25 Mart 2022 Cuma

Sokak Köpekleri ve Kapitalizm - Mustafa Güney

Mustafa Güney

Sokaklarda yaşayan köpekler konusunda ne yapılabilir?.. Sokaklarda yaşayan köpeklerin kendi haline bırakılması doğru mu?.. Bu durumda onların saldırdığı insanlar ne yapacak?.. Peki, sokaklar köpeklerin kendileri için sağlıklı mı?.. Farklı bir yol izlenecekse bu yol ne olabilir?.. “Medeni ülkeler”in bu sorunu çözdüğü söyleniyor, onların uyguladığı çözümler uygulanabilir mi?..


Bu sorular, yakın zamanda Türkiye’de ve dünyada yaşanan birçok olayla birlikte, giderek daha yüksek sesle dile getiriliyor. Bu soruların etrafında dönen tartışma giderek daha fazla insanın, özellikle “kanaat önderi” olarak bilinen kişilerin, en azından bir fikir belirtme ihtiyacı hissettiği bir tartışma haline geliyor. Bu tartışmanın odağında da biri, sokaklardaki köpeklerin oluşturduğunu düşündükleri güvenlik sorununun ne şekilde olursa olsun çözülmesini isteyen, diğeri ise köpeklerin iyi bir yaşam sürme hakkına sahip olduğunu savunan, bu hakkı onların elinden alacak bir çözümün hangi nedenle olursa olsun uygulanmasına karşı olan iki kesim var.

Bazı okurlar, bu meselenin kapitalizm ile ilgisinin ne olduğunu sormuş olabilir. Öyleyse, köpek adı verilen canlıların dünyadaki diğer canlıların arasına nasıl katıldığını hatırlayalım. Bugün köpek olarak bildiğimiz canlıların tamamı insanlar tarafından yaratılmıştır. Köpekler binlerce yıl önce, evcilleştirilen kurtların genetik olarak değişip, insanlarla yaşamaya uygun hale gelmesi ile oluştu. Dünya üzerinde bulunan bütün köpekler, onlar ile ilgili olan her şey, sokak köpekleri ile ilgili aklımıza gelecek her tür sorun da dâhil olmak üzere insanlık tarafından oluşturulmuştur. İnsanlığın neyi nasıl üreteceğini dünya üzerinde var olan ekonomik sistem belirler. Tek tek ürünlerin yanı sıra insanlığın yaşadığı sorunları yaratan da bu sistemdir. Sorunlara hangi çözümlerin bulunabileceğini, hangi çözümlerin tartışmaya bile açılamayacağını ekonomik sistem belirler. Son 400-500 yıldır dünya üzerindeki sistem kapitalizmdir ve bu süre boyunca insanlık ile iç içe geçmiş diğer her şey gibi, köpeklerin de yaşamını ve onlarla ilgili sorunları bu sistem şekillendirmiştir. 

Burada yazıya bir parantez açıp, konu ile benim ilgilenmeye nasıl başladığımı anlatayım. Sokak hayvanları konusu, son iki yıl içinde tesadüfler sonucunda kendimi içinde bulduğum bir konu. Bundan iki sene önce, bu konu, kulaktan dolma bilgi sahibi olduğum bir konuydu. Kedi/köpek gibi hayvanlardan uzak bir çocukluğum oldu. Bu hayvanların bana temas etmesinden bile korkardım, itiraf edeyim hala bir miktar korkuyorum. Ancak iki yıl önce bir arkadaşımın zorlamasıyla, yaşadığımız küçük yerleşim yerinde hayvan hakları ile ilgili bir organizasyonda aktif rol aldım. Sokağa atılmış veya sokakta doğmuş kedileri ve bir köpeği farklı zamanlarda evimde misafir ettim. Kediler ve köpeklerin sokaklardaki yaşamlarını daha iyi hale getirmek için ve bir yandan da sokakları bu hayvanlardan korkanlar için daha güvenli hale getirmek için büyük çaba harcayan bir organizasyonun içinde yer aldım. Saldırgan köpekleri barınaklarda bir süre misafir eden, her sabah soğuk, yağmur dinlemeden gezdiren, eğiten, sonra da onlara ev bulan, daha sonra da onların durumunu takip eden insanlarla tanıştım. Bu arada, sokaklarda doğan, anneleri ve sahipleri tarafından terk edilen onlarca köpeği ve kediyi yaşatmak için verilen büyük çabaya tanık oldum. Harcanan büyük emeğe ve kimi zaman da harcanan paraya rağmen bu çabanın nasıl sonuçsuz kalabildiğini gözledim. Bunları yaşarken, bir yandan da Türkiye’de sokak köpekleri konusunun adım adım gündeme taşınmasını izledim. Vakit bulduğumda hem sokak hayvanları hem de insanlar için en iyi seçeceğin ne olduğu üzerine kafa yordum. Bu yazı aslında bu düşünme süreçlerimin ürünü… Hakkında yeteri kadar kafa yorduğum tüm meselelerde, içinde yaşadığımız ekonomik sistemin, hem o meseleyi anlamaya çalışırken hem de o mesele ile ilgili ne yapılacağını bulmaya çalışırken kendini hissettirdiğini düşünüyorum. Sokak köpekleri konusunda da durum böyle…

Sokak köpekleri hakkında sorulması gereken ilk soru, bence cevabı çok açık olan, ancak yine de bu konu ile ilgili her hangi bir fikir üretmeden önce insanların üzerinde düşünmesi gereken bir soru. Sokak köpekleri sokaklara nereden ve nasıl geldiler?.. Evet, bu sorunun cevabını bulmak zor değil. Onları insanlar sokaklara bıraktılar. Elbette bir kısmı sokaklara bırakıldıktan sonra çiftleştiler, sokaklarda yeni köpekler doğdu. Fakat yeni doğan köpeklerin, onları besleyen, hatta hastalandıklarında veterinere götüren insanların var olduğu zaman bile hayatta kalmalarının ne kadar zor olduğunu düşünürsek, önemli bir bölümünün sokak koşullarında birkaç ay içinde hayata veda ettiğini anlayabiliriz. Köpekleri elden geldiğince hızla kısırlaştırsak bile, sokağa yeni bırakılan köpekler nedeniyle yeniden köpek sayısının kontrol edilemeyecek düzeyde artması ihtimali ile karşılaşıyoruz. Bu sorunla sokaklardaki köpekleri olabildiğince hızla sahiplendirerek baş etmeye çalışıyoruz. Yine de, sokakta hiç köpek doğmasa bile, sadece köpek sahiplerinin sokağa bıraktığı köpekler nedeniyle sokak köpeklerinin sayısı kontrolden çıkabiliyor.

İnsanlar neden bu kadar çok köpeği sokağa bırakıyor?.. Bu sorunun cevabı ikinci bir soruda gizli...  Neden bir gün bırakacakları bu köpekler, insanlar tarafından önceden evlerine alındı? Köpeklerin insanlık için rolü nedir?..

On binlerce yıl önce evcilleştirilen ilk köpeğin en önemli işlevleri muhtemelen, kendisini evcilleştiren insanların avlanmalarına ve kendilerini vahşi hayvanlardan ve diğer insanlardan koruma ihtiyacını karşılamalarına hizmet etmeleriydi. Diğer hayvanların evcilleştirilmesi ile köpekler çobanlık yapmak gibi bir işlev daha edindiler. Böylece insan topluluklarında, o toplulukların içindeki görev dağılımın parçası olan canlılara dönüştüler. Zamanla yukarıda saydığım işlevlerin yanı sıra bir işlev daha edindiler. Sürü halinde yaşayan ve etrafındaki diğer türdeşlerine bağımlı olan kurtlardan evrimleşen köpekler, birlikte yaşadıkları insanlara sadık varlıklardı, hatta köpekler, birlikte yaşadıkları insanları, başka hiçbir insanın sevemeyeceği kadar seven canlılar haline geldiler. Bu sevginin arkasında köpeğin başka bir canlıya bağlanma ihtiyacı ve özellikle bu ihtiyacı sadece tek bir insandan karşılayabildiği zaman, o insana duygusal olarak bağımlı hale gelmesinin etkisi vardı.

Toplumsal sistem insanların arasında hiyerarşiler yaratmaya başladığında, köpekler de bu hiyerarşik sistemin parçası haline geldiler. Bir köpek, ailenin, eğer birlikte yaşadığı bir aile yoksa yaşadığı mahalle veya köyün bir üyesiydi. İnsanlarla eşit değildi, çoğu zaman eğer itibar sahibi bir ailesi yoksa, toplumsal sistemin en altındaydı. İnsanlar özellikle köpeklerinin kendilerine itaat etmesini beklerdi. Bekledikleri gibi davranmadıklarında köpekleri acımasızca cezalandırabilirlerdi. Mahalledeki insanlar, özellikle çocuklar köpeklerle eğlenebilir hatta onlara eziyet edebilirdi. Ancak bir köy ya da mahalle nasıl evsiz insanlara sahip çıkıp, onlara hiç değilse bir çorba veriyorsa, köpeklere de sahip çıkar, onlara en azından bir parça ekmek verirdi. Köpeklerin zaman zaman sokaklarda insanlara saldırması o kadar da büyütülmez, mahallenin kendi içinde yaşadığı bir sorun olarak görülürdü. Sokaklardaki köpekler insanlarla daha fazla iç içe olur, bu da onların daha fazla eğitilmelerini sağlardı ve bu sayede büyük bölümü insanlarla nasıl bir ilişki kurması gerektiğini öğrenirdi.

Kapitalizm, dünyanın farklı mahallelerinde, köpeklerle insanlar arasında kurulmuş bu dengeyi yavaş yavaş değiştirdi. İnsanlar yavaş yavaş sokaklardan evlerine çekildiler. Mahalle kültürü yok oldu. Mahallelerde yaşayıp birbirine sahip çıkan bakkal ve manav amcalar/teyzeler, kendi mahallesinden bir çocuk alt mahalleden çocuklarla kavga ettiğinde, hiç düşünmeden kavgaya karışan çocuklar, artık büyük ölçüde yoktu. Köpekler, yaşam koşulları onları, kısmen ya da tamamen sokaklarda yaşamaya mecbur bırakan insanlar nedeniyle sokakları doldurdu.

Bu dönüşümün bir nedeni, insanları büyük ölçüde kendi bireysel hayatları için çalışıp çabalamaya, başka insanların, o insanlar kapı komşuları dahi olsa, sorunlarını düşünme işini o insanlara bırakmaya iten, kapitalizme ait kültürdü. Bu kültür, insanların önemli bir bölümünü evlerinin kapı eşiğinin ötesindeki problemleri sahiplenmemeye itti. İkincisi, evlerinden bir iki saat ötedeki iş yerlerinde çalışan, okullara giden, alış veriş merkezinde vakit geçiren birçok insanın, özellikle beyaz yakalı kesimin, mahallelerindeki, hatta yaşadıkları apartmandaki diğer insanlardan ve canlılardan kopmasıydı. Onları sadece kendi yaşamlarını etkilediği, örneğin gece uyumalarını önleyecek kadar gürültü yaptıklarında hatırlar oldular.

Bu koşullar altında, köpeklerin insanların gözündeki rolü de adım adım değişti. Köpekler ailenin bir üyesi olmaktan çıkarak, bir eşyaya veya bir oyuncağa dönüştü. Köpek almak, birçok insan için bir dizi platformu üyeliğinin, evindeki bir kitabın veya televizyonun alternatifi haline geldi. Köpeklerine çok iyi bakan, sağlıklarına dikkat eden ve mutlu olmaları için çabalayan birçok insan hala var, elbette. Ancak gözleyebildiğim kadarıyla hayvan hakları hakkında bilinç sahibi bir grup insan dışında, bu sevginin/özenin, ne kadarının köpek tarafından hak edildiği, ne kadarının aslında zorunlu olmadığı halde köpek sahipleri tarafından hayvanlarına gösterildiği konusunda, köpeklerin de sahiplerine karşı hakları olduğunu savunacak insan sayısı sınırlı. Köpeklerin haklarını ihlal eden köpek sahiplerinin suç işlediğini ve bu köpek sahiplerine karşı bir mücadele verilmesi gerektiğini düşünen insanların sayısı ise, hayvan hakları aktivistleri arasında bile sınırlı. Sahip olduğu köpeğin her hangi bir hakkı olmadığını düşünen bir insanın o köpeğe gösterdiği özen, bir süs biblosuna gösterdiği özenden farksızdır.

Böyle bir sistemde, insanların artık köpeklerine ihtiyaçları olmadığında ya da mevcut koşullarda köpeklerine bakmak istemediklerinde, köpeklere ne olacağı da bir sorun olarak beliriyor.

Köpek sahiplerinin bir kısmı artık ihtiyacı olmadığında veya ona bakamadığında, bir eşyayı atar gibi köpeği evinden atabiliyor. Hayvanlarını sokağa terk eden insanların bazıları, bundan başka yolları kalmayan kişiler. Örneğin, bir köpek sahibinin yaşadığı apartmanda, onun dışında yaşayan insanlar (komşu kelimesini özellikle kullanmadım), evinde beslediği hayvanın tahliye edilmesi için mahkeme yoluyla bir karar aldırdığında, bu kararın nedeni ne olursa olsun, artık o hayvan sahibinin hayvanı evinde beslemesi yasadışıdır. Hayvanı sokağa atması da yasa dışıdır. Hayvanla birlikte sokakta yaşamak istese, o da yasadışı hale geliyor. Yaşadığı yerde hayvanı bırakacağı bir barınak, köpeği almak isteyen bir tanıdığı veya köpekle birlikte taşınabileceği bir yer yoksa, bu köpek sahibinin yasal yollardan karşılaştığı sorunu çözmesi imkansız hale geliyor. Bu kişi hele bir de çocuğu varsa, belki içi kan ağlayarak köpeğini kuytu bir köşede terk etmek zorunda kalabiliyor.

Köpeklerin, zamanında bir parçası oldukları mahalle kültürü ise artık yok. Sokağa atıldıkları anda, insanların önemli bir bölümü için, yaşadıkları evin etrafında dolaşan tehlikeli bir yabancı ya da evin civarında istemedikleri bir tür atıktan farksız hale geliyorlar. İnsanlar evlerinin etrafında dolaşan güvenmedikleri yabancıların mümkün olduğunca hızla oradan uzaklaştırılmasını ister, ancak onları bir parça olsun kendileri ile özdeşleştirmeyi başarabildikleri için bunu en azından mümkünse onları ikna ederek veya onlara fazla zarar vermeden yapmanın yolunu ararlar. Atıklar ise her hangi bir ahlaki kaygı taşımadan toplanır ve yok edilir.

Sokaklarda yaşayan köpeklerle ilgili “medeni devletler”in uyguladığı çözümler, sokaklarda dolaşan yabancılara dair çözümleri ile sokaklara bırakılmış atıklara dair çözümleri arasındaki bir yerde. “Medeni devletler” kapitalist sistemin sınırları dâhilinde bir sosyal devlet barındırıyorlar. Her ne kadar bu ülkelerde sermayedarların insanlara satabileceği şeyleri ücretsiz sağladığını ileri sürerek, sosyal devletin sınırlanması hatta mümkünse ortadan kalkması gerektiğini savunanlar olsa da; bu ülkelerde bireyler, ortak sorunlarını organize olarak çözme iradesine sahip olmadıkları için, sosyal devlet, şehirlerde, mahallelerde, ülke genelinde var olan ortak sorunları, büyük şirketlerin çıkarlarına ters düşmeyecek şekilde çözmek veya en azından hafifletmek için çabalar. Bu çözümler genellikle kendi hakkını savunacak kadar bilinç sahibi, sosyal devlet tarafından önemli görülecek kadar parası olan, çok zengin olmasa da yoksul da olmayanların sorunlarına yöneliktir. Örneğin çocuklar ve evsizler, büyük ölçüde bir önceki cümlede tanımlanmış insanlar onları önemsediği, bir yere kadar da diğer insanlara sorun yarattıkları ölçüde, sosyal devlet tarafından önemsenir.

Sokaklarda yaşayan hayvanların durumu da, sosyal devlet tarafından önemsenen insanların talep ettiği şekilde ele alınır. İnsanların çoğunlukla kendi sorunları üzerinde düşünmeye teşvik edildiği bir sistemde de, sokaklarda yaşayan köpekler öncelikle insanları rahatsız eden ve sokaklardan bir an önce, ne şekilde olursa olsun kaldırılması gereken varlıklardır. Sonrasında insanların bu hayvanlara ne kadar kaynak ayırmak istediğine bağlı olarak, bu köpeklerin barınaklarda yaşamasına izin verilebilir ya da bir kısmı veya hepsi belki bir süre beklendikten sonra öldürülebilir. Öldürme kelimesi insanları rahatsız ettiğinde, bunun yerine “uyutma” adı verilen bir teknik terimi kullanmak mümkündür.

Nasıl “medeni olmayan ülkeler” sokaklardaki çöpleri kaldırma konusunda beceriksizse, ama “medeni ülkeler”de sokaklar tertemizse, sokaklarda yaşayan ve insanları rahatsız eden köpeklerle ilgili sorunu “medeni ülkeler” bu şekilde çözmüş olur, medeni olmayan ülkeler ise bu konuyu çözmeyi başaramaz ve bu ülkelerde köpekler sokaklarda yaşayıp insanları rahatsız etmeye devam eder.

Köpeklerin yaşamlarını daha iyi hale getirmek için çabalayan hayvan hakları örgütlerinin bu denklemin neresinde olduğunu sorabiliriz. Sokak köpeklerinin yaşadığımız ülke ve dünyadaki durumunu anlamak için, hem onların verdiği büyük çabayı hem de bu çabanın etkisinin neden sınırlı kaldığını anlamamız gerekiyor.

Gerek “medeni ülkeler” olarak adlandırılan çoğunlukla görece daha zengin ülkelerde, gerek medeni olmadıkları düşünülen görece daha yoksul ülkelerde, sokaklardaki köpeklerin sorunlarının çözülmesi ve daha iyi yaşamaları için çabalayan, bazıları gece gündüz bu mesele için çalışacak kadar hayatını adamış birçok insan var. Bu insanlar, farklı konular için, örneğin kimsesiz çocuklar, mülteciler, ormanların korunması gibi konular için uğraşan insanlara benziyorlar. Kadın hakları için veya toplumda ayrımcılığa uğrayan kesimlere destek olmak için çaba harcayan gruplarda yer alan kişiler de bunlara benziyor. Geçmişte bu grupların bir kısmının içinde bizzat çalıştım. Bir kısmının içinde çalışan insanlarla konuşma fırsatım da oldu.

Bu gruplarla ilgili yazılması gereken ilk husus, onların yaptığı tüm işlerin kapitalist toplumun işleyişinin bir parçası olduğudur. Kapitalist sistemde kaynaklar, örgütlü toplumsal mücadelenin olmadığı durumda, büyük şirketler, kapitalistler ve ekonomik sistemi ayakta tutmak için en azından bu insanların çıkarlarına aykırı şekilde hareket etmek istemeyecek devletin elindedir. Kaynaklara sahip olan bu kişi ve kurumlar, kaynakları büyük ölçüde kendi çıkarlarına uygun şekilde ve ekonomik sistemin genel çıkarlarına aykırı olmayacak şekilde dağıtırlar. Sivil toplum kuruluşları, bir miktar kaynağın kendilerine aktarılmasına çoğu zaman muhtaçtır. Dolayısıyla, STK’lar çoğu zaman sermayenin ve devletin çizdiği çerçeve içinde hareket etmek zorundadır. Bu çerçeve STK’ların yapabileceklerini sınırlar. Bir süre sonra yeterince sivil toplum kuruluşu bu şekilde yönlendirildiğinde, sivil toplumculuğun nasıl yapılması gerektiğine dair bir anlayış şekillenmiş olur ve yeni kurulan sivil toplum kuruluşları artık yönlendirmeye gerek kalmadan bu çerçeve içinde kalır.

Kapitalizmin sivil toplumculuğa çizdiği bu çerçevenin temelinde, sistemin bireyci bakış açısı vardır. Sivil toplum, insanların bireysel ihtiyaçlarını karşılamak için vardır. Burada ihtiyacı karşılanan insanlar, yardıma ihtiyacı olan mülteciler, sokaklarda yaşayan evsiz insanlar veya kimsesiz çocuklar değil, mültecilerin, evsiz insanların, çocukların durumuna üzülen insanlardır. Ya da hayvanların, örneğin köpeklerin durumuna üzülen insanlar. Bu insanlar üzüldükleri insanlar veya diğer canlılar için bir şeyler yapma ihtiyacı hissederler. Sivil toplum onların bu ihtiyaçlarını gidermeye katkı sağlar. Kapitalizmin çizdiği sınırlar çerçevesinde, insanların, sivil toplum kuruluşlarının ya da toplumun, yardıma ihtiyacı olan insan veya hayvanlara karşı bir sorumluluğu yoktur. Bir sivil toplum kuruluşu, eşi tarafından evden kovulan, çocuğu ile kalacak yer arayan, geçmişte ailesi tarafından eğitim almasına izin verilmeyen, eşi tarafından çalışmasına izin verilmediği için işe giremeyen, parasız, evsiz ve kimsesiz 100 kadına kalacak yer bulabilir, ama o 100 kadının ardından kendilerine gelen bir sonraki 100 kadını reddedebilir. Reddedilen ikinci 100 kişinin bu STK’ya karşı tepki duymaya hakkı yoktur. Çünkü o kuruluş ne onlara ne de ilk kabul ettikleri 100 kadına karşı bir sorumluluk taşımamaktadır. Söz konusu kuruluş hiçbir sorumluluk taşımadan, kendilerini destekleyen insanlardan aldıkları para ve desteğin izin verdiği, bir bakıma bu kurumu destekleyenlerin yeterli bulduğu sayıda kadına, yine bu insanların yeterli bulduğu düzeyde destek olmuştur.

Örneğin İstanbul’da yoksul çocuklara destek olma amacı ile kurulmuş bir vakıf, çoğu zaman yaptıkları çalışmaların şehirdeki genel yoksulluğu nasıl azalttığını veya söz konusu yoksulluğun artmasını nasıl önlediğini anlatmaz. Bunun yerine 1000 çocuğun sağlık kontrolünden geçtiğini, 500 çocuğa kitap dağıtıldığını anlatır. Bir kısmı, söz konusu sağlık kontrolünün o 1000 çocuğun sağlığını, kitabın 500 çocuğun eğitim yaşamını nasıl etkilediğinden bile bahsetmeye gerek duymaz. Bu kuruluşların içinde çalışan, hatta kimi zaman yöneticilik pozisyonuna gelmiş, evsiz insanların, yoksul çocukların veya eğer kuruluş hayvanlarla ilgileniyorsa sokak köpeklerinin tamamının yaşadığı sorunlara karşı kendilerini sorumlu hisseden ve bu sorunların çözülmesini, hiç değilse hafiflemesini isteyen birçok insan vardır. Onlar kapitalist sistemin kendilerine çizdiği çerçevenin içinde yaptıklarının ne kadar az işe yaradığını çaresizce seyrederler ve bu çaresizlikle kendilerini duyarlı oldukları konuya giderek daha çok adar, gece gündüz çalışırlar.

