtilmesi, üzücüdür. Peki bu neden böyle?.. Komünist partilerin ve hareketlerin yeterince güçlü olmadığı, siyasal ve teorik üretimlerinin etkilerinin yeterince hissedilmediği bir dönemde yaşıyor olduğumuzdan... Belki soğuk savaş döneminden beri, fakat uzun bir zamandır yenik ve gerilek durumdayız.

Bakın içinde bulunduğumuz bu durumun belirtilerinden biri de şudur. Aşağıdaki satırlara Türkiye’de solcular arasında çok yaygın olarak rastlanmaktadır:

“Marksizm’e karşı eleştirilerin en sert ve yıkıcı olduğu alan sınıflar ve sınıf bilinci kuramı çerçevesinde gelişti.

“Marks yaşarken en yaygın işçi kümesi sanayi işçiliğiydi. Oysa 20. yüzyılda sanayi işçiliği yüzde 15’lere kadar azalırken hizmet sektörü yüzde 80’lere yükseldi. Emperyalizmin Avrupa devletlerine sağladığı kârlarla, bir işçi aristokrasisi oluşturuldu. Tüm bu yöndeki gelişimler nedeniyle işçi sınıfının artık bir orta sınıf gibi değerlendirilmesi gerektiği ve yine bu yüzden artık sosyalist bir devrim için çaba harcamayacakları iddia edildi.

“Daha da önemlisi, Marks’ın, ‘işçi sınıfının er geç sınıf bilinci edineceği ve kendi sınıfsal çıkarları için sınıfsal bir mücadele vereceği’ öngörüsünün bir türlü gerçekleşmemesiydi. 20. yüzyılda işçi sınıfının bırakın sınıf bilinci edinmeyi, devletin kendileri aleyhine uygulamalarını bile coşkuyla karşıladığı görüldü. Hatta emekçi sınıfların desteğiyle Avrupa’nın birçok ülkesinde faşist yönetimler kuruldu.

“Bu eleştirilere karşı Lenin, ‘sınıf bilincinin işçi sınıfında kendiliğinden oluşmayacağını, sınıfa bilincin aydınlar tarafından dışarıdan götürüleceğini-verileceğini’ söyledi. Yaklaşık 100 yıl önce yaygın olarak kabul edilen bu anlayışa karşın işçi-emekçi sınıflarda sınıf bilinci geliştirmek ve sınıf mücadelesine katılmak yönünde bir çaba oluşmadı. Tüm bir yüzyıl, Godo’yu (Godot’yu) bekler gibi bekledik emekçi halkların sınıf bilinciyle davranmasını.

“Kimileri, ‘bu sınıf bilinci evrime benzer, emekçilerde sınıf bilinci oluşması binlerce yıl alabilir’ dediler.

“Tekel direnişi, madenci grevi gibi kimi olaylar yaşanırken hep bir ağızdan, ‘işçi sınıfı ayaklandı’, ‘işçi sınıfı burjuvazinin başını ezecek’ diye bağırdık. Çok heyecanlandık. Öyle ki, bazı dönemlerde insanlar birbirlerine fısıltıyla ‘haftaya devrim olabilir’ dediler.

“Kapitalist yaşam anlayışının artık evrensel bir yaşam kültürü haline geldiğini, bu koşullarda bir sınıfın sınıf bilinciyle devrim için bir girişimde bulunmayacağını da söyledi bazı düşünürler.”

