28 Kasım 2022 Pazartesi

Engels ve Marx-Engels

Fuat Filizler

Marksist devrimci tarih bilimi ve devrimci komünizm kuramı ve pratiğinin iki büyük ortak kurucusundan biri olan Freiderich Engels’in 202. doğum yıl dönümündeyiz. Engels’in onuruna dünya çapında Marksistler tarafından onun komünist devrimci yaşamı, yapıtları ve Marksizme katkıları üzerine yazılar kaleme alınıyor, online seminerler veriliyor, kitaplar yayınlanıyor.

Engels ve Marx’ın yoldaşlığı, tarihin gördüğü en üretken, en yaratıcı, en devrimci, en özverili, en birbirini bütünleyici ve geliştirici ortaklaşmalardan biriydi. Öyle ki birisi olmasaydı, diğeri tarafından bugün bildiğimiz Marksizmin temel fikirleri şu veya bu düzeyde belki yine geliştirilebilir, ama çıktığı anıtsal doruğa çıkamazdı.

Kutsal Aile, Alman İdeolojisi ve Komünist Manifesto, ortak yapıtlarıdır. Ama gerçekte tüm temel yapıtları ortak sayılabilir. Marx’ın yaşamını yitirmesinden sonra geride bıraktığı tamamlanmamış çalışmalarından, yıllar ve yıllar süren olağanüstü bir çalışmayla Kapital’in 2. ve 3. cildini yayına hazırlayanın Engels olması nedeniyle, Lenin Kapital’in 2. ve 3. cildini Marx ve Engels’in ortak yapıtları olarak tanımlar. Engels’in Anti-Duhring’inin ekonomi politik eleştirisi ilgili bir bölümünü yazan Marx’tı. Yine Engels’in Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Marx’ın Etnoloji Defterlerindeki alıntıları, notları ve fikirlerinin kılavuzluğuna dayanıyordu. Marx’ın 18 Brumaire’inin ismi kadar ünlü açılış cümlesi (“tarihte her olay iki kez gerçekleşir, ama birincisi trajedi, ikincisi komedi olarak”) ve bir dizi fikri Engels’in kendisine yazdığı mektuplardan esinlenmişti.

Engels’i bir yerde “Marx’tan önceki ilk Marksist” saymak bile mümkün. Marksist ekonomi-politik eleştirisinin bir dizi temel çizgisini tohum olarak içeren “Bir Ekonomi-Politik Eleştirisinin Anahatları” yazısını Engels, 1843’te, 22 yaşındayken yazmıştı. Engels bu yazısında hem klasik burjuva ekonomi-politikçileri Adam Smith ve Ricardo’ya dikkate değer eleştiriler yöneltiyor, hem de çıkışını onlardan alıp eleştirel olarak geliştirmeye başladığı, kapitalizmin krizlerinin ve yıkılışının kaçınılmazlığını (aşırı üretim krizleri ve kar oranlarının düşme eğilimi yasası) ortaya koymaya çalışıyordu. Marx’ı ekonomi-politik eleştirisinde derinleşmeye yönlendiren de Engels’di.

İşçi sınıfını tarihin yeni devrimci öznesi ve önderi olarak tanımlayan da ilk Engels oldu. Henüz 1839’da, 18 yaşındayken, bir dergide yayınlanan yazısı işçi sınıfının kapitalist sistem içindeki sefaletine ve uzlaşmazlığına dairdi. 1843-44’te yazdığı “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” ise, Marksizmin – Marx’ın Kapital’de kendi bilimsel çalışmaları açısından da bir başlangıç noktası olarak tanımlayarak övdüğü- ilk klasiği olarak kabul edilir.

“İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu”, işçi sınıfını yalnızca acı çeken değil mücadeleci karakteri ve kapitalizmi yıkacak devrimci önderlik kapasitesi ile ele alan, bugün her zamankinden daha güncel, kriz ve pandemi sürecindeki sınıf durum ve mücadelelerini anlamak için okunması olmazsa olmaz bir kitap. Engels, Komünist Manifesto’nun bir temelini oluşturan bu kitabında, çiçek hastalığı, kolera, tifüs, tifo, tüberküloz, kızılcık, boğmaca ve diğer epidemileri (bulaşıcı hastalık salgınlarını), doğrudan sınıf temeline oturtuyor (işçilerin ağır çalışma ve yaşam koşulları; yetersiz beslenme, aşırı çalıştırılma, çalışırken toksik maddelere maruz kalma, her türden iş sakatlanması ve yaralanması, sağlıksız, altyapısız, havasız, gün ışığı görmeyen iş yerleri, sokak ve konutlar, toprak ve doğadan kopmuşluk, çöküntü alanlarına yığılmışlık, vd) ve bu işçi epidemilerini periyodik (özellikle her kriz devresinde nükseden) olarak tanımlıyordu. (Bu arada Engels’in İrlandalı ve işçi sınıfı ile içeriden bağ kurmasını sağlayan, İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu kitabını bizzat sayısız işçiyle görüşerek ve çalışma/yaşam koşullarını gözlemleyerek yazabilmesine önayak olan, İrlandalı Feinancı -o dönemki İrlanda özgürlük savaşı örgütü- işçi sevgilisi Mary Burns’ü de saygıyla analım.)

Marx’ın Kapital’in 1. Cildinde kriz koşullarında işçi sınıfının durumuna dair bölümleri (sermaye birikiminin mutlak genel yasasına, yani işçi sınıfındaki sefalet birikiminin ampirik olarak tanıtlanmasına ilişkin bölümlerdir), Engels’in İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu’ndaki analizlerinin güncellenmiş ve güncel bilimsel verilerle desteklenmiş halidir. Yine Kapital’in 1. Cildindeki, makineleşme, üretim, iş bölümü, muhasebe teknikleri ve emek organizasyon ve süreçleri ve bunlardaki gelişmelere ilişkin bölümlerde, Marx’ın bu konulardaki bitip tükenmez sorularına (Marx’ın bu çalışmalarını yaparken onun geçimini sağlayabilmek için babasının fabrikasında bir dönem idari memur olarak çalışma özverisi gösteren) Engels’in sabırlı, özenli, ayrıntılı, derin ve somut yanıtlarının önemli payı vardır.

Engels’in Avrupa’da 1848-49 devrimleri sırasında kaleme aldığı ve 1850’de yayınlanan (16. yüzyıl köylü devrimlerine ilişkin) Almanya’da Köylü Savaşı kitabı ise, Marx’la birlikte geliştirdikleri tarihsel materyalizm kuramının (üretici güçler/üretim ilişkileri bağdaşmazlığı temelinden devrimci sınıf savaşımları) tarihteki bir devrimci kriz ve sınıf savaşımları dalgası sürecine ilk görkemli uygulamasıdır. Bu açıdan Marx’ın görkemli “Fransız üçlemesi”nin (Fransa’da 1848 devrimlerine ilişkin Fransa’da Sınıf Savaşımları, 18 Brumaire ve Paris Komün Devrimi’ne ilişkin Fransa’da İç Savaş) öncülü sayılabilir.

Engels, aslen Marx’ın parça başı ücretle yazılar yazdığı New York Tribune’e 1851’de 18 bölümden oluşan Almanya’da Devrim yazı dizisini Marx imzasıyla yazdı. Marx’ın çalışmalarını sürdürebilmesini sağlamak, Marx ailesine geçim desteği sunmak için kendisine işkence gibi gelen babasının fabrikasında çalışmakla kalmadı, New York Tribune’e parça başı yazı parasını Marx’a bırakarak, Marx imzasıyla pek çok yazı yazdı. Almanya’da Devrim, Marx’ın 1855 doğumlu kızı Eleanor (“Tussy”) tarafından, Marx ve Engels’in her ikisinin de ölümünden epey sonra, 1897’te kitap olarak yayınlandığında, halen Marx imzasını taşıyordu. Tussy bile, kitabın asıl yazarının Engels olduğunu bilmiyordu. Üstelik, Tussy editörlüğünü yaptığı kitaba, yine New York Tribune’de Marx imzasıyla yayınlanmış bir makale daha eklemişti, fakat bu makalenin de yazarı aslında Engels’ti! Kitabın asıl yazarının Engels olduğu, ancak 1919’da Marx-Engels arası mektuplaşmaların incelenmesiyle anlaşılabildi. Kautsky 1925’te kitabı Almanya’da Devrim ve Karşı Devrim adıyla Almanca’ya çevirdi, fakat kitap bir çok başka ülkede daha uzun süre Marx imzasıyla basılmaya devam etti.

Dolayısıyla yalnızca “Marx’ın Fransız üçlemesi”nden değil, Marx ve Engels’in Avrupa Devrimleri ve Karşı devrimleri (16. yüzyıl köylü devrimleri, 1848 devrimleri, 1871 Paris Komün Devrimi) Beşlemesinden bahsetmek doğru olur. Teori ile Pratik arasındaki, Tarih Bilinci ile Gelecek Perspektifi arasındaki, üretici güçler üretim ilişkileri devlet ideoloji ve sınıflar ve sınıf savaşımları arasındaki tarihsel-diyalektik ilişkiler, tarihsel materyalizm, devrimci kriz ve ayaklanmalar, sınıf savaşımları ve iç savaşların, devrim ve karşı devrimlerin gelişim evreleri ve sonuçları, farklı toplumsal sınıf ve kesimlerin ve öne çıkan temsilcilerinin karakteristik özellikleri… Bu 5 Marx ve Engels devrimci tarih bilimi uygulamalı klasiğini bir bütün olarak okumak, çok daha eğitici ve geliştirici olacaktır.

Ancak Marx ve Engels’in kolektif emek ve dehaları, birbirlerinin çalışmalarına dışarıdan esin vermeleri ve katkıda bulunmalarının epey ötesine geçer. İki devrimci dahinin praksislerini içsel olarak toplumsal-bileşik hale getirmesiyle ortaya çıkan devrimci kapasite, ikisinin etkinliğinin aritmetik toplamının ötesinde bir güç ve etkiye sahip olabilmiştir. Başka deyişle, her ikisinin başlıca devrimci teorik ve pratik etkinlikleri (1844’ten itibaren) birbirine içerilidir. Dolayısıyla aslında Marksizmin kuruculuğu ve geliştirilmesinde Engels’in katkıları şunlardır, Engels’in ve Marx’ın birbirlerinin yapıtlarına katkıları bunlardır, tarzı incelemeler gereksizdir. Bunları bugün vurgulamak zorunda kalmamız, son 50-60 yılda bir takım öznelci-idealist sözde “Marksist” aydın ve akademisyenler tarafından Engels’in kenara itilmesi ve Marx’tan koparılmaya çalışması (ne yazık ki epey de etkili olmuş) operasyonuna karşı, Marksizm kuruculuğu ve geliştirilmesinde Engels’in olmazsa olmaz yerinin savunulması içindir.