Kapitalizmin çizdiği çerçevenin, sivil toplum kuruluşlarının yapabileceklerini sınırlandıran, hatta kimi zaman yaratmak istediklerinin tam tersi sonuçlara yol açmalarına neden olan, iki önemli etkisi vardır. İlki bu sınırlar dâhilinde bulunan çözümlerin bir üst paragrafta bahsedilen boyutudur. Bu kuruluşlar, yardım edilenlerin, örneğin sokak köpeklerinin tamamına değil, sadece onların arasından seçilen bir, iki, 10 ya da 100 tanesine yardım üzerine kuruludur. Bir insanın sokağındaki küçük siyah köpek yavrusunu evinde misafir etmesi takdir edilecek bir şeydir. Ama eğer sokak köpeklerinin tamamının sorununu çözmeyi amaçlayan bilinçli ve örgütlü bir çabanın parçası değilse, sokak köpeklerine genel anlamda her hangi bir fayda sağlayan bir davranış değildir. Evinde şiddete uğrayan 100 kadına kalacak yer temin edip, 101’inciyi reddeden kurum, mesela kadınların gördüğü aile içi şiddeti azaltmak yerine arttırabilir. Böyle bir hareket, şiddete uğrayan kadınların kendisine yardım ediyormuş gibi görünen tüm kurumların, daha fazla insana yardım etme imkânlarının olmadığı gerekçesi ile kendisini reddedeceğini düşünmesine neden olup, bu tür kurumlara güvenini tamamen sarsabilir. Bu durumda eşi tarafından şiddete uğrayıp, evinden çocuğu ile çıkmayı düşünen kadınlar, bu ve benzeri kurumlara güvenerek evlerinden ayrıldıklarında bu kurumlar tarafından sahiplenilmeyip sokakta bırakılabileceklerini düşünerek, evlerinde kendilerine ve bazen çocuklarına yönelen şiddete katlanabilir. Üstelik bir gün aile içi şiddete uğrayan herkesin sorununu çözmeyi amaç edinmiş bir kurum ortaya çıkarsa, bu kurumun insanların güvenini kazanması çok daha zor olacaktır. Bazen sivil tolum kuruluşlarının hafifletmeyi hedeflediği sorunların kalıcı olmasına neden olmaları bile mümkündür.  Özellikle sivil toplum kuruluşlarının yaptıkları çalışmalardan kar eden bir sektör oluştuğunda, bu sektörden kar edenler bu kuruluşların var olmasına neden olan sorunların devam etmesini isteyebilirler. STK’lar üzerinden kar eden şirketler, sadece bu kuruluşlara bir şeyler satan şirketler değildir. Örneğin sokak köpekleri söz konusu olduğunda, kar eden, sadece sokak köpeklerine dağıtmak için mama satan şirketler değil, aynı zamanda sokak köpeklerine yardım eden sivil toplum kuruluşlarına destek olan, bunu reklamları ile duyurup, hayvanlara karşı duyarlı bir şirket imajı çizen kuruluşlardır da. Burada bir not olarak düşelim: Mevcut ekonomik sistemin sınırları içinde bile, bir şirketin hayvanlara karşı duyarlı olması önemlidir. Bu duyarlılığı gerçek anlamda gösterebilen şirketlerin belki bunu şirket imajının bir parçası yapması da, yine kapitalist sistemin sınırları içinde kabul edilebilir. Ama bir sivil toplum kuruluşuna yapılan sınırlı bir yardım, söz konusu şirketin o konuda duyarlı olduğunu göstermez. Bir şirketin hayvanlara karşı duyarlı sayılabilmesi için, yaptığı üretim, attığı atık, ürettiği ürün başta olmak üzere sorumlu olduğu bütün faaliyetlerinin hayvanlara etkisini hesap etmesi gerekir. 

Kapitalizmin sivil toplum kuruluşlarına çizdiği çerçevenin yarattığı ikinci önemli etki, sivil toplum kuruluşlarının toplumda sadece bir konuda hassasiyet gösteren insanları bir araya getirmesidir. Günümüzün sivil toplum mantığı, kuruluşun temel ilgi alanı dışındaki sorunları önemsememesi üzerine kuruludur. Örneğin hayvan hakları ile ilgilenen kuruluşlar, sokak köpeklerinin çocuklara saldırılarını önlemek için çaba sağlamalı mıdır?.. Benim bu soruya verdiğim cevap, evettir. Amacımız sadece sokak köpeklerinin hayat kalitesini yükseltmek bile olsa, bunu sağlamak için köpeklerle genel olarak toplum arasında düzgün bir ilişki kurması gerektiği açıktır. Bu düşünce ile içinde yer aldığım hayvan hakları kuruluşuna yeni katılan gönüllülerimiz ile düzenlediğimiz tanışma toplantımızda şöyle demiştim: “Bizim kuruluşumuz hayvanları seven insanlar kadar onlardan korkan insanlara da hizmet eden bir kuruluştur. Yaşadığımız yerde hayvanlardan korkan, onlarla sorun yaşayan insanları suçlamadan, onlarla iletişim kurmamız ve onların da sokaklardaki köpeklerden korkmadan dolaşabildiği ortamı yaratmalıyız” demiştim.

Ancak mevcut koşullarda sivil toplum kuruluşlarının felsefesi, hayvanlara üzülen insanların, bir şeyler yapma ihtiyacını giderme üzerine kurulu olduğu için, bu felsefenin ötesine geçmek isteyen insanlar için bile bunu yapmak zordur. Hayvanlara üzülerek hareket eden insanlar, hayvanlardan korkan insanların bu duygularını önemsemek zorunda mıdır?.. Yoksa bu insanlar kendi yaşadıkları bu korku ile baş etmenin yolunu kendileri mi bulmalıdır?.. Hayvanlara destek olma ihtiyacımızı gidermek için kurduğumuz organizasyon, neden başka insanların köpeklerden korkmadan sokaklarda dolaşma ihtiyacını gidermek için kaynaklarını harcasın ki?.. Ya hayvanlardan korkan insanlar da organize olur ve köpekleri sokaklardan toplatırsa? O zaman o insanlarla mücadele edip, o insanların talebi ile sokaklardan hayvanların toplanmasına engel olmak için çabalanır. Ancak böyle bir çabaya girmek yerine, o insanları ikna etmek daha akıllıca değil mi?.. Üzüldüğümüz hayvanlar için de olsa, o hayvanlardan korkan insanlarla birlikte çalışılamaz mı?.. Hayvanlarla ilgili eylemleri tek tek köpekleri beslemek ve sağlıkları ile ilgilenmek olan bir kuruluşun hayvan hakları mücadelesinin, bu tür eylemlerin üzerine kurulu bir dünyada böyle bir şeyi organize etmesi çok zordur. Hayvanlardan korkan insanlarla nasıl iletişim kurulur? Onların kaygıları nasıl giderilir? Onların da ihtiyaçlarına yanıt verecek bir hayvan hakları temelli organizasyon nasıl inşa edilir? Bu soruların cevaplarını bulmak ne kadar iyi niyetli olursa olsun, küçük ve yerel bir hayvan hakları organizasyonu için zordur. Daha büyük ve kendilerine kaynak aktaran kurumların daha fazla güdümüne girmiş organizasyonlar için ise çok akıllıca değildir. Bu nedenle köpeklere hayatlarını adamış insanların bile, sokaklarda köpeklerin saldırısına uğrayan çocukların sokaklarda güvenle dolaşması için bir çözüm bulması, hatta bu konuyu içinde bulunduğu organizasyonda tartışmaya açması kolay değildir.

Sokaklarda yaşayan köpeklerin büyük bölümü çok kötü şartlarda yaşamaktadır. Üstelik Türkiye’de giderek daha çok insan bu köpeklerin sokakta yaşayan insanların güvenliğini tehdit ettiği algısını taşımaya, bu sorunun ne şekilde olursa olsun çözülmesi gerektiğini düşünmeye başlamıştır. Bu algı ve düşünce kuvvetlendikçe “medeni ülkeler”in çözümlerinin benzerlerinin Türkiye’ye uyarlanması olasıdır.

Köpeklere ait sorunların temelinde, artık bu hayvanların toplumumuzun dahası çoğu zaman içinde yaşadıkları toplumun esaslı bir parçası olamamaları yatmaktadır. Ancak aynı apartmanda yaşadığımız insanlarla bile aynı toplumun bir üyesi olduğumuz, birbirimize karşı sorumluluk taşıdığımız algısının ciddi şekilde sarsıldığı bir dünyada, bunu sağlamak ciddi bir emek gerektiriyor.  İlk atmamız gereken ve belki en zor olan adım, kapitalizmin zihnimize çizdiği sınırları aşmak oluyor.

En azından toplumun bir kesimi köpeklerin, sadece bir iki tanesinin değil, tamamının sorumluluğunu üstlenmeli, onların yaşam standardını yükseltmek için neler yapabileceğini tartışabilmeli, elbette bu konuda yapılacakların diğer toplumsal meselelere etkisini de hesaba katarak ve bu etkilerin olumsuz olmaması için ne gerekiyorsa yaparak… 

Köpeklerin günümüz dünyasındaki yaşam koşullarının temelinde, onların alınıp satılma üzerine kurulu, onları bir mal haline getiren ticaretin yattığını düşünüyorum. Köpekler konusunda duyarlı insanların, bir köpeğe bakmak isteyen kişilerin, bu hayvanları pet-shop olarak bilinen dükkânlardan satın almak yerine, sokaklarda yaşayan köpeklerin arasından birini evlerine almaya teşvik edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Birçok insan sokaklardaki köpeklerin hastalık taşıyabileceğini veya eğitilmesinin zor olacağını düşünüp, evlerine bu şekilde köpek almaya çekinebilir. Ancak bu kaygılar, köpekler için uğraşan insanların bu hayvanlarla sahiplenecek aileler arasındaki uyum sürecine katkı sağlamaları ve gerekirse özellikle ailenin sahip olduğu koşullar artık köpeğe bakmak için yetersizse söz konusu köpeği geri almayı kabul etmeleri ile aşılabilir. Hali hazırda bunu yapan organizasyonlar var. Ancak köpeklerin yaşam standardının arttırılabilmesi için bunun bir kültür haline getirilmesi gerekiyor. Sokaktaki köpeklere ev bulmak için çoğu zaman başvurulan bireysel hesaplardan Facebook ve Instagram yolu ile ilan verilmenin ötesine geçmek, evlerinde bir köpekle yaşamak isteyen kişilerin büyük bölümünün başvuracağı bir organizasyon kurmak ve hayvan sevgisinin, köpek satın almak yerine köpekleri bu şekilde sahiplenmeyi gerektirdiğini vurgulayan bir kültür oluşturmak gerekiyor.

Sokaklardaki köpeklerin sistematik bir şekilde kısırlaştırılması zorunludur. Bir zamanlar bu konuda ihtiyatlıydım, ama bu konuda çalıştıktan sonra anladım ki, köpeklerin özgürce doğum yapması, her yıl sokaklarda çok sayıda yavru köpeğin ölmesi demek. Bunu önlemenin tek yolu köpeklerin sahip olacağı yavru sayısını denetlemekten geçiyor. Bu konuda gösterilen çabada ulaşılmak istenilen hedef sokaklardaki bütün köpekleri kısırlaştırmak olmalı. Kaynakları sınırlı küçük bir organizasyonun bunu yapmasının çok zor olduğunu biliyorum. Ancak küçük boyutlu bir organizasyon bile bu hedefe nasıl ulaşılacağını tartışabilir ve konuyu gündemde tutup, günü geldiğinde daha büyük organizasyonlarla işbirliği yaparak bu hedefe ulaşmak için çabalayabilir. Bu çabanın yıllarca bir işe yaramasa bile, böyle bir hedefi hiç gündemde tutmamak ile kıyaslandığında faydalı olacağını düşünüyorum.

Köpeklerin bir bölümünün eğer onlar için güvenli hale getirilirse sokaklarda yaşaması sağlıklı mıdır? Bilmiyorum. Ancak yakından tanıdığım köpeklerin tamamının sokaklarda dolaşmayı sevseler de, gerektiğinde dönebilecekleri bir ev olmasını, onları sahiplenmiş bir insana ihtiyaç duyduğunu net bir şekilde gördüm. Ancak eğer sokaklarda yaşayacaklarsa, bu köpekler en azından onları önemseyen insanlar tarafından, hatta eğer bir gün bu mümkün hale gelirse bütün toplum tarafından eğitilmelidir. Sadece insanlarla ilişkileri açısından değil, köpeklerin birbirleri ve diğer sokak hayvanları ile ilişkisi açısından da bu gerekli. Köpeklerle ilgilendiğim iki yıl içinde bu hayvanların neredeyse hepsinin eğitilebildiğini gördüm. Bunun için çaba sarf etmek isteyen insanlar olduğu zaman, köpekler insanlara, hayvanlara hatta birbirlerine saldırmamaları gerektiğini öğreniyor. Bunu öğrenmekte güçlük çeken köpeklerin de bir süre barınaklarda tutulması, eğitilmesi, gerekirse sahiplendirilmeleri mümkün.

Kısacası köpeklerin ülkemizdeki yaşam standardını anlamlı bir şekilde arttırmak için, olabildiğince çok insan, mümkünse tüm toplum tarafından konunun tartışılması, bir strateji belirlenmesi, bu stratejinin sahiplenilmesi ve inşa edilmesi gerekiyor. Bunun için de kanımca kapitalist sistemin içinde yaşamaya devam etsek bile, bir gün kurulacağını düşündüğüm sosyalist sistemin insanları gibi düşünmeliyiz.

İzleme Önerisi: HAYIRSIZADA-ANİMASYON

2010 Cannes Film Festivali'nde en iyi kısa film ödülünü alan Hayırsızada (Chienne d'Histoire) oldu. Yönetmen Ermeni asıllı Fransız Serj Avedikyan'ın 2010 yılında hazırladığı ve 1910 Sivriada (Hayırsızada) Köpek Katliamı'nı anlatan yürek burkan belgesel filmidir. Sulu boya tablolar gibi yapılan animasyon filmde, İstanbul'un artan sokak köpeklerinin toplanıp Hayırsızada'ya götürülmeleri, açlıktan, susuzluktan, birbirlerini kırarak ölmeleri anlatılıyor...

18 Mart 2022 Cuma

[Materyalist Diyalektik Teori]

Mahmut Boyuneğmez

“Diyalektik, Marksist düşüncenin grameridir, gramerin yaşayan lisanla öğrenilmesi gibi, diyalektik de, formülleri düşünülerek değil, ‘tarihteki ve çağdaş sorunlardaki özgül, geniş ve hayati konularda yakalanarak’ sergilenebilir.”[1] 

“Görgül bilimler bir yandan görüngünün tekilliğinin algılanışında durup kalmaz, tersine, düşüncenin yardımıyla evrensel belirlenimleri, türleri, yasaları bularak felsefeye gereç sağlarlar; böylece tüm bu tikellerin içeriklerini felsefeye alınmaya hazır bir duruma getirirler (…) Felsefe böylece gelişimini görgül bilimlere borçluyken (…) bununla onları salt verili olan ve görgülenen olgunun onayına bağımlılıktan kurtarır.”[2]

Prolog

“Diyalektik materyalizm” ile “materyalist diyalektik”  eş anlamlıdır, fakat bu makalede, diyalektik teori incelendiğinden, başlık seçimi buna göre yapılmıştır.

Bize göre materyalizmi, birbirleri arasında bağ yokmuş gibi, tarihsel materyalizm ve diyalektik materyalizm olarak iki ayrı kompartmana ayırmak sağlıklı değildir. Tarihsel materyalizmde diyalektik mantık mündemiçtir (içkindir). Ancak elbette incelenen konu bakımından doğanın diyalektiği ile toplumsal tarihin diyalektiğinin üzerinde ayrı ayrı durulabilir. Fakat doğa ve toplum gerçekliğin farklı katmanları olsalar da, birliktelik gösterir. Gerçekliğin farklı katmanları olsa da, bunların felsefi açıdan birlikte yorumlanması gerekir. Doğadaki süreçlerde yakalanan diyalektik mantık, toplumsal ilişkiler alanına transfer edilip, uygulanmaz, ya da vice versa (tam tersi). Daha doğrusu, diyalektik mantığın kategorileri ve ilkelerini, eldeki hazır formüller olarak görüp, incelenen konuya uygulamaya çalışmamalıdır. Doğadaki veya toplumdaki süreçler/ilişkiler incelenerek, diyalektik mantık yakalanıp, soyutlanmalıdır.

Materyalist Diyalektik Teori (MDT), 20. yüzyılda Sovyetler Birliği’ndeki aydınlar tarafından oldukça geliştirilmiştir. Bu nedenle, bu makalede, bu aydınların eserlerinin Türkçeye çevrilenlerinden yararlanılmıştır.

Öte yandan, “yadsımanın yadsınması” ilkesinin kullanımı, “yasa” kavramının anlamı, diyalektiğin bir düşünme yönteminden daha çok bir mantık olarak görülmesi gerektiği konusunda, birçok yazardan faklı düşünmekteyiz. Ayrıca çelişkileri, karşıtların mücadelesinin bir uğrağı olarak yorumluyoruz. Eşitsiz gelişme, katmanlılık ve beliriş (emergence), dinamik denge, etkileşim türleri, yapı ve özne gibi konularda mutlak yeni olması mümkün olmayan, ancak mevcut bilimsel bilgi birikimini gözeterek getirdiğimiz yaklaşımla, kendi katkımızı ve yaklaşımımızı ortaya koyuyoruz.

Giriş

Materyalizm, iki aksiyom (belit, postulat) üzerinde yükselir. Bu iki ilkeden birincisi, varlığın bilinçten bağımsız olarak nesnel gerçekliği oluşturduğudur. Varlık, madde, enerji, karanlık madde ve karanlık enerji gibi formlar dâhil olmak üzere, düşüncenin dışında olandır.[3] Düşüncelerin yanı sıra duyumları, duyguları da kapsayan bilinç, her zaman bilinçli bir varlığa ve onun çevresiyle etkileşimlerine işaret eder. İkinci ilkeyse, toplum ve bilinç dâhil nesnel gerçekliğin öğelerinin ve sahip olduğu ilişkilerin, etkileşimlerin ve değişimlerin insan aklı tarafından aslına uygun olarak/doğrulukla[4] kavranabilir olduğudur.[5] Bu nedenlerle materyalizm, bir realizm türüdür.

Madde/enerjinin farklı formları, bilimsel yasalara göre hareket eder. Doğanın, toplumun ve bilincin çeşitli süreçlerinde bulunan bazı özellikleri, değişim örüntülerini, etkileşim türlerini ve ilişkileri soyutlayıp oluşturduğumuz diyalektik teorinin, bilimdeki gibi “yasa”ları olduğundan bahsetmek, sağlıklı değildir. Herhangi bir felsefi teorinin, bilimin sahip olduğu türde “yasaları” yoktur. “Felsefi yasalar”ın olduğu iddiası ise kafa karıştırıcıdır.

Diyalektik teori, varlığın ilişkilerinin, etkileşimlerinin, değişim/gelişiminin ve sahip olduğu oluş, süreç ve eğilimlerinin felsefi düzeyde yorumlanmasıdır. Diyalektik teorinin kapsamında gerçekliğin farklı katmanlarına ilişkin soyutlanmış genel felsefi ilkeler, kategoriler, gerçekliğin taşıdığı değişim/gelişim örüntüleri ve etkileşim türleri bulunur. Bize göre diyalektik, gerçekliğin “mantığı”dır.

Diyalektiğin bir akıl yürütme/düşünme yolu, yani felsefi bir yöntem olarak yorumlanması da mümkündür. Diyalektiğin gerçekliğin mantığı olarak yorumlanması yanı sıra, bu biçimdeki işlenişi, Hegel’in nesnel idealist felsefesinde gözlenir. Bize göre biçimsel/klasik mantık (tasım), fuzzy mantık (bulanık mantık), analiz ve sentez, tümevarım ve tümdengelim, senkronik ve diyakronik inceleme, “konumlanma noktası”nı değiştirerek düşünme gibi yöntemlerin yanı sıra, diyalektiğin de bir akıl yürütme yöntemi olarak kullanılmasında bir sakınca yoktur. Uygun düşünme momentlerinde “tez, anti-tez, sentez” şeklindeki üçlemeyle özetlenen diyalektik akıl yürütme yordamının kullanılması, yadırganmayabilir. Bu yöntem Hegel’in felsefi sisteminde “yadsımanın yadsınması” ilkesi olarak bulunmaktadır. Bu yönteme kısaca değinmek yararlı olacaktır.

 

“Saf aklın hareketi nelerden ibarettir? Kendisine durum almaktan, kendisine karşıt olmaktan, kendisini oluşturmaktan; kendisini tez, antitez, sentez olarak formüle etmekten; ya da, gene, kendisini olumlamaktan, kendisini yadsımaktan, kendi yadsımasını yadsımaktan.


(…)


Ama bir kez tez olma durumu aldı mı, kendisine karşıt olan bu tez, bu düşünce, iki çelişik düşünceye ayrışır – olumlu olan ve olumsuz olan, evet olan ve hayır olan. Antitezin içerdiği bu iki uzlaşmaz karşıtlıktaki öğenin arasındaki savaşım diyalektik hareketi oluşturur. Evet hayıra dönüşerek, hayır evete dönüşerek, evet hem evete hem hayıra dönüşerek, hayır hem hayıra hem evete dönüşerek, karşıtlar birbirlerini dengelerler, etkisizleştirirler, felç ederler. Bu iki çelişik düşüncenin kaynaşması, onların sentezi olan yeni bir düşünce oluşturur. Bu düşünce bir kez daha iki çelişik düşünceye ayrışır ki, bunlar da yeni bir sentez içinde kaynaşırlar. Bu sancıdan bir grup düşünce doğar. Bu düşünce grubu basit kategorinin izlediği aynı diyalektik hareketi izler ve karşısında antitez olarak çelişik bir grup vardır. Bu iki grup düşünceden, onların sentezleri olan yeni bir grup düşünce doğar.


Basit kategorilerin diyalektik hareketinden de diziler doğar ve dizilerin diyalektik hareketinden ise tüm sistem doğar.”[6]

Marx, Hegelci diyalektik yöntemi bu şekilde özetler. Engels, yadsımanın yadsınması “yasası” hakkında, Hegelci “tüm sistemin yapısı için temel yasadır” der.[7] Engels tarafından “çelişki yoluyla gelişme”[8] olarak da nitelenen bu “yasa”dan, “çelişki” kavramlaştırmasını kendi başına kullanmak üzere çıkarıp, bir akıl yürütme yolu olarak yararlanmak mümkündür. Şöyle ki: Olumlama ile yadsımanın oluşturduğu karşıtlığın, bir dolayım kullanıldığında bütünlük oluşturduğunun görüldüğü bu akıl yürütme yöntemine[9], “yadsımanın yadsınması” yerine “karşıtlığın kavranıp kaldırılması/aşılması” denmesi daha uygundur. Örneğin gece ile gündüz karşıtlığından, zaman dolayımıyla “gün” bütünlüğüne ulaşıldığında, burada tekrar bir yadsımanın olmadığı, yapılan eski yadsıma işleminin yadsındığı, yani karşıtlığın aşıldığı görülmektedir. Bu örnekte bir sürecin iki yönü, karşıtlık olarak konmakta ve bütünlüğe sahip süreç akılla kavranmaktadır. Böylece düşünce düzeyinde bir soyutlama yapılmış olmaktadır. Başka örnekler verelim… Doğum ile ölüm karşıtlığı, yaşam dolayımıyla kaldırıldığında oluşan bütünlük, canlılık olarak görülebilir. Canlılardaki anabolik tepkimeler ile katabolik tepkimeler arasındaki karşıtlık, enerji alış-verişi dolayımı dikkate alındığında, metabolizma bütünlüğünü görmeyi sağlar. Yıkıcı etkenler ile yapıcı etkenler arasındaki karşıtlığın, kuvvet dolayımıyla kaldırılması, bunların, coğrafi şekillerin oluşmasındaki rolünü açığa çıkarır.