Bu cümlelerde birçok yanlış da var. Bir: İşçi sınıfının büyük bölümünün bilinçli biçimde sosyalist devrim için çaba harcaması, bir sosyalist devrimin olması için elzem değildir. İşçileri devrimci süreçlere iten koşullar oluştuğunda, öncü komünist partilerin politik kılavuzluğuysa şarttır. İki: Lenin, işçi sınıfına ulaştırılması gerekenin sosyalist bilinç ve politikalar olduğunu belirtir. Üç: 200 yıldır dünyanın neredeyse her yerinde işçiler, sınıf bilinçleriyle birçok kez harekete geçtiler, sendikalar ve birlikler kurup, örgütlendiler. Marx’ın “işçi sınıfının kendi sınıfsal çıkarları için sınıfsal bir mücadele vereceği öngörüsünün gerçekleşmediği”nden bahsetmek gülünçtür. Mars’ta mı yaşıyoruz, beyim?.. 19.yy.’dan bu yana, bu tarihsellik içerisinde, sınıflar arası mücadelenin ve sınıf bilincinin yok sayılması, utanılacak bir tutumdur. Ne Godot’su, ne “beklemesi”?.. “Sınıf bilincinin oluşması binlerce yıl alabilir”miş ya da “haftaya devrim olabilir”miş; yapma yahu!.. Oturup “kendi” halimize ağlayalım ya da gülelim!.. Dört: Her işçinin bir sınıf bilinci vardır, fakat bu bilinç egemen ideolojik motiflerle az ya da çok bulaşıktır. Sınıfın harekete geçtiği kesitlerde bu bilincin belli ölçülerde geliştiği ve arılaştığı, işçilerin sosyalist politik yaklaşımlara daha açık hale geldiği bilinmektedir.

“Marks’ın kapitalizmin bunalımlarının giderek derinleşeceği ve emekçi halkların giderek yoksullaşacağı öngörüsü de tartışmalara yol açtı. Çünkü kapitalizm bunalımlarını artık daha hızlı ve daha kolay aşmaya başladı.

“Kapitalistlerin kârı artarken, emekçilerin artı-değerden aldığı pay ya yerinde kalıyor ya da geriliyordu. Buna karşın halk yaşamından memnun görünüyordu. Tüketim mallarının fiyatlarındaki düşüş ve yaşamı kolaylaştıran çamaşır, bulaşık makinesi gibi ev araçları ve kentlerdeki kamu hizmetinin yaygınlaşması, insanlarda eskiye göre daha iyi daha rahat yaşadıkları duygusu oluşturuyordu.

“Kârların azalma eğiliminin de ancak belli koşullarda gerçekleşeceği anlaşıldı.

 “20. yüzyıl boyunca kapitalizmdeki değişimler, ana akım Marksizm içinde birçok ayrışmaya yol açtı.”

Marksistlerin Marx’tan sonra geliştirdiği birçok konu var. Örneğin bunalımların nasıl resesyonlara dönüştüğünü biliyoruz. Fakat Marx’ın kapitalizmin krizlerle kendiliğinden yıkılacağı şeklinde bir anlayışı olmadığını da biliyoruz. Marx’ın komünist kimliğinden ayrılması ve bir iktisatçı-düşünür olarak görülmesi yanlıştır. Komünist Marx, proletarya devrimi için örgütlü mücadele vermiştir. Bunlar unutulmamalı; tekrar hatırlatıyoruz. Yanlışlara gelirsek... Bir: Emekçiler, artı-değerden pay almaz. İki: İşçilerin 19. yy.’a göre 20.yy.’da daha iyi koşullarda çalıştığı ve yaşadığı söylenebilir. Fakat bunların, mücadelelerle elde edilen kazanımlar olduğu, reel sosyalizmin varoluşuyla da ilişkili olduğu bilinmektedir. Peki ya son 30-40 yıldır, emekçilerin yaşama ve çalışma koşullarındaki gerilemeyi ne yapacağız?.. Üç: Kapitalizmde karların değil, ortalama kar oranının azalma eğiliminden bahsedilmelidir. Bilmediğiniz konuda, yazmamanız gerekir. Dört: Kapitalizmdeki değişimlerin, Marksizm içinde birçok ayrışmaya yol açtığı iddiasının dayanakları ve gerçekliği yoktur.

“Marks’ın Temel Kuramlarının Anlamı ve İşlevi” başlıklı üçüncü bölüme gelmiş bulunuyoruz. Tırıç şimdiye kadar yazdıklarından şu ara sonucu çıkarıyor:

“Gerçekten tam bir ‘lüsyen hanım sendromu’ ile karşı karşıyayız. Nasıl ve neden böyle bir durum ortaya çıktı?! Bir yandan Marks’ın kuramlarına başvurmadan hiçbir şeyi açıklayamıyoruz; öte yandan bu kuramın her yanının geçersiz olduğuna ilişkin verilerle karşılaşıyoruz!”