Her şey bir yana, ikisi arasındaki dünya çapında bir başka örneği olmayan mektuplaşma trafiğinin hacmine, kapsamına, içeriğine, niteliğine bakmak yeterli olacaktır. Birlikte çalışmaya karar verdikleri 1844 yılından Marx’ın yaşamını yitirdiği 1883’e kadarki 39 yıl içinde, birbirlerine yazdıkları binlerce mektubun toplamı, yaklaşık 15 bin basılı kitap sayfası hacmindedir. (MEGA projesi kapsamında, Marx ve Engels’in tüm yazışmaları -birbiriyle ve başkalarıyla- 35 cilt olarak planlandı. Bugüne kadar yalnızca 13 cildi yayınlanabildi. Engels ve Marx’ın, 1848 devrimlerinin yenilgisinden ve Paris Komünü’nün yenilgisinden sonra olduğu gibi, cadı avları ve takibatlar nedeniyle, kendi aralarındaki mektuplaşmalardan devrimci gizli enformasyon içeren 1300 kadarını imha ettikleri de biliniyor.) Ayrı yerlerde bulundukları dönemlerde günaşırı mektuplaşıyorlar, gündeliğe varana kadar fikirlerini, görüşlerini, yeni keşiflerini, çalışmalarını, tutumlarını, hemen her konudaki (ekonomik, toplumsal, siyasal, uluslar arası, bilimsel, teknik, edebi-kültürel) gelişmeler üzerine analizlerini, nasıl tutum almak gerektiğini birbiriyle paylaşıyorlar, birbirinden görüş ve değerlendirme, onay ve destek istiyorlardı.

Marx’ların küçük kızı Tussy, Engels’in her mektubunun Marx ailesinde birlikte ve adeta törenle ve sanki Engels de ordaymış ve konuşuyormuş gibi okunduğunu, mektubu yüksek sesle okuyan Marx’ın Engels’in mektuptaki her esprisine kahkalarla güldüğünü, Marx’ın sık sık mektubu yüksek sesle okumayı kesip sanki Engels karşısındaymış gibi onunla konuştuğunu, daha önce Engels’e yazmış olduğu bir görüşüne Engels’in katıldığını görünce çocuk gibi sevindiğini, Engels’in mektubunda nadiren katılmadığı bir yan olduğunda ise yine Engels karşısındaymış gibi onunla hararetle tartışmaya giriştiğini, anlatır.

Bu tabloyu gözümüzde canlandırarak, Marx ve Engels’in her ikisinin de bağımsız varlık ve kişiliklerini koruyarak, her birinin kurucu emeklerinin birbirinin adeta “alter ego”su olacak kadar birbirine içerili olduğunu görebiliriz.

Engels’in komünist devrimci yaşamı boyunca en önem verdiği konulardan biri, Komünizmin İlkeleri’nden Anti-Duhring ve Köken’e kadar tüm çalışmalarında da merkezi bir yer verdiği, (Fransız ütopik sosyalisti Fourier’den alıp geliştirdiği) iş bölümü sorunuydu. Üretimin ve yaşamın belli bir alanınında uzmanlaşıp diğer tüm alanlarında körelmeye (parça-işçi, parça-insan olmaya) karşılık, komünizmi herkesin tüm yönlü toplumsal-bireysel yetilerini özgürce geliştirebilmesi olarak tanımlayan ilk kişi belki Engels değildi. Fakat “sınıflar iş bölümünden doğdular” belirlemesi üzerinden, iş bölümü sönümlendirilmeden özel mülkiyet ve buna dayalı toplumsal sınıfların ortadan kaldırılamayacağını ilk söyleyen Engels’ti.

İş bölümünün bilimsel-eleştirel analizini daha ileriye taşıyan (iş bölümünün -dolayısıyla özel emeğin- meta üretiminin zorunlu koşulu olduğunu ve kapitalizmde göreli artı-değer ile iş bölümü ilişkisini ortaya koyan, iş bölümünün kapitalist meta üretim ilişkilerinin zorunlu koşulu ve ayrılmaz bileşeni olduğunu ortaya koyan, kapitalizmde üretimin çelişkin toplumsallaşması çerçevesinde iş bölümünün sönümlendirilmesinin gelişen koşullarını somut olarak ortaya koyan) Marx olmakla birlikte, Engels’in “sınıflar iş bölümünden doğdular (ve dolayısıyla iş bölümü sorunu çözülmeden de ortadan kaldırılamazlar-bn)” cümlesini mıh gibi aklımıza yazmakta fayda var. Çünkü iş bölümü sorunu tarih bilimsel-eleştirel somut olarak ele alınmadan, yalnız gelişkin bir bilimsel komünizm kuramı yapılamamakla kalmaz, sınıf içi bölünmeleri (kafa emeği/kol emeği, kadın/erkek, kent/kır, emperyalist/bağımlı kapitalist ülkelerden işçiler, egemen/ezilen ırk, ulus, cinsiyetten işçiler, vd) aşmaya dönük daha ileri bir güncel sınıf savaşımı ve komünist devrimci örgüt anlayışı da geliştirilemez.

Engels’te (Marx kadar) büyüleyici olan, iş bölümünün parçalayıcılığı ve körelticiliğine karşı gerçek komünist birey olmanın temel koşullarından olan çok yönlü yetilerin bütünlüğünü kendisinde cisimleştirmiş olmasıydı. Bir komünist devrimci teorisyen, propagandacı, ajitatör, örgütçü olduğu kadar iyi bir organizatör ve konspiratördü. Marx’ın, parasızlık ve baskı-takibat nedeniyle Belçika sürgününde çakılıp kaldığı 1848 devrimleri arifesinde, Londra-Paris ve bir dizi başka ülke arasında mekik dokuyarak Adiller Birliği’nin Komünistler Birliği’ne dönüştürülmesinin ön koşullarını yaratan Engels’ti. Yine Engels İrlandalı işçi sevgilisi Mary Burns ile birlikte, Fenian ayaklanmasının başarısız olmasından sonra tutuklanan ve ağır işkence altında tutulan 4 Fenian önderi tutsağı hapishaneden kaçırılmasında da rol oynamıştı. Askeri teknik, taktik ve strateji bilginiydi; bunu yalnız süvari olarak katıldığı Almanya 1849 devrimindeki 3 ciddi savaşta göstermekle kalmamış, yaşamı boyunca yakından izlediği tüm savaşlara ilişkin askeri analiz ve öngörülerindeki doğruluk ile kanıtlamıştı.

Engels aynı zamanda büyük bir tarih bilimci ve bilim tarihçisi, doğa bilimleri tutkunu, diyalektik mantıkçı ve dil bilimciydi. (8 dili ve 2 antik dili anadili gibi biliyor, 10 kadar dili de okuduğunu anlayacak kadar biliyordu. Ömrünün son yıllarında Arapça ve Farsça’yı da öğrenmeye başlamıştı. Bir mektubunda Farsçayı öğrenmesi için 3 haftanın yeteceğini yazıyordu. Bu bile Engels’in bilimsel ve diyalektik çalışma sistematiğine dair önemli bir ipucu verir. Kelime ve kalıp ezberlemekle hiç uğraşmaz, bir dilin başlıca kök ve iç yapısına/bağıntılarına nüfuz eder, gerisi pratiktir.) Sanatla, başta şiir, edebiyat, tiyatro, resim olmak üzere her zaman içli dışlıdır, hatta not defterlerine ve mektuplarına yaptığı amatör çizim ve karikatürlerinden resme de belli bir yeteneğinin olduğunu görmek mümkündür.

Engels ve Marx’ın kendi aralarında yaptıkları gönüllü ve bilinçli iş bölümleri de, iş bölümünün Marksist eleştirisine ters düşmez. Bu hiç bir zaman katı hiyerarşik bir iş bölümü olmamıştır. Çünkü her ikisi de, bağımsız yaptıkları çalışma ve açılımlarda bile, diğerinin emeğinin, katkılarının, öneri ve eleştirilerinin kendi emek ve gelişimlerine içerili olduğunun bilincindedirler. Her birinin belli bir anda uğraştığı konu ne olursa olsun (ekonomi-politik, siyaset, diyalektik, tarih, doğa bilimleri, antropoloji, kültür-sanat, propaganda, örgütçülük, vd) diğerinin de bu konuda temel ve asgari bir birikimi ve deneyimi olduğundan, devrim açısından önem taşıyan her adımlarında birbiriyle görüş alışverişi yapmayı ilke edindiklerinden, birbirlerinin onayları kadar eleştirilerini de öncelikle dikkate aldıklarından, bu, katı hiyerarşik ve engelleyici bir iş bölümü değil, saydam, geçişli, ve birbirini bütünleyici ve geliştirici bir iş bölümüdür.

Her birinin birbirinin olağanüstü yetilerine karşı en ufak bir haset duymayışı, birbirlerine olan yüksek bağlılık, sevgi ve saygı kadar birbirine karşı mütevazılıkları da bunun göstergisidir. Engels’in kendisini “ikinci keman” sayma mütevazılığı ve Marx’a olan bağlılığı ve hayranlığı iyi bilinir ama nedense Marx’ın Engels karşısındaki mütevazılığı ve ona olan bağlılığı ve hayranlığı hep örtbas edilir (Engels’i Marx’tan koparma ve kenara itme oportünist operasyonunun bir parçası olarak!).

Marx’ın Kapital’in ilk cildinin çıkışını Engels’e haber verirken yazdığı cümle: “Sen olmasaydın bunu ben kendi başıma başaramazdım.” Genellikle bu cümlenin yalnızca, Marx’ın Kapital’i yazabilmesi için Engels’in yaptığı özveriyle sınırlı olduğu sanılır. Hayır! Bu cümle “Sen olmasaydın, tarihsel-diyalektik materyalizm, kapitalizmin devrimci sınıf ekseninden bilimsel- eleştirel analizi ve bilimsel komünizm perspektifi, tek kelimeyle Marksizm olmazdı, bunu ben tek başıma başaramazdım” kapsam ve derinliğindedir.

Kanıt mı? İşte Marx’ın Engels’e dair cümlelerinden bir kaçı: “Engels’in o harikulade makalesinden beri…” (Katkı’ya Önsöz, 1859). “Engels kendi-başkam (bu Hegelci ifade, “öteki ben” ya da “ruh ikizim” diye de çevrilebilir-bn) sayılır.” (Marx’tan Szemere’e mektup, 1860). “Bildiğin şey, birincisi ben hep geç başlarım. İkincisi her zaman senin ayak izlerini takip ederim.” (Marx’tan Engels’e mektup, 1864) (Bu sonuncu ifade, Marksist bir içeriğe sahip ilk ekonomi-politik eleştirisinin, ilk felsefi idealizm eleştirisinin, ilk sınıf analizinin ve ilk devrimci sınıf savaşımı/devrim analizinin Engels tarafından yapılmış olmasına ilişkindir.)

Tüm bu nedenlerle Engels ve Marx’ı birbirinin karbon kopyası saymak ne kadar yanlışsa (çünkü birbirinden farklı olmasalar ve tamamen özdeş olsalardı, birbirlerini ve Marksizmin farklı yönlerini geliştiremezlerdi) devrimci tarih bilimi ve pratiğinin kuruculuğunu yalnızca birine, Engels’i dışlayarak veya küçümseyerek yalnızca Marx’a indirgemek de o kadar yanlıştır.