Yadsımanın yadsınması ilkesi, nesnel gerçekliğe taşındığındaysa ortaya gariplikler çıkmaktadır: “Gençlik çocukluğu yadsır ve sırası geldiğinde olgunluk tarafından yadsınır ve o da yaşlılık tarafından.”[10] Oysa bir insanın büyüme ve gelişmesini, “yadsıma”yla anlatmaya ihtiyaç yoktur. Bu cümlenin sadece retoriksel bir değeri olabilir.

Başka bir örneğe bakalım:


“Tomurcuk çiçeğin açmasıyla yiter ve denebilir ki birincisi ikincisi tarafından çürütülür; yine, meyvenin görünmesiyle birlikte çiçek bitkinin yanlış bir varoluşu olarak anlatılabilir ve bitkinin gerçeği olarak meyve çiçeğin yerini alır. Bu biçimler yalnızca ayrı olmakla kalmaz, ama ayrıca aralarında geçimsiz olarak birbirlerinin yerlerini de alırlar. Gene de akışkan doğaları onları aynı zamanda örgensel bir birliğin kıpıları (momentleri-MB) yapar-bir birlik ki, bunda yalnızca çatışmamakla kalmazlar, ama biri öteki denli zorunludur ve ancak bu eşit zorunluluk bütünün yaşamını oluşturur.”[11]

Hegel’in bu tomurcuk-çiçek-meyve örneği, yadsımanın yadsınmasının bir serimlenmesi olarak görülürse, spekülatif bir kurgu dahilinde düşünülüyor demektir.

Tohumun bitki tarafından yadsınması, sonra bitkinin de tohum tarafından yadsınması örneği de sıkça yadsımanın yadsınması ilkesini anlatmak için kullanılır. Engels, Anti-Dühring’te bunun üzerinde durur:

 

“Bir arpa tanesini alalım. Böyle milyarlarca arpa tanesi öğütülür, pişirilir, sonra da tüketilir. Ama eğer böyle bir arpa tanesi kendisi için normal koşullar bulursa, eğer elverişli bir toprağa düşerse, ısı ve yaşlığın etkisi altında onda özgül bir dönüşüm olur, çimlenir; tane, tane olarak yok olur, yadsınır, onun yerine ondan doğan bitki geçer; tanenin yadsınması. Ama bu bitkinin normal ömrü nedir? Büyür, gelişir, döllenir ve sonunda yeni arpa taneleri verir ve bu taneler olgunlaşır olgunlaşmaz sap solar, yadsınır. Bu yadsımanın yadsınmasının sonucu olarak, elimizde gene başlangıçtaki arpa tanesi, ama tek başına değil, sayısı on, yirmi, otuz kez artmış bir biçimde, bulunur.”[12]

Artık tohumların bitkilere gelişimi ve bitkilerin tohum oluşturma süreçleri üzerine ayrıntılı bilgilerimiz bulunuyor. Bu süreçlere “yadsıma” nitelemesini atfetmek, Engels’in zamanında değil ama günümüzde keyfi bir tutum olup, bilimsel değildir.

Başka bir örnek: “Proletarya devrimi sırasında sosyalist kamu mülkiyetinin kurulması, kamu mülkiyetinin baskın olduğu ilkel komünal sistemde gerçekleşmiş olanın bir tekrarıdır.”[13] Burada akla şu soru gelmelidir; neden bu “daha üst düzeyde tekrar” için, Asya tipi üretim tarzı, köleci üretim tarzı, feodalizm ve son olarak kapitalizm aşamalarından geçilmesi gerekmiştir? Nedeni basitçe şudur: Yadsımanın yadsınması ilkesine uydurulmaya zorlanan tarihsel akışta, bu ölçekte bakıldığında böylesi bir örüntü yoktur.

Son olarak, ortaçağın simyacılarının, görece değersiz metallerden, altın gibi değerli metalleri elde etme fikri---> 17.-19. yy.’lar arasında atomların değişmezliğinin anlaşılması---> 20. yy.’da elementlerin birbirine dönüştürülebileceğinin anlaşılmasının birbirlerini izlemesiyle şekillendirilen örnekte de, geçmişteki bir fikre, yeni bir temelde geri dönüldüğü söylenmektedir.[14] Bu örnek “yadsımanın yadsınması yasası” açıklanırken verilmektedir. Bize göre, buradaki akıl yürütme biçimi çocukçadır.

Oysa Marx'ın Kapital'de "mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi" soyutlamasını yaparken bunu yadsımanın yadsınması olarak nitelemesinde durum farklıdır. Marx burada pre-kapitalist dönemde üreticilerin özel mülkiyetlerinin, kapitalistler tarafından tasfiye edilerek bir olumsuzlama (yadsıma) gerçekleştiğini, kapitalist üretim tarzında üretim araçlarının ve toprağın üreticiler tarafından ortaklaşa kullanımının sermayenin merkezileşmesiyle birlikte görüldüğünü, kapitalist özel mülkiyetin üretimin bu toplumsallaşması ile çelişki oluşturduğunu ve mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi şeklindeki olumsuzlama (yadsıma) ile aşılacağını belirtir. Kapitalist üretim tarzından sosyalizme geçilirken görülen bu örüntü, tarihsel gerçekliğin gelişiminden soyutlanmış olup, kafadaki bir şablonun tarihe giydirilmesi değildir. Dolayısıyla "olumsuzlamanın olumsuzlaması" (yadsımanın yadsınması) tarihsel gelişimde, bir üretim tarzından diğerine geçilirken görülen bir örüntü olarak saptanmalıdır. Doğadaki çembersel (döngüsel) süreçlerde, örneğin tohum-ağaç-meyve-tohum döngüsünde, yadsımanın yadsınması örüntüsü bulunmamaktadır. 

İlkel topluluklar-sınıflı toplumlar-komünizm dizilimi, düşünsel olarak kurgulanmış bir şablon olup, tarihsel gelişime giydirildiğinden sorunludur. Tarihsel gelişim içerisinde soyutlanacak bir "çelişki yoluyla gelişme" ya da "yadsımanın yadsınması" örüntüsü, bir üretim tarzından diğerine geçilirken görülmektedir. Hegel'in "diyalektik" düşünme yönteminde çelişki, düşünsel düzlemdeki bir karşıtlık olarak konur ve akılla kaldırılırken, bize göre gelişimin içerisinde süreçlerin/eğilimlerin karşıtlığı/"çelişkisi" gerçektir ve kaldırılmasıyla ilerleme görülür.

Bilimsel/Realist Düşünme Yöntemi ve Diyalektik Mantık

Realist/bilimsel inançlar taşıdıkları dört özellikle, bilgi (episteme) niteliği gösterirler:[15]

i) Tutarlılık: Yeni geliştirilen realist/bilimsel düşünceler, teoriler, o güne kadar üretilmiş bilimsel diğer düşüncelerle ve bilgilerle, ayrıca kendi içlerinde tutarlıdır.

ii) Nesnellik: Realist/bilimsel bir düşünce ya da inanç, önyargılardan, öznel beğenilerden ve saplantılardan uzaktır.

iii) Sınanabilirlik: Realist/bilimsel düşünceler, gerçeklikte yoklanabilir ve yanlışlanabilirlik[16] özelliği gösterir.

iv) Gelişebilirlik: Realist/bilimsel bilgiler, düşünceler, teoriler, geliştirilmeye açıktır.

Realist inançlar, günlük hayatta olduğu gibi bilimsel araştırmalarda da bir tür “problem çözme süreci”nin (Yıldırım) ürünüdür. "Problem"le kastedilen, beklentilere ya da varsayımlara uymayan, o güne kadar sınamalardan geçerek doğrulanmış düşüncelerle açıklanmamış olaylarla, süreçlerle karşılaşılması, gözlemler yapılmasıdır. İçerisinde bulunulan müşkül (zor, güç) durum, bir çözüm arayışını getirir. Karşılaşılan ya da gözlenen olaylar/süreçlerin açıklanması, diğer bir deyişle nedenlerinin bulunması, problemlerin/müşkül durumların pratikteki çözümü için gereklidir.  Bu süreç, günlük hayatta olduğu gibi toplumsal bir faaliyet olan bilimsel araştırmalarda da realist düşünme yöntemiyle yürütülüyorsa, sonuçta realist/bilimsel fikirlerin üretimine varır. Bu yöntem, metafizik inançları, kanaatleri (doxa), bilgi (episteme)’den ayırır. Metafizik inançlar, karşılaşılan problem üzerinde denetim sağlanmasına ve pratikte bu problemle baş edilmesine ya da problemin gerçek bir çözümüne götürmez. Oluşumlarında psikolojik ve diğer zihinsel düzenekler iş başındadır[17]; bu inançların işlevi, öncelikle problemlerle psikolojik olarak baş edebilmektir. Oysa gerçeklikteki olayları/süreçleri algılayan ve barındırdığı problemlerle karşılaşan insanların, düşünce düzleminde realist inançlar ve bilgiler üreterek, bunları tekrar gerçeklikte sınaması da mümkündür.

Aristoteles bilimsel yöntemi, bir şemayla gösterecek olursak, şu şekilde değerlendirir:[18]


Resim 1: Aristoteles’e göre, bilim, gözlemlerden (1) başlayıp indüksiyon yoluyla gözlenen olay/süreçleri açıklayan genellemelere ulaşma (2), sonra bu ilkelerden açıklama konusu olay/süreçleri (3) dedüktif çıkarımla elde etme süreçlerini içermektedir.

Gerçeklik ile düşünce arasındaki bu etkileşimde, önce gerçeklikten yola çıkarak soyutlamalara ulaşılmakta, sonra tekrar bu soyutlamalardan gerçekliğe dönülmektedir.

Günümüzde ise geliştirilmiş haliyle, bilimsel düşünmenin yapısını şu şemayla anlatabiliriz:[19]

Resim 2: Bilimsel/realist Düşünme Yöntemi

Bu şema genel hatlarıyla hem insan bilimleri hem de doğa bilimleri için geçerlidir. Öyle ki, gerçeklik düzeyinden düşünsel düzeye gidildiğinde ve sonrasında düşünsel düzeyden gerçeklik düzeyine ulaşıldığında, incelenen süreçler ya da gerçeklik alanı üzerinde en azından bir yanıyla denetim/kontrol sağlanmaktadır. İnsanlığın tarih boyunca doğal, toplumsal ve zihinsel süreçler üzerindeki denetimi ortalama bir eğilim olarak giderek artmaktadır. Dolayısıyla (ergo), bu şemadaki oklar, aynı düzlem üzerinde bir çember çizmez, zaman (tarih) içerisinde giderek genişleyen (gerçekliğin daha geniş ve derinlemesine incelenmesi) ve yükselen (gerçekliğin üzerinde denetimin artması) bir sarmala benzetilebilir.

İnsan bilimlerinde geçerli olan, ampirik somuttan soyutlamalar yapma, soyutlanmış kavramlardan düşünsel olarak yeniden üretilmiş/düşünülmüş somuta ulaşma yöntemini bakın Marx nasıl anlatıyor:

 

“Başlangıç noktamız olarak toplumu almak, o halde, bütünlüğün bulanık ve düzensiz bir tasavvuru olacak, bizim de buradan, daha ileri düzeyde belirlemeler yoluyla, analitik olarak gitgide daha basit kavramlara, veri alınan somutluktan hareketle gitgide saydamlaşan soyutlamalara doğru ilerlememiz gerekecektir - ta en basit karakteristiklere varıncaya kadar. O noktadan sonra ise, en sonunda yeniden topluma ama bu kez bir bütünlüğün bulanık tasavvuru olarak değil, çok sayıda belirlemeler ve ilişkilerden oluşan zengin bir bütünlük olarak topluma ulaşıncaya kadar aynı yoldan geriye dönmemiz gerekecektir. Bunlardan birincisi ekonominin yeni doğduğu sırada izlediği yoldur (…) Somut, çok sayıda belirlemenin bir noktada bağdaşması, dolayısıyla çoğulluğun birliği olduğu için somuttur. O halde somut, gerçek hareket noktası ve dolayısıyla gözlem ve tasavvurun da hareket noktası olduğu halde, düşüncede bir hareket noktası olarak değil bir toplama ve birleştirme süreci, bir sonuç olarak ortaya çıkacaktır. Birinci yol boyunca, tasavvurun bütünlüğü çözülüp soyut belirlemeler şekline dönüşmüştü; ikincisinde soyut belirlemeler somutun düşünce yoluyla yeniden-üretilmesine doğru giderler. Bu yoldan Hegel, gerçeği, kendini kendinde toplayıp odaklaştıran, kendi derinliklerine dönen, kendi kendine, kendi devinimine kaynak olan Düşünce’nin ürünü olarak kavrama hayaline kapıldı – Oysaki soyuttan somuta yükselme yöntemi düşünce için sadece somutu kendine mal etmenin, onu zihinde somut olarak yeniden-üretmenin yoludur. Ama somutun kendisinin oluştuğu süreç bu değildir.”[20]

Marx Kapital’de bahsettiği ikinci yolu, yani soyutlanmış kavramlardan, bunlar arasındaki gerçeklikte var olan ilişkileri analiz edip, bulgularını sentezleyerek düşünülmüş somutlara ulaşma yolunu kullanır. Fakat işaret ettiği her iki yol birlikte, toplum bilimleri alanında, gerçeklik-teori arasındaki etkileşimsel süreci ve bilimsel yöntemi anlatır. Marx’ın kapitalizm incelemesiyle oluşturduğu teoriden, ampirik olarak sınanabilir çıkarımlar oluşturulabileceği gibi, aynı zamanda, siyasi açıdan kullanılacak öngörülere de varılmaktadır (dedüksiyon). Örneğin, bir kapitalist işletmede artık-değer oranı ampirik olarak hesaplanabilir. Yine örneğin, kapitalizmin krizleri, sistemin kendini yenilemesinin olanaklarını doğurduğu gibi, uygun siyasi koşullarda, işçi sınıfının mücadelesinin yoğunlaşması ve yükselmesi için zemin de oluşturur.

Öyleyse, realist/bilimsel düşünme yönteminde diyalektik mantığın bir yeri var mıdır?.. Bu konuda Bertell Ollman’ın yazdıklarına bakmak, düşünme sürecimizi ilerletecektir. Ollman’a göre, “diyalektik yöntem”, ardı ardına gelen altı uğrağa bölünebilir. Bunlar; 1) Ontolojik uğrak (bütünlük ve karşılıklı bağımlılık içindeki sonsuz sayıda süreç, ampirik gerçeklik), 2) Epistemolojik uğrak (değişimin ve etkileşimin başlıca örüntüleri olarak diyalektiğin, incelenen gerçeklikte yakalanması çabasını anlatır), 3) Sorgulama uğrağı (analiz süreci), 4) Düşünsel yeniden inşa ve akılda netleştirme uğrağı (düşünülmüş somutlara ulaşılmasını anlatır), 5) Ulaşılan sonuçların sergilenmesi uğrağı, 6) Praksis uğrağı.[21]

Görülebileceği gibi bu açıklama, Marx’ın bahsettiği iki yolu ya da bilimsel araştırma yöntemini içerir. Fakat altı uğraktan geçen tüm bu süreçler toplamına, “diyalektik yöntem” denmesi uygun değildir. Bilimsel/realist düşünme yöntemi olan bu süreçler toplamında, analiz, sentez, indüksiyon (tümevarım), dedüksiyon (tümdengelim), analoji, karşılaştırma, amprik somutluktan soyutlamalara gitme, soyut kavramlardan düşünülmüş somuta varma gibi yöntemler kullanılır. Diyalektiğin, gerçeklikteki ilişki ve etkileşim türleri, değişim ve gelişim örüntüleri gibi var oluşsal bir “mantığı” temsil ediyor oluşu unutulmadan, araştırma yapılırken gerçekliğin taşıdığı bu mantıksal desenlerin yakalanmasına da çalışılır.

Günlük hayatta, metafizik ideolojileri üreten psikolojik ve diğer zihinsel mekanizmaların yanı sıra, sistemli olmayan, ancak kendiliğinden gelişen bir realist düşünme yordamı da çoğu durumda işlemektedir. Karşılaşılan “problemler”in pratikte çözümü için ve bu problemleri oluşturan gerçeklik kesitini kontrol altına almak için, indüksiyona ve dedüksiyona, analiz ve senteze, hipotezvari düşünceler geliştirmeye ve bunları pratikleştirmeye, analojiler ve karşılaştırmalar yapmaya, geçmiş bilgilerle tutarlılık aramaya başvurulur. Yine süreçler, ilişkiler, etkileşimler ve değişim örüntüleri gerçeklikte oldukları haliyle yakalanıp, soyutlanır.

Soyutlama Sürecinde Kapsam, Genellik Düzeyleri, Konumlanma Noktasının Değiştirilmesi

Ollman, Marx’ın soyutlamalarının değişim ve etkileşim öğelerini barındırdığı için başkalarının yaptığı soyutlamalardan ayrıldığını belirtir. Marx, süreçleri farklı “uğrak”larını değerlendirerek; ilişki/etkileşimleri, aldıkları farklı görünümler olan “biçim”leri içerisinde inceleyerek soyutlar. Soyutlamalarının zamansal kapsamı, ilişkilerin tarihi ve potansiyel gelişimini anlatırken, uzamsal kapsamı, süreçlerin taşıdığı ilişki ve etkileşimlerin sınırını ifade eder. Soyutlamalarında Marx, farklı genellik düzeylerinde çalışır. Bu genellik düzeyleri Ollman’a göre şunlardır: i) Herhangi bir insana veya duruma mahsus olan ilişkiler, ii) İnsanlardaki, etkinliklerindeki ve ürünlerindeki son 20-50 yıl içerisinde ortak olan ilişkiler/süreçler, iii) Kapitalist toplumdaki ilişkiler/süreçlerin görünümü ve işleyişi, iv) Sınıflı toplumlar düzeyi, v) İnsan toplumu, v) Hayvanlar âleminin genellik düzeyi, vii) Maddi doğa düzeyi. Konumlanma noktasının (vantage point) soyutlama sürecinde değiştirilmesi ise, aynı ilişkiye farklı taraflardan bakılmasını veya aynı sürece farklı uğraklarından hareketle yaklaşılmasını, başka bir deyişle farklı perspektiflerin kullanılmasını anlatır.[22]

Ollman, Marx’ın soyutlamalar yaparken kullandığı bu yöntemleri, diyalektik yöntemin kapsamında değerlendirir. Bize göre, toplum bilimlerinin geniş alanında soyutlamalar yaparken dikkate alınması/izlenmesi gereken bu düşünme biçimleri, bilimsel/realist düşünme yöntemi dâhilinde görülmelidir. Ollman’ın da işaret ettiği gibi, soyutlamaların kapsamının incelenen gerçeklik kesitine göre dar ya da geniş tutulması, bir genellik düzeyinde yapılan soyutlamaların başka bir genellik düzeyine transferi, tek bir perspektifin kullanılması ya da bir/birkaç perspektifin incelenen ilişki/süreçlerin özsel yanlarını gizlemesi veya çarpıtması, toplum bilimleri alanında aslında birer ideoloji olan sahte bilimsel görüşlerin oluşumunda önemlidir. Başka bir deyişle toplum bilimleri alanındaki ideolojilerin oluşumunda, “soyutlama sürecinin hatalı işletilmesi” veya “yetersiz soyutlamalar” (Ollman) yapılması gündemdedir.[23] Doğa bilimleri alanında, deney/gözlem verilerinden hipotezlere/teorilere doğru yapılan soyutlamalarda, yine süreçlerin/etkileşimlerin belirli bir kapsamda değerlendirilmesi, maddenin organizasyon düzeylerine karşılık gelen genellik düzeylerinde çalışılması ve süreçlerin/ilişkilerin belirli açılardan yaklaşılarak yorumlanması söz konusudur. Başka bir deyişle bize göre, genel olarak bilimsel/realist düşünme yöntemi dâhilinde soyutlamalar yapılırken, bu tarzlar/yöntemler devrededir. Bilimsel/realist soyutlama ve araştırma sürecinde kullanılan bu yöntemleri, “diyalektik yöntem”in bileşeni saymak yanlıştır.

Diyalektik Teorinin Temel Kavramları, Kategorileri ve Örüntüleri

1. Değişim/devinim, Oluş, Başkalaşım, Süreç, Denge, Eğilim

Değişim ya da devinim (“hareket”), gerçeklikteki etkinlik olarak düşünülebilir. “Durağanlık”, mutlak değişim yokluğu olarak değerlendirilemez, göreli denge durumlarını ifade eder. Aristoteles değişim/devinimin altı türünü tanımlamıştır: Oluş, yok oluş, artma, azalma, başkalaşma, yer değiştirme.[24] Genel olarak niceliksel ve niteliksel değişimler olmak üzere iki tür değişim vardır. Artma, azalma, yer değiştirme gibi değişimler niceliksel; oluş, başkalaşma gibi değişimler nitel değişimlerdir. Niteliksel değişimlere, dönüşüm de denir. Her gelişim, değişimler içerirse de, her değişim bir gelişme oluşturmaz.

Varlığın bir formdan bir diğerine geçişine oluş (genesis) denir. Madde/enerji vardan yok, yoktan var olmaz. Bu enerjinin korunumu yasasıdır. Aristoteles’te bu yasa şu şekilde sezilmiştir: “Bir şeyin her oluşu diğer bir şeyin yok oluşu ve bir şeyin her yok oluşu, diğer bir şeyin oluşu(dur).”[25] Varlıkların temel karakteristiği, değişim içerisinde eş deyişle “hareket” içerisinde olmalarıdır. “Bozuluş” ve “yok oluş”, göreli anlamlara sahiptir; aslında form değişimleri olarak bir tür oluşu anlatırlar.

Felsefe tarihinde ilk olarak, değişim ve oluşa felsefesinde belirleyici bir konum veren filozof Herakleitos’tur.