Marx’ın yazdıklarının da, Marksizm’in de “her yanının geçersiz olduğuna ilişkin verilerle” aslında karşılaştığımız yok!.. Fakat Batı Avrupa’da 20.yy.’da Marksizm’i “kitap cümleleri” olarak gören ve bunlar üzerinde çoğu spekülatif değerlendirmeler olan yorumların yapılmış olması, bir yanılsama oluşturmaya yetebiliyor. Bu yanılsamayı kimileri “Marksizm’in krizi” olarak da dillendirdiler. Komünistlerin entelektüel dünyada sahip olduğu hegemonyanın yitirilmesini gösterir, bu durum. Fakat Marx’ın oluşumuna ilk itilişini verdiği komünist dünya görüşünün, tarihsel-toplumsal gerçekliği açıklama, anlamlandırma ve değerlendirme kapasitesinden eksilen bir şey bulunmuyor.

Tırıç, “Marx’ın dehası ve önemi”ne dair şunları yazıyor:

“Zekaya inanmadığım için bu sözcüğü kullanmak istemem. Ama bazı insanlar var ki, onlara deha-dahi demekten kendimi alamıyorum. Bu insanlar Beethoven, Isaac Newton, James Clerk Maxwell, Albert Einstein, matematikçi küçük Gaus, Nazım Hikmet ve Karl Marks.”

Tırıç’ın saymadığı başka “dehalar” da var elbette... Zekânın farklı türleri olduğundan bahsedecek değilim. Bireylerin yetenekleri, çalışkanlıkları ve zekâları arasında farklar var. Bunu reddetmiyoruz. Fakat şunları sormak istiyorum: Beethoven’den önce başka bir müzisyen, örneğin Mozart, neden burjuva devrimleri döneminin duygularını ve değerlerini eserlerine yansıtmamıştır?.. Rossini ile Vivaldi’yi “deha” saymayacak mıyız?.. Newton’dan önce birileri çıkıp, örneğin ortaçağda, neden dinamiğin yasalarını formüle edememiştir? Kepler, Copernicus ve Galile’nin oluşturduğu mirası görmezden mi gelelim? Diferansiyel hesabı geliştiren Newton mudur yoksa Leibniz mi?.. Thomas Münzer neden Marx’ın geliştirdiği düşüncelere ulaşamamıştır?.. Evrim teorisini Alfred Russel Wallace mı yoksa Darwin mi geliştirmiştir?.. Bunlara benzer başka birçok soru türetilebilir. Görülmesi gereken “dehalar”ın üretimlerinin, tarihsel dönemle ve içerisinde yaşadıkları toplumun gelişim düzeyiyle, dolayısıyla mevcut teknolojik imkânlar, bilgi birikimi, dünya görüşlerin durumu gibi koşullarla bağlarıdır. Örneğin Darwin “dehası” ile neredeyse aynı zamanda Wallace “dehası”, evrim teorisinin temel önermelerine ulaşmıştı. Hangisi daha “büyük adam”?.. Ya da ortaçağda Beagle adlı gemiyle Galapagos adalarına gitmek mümkün müydü?.. Evrimin nasıl olduğu konusunda dede Erasmus Darwin, Lamarck ve başkalarının hipotezleri/teorilerine, ne diyeceğiz?.. Bunlar insanlığın “yüzkarası” mı, ya da “geri zekalısı” mı?.. Uzatmıyorum ve Plehanov’un Tarihte Bireyin Rolü Üzerine adlı makalesinin okunmasını salık veriyorum.

“Marks’ın Yanılgıları” başlığını atarak Tırıç şunları yazıyor:

“Herkes gibi dehalar da yanılır. Çünkü her insan döneminin ideolojileri, insan beyninin sınırları, çağının bilgi birikimi vb birçok şeyle sınırlıdır.”