Engels’i kenara itmek ve Marx’tan koparmaya çalışmak, her zaman Marx’ın büyük bilimsel otoritesini karşısına alma cesareti olmayan demagogların, aslında (aynı zamanda) Marx’a ve Marksizme saldırmanın kurnaz geçinen yöntemi olmuştur. Önce Engels ve (özellikle, Marksizmin tüm yönleriyle bütünlüklü ve yalınlaştırılmış bir özeti sayılabilecek) Anti-Duhring kitabı “pozitivist, Marx’ın vulgarize edicisi, çarpıtıcısı” vb ilan edilir. Ardından Marx’ta ve Marksizm’de özellikle (üretici güçler ve üretim ilişkileri diyalektiğine dair) tarihsel materyalizme ilişkin bölümler (örneğin Katkı’nın önsözündeki ünlü tarihsel materyalizm formülasyonu veya Kapital’in 3. cildindeki kar oranlarının düşme eğilimi yasası, vd) Engels’e atfedilip Marx’tan da ayıklanır. Böylece Marksizmde bilimsel olan ne varsa içi boşaltılıp Marksizm gerisin geriye öznelci-ütopik sosyalizme geri götürülmeye çalışılır. Bununla kalmaz 2. Enternasyonal’in sonraki felaketinden Engels sorumlu tutulur. Bununla da kalmaz Lenin ve Stalin, Engels’le kodlanarak, Marksizmden devrimci örgüt ve proletarya diktatörlüğü yaklaşımları da savuşturulmaya çalışılır.

Tüm bu, Engels’i önce karikatürize edip sonra devre dışı bırakma operasyonlarının özü özeti, aslında Marksizmin bel kemiğini oluşturan devrimci tarih bilimini karikatürize edip halı altına süpürme acınası çabasıdır. Ve tümü, Anti-Duhring’in yazımı boyunca Engels ile Marx arasındaki yazışmalar incelendiğinde, Anti-Duhring’in yazımının tamamlanmasından sonra da Marx tarafından okunup onaylandığının ve dahası Anti-Duhring’in ekonomi-politik eleştirisi bölümünün de Marx tarafından yazıldığının ortaya çıkması, daha dahası Anti-Duhring’in bir bölümünü oluşturan Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm ayrı bir kitap olarak yayınlandığında ön sözünün Marx tarafından yazıldığı bilindiğinde, fosss diye çöküverir. Kar oranlarının düşme eğilimi yasasının (yani üretici güçler/üretim ilişkileri çelişkisinin, yani tarihsel materyalizmin) Engels’in Kapital’in 3. cildini redakte ederken yaptığı bir çarpıtma olduğu iddiası ise aynı ölçüde komiktir. Kapital’in 1. cildini kabul edip 3. cildini reddeden (Michael Heinrich vb) Marksologlar kendilerini komik duruma düşürmekten başka bir şey yapamazlar; çünkü kar oranlarının düşme eğilimine ilişkin teori, 1. ciltteki göreli artı-değer teorisinin kaçınılmaz sonucudur. Dolayısıyla Engels’e (ve aslında Marksizmin temeline) karşı bu saldırılar, kapitalizmi kabul edip sonuçlarını reddetmek kadar ahmakçadır.

Engels Marx’ı ve Marksizmi eksiltmek veya çarpıtmak şöyle dursun, Marksizmi Marksizm (ve dahası Marx’ı Marx) yapanlardan biriydi. Tarihin gördüğü en yetenekli, en gelişkin, en yaratıcı, en enerjik, en tutkulu, en çok yönlü devrimcilerden biriydi.

24 Kasım 2022 Perşembe

Marksizm Krizde Mi?

Hans Heinz Holz


Gelecekte komünist partilerin teorik temelinin ne olması gerektiği konusunda bazı kafa karışıklıklarının bulunduğu açıktır. Bazıları, aradan geçen bir yüzyıl boyunca hiçbir siyasi, pratik ve teorik gelişme olmamış gibi, Marx’a dönüşü savunuyor. Başkaları, teorisinin eskidiğini iddia ederek, Marx’sız olsun, diyor. Üçüncü bir kesim, yeni düşünce diyor, ama bununla neyi kastettiklerini bir türlü söyleyemiyorlar. Nihayet bazıları da, teorinin belki tamamen bir kenara bırakılmasını ve sınırsız bir düşünce çeşitliliğini istiyor.

Çoğulcuları ve kendi teorilerini kendileri yapan teorisyenleri (herkesin kendi özel dünya görüşü kendisine!) buradaki tartışmanın dışında bırakabiliriz. Komünistler, ortaya çıktıklarından ve bu ismi taşımaya başladıklarından bu yana, temellendirilmiş bir bilimsel dünya görüşü için mücadele ettiler. Fakat bilimsellik, rastgele seçilemeyen ve değiştirilemeyen doğruluk ölçütlerini gerektirir.

Bilimsel bilgiler, karmaşık ve rastlantısal olarak yan yana dizilmezler, birbirleriyle sistematik bir ilişki içindedirler. Örneğin aynı anda hem materyalist, hem de ruhçu (Spiritist) olunamaz. Ve uç noktalara varmayan çelişkilerle karşılaşıldığında bile, tek tek görüşlerin dünya görüşüne uygunlukları incelenmelidir. Bu nedenle felsefenin Friedrich Engels tarafından formüle edilen temel sorunu belirleyici önemdedir.

Felsefenin Temel Sorunu

“Her felsefenin ve özellikle modern felsefenin büyük temel sorunu, düşüncenin varlık ile ilişkisi sorunudur… Esas belirleyici olan nedir? Tin mi yoksa doğa mı? – Bu soru, kilise karşısında şu keskin biçimi aldı: Dünyayı Tanrı mı yarattı, yoksa dünya ezelden beri mi var?.. Bizi çevreleyen dünya hakkındaki düşüncelerimizin, bu dünyanın kendisiyle ilişkisi ne? Düşüncemiz, gerçek dünyayı kavramak için yeterli midir?” (Engels, Ludwig Feurbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu [Ludwig Feuerbach und der Ausgang der klassischen deutschen Philosophie], Bütün Eserler [MEW] c. 21, s. 274 vd.)

Bu soruya verilen cevaba göre dünya görüşleri iki kampa ayrılır. “İdealistler”, tinin, maddi dünyadan önce geldiğini, maddi dünyayı belirlediğini ya da yaratmış olduğunu kabul eder. “Materyalistler” maddi doğanın önce geldiğini, sonsuz olduğunu ve kendi yasalarına göre geliştiğini düşünür. “İdealistler”, dünyayı ancak aklımızın yapısına göre görebileceğimizi söyler; “materyalistler”, insanın bilişsel kapasitesinin, sonsuz dünyadan bir kesiti yansıtan (net bir görüntü vermeyi her zaman başaramasa bile) bir aynaya benzediği konusunda ısrar eder. Farklı cevapların, farklı politik sonuçlara yol açacağı açıktır.

Materyalistlerin, dünyanın dua ile değiştirileceğine inanması mümkün değildir. Kim ki, bildiğimiz doğanın sadece aklımızın bir ürünü olduğunu söylüyorsa, aklını kullanarak doğaya dilediğini yaptırabileceğini düşünüyor demektir. Kim tini bedenden ayırıyor ve tini esas alıyorsa, Schiller gibi düşünüyor demektir: “İnsan özgürdür; zincirlenmiş olarak doğsa bile.” Zincire vurulmuş bir kürek mahkûmu, bunu başka türlü duyumsar.

Komünistler, materyalisttir. Dünyanın bilinebileceğini ve (doğa ile uyum içinde olmak kaydıyla) planlı olarak şekillendirilebileceğini düşünürler. Bu düşünceden, insanların dünyayı iyileştirebileceği umudunu çıkarırlar ve bu nedenle de, bilimsel bir dünya görüşü üzerinde çalışırlar. Komünistlerin politik eylemlerinin temel ve vazgeçilmez nedenleri arasında, haksızlıklara tepki duymalarının ve baskı ile sömürünün ortadan kalkmasını arzulamalarının yanı sıra, bu söylenen de vardır. Komünistler, öteki dünyanın varlığına ve mahkûm edilmek istedikleri kadere de inanmazlar. Komünistler, daha iyiye yalnızca kendi çabalarıyla ulaşabileceklerini bilir.

Tarihsel Materyalizm

Ancak politik eylem öylesine kafadan uydurulmamalıdır. Pek çok şeyin hayali kurulabilir, fakat bunların gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ve nasıl gerçekleşeceği ayrı bir sorundur. Devrimciler, her dönemde, eşitsizliğin, baskının ve sömürünün olmadığı adil bir toplumun hayalini kurdular. Toplumsal ilerlemenin, düşüncelerimize bağımlı olmadığını, tersine kavrayabileceğimiz yasaları takip ettiğini göstermek, Marx ve Engels’in büyük tarihsel başarısıydı.

İnsanlar, ilk çağlardan bu yana, beslenme, giyim ve barınma gibi pek çok ihtiyaçlarını karşılamak zorunda. Bunu, ihtiyaç duydukları şeyleri imal ederek, yani üreterek yapıyorlar. Üretim için, doğada buldukları hammaddelere ve kendi emek güçlerine ihtiyaçları var. Elleriyle üretebileceklerinden daha fazlasını daha kolay bir şekilde üretebilmek için, ucu sivri taştan tutun bilgisayara kadar aletler icat ediyorlar. Bu örnek, her yeni keşifle birlikte ihtiyaçlarımızın (ihtiyaçlar sisteminin) daha da karmaşıklaştığını gösteriyor. Çünkü yeni aletler imal edebilmek için, yeni araçlara da ihtiyaç duyulur. Yapılan iş karmaşıklaştığı ölçüde, işçiler de uzmanlaşmak zorundadır.

İşbölümüne dayanan üretim gelişir, meta dolaşımı yaygınlaşır, bir pazar ortaya çıkar, mülkiyet oluşur, genel dolaşım aracı olarak para bunlara eklenir, emek gücü satın alınabilir hale gelir ve artık değer üretir, yani emek gücü sömürülür, sermaye birikimi gerçekleşir… Emeğin örgütlenmesi ve meta değişimi, üretim ilişkileridir. Üretim ilişkilerinin temeli mülkiyet, biçimi hukuk düzeni, yorumu ise ideolojidir. İdeoloji, önce kavranamayan doğa olaylarının açıklamasını yapar; daha sonra da iyice karmaşıklaşan ve bu nedenle kavranamayan toplumsal ilişkileri açıklar. Mitoloji, din, sanat ve felsefe, insanların bilincinde, gerçek varlığı temsil eder. İnsanların gerçeklik hakkındaki bilgileri ne kadar az ya da çarpıksa, ideoloji de o ölçüde fantastiktir; gerçeklik hakkındaki bilgiler ne kadar fazla ve kesinse, bilimsel bir dünya görüşüne de o ölçüde yaklaşırlar. Emek, üretim ilişkileri ve ideolojik üstyapı öğretisi, Karl Marx ve Friedrich Engels’in geliştirmiş olduğu tarihsel materyalizmin temellerini oluşturur. Bu teori, kurumları ve düşünceleri gerçek önkoşullarına dayandırarak açıklamamızı ve bu sayede, dünyayı değiştirmek için nereye müdahale etmemiz gerektiğini kavramamızı sağlar.