“Güneş her gün yeni./ Aynı ırmaklara girerler başka ve başka sular akar. Ve ruhlar nemliden doğar./ Aynı ırmaklara gireriz ve girmeyiz. Biziz ve değiliz./ Aynı ırmağa iki kez girilmez./ Ruhlar için ölüm, suya dönüşmektir, su için ölümse toprak olmak. Su topraktan doğar, ruh da sudan./ Tanrı, gündüz gece, kış yaz, savaş barış, bolluk kıtlıktır. Değişir, nasıl buhurlara karıştığında dileyen dilediği adla anarsa./ Aynı şeydir burada diri ve ölü, yaşayan-ölen uyanıklığı ve uykusu ki genç ve yaşlıdırlar. Çünkü bu şeyler değişir, birileri ötekiler olur ve ötekiler yeniden değişip öncekilere döner./ Her şey ateşle değişilir ateş de her şeyle, altının mallarla, malların da altınla değişilmesi gibi./ Soğuk ısınır, sıcak soğur, nemli kurur, kuru ıslanır.”[26]

Hegel oluşu, varlık ile yokluğun çelişkisinin, akılla yapılan bir sentez sonucu aşılması yoluyla ulaşılan ilk belirlenim olarak görür. Hegel şöyle yazmaktadır:

 

“Oluş ilk somut düşünce-belirlenimi olarak aynı zamanda ilk gerçek düşünce-belirlenimidir. Felsefe Tarihinde mantıksal İdeanın bu basamağına karşılık düşen dizge Herakleitos’un felsefesidir. Herakleitos ‘Herşey akıyor’ (panta rei) dediği zaman, bu Oluşun var olan her şeyin temel belirlenimi olduğunu anlatıyordu.”[27]

Başkalaşma, morfolojik ve niteliksel değişimi anlatır. Örneğin canlılarda gözlenen bir çeşit başkalaşmaya, metamorfoz denir ve bazı hayvanların embriyo evresinden yetişkin döneme kadar geçirdiği morfolojik ve niteliksel değişimleri ifade eder. İribaştan erişkin kurbağaların metamorfozunda ya da yumurta-larva (tırtıl)-pupa-kelebek şeklindeki metamorfozda olduğu gibi… Mermer, elmas gibi başkalaşım (metamorfik) kayaçları da, iyi bilinen örneklerdir. Bu kayaçlar, magmatik ya da tortul kayaçların, sıcaklık ve basınca maruz kalmaları sonucunda fiziksel ve kimyasal dönüşüme uğramalarıyla biçimlenir. Yine örneğin, kapitalist üretim tarzında yabancılaşmış emek, değer üretim süreciyle metalar üretir; bu değer, dolaşımda metaların parayla değiştirilmesiyle önce paraya dönüşür, sonra sermaye, ücret, kar, rant ve faiz olarak başkalaşıma uğrar.[28]

Süreç, “aralarında birlik olan veya belli bir düzen veya zaman içinde tekrarlanan, ilerleyen, gelişen olay ve hareketler dizisi”[29] olarak tanımlanır. Doğada her fiziksel süreç, tersinmezdir (irreversible). Hiçbir fiziksel sistem, termodinamiğin 2. yasası uyarınca, tersinir (reversible) ya da geri dönüşümlü değildir. Doğada döngüsel süreçler, ilerleyen ve geriletici süreçler vardır. Dünyanın kendi ekseni etrafında ve güneşin etrafında dönüşü, döngüsel bir süreç olarak kabul edilebilir. Mayoz bölünme, eşey hücrelerinde gözlenen ve genetik varyasyonu artıran ilerletici bir süreçtir. Yaşlanmayla gözlenen beynin atrofi süreci, sinir hücreleri olan nöronlarda Tau proteininin yapısal bozulma süreci ya da hücrelerin içerisinde Amiloid Beta proteininin birikme süreciyse, geriletici süreçlerdendir.

Hücrelerde ve organizmalarda giderek artan düzensizlik eğilimine karşıt olarak madde girişiyle sağlanan “negatif entropi” eğilimi, dinamik bir denge sağlar. Bir hücre ya da organizma, termodinamiğin 2. yasasının geçerli olmadığı açık bir sistemdir; bunlar kararlılıklarını madde ve enerji alışverişi sayesinde korurlar. Çevrelerindeki entropi artarken, kendilerinde düzenlilik korunur. 

Kimyasal değişim süreçlerini oluşturan tepkimelerde, çoğu durumda iki yönlü reaksiyon vardır. Bunlara tersinir tepkime denir. Tepkimeye girenler ile ürünler karşılıklı olarak bir sürecin iki yönü olarak birbirlerini oluşturur. Belli süreler sonrasında bu karşıt yönlerdeki tepkime hızları eşitlenerek, dinamik bir denge oluşur. Tek yönlü tepkimelere ise tersinmez tepkime adı verilmektedir.

Resim 3: Kararlı ve kararsız dengenin örnek çizimi

Denge, statik ya da dinamik olabilmektedir. Statik denge, kararlı ya da kararsız olabilir. Örneğin, bir sarkaç aşağıya doğru sarkıksa, konumu değiştirildiğinde başlangıç konumuna döner; bu kararlı bir dengedir. Sarkacın topu yukarıdaysa ve bırakıldıysa, bir daha başlangıç konumuna gelmeyecektir; burada kararsız bir denge vardır (Resim 3[30]). Bir tepenin üstünde duran top da, kararsız denge örneği oluşturur.

Dinamik denge, rakip süreçlerin oluşturduğu etkiler birbirini nötrleştiriyorsa söz konusudur. Örneğin, ozon tabakasındaki O3 konsantrasyonu, oluşumu ile yok oluşu arasındaki dinamik denge nedeniyle sabit kalmaktadır. Ozon tabakasındaki incelmeler, bu dinamik dengenin bozulmasını anlatır.[31] Canlılarda gözlenen homeostaz (dengeleşim) mekanizmaları, dinamik dengenin oluşmasını sağlar. Örneğin, insanda vücut sıcaklığının belirli bir aralıkta tutulması, dinamik bir denge örneğidir. Toplumsal ölçekteyse dinamik dengenin varlığı açık bir konudur. Örneğin, devrimci durum, toplumsal sistemin kendini yeniden üreten ve koruyan mekanizmalarıyla, dönüşüme zorlayan nedenlerin arasındaki dinamik dengenin yitirilmesi süreçlerini anlatır.

Başka dinamik denge örnekleri verelim. Kutuplarda buzulların oluşumu ve erimesi süreçleri arasındaki karşıtlık bir dinamik denge oluşturur. Yerküre üzerindeki tuzlu ve tatlı suyun buharlaşması ile yağışlar yoluyla yerkabuğuna dönmesi süreçleri, yeryüzünde suyun var oluşunu dinamik dengede tutar. Bir yeşil yapraklı bitkinin fotosentez ile oksijenli solunum reaksiyonları/süreçleri, gündüzleri fotosentezin solunum için besin ve oksijen üretimi ile solunumun fotosentez için karbondioksit (CO2) ve su (H20) oluşturması, bunların yanı sıra doğal çevreden de H20, C02 ve 02’nin alınıp verilmesiyle birlikte, dinamik bir dengeyi anlatır. Eğer bitkiyi karanlık bir ortama uzun süre bırakırsanız, dinamik dengenin bozulması, solunum süreçlerinin baskın gelerek, bitkinin solup, çürümesi gerçekleşir. Gaz ile doldurulan bir balon örneğinde, balon içerisindeki gazın basıncı arttıkça, bunu dengeleyen balon duvarındaki esneme kapasitesidir. Balonun şişirilme sürecindeki karşıt süreçler arasındaki dinamik denge, balon içi basıncın, duvarın esneme yeteneğiyle karşılanamadığı bir noktada bozulur ve balon patlar. Bu örneklerde dinamik dengenin bozulmasıyla karşıtların mücadelesi çelişki forumunu almaktadır. 

Eğilimi ise şu şekilde değerlendirebiliriz: Farklı süreçler bir sonucun oluşmasına doğru bir yöne sahipse, bir eğilimin varlığından bahsedilebilir. Örneğin, sudan karaya çıkış canlıların evriminde bir eğilimdir. Tekhücreliler, mantarlar, bitkiler, omurgasızlar ve omurgalılarda olduğu gibi birbirinden bağımsız bir şekilde gelişmiş ve birden çok olayda tekrarlanmış bir süreçtir.[32] Başka bir örnek,  kapitalist üretim biçimindeki genel kar oranlarının düşme eğilimidir. Rastlantısal olayların (tesadüflerin) oluşturduğu düzensizlikler içerisinden geçen, dinamik yasaların belirli bir sonuç üretmesi yoluna da, “eğilim” denebilir.[33]

2. Uzay-Zaman

Klasik mekanikte/Newton fiziğinde, zaman, gözlemcinin hareket durumundan bağımsız olarak evrenseldir; evrenin her yerinde aynıdır. Özel ve Genel Görelilik Teorisi’ne göre, zaman, uzayın üç boyutundan bağımsız olarak düşünülemez; gözlemcinin hareketine ve kütle çekimsel alanlara bağlıdır. Başka bir deyişle, zaman görelidir. Büyük kütleler, uzay-zamanda eğrilikler oluşturur ve etraflarında zamanın daha yavaş akmasına yol açar (kütle çekimsel zaman genişlemesi). Özel Görelilik Teorisi, ışık hızına oranla düşük hızlardaki hareketlerde, Newton mekaniği ile aynı sonuçları verir.

Özel Görelilik Teorisine göre:

  • Uzay ve zaman, birbirlerinden ayrı olarak ele alınamaz; uzay-zaman bir bütündür.
  • Cisimlerin uzay-zamandaki toplam hareketi sabittir. Bu nedenle uzayda daha hızlı hareket eden kütleli bir cisim, zamanda daha yavaş hareket etmek zorundadır.
  • B gözlemcisi, A gözlemcisine göre sabit bir hızda gidiyorsa A gözlemcisine göre B gözlemcisi için zaman daha yavaş geçiyordur. Fakat B gözlemcisine göre kendisi için değil A gözlemcisi için zaman daha yavaş geçiyordur.
  • Eş zamanlılık, gözlemciler arasında farklılık gösterebilir. Bir gözlemci için aynı anda gerçekleşen bir olay, başka bir gözlemci için aynı anda gerçekleşmeyebilir.
  • Belli bir gözlemciye göre sabit hızda giden cismin gittiği yön doğrultusunda boyu kısalır.
  • Kütleli cisimleri ışık hızına çıkartmak için sonsuz momentum ve enerji gerektirdiğinden asla ışık hızına ulaşamazlar. Kütlesiz cisimler ise ışık hızında gitmek zorundadırlar.
  • Bir cisme durağan haldeyken (bir hıza sahip değilken) enerji verirsek ışık hızının karesine bölünmüş hali kadar kütlesi artar (E=mc2).[34]

Einstein şöyle demektedir: “Zaman ancak hareketle, cisim hareketle, hareket cisimle vardır. O halde; cisim, hareket ve zamandan birinin diğerine bir önceliği yoktur.”[35] Uzay-zaman mutlak değil, maddeyle ve hareketiyle ilişkilidir.

3. İlişki (relation) ve etkileşim (interaction)

İlişki, nesnelerin ve süreçlerin arasındaki zamansal-mekânsal bağlardır, bağlantılardır. Varlığın özellikleri ve nitelikleri[36], diğer varlıklarla kurulan ilişkilerde ortaya çıkar. İlişkilere örnekler verelim: Mıknatısların manyetik alanları reel olarak vardır, fakat metallerle ilişkilerinde görünür hale gelir. Bir atomun nitelikleri, çekirdekteki parçacıklar ve elektronları arasındaki ilişkilerden oluşur. Canlılardaki organlar, barındırdıkları dokular ve hücreler arasındaki ilişkiler, diğer sistemlerle olan ilişkileri içerisinde işlevlere sahiptir. Hücrelerin organelleri arasındaki ilişkiler, onun bütünlüğünü oluşturur. Güneş sistemindeki öğeler arasındaki kütle çekimsel ilişkiler ve hareketleri, yine bir bütünlük oluşturur. Toplumsal ölçekte, insanlar arasındaki ilişkiler ve insanların doğayla kurduğu ilişkilerse, herkesçe bilinir. Yine örneğin, üretim, coğrafyayla ilişkilidir; “toplumsal üretimin seviyesi ve gelişim eğilimleri toprağın verimliliğine, doğal kaynaklara (su dâhil), iklim koşullarına ve başka şeylere bağlıdır.”[37]

Maddenin organizasyon düzeylerine göre ilişki biçimleri farklılaşır. Mekanik ilişkiler, fiziksel ilişkiler, kimyasal ilişkiler, organizmalardaki içsel ilişkiler, türler dâhilindeki/arasındaki ilişkiler ve türlerin çevreleriyle olan ilişkileri, toplumsal katmanda ise insanlar arası ilişkiler, sınıflar arası ilişkiler gibi. Bilinç, sinir sisteminin doğal ya da toplumsal çevreyle olan ilişkilerini anlatır. Öte yandan, dışsal ile içsel, doğrudan ile dolaylı, işlevsel ile genetik (kalıtsal), uzamsal ile zamansal, yasayla yönetilen ile rastlantısal, neden ile sonuç vb. ilişki biçimleri vardır.[38] İlişkiler sürekli ya da geçici olabileceği gibi, tek yönlü, çift yönlü ya da çok yönlü olabilmektedir.[39]

Bu noktada, ilişki (relation) ile göreli (relative) kavramlarının farklı olduğu görülmelidir. Görelilik, bazı kavramların karşılıklı bağlılığını anlatır. Başka bir deyişle, görelilikte, bir kavram diğeri ile birlikte düşünülür. Örneğin, iki misli-yarım, büyük-küçük, sevgi-nefret, iyi-kötü de olduğu gibi. Aristoteles, görelik (Yunanca “pros ti”), kavramını bir kategori olarak öne sürer.[40] Örneğin, baba-oğul ya da kuzey-güney birbirlerine görelidir fakat aralarında ilişki de vardır.

Nesnelerin ve süreçlerin birbirleri üzerinde karşılıklı etkilerine, etkileşim denir. İlişkiler, etkileşimler yoluyla kurulur. Örneğin fizikte kütle çekimi, elektromanyetizma, zayıf ve kuvvetli etkileşim olmak üzere dört etkileşim türü bilinmektedir. Etkileşimler de yine, moleküler etkileşimler, hücresel etkileşimler, organizmadaki etkileşimler, türler içindeki ve arasındaki etkileşimlerle, canlıların çevreyle olan etkileşimleri, psikolojik etkileşimler vb. şeklinde sınıflandırılabilir.

Karşıtlık ve çelişki dışarıda bırakılırsa, etkileri açısından bakıldığında, çeşitli öğeler arasındaki etkileşim türleri şunlardır:

a. Aditif/sumatif etkileşim (additive interaction): İki ya da daha fazla öğenin/etkenin birlikte etkin olduklarında, tek başlarına oluşturdukları etkilerin toplamı kadar bir sonuç üretmeleridir. Örneğin bir kayanın rüzgârın ve akarsuların etkisiyle aşındırılması sürecinde, aditif bir etkileşim bulunur.

b. Güçlendirme (potentiation): Bir etkenin işlevinin, o işleve yol açmayan başka bir öğe tarafından güçlendirilmesi anlamına gelmektedir. Örneğin, dere yatağındaki taşların yüzyıllar boyunca köşe-kenarlarının aşınıp pürüzsüzleşmesi sürecinde, derenin debisini/akan su hacmini artıran yağışlar, aşındırma sürecini güçlendirici etkiye sahiptir.

c. Sinerjistik etkileşim (sinergistic interaction): Synergy (İng.) terimi, Yunanca “sinergos” kelimesinden köken alır ve anlamı “birlikte çalışmak/etkimek”tir. İki etken kombine etkinlikte bulunduklarında, tek başlarına oluşturdukları etkilerin toplamından daha büyük, daha güçlü bir sonuç oluşur. Bir örnek verelim: İnsanlar üretim sürecinde ayrı ayrı olarak değil, işbirliği/işbölümü yaparak çalışırlar; bu durumda üretkenliklerinin tümü, tekil üretkenliklerinin aritmetik toplamından daha fazladır. Başka bir deyişle işbirliği/işbölümü, sinerjistik etki yaratır.

d. Stimülasyon ve inhibisyon: İnhibisyon, bastırma/ezme, baskılama, durdurma ya da frenleme, etkisini sınırlama anlamlarına gelir. Stimülasyon, inhibisyonun tersidir. Örneğin, sivrisineklerin üremelerine uygun nem ve sıcaklığa sahip yerlerin artışı, sivrisinek sayılarının artışında stimüle edicidir. Tersine, sivrisineklerin sayılarını azaltan avcıların sayısındaki artış, sivrisineklerin var oluşu için inhibe edici olarak kavranabilir.

e. Antagonizm (karşıtlık) ve çelişki: Karşıtlık kavramıyla, zıt anlamlı kavram çiftleri kastedilmemektedir. Bir sürecin karşıt ve birbirlerini bütünleyen yönlerinin, farklı süreçlerin karşıt eğilimlerinin etkileşimleri, dinamik aktörlerin ya da kuvvetlerin karşıtlık içerisinde bütünlük oluşturması anlatılmaktadır. Her karşıt süreç ya da süreçlerin yönleri, çelişki oluşturmaz. Karşıtların etkileşimine ve çelişki yoluyla gelişime ileride daha ayrıntılı olarak değinilecektir.

f. Negatif geri-besleme (negative feed back): Bir ara ya da nihai sonuç, işleyiş üzerinde geri bildirimde bulunup, kararlı durumun, dinamik dengenin ya da homoestaz'ın[41] oluşmasını sağlar. Örneğin, kapitalist pazardaki fiyat dalgalanmaları, negatif geri bildirim yoluyla dengelenir. Avcı-av etkileşiminde, bunların popülasyonlarının büyüklükleri negatif geri bildirim yoluyla dengeye çekilir (Resim 4[42]). Örneğin, alabalık-turna balığı arasındaki, kar baykuşu-kutup yaban tavşanı arasında negatif geri bildirim türünde bir etkileşim vardır.

Resim 4: Avcı-av etkileşiminde, popülasyonların zaman içerisindeki değişimini gösteren Lotka-Volterra modelinin grafik gösterimi. Avcılar, avlarının sayısını azaltırlar ve böylelikle besin kaynakları azaldığından, kendilerinin sayısı azalmaya başlar; bu durum ise avlar üzerindeki avcıların oluşturduğu baskıyı azaltıp, yeniden sayıca artmalarına yol açar.

g. Pozitif geri-besleme (positive feed back): İşleyişin sonunda oluşan sonuç, mevcut süreci güçlendirir. Ampilifikasyon oluşur. Kısır döngü (fasit daire, vicious cycle), pozitif geri bildirimlerin ölçüsüz şekilde artarak olumsuz sonuçlar doğurduğunda, bunlara verilen isimdir.[43] Pozitif geri bildirim, açık sistemlerde yeni düzenlerin ortaya çıktığı mekanizmadır. Örneğin özel bir çevrede yeni bir bitki ya da hayvan melezi, rakiplerine karşı küçük bir avantaja sahipse, pozitif geri bildirim mekanizmasıyla birkaç nesil sonra bulunduğu bölgeye hâkim olabilir.[44]

4. Gelişme, Eşitsiz Gelişme, İlerleme

19. yy.’dan bu yana bilimsel ilerlemeler sayesinde örneğin evrenin, dünyanın ve canlıların gelişimini, kozmolojide, jeolojide ve biyolojide inceliyoruz. Öyleyse, nedir gelişim?..

“Gelişim, maddi ve ideal nesnelerin yeni niteliklerinin ortaya çıkışıyla sonuçlanan, geri döndürülemez, kesinlikle yönelmiş ve yasayla yönetilen değişimidir.”[45] Gelişim, geri döndürülemezdir çünkü zaman içerisinde meydana gelir; bir sistemin döngüsel işleyişini anlatmaz. Organizmaların büyümesinde olduğu gibi, gelişimde, önceden geçilmiş durumlara geri dönüş imkânsızdır. Aynı nitelikteki değişikliklerin birikmesiyle, gelişim bir yön kazanır. Yasayla yönetilen değişimse, rastlantısal olayların oluşmasını dışlamadan, zorunlu olay ve süreçlerin, gelişimde bulunduğunu anlatır. Yeni nitelikler, nesnelerin niteliksel ve niceliksel özelliklerinde, bir sistemin öğeleri arasındaki ilişkilerde, nesnelerin işlevleri veya davranışında, varlıklar arasındaki etkileşim türlerinde ya da bütün bunların hepsinde ortaya çıkabilir.[46]

“Eğer yeni nitelik bazı açılardan eskisine göre üstünse, gelişimin ilerleyen eğilimine sahibizdir, ancak daha aşağı ise, gerileyen bir eğilime sahip oluruz (…) Gerileme, tam da ilerleme gibi, geri döndürülemeyen bir süreçtir.”[47] Örnekler üzerinden “gelişimi” inceleyelim… Canlıların evrimi, ilerleyen gelişimsel süreçler içerir. Çünkü her yeni evre, daha önceki evrelerin zemini üzerinde yükselir. Canlıların evriminde genel gelişme yönü, ilerleyen bir seyirdedir. Ancak, “geri evrim” süreçleri de vardır. Bir canlının bütün özellikleri bakımından değil de, spesifik bir ya da birkaç özelliği bakımından, atalardan torunlara evrimleştiğini bildiğimiz bazı özelliklerin, tekrar atasal formlara ya da benzerlerine evrimleşmesi gözlenmektedir. Buna tersine evrim (devolution) denir. Tipik bir tersine evrim örneği şudur; kurbağaların neredeyse tamamı milyonlarca yıllık evrim süreçlerinde üst çenelerindeki dişleri yitirmiştir; ancak günümüzde yeni görülen kurbağa türlerinde, bu atasal dişlerin yeniden evrimleştiği görülmektedir.[48] Kozmolojiye bakalım… Küçük ve büyük kütleli yıldızlar oluşurlar, ilerleyen bir gelişimleri vardır ve gerileyen gelişimle sonlarına ulaşırlar (bkz; resim 5).


Resim 5: Yıldızların oluşumu ve gelişimi[49] 

Toplumların gelişimindeyse, yeni üretici güçlerin filizlenmesi ve aralarında kurulan yeni üretim ilişkilerinin ilerleyen gelişimiyle kuruluş-yükseliş dönemlerini, bu üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimine ayak bağı olduğu gerileyen gelişim süreçlerinin yaşandığı gerileme-çözülüş dönemlerinin izlediğini biliyoruz.

Eşitsiz gelişim, canlıların evriminde ve insanlık tarihinde görülür.