Tamam “dehalar” da hayatlarında yanılmıştır ve insanlar döneminin “koşullarıyla” sınırlanır. Fakat görelilik teorisi yüzünden Newton’un Principia’sı geçersiz mi sayılacak?.. Işık hızına yakın hızlarda hareket edilmedikçe, klasik fiziğin hareket yasaları geçerliliğini koruyor. Atom altı parçacıklar için geçeli kuantum fiziğini de, makro-dünyanın yasalarının yerine koyamazsınız (kuantum fiziğine dair basılan birçok popüler kitabın, bunu yaparak bir ideolojik çarpıtma yaptığını belirtmeliyim). Benzer sorular Marx’ın çalışmaları için de sorulabilir. Kapitalizmin işleyişindeki temel yasa ve eğilimler, 20.yy.’da değişti mi?.. Sınıflar, sömürü, toplumsal bilinç biçimleri günümüzde buhar olup uçmuş mudur?..

Tırıç, Marx’ın “yanılgıları”nın nedenlerini sıralıyor:

“Marks, kuramını, Avrupa tarihine dayanarak oluşturdu. Kuramını Avrupa tarihine dayanarak oluşturması, yanılgılarının en önemli nedenlerinden biriydi.”

“Dünyanın tüm toplumlarında eskiden beri sınıflı-sömürülü bir üretim tarzı geliştiği biliniyor. Ancak, dünyanın yüzde 6’sını oluşturan Avrupa’daki toplumsal-tarihsel yapı, öteki toplumlara benzemiyor. Sömürücü sınıflar ve devletler, bu kıtada büyük-merkezi imparatorluklar kuramamış. Avrupa’da küçük feodal kent beylikleri gibi bir yapı var. Bu yapı,

“a) Üretim alanın küçük olması nedeniyle, artı-üretimin ve sermayenin çok az birikebilmesine ve herhangi bir üretim krizinde hemen üretici sınıflarla egemen sınıflar arasında çatışma yaşanmasına yol açıyor.

“b) Küçük feodal beylik yapısı egemen (sömürücü) sınıflarla emekçi üretici sınıfların dar bir alanda bir yüz yüze olmasını gerektiriyor. Bu yüz yüze olma durumu da hem ayaklanmaları, hem sınıf tavrı-bilinci edinmeyi, hem de ayaklanmaların ‘üretim tarzı’ değişikleriyle sonuçlanmasını kolaylaştırıyor.

 “İşte tüm bu nedenlerle, dünyanın geri kalanıyla aynı tarihsel dönem içinde, Avrupa’da köleci, feodal, kapitalist üç değişik üretim tarzı yaşanmış. Dünyanın yüzde 95’ini oluşturan toplumlarda aynı zaman sürecinde böyle bir durum gözlenmiyor.

“Birden çok üretim tarzının art arda geliştiği, yoğun sınıf mücadeleleriyle geçen tarihsel bir dönem, bilimsel soyutlamalar yapmak açısından çok yararlıdır. Marks, bu anakara parçasının tarihsel özelliklerinden toplumların değişimine, sınıflara ilişkin formasyonlar-formülasyonlar türetti. Tüm çıkarımları Avrupa için doğrulanabilir, gerçekçi ve bilimseldi. Ancak bu bilgilerin sadece Avrupa’ya dayalı olarak yapılması, kuramının öteki toplumları açıklayabilme gücünü azalttı. Birçok yanılgıya yol açtı.

“Sonraki yıllarda, o zamanın eksik ve çarpık bilgilerine dayalı olarak dünyanın öteki bölümlerindeki toplumsal-tarihsel yapıları da inceledi Karl Marks. Ve gerçeğe çok saygılı bir insan olarak, öteki toplumlarda Avrupa’dan çok farklı bir yapı olduğunu gördü (Doğu sorunu ve antik üretim tarzları). Ancak, o dönemin sürekli sınıf savaşlarıyla geçmesi, kuramın politik bir dünya görüşüne dönüşmesi gibi nedenlerle, temel kuramda değişiklik yapma gereği duymadı.”