Kapitalizmin Çelişkileri

Bugüne kadarki tüm toplumların temel çelişkisi, tüm insanlar tarafından yaratılan toplumsal zenginliğin (mallar, hizmetler, sosyal güvenceler, kültürel değerler) herkese adil bir şekilde dağılmaması, tam tersine, üretim araçlarına sahip olanların belirli bir kar elde etmesi ve bu karı da, karlarını artırmak için tekrar kullanmalarıdır. Kapitalizmin gelişim döneminde, kar hırsı, teknik gelişmenin ve bunun sonucu olarak toplumsal gelişmenin belirleyici unsuruydu. Fakat sermaye birikimi artık insanlardan bağımsızlaştı, sermaye insanları kendine bağımlı kıldı ve üretimin amacını tersine çevirdi.

İnsanların sermayenin çıkarlarına tabi kılınmasını anlatan, saçma ama gerçek bir anekdot var. Bir İsviçre gazetesinde şöyle bir haber çıkmıştı: “Waadtländer[1] Kanton Parlamentosu’nda, kamusal alanlarda sigara yasağı getirilmesi için verilen önerge reddedildi. Reddedilme gerekçesi ise şu: ‘Yaşamın uzaması, bakım masraflarının artışını birlikte getireceğinden, kamusal alanlarda sigaranın yasaklanması, sağlık harcamalarının azalmasına yol açmaz.’” Hesap şöyle: Yöneticilerin yeni dilinde “assessment” (değerlendirme) denen mükemmel bir maliyet-fayda analiziyle, toplumun temel amacı olan ekonomik denge güvence altına alınır. İnsan, sadece, hesaplamadaki iktisadi bir faktör olarak dikkate alınır.

Bu örnek başka alanlara da kolaylıkla aktarılabilir. İşyerinde ne kadar iş güvencesi var? Kent planlamasının öncelikleri neler? Sanayiden, çevreyi koruyucu hangi tedbirler beklenebilir? Genetik manipülasyonlara izin veriliyor mu? Tüm örneklerde, hukukçuların deyimiyle “farklı hukuki çıkarları dengeleme”, yani yaşamımıza planlarken nelere daha fazla ve nelere daha az değer vereceğimiz sorunu var. İşletme düzeyinde azami kar mı, tüm ekonomideki toplam yarar mı, insanın kendini gerçekleştirmesi mi (bu da ne demek?), yoksa dinsel içerikli (eski bir ifadeyle) “ruhsal selamet” mi? Ama kapitalizmin egemen olduğu her yerde, son sözü, parasal olarak ifade edilebilen fayda, yani egemenlerin karı söyler.

Yaşamda karar vermek zorunda olduğumuz her yerde, karşımıza anlam sorunu çıkar. Yeni-Kantçılığın ve özellikle Max Weber’in bilim anlayışının ortaya çıkışından bu yana, burjuva felsefesinde bu soruya verilen temel yanıt şöyle: Şeylere dair bilgiyle, değerlere dayalı kararları kesin bir şekilde birbirinden ayırmak gerekir. Bu anlayışa göre, değer öncelikleri, öznenin özgür kararlarıdır (belki de kültürel koşullar bu kararların alınmasında pay sahibi olsa bile); bunlar hakkında bilimsel ölçütlere göre hüküm verilemez; insanların ne için çaba harcayacakları, kendilerine kalmış. Bu nedenle, siyasal açıdan da saygı gören bir değerler çoğulculuğu bulunmalı, hedefler konusunda serbestlik olmalı, iktidar ya da çoğunluk bunlara dayanmalıymış.

Yalnızca iktisadi açıdan daha güçlü olanların hak iddia ettikleri burjuva toplumunun kaotik yapısı, herkesin çıkarları pahasına keyfi özel hedefler belirleme özgürlüğünün ürünüdür. Böylece daha büyük bir zenginlikle birlikte giderek daha fazla yoksulluk yaratılır. Savaşlar, ekolojik kriz, üçüncü dünyanın yoksulluğu ve işsizlik bunun bazı göstergeleridir; insanlar kişiliksizleştirilmiş üretim makineleri düzeyine düşürülmüşlerdir, kendileri ve ürünleri hakkında hiçbir karar yetkisine sahip değildirler; boş zamanları bile başkaları tarafından biçimlendirilmektedir. Kültürel yozlaşma, bezginlik, çökkünlük, uyuşturucu kullanımı ve kriminal olaylar bu durumun ortaya çıkardığı fenomenlerdir. Marksist toplum teorisi, kapitalizmin genel krizinden bahsederken haklıydı.

Fakat çağımızın bu karakteristik özellikleri, kapitalizmin genel krizde varlığını iyi koruduğu gerçeğine gözlerimizi kapamamalıdır. Bir temel çelişkinin üzerinde yükselen bir toplum tipi için kriz normal varoluş biçimidir. Böyle bir toplum organizma olarak kendini krizler yoluyla yeniden üretir; kuşkusuz, krizlerin maliyetini de çoğunluğun omuzlarına yükler. Sistemler arası rekabet döneminde sosyalist ülkelere de kendi kriz yasalarını (silahlanma yarışını, ekonomik bakımdan zayıf olanların yoksullaşmasını) dayatabilen kapitalizmin bu güçlü yanı, sosyalist devletlerin ve komünist partilerin politikacıları ve bilimcileri tarafından uzun süre küçümsendi. Temelsiz iyimser düşünceler tarihsel materyalist analizlerin yerine geçti.

Burjuvazinin Yanılsamaları ve İdeolojisi

Burjuva toplumu, piyasa ekonomisi anlayışına uygun olarak, bir taraftan olguların bilimsel-teknik bilgisinin ve işlenmelerinin oluşturduğu sağlam zemine (üretim alanı) yaslanırken, diğer taraftan da ihtiyaçların, arzuların ve güçlerin karmaşası nedeniyle sallantı içindedir. Bu toplumun temelinde, Thomas Hobbes tarafından devlet öğretisine eklenmiş olan, tüm bencil bireylerin herkese karşı var olma savaşı yürüttüğü yönündeki antropolojik görüş yatmaktadır. Bu görüş Adam Smith’in yarı-dinsel ve liberal iyimserliği tarafından daha da inceltilmiştir. Bir “görünmez el” (invisible hand) sayesinde, tek tek bireylerin birbirlerine karşı harcadıkları bencilce çabaların sonucu, fizikte kuvvetlerin bileşkesinin alınması örneğinde olduğu gibi, herkesin çıkarına olur.

İnsan, bilim ve toplum konusundaki (rekabetçi kapitalizmin yükseliş dönemindeki yanılsamalarını yansıtan, ama tekelci kapitalizmin gerçekliğini yansıtmaktan uzak) bu görüş, Batılı anayasa ve hukuk biçimlerimizin, yani burjuva demokrasisinin teorik temelidir. Bireylerin istedikleri gibi özel amaçlar belirleyebilmeleri ve kuvvetler arasındaki mücadelenin serbestliği, insan hakları dokunulmazlığı görüntüsüyle süslenmiş temel ilkeler durumundadır.

Bu görüşün tutarsızlığı ve mantıksızlığı, hem Hegel tarafından, hem de eksiksiz olarak Marx ve Engels tarafından görüldü. Eğer doğal ve toplumsal dünyanın bilimler tarafından araştırılacak bir düzeni varsa (bilimcilerin hareket noktası budur ve bu varsayım olgusal bilimlerin sonuçları ve bunların teknik uygulamaları tarafından doğrulanmaktadır), insanların ihtiyaçları, arzuları ve değerleri de gerçekliğin bu nesnel yapısından kaynaklanır. Abartarak söylemek gerekirse: Yapabileceklerimiz, keyfimize bağlı değildir; tersine, içinde yaşadığımız doğal ve toplumsal koşullar tarafından belirlenir. Yani yapabileceklerimiz, olguların bilgisiyle açıklanabilir ve bundan türetilebilir. Bunun bir örneği, ekolojik nedenlerle karayollarında hız sınırlamasına gidilmesidir. Bu bir bireysel tercih değil, ortak toplumsal yaşamın ve çalışmanın, gerekli olduğu üzere ve makul bir şekilde gözetilmesinden kaynaklanan bir genel kuraldır. Ve nihayet yapabileceklerimiz, belirli bir hareket serbestliğini içerir, çünkü her gerçek durum kendi gelişme olanaklarını da barındırır. Bu gelişme olanaklarını eylemlerimizle destekleyebileceğimiz gibi, engelleyebiliriz de. Böyle olmasaydı, kararların anlamlarının sorgulanması anlamsızlaşırdı.

Görüldüğü gibi bu sorunda bilimler, nesneleriyle ve etkinlikleriyle, olaya büsbütün dâhil olmuşlardır; fakat bu sorun, gerçekliğin belirli alt alanlarına yönelen tek tek bilimleri aşar. Çünkü “burada söz konusu olan şey” (Adorno’nun söylediği gibi) “bütün”dür. Öyleyse bilimler, büyük fizyolog Johannes Müller’in formüle ettiği gibi, “felsefi bir incelemeye ihtiyaç duyar.” Çünkü felsefe, bütünü, ilişkileri ve anlamı araştırır.

Kuşkusuz, bize düzmece Tao spekülasyonlarını (bunların hakiki Çin Taoizmiyle ilgisi yoktur) yutturan veya ilgili yazarların diğer kişisel anlam keşiflerini ve sinizmlerini sunan bir felsefeye ihtiyaç yoktur. Felsefenin, iki bin beş yüz yıllık felsefe tarihinde elde ettiği kendine özgü bir bilimsel kesinliği vardır.

Bu bilimsel kesinlik aracılığıyla, tek tek disiplinlerin ulaşamayacağı bir genellik düzeyine ulaşmıştır. Bunu, bir üst bilim veya bir meta-dil olarak değil, özel olanın sınırlarını yansıtarak (olumsuz-diyalektik, eleştirel) ve bağlantıların geçici, hipotetik modellerini önererek (olumlu-diyalektik, “spekülatif”) yapar. Her iki işlev de, eylem kılavuzu olarak gereklidir; salt sınırlarımızın eleştirisi bizi felce uğratır, salt spekülasyon ise gerçeğe yabancı kalır. Felsefe ise aynı anda hem bilime bağlıdır hem de onu aşar.

Genellikle yöntemsiz ve bilinçsiz bir şekilde de olsa, hepimiz, sürekli olarak, bu anlamıyla felsefe yapıyoruz. Her ne kadar metodik olmasa da, yaptığımızın felsefe olduğunun bilincine varmamış olsak da hepimiz felsefe yapıyoruz. Gramsci, “sıradan insanın felsefesi”nden (Jedermannsphilosophie) söz ederken, bu kavrama tümüyle olumlu bir anlam yüklüyordu. Bizler, sıklıkla karmaşık, çoğu zaman da tutarsız olan, ancak sayesinde yönümüzü belirlediğimiz birer dünya görüşüne sahibiz. Verdiğimiz örnekte de görüldüğü gibi Waadtländer Kanton Konseyleri, maliyet ve fayda kategorilerinin, bir bütçedeki parasal değerlerle ifade edilebileceğini düşünüyordu. Değerler hiyerarşisinde yaşam ve sağlığa başka yer verenler böylesi bir yaklaşıma kızar. İkinci bir örnek vermek gerekirse: 1950’li yıllarda, Papa XII. Pius’un danışmanı Pater Grundlach’un, vaaz kürsüsünden, ruhlarımızın komünistlerin tanrısızlığına teslim edilmesindense, insanlığın bir atom savaşıyla ortadan kalkmasının daha iyi olacağını ilan etmesi, atom bombasıyla ölüme karşı çıkanların ve bu arada doğal olarak farklı düşünen teologların şiddetli protestolarına yol açtı.