Sıçramalı Evrim Teorisi (Kesintili Denge Teorisi olarak da bilinir), şu gözleme dayanır: Fosil kayıtlarındaki boşluklar, bir soyun evriminin farklı hızlarda ilerleyebileceğini gösterir. Bu teoriye göre, türleşme, milyonlarca yıl yerine binlerce yıl içinde nispeten hızlı bir şekilde gerçekleşir.[50] Niles Eldredge ve Stephen Jay Gould tarafından 1972'de ileri sürülen bu teori, türlerin uzun zaman dilimleri boyunca doğal seçilim etkisi altında aslında oldukça az değişime uğradığını; ancak asıl evrimsel değişimlerin, ciddi çevresel değişimlerin olduğu zamanlarda, belli popülasyonlarda, göreceli olarak hızlı bir şekilde, kısa bir zaman aralığında meydana geldiğini ileri sürer.[51] Kesintili Denge Teorisi günümüzde daha geniş bir çerçevenin bir bileşeni olarak görülmektedir. Evrimsel süreçler, çevre şartlarına ve türün genetik havuzuna bağlı olarak farklı mod ve tempolarda (hız ve biçimlerde) yaşanabilmektedir. Belli şartlar altında evrim çok daha hızlı yaşanabilirken, belli koşullar sağlandığında çok uzun denge dönemleri görülebilir.[52]

İnsanlık tarihindeki eşitsiz gelişmeyi, kapitalizm dönemiyle sınırlamamak gerekir. Çulhaoğlu pre-kapitalist dönemler ile kapitalizmdeki eşitsiz gelişmenin farkını şu şekilde değerlendirmektedir:

“Çok genel olarak eşitsiz gelişme olgusundan, kapitalizmi önceleyen tarihsel dönemler için de söz edilebilir. Ancak, bu dönemlere özgü eşitsiz gelişme savaş, kıtlık, göç, salgın hastalıklar ve benzeri olgulardan kaynaklanır. Oysa kapitalizmle birlikte gündeme gelen eşitsiz gelişme, doğrudan doğruya, belirli bir üretim tarzına özgü, süreklilik taşıyan, açıklanabilir, kimi durumlarda da öngörülebilir süreçlere bağlıdır. Dolayısıyla, yalnızca kapitalizmin egemen olduğu dönemdeki eşitsiz gelişme olgusunun yasallıkları ortaya konulabilir.”[53]

İlerleme, varlıkların gelişiminde farklılaşmanın, karmaşıklığın ve organizasyonun artışıdır. İlerleme, birçok patikadan gerçekleşir. Sistemlerin içerisindeki ve aralarındaki ilişkilerin zaman içerisinde artan karmaşıklığı, ilerlemenin bir ölçütüdür. Varlıkların organizasyonundaki gelişim, giderek artan oranda hızlanır. Bu da, ilerlemenin diğer bir ölçütüdür.[54] Burada gelişimin genel yönü olan ilerlemeyi, evrenin gelişimindeki kozmolojik dönemlerle örneklemek yararlı olacaktır:

*13,5 milyar Büyük patlama ile maddenin evriminin başlaması: Big Bang

*Büyük patlamadan 10-35 saniye sonra atom altı parçacıkları; kuarkların oluşması

*Büyük patlamadan 1 saniye sonra Gama ışınları

*Büyük patlamadan 3 dakika sonra genişleyen evrenin yarıçapı 40 ışık yılı noktaya ulaşması

*Büyük patlamadan 100 bin yıl sonra maddenin görünmesi

*Büyük patlamadan 3 milyon yıl sonra ilk elementler Helyum ve Hidrojen’in ortaya çıkması

*5 milyar yıl önce, Güneş’in oluşması[55]

Resim 6: Evrenin Tarihi[56]

Öte yandan, “gelişimin sarmal biçimi” (Engels) kavramlaştırmasının kendisi değil, ama ona büyük önem atfedilmesi sorunludur. Lenin şöyle yazıyor: “Zaten geçmiş olan aşamaları adeta yineleyen, ama onları farklı bir yoldan daha yüksek bir temel üzerinde yineleyen (“yadsımanın yadsıması”) bir gelişme, düz bir çizgi boyunca değil de deyim yerindeyse sarmal bir yolda olan bir gelişme (…)”[57] Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, gelişimin bir çember misali döngüsel olmadığını, düz bir çizgi boyunca da ilerlemediğini anlatmak için, “sarmal”a benzetilmesidir. Örneğin farklı üretim tarzlarının kuruluşu-yükselişi ve gelişmesi-çözülüşü şeklinde birbiri ardı sıra gelen yineleyişler, bir sarmala benzetilebilir. Fakat bu bir benzetmedir ve bir gelişim yasası olarak görülmemelidir. Dolayısıyla şu satırlar bir mutlaklaştırma yapılmadan, benzetme yapıldığı dikkate alınarak okunmalıdır: “Tarih, dışarıya ve yukarıya doğru genişleyen bir sarmalın bir dizi dönüşüdür. Sonra gelen hiçbir gelişim çevrimi öncekini tekrar etmez, o yeni ve daha üst bir düzeydir.”[58]

“Yadsımanın yadsınması” ilkesinin ise, Hegel’in akıl yürütme yolundaki temel ilke olduğu, bunun nesnel gerçekliğe transferinin uygun olmadığı daha önce vurgulanmıştı. Bu noktada, Brosius'un, ilkel toplum ---> sınıflı toplumlar ---> komünizm şeklindeki şemanın yanı sıra, “üreticilerin üretim araçlarını kullanım hakkının olup olmaması” kriterini temel alarak oluşturduğu ilk sınıflı toplumlar ---> köleci toplum —-> feodalizm ile köleci toplum ---> feodalizm ---> kapitalizm şemalarını[59], "yadsımanın yadsınması" ilkesiyle açıklamasının sağlıklı olmadığını da belirtelim.

5. Nedensellik, Zorunluluk ve Rastlantı (=tesadüf), Belirlenim, Yasa, Refleksivite

Nedensellik, fenomenler arasındaki bir ilişki türüdür. Uzay-zamansal ilişkiler, işlevsel bağımlılıklar, simetri ilişkisi gibi ilişkiler, neden-sonuç (neden-etki) ilişkilerine sahip değildir.[60] Nedensellik, bir fenomenin (neden) belirli koşullar altında başka bir fenomene (sonuç/etki) yol açmasıdır. Nedensellik süreci, zaman içerisinde asimetriktir; neden ile sonuç (etki) yer değiştirebilirse de, zamansal asimetrik ilişki değişmez.[61] Nedenselliğin olmadığı bir gerçeklik olsaydı, yaşamsal pratiklerimiz ve bilimsel açıklama yapmak imkânsız olurdu.

Nedensellik, evrenseldir. Her olayın ve sürecin nedenleri vardır. Mantıksal bir antinomi (çatışkı) oluşturan bir örnek verelim. İnsanların göbek çukurunun var olmasının nedeni, anne karnında plasenta ile fetüsün arasında uzanan göbek kordonunun olmasıdır. Bu nedenle, ortaçağda Hıristiyan din adamları, Âdem ile Havva’nın göbek çukurunun olup olmadığı ve nasıl resmedileceği konusunda tartışmışlardır. Âdem ve Havva’nın anne-babası olmadığından, Tanrı onları neden göbek çukurlu yaratsındı ki?.. Fakat göbek çukurlu olma özelliği genetik olarak belirlendiğinden, Âdem ve Havva’nın göbek çukuru yoksa gelecek nesillerin de göbek çukuru olamazdı… Evet, nedensel bağlantılar zinciri bir başlangıca ya da sona sahip değildir.

Bir sonucun birden fazla nedeni ve oluşturucu nedensel mekanizması olabilir. Doğada ve toplumdaki olayların çoğunda, birden çok oluşturucu mekanizmanın birleşik etkisiyle bir olay ardından gelen diğer bir olayın meydana gelmesine neden olur. Yani doğada ve toplumda meydana gelen olayların çoğu “konjonktürler” olarak ortaya çıkar.[62]

Nedenlerden bazıları rastlantısaldır. Rastlantılar, bir olayın oluşumunda, bir sürecin ilerleyişinde, zincirleme etkileşimlerin dışından gelerek olayın oluşumuna ve sürece katılan nedenlere denir. Rastlantı olan nedenlerin oluşumununsa, kendi “mantığı”, yani saptanabilir bir nedensel etkileşim zinciri mevcuttur. Zorunluluk, neden-sonuç ilişkisinde bir ya da birkaç oluşturucu mekanizmanın, eş deyişle yasaların varlığını anlatır. Uygun koşullarda aynı nedenler, aynı sonuçları zorunlulukla üretir.

Farklı nedenlerin, özdeş sonuçlar üretmesi ve bir ve aynı nedenin farklı koşullarda farklı sonuçlar üretmesi mümkündür. Koşullar, doğrudan neden değildir, fakat nedenlerin sonuçlar üretmesine katkıda bulunur.[63]

Bir örnek verelim: İşine gitmek için A yolunda yürüyen X kişisinin başına, B apartmanının önünden geçerken, çatıdan düşen bir kiremit çarpıp, kafatası içerisinde kanamaya yol açarak bir süre sonra onu öldürsün. Burada çatıdan kiremitin düşmesinin oluşturucu mekanizmaları olarak diğer kiremitlerle olan ilişkisinde rüzgârların, yağmurların vb. etkisiyle oluşan gevşeme yer alır. Bir kiremitin düşeceği zorunludur, fakat hangi kiremitin düşeceği ve ne zaman düşeceği rastlantısaldır. Düşüp, X kişisinin başına isabet etmesi sürecinde, yer çekimi, rüzgârın savurma kuvveti gibi oluşturucu mekanizmaların bileşkesi rol oynar. Yani yine neden-etki ilişkisi zorunlu niteliktedir, fakat o sırada X kişisinin B apartmanı önünde olması ve çarpma olayı rastlantısaldır. X kişisinin A yolundaki B apartmanı önünden geçişinde, kişinin işine varmak için seçtiği en kısa yol olduğundan, bu güzergâhtan gitmeye niyetlenmesi bir neden olarak iş başındadır. Kiremitin çatıdan düşmesi süreciyle, X kişisinin A apartmanı önünden geçmesi sürecinin çakışması, rastlantısaldır. Bu iki sürecin/olaylar dizisinin zamanda çakışmasının oluşturucu mekanizması yoktur, aralarında zorunluluk bulunmaz. Çabucak tıbbi yardıma ulaşamama koşulu varsa, kiremitin X kişisinin başına çarpması sonucu oluşan kafa içi kanamanın ölüme neden olması gerçekleşecektir. Rastlantısal olarak X kişisi kask takmışsa, bu neden zorunlu olarak, yani koruma sağlayıcı mekanizmayla, kafa içi kanamayı oluşturmayacaktır.

Başka örnekler verelim: Yoldan geçen bir yayaya, bir arabanın çarpması sonucu o kişinin ölmesi belirli koşullar altında zorunludur, fakat arabayla yayanın çarpışması olayı rastlantısaldır. Toprağın verimli olduğu bir yerdeki bir tohumun yeşerip bitki olması zorunluluktur, fakat tohumun o verimli toprak parçasına ekilmiş olması rastlantısaldır.[64]

Öte yandan, neden-sonuç ilişkileri makro-kozmosta, dinamik (tek-değerli) ve olasılıksal olarak sınıflandırılabilir. Kuantum mekaniği yasalarıysa, atom altı ölçekte geçerli olup, özsel/içsel (“kalıtsal”) olarak olasılıksaldır. Mikro-kozmosun süreçleri için tek-değerli öngörülerde bulunmak olanaksızdır. Başka bir deyişle gerçekliğin bu katmanında süreçlerin olasılıksal bir doğası vardır. Ancak bu durum, mutlak bir belirlenmezliği (indeterminizm) anlatmaz.[65] Tarihte kritik bir dönemde önemli bir rol oynayan bir bireyin görülmesi de, olasılıksaldır.[66]

Bir nihai ya da ara sonucun, nedeniyle olan etkileşimine geri besleme (feedback, dönüt) denir ve organizmalarda, toplumda, açık sistemlerde görülür. Daha önce belirtildiği gibi, pozitif ve negatif geri besleme türleri vardır. Negatif ve pozitif geri besleme türündeki etkileşimler, sistemlerin kararlılığını sağlar.

Yasalar, gerçeklikteki genel ve zorunlu, tekrarlanan, istikrarlı bağlantılardır.[67] “Bir yasa (…) görüngüler arasındaki zorunlu, kararlı, düzenli ve gerekli türden bir bağlantıdır.”[68] Yasalar, önermeler olarak formüle edilirlerse de, nesnel gerçeklikte objektif olarak vardır. Bhaskar’ın Eleştirel Gerçekçi teorisine göre, nedensel yasalar, gerçeklikteki “yaratıcı mekanizmalar”ı ve “eğilimler”i anlatır; görüngüler arasındaki düzenlilikler, yasalarla özdeşleştirilemez, bunlar yasaların varlığının belirtileri olarak anlaşılmalıdır.[69] Bilimsel faaliyetlerle, yasalar keşfedilir. Gerçeklikteki ilişkilerin düzenliliği ve zorunluluğu, yasalarda yansıtılır. Gerçeklikte bir nedensel yasanın aktif işlerliği sayesinde, bir olay, diğer bir olayın oluşumuna yol açar. Yasalar, göreceli de olsa öngörülebilirliği sağlarlar. Yasalar, “yapısal yasalar”, “işlevsel yasalar”, “gelişme yasaları” şeklinde içeriklerine göre[70]; “genel” ve “özel” yasalar olarak kapsadıkları gerçeklik alanının ölçeğine göre sınıflandırılabilirler.[71]

Neden-sonuç arasındaki zorunluluğun dinamik ve istatiksel-olasılıksal biçimleri, yasaların da, dinamik ve istatiksel/olasılıksal biçimde sınıflandırılmasını getirir. Örneğin yerçekimi yasası uyarınca, yukarıya doğru atılan her taş, herhangi bir belirsizlik olmadan yere düşecektir. Bu dinamik bir yasadır. Ancak bir zarın atılması sonucunda hangi sayının geleceği belirsizdir; hangi sayının geleceği olasılıksal bir yasaya tabi olarak öngörülebilir.[72]

Belirlenimcilik (determizm), Pierre-Simon Laplace’ın mekanikçi-mutlak zorunluluk yorumuna göre, evrendeki tüm kuvvetlerin ve uygulandıkları noktaların bilgisine sahip bir “cin” olsaydı, bu “cin”in gözünde gelecek kesin olarak öngörülürdü. Yani evrenin bugünkü durumu, geçmişinin mutlak zorunlu sonucu ve geleceğinin mutlak zorunlu nedenidir. Bize göreyse, nedensellik evrensel olsa da, evrende rastlantısal nedenler, zorunlu oluşturucu mekanizmalar ve olasılıksallık da vardır. Bunlar, diyalektik-tarihsel materyalizmin belirlenimcilik görüşüne içkindir.

Refleksiyon/refleksivite kavramını ise, klasik anlamıyla kendi üzerine kıvrılan düşünce olarak, yani “düşünümsellik” olarak kullanmıyoruz. Bu kavramla, insanların pratiklerinin ürünü olan bilinçlilik formlarının, nesnel gerçekliğe geri dönüşü ve arzuların, niyetlerin, isteklerin aracılığıyla düşüncelerden/inançlardan pratik edimlere geçişi anlıyoruz. Bilinçlilik, pratikler aracılığıyla insanların çevreleriyle kurduğu ilişkileri yansıtır ve fakat bu bilinçlilik, nesnel gerçeklikle nedensel olarak etkileşimde bulunur ve çeşitli pratiklere yeniden yol açar. Bu geriye yansımaya, refleksivite diyoruz. Bhaskar’a göre, inançlar, sebeplerdir (reason). İnsanlar inançlarıyla eylemlere yol açarak nedensel etkilerde bulunurlar (cause=neden), yani nesnel gerçeklikte neden-etki (sonuç) ilişkilerine yol açarlar.[73]

İnsanların bilinçleri, toplumsal ilişkiler tarafından koşullanır/belirlenir. İnsanların bilincinin, belirivermiş (emergent) olması, sinir sisteminin nöro-fizyolojik mekanizmaları zemininde, toplumsal ilişkiler katmanının belirleniminde işliyor olmasını anlatır. İnsanların zihinsel süreçleri, tamamıyla sinir sistemlerindeki nörofizyolojik süreçler tarafından oluşturulursa da, inançların/düşüncelerin belirmesi (emergence) çevreyle etkileşimlerin, toplumsal ilişkilerin ürünüdür. Kanımızca, insanların bilincinin belirlenimi ve belirmesi, bu şekilde anlaşılmalıdır.

6. Olanaklılık, Gerçeklik, Olasılık (Şans, Rastgelelik)

Gerçeklik, olanaklı olanı, yeni olanın yaratılma sürecini ve oluşunu, var olanı kapsar.[74] Gerçeklik, gelişimi/tarihselliği içerisindeki evrendir. Dar anlamıyla “gerçek olan” ise, gerçekleşmiş bir olanaktır. Olanaklılık, gerçekliğin potansiyel gelişme eğilimleridir.[75] Olanaklılık, aktüel hale gelmemiş, var olan içerisinde içerilen ve gerçekleşebilecek olandır.

Bir olanak, bir yasanın işlemesiyle, yani zorunluluğun varlığıyla ve uygun koşullar varsa, gerçeklik haline gelebilir.[76] Yine de olanakların gerçeklik haline gelmesinde, şansın etkisi, karşıt güçlerin mücadelesi ve kutupsal olanakların birbirlerinin etkisini nötrlemesi gibi süreçler devrededir.[77]

Olanak tipleri, gerçek ve biçimsel olanak, somut ve soyut olanak, tersinir ve tersinmez olanak, birlikte var olan ve birbirini dışlayan olanak, öze ilişkin ve görüngüye ilişkin olanak olmak üzere sınıflandırılabilir. Varlığın zorunlu ilişkilerinden, işleyişini ve gelişimini yöneten yasalardan kaynaklanan olanaklar gerçek olanak; varlığın rastlantısal ilişkilerinden kaynaklanan olanaklar biçimsel olanaklardır. Bir olanağın gerçekleşmesi için uygun koşullar oluşmuşsa/oluşabiliyorsa, bu olanak somut olanak; bu koşullar yoksa soyut olanak olarak adlandırılır. Soyut olanakların gerçekleşmesi için süreçlerin gelişimi gereklidir. Bir olanağın gerçekliğe dönüşümü süreci için geriye doğru da süreç işleyebiliyor ve ilk durum tekrar olanaklı olanın gerçekleşmesiyle oluşuyorsa, tersinir olanaktan; bir olanağın gerçekliğe dönüşümü ters yönde oluşamıyorsa tersinmez olanaktan bahsedilir. Bir olanağın gerçekleşmesi başka bir olanağın ortadan kaybolmasına yol açmıyorsa birlikte var olan olanaklardan; bir olanağın gerçekleşmesi başka bir olanağın yok olmasına neden oluyorsa, dışlayıcı olanaktan söz edilmektedir. Bir olanağın gerçekleşmesi varlığın özünü değiştirmiyorsa, bu görüngüye ait olanaktır; gerçekleşmesi varlığın özünü değiştiriyorsa öze ait bir olanaktır.[78]

Somutlayalım… Canlılarda yeni türlerin ortaya çıkması, gerçek olanaklardır. Ancak, bir canlı türünün bir üyesinde olasılıksallıkla oluşan bir mutasyonun, çevre koşullarına adaptasyonda avantaj sağlaması rastlantısal olduğundan biçimsel bir olanaktır. Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumlarda, iktisadi krizler, gerçek olanaklardır. Karaciğer, böbrek, akciğer ve kalp nakli, gerçek olanaklardır. Bir meteorun, bir insanın üzerine düşmesi rastlantısal bir olay olduğundan, biçimsel bir olanaklılığa sahiptir. Organ nakilleri aynı zamanda somut olanaklardır, fakat örneğin Hipokrat döneminde soyut olanaklardı. Mekanik hareketin elektriğe, elektrik enerjisinin de mekanik harekete çevrilmesi olanağı var olduğundan, burada tersinir bir olanaklılık söz konusudur. Bir ülkede sosyalist devrim olanağının gerçekleşmesi, sömürü olanağını dışlar. Ancak proletarya diktatörlüğünün kurulması olanağıyla birlikte var olur. Kapitalist toplumdan sosyalist topluma geçiş, öze ilişkin bir olanağın gerçekleşmesidir. İşgününü azaltma mücadelesinin sunucunda, çalışma saatlerinin 8 saatten 6 saate düşmesi, sömürü ilişkisini (öz) ortadan kaldırmayan ve fakat görüngüye ait bir olanağın gerçekleşmesidir.

Olasılık, olanaklılığın ölçüsüdür ve istatistiksel yasaların hükmü altındadır; verili koşullarda ve verili bir yasa altında verili bir olayın gerçekleşme olanağının derecesidir.[79] Bir olayın olma olasılığı 0 ile 1 aralığındaki bir değerdir. Olasılık (şans), rastgeleliğin niceliklendirilmesidir. Olasılık, Newton fiziğinde, bir olayın olması için gerekli bütün faktörlerin/kuvvetlerin bilgisine sahip olmamaktan, bilgi yetersizliğinden kaynaklanır. Kuantum mekaniğinde ise, gerçekliğin bu ölçeğinde/katmanında geçerli olacak şekilde, içsel bir olasılıksallık vardır; olasılıksallık, mikrokozmosda nesnel gerçekliğin özsel bir özelliğidir.

Olasılıksal olaylara verilebilecek bir örneği mutasyonlar oluşturur. Mutasyonların oluşması olasılıksaldır ve genetik yapıdaki bu kaza eseri “sapmalar”, yeni bir canlı türünün özellikleri durumuna gelebilmektedir. Yine örneğin, insanlarda uygun koşullar altında yalnızca bir spermin, ovumu (yumurta) döllemesi (fertilizasyon) olanaklıdır. Fertilizasyon bölgesine yaklaşık her bir milyon spermden yalnızca biri ulaşabilir. Hangisinin fertilizasyonda yer alacağı olasılıksaldır. Toplumsal katmana geçelim… Ekim Devrimi’ne giden süreçte Lenin’in oynadığı kritik rolü dikkate alalım. Bu rolü başka birinin değil de, Lenin adındaki kişinin oynaması, yani o dönemde Lenin’in doğmuş ve yaşar durumda olması, olasılıksaldır. Fakat bu toplumsal rolü oynayacak birinin olması sonucunu üreten toplumsal nesnel bir eğilimin olduğu belirtilmelidir.

7. Parça ve Bütün, Sistem, Yapı ve İşlev, Öğe

Toplumsal formasyonlardaki bütünlük (totality) kavramına dair Çulhaoğlu’nun yazdıkları, bütün-parça ilişkilerini kavramayı kolaylaştıracaktır:

 

- “Bütünlük, toplumsal olguların ve gerçeklerin ilişkilenmiş biraradalığını ifade eder.”

 

- “(…) parçaların ya da bütünü oluşturan unsurların, ancak bütün aracılığıyla, yani bütünle olan ilişkileri bağlamında kavranabilmesi ve çözünlenebilmesi (…)”

 

- “Toplumsal olgu ve gerçeklerin güncel durumunun yanı sıra, bunların tarihsel geçmişi ve geleceğe yönelik uzantıları da bütünlük kavramının içindedir.”

 

- “(…) dolayım, bütün içindeki parçaların, diğer parçalarla ve bütünün kendisiyle ilişkilenmesidir (…) bütünlüğün hareketi, kendisini oluşturan unsurların ayrı ayrı hareketlerinin toplamı değil, bütünlük içindeki dolayımların büründükleri biçimlerin değişimi ve dönüşümüdür.”

 

- “(…) parçaların bütünle olan dolayımlarının, kendi içlerindeki ve aralarındaki dolayımlara başatlığını görmek önemlidir. Sözgelimi, kapitalist üretim ilişkilerinin hukukla dolayımı, bu ikisi arasındaki yalıtık ilişkiyle değil, her ikisinin bir bütün olarak tarihsel-toplumsal formasyon tarafından belirlenmesiyle gerçekleşir. Bu nedenle, hukuksal biçimler, üretim ilişkilerinin basit doğrusal uzantıları olarak görülemezler.”