Tırıç, Roma İmparatorluğunu, Makedeonya’dan Asya’ya doğru yayılan Büyük İskender’in imparatorluğunu unutmuş görünüyor. Ortaçağ boyunca Avrupa’da görülen köylü ayaklanmalarının, “üretim tarzı değişiklikleriyle sonuçlanmadığı”nı ve bunların “sınıf tavrı-bilinci edinmeyi kolaylaştırmadığını” da bilmiyor. Köylülerde bu bilincin gelişimi için nesnel koşullar bulunmuyor. “Birden çok üretim tarzının art arda geliştiği, yoğun sınıf mücadeleleriyle geçen tarihsel bir dönem”den bahsederken, en azından 2000 yıllık bir tarihselliği, tek bir “dönem”e sıkıştıran Tırıç, bunu “bilimsel soyutlamalar yapmak açısından çok yararlı” buluyor. Marx değil ama, Tırıç tarih bilgilerinde büyük yanılgılar içinde olmasın(!)?. Marx’ın doğu toplumlarının tarihini incelediği doğrudur. Fakat Marksizm’in bir tarih kuramı olarak görülmesi sağlıklı değildir. Marksizm’in bir tarih teorisi vardır, fakat Marksizm, komünist dünya görüşü olarak anlaşılmalıdır. Bakın Marx, Mikhailovsky’ye yazdığı mektupta kendi çalışmasını nasıl algılıyor:

“Batı Avrupa’da kapitalizmin başlangıcına ilişkin tarihsel eskizimi, hangi tarihsel koşullar içinde olurlarsa olsunlar, toplumsal emeğin üretici güçlerini azami ölçüde genişletmenin yanı sıra insanın tam gelişimini güvenceye alan ekonomik sisteme sonunda varmaları için, tüm ulusların alnına yazılmış genel gelişme yolunun tarihsel-felsefi teorisine dönüştürmekte ısrar ediyor. Ama affını dilerim. (beni çok onurlandırıyor, aynı zamanda çok fazla hakaret ediyor.) Bir örnek verelim.

Kapital’in birçok yerinde, eski Roma’daki pleblerin yazgısına değiniyorum. Başlangıçta onlar özgür köylülerdi; her biri kendi toprağını, kendi hesabına eker-biçerdi. Roma tarihinin akışı içinde mülksüzleştirildiler. Onları üretim ve geçim araçlarından koparıp ayıran hareket aynı zamanda, yalnızca büyük toprak mülkiyetinin değil ama büyük para-sermayenin de oluşumunu içeriyordu. Böylece güzel bir sabah, bir yanda emeğinden başka her şeyi elinden alınmış özgür insanlar, öte yanda da bu emeği sömürmeye hazır, tüm edinilmiş zenginliğin sahipleri vardı. Ne oldu? Romalı proleterler ücretli emekçiler haline değil, ama Birleşik Devletler’in güneyinde ‘yoksul beyazlar’ diye bilinenlerden daha sefil, hiçbir işi olmayan bir ayaktakımı haline geldiler; ve onların yanı sıra kapitalist olmayan ama köleliğe dayanan bir üretim tarzı gelişti. Böylece, çarpıcı biçimde birbirine benzeş olan ama farklı tarihsel çerçevelerde ortaya çıkan olaylar, tümüyle farklı sonuçlara ulaştı. Bu evrim biçimlerinin her birini ayrı ayrı araştırarak ve ondan sonra karşılaştırarak, bu fenomenin ipucu kolaylıkla yakalanabilir, ama yüce fazileti tarih-üstü olmak olan genel tarihsel-felsefi bir teoriyi maymuncuk gibi kullanarak bunu hiçbir zaman başaramaz.” (K. Marx, F. Engels, Seçme Yazışmalar 2 (1870-1895), Sol Yayınları, s. 106-7)

Marx, kapitalizmin gelişimini incelemek için İngiltere ve Avrupa’ya odaklanmasaydı da ne yapsaydı?.. Moğol İmparatorluğunu, Babür’leri, Çin hanedanlıklarını ya da İndus uygarlığını mı inceleseydi?.. Sasanileri, Persleri, Selçukluları ya da Osmanlıları?.. Asya toplumlarının tarihi üzerine okumalarından sonra ya da Rusya’nın ekonomik gelişimini değerlendirmek için Rusça öğrenip resmi yayınları ve diğer yayınları takip ettikten sonra, “temel kuram”ında ne gibi bir değişiklik yapardı; bunların, komünist dünya görüşünün oluşumuna büyük katkılar yaptığı ya da bu görüşü esaslı biçimde değiştirmesi gerektiği mi iddia edilecek?..