Bu sadece duygusal bir tepki değildi. Burada, dünyaya verilen farklı anlamlara dayalı argümanların savaşı vardı. Argümanlarımızın daha isabetli olabilmesi için, ayakları yere basan kavramlardan, kategorilerden ve yöntemlerden oluşan bir cephaneliğe ihtiyaç var. Sıradan insanın felsefesi, işte bu nedenle, yeterli olmaz. Böylece, en genel ve soyut biçimleriyle temel sorunlar, günlük yaşantımızın orta yerinde ortaya çıkar. Örneğin hava kirliliğine maruz kaldığımızdan, astım, alerji, kalp hastalığı şikâyetleri ortaya çıkıyor. Fakat Basel’de veya Frankfurt’da arabayı bırakıp bisiklet kullanmam yeterli değildir, çünkü pislik, hava yoluyla Britanya Adaları’ndan, Kuzey Fransa-Belçika sanayi bölgelerinden ve Ren-Ruhr bölgesinden de gelir. Dahası, otomobil kullanımında ve satışlarında sadece yüzde 20’lik bir azalma olsa, ulusal ölçekte kritik önem taşıyan bir sanayide binlerce tedarikçi firma kapanır ve yüz binlerce kişi işsiz kalır. Küçük protestoların veya kısmi alternatiflerin çok fazla bir faydası yoktur ve bunlar yarım yamalak tedbirler olarak kalır. Yaşam koşullarımızı düzeltecek gerçekçi anlayışları geliştirmek için, büyük ekonomik ve teknik bağlantıların yeniden kurulması gerekir. Bunun için sadece en fazla sıkıntı yaşanan yerlere yönelik acil yardımlar değil, politik değişimler de gerekli olacaktır. Toplumsal süreçler, çoğulcu Karl Raimund Popper ve onun okulunun bize yutturmaya çalıştığı gibi tek tek parçaların yönetimi yoluyla kontrol altına alınamaz; piyasanın kendi kendisini düzenlemesi daha da yararsızdır. Toplumsal süreçler, yalnızca, iç bağlantıların teorik çözümlemesine dayalı, planlı yapısal değişimlerle kontrol altına alınabilir.

Yani ilişki ağları, farklı olasılıklar, değer ve eylem hiyerarşileri, çelişkili eğilimlerin kabul edilebilirlik ya da kabul edilemezlikleri hakkında modellerin geliştirilmesi gerekir. Bilimler disiplinler arası olmak, hukukçular ve politikacılar ise sınırları aşmak zorundadır. Sistem teorisine ve yapı teorisine dayalı yaklaşımlar, bu konuda değerli metodolojik katkılar sağlamıştır.

Sadece biçimsel mantığa dayalı ve analitik düşünme biçimi, bugünkü bilim teorisine egemen olmakla ve tek tek alanlardaki bilimsel araştırmalar için vazgeçilmezlik taşımakla birlikte, bu noktada yeterli olmaktan uzaklaşır. Teknik rasyonalite ile dünyanın karmaşık yapısı arasındaki ilişkinin irrasyonel ve yıkıcı olmasını engellemek için, Leibniz’in bilim örgütlenmesi programında bile temel alınmış olan diyalektik yöntemlerin ve yapıların benimsenmesi ve mükemmelleştirilmesi gerekir. Elbette bu doğrultuda yığınla çaba harcanıyor, ancak işin doğası gereği, nesneyi esas alan özsel diyalektik, kitaplardaki kuru formüllerden değil, fakat somut sorunlardan hareketle sürekli yeniden türetilmelidir.

Küresel diye adlandırdıklarımız da dâhil olmak ve ilk sırada gelmek üzere dünyanın bizi zorlayan sorunlarıyla mücadele etmek için hangi kavramlaştırmalara başvuracağımız, temel felsefi görüşlerimizden bağımsız değildir. Şu andaki burjuva felsefesinin direktiflerini izlersek, bilgimizin şu ya da bu şekilde bilincimizin öznel biçim kalıpları tarafından belirlenmiş olduğunu varsaymamız gerekir; bu görüş “Frankfurt Okulu” için bile geçerlidir. Bu okula göre doğa bizim için sadece emek aracılığıyla verilidir. Bilgi nesnelerini, insanın bilişsel kapasitesinin ürünleri derecesine indirgeyen bu idealist bilgi teorisi, bizim doğayla ilişkimiz açısından feci sonuçlara yol açmaktadır.

Doğa ve doğanın ince içsel bağımlılıklara ve karşılıklı etkileşimlere dayanan nitelikleri, öznel “kurucu sürecin” ürünü olarak ve dolayısıyla manipülasyona ve araçsallaştırmaya tümüyle açık nesneler olarak görülür; ekolojik kriz, özne merkezli bu anlayışın iflasını açıkça göstermektedir. Buna karşın, doğanın nesnel ve sonsuz bir yaklaşma süreciyle bilgisi edinilebilecek bir kendisine ait varoluşunun bulunduğundan hareket eden materyalist bilgi teorisi, doğanın diyalektiğine götürür. Bu diyalektik, insanları ve toplumu doğadan kaynaklanan, doğadan bağımsız ve doğaya karşı koyan yeni varlık tarzı olarak anlar ve doğanın zorlamalarından ve doğaya bağlı olmaktan kurtuluşu bir kavram olarak düşünme yeteneği sağlar.

Eğer bilgi, nesnelere yaklaşma süreci olarak görülürse, o zaman bu demektir ki, hiçbir çağ, bütün ve nihai hakikate (Wahrheit) sahip olduğunu ileri süremez. Tam tersine, belirli bir tarihsel zamandaki her hakikat görelidir; çünkü birincisi, dünyadaki bilgi nesnelerinin ve ilişkilerin sonsuz miktarda olması nedeniyle, bu dünyanın her tür tarifi eksikli ve tamamlanmamış olarak kalır; ikincisi, insanların bilgi nesnelerini düzene koyan anlamlandırma perspektifleri, tarihsel dönüşümlere maruz kalır. Eğer insanların ortak yaşamlarını ve doğayla ilişkilerini düzenleyen toplumsallaşma biçimleri değişirse, bilgi perspektifleri de aynı kalmaz. Ne var ki, göreli hakikatten söz etmenin bir anlamının olabilmesi için, bunun, mutlak hakikatin sonsuz derecede küçük sınırı kavramı ile ilişkilendirilmesi gerekir. Ve bilimsel anlamıyla hakikat, elbette, ölçütlerinin yalnızca dünyaya ait, yani maddenin ve onun gelişmesinin yasalarının çizdiği sınırlar içinde olmasını gerektirir.

Bilimsel-teknik gelişme, yani üretici güçlerin genişletilmesi, insanlığı öyle bir noktaya getirdi ki, mevcut mülkiyet ilişkileri, yeni bilgilerin ve üretim araçlarının (“bilimsel-teknik devrim”in) akılcı bir şekilde ve insanca kullanılmasına engel olmakla kalmıyor, aynı zamanda insan soyunun varlığı için had safhaya ulaşmış bir tehlike oluşturuyor. Bu tehlike kesinlikle imha silahlarının potansiyeli ile sınırlı değildir. İnsanın ve canlıların çoğunluğunun biyolojik yaşam koşullarının mahvedilmesi (hava ve su kirliliği, ozon tabakasının delinmesi, nükleer radyasyon tehlikesi, genlerin manipüle edilmesi vb.) kara yönelik rekabetçi ekonominin irrasyonalizmi ile doğrudan ilişkilidir. Üçüncü dünya ülkelerindeki yığınların sefaleti ve sanayileşmiş ülkelerdeki yüksek işsizlik oranları, sermaye birikiminin, ilk üretici güç olan insanlardan bağımsızlaşmasının sonuçlarıdır. Bununla ilişkili olan anlam kaybı ve bunun sonuçları hakkında daha önce konuşmuştuk (“zihinsel yoksullaşma”). Kapitalizm, kendi üretim kapasitesini sürekli artıran bir sistem olmasına rağmen ve bu yüzden, bir kriz sistemidir.

Sınıf Mücadelesi

İşçi sınıfının tarihsel misyonunu gören insan, Marx’tı. Üretim araçlarına sahip olmayan, artı değer de elde edemez. Böylesi birinin, doğayı ve insanı sömürmek gibi özel ve bencilce bir çıkarı olamaz. Uğruna mücadele ettiği sınıfın çıkarları, insan türünün çıkarlarıdır. O, işçiler için mücadele ederken, aynı zamanda insanların kurtuluşu için de mücadele eder.

Bu ilişkide hiçbir şey değişmemiştir; işçi sınıfının ve ücretlilerin yaşam koşulları Marx zamanına göre (işçi örgütlerinin mücadelesi sayesinde) düzelmiş, sanayileşmiş zengin ülkelerdeki sömürü, bir miktar örtülü hale gelmiş olsa da, bu böyledir. Meta bolluğunun ışıltısının ardında her gün tanık olduğumuz kapitalizmin krizlerinin üstesinden yalnızca çelişkilerin ortadan kaldırılmasıyla gelinebilir. Bu çelişkiler, toplumsal zenginliğin özel mülk haline getirilmesiyle giderek artan sermaye birikiminden kaynaklanmaktadır.

Toplumu ikiye bölen politik cephe, bugün de, Marx’ın tarif ettiği cephedir: Bir tarafta sömürülenler, diğer tarafta sömürenler. Kapitalizmin yarattığı ulusal ve küresel sorunlar, yalnızca kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla çözülebilir. İnsanlığın sorunları, tam da insanlığın sorunları oldukları için, daima ve öncelikle sınıf mücadelesinin konusudur. Genel-insani, sınıf ve sistem üstü bir hümanizm, bir burjuva yanılsamasıdır. Böylesi bir hümanizm sadece bilinçlerde bulunur; politik gerçekliğe sadece sınıf mücadelesinde kavuşur.

Komünistler, bir bütün olarak işçi hareketi, bu öz bilinci yeniden kazanmak zorundadır. Bunu da ancak temellerini Marx ve Engels’in attığı bilimsel açıklığa sımsıkı sarılarak; ona “geri dönerek” değil, fakat bu zemin üzerinde ilerleyerek, eylemlerini belirleyebilmek için bugünkü durumu Marksizm’in-Leninizm’in düşünsel araçlarıyla analiz ederek başarabilirler.