 

- “ Üretim tarzı, üretici güçlerle üretim ilişkilerinin özgül bir kaynaşımını (kombinasyon) anlatır (…) Bir kere, belirli bir üretim tarzı, özgül hukuksal, siyasal, ideolojik, etik, kültürel vb. üstyapıların temelini oluşturuyor ve onlarla birlikte var oluyor. Sonra, herhangi bir toplumda, farklı üretim tarzları bir arada var olabiliyorlar. Bu üretim tarzlarının biraradalıkları da toplumsal formasyonu oluşturuyor.

 

“Peki, bu tanımlamalardan sonra, bütünlük neden oluşuyor? (…) Kendi özgül üstyapısıyla birlikte kapitalist üretim tarzı, artı bu üretim tarzıyla birlikte var olan başka üretim tarzları, artı bu başka üretim tarzlara özgü üstyapısal ilişkiler ve artı böylece oluşan toplumsal formasyonun, geçmiş, güncellik ve gelecek boyutlarındaki devinimi…”[80]

Bu yazılanlarda, üzerinde durulması gereken nokta şudur: Üretim tarzının/tarzlarının, örneğin hukuku koşullarken, üstyapısal diğer öğelerle etkileşimleri üzerinden, üstyapısal düzenleniş ve işleyişin taşıdığı ilişki biçimlerinin tamamı üzerinden bu koşullamayı oluşturmasıdır. Örneğin, üretim ilişkileriyle, hukuksal biçimler arasında karşılıklı etkileşimler, ahlaki ve ideolojik değerler, ilkeler, zora dayanan devletsel müdahaleler vb. aracılığıyla, bunlar üzerinden kurulur. Maddi yaşamın üretilmesi süreçlerinin diyakronik sürekliliği, toplumsal formasyonun düzenlenişi ve işleyişinin oluşturduğu yapının tamamı tarafından sağlanır. Toplumsal formasyonun düzenlenişi ve işleyişinin oluşturduğu yapı içerisinde üretim ilişkileri-üretici güçler, üstyapı öğelerini koşullar (condition). İktisadi ilişkiler temeli üzerinde üstyapısal öğeler yükselir. Üstyapısal öğeler de, üretim ilişkileriyle etkileşimde bulunup onları diyakronik olarak değiştirir ya da yeniden üretir.

Sistem,  belirli parçalardan/öğelerden oluşan, bu parçalar/öğeler arasında belirli karşılıklı ilişkiler bulunan, bu parçaların/öğelerin aynı zamanda dış çevre ile de ilişkili olduğu, bir sonuca ulaşmak üzere fiziksel veya kavramsal, birden çok bileşenin oluşturduğu bütündür. Sistem içerisindeki bileşenler dinamik olarak birbirleri ile karşılıklı ilişkili veya bağımlıdırlar. Sistemin dışında kalan öğeler, onun çevresini oluşturmaktadır.[81]

Sistemler için “bütün, parçaların toplamından daha fazladır” (Aristoteles) sözü geçerlidir. Bir sistem, bileşen öğelerinin basit bir aradalığı ya da toplamı değildir. Çünkü bir bütün/sistem, onu oluşturan parça/öğelerden türetilemeyecek yeni niteliklere sahiptir. Örneğin bir H2O molekülünde, oluşturucu öğelerden hidrojen yanıcı, oksijen yakıcı olduğu halde, oluşturdukları bütün ya da sistem olan su molekülleri, ateşi söndürücü niteliktedir.[82] Bu yeni nitelik “belirmiştir” denir.[83]

Sistem, birbiriyle etkileşim içinde olan parçaların oluşturduğu bir bütün olarak, belirli bir girdiyi işleyerek çıktıya dönüştüren süreçleri içerir. Bir sistemin öğesi, sistemsel bütünün parçası olarak belirli bir işleve sahip en küçük birimdir. Karmaşık sistemlerin, alt-sistemleri vardır. Yapı, sistemin düzenlenişi ve işleyişi olarak, öğeler arasındaki karşılıklı ilişkileri/bağlantıları anlatır. İşlev, bütün içerisindeki her bir öğenin oynadığı roldür.

Bu noktada, toplumsal süreçler incelenirken, dikkate alınması gereken özne-yapı ilişkisi üzerinde kısaca durmak gerekmektedir. Yapılar, özneler arasındaki ilişkilerdeki ve öznelerin oluşturduğu iktisadi, siyasal örgütlenmeler (örneğin bir ekonomik işletme, devlet vb.) içerisindeki “düzenleniş ve işleyiş” olarak görülmelidir. Başka bir deyişle yapılar, örneğin devlet kurumlarını, statik insan grupları olarak sınıfları, yazılı hukuk kuralları manzumesini, ideolojik doktrinleri anlatmaz. Bunların yerine proletarya ile kapitalist sınıf arasındaki iktidar ilişkilerinin düzenlenişi ve aktif işleyişi olarak devlet örgütlenmesini; alt tabakaları arasındaki ilişkiler dâhil olmak üzere temel sınıflar arasındaki ilişkilerin ve karşılıklı etkileşimlerin biçimlenişi olarak sınıfları; sınıflar ve insanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenişi ve işleyişinin hukuksal boyutunu; insanların gerçeklik hakkındaki tutumlarının, davranış kalıplarının, duygu ve düşüncelerinin oluşumu ve yeniden-oluşumundaki düzenleniş ile günlük hayattaki faal durumunu anlatır. Yapı ve özne, birbirinden farklı öğeler değildir ve aralarında dışsal ilişkiler yoktur. Yapılar, öznelerin ve onların örgütlenmelerinin sahip olduğu ilişkilerin/etkileşimlerin düzenleniş ve işleyiş kalıbı olarak kavranmalıdır. Toplum bilimindeki, yapı-özne (fail) dikotomisi ya da “sorunu”, bir tür kavrayış/soyutlama yetersizliğinin ürünüdür.

Sistemlerin özelliklerine kaldığımız yerden devam edelim… Sistem birbiriyle madde, enerji veya bilgi alışverişinde bulunan öğelerden oluşur. Sistemde düzenli ve uyumlu bir işleyiş vardır. Düzenli ve uyumlu işleyişteki bir aksaklık veya uyumsuzluk soruna yol açar. Bu sorunun büyümesi ise krize dönüşür. Örneğin siyasal sistem krizleri veya ekonomik krizler gibi… Sistemlerin, girdileri, işleyişi, çıktıları, dengesi, denetimi ve geri bildirimi vardır. Sistemler, dinamik bir denge barındırır. Mekanik, kimyasal, biyolojik, organik, jeolojik, sosyal sistemler bulunur. Örnek olarak, güneş sistemi, hücre, organizmalar, ekolojik sistemler, fizyolojik sistemler, toplum,  şehirler, atom, moleküler sistem, teorik sistemler vb. verilebilir.[84]

Çevreden girdiler alan, bunları işleyerek çevreye çıktılar sunan ve çıktılarına ilişkin geri bildirim (=dönüt) alan sistemlere, açık sistemler denir. Biyolojik ve toplumsal sistemler açık sistemlerdir. Açık sistemlerin büyüme yeteneği ve yapılarını koruma eğilimi vardır. Yeterli girdisi ya da çıktısı bulunmayan bunun sonucu olarak da geri bildirimi olmayan sistemlere kapalı sistem denir. Kapalı sistemler, çevresi ile etkileşimde bulunmayan sistemlerdir. Bazı mekanik sistemler, kapalı sistemlere örnektir.[85]

Her sistemde, enerjinin tükenmesi, işleyişin bozulması, dengenin kaybolması, karışıklık ve aksamaların belirmesi ve sonunda sistemin faaliyetlerinin durması yönünde bir eğilim vardır. Entropi, bu eğilimi ifade eden kavramdır. Kapalı sistemlerde entropi artma eğilimindedir ve belirli bir süre sonunda sistemi durduran en önemli faktördür. Açık sistemlerde entropi artışı önlenir. Açık sistemler çevrelerinden aldıkları bilgi, enerji ve materyal ile entropi artışının etkilerini negatif hale getirebilir. Açık sistemlerde negentropi (negatif entropi) vardır.[86] Açık sistemler, kendilerini yeniden üretir ve regüle eder.

Nedensel ilişkiler diyakronikken (artzamanlı), sistemlerin öğeleri arasındaki karşılıklı ilişkiler ve sistemlerin çevreleriyle ilişkileri/etkileşimleri senkroniktir (eşzamanlı). H2O örneğine tekrar bakalım… Oksijen ile hidrojen atomlarının kimyasal bileşim sürecinin sonucunda ortaya çıkan, basit bir sistem ya da yapıdır. Bir su molekülünün oluşumunda neden-sonuç ilişkisi yürürlüktedir. Ancak bu su molekülünün bir sistem olarak daha sonraki yapısı, öğelerinin karşılıklı ilişkisiyle ve bağımlılığıyla düzenlenir.[87] Senkronik “belirlenim”, sistemin öğeleri arasındaki ve çevreyle olan ilişkilerindeki eşzamanlı koşullanmaları anlatır. Yine örneğin, toplumsal formasyonları dikkate alacak olursak, burada temelin, üst-yapı öğelerini senkronik olarak koşulladığını, üst-yapı öğelerinin de temeldeki ilişkilerle, süreçlerle senkronik olarak etkileştiğini söyleriz.

8. Öz , Görüngü (=Fenomen), Görünüş


“(…) nesnelerde, durumlarda, olaylarda, gerçek olan, iç ve özsel olan, üzerine her şeyin dayandığı olgu kendini dolaysızca bilinçte göstermez, ne de giderek ilk görünüş ya da izlenim tarafından sunulduğu gibidir; tersine, nesnenin gerçek yapısına ulaşabilmek için ilkin onun üzerine düşünmek gerekir ve üzerine-düşünme yoluyla bu yapıya erişilecektir.”[88]

Öz, varlıkların/gerçekliğin doğrudan gözlemlenebilir olmayan, gerekli/zorunlu ve görece değişmez/istikrarlı özellikleridir.[89] Görüngü (fenomen) ise, varlıkların doğrudan gözlenebilir özelliklerini anlatır; olaylara ve süreçlere karşılık gelir. Öz, nesnelerin, sistemlerin, süreçlerin kendisine zorunlu olarak ait bulunan iç, genel ve değişmez belirlenimlerinin toplamı; fenomen ise bunların dış, bireysel, değişebilir ve rastlantısal özelliklerinin tümüdür.[90] Görünüm ya da görünüş ise, olayların ve süreçlerin duyumsanış, algılanış şeklidir. Görünüm her zaman illüzyonlu değildir ve çoğu durumda olaylar (fenomenler) dizisi, gerçeklikte olduğu şekilde algılanır.

Bir doğa olayı olan “serap” üzerinden anlatalım. Çöllerdeki seraplar, bir görüntü/görünüm (illüzyon) olarak algılanır; belirli bir uzaklıktaki bir vahadan gelen ışıkların, atmosferde kırılması ve yansıması fenomenine/görüngüsüne karşılık gelir. Bu olay dizisinin oluşturucu özü, ışığın kırılması ve yansıması prensipleri olarak soyutlanır.

Başka örnekler üzerinden devam edelim. Metaların değeri özken, fiyatları fenomenal bir biçimdir. Değerin özüyse, emektir. Bir toplumsal formasyonda, aktüel iktisadi olaylar sürekli değişirken, üretim ilişkileri-üretici güçlerin oluşturduğu temel, özseldir. Doğaya bakalım… Güneş, bir süpernova olarak patlayacak kadar kütleye sahip değildir. Bu onun özsel bir özelliğidir, fakat yaşam çevrimi içerisinde bu özsel özellik bile değişim göstermektedir. Örneğin manyetik alanın belirli bölgelerde yoğunlaşmasıyla oluşan güneş lekeleriyse, sayısı zamanla değişen fenomenlerdir.

Hegel’in verdiği örnekleri -elbette onun nesnel bir idealist olduğunu unutmadan- okuyalım:

 

Doğal görüngülere yaklaşımımızda da aynı şeyi buluruz. Örneğin yıldırım ve şimşeği gözleriz. Sık sık algıladığımız bu görüngü tanıdık bir şeydir. Ama insan salt tanışıklıkta, yalnızca duyusal görüngüde doyum bulamaz, tersine onun arkasına geçmeyi, ne olduğunu bilmeyi, onu kavramayı ister. Buna göre onun üzerine düşünür, nedeni genelde görüngüden ayrı bir şey olarak ve içsel olanı salt dışsal olandan ayrımı içinde bilmeyi ister. (…) Yasalar, örneğin gök cisimlerinin devim yasaları için de aynı şey geçerlidir. Yıldızları bugün burada, ertesi gün şurada görürüz; bu düzensizlik insanın ansal (zihinsel-MB) yapısı için uygunsuz, güvenilmez bir durumdur, çünkü onun bir düzene, yalın, değişmez ve evrensel bir belirlenime inancı vardır. Bu inançla, insan üzerine-düşünme yetisini görüngülere çevirerek onların yasalarını öğrenmiş, gök cisimlerinin devimlerini evrensel bir kipte saptamıştır, öyle ki bu yasalara dayanarak tüm yer değişimlerini belirler ve önceden bilebilir.-Sonsuz karmaşası içindeki insan eylemini yöneten güçler açısından da durum böyledir. (…) Duyuların ulaşamadıkları bu evrensel öğe özsel ve gerçek olarak geçerli olandır.”[91]

Doğa bilimleri alanında olayların ve süreçlerin, başka bir deyişle fenomenlerin/görüngülerin özlerine giderek artan derecede nüfuz edilmesi ve bu özlerin bilimsel yasalar olarak soyutlanması, bir toplumsal faaliyet olan bilimsel çalışmalardaki pratik ve düşünsel süreçlerle gerçekleşir. Bu noktada, bir konuyu tekrarlamak yararlı olacaktır. Doğa bilimlerinde pratik ve düşünsel süreçlerde izlenen yöntemin kapsamında şunlar vardır: Gözlem, deney, karşılaştırma, hipotez oluşturma, analoji (benzeşim), modelleme, tümevarım (indüksiyon) ve tümdengelim (dedüksiyon), retrodüksiyon[92], analiz ve sentez, ön görüler oluşturma ve bunları test etme.

İnsan bilimleri alanındaysa, bu yöntemler ilgili bilim dalları tarafından uygunlukları ölçüsünde kullanılır. Bu bilim dalları için düşünsel süreçlerle, görüngülerden özlere, ampirik somutlardan, düşünülmüş somutlara ulaşılır.[93]

9. İçerik ve Biçim

İçerik, varlıkların özelliklerinin, süreçlerinin, ilişkilerinin, içsel ve dışsal etkileşimlerinin, çelişkilerinin ve gelişme eğilimlerinin birliğidir.[94] Biçim, içerik tarafından belirlenir ve içeriğin dışavurum tarzıdır.[95] İçerikteki gelişim, eski biçimle uyumsuzluk doğurur ve oluşan yeni içerik, yeni bir biçimle dışa vurulur. Örneğin, monarşik, oligarşik, demokratik, despotik, faşist, otoriter, sosyalist biçimlere sahip devletlere biçim kazandıran, barındırdıkları sınıflar arası ilişkiler ve etkileşimler, sahip oldukları siyasal kurumlar arası ilişkiler ve bunların organizasyon yapısı, iktisadi süreçlerle olan ilişkileri, taşıdıkları gelişme eğilimleri vb.’dir. Başka bir örnek verelim. Farklı ülkelerde kapitalist üretim tarzı sahip olduğu somut üretim süreçlerinin özellikleriyle, barındırdığı süreçlerle, öğeleri arasındaki ilişki ve etkileşimlerle bir içeriksel bütünlük gösterir. Bu içerik farklı ülkelerde kapitalist üretimin somut biçimlenmeleri olarak kendini gösterir. Üstelik kapitalist üretimin tarihsel gelişimi içerisinde, bazı ülkelerde, örneğin serbest rekabet, meta ihracı gibi süreçler ve özelliklerin yerini bunlar korunsa da, daha ön plana çıkan tekelleşme ve sermaye ihracı gibi yeni özellikler ve süreçler alır. İçerikle birlikte, biçimde de değişim gözlenir. Yine örneğin, içerik olarak değerlendirilmesi gereken emek nesneleri, bilgi dâhil emek araçları ve üreticiler arasındaki ilişkiler ve etkileşimler, belirli bir üretim ilişkileri biçimini oluşturur. Farklı tarihsel çağlardaki farklı üretim tarzlarında,  üretim ilişkilerine o üretim tarzına özgü biçimini veren bu içeriklerin özellikleri ve etkileşimleridir.

Doğadaki bir örneğe yakından bakalım… Çevreleriyle olan etkileşimlerindeki ve genetik yapılarının içeriğindeki değişiklikler sonucunda Darwin ispinozlarının 15 türü evrimleşmiştir. Aralarındaki temel farklılık, gagalarının büyüklük ve şeklidir. Bu farklı gaga biçimleri, farklı besin kaynaklarıyla ilişkilerinde, uyumlu gaga yapısına sahip bireylerin doğal seçilim mekanizmasıyla hayatta kalmaları ve “gen akışı”yla soylarını sürdürmelerinin sonucudur. Güney Amerika anakarasından Galapagos adalarına göç eden atasal bir ispinoz türünden, ayrı adaların ayrı şartlarına adapte olması sonucu evrimleşmişlerdir (bkz; resim 7).

Resim 7: Farklı besin kaynaklarıyla ilişkili olarak farklı gaga biçimlerine sahip Darwin ispinozları

10. Tekil-Tikel-Tümel, Bireysel-Genel-Özel-Evrensel                                            

Her nesne, olay, süreç, ilişki vb. tekildir ve diğer benzerlerinden ayrılır. Örneğin, bu makale, bu makaleyi okuma süreciniz, İstanbul, yerdeki belirli bir taş vb. Bir grup nesne, olay, süreç, ilişki vb.’ne özgü olan; bir türün birkaç bireyine ilişkin olan, bunlarda ortak olan özellikler tikeldir. Örneğin, Darwin ispinozlarının türleri tikel bir grup oluşturur. Tümel ise, soyutlanmış bir kavram olarak, bir sınıfın tümüne işaret eder. Örneğin, kuş, bitki, ülke, gezegen, toplum gibi…

Bireysel kavramı, bir varlığı, diğerlerinden ayrıksı kılan, ona özgü olup, başkalarında olmayan yapılanışını, özelliklerini, ilişkilerini anlatır ve ona içkin ayrıcalıkları ifade eder. Örneğin, biyometrik güvenlik sistemlerinde iris (göz bebeğinin etrafındaki renkli halka) veya retina (gözün içerisinde arka kesimdeki ağ tabakası) tarama/tanıma kullanılır. Her bir kişide iris ve retina, neredeyse %100 oranında özgündür.

Genel kavramı, nesnelerin, olayların, süreçlerin, sistemlerin belirli özellikleri, ilişkileri, etkileşimleri ve gelişiminde benzer ya da ortak olan, tekrarlanan, içeriklerinde paylaşılan yanları anlatır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, bireysel olan ile genel olanın sadece kavramsal düzeydeki soyutlamalar olmaması, gerçeklikte de var olmalarıdır. Bireysel olan, varlıkların ve süreçlerin içeriklerinde ortak yanlar bulunmadan, bir tekil olarak, ayrıksı haliyle var olmaz. Üstelik bireysel olanlar başka tekilliklere dönüştüğünden, aralarında ortak özellikler olması doğaldır. Genel olan da, bireysel olanların var olma dolayımı olmadan, nesnel gerçeklikte bulunmaz. Nesnelerde, süreçlerde, olaylarda genel ile bireysel olan yanlar, her tekil durumda bir aradadır.

Özel olan, bireysel olandaki farklılıktır, diferentia spesifica’dır (ayırt edici özelliktir). Örneğin, Darwin ispinozlarının her bir türünde genel olan özellikler, çevreyle etkileşim tarzları vardır, fakat bir türün tekil bireyi ayrıntılarda eşsiz özellikler gösterir. Bir bireyde belirli bir gende gözlenen mutasyon sonucunda gaga şekli değiştiğinde ve farklı bir çevreye uyum gösterdiğinde, çoğalarak yeni bir tür oluşturduğunda, bu özel farklılık, giderek oluşan yeni türün genel bir özelliği olmaya başlar. Hekimlikten bir örnek verelim… Hekimlikte belirli bir hastalığın tedavi şekli genel olarak verilidir, fakat her bir hastanın tedavisi özel farklılıkları dikkate alarak, birey bazında yapılmalıdır.

Genel özellikler, özle ilişkili olabileceği gibi, ilişkisiz de olabilir. Örneğin insanlar, yumuşak kulak memesine sahip tek canlı türüdür. Fakat insanların bu genel özelliği, özsel değildir.[96]

Nesnel idealizmin tekil bir formu olan, aynı zamanda diğer nesnel idealist felsefeler, örneğin Platon felsefesi açısından bakıldığında bu felsefelerle genel özellikler barındıran Hegel felsefesinde, genel/tümel kavramlar, bireysel/tikel varlıklardan soyutlanmış şekliyle düşünülüp, bireysel/tikel olanların düşünsel oluşumunda kullanılır. Marx, bu düşünme sürecini anlatan “kurgusal hile”yi örneğin Alman İdeolojisi’nde eleştirir. Kutsal Aile’de ise “meyve” örneğiyle açıklar.[97] Okura Hegel’in spekülatif düşünme sürecini parlak biçimde serimleyen bu sayfaları okumasını önermekteyiz.

Belirli koşullar var olduğunda, her durumda ve bağlamda geçerli olan özellikler, süreçler, ilişkilere evrensel denir (genelgeçer). Örneğin, ışık hızı (c), evrendeki bütün madde/enerjinin ulaşabileceği maksimum hız olarak evrenseldir. Nedensellik ilişkisi, evrenseldir. Kütle çekimi yasası evrenseldir.

11. Katmanlılık ve Beliriş (Emergence)


“(…) madde hareketinin niteliksel olarak farklı birkaç seviyesi vardır. Bu niteliksel farklılık ne demektir? Bu, bir düzeyin niteliksel özgüllüğü bir diğerinin niteliksel özgüllüğü üzerinden açıklanamaz demektir. Örneğin, biyolojik örgütlenme, fiziksel dünya resmi çerçevesi içinde açıklanamayan kendine has anlama sahiptir. Yaşam aleminde uyum, metabolizma, büyüme ve çoğalma, yaşam mücadelesi, değişebilirlik ve kalıtım türü görüngülerle ilgileniriz. Bunlardan hiçbiri inorganik doğada yoktur (…) Madde örgütlenmesinin her düzeyi, kendine özgü özel yasalara tabidir.”[98]

Maddenin organizasyon düzeyleri ya da gelişim evreleri olarak gördüğümüz temel gerçeklik katmanları şunlardır. Atomik ölçek ve atom altı parçacıklar (mikrokozmos) katmanı, atomların ve moleküllerin etkileşimlerini içeren kimya katmanı, cisimlerin ve enerjinin hareket yasalarını içeren makrokozmos katmanı/fiziksel katman, organizmaların işleyişini ve çevreleriyle etkileşimleri sunucu evrimleşmelerini kapsayan biyolojik katman, zihin/bilinç katmanı, toplumdaki değişimleri ve gelişimi içeren toplumsal katman olarak sıralanabilir. Bu katmanlar hiyerarşik bir yapılanma oluşturmadan birbirleri içerisinde bulunurlar ve birbirlerinin üzerinde yükselirler. Bir katman, onu kapsayan diğer katmanın zeminini oluşturur. İçerisinde daha alt düzeyde katmanları barındıran daha gelişkin bir katmanda işleyen süreçlerin, olayların özünü belirleyen, bu gelişkin organizasyon düzeyinin yapısı, yani düzenlenişi, işleyişi ve öğelerinin karşılıklı etkileşimidir.[99] Örneğin toplumsal katmanın düzeni ve işleyişi (yapısı), biyolojik katmandaki yasalarla açıklanamaz; her ne kadar biyolojik katman toplumsal katmanın varoluşu için zorunlu bir zemin oluştursa da. Temel katmanların daha önceki katmanlarda bulunmayan yeni nitelikleri ve özelliklerine, “belirmiş” (zuhur etmiş) diyoruz.