Tırıç, Marx’a atfettiği başka bir “yanılgı”ya geçiyor. “Nesnel-Öznel ilişkisine ilişkin sorunlar” başlığı altında şunları yazıyor:

“Sadece Avrupa tarihine dayalı bir çözümlemeyle üretilen Marksizm’in en çok tartışılan yanlarından birisi de, alt-üst yapı, sınıf bilinci, sosyalist üretim tarzına geçişin zorunluluğu gibi kuramlarda; nesnel olanla-öznel olan (öznel bilinç) arasında, doğrudan, zorunlu bir ilişki varsaymış olmasıdır.

“Materyalist bilinç kuramının temel ilkelerini bilimsel olarak açıklayan bir bilim insanı, nesnel-öznel ilişkisinin doğrudan, birebir ‘tarihin mantığına uygun olarak’ gerçekleşmeyeceğini neden göremedi?

“Öncelikle kuramın Avrupa toplumundan türetilmesi böyle bir kuşkuya düşmesini önlemişti. Çünkü Avrupa’nın tarihsel gelişimine bakınca insan nesnel-öznel arasında doğrudan bir ilişki var sanısına kolayca kapılabilirdi. Öte yandan, yanılgıyı yaratan başka etkenler de vardı. Bunlardan birisi, Aydınlanmanın ve liberalizmin temel savlarından, ‘insan çıkarları peşinde koşan akıllı bir varlıktır’ savına Marks’ın da inanmasıydı. Bir başka etken, o dönemde, Avrupa’da çok şiddetli sınıf savaşlarının, iç savaşlarının, ayaklanmaların yaşanmasıydı. Bu koşullar altında kimse Marks’ın kuramlarından kuşku duymazdı.

“Tüm bunların dışında bir başka etkene daha değinmek istiyorum. Marks, kuramlarını salt Avrupa temelli oluşturduğunu fark etse ve değiştirmek istese bile değiştiremezdi. Çünkü Marksizm Marks’ı çoktan aşmıştı. Tüm dünyada devrimsel bir sonuca yol açmış ve güçlü bir politik kuram oluşturmuştu.

“Bu olay tüm büyük kuramların başına gelir (...)”

Tırıç’ın “nesnel olanla öznel bilinç” arasındaki ilişkiyle neyi kast ettiği açık değil. Fakat dikkat edilirse bu konuda sadece Marx’ı değil, “Marksizm’i” suçluyor, onu eleştiriyor. Oysa Marksizm, Leninizm de dahil olmak üzere günümüze kadar geliştirile geldi. Marksizm’in ideolojiler alanına ilişkin saptamaları yok mu sayılıyor?.. Bu alanda yapılmış birçok somut inceleme olduğu bilinmiyor mu?.. Tırıç’ın “yanılgı” olarak gördüğü her neyse, “bunu yaratan etkenler” olarak sıraladıklarının da anlamı açık değil. Bu “etkenlerin”, “öznel bilinç”i nasıl etkilediği meçhul… Marx’ın “insan çıkarları peşinde koşan akıllı bir varlıktır” savına inandığının yazılmasıysa, Marx’ın yazdıklarının anlaşılmamış olduğuna işaret ediyor. Birilerinin “Marksizm Avrupa-merkezci bir görüştür” demesi ve kapitalizmin, doğup geliştiği topraklarda incelenmesini yadırgaması, yadırganması gereken bir görüştür.  Günümüzde kapitalizm bir dünya sistemi haline gelmişken, onun temel özelliklerinin saptanmış, anti-kapitalist mücadelenin temel yönelimlerinin kesinleşmiş durumda oluşunu Marx ve Engels’e borçluyuz. Ne yapacaklardı?.. Avrupa’daki gelişmeleri değerlendirmeyi bırakıp, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüş sürecinden “komünizm fikri”ni mi çıkarsayacaklardı?.. Oysa Marx’ın her ülkedeki gelişimi kendi koşullarıyla incelemek gerektiği yönündeki anlayışını, şu saptaması tamamlar: “De te fabula narratur” (anlatılan senin hikâyendir). Çünkü kapitalizmin temel özellikleri, geriden gelen ülkelerde de bir süre sonra gözlenmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google hesabıyla yorum yapmak istemiyorsanız, yorum yazmadan önce Ad/Url seçeneğinde, sadece ad kısmını doldurabilirsiniz.