Ne var ki, politik eylem, teorinin pratiğe dökülmesinden daha fazlasıdır. Politik eylem, aynı zamanda, tarihsel deneyimlerin, kendi tarihindeki başarı ve hataların görülmesi demektir. Uluslar arası işçi sınıfı hareketi ve onun içindeki komünist partiler, burjuvaziden koparıp alınan zaferler ile ezilme tehlikesiyle karşılaşılan yenilgilerden oluşan köklü bir sınıf karşıtlıkları geleneğine sahiptir. Sosyalizmin inşası ve komünistlerin uluslar arası mücadelesi, çelişkiler, yanılgılar ve korkunç deformasyonlar üreten son derece çelişkili koşullar altında yürütüldü. Bunlar da bizim tarihimize aittir ve işlenmeleri gerekir; fakat bu söylenen (bize vaaz edildiği gibi) “yas tutarak” değil, tam tersine geçmişe dönük güçlü ve geleceğe dönük enerjik bir bakışla, bilimsel olarak yapılmalıdır. Sırf bu nedenle bile “Marx’a dönüş” çağrısı yanlıştır; Marx, Engels ve Lenin, teorik bilincimizin, daima muhafaza etmemiz ve sürekli yeniden üzerinde çalışmamız gereken doğal temelidir. Ancak, III. Enternasyonal’in tarihi, faşizme karşı mücadele, eski sömürge ülkelerdeki, Küba ve Nikaragua’daki büyük ve başarılı kurtuluş hareketleri ve Şili direnişinin deneyimleri de bizim kimliğimizin unsurlarını oluşturur. Ekim Devrimi’nden bu yana, Marksizm-Leninizm’de hem olumlu hem de olumsuz politik ve teorik gelişmeler yaşanmıştır ve bu gelişmeler, bugünkü bilincimizin gerçeklik hakkındaki birikiminin birer parçası olmuştur.

Komünistlerin görevi, sınıf bilincinin gelişimine önderlik etmektir. Çünkü onlar bilimsel bir dünya görüşüne sahiptir. Zaman zaman bu görevin yerine getirilmesi çok zor da gelebilir; her kim komünist olmak istiyorsa, bu görevi önüne koymak ve onu yerine getirebileceğini düşünmek zorundadır.

Kaynak: Hans Heinz Holz, Sosyalizmin Yenilgisi ve Geleceği, Yordam Kitap, 1. Basım, 2010, s. 25-38


[1] Waadtländer: İsviçre’de Cenevre Gölü’nün kuzey kıyılarının doğusunda Fransızların yaşadığı bölge.

19 Kasım 2022 Cumartesi

DÜNYA KUPASI 2022: FUTBOL BİR KATLİAMDIR

Fuat Filizler

Dünya çapında despotik neoliberalizmin öncüllerinden Thatchearizmin işçi sınıfına açtığı savaşın önemli bileşenlerinden biriydi: “Holiganizm ile savaş” adı altında işçi sınıfının stadyumlardan, işçi sınıfı kültürünün de futbol ve taraftar kültüründen tümüyle dışlanması. Neomuhafazakar işçi düşmanlığının bu operasyonunda Liverpool’un muhalif liman işçisi taraftarları “holiganlar” diye hedefe çakıldı, delil karartmadan dezenformasyona, kara listeler oluşturmaya kadar binlerce işçi statlardan zorla sürüldü. Maçların ucuz halk tribününden ayakta izlenmesi, mahallelerde toplanılıp birlikte gidilmesi, sabahın köründe binlerce kişilik bilet kuyrukları, maçlardan sonra “zafer yürüyüşleri” ve sonra gruplar halinde birahanelere dağılıp sohbetleri koyultma bu kültürün bir parçasıydı. Statlar ve taraftarlar kent merkezlerinden sürüldü. Ayakta maç izlemenin yasak olduğu AVM-Arena-Otopark tarzı Stadyumlar artık daha ziyade orta ve üst sınıflar için tek tek arabayla gidilip VİP koltuklarda iş sözleşmeleri ve lüks tüketimin yapıldığı, maç sırasında maçtan çok elektronik reklam tabelalarının ve pazarlamacılığın insanın göz hareketlerini bile kontrol ettiği, sayısız kamera, polis ve özel güvenlik tarafından denetlenen, haftanın her günü alışveriş, eğlence ve rant merkezlerine dönüştürüldü. Bugün bu süreç Türkiye’de de AVM-Otopark-Stadyumlar ve paso-lig gibi yüksek rant ve polis kontrolü mekanizmalarıyla uygulanıyor.

2009’da bu kez İtalya’da Silvio Berlusconi, “Tessara del Tifosi” adında taraftar güvenlik kartı benzeri bir projeyi başlattı. Deplasmana gidecek taraftar bu kartı almak zorundaydı, kart da taraftarın oturduğu semtin polisi tarafından yapılacak güvenlik araştırması ve fişlemesiyle verilecekti. Ezeli rakip Juventus ve Torino taraftarları, Napoli taraftarlarının da katılımıyla aylarca sokaklara döküldü, birlikte gösteriler yaptı, maçları boykot etti.

2012’de Mısır’da Al Masri ve Al Ahli takımları arasındaki süper lig maçında, bizzat polisin provoke etmesi ve muhalif taraftar gruplarına saldırmasıyla çıkan çatışmalarda 79 kişi öldü. Devlet, katliamı muhalif taraftar grubuna yıkıp 21 kişiyi idama mahkum etti. Al Masri taraftarları idama mahkum edilen taraftarların konulduğu Port-Said hapishanesini kuşattı ve polisle çıkan çatışmalarda 21 taraftar daha katledildi. Üst mahkemece tekrar yargılanan 21 kişi bu kez ömür boyu cezaya mahkum edilince, her iki takım taraftarları Tahrir’e yürüdü ve taraftarlara verilen cezaları ve katliamın sorumlusu polislerin yargılanmamasını haftalarca eylemlerle protesto etti. Al-Masri ve Al-Mahli taraftarlarının hapishane basma ve Tahrir eylemleri, Mısır’da ikinci Tahrir meydan isyanının öncülleri arasındadır.

Güney Afrika’daki dünya futbol kupası organizasyonunda ise, taşeron stad işçileri fiili grevler yaptılar, polis saldırısına karşı direndiler.

Gezi’de Çarşı’nın Dolmabahçe ve İnönü’nün rant, AVM ve devlet temsilciliği merkezi haline getirilmesine, Fenerbahçeli muhalif taraftarların ise Şükrü Saraçoğlu’nun modernizasyon adı altında benzer dönüşümüne karşı direnişlerinin payı vardı. Abbasağa ve Yoğurtçu parkları forumları, muhalif futbol taraftarlarının Gezi boyunca oynadığı rol, POMA, endüstriyel futbol karşıtlığını, “İstanbul United”ın birlikte yaptığı Ali İsmail Korkmaz eylemleri ve sloganları, aylar boyunca tüm statlarda yapılan 34. dakika “Her yer Taksim her yer direniş” eylemleri, pasolig’e karşı yapılan boykot ve mücadeleler...

Çarşı’nın eski İnönü’deki her maç öncesi Beşiktaş Kartal heykelinde binlerce kişi toplanıp ironik pankart, slogan ve mizansenlerini birlikte hazırlayışları, bazen Beşiktaş yönetimi ve hükumete karşı sloganlarla hep birlikte Dolmabahçeye trafiği keserek yürüyüşleri, sayısız kez polisle çatışarak Stada girebilişlerini, takım kazansa bile bir seyir zevki sunmadıkları zaman yuhlayışları, yani futbolda metalaştırılmış müşteri çarkının edilgen parçası olmayı reddetme çabalarını, farklı bir sosyalleşme ve inisiyatif olarak kendilerini var etme, futbolu kapitalist oligarklar ve devlet için değil, kendileri için bir festival haline getirme çabalarını, ve tüm bunların nasıl bastırıldığını ve cezalandırıldığı...

Brezilya’daki 2013 kitlesel isyan ve direniş hareketinin önemli bir dinamiğini Brezilya’da yapılacak “dünya futbol kupası” karşı protesto ve eylemler oluşturdu. Ülkede açlık kol gezer, tüm sosyal harcamalar budanırken, aşırı sermaye birikiminin dev beton statlara gömülmesine, ülkenin büyük bir şantiyeye dönüştürülmesine, emek (dünya kupası şantiyelerinde 6 işçi öldü) ve doğa katliamı ve yerinden etmelere, yeni stadyumlara, hava alanlarına, otoyollara, lüks oteller ve uluslararası medya merkezlerine tepki büyüktü. Eylemlerin temel taleplerinden biri “bir ay kullanılıp sonra boş yatacak futbol şantiyelerine değil eğitim, sağlık, ulaşım ve işsizlere bütçe”ydi. Stadyum, hava alanı ve otoyol inşaatları için 100 bin kişi mahalle ve evlerinden, 20 yerli kabile topraklarından atıldı, kupa organizasyon mekanları hemen birkaç sokak gerisinde başlayan favelalardan demir bariyerlerle ayrıldı.

Avrupa’da da 2011 krizinden itibaren sert ve sonsuz kemer sıkma paketleriyle işçilerden gasp edilenlerin EURO 2016 futbol kupası gibi mali sermaye organizasyonlarına akıtılması, tartışma ve eylemlere konu olmuştu. AB-Fransa emperyalist burjuvazisinin EURO 2016 “festivalini” (Liberal sol, “futbol bir festivaldir” diye bu organizasyonların reklamını yapmayı üstlenmişti) işçi sınıfının gerçek festivali olan direniş, işgal ve blokajlardan korumak için polis, asker 50 bin kişilik bir orduyu seferber etmiş, stadların çevresinde birkaç kilometrelik güvenlik sahası oluşturmuş, hava yolu işçilerinin süresiz grevi futbol taraftarlarına provokatif biçimde hedef gösterilmiş, grev sert devlet baskılarıyla kırılmıştı. Takımlarının maçlarını seyretmek için Fransa’ya gelen, ancak otelde kalacak parası olmadığı için garlarda, parklarda yatan taraftarların Fransız polisi tarafından aynı mülteciler gibi buralardan ite kaka sürüklenerek dışarı atılmıştı.

İki yılda bir Avrupa’nın bir kentinde, EURO 2016’nın hemen öncesinde ise Almanya’nın Hamburg kentinde düzenlenen muhalif futbol taraftarlarının, alternatif futbolun gerçek festivali, anti-ırkçı, anti-cinsiyetçi, anti-kapitalist taraftar futbolu şenliği Antira 2016’da (Anti-ırkçı 2016) ise tabii ki uluslararası kapitalist medya yoktu. Antira’da Avrupa ülkelerinin yanı sıra Rusya, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’dan bizzat muhalif, anti-ırkçı, anti-faşist, anti-cinsiyetçi, anti-endüstriyel futbol taraftarlarının, kadını, erkeği, lgbt'si, mültecisi, göçmeni, siyahı, beyazı, Hristiyan, Müslümanıyla kurdukları amatör futbol takımları oynuyor, kimin kazanıp kaybettiği hiçbir önem taşımıyordu. Tüm maçlar oyun, eğlence, müzik, dans ve anti-ırkçı, anti-kapitalist taraftar gösterileri ve forumlarıyla birleştiriliyordu.

Dünya Futbol Kupası 2018, Rusya’da yapıldı. Rusya’nın 11 ayrı kentinde inşa edilen stadyum ve diğer tesis ve altyapıların yapımında, çoğunluğu Orta Asya ülkeleri, Kuzey Kore, Belarus ve Ukrayna’dan gelmiş taşeron inşaat işçilerinden 21’i yaşamını yitirdi. Kışın eksi 25 dereceye kadar düşen aşırı soğuk hava koşullarında aşırı uzun saatler çalışmaya zorlanan taşeron inşaat işçilerinden yüzlercesi de yaralandı, ağır hastalıklara yakalandı, sakat kaldı. Ücretleri ödenmeyen, geç veya eksik ödenen göçmen işçilerin bir dizi grevi ve grev girişimi ağır baskılar ve sınır dışı edilmelerle bastırılmaya çalışıldı.