“Bir cisim veya karmaşık bir sistem, parçalarının özellikleriyle açıklanamadığı ve tanımlanamadığı ya da bu özelliklere ve onların ilişkilerine indirgenemediği zaman, onun belirmiş olduğu söylenir.”[100] Yeni niteliklerin/özelliklerin, belirmesine yol açan, bütünün/sistemin organizasyonu yani örgütlenmesidir.[101] Örneğin, su, su buharı ve buzun atomik ölçekte hiçbir niteliksel farkı yoktur (temel nitelik, iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşmasıdır), fakat sıcaklık ve basınç parametrelerinin denetiminde gözlenen faz geçişleriyle kazanılan yeni nitelikler/özellikler (temel olmayan nitelikler, katı-sıvı-gaz halidir), su moleküllerinin oluşturduğu yapının örgütlenişinde/organizasyonundaki dönüşümle belirir. Yüksek basınç altında grafitten elmasa faz geçişinde de, karbon atomlarının yapısal düzenlenişi dönüşür.

Örneğin, zihin/bilinç, tümüyle sinir sistemindeki fizikokimyasal işlemler/süreçlerden oluşur, fakat sinir sisteminin organizasyonu (yapısı, yapılanışı, düzenlenişi ve işleyişi), içsel ve dış çevreyle olan etkileşimlerle birlikte, onun belirmiş özelliklerini açıklar. Toplumsal bilinç biçimleri de, toplumsal pratiklerin içerisindeki insanların ilişkileri tarafından belirlenen, toplum ölçeğinde belirmiş olan, fakat bireylerin beynindeki fizyolojik süreçler ve psikolojik mekanizmalar zeminine yaslanan özellikler gösterir. Yine örneğin, hücrelerin iç organizasyonu, sahip olduğu öğelerin karşılıklı etkileşimleriyle oluşan yapısı, çevreleriyle olan etkileşimleriyle birlikte, onlara metabolizma, bölünme, mutasyon, iç determinizm ve regülasyon gibi karakteristik özellikleri kazandırır.[102] Canlılık, cansız varlıklara göre bir beliriştir; temelinde cansız varlıklardaki süreçler bulunur, fakat yeni organizasyon düzeyiyle, ortaya çıkan yeni süreçler, etkileşimler ve dolayısıyla nitelikler/özellikler vardır. Başka bir örnek; “emek”, hayvanlarda da gözlenen biyolojik bir temele sahiptir, fakat insanlarda belirmiş bir özelliktir, çünkü toplumsal ilişkilerin örgütlenişini yansıtır.

Sıcaklık, katı-sıvı-gaz halleri, temel parçacıkların veya atomların özelliği değilken, belli miktardaki parçanın/öğenin bir araya gelip bir organizasyon oluşturması durumunda belirirler. Protonların ya da elektronların rengi yoktur, bunlar atomlar halinde organize olduklarında, ışığın belli dalga boylarını emip, diğerlerini yansıtarak renklere sahip olurlar. Sürtünme de temel parçacıklar arasında yoktur, fakat maddenin daha karmaşık yapılarını oluşturduklarında bu özellik belirir.[103]

12. Nitelik, Nicelik, Ölçü, Niceliğin Niteliğe Dönüşümü Örüntüsü (Faz Geçişleri, Eşik Etkisi)

Varlıklara, bağımsızlık, sınırlanmışlık, göreceli istikrar sağlayan[104] özellikler, durumlar, işlevler ve ilişkiler, onların nitelikleridir.[105] Nicelik ise, sayı, büyüklük, hacim, yoğunluk, küme, sınıf veya belirli bir özelliğin kendini ortaya koyuş derecesidir.[106] Bir atom çekirdeğindeki protonların niceliksel değişimleri, elementlerin niteliğinde değişime yol açar. Oksijen (O2) ve ozon (O3) gazları arasındaki niceliksel farklılık, onların niteliklerini farklılaştırır.

Değişim ve gelişimde, süreklilik ile kesintililik birlikte gözlenebilmekte, niceliksel birikimler, niteliksel dönüşümlere yol açabilmektedir. Fakat her niceliksel değişim, niteliksel dönüşüme yol açmaz. Niceliksel değişimlerin niteliksel değişimlere neden olmadığı sınırlara “ölçü” denir.[107] Belirli bir ölçü sınırı, eş deyişle “eşik değeri” aşıldığında, niteliksel dönüşüm oluşur. Bir nitelikteki dönüşüme, sıçrama denebilir. Örnekler verelim. Yaşamın ortaya çıkışı (belirmesi), canlıların yeni türlerinin oluşumu, bir toplumsal formasyonda başka üretim ilişkilerinin koşulladığı toplumsal ilişkilere devrimle geçiş, sıçrama örnekleridir.[108]

Hegel’in verdiği, sonra Engels’in Doğanın Diyalektiği adlı eserinde alıntıladığı ünlü suyun faz geçişini anımsayalım:

 

“Böylece örneğin suyun ısı derecesi ilkin sıvılığı açısından ilgisizdir; ama sıvı ve akıcı suyun ısısındaki artma ya da azalma ile öyle bir noktaya gelinir ki, burada bu kohezyon durumu kendini nitel olarak değiştirir ve su bir yandan buhara ve öte yandan buza değişir.”[109]

Lineer olmayan olaylarda, “eşik etkisi” ile bağımsız değişkendeki değişim belirli bir değeri aştığında, bağımlı değişkende sıçramalı etki (sonuç) oluşmaktadır. Örneğin, fotoelektrik etkide, nöronlarda aksiyon potansiyellerinin oluşumunda bu durum geçerlidir. Fotoelektrik etkiye yakından bakalım…

Resim 8: Yüksek enerjili bir elektromanyetik ışımanın madde tarafından soğurulması sonucu, o maddeden elektron koparılması olayına fotoelektrik etki, kopan elektronlara fotoelektron denir. Einstein, ışığın tanecikli olduğu varsayımını yaparak fotoelektrik olayını açıklamış, enerjinin korunumu kanununu kullanarak fotoelektrik olayı açıklayan bir eşitlik elde etmiştir.

Fotoelektrik etki (olay)’da şu bağıntılar söz konusudur: i) Belirli bir eşik frekansına gelene kadar ne kadar şiddetli ışık tutulursa tutulsun metal yüzeyden hiç bir elektron kopmaz. ii) Eğer frekans eşik değerinin üzerindeyse ışığın şiddeti ne kadar az olursa olsun elektron kopar. iii) Fotoelektronun kinetik enerjisi ışığın frekansı ile doğru orantılıdır ve ışığın şiddetinden bağımsızdır.[110]

Şimdi de nöronlardaki aksiyon potansiyellerin oluşumuna bakalım:

Resim 9: Nöronların akson tepelerinde oluşan ve akson boyunca ilerleyen aksiyon potansiyeli

Nöron hücrelerinde istirahat hücre zarı potansiyeli -70 mV’tur. Bu potansiyel, hücre zarının en fazla K+ iyonuna olmak üzere, Na+, K+ ve Cl- iyonlarına karşı geçirgenliğiyle oluşur. Bir nöronun yaklaşık -55 mV olan eşik potansiyele ulaştıracak kadar stimilus (uyarı) gelmişse, depolarizasyon başlar. Bu eşik değere ulaşılmamışsa, hiç bir şey olmaz. Eşik değere ulaşıldığında Na+ kanalları açılır ve Na+ iyonları hücre içerisine akar. Böylece hücre zarındaki potansiyel farkı artar ve bu da kısa dönemli bir pozitif geri beslemeyle daha fazla Na+ kanalının açılmasına neden olur. Hücre zarı potansiyeli yaklaşık 50 mV’a ulaştığında, Na+ kanalları hızlıca inaktif duruma geçer, K+ kanalları ise açılmaya başlar. K+ iyonları hücre dışına çıkarak zarın potansiyelinin düşmesine ve böylelikle repolarizasyon oluşmasına neden olur. K+ iyonlarının hücre dışına akış hızı, bazal düzeyden daha hızlı olduğundan hiperpolarizasyon oluşur ve hücre zarı potansiyeli -80/-90 mV düzeylerine kadar düşer. Sonunda K+ iyonlarının hücre dışına akış hızı bazal düzeyine döner ve bir sonraki uyarıyla eşik potansiyeli geçilene kadar, zar potansiyeli -70 mV düzeyine gelir. Tüm bu sürecin oluşabilmesi için hücre zarının içerisi ve dışarısında iyon gradiyenti olmalıdır. Bu iyon konsantrasyon farklılığını sağlayan Na+/K+ ATPaz adı verilen ve her 3 Na+ iyonunu hücre zarı dışına geçirmesine karşılık, 2 K+ iyonunu hücre zarı içine geçiren pompadır (bkz; resim 9).[111]

Görüldüğü üzere, fotoelektrik olayda ışığın frekansındaki artışın bir eşik değere ulaşmasıyla, nöronlarda aksiyon potansiyellerinin oluşumunda ise stimilusların belirli bir eşik değeri yakalamasıyla yeni bir süreç başlamaktadır.

Öte yandan tarihsel-toplumsal incelemelerde kullandığımız evrim ve devrim kavramları, öz ile ilişkili olarak niteliksel değişimleri anlatır:

 

“Devrim, eski niteliksel temelde radikal bir kırılmaya ve söz konusu nesnel şeyin özünde bir değişime yol açan bir sıçramadır.

 

“Evrim, nesnel şeyin verili özü içinde yeni bir niteliğe dönüşüme neden olan, var olan niteliksel temelde radikal bir kırılma yaratmayan sıçramadır.”[112]

Bu noktada, devrimlerin, toplumsal ilişkilerin özündeki niteliksel ve ilerici bir dönüşümü anlattığı, geriletici niteliksel dönüşümlerin karşı-devrim olarak adlandırılması gerektiği unutulmamalıdır.

13. Karşıtlık (Antagonizma), Karşıtların Birliği ve Mücadelesi, Çelişki

Farklılık, özdeş olmama, benzeşmezlik ilişkisidir ve çeşitliliği oluşturur. Öze dair bir farklılığın ya da aynı özün farklı yanlarının en uç noktadaki ifadesi bir karşıtlıktır.[113] Örneğin mıknatısların zıt kutupları arasındaki kuvvet çizgileri, ne kadar bölünürlerse bölünsünler yeniden oluşur. Kutuplar, aynı özün farklı ve birbirlerine bağımlı yanlarını anlatır. Proletarya ile kapitalist sınıf, karşıtların birliği içindedir. Bunların aralarındaki ilişki simetrik içsel bir ilişkidir. Biri olmadan diğeri de olmaz; birbirlerine bağımlıdırlar. Karşıt süreçler ya da bir sürecin zıt yönleri, olağan zamanlarda dinamik bir denge oluşturur.

Karşıtların birliği ve mücadelesi örüntüsünün, “zorunluluk ve rastlantı”, “neden ve sonuç”, “pozitif ve negatif”, “sevgi ve nefret”, “iyi ve kötü”, “kuzey ve güney” gibi zıtlıkları konu edindiği[114] önermesi doğru değildir. Zıt anlamlı kavram çiftleri (antonim[115], yani sinonimin tersi), bu örüntünün kapsamında yer almaz. Yine örneğin, matematikteki artı ve eksi de karşıt anlamlıdır, fakat karşıtların birliğiyle kastedilen bu değildir.

Karşıtların birliği, farklı ve birbirine zıt süreçlerin, süreçlerin yönlerinin, eğilimlerin birliğini ve karşılıklı bağımlığını anlatır. Bu birliktelik ve karşılıklı bağımlılık, çoğu durumda bir uyum/ahenk ve eşgüdüm oluşturur. Örneğin hücrelerdeki katabolizma ve anabolizma süreçleri karşıt eğilimlere sahip süreçlerdir ve birlikte var oluşları metabolizmanın uyumlu bütünlüğünü oluşturur. Başka bir olaya bakalım: Bir cisme uygulanan çekme/itme kuvveti ile sürtünme kuvveti, hareket süreci içerisinde farklı ve karşıt yanları anlatır. Örneğin, bir atomda, çekirdekteki protonların çekme kuvveti ile elektronların yörüngelerde olasılık dağılımıyla bulunması arasında, uyumlu bir karşıtlık vardır. Öte yandan, kapitalist üretimin egemen olduğu bir toplumsal formasyonda, kent ile kır arasında, kafa emeği ile kol emeği arasında bazı uzlaşabilir faklılıklar ve karşıtlıklar vardır. Karşıt yönler, süreçler, eğilimler birliktelik/bağımlılık içerisinde olup birbirlerini tamamladığı kadar, birbirlerini dışlarlar da. Buna karşıtların mücadelesi denir. Hareketi oluşturan zıt yönlü kuvvetlerin arasında, proletarya ile kapitalist sınıf arasında, anabolizma ile katabolizma arasında vd. bir dışlama ilişkisi, yani mücadele de bulunur. Örneğin, mutasyon süreçleri (değişim eğilimi) ile genlerin kalıtımsal aktarım süreçleri (koruyucu eğilim) arasında bir karşıtlık ve mücadele her zaman vardır.

Hegel’e göre “genel olarak Dünya’yı devindiren şey çelişkidir”[116]. Çelişkiyi şu şekilde kavrar:

 

“Çatışkıların gerçek ve olumlu anlamları genel olarak edimsel her şeyin kendi içinde karşıt belirlenimler kapsıyor olmasından oluşur ve böylece bir nesneyi bilmek ya da daha doğrusu kavramak onu karşıt belirlenimlerin somut bir birliği olarak bilmek demektir.”[117]

Hegel’e göre edimsellikteki karşıt belirlenimler, akılda kapsanarak aşılır. Bir örnek vermek gerekirse; anlak’taki “fark” ve “özdeşlik” ayrımı ve karşıtlığı, “devinim/hareket” tarafından kapsanarak kaldırılır.

Bize göreyse çelişki, karşıtların arasındaki mücadelenin “çatışma” halini aldığı, karşıtların birbirini tamamlayıcılık özelliliğinin yitirildiği zaman kesitlerine ortaya çıkan karşıtlar arası bir etkileşim türüdür. Dinamik dengenin bozulduğu ve bir “kriz” sürecini anlatan bu zamansal kesitlerde, karşıtların arasındaki çatışma zorunlulukla bir çözüme varır.[118]

Çelişkiler, önce karşıtlık şeklinde “doğar”, karşıtların birliği/birbirlerine bağımlılığı ve mücadelesi şeklinde var olurlar. Sonra “çatışkı” evresinde, karşıtlar birbirlerini yok etmeye yönelirler. Aslında karşıtlar bu evrede çelişki formunu alırlar. Üçüncü evredeyse, “çözüm” oluşur, karşıtlık aşılır.[119] 

Organizmayla çevre arasındaki ilişki üzerinden bir örnek verelim. Biston betularia (Biberli Güve)’nin açık renkli formunun yaşama ve üreme süreçleri ile avcılar tarafından fark edilip avlanma süreçleri arasındaki karşıtlık, sanayileşme sonucu oluşan kirlilikle birlikte bir çatışma/bir çelişki formuna bürünür. Bu çelişkinin çözümü 19. Yüzyılın ilk çeyreği civarında, Cortex adlı gendeki bir mutasyonla siyah formunun ortaya çıkması/evrimleşmesi ile birlikte çözülmüştür (Bkz; resim 10 ve metin kutusu[120]).


Resim 10: Biston betularia’nın renk varyantları: A) tipik, B) insularia, C) carbonaria

Toplum ile doğa arasındaki ilişkiden örnek verelim: İnsanların doğal süreçlere egemen olması, onları kontrol etmesi eğilimi ile doğanın güçlerine olan bağımlılık arasında bir karşıtlık bulunur. Bu karşıtlık/mücadele, tarih boyunca ilk eğilim giderek kuvvetlense de, nihayete ermeyecek bir karşıtlık gibi durmaktadır. Doğanın, toplum yaşamına izin vermeyecek ölçüde tahribi gerçekleşirse, ortaya bir çelişki çıkmış olacaktır.

Yeni üretici güçler ile sahip oldukları üretim ilişkileri, eski üretici güçlerle ve aralarındaki ilişkilerle çelişki içerisindedir. Bu çelişki, mevcut bir üretim tarzının çökmeye başladığı tarihsel kesitte oluşur. Günümüzde somut bir kapitalist toplumsal formasyonda ya da genel olarak kapitalist üretim tarzında, ücretli emek ile sermaye ilişkisi, başka bir ifadeyle kapitalist üretim ilişkileri uzlaşmaz bir karşıtlık ilişkisidir. Sistemin krizlerinde, bu uzlaşmaz karşıtlık ilişkisi, çelişkili olmaya başlar.[121] Ya bir devrimle ortadan kalkar ya da kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden tesisiyle denge durumuna geri döner.

Bu kısımda yazılanlardan çelişkinin, klasik mantıktaki dört temel kategorik önerme arasındaki ilişkilenmeyi anlatan “karşıtlık” (contrariety) ve “çelişki” (contradiction) terimlerinden farklı olduğu kavranmış olmalıdır. Materyalist diyalektik teoride (MDT), epistemolojik düzeyde değerlendirdiğimiz bu kavramların, ontolojik karşılıkları bulunmaktadır. Başka bir deyişle, önermeler arasında değil de, gerçeklikteki karşıtlıklardan ve çelişkilerden bahsetmekteyiz. Öte yandan, önermeler öne sürerken, resim 11’deki ilişkilenmeleri dikkate almama durumumuz söz konusu olamaz.[122] Özetle mantıksal karşıtlık ve çelişki ile gerçek karşıtlık ve çelişki birbirine karıştırılmamalıdır.

Resim 11: Klasik mantıkta önermeler arasındaki ilişkilenme türleri

Çelişkinin birkaç anlamı bulunuyor.

Birincisi; çelişki, tutarsızlık anlamına geliyor ve metafor (eğretileme) olarak kullanılabiliyor. Örneğin “Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin başkenti Kinşasa’dır” ve “Kinşasa, bir Avrupa kentidir” cümleleri birbirleriyle tutarsızdır. Bu cümleler arasında çelişki vardır denir. Popüler deyişle “bu ne yaman çelişki anne”deki çelişki böyledir.

İkincisi; Çelişki kelimesi, çıkar çatışması/gerilim anlamında da kullanılabiliyor. Örneğin, “Ali ile Mehmet arasındaki çelişki halen devam ediyor” cümlesiyle, bu iki kişinin arasında bir gerilimin varlığından bahsedilir.

Üçüncüsü; çelişkinin bir anlamını ise “mantıksal çelişki” oluşturuyor. “Tüm kediler, kuyrukludur” ile “bazı kediler, kuyruksuzdur” (Manx kedileri, gerçekten kuyruksuzdur) önermeleri arasında mantıksal çelişki bulunur. Aynı şekilde “hiçbir kedi, kuyruksuz değildir” önermesi ile “bazı kediler kuyruksuzdur” önermesi arasında da çelişki bulunmaktadır.

Hegel’de de “çelişki” kavramlaştırması, düşünsel düzlemde bulunur. “Varlık-yokluk” arasındaki düşünsel çelişki, “oluş” kavramı ile kaldırılır. Özdeşlik ile farklılık arasındaki kurgusal “çelişki”, değişim/devinim ile kaldırılabilir. Burada olmak ile olmamak arasında düşünülen “çelişki”, hareket kavramlaştırmasıyla giderilir vd… Oysa oluş, değişim, hareket, nesnel gerçekliğin nitelikleridir. Materyalist perspektif, karşıt güçleri, öğeleri, süreçleri gerçekliğin içerisinde bularak soyutlar.

Dördüncüsü; gerçeklikteki çelişkilerdir. Gerçeklikte karşıt eğilimler, süreçler, bu süreçlerin yönleri bulunmaktadır. Yaygın olan diyalektik kavrayışta, bu karşıtlar birbirleriyle mücadele halindeyse, birbirlerini dışlıyorsa, etkileşimleri bu şekildeyse, aralarında bir çelişkinin var olduğundan bahsedilir. Örnekler verelim… Proletarya ile kapitalist sınıf, başka bir ifadeyle emek ile sermaye arasındaki karşıtlık ve mücadele, bir çelişki olarak kavranır. Bu ikili birbirlerini doğurur ve birbirlerine karşıt çıkarlara, taleplere sahiptir. Bir taraf ya da kutbun tatmin edilmesi, öteki tarafın ya da kutbun zararına gerçekleşir. Bize göre, kapitalistler ile işçiler arasındaki karşıtlık, örneğin grev durumunda, çelişki halini alır. Çünkü dengedeki süreçlerde bozulma oluşmuştur.

Elbette doğada da çelişkiler vardır. Bir örnek verelim. Akciğerlere sürekli bir biçimde ulaşan bakteriler (mikroplar), burada sayıca çoğalıp zatürre yapmaya çalışırken, vücudun savunma hücreleri bunlara karşı sürekli bir “savaş” vermektedir. Bakterilerin çoğalma ve dokulara ilerleme süreciyle, savunma hücrelerinin ve onların salgıladıkları çeşitli maddelerin, bakterileri yok etme süreci arasındaki karşıtlık ve mücadeleye, yaygın diyalektik kavrayışa göre “çelişki” denir. Oysa örneğimizde zatürre oluşmadıkça, bu karşıt süreçlerin mücadelesi, bir dinamik dengededir. Zatürrenin oluşumu, ilk sürecin, çeşitli kolaylaştırıcı faktörlerin de yardımıyla üstün gelmesinin bir sonucudur. Yani denge bozulduğunda, ortaya zatürre tablosu çıkmaktadır. Bize göre, dinamik dengenin bozulmasıyla birlikte bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Antibiyotiklerin yardımıyla zatürre tedavi edildiğinde, iki karşıt süreç arasındaki dinamik dengeye geri dönülmektedir.

Beşincisi; Kanımızca gerçeklikteki çelişkilerin, karşıtların birbirleriyle mücadelesinde dinamik denge durumunun yitirildiği ve karşıtların birinin diğerini yok etmeye yöneldiği süreçlerde bulunduğunu gözetmek gerekir. Tıpkı proletaryanın devrimci durum kesitinde, kapitalist sınıfın toplumsal iktidarını yok etmeye yönelmesinde olduğu gibi… Bir karşı-devrim yaşanırsa, proletarya ile kapitalist sınıf arasındaki karşıtlık taşıyan ilişki, denge durumuna dönecektir.