30 Kasım 2022’de Endonezya’da tarihin en büyük futbol katliamlarından biri yaşandı. 42 bin kişilik futbol stadyumundaki iki “ezeli rakip” takımın maçında ev sahibi takımın maçı kaybetmesi üzerine yüzlerce taraftar sahaya girdi. Polis taraftarlara gaz fişekleri, plastik mermiler ve coplarla saldırdı. Çıkan çatışmalar, panik ve izdihamda biri 3 yaşında, onlarca çocuk yaşta 174 kişi yaşamını yitirdi. Katliamın başlıca nedeni polisin stat içinde ve tribünlere gaz bombası atması, taraftarlara saldırması, binlerce taraftarın dar çıkış tünellerine yığılarak birbirini ezmesiydi. Futbol taraftarları katil polis ve diğer devlet ve spor bakanlığı yetkililerinin yargılanması istemiyle, 1 hafta sonra, başkent Jakarta’da tüm kent ve takımlardan 100 bin kişiye yakın futbol taraftarının katılımıyla dev bir gösteri yürüyüşü gerçekleştirdi.

Katar katar kara para ve işçi katliamı kupası 2010-2022

2022 FIFA Dünya Futbol Kupasının (2010 yılında) Katar’a verilmesi ise, herhalde futbolun kapitalist mali oligarşi tarafından içine çekildiği kara para endüstrisi skandalları ve kan şelalesi uçurumunun dip noktasıdır. Doğru dürüst bir futbol geleneği, kültürü, seyircisi ve altyapısı olmayan, aslında bir “milli futbol takımı” bile olmayan (Brezilya vb.'den büyük paralarla satın aldığı yaşı geçmiş ünlü oyuncuları kendi vatandaşlığına geçirip milli takımında oynatan), iklimi de bu çapta bir futbol turnuvasına uygun olmayan Katar FIFA dünya kupasını nasıl satın almıştı? Daha önemlisi, dünya kupası için sayısız stadyum, binlerce kilometrelik metro, tren ve otoyol hatlarını “Kalifa sistemi” adı altında zorunlu çalıştırmaya dayalı kölelik sistemine tabi tuttuğu ve binlercesinin bu sistem altında öleceğinin ve 50 dereceyi bulan sıcaklıklarda çalışmaya zorlanacağının öngörülmesi zor olmayan göçmen işçilere yaptıracağı bilinen Katar nasıl satın alabilmişti?

Tabii ki toplamı milyarlarca doları bulan rüşvet, kara para, çeşitli Avrupa ülke şirket ve borsalarıyla çeşitli hisse, finansal yatırım ve spekülasyon anlaşmalarıyla. Bu gerçekçi bir tahmin olmanın ötesinde, 2014’ten itibaren çeşitli uluslararası basın organlarında bile alenen deşifre edilen gerçeğin ta kendisidir. Katar FİFA’nın uluslararası alt düzey delegelerinin bir kısmına 1.5’ar milyon dolar, FİFA üst komitesi üyelerinin bir kısmına ise 5’er milyon dolar dağıtmış; o dönem UEFA başkanı olan Michel Platini’yi FIFA’da forsunu kullanması için kim bilir kaç milyon dolara satın almış, Katar devlet merkezli Al-Jaziraa üzerinden dünya kupası yayın haklarını gerçek değerinin çok üzerinde, 880 milyon dolara satın almış, aynı zamanda dünya futbolunda ağırlığı olan İngiltere, Almanya, Fransa gibi bir dizi ülkenin spor, medya, finans, altyapı, teknoloji şirketlerinde ve borsalarında hisse payını artırarak Katar için lobi yapmalarını sağlamış, dünya kupasına bir çok uluslararası kapitalist tekelin de sebepleneceği biçimde ortalama bir dünya kupasından 30 kat fazla yatırım ve harcama yapacağı (yaklaşık 200 milyar dolar) garantisi vermişti. Bunlar yine Katar’ın petro-dolarlarıyla örtbas edilmeye çalışıldıysa da, 2017’den itibaren FİFA yetkililerinin tamamına yakını yolsuzluk ve rüşvet davalarıyla ya da dolandırıcılık, şantaj ve kara para aklama soruşturmalarıyla boğuşuyor. Bu dava ve soruşturmalar nedeniyle dönemin FİFA başkanı Sepp Blatter ve FİFA-spor endüstrisi ve bahis işleriyle bağlantılı bir dizi şirket yöneticisinin FİFA faaliyetlerine katılması yasaklanmış durumda.

Küresel mali oligarşi ortağı ve bileşeni olan Katar petro-dolarlarını dünya kupası için her desteklemekle kalmadı. ILO, ITUC (Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu), WHO (Dünya Sağlık Örgütü), Uluslararası İnsan Hakları Örgütü gibi paravan örgütlerini devreye sokarak Katar’ın köleci ve göçmen işçi katliamcısı sicilini aklayıp uluslararası kamuoyu ve futbol taraftarları nezdinde meşrulaştırmaya çalıştı. Bu uluslararası örgütler güya Katar’ın dünya kupası hazırlık ve inşa çalışmalarını denetleyecek, Katar petro-dolar oligarşisi ile işçi hakları, sağlığı, asgari ücretleri için pazarlık yapacak, Katar da Kalifa kölelik sistemini kaldıracak, işçilere asgari ücret temin edecek, taşeron şirketler ve göçmen işçi mafyasından paralarını alamayan işçiler için fon oluşturacak, işçi sağlığı ve güvenliği önlemleri alacaktı. Bu kölecilik ve işçi katliamı aklama örgütleri, yıllar boyunca Katar’ın göçmen işçi, insan hakları, demokrasi konusunda ne kadar değişip geliştiği, Kalifa sistemini kaldırdığı, işçi haklarını tanıdığı, Pandemide işçileri nasıl koruduğu vb propagandası yapıp durdular. Oysa vitrin dışında değişen bir şey yoktu. Göçmen işçiler yine 50 derece sıcaklıkta 10-12 saat çalıştırılıyor ve ölüyor, taşeron şirketler tarafından ücretleri 6-7 ay ödenmeyen göçmen işçiler grev ve eylem yaptığında tutuklanıyor ve dövülüyor, 3-4 hafta toplama kamplarında tutulduktan sonra ücretleri lütfen verilerek sınır dışı ediliyorlardı. Katar şeriata dayalı görünmesine karşın dünya kupası için ülkeye gelecek zengin futbol turistlerine içki ve fuhuş serbestisi tanıyor, ama göçmen işçilerin şantiye ve baraka kamplarından çıkmasını, taleplerini, sendikalaşmalarını ve grevlerini şeriat hükümleriyle yasaklamaya devam ediyordu. Göçmen işçiler uluslararası işçi simsarlığı şirketlerinin aldığı 7-8 bin doları bulabilmek için genellikle borçlanıyor, Katar’da taşeron şirketler aylar boyunca ücretlerini ödemediğinde yine tefecilere borçlanıyor, 2-4 kişilik bitli barakalarda ya da fahiş kiralı odalarda 6-8 kişi kalıyor, bazen dışarıda yatmak zorunda kalıyor, hatta haftalarca aç kalıp yaşayabilmek için alenen bir şeyler çalar gibi kalıp birkaç hafta hapse girerek karınlarını doyurmaya çalışıyor, yarı sağ olarak ülkelerine dönmeyi başarmış görünenlerin bir çoğu da yolluğunu doğrultmuş olmak bir yana öncekinden daha borçlu ve yoksul hale gelmiş oluyordu.

Bununla birlikte Katar’daki daha önceki göçmen inşaat işçileri ücret gasplarına karşı barakalarından çıkmayarak ve işe gitmeyerek pasif grevler yapabilirken, Katar son yıllarda ilk kez, kent merkezlerinde trafiği keserek yapılan en az 14 kitlesel göçmen işçi grev ve eylemine tanık oldu.

Ve Katar’da dünya kupası stadyum ve altyapı inşaatlarında çalıştırılan (Nepal, Hindistan, Bangladeş, Pakistan, Filipinler, Sri Lanka, Kenya, Uganda, Somali gibi) 17 ülkeden sirkülasyonla toplam sayıları 200 bini bulan göçmen işçilerden en az 6500 kişi öldürüldü. (Bu işçi cinayetleri sayısı, Guardian gazetesinin Katar’a işçi yollayan ülkelerin konsolosluk ve çeşitli kurumlarından toplayabildiği işçi cesedi istatistikleridir. Gerçek rakamın bunun epey üzerinde olabileceği, meslek hastalıklarıyla ölümü zamana yayılmış olanların ise 5 katı olabileceği bilinmektedir.) Göçmen işçilerin ölüm nedenleri arasında, aşırı sıcakta güneş altında çalıştırılma, kalp krizi, yüksekten düşme, elektrik çarpması, patlama, intihar ilk sıralarda yer alıyor.

Katar’daki bu Dünya Futbol Kupasından yükselen kan ve kemik anaforunun sorumlusu yalnızca Körfez şeri kanlı kara petro-dolar oligarşisi değil, 200 milyar dolarlık dünya kupası yatırım ve harcamalarından pay alan tüm uluslararası inşaat, finans, endüstriyel futbol, kumar, kara para şirket, kurum ve devletlerdir. Bunlar arasında çok sayıda AB, Hindistan, Çin ve Türkiye merkezli (örneğin Tekfen, STFA, Gama, TAV, Yüksel İnşaat) şirket de vardır.

Avrupa ve Latin Amerika’nın çeşitli ülkelerinde muhalif futbol taraftarları ve muhalif akımlar, yolsuzluk, kara para ve binlerce göçmen işçi kan ve kemikleriyle yapılan Katar 2022’yi ve yayınlarını boykot edeceklerini açıkladı ve milli takımlarının ve taraftarlarının da boykot etmesi için imza kampanyaları yürüttü. Ama kan emici mali sermaye gruplarının ters yöndeki baskısıyla, parlamentolar bile bu kampanyalara kulaklarını tıkadı. Yalnızca Hollanda parlamentosunda bir grup parlamenterin ülke kralı ve başbakanının Katar’a gitmemesini istemesiyle sınırlı kaldı.

Çünkü yalnızca Katar’ın petrol-doğal gaz kuyuları değil, bir bütün olarak kapitalist, mali oligarşik, mafyatik futbol endüstrisi ve organizasyonları kanlı-kara milyar dolarlar basmaktadır. UEFA Kupasının EURO Lig’e dönüştürülmesi, Avrupa kupasının 16 ülke takımdan 24 ülke takıma çıkartılması, endüstriyel futbolun serbest zaman ve mekan hakimiyetini ve sömürü ve dolandırıcılık tabanını genişleterek, yapılan maç sayısı ve karlı organizasyon süresini uzatarak, futbolda tekelci oligarşik sermaye ve hakimiyet yoğunlaşması ve merkezileşmesini bir üst düzeye çıkararak, yalnızca bunun bir ifadesi olmaktadır.

Kapitalist kara para endüstrisi olarak futbola Türkiye’den birkaç örnek

Quality Sports Investment (QSI), futbol sermayesi piyasalarında işletilen kara para fonlarından biri. Bu gibi büyük yatırım fonları futbol kara piyasasına yatırım yapmak isteyen büyük kapitalistlerden para toplayarak çeşitli ülkelerdeki yıldız futbolcuların veya gelecek vaadeden futbolcuların bonservis, transfer gibi finansal mülkiyet ve işletme haklarını ele geçirir. Çeşitli futbol kulüp/şirketlerine de ele geçirdiği futbolcu kılığındaki spekülatif sermaye havuzlarından, transfer yapabilmeleri için kredi/finansman olanağı sağlar. Futbol yatırım fonları (ki Gayrimenkul Yatırım Fonları’ndan daha mafyatik olması dışında pek bir farkı yoktur) futbolcu transfer piyasasının esas hakimidir. Hangi kulübün hangi futbolcuyu alıp satacağına kadar belirleyecek güce sahiptir. Hepsi bu gibi yatırım fonlarına gırtlağına kadar borçlu futbol kulüpleri/teknik direktörleri, yönetim kurulları bile bu fonların denetimindeki futbolcuları alıp satmaya, hatta oynatıp oynatmamaya kendileri karar veremez. Çünkü bu fonlarla (kendilerinin de paylarını aldıkları) gayrı nizami anlaşmaları, bu fonlara borçları, ve tabii ki büyük futbol yatırımcıları -fonlar – devletler- federasyonlar- kulüp ilişkileri – borsa vb ilişkileri üzerinden silahlı tetikçiler bir yana, diyelim ki taraftarın artık istemediği bir futbolcuyu elden çıkarabilmek veya bu fonların dayattığı bir transferi yapmayı reddetmek için bile, bu fonlara çok yüklü “tazminat” (haraç) ödemek zorunda kalır. 2018 futbol leaks belgeleri arasında, Yıldırım Demirören’in Almedia’yı Beşiktaş’a transfer etmesinin QSI fonları üzerinden gerçekleştiği, Fenerbahçe yönetimindeki Ali Koç’un ise QSI fonlarının yatırımcılarından ve danışma kurulu üyesi olduğu açığa çıktı. Tabii ne (8 yıl Beşiktaş başkanlığı, 7 yıl Türkiye Futbol Federasyonu başkanlığı yapan) Demirören’e ne de Demirören’e de fonculuk ve danışmanlık yapan “rasyonel” yatırımcı Koç’a bir soruşturma açıldı.

Fenerbahçe taraftarlarının “Ali Koç başkan Fener şampiyon” beklentisi söne dursun, Ali Koç çoktan gayrı nizami şarj şampiyonu olmuştu bile. Fenerbahçe başkanı olduğu ilk 2 yılda, Acun Ilıcalı aracılığıyla gerçekleştirdiği Mesut Özil enkazı transferi dahil, tam 72 futbolcu alıp satarak bir finansal ticaret ve spekülasyon rekoruna daha imza attı. Transferler için resmi olarak 67 milyon dolar gelir bildirirken bu transferlerde gerçekte “kaynağı belirsiz” yüz milyonlarca doların döndüğü ve aklandığı iddiaları, söz konusu Koç olunca haber değeri taşımıyor. Fenerbahçe’den Lazio’ya 3-4 aracı üzerinden 17.5 milyon dolara satılmış görünen Vedat Muriqi için sahte fatura kesildiği ortaya çıktı ve İtalya’da Muriqi’nin bahis şirketi ve Türkiye Arnavutluk Konsolosunun da içinde yer aldığı, Türkiye-Arnavutluk-İtalya arasındaki futbol yatırım fonları-bahis şirketleri-mafya hattının bir skandalı daha patladı.

Mali-endüstriyel kapitalist futbol

Kuşkusuz bu tür uluslararası spor organizasyonlarında, her zaman bir takım “sürpriz”ler de olur. Bazan Yunanistan şampiyon, Türkiye üçüncü olur, bazen Nijerya tur atlar, bazen İzlanda yarı final oynar, vb. Ama bu “bakın gördünüz mü en büyük para keseleri ve güçler her zaman kazanamıyor, yoksullar da kazanabiliyor” filan anlamına gelmez. Bu düşünce işçi ve kent yoksullarının hayallerini süslese de, Yunanistan’ın dünya futbol şampiyonu veya İzlanda’nın Avrupa şampiyonu olması, o ülke işçi ve kent yoksullarının gerçek çalışma, yaşam ve yönetilme koşullarında hiç bir şey değiştirmez. Kaldı ki, siz TV’de, sosyal medyada, stadyumda Nijerya veya İzlanda’daki futbol maçlarını değil, eskisinden daha fazla İspanya, İngiltere, Almanya, İtalya liglerini ve Bayern Münich, Barcelona, Milan ve Mancherster United maçlarını izlemeye, onlara verilen sponsorluk ve reklam harcamalarını ödemeye devam edersiniz. İster bireysel, ister kulüpsel veya “ulusal” olsun, bu gibi başarı öykülerinin hepsi, mali oligarkların sömürü ve hakimiyetlerini genişletme öyküsünden başka bir şey değildir.

İmalat sanayi temelinin ve yatırımlarının giderek yavaşlaması, dev çaplı aşırı sermaye birikiminin, inşaat, enerji, turizm, sağlık, eğitim, futbol gibi alanlara akmasına yol açmaktadır. Tıpkı kentsel dönüşüm, eğitim, sağlık alanlarında yol açtığı yıkıcı etkiler gibi, sporun da daha üst düzeyde mali sermayeleştirilmesi, spor, sporcu ve kitleler üzerinde yıkıcı, ezici ve çürütücü bir etkiye yol açmaktadır. Amatör spor, az sayıdaki ülkedeki kalıntıları dışında neredeyse dünya çapında yok edilmiştir. Futbol stadyumları alışveriş merkezleri ve stadyuma gidecek parası olmayanlar için de büyük ekranlı maç-kafelerin her biri birer mini-stadyum haline gelmiştir.

Endüstriyel futbol, aynı zamanda mali sermayenin zaman ve mekan hakimiyetini azamileştirmenin bir aracı olarak işlemektedir. Spor okulları giderek küçülen yaşlardan çocuklara, gerçek sporu, dayanışmayı, kendini toplumsal olarak gerçekleştirmeyi değil, hırs, rekabet, ataerkil agresifliği ve “Arda gibi olmak” için kendi yeteneklerini pazarlamayı öğretir. Bir tür meta-sermaye toplumsallaşması biçimi olarak, endüstriyel futbol, sermayeye kafaca, ruhça, zaman ve mekan olarak bağımlılığı da artırmaktadır. Haftada birkaç gün AVM’ye dönüşen futbol mabetlerine ya da her semtteki şubelerine gitmeniz, tuttuğumuz kulüp şirketi ya da futbolcu markalı metaları satın almanız, haftada en az birkaç gün, bazen her gün maçları kafe-stadyumlardan bol ıvır zıvır tüketerek izlemeniz, kar paylı yüksek “futbol otoriteleri”nin bayağı futbol dedikodularını papağan gibi tekrarlamanız gerekir.

Bugün küreselleşme süreciyle daha da derinleşen sömürüsüyle beraber “boyalı yüzü”nü de büyüten kapitalizmin, bir tarafıyla dev bir uyku tulumu futbol. Aynı zamanda da futbol, gerçekliğin dışındaki parçalanmaların meşrulaştırma kanallarından biri durumunda. Maç günleri dışında da, hafta boyunca tüketimin yapıldığı birer mekan olarak -özellikle ileri kapitalist ülkelerin başa oynayan kulüplerin statlarını -ele alırsak bu bize, kapitalizmin zaman ve mekan üzerindeki tahakkümünün bir parçası olarak futbolu görmemizi sağlayacaktır. Artık rahatça şunu söyleyebiliriz: futbol çim saha, tribünler ve oyunculardan oluşan basit bir oyun değildir ve kapitalizmin kendini yeniden ürettiği bir alandır. Yani futbolda her şey pazarlanabilir durumdadır ve özellikle de küreselleşmeyle beraber tüm ilişkilerini kapsayan bir saldırı pozisyonu daha da belirginleşmiştir. Stadyumların organize edilmesinden, taraftarın hareketlerinin denetimine kadar kapitalizmin iktidar ilişkileri, futbolseverin uykusunu gün geçtikçe daha da derinleştirmekte.” (Osman Bullugil)

Mali-endüstriyel kapitalist futbol, futboldaki son oyun ve spor kalıntılarını da yok ediyor. Sahadaki futbolu da güç, hız, performansın domine ettiği bir tekno-bürokratik bilgisayar oyununa benzetiyor. Ve gerçekten Latin Amerika, Afrika gibi çoğu sokak futbolu geleneğinden gelip futbolcu fabrikalarına dönüşen ülkelerden sürekli taze kan almasa, dijital reklam tabelalarıyla pek uyumlu dijital bir bilgisayar oyunundan fazla bir şey kalmayacak sahada.

İşte tüm bu nedenlerle, mali-endüstriyel ya da neoliberal kapitalist futbol, bir “festival” değil, işçi sınıfına ve kitlelere bir saldırı, sömürü ve tahakküm aracıdır. Fakat mali sermaye birikim ve hakimiyetinin, eğitim, sağlık, kent-mekan, doğa gibi tüm yeniden üretim ve yeni değerlendirme alanlarında olduğu gibi, bu, dev çaplı ekonomik, toplumsal, siyasal, ideo-kültürel uzanımlarıyla futbolu da, son derece belirgin biçimde, bir kutupta sermaye ve güç birikimi, merkezileşmesi ve yoğunlaşması, diğer kutupta, kendi toplumsal emek ve ihtiyaçlarını tekelci kapitalizme kölelik olarak üretenlerin safında, sefalet ve tepki birikimi olarak yaşanıyor. Geriye kalan nadir bir toplumsal soluklanma gözeneğinin de tıkanması ve çürümesi, mali oligarşik sermaye diktatörlüğü aygıtına, işçiler ve işçi-yoksul taraftarlar açısından zamanda ve mekanda büyüyen kölelik aygıtına dönüşmesi, futbolu da, son yıllardan giderek yoğunlaşan çarpıcı örneklerini verdiğimiz gibi, patlamalı bir sınıfsal-toplumsal çelişki ve mücadele alanı haline getiriyor.

Bilim, sanat, spor, oyun, eğlence, doğa gibi alanlarda keskinleşen sınıfsal-toplumsal çelişkilerin bir özgüllüğü, kitlelerin ekonomik ve siyasal olarak yıkıcı değersizleştirilme sürecine karşılık, kendini toplumsal-bireysel olarak gerçekleştirme çabasıyla bu alanlara olan ihtiyacının artması, fakat bu alanlarda da aynı değersizleştirilme, baskı ve sefalet birikimiyle karşı karşıya kalmasıdır. Kitlelerin ve bireylerin en büyük kültürel gelişme koşul ve dinamiklerinin, dahası yakıcı ihtiyacının ortaya çıkması, görülmemiş bir mali oligarşik sermaye ve meta kültürü ve tahakkümüne köleleşmesiyle, giderek daha fazla bağdaşmaz hale gelmektedir. Bu tür organizasyonların da, kitle isyan ve direnişlerine karşı yüksek güvenlik duvarları arkasında yapılabilmesi, bunun sadece bir göstergesidir.