Özcesi, çelişkiler doğada ve toplumda vardır. Bize göre, karşıt süreçler ve eğilimler, her zaman ve durumda çelişki oluşturmazlar. Her karşıtlık, bir çelişki oluşturmaz. Fakat her çelişki bir karşıtlık içerir.

Görüldüğü gibi materyalizmde “çelişki” konusunda iki ayrı yaklaşımdan bahsedilebilir. Birincisinde, karşıtların birliği ve mücadelesinin var olduğu durumlara “çelişki” denir ve bazı zaman kesitlerinde çelişkilerin etkisiyle denge durumundan uzaklaşılmaktadır. İkincisi ve bizim benimsediğimiz yaklaşım ise şudur; doğada ve toplumda dinamik denge durumlarında karşıtların mücadelesi vardır, denge bozulduğunda aralarında çelişki açığa çıkar ve bir çözüme kavuşur.

Epilog

Bu çalışmanın daha da zenginleştirilebileceği açıktır.

23.02.2022


[1] Isaac Deutscher, Das Kapital’i Keşfetmek, Tartışma Defterleri, sayı 5, Haziran 1987’den aktaran Metin Çulhaoğlu, Doğruda Durmanın Felsefesi 1. Cilt, 1. Baskı, 2002, s. 32

[2] G. W. F. Hegel, Mantık Bilimi, İdea Yayınevi, Üçüncü Baskı, 2004, s. 64

[3] Kütleli nesnelere, dar anlamıyla “madde” denir. Fakat felsefi olarak madde ile varlıkların tümünü kastederiz. Kütleli nesneler yanı sıra, enerji, kütlesiz parçacıklar, kütle çekim kuvveti, zayıf ve güçlü çekirdek kuvveti ve elektromanyetik kuvveti oluşturan bozonlar da madde/varlık kavramıyla ifade edilmelidir.

[4] Doğruluk ve hakikat nedir?.. İki örnek vererek bu konuyu açıklamak istiyoruz. Soyer’in şu değerlendirmelerinde hakikat payı azdır: “Kapitalizmde sınıf yapısından kaynaklanan dolayım, gerçekliğin farklı biçimlerde deneyimlenmesini gerektirdiği için her türlü hakikat sınıfsal belirlenimin konusu haline gelir. Bu anlamda hakikat, gerçekliğin öznenin merceğine yansımış halidir (…)” Can Soyer, Marksizm ve Siyaset-Yöntem, Kuram, Eylem, Yordam Kitap, 1. Baskı, 2020, s. 53. Sınıfların günlük yaşamdaki ideolojik perspektiflerinde doğruluk ve yanlışlık içeren düşünceler bir arada bulunur. Bu perspektiflere en bloc farklı hakikatler atfetmek doğru değildir. Farklı bireylerin farklı hakikatleri olur ya da işçi sınıfı ile kapitalist sınıfın hakikatleri faklıdır önermeleri doğru değildir. Bireylerin, sınıfların farklılıklar ve benzeşimler gösteren inançları, değerleri, ilkeleri, düşünme şekilleri ve davranış kalıpları vardır. Bunların birliğine ideolojiler diyoruz. Metafizik inançların doğruluğu ya da yanlışlığını gösterecek gözlem, deney düzeneği hazırlama gibi bilimsel bir yol yoktur. Bu inançların içeriği, gerçekleştirilip sınanamaz. Realist inançların, örneğin bilimsel bilgilerin ise içeriği test edilebilir ve pratikleştirilebilir. Başka bir deyişle doğrulukları kanıtlanabilir ya da yanlışlıkları gösterilebilir. Bir başka örnek verelim: Haziran-Temmuz-Ağustos ayları yaz aylarıdır önermesi doğru mudur? Hem evet, hem hayır... Kuzey yarım kürede bu aylarda yaz yaşanırken, güney yarım kürede bu aylarda kış yaşanır. Kuzey yarım küredekiler için Ağustos yaz ayıdır önermesi doğruyken, güney yarım küredekiler için Ağustos kış ayıdır önermesi doğruluğa sahiptir. Peki bu örnekte “hakikat” nedir?.. Dünyanın yaklaşık 23,5 derecelik eksen eğikliği nedeniyle aynı anda dünyanın kuzey ve güney yarım kürelerinde birinde yaz yaşanırken, diğerinde kışın yaşanmasıdır. İki yarım küredeki birer gözlemcinin doğruları (Ağustos bir yaz ayıdır ile Ağustos bir kış ayıdır doğruları) kendi konumlanma noktalarından doğruluk taşımaktadır. Dünyaya uzaydan bakan bir gözlemci için ise hakikat sentezlenebilir; dünyanın eksen eğikliği aynı anda farklı yerlerde iki farklı mevsimin oluşmasını sağlamaktadır. Bu bilgi, bu fenomenin hakikatidir. Yani aslında hakikat arayışı, özü bulma çabasıdır ve bilimsel faaliyetin karakteristik niteliği budur. Gerçeklik ise özneden bağımsız nesnel olarak var olan, bizim bilgimizden bağımsız olarak var olandır zaten. Bu konuda yararlı bir video önerisi: https://www.youtube.com/watch?v=4D1yZaxW3Hw

[5] “İlk Tutum (…) üzerine düşünme yoluyla Gerçeklik bilinebilir ve nesneler gerçekten oldukları gibi bilincin önüne getirilebilirler inancını kapsar (…) Başlangıç evrelerindeki tüm felsefe, tüm bilimler, giderek bilincin gündelik etkinlik ve işleyişi bu inanç içinde yaşarlar.” Bkz; G. W. F. Hegel, a.g.e., s. 93

[6] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, 1979, s. 115-6. Hegel’in düşünme yöntemini kendisinden okuyalım: “Mantıksalın biçim açısından üç yanı vardır: (a) soyut ya da anlayan, (b) eytişimsel ya da olumsuz-ussal, (c) kurgul ya da olumlu-ussal. Bu üç yan Mantığın üç bölümünü oluşturmazlar, ama mantıksal-olgusal her şeyin, e.d. her Kavramın ya da genel olarak gerçek olan her şeyin kıpılarıdırlar (momentleridir-MB)” (Bkz; G. W. F. Hegel, a.g.e., s. 151). Yazılanları pekiştirmek için McTaggart’tan bir alıntı yapalım: “Diyalektik sürecin nedeni, çelişkilerdir (…) Varlık ile Yokluk’un hakikatini Oluşta, yalnızca Oluşta bulduğumuzu itiraf etmek zorundayız, çünkü onları kendi başlarına, senteze kavuşturulmamış olarak almaya çabalarsak, karşımızda uzlaşmaz bir çelişki buluruz.” John Ellis McTaggart, Hegelci Diyalektik, Fol Kitap, 1. Baskı, 2021, s. 21

[7] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, Sol Yayınları, Yedinci Baskı, 2002, s. 75

[8] Friedrich Engels, a.g.e., s. 27

[9] Brosius “yadsımanın yadsıması” ilkesini güzel anlatır. Bkz; Bernhard Brosius, Tarihin Yapıları-Tarihsel Materyalizme Giriş, Yordam Kitap, 2010, s. 45-50

[10] Aleksandr Spirkin, Felsefenin Temelleri, Yazılama Yayınevi, 1. Baskı, 2016, s. 237

[11] G. W. F. Hegel, Tinin Görüngübilimi, İdea Yayınevi, 2. Baskı, 2004, s. 22

[12] Friedrich Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, 9. Baskı, 2003, s. 212. Engels, bu eserinde yadsınmanın yadsınması “yasası”na jeolojiden, matematikten, tarihten ve felsefe tarihinden de örnekler verir. Matematikten verilen örnek şöyle: “Herhangi bir cebirsel büyüklüğü, örneğin a’yı alalım. Bunu yadsırsak, -a’yı elde ederiz. Bu yadsımayı, -a’yı –a ile çarparak yadsıyalım, a2’yi, yani ilk olumlu büyüklüğü elde ederiz; ama daha yüksek bir derecede, ikinci derecede.” (a.g.e., s. 213). Açıkça yazmak gerekiyor; Engels burada, keyfi bir akıl yürütme tarzına sahiptir. Yine örneğin “eksi bir büyüklüğün bir şeyin karesi olması bir çelişkidir, çünkü kendi kendisiyle çarpılmış her eksi büyüklük artı bir kare verir.” (a.g.e., s. 194) ifadesi sağlıklı değildir. Engels, ‘karekök -1’in imajiner bir sayı olan “i” olduğunu bilmiyor olabilir. Burada bir “çelişki” olduğunu yazmasıyla yanlış bir yorum yapmıştır. Yeri gelmişken belirtelim, Engels’i küçümseyen, suçlayan, karalamaya çalışan yazarlarla aramızda “Çin Seddi” bulunmaktadır. Biz, teorinin “geliştirilebilir” olduğunu düşünmekte ve buna çabalamaktayız.

[13] Aleksandr P. Şeptulin, Marksist-Leninist Felsefe, Yazılama Yayınevi, 1. Basım, 2017, s. 190-1

[14] Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s. 191

[15] Bu dört özellik, Cemal Yıldırım’ın düşüncesinde  “bilimin ussallık ölçütleri” olarak bulunur. Bkz; Cemal Yıldırım, Bilimsel Düşünme Yöntemi, İmge Kitabevi, 2. Baskı, 2008, s. 199

[16] Popper’in öne sürdüğü hipotez ya da teorilerin “sınama-yanılma-yanılgıyı ayıklama” diye nitelediği süreçlerden geçmesi, bilimsel teorilerin “yanlışlanabilirlik” özelliği olarak ifade edilmektedir. Bize göre, bilgilerimiz, her zaman gerçekliğe ilişkin yaklaşık bir karaktere sahiptir. Gerçekliğin daha derinlemesine araştırılmasıyla ve içerdiği yeni/farklı ilişkilerin kavranmasıyla, eski bilimsel teoriler yenileri tarafından kapsanarak aşılabilir. Bu nedenle yeni gözlem ve deney verilerinin, mevcut paradigmayla uyuşmazlığı her zaman ihtimal dâhilindedir. Bilimsel teorilerin yanlışlanabilirliği, aslında geliştirilebilirlik olarak okunmalıdır.

[17] Bu konuda ayrıntılı bilgi için İdeolojiler Üzerine başlıklı makalemize bakınız; https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2014/02/ideolojiler-uzerine-mahmut-boyunegmez.html

[18]  Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi,  9. Baskı, 2004, s.70

[19] Bu şemanın oluşturulmasında yararlanılan kaynaklar; i) Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, s. 58, ii) Cemal Yıldırım, Bilimsel Düşünme Yöntemi, s. 47, iii) Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s. 112-23

[20] Karl Marx, Grundrisse, Birikim Yayınları, 1. Baskı, 1979, s. 168-9. Hegel “amprik somuttan soyut kavramlara, onlardan da düşünülmüş somuta ilerleme” konusuna değinir. “Kavramın doğasına göre çözümleme önce gelir, çünkü verili görgül-somut gereci her şeyden önce evrensel soyutlamalar biçimine yükseltmesi gerekir ki, bunlar ilk kez o zaman tanımlar olarak bireşimli yöntemin önüne koyulabilirler.” (Bkz; G. W. F. Hegel, Mantık Bilimi, İdea Yayınevi, Üçüncü Baskı, 2004, s. 310)

[21] Hazırlayanlar: Bertell Ollman, Tony Smith, Yeni Yüzyılda Diyalektik, Yordam Kitap, 2011 içinde, Bertell Ollman, Niçin Diyalektik, Niçin Şimdi?, s. 25

[22] Bertell Ollman, Diyalektiği Dansı: Marx’ın Yönteminde Adımlar, Yordam Kitap, 2. Baskı, 2008, s. 71-131

[23] Bertell Ollman, a.g.e., s. 45-131

[24] Aristoteles, Kategoriler, İmge Kitabevi, 2. Baskı, 2002, s. 87

[25] Aristoteles, Fikir Mimarları-13 Aristoteles içinde, Oluş ve Bozuluş Üzerine, Say Yayınları, 1. Baskı, 2007, s. 166

[26] Samih Rifat, Herakleitos Bir Kapalı Söz Ustasıyla Buluşma Denemesi içinde, “Herakleitos-Parçalar”, parça 6, 12, 49a, 91, 36, 67, 88, 90, 126, YKY, Üçüncü Baskı, 2004, s. 29-83

[27] G. W. F. Hegel, Mantık Bilimi, İdea Yayınevi, Üçüncü Baskı, 2004, s. 169

[28] Bertell Ollman, a.g.e., s. 87

[29] Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, 10. Baskı, 2009, s. 1830

[30] Bu illüstrasyon, http://www.scholarpedia.org/article/Equilibrium adresinden alınmıştır. Erişim tarihi: 20.02.2022

[31] Ian Marshall&Danah Zohar, Kim Korkar Schrödinger’in Kedisinden: A’dan Z’ye Yeni Bilimin Kılavuzu, Paradigma Yayıncılık, 4. Baskı, 2006, s. 164-5

[33] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 176

[36] Hegel, “özellik” ile “niteliği” ayırt eder. Özellikler, nesnelerin/belirli varlıkların değişebilir yanını, “nitelikler” ise ortadan kalktıklarında, nesnelerin de var olamayacağı yanını anlatır. Bkz; G. W. F. Hegel, Mantık Bilimi, İdea Yayınevi, Üçüncü Baskı, 2004, s.  216

[37] Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s. 132

[38] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 143

[39] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 143

[40] Aristoteles, Kategoriler, İmge Kitabevi, 2. Baskı, 2002, s. 11

[41] Homeostaz (dengeleşim), “ (…) fizyolojide, ekolojide, klimatolojide, iktisatta ve herhangi bir kalıcılık gösteren tüm sistemlerde gözlenen kendi kendini düzenlemedir. Dengeleşim, pozitif ve negatif geribildirim devrelerinin etkinlikleri yoluyla meydana gelir.” Bkz; Hazırlayanlar: Bertell Ollman, Tony Smith, Yeni Yüzyılda Diyalektik, Yordam Kitap, 2011 içinde, Richard Levins, Diyalektik ve Sistem Kuramı, s. 67

[43] Hazırlayanlar: Bertell Ollman, Tony Smith, a.g.e. içinde, Richard Levins, Diyalektik ve Sistem Kuramı, s. 67

[44] Ian Marshall&Danah Zohar, a.g.e, s. 222-4

[45] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 146

[46] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 146-7

[47] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 147

[49] İnternet görseli, Erişim tarihi: 12.02.2022

[53] Metin Çulhaoğlu, Eşitsiz Gelişme: Bir Tartışma Çerçevesi, Gelenek, sayı: 84, Mayıs 2005 https://gelenek.org/esitsiz-gelisme-bir-tartisma-cercevesi/

[54] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 240-1

[57] V. İ. Lenin, Karl Marx-Marksizmin Bir Açıklaması ve Kısa Bir Biyografik Özeti, Eriş Yayınları, 2. Baskı, s. 20

[58] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 240

[59] Bernhard Brosius, a.g.e, s. 30-41

[60] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 156

[61] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 158-9

[62] Roy Bhaskar, Gerçekçi Bilim Teorisi, Akılçelen Kitaplar, 2018, s. 202-3

[63] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 160

[64] Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s. 148-9

[65] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 160, 163. Bu noktada Einstein, Louis de Broglie ve David Bohm gibi bilimadamlarının, nedenselliğin mikrokozmosta da geçerli olduğunu, araştırma/incelemedeki yetersizliğin olasılıksallığı getirdiğini düşündükleri bilinmektedir. Einstein'in ünlü sözü "Tanrı zar atmaz" bunu anlatmaktadır. Dolayısıyla, bu konudaki tartışma bir sonuca ulaşmış olmayıp, eğer "sorun" aşılacaksa, bunun belki de yeni bilimsel incelemelere bağlı olacağı söylenebilir.

[66] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 161

[67] Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s. 151

[68] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 173

[69] Mervyn Hartwig, Dictionary of Critical Realism, “Causal law” maddesi, s. 51

[70] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 176

[71] Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s. 153

[72] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 176

[73] Roy Bhaskar, Naturalizmin Olanaklılığı-Çağdaş İnsan Bilimlerinin Felsefi Bir Eleştirisi, Pratika Kitap, 2013, s. 105-147

[74] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 203

[75] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 203

[76] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 204

[77] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 205

[78] Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s. 167-9

[79] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 206

[80] Metin Çulhaoğlu, Doğruda Durmanın Felsefesi 1. Cilt, 1. Baskı, 2002, s. 191-5

[82] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 210

[83] “Beliriş”in kullanımını, maddenin organizasyon düzeyleriyle ilişkilendirmek bize daha uygun görünmektedir.

[84] https://tr.wikipedia.org/wiki/Sistem, Erişim tarihi: 15.02.2022

[85] https://tr.wikipedia.org/wiki/Sistem, Erişim tarihi: 15.02.2022

[87] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 169

[88] G. W. F. Hegel, a.g.e., s. 80

[89] Gérard Bensussan, Georges Labica, Marksizm Sözlüğü, Yordam Kitap, 2012, s. 716’daki Öz maddesi’nde şöyle yazıyor: “Felsefenin bin yıllık kategorisi olan öz, bir gerçekliğin gerekli ve değişmez özelliklerinin bütününü ifade eder.”

[90] Manfred Buhr-Alfred Kosing, Bilimsel Felsefe Sözlüğü, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2. Baskı, 1999, s. 323

[91] G. W. F. Hegel, a.g.e., s. 81

[92] “Demek oluyor ki, retrodüksiyon gözlemlerimizi, gözlem dışı kalan nesne veya süreçler tasavvur ederek açıklamayı sağlayan bir çıkarım biçimidir. Örneğin, Toriçelli öğretmeni Galileo’yu da şaşırtan bir olguyu, bir emme tulumbanın suyu ancak 10 m. kadar çekebildiği gözlemini, gözlemine konu olmayan ‘hava basıncı’ diye bir şeyi tasavvur ederek açıklamıştır.” Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi, 9. Baskı, 2004, s. 72

[93] “Pekâlâ, amprik somutun görüngü dediğimiz gerçeklik parçalarına denk düştüğünü, buna karşılık düşünülmüş somutun da öz adı verilen gerçeklik parçalarını ifade ettiğini söylemek mümkün.” Can Soyer, a.g.e, s. 48-9

[94] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 218

[95] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 219-20

[96] “Belirtilmiştir ki, insanlar, hayvanlardan ayrı olarak, kulak memelerinin olması olgusunda birbirleri ile ortaktırlar. Ama açıktır ki, şu ya da bu insanın kulak memesinin olmaması onun varlığının başka yanlarını, karakterini, yeteneklerini vb. etkilemezken (…)” (Bkz; G. W. F. Hegel, a.g.e., s. 268)

[97] Karl Marx-Friedrich Engels, Kutsal Aile, Sol Yayınları, 3. Baskı, 2003, s. 85-88

[98] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 102

[99] “Alt biçim (maddedeki hareketin temel biçimleri kastediliyor –MB), daha üst biçim içinde bulunmakla beraber, belirleyici değildir ve üst biçimde ikincil bir yer işgal eder. Üst biçim belirleyici rol oynar ve maddenin söz konusu hareketini temsil eden fenomenlerin özünü belirler.” Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s. 77

[100] Ian Marshall&Danah Zohar, a.g.e., s.116

[101] “(…)’her örgütlenme düzeyiyle birlikte yeni özellikler ve mantıklar ortaya çıkar.’ (…) Verili bir örgütlenme düzeyinin özellikleri parçalarına bağımlı halde kalır, ama salt onlardan çıkarsanamaz.” Hazırlayanlar: Bertell Ollman, Tony Smith, a.g.e içinde, Lucien Séve, Belirmenin Diyalektiği, s. 137-8

[102] M. Yılmaz Öner, Canlıların Diyalektiği ve Yeni Evrim Teorisi, Gençlik Basımevi, 1978, s. 20-1

[103] https://tr.wikipedia.org/wiki/Belirme, Erişim tarihi: 20.02.2022

[104] Manfred Buhr-Alfred Kosing, a.g.e., 1999, s. 298

[105] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 223

[106] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 224

[107] Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s. 173

[108] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 226-7

[109] G. W. F. Hegel, a.g.e., s. 193

[111] Bu bilgiler fizyoloji kitaplarında yer alır. Özet olarak şu bağlantıdan okunabilir: https://step1.medbullets.com/neurology/113052/action-potential-basics, Erişim tarihi: 26.03.2022

[112] Aleksandr P. Şeptulin, a.g.e., s. 178

[113] Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 230

[114] Bertell Ollman, Yabancılaşma, Yordam Kitap, Birinci Baskı, 2012, s. 106

[115] Antonim, “zıt” kelimeleri anlatır. “Sıcak/soğuk” ikilisinde olduğu gibi dereceli antonimler, “çekme/itme” gibi tamamlayıcı antonimler, “öğretmen/öğrenci” ikilisinde olduğu gibi ilişkisel antonimler vardır. “Aristoteles dört tip karşıtlığı (antikeimena) birbirinden ayırır: 1) göreceler (pros ti), 2) zıt (enantion), 3) yoksunluk (sterêsis) ve 4) çelişki (antiphasis).” Bkz; Kaan Kangal, Engels ve Diyalektik –bir tartışmanın tarihçesi-, Kor Kitap, 1. Baskı, 2021, s. 121

[116] G. W. F. Hegel, a.g.e., s. 209

[117] G. W. F. Hegel, a.g.e., s. 120. “Eğer herhangi bir nesnede ya da Kavramda çelişki gösteriliyorsa (ve genel olarak içinde çelişkinin, e.d. karşıt belirlenimlerin gösterilemeyeceği ve gösterilmemesi gereken hiçbir şey yoktur (…)” (Bkz; G. W. F. Hegel, a.g.e., s. 169-70)

[118] “Çelişki türlerinin farklılığı bundan dolayıdır: Onlardan bazıları ahenge yol açar, diğerleri ise düzensizliğe.”  Aleksandr Spirkin, a.g.e., s. 232. Bu önerme sağlıklı değildir. Bize göre, her karşıtlık, bir çelişki oluşturmaz. Fakat her çelişki bir karşıtlık içerir.

[119] “(…) çelişki kendisini fark ve farklılaşma şeklinde, yani bir terimden diğerine geçiş ve zıtlık şeklinde (zımni çelişki); çatışkı şeklinde (şiddetlenmiş çelişki); ve nihayet bağdaşmazlık (çözümleme ve aşma uğrağı) şeklinde dışavurur.” Henri Lefebvre, Diyalektik materyalizm, Sel Yayıncılık, 1. Baskı 2018, s. 26. “Ancak karşıtların bütünlüğü ve mücadelesi, bir çelişkinin orta noktasında durur – bir anlamda, yaşam süresini kapsar. Bunu, çelişkinin oluşumu –doğumu- önceler; daha sonra ise çöküş –yani ölüm- vardır.” Bernhard Brosius, a.g.e., s. 100

[121] Bu çelişkili etkileşimlerin detaylı bir anlatımı için bkz; Bernhard Brosius, a.g.e., s. 91-111, s.112